Print Friendly and PDF

NİYÂZÎ-İ MISRÎ kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin HAYATI


[1]





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Halvetî târikatının Niyaziyye veya Mısriyye kolunun kurucusu, bü­yük bir mutasavvıf ve şeyhtir. Yunus’un yolunu takip eden Mısrî, cezbeli ve coşkun bir şairdir. Genç Osman’ın tahta çıktığı yıl, 12 Rebi’ül-evvel 1027 (8 Şubat 1618) cuma günü Malat­ya’da doğmuştur. Hatıraları’nda “fakir 1027 senesinde dünyaya gel­mişim der. Yine aynı eserde Kadir suresinden bazı âyetlerin ra­kam değerini hesaplarken Arapça; “1027 tarihu viladeti kemâ câ’e bi-hayri’l-makdemi 1027” diyerek cifir hesabıyla 1027’de kendi fecrinin doğduğunu yani dünyaya geldiğini belirtir.





Malatya’da doğduğu kesin olmakla beraber neresinde, hangi köy veya ka­sabasında doğduğu hâlâ tartışmalıdır. Soğanlı ve Aspozi’de doğduğunu söy­lemektedir.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin asıl adı Mehmed’dir. Niyazî veya Mısrî ise mahlasıdır. Niyazî mahlasını döneminde yalnız kendi kullanmıştır.





“Ve dahi Hazret-i merhum vâridât-ı nefise-i ğaybıyeden mevz-i denât-ı hikemiyye-i vehibeden olan ilâhiyyâtında evvelâ Mısrı tehallus buyururlar imiş bir gün esnâ-yı sohbetlerinde





“sultânım sizler eğerçi kâh Mısrı deyu ve kâh Niyazî deyu tehallus buyurursız lâkin güruh u saz nevâzândan bir kulunuzun dahi mahlası Niyâzî dir. Bu hususda sizler ile iştiraki münâsib görmeziz” denildikde





“varın sâhib-i mahlas-ı merkuma bizden selâm ihdâ idüb bizim hatırımız içün bir ahar mahlas ihtiyar eylesin memnun oluruz” buyurduklarında fil-vâkı selâm-ı selâmet encamların teblîğ-i emânet ve şahs-ı merkum dahi ferağ ve Hazret-i merhuma kemâ yenbağî “arz-ı “ubüdiyyet eylemiş [2]





Mahlasların kullanılış şeklinde ki rivayetler şöyledir;





—Gece yazdığı şiirlerinde Niyâzî, gündüz yazdığı şiirlerinde de Mısrî mahlasını kullandığı;





—Niyâzî mahlasını sülukünden önce ve dervişliğinde; Mısrî mahlasını ise sülük sonrası şeyhliğinde kullandığı;





—Mısrî mahlasını alması uzun zaman Mısır’da kalması ve Câmi’ü’l-Ezher’de öğ­renimini yapmasından dolayı olduğu;





— Önceleri Mısrî mahlasını kullanırken, ömrünün sonuna doğru rakamsal değeri Hakka yürüyüş yaşı 78’e tekabül eden Niyazî mahlasını kullandığı tespit edilmiştir.





Hazret-i merhumun mütekarrib bende-i dîrînelerinden[3] beyne’n-nâs Kavala Şeyhi dinmekle matuf ve hüsn ü sülükle mevsûf es-Seyyid Mustafa Efendiden bu hakirin guşzedîdirki[4] Hazret-i Şeyh Merhum kendülerinin ömr ü azizleri ne mikdâr seneye baliğ olacağına ba’del-ıttılâ Mısrı tehalluslarına Niyazi mahlas dahi zamm ü ihtiyar buyurdular. Zîrâ Niyazı lafz-ı münîfinin aded-i ebcedîsi yetmiş sekizdir ki adedinde ömürleriyle beraberdir deyu beyân-ı hikmet itmiş idiler. [5]





(ن  ي  ا  ز  ي   =50+10+1+7+10=78)





Babası eşraftan Nakşibendî târikatı mensubu Soğancızâde Ali Çelebi’dir. Mısrî ‘Hatıralar’ında; “Ey hakîm biz dört karındaşuz dördümüz de bu yolda cân virsek gerekdür”. Der. Kendi­sinden başka üç kardeşinin olduğunu belirttiği gibi Yunus adında bir amcasının olduğunu Hatıralar belirtmektedir. Hatıraların çeşitli yerlerinde, kardeşi Ahmed’le beraber tahsil yaptığını, daha çocuk denecek ka­dar küçük yaşta iken Hüseyin isminde Malatyalı bir Halvetî şeyhine intisap etmiştir. Ancak, şeyhinin Malatya’dan başka bir yere göç etmesi üze­rine babası kendi şeyhine bağlanmasını isterse de Niyazî bunu kabul etmeyerek ziyaret ve tahsilini ilerletmek maksadıyla seyahate çıkar. (1048/1638-9) Diyar­bakır, Mardin, Bağdat ve Kerbela’da dolaşarak ziyaretlerde bulunur, buradaki âlimlerden fıkıh, hadis, mantık, maani... vb. dersler okur.





1052/1642’de Mısır’a giden Niyazî, Kahire’de Şeyhuniye denilen yerde, bir Kadirî şeyhine bağlanarak üç veya dört yıl kalır. Bu sırada Mısır’da Cami’ü’l-ezher’e devam ederek Arapçasını geliştirir, cami ve medreselerde va­az ve nasihatlerde bulunur.





Mısır’da bulunduğu, öğrenimini sürdürdüğü sırada burada da bazı yerlere seyahat ve ziyaretlerde bulunduğunu, bu arada bir buçuk ay kadar İsken­deriye’de Şeyh İbrahim adında bir Kadirî şeyhinin yanında kaldığını hatıra­larından anlıyoruz. Menakıpnâmelere göre Mısır’dan ayrılmasına orada iken gördüğü şöyle bir rüya sebep olur: Kadiriye târikatinin kurucusu ve en büyük Piri Abdülkadir-i Geylanî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, büyük bir şehirde padişah ve Niyazî de onun yakın­larından imiş. Niyazî bir ara saraydan çıkmak isterse de çıkışı bulamaz ve çok sıkılır. Bu sırada Abdülkadir-i Geylanî onu görür ve “ey sofi gel” diyerek ya­nına çağırır. Sonra bir hademesine, Niyazi’yi işaret ederek, “git bir kese altun getir ve buna ver” diye emreder. Fakat adam daha gitmeden kendi cebinden bir kese çıkararak Niyazi’ye verir. Niyazî hemen orada keseyi açtığında içinden ha­lis altın ve gümüş paralar çıkar. Bunun manasını sorduğunda, Abdülkadir-i Geylanî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz: “Bunlar zahir ve batın ilimleridir, sen ikisini de takdir edilen kimse­den yeterince öğreneceksin” diyerek kısmetinin Mısır’da değil Anadolu’da ol­duğunu söyler. Sabahleyin rüyasını şeyhine anlatınca, şeyhi; rüyanın açık oldu­ğunu söyleyerek hilafet vermekle orada alıkoymak isterse de Niyazî, hilafetin kendisini tatmin etmediğini münasip bir lisanla şeyhine söyleyerek, mürşidini araması için kendisine izin vermesini ister. Şeyhinin izin vermesi üzerine Mı­sır’dan ayrılarak Arabistan ve Anadolu’nun büyük şeyh ve âlimlerini ziyaret ederek onlarla sohbet eder ve nihayet 1056/1646 yılında İstanbul’a gelir. Sultan II. Ahmet zamanında Şerif Sa’d isimli birinin maiyetinde İs­tanbul’a gelerek Kadırga’daki Sokullu Mehmet Paşa Medresesinde bir hücreye yerleşir, bu hücre yakın zamanlara kadar Mısriyye kolu bağlıları tarafından ziyaret edilerek Mısrî hücresi diye anılır ve ziyaret edilirmiş. İstanbul’da fazla kalamayan Mısrî, daha sonra Bursa’ya ge­çerek orada Veled-i Enbiya Cami’i kayyımı Sabbağ Ali Dede’nin evinde, bazen de Ulu Cami yanındaki medresede bir müddet kalır. Ancak Mısrî burada da gördüğü bir rüya üzerine, Bursa’dan ayrılarak yol üzerindeki yerleri ziyaret ede ede 1061/1615 tarihinde Uşak’a gelir, burada Elmalılı Şeyh Ümmi Sinan’ın halifesi Şeyh Mehmed’in tekkesine misafir olur. [6] Bu misafirlik sırasında aradığı mürşidinin Mehmed Efendi’nin şeyhi Sinan-ı Ümmî olduğunu, gönlüne gelen ilhamla anlar.





Bu arada Şeyh Ümmi Sinan kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Uşak’a gelerek Şeyh Mehmed’e, oraya Muhammed Mısrî isminde bir dervişin gelip gelmediğini sorar. O da: “Geldi sul­tanım size teslim etmek için emanetçiyüz” der. Sonra Mısrî’ye: “Filan yer ve vakitteki kalaycı şaşılacak biri değil mi”? Diyerek rüyasını keşfedince de hemen ona teslim olur. Şeyh bir müddet Uşak’ta kaldıktan sonra Mısrî’yi de yanına alarak Elmalı’ya gider.





Niyazî, kendisi de mutasavvıf bir şair olan Elmalılı Şeyh Ümmî Sinan’ın manevi terbiyesinde tam dokuz sene kalır. Burada kaldığı süre içinde Şeyhinin oğluna ve diğer talebelere ders verir, tekkede imamlık ve hatiplik yapar. Bir ara şeyhin oğluyla birlikte İstanbul ve Malatya’ya gider. Çok zahmet ve sıkın­tılar çeker. Değirmenden mutfağa buğday ve odun taşırken sırtı yaralar içinde kalır. Nihayet 1066 (1656) da 39 yaşında şeyh tarafından hırka giydirilerek ica­zet verilir ve irşada memur edilir. Mısrî bu arada Uşak’a gitmeye hazırlanır. Bu sırada tekkede bulunan şeyh efendinin müritleri, Niyazi’nin kendilerine ve El­malı halkına bir konuşma yapmalarını istemeleri üzerine, şeyhinin de müsa­adesiyle, kürsüye çıkan genç halife, kürsüde bütün bildiklerini unutur. Şeyhi Ümmî Sinan hazretlerinin; “Mısrî Efendi bundan sonra durma ve susma, daima söyle” demesi üzerine konuşmaya başlar ve birçok ilahî hakikatler ve sırlardan bahseder. Mısrî, şeyhinin bu emri üzerine susmadan konuştuğunu ve bundan böyle hiç korkmadığını söylemiştir.





Mürşidinin emri ile önce Uşak’a gelen Niyazî, bir müddet orada Şeyh Mehmed Efendinin yanında kalır. Karahisar’ın Çal kazasından bir hoca iste­meleri üzerine oraya giderse de çok kalmayarak tekrar Uşak’a döner. Bu arada Kütahya’dan bir Şeyh istemeleri üzerine oraya giderek bir müddet kalır. Şey­hinin ölümü üzerine Uşak’a tekrar döner. Fakat fazla kalmayarak Bursa’ya gi­der ve orada yerleşir.





Bursa’da bir müddet eski dostu Sabbağ Ali Dede’nin evinde kalır ve sonra Şeker Hoca Mahallesi civarında bir eve taşınır. Kendisine tekke yapılıncaya kadar bu mahalledeki camide irşad ile meşgul olur.





Bursa’da Mehmed Çelebi adlı birinin kızıyla nikâhlanırsa da evlenmeden ayrılır. Sonra Hacı Mustafa adlı birinin kız kardeşini alır ve bir erkek çocuğu olur. Bu çocuğun, sonradan yerine şeyh olan Ali Çelebi olduğu düşünülmüştür. Mısrî, oğlunun 16 Şaban 1087’de doğduğunu belirtir. Ancak, Ali Çelebi’nin annesinin 1082’de vefat ettiği göz önüne alındığında Mısrî’nin sözünü ettiği çocuk başka bir hanımından ve başka bir çocuğu olmalıdır. Bir de Fatıma kız çocuğu vardır.





Bir ara padişah fermanıyla zikir, sema ve devran yasaklanır. Tekkeler kapa­tılır. (1077/1666) Edirne’de Kadiri şeyhi, Bursa’da Eşrefzâde Seyyid Şerefüddin ve Halveti şeyhi Muhyiddin’le Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bu yasağa uymayarak zikir ve devranı bırakmazlar. Niyâzi, bu yasağa sebep olan padişah hocası Vânî Mehmed Efendinin (öl.1096/1685) şiddetle aleyhinde bulunur, vaaz ve sohbetlerinde “Zikrullahda Vânî olmayın” der. Bir rivayete göre de Mısrî’nin İstanbul’da bulunduğu sırada bir cuma günü Ayasofya’da, padişah IV. Mehmed’in de bulunduğu cemaate, zikrin fazileti, târikat mensuplarının din ve millete yaptığı hizmetler ve tekkelerin birer ilim ve irfan merkezi olduğuna dair verdiği bir vaaz üzerine zikir ve sema serbest bıra­kılır, camide hemen devran yapılır.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzi sevenlerin günden güne çoğalması ve sohbetini dinlemeye gelen­lerle ziyaretçilerin artması dolayısıyla eski halvethane küçük gelmeye başladı. Bunun üzerine 1080/1669 yılında Mısrî’nin dervişlerinden tüccar Abdal Çelebi isimli birisi Mısrî için bir dergâh yaptırarak törenle açar. Dergâhın kapısı üze­rine;





“Ümm-i dünyânın güzide mefhar-i asrı budur





Şekkeristân-ı hakâyık dergâh-ı Mısrî budur”





Yazısı kazdırılır. 1083/1673’de Sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye gider. Edirne’de yönetim aleyhinde konuşur ve cifir il­mine fazla değer verir. IV. Mehmed Lehistan seferi için Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzi davet eder. Mısrî halkı cihada davet eder ve etrafına büyük kalabalık toplar. Bu du­rumdan ürken yönetim, Mısrî’nin bir gün devlete baş kaldırabileceğinden kor­kar ve onu Rodos’a sürer. Dokuz ay sonra affedilerek Bursa’ya döner.





Rodos’a giderken kendisini götüren görevli Azbî Çavuş,[7] Mısrî Efendi’de gördüğü kerametler üzerine görevi bırakıp ona bağlanarak müridi olur. Hatta sonradan şeyh olur ve Mısrî Divanı’nın tamamını tahmis eder. Mısrî Hatıralar’ında Ro­dos’ta iken burada bulunan Kırım hanlarından Selim Giray Han’ın kendisine yemek gönderdiği, Mısrî’nin de bunları arkadaşlarıyla beraber yiyerek zikir ve devrana devam ettiğini bilgi verir. Aynı zamanda iyi bir musîkîşinâs olan Se­lim Giray Han, Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bazı şiirlerinin bestelenmesinde etkili olmuş. Hatıralar’ında Osmanlı’nın aleyhinde, Kırım Hanları lehin­deki sözleri de bu yakınlaşmanın bir sonucu olsa gerektir.[8]





Niyazî, Limni’ye yine aynı sebeplerden dolayı sürülmüş (1087/1676) ve Limni’de on sekiz yıldan fazla sürgün hayatı yaşamıştır. (1103/1691m.’ye kadar) 1691 Zilkade ayında affedilerek tekrar Bursa’ya dön­müştür. Ayrılırken halk sevgi gösterisinde bulunurlar.





[Yine bazı erbâb-ı hasedin delaletiyle ikinci def’a da Limni’ye sürgün buyurulur. Limnîler pek pek üzgün olarak:





“Efendim, Siz artık serbest buyruldunuz, bu fakirlerinizi gönülden çıkarmayın” diye rica da bulunurlar. Buyururlar ki:





“benim medfenim buradadır, yine geliriz, görüşürüz.” Ve öyle de olmuştur.] [9]





Niyâzî-i Mısrî sürgünlerini anlatırken buyurdu ki;





Ben al-i Osmânun pençesine gireli dokuz yıldur her eşhür-i hurum[10] geldükçe, azâbumı ziyâde iderlerdi. Allaha ve kitâbu'llaha muhalefet bulunsun diyü işte yine eşhür-i hurum geldi yarın inşâallah zi'l-kâ'denün ibtidası [11] olmak gerek hep sizün de ma'lûmunuz olsun görün,[12]





 Bu arada Ahmed Gazzi kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze hilafet verir.[13]





II. Ahmed devrinde (1102-1106 /1691-1695) Avusturya’ya sefer ilan edi­lince Bursa’da bulunan Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Allah Teâlâ rızası için gazaya gideceğini söyleyerek yeni kaplıca civarında Bademli Bahçe’ye çadır kurarak 200 kadar müridini çev­resine toplar. Ancak, müritleri çoğalan şeyhlerin zaman zaman isyan ettiklerini düşünen yönetim, Mısrî’ye bir Hatt-ı Hümayun göndererek Bursa’da oturup ha­yır dua ile meşgul olmasını ister. [14] Fakat Mısrî bu emre kulak asmaz ve Tekfur Dağı’na kadar gider. [15] Padişah kendisine yeni bir Hatt-ı Hümâyûnla silahşor Arap Beşir Ağayı, bir koç ve dervişler için para göndererek burada karşılatır. Esasen Padişah, Mısrî Efendi’yi sevmekte ve ordunun O’nun duasını alarak sefere çıkmasında bir sakınca görmemektedir. [16] Ancak Şeyhin Edirne’ye yaklaşması ve padişaha iş başında bulunan bütün hainleri bir bir haber vereceği şayiası, halkın bunu sabırsızlıkla beklemesi devlet adamları arasında büyük sabırsızlık uyandırır. Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa padişahı ikna ederek, büyük fitne çıkacağına inandırır. Bu arada Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz 26 Şevval 1104 (30 Haziran 1693) Salı günü Edirne’ye gelip vaaz etmek için Selimiye Camiine indiği zaman, halk camiin etrafını almış kalabalıktan içeriye girilemez olmuştur.  Niyazî-i Mısrî, caminin içinde mihrabın yanına oturup, “öğleden sonra vaaz ederiz, namazdan sonra da Padişahla buluşur, sefere gideriz” diyerek, namaz vaktini beklemeye başlar. Bu durum karşısında sadrazam, Mısrî Efendi eğer derhal sürgün edilmezse, büyük bir karışıklık çıkacağını padişaha tekrar hatırlatır. Çıkarılan ferman Kaymakam Osman Paşa ile Niyazî-i Mısrî’ye gönderilir. Osman Paşa, kalabalığı tahrik etmeden camiden içeri girer ve “buyurun, sizi sultanımız isterler” diyerek dışarı çıkarmak ister. Bunun üzerine Niyazî-i Mısrî, “înşaallah, namazdan sonra varırız” diyerek, yerinden kımıldamaz. Arkasından bir bölük yeniçeriyle, bir yeniçeri ağası “buyurun sizi padişahımız istiyor” diye koltuklayıp, tahtırevana bindirirler. Oradan Mirahor-ı Sâni Dilaver Ağa ve leventlerle Gelibolu’dan Boğazhisarında Kaptanpaşaya teslim edilerek tekrar Limni’ye sürgüne gönderilir.  Ancak bu sürgüne sebep olanların hepsi cezalarını çekmişlerdir. 20 Recep 1105 (16 Mart 1694) Çarşamba günü kuşluk vakti 78 yaşında Limni’de Hakk’a yürür ve oraya defnedilir. Dönemin eserlerinden Tezkire-i Safayi’de Niyazî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin adadaki kalmakta olduğu camii’nin mihrabında, seccadesi üzerinde kıbleye yönelik iken Hakk’a yürüdüğü kaydedilmektedir. Yine o zaman ayağında bukağı olduğu ve kendisini bukağı ile birlikte defnedilmesini vasiyet ettiği bildirilir. Mezar baştaşında zincirin resmi vardır. [17]





Ken­disini sevenler tarafından naşı Türkiye'ye istenmişse de Yunanlılar, o bizim azizimizdir veremeyiz, diye isteklerini reddetmişlerdir.[18]





Vasiyeti üzerine cenazesini Limni’deki dergâhın şeyhi, Şeyh Mahmud Efendi yıkamış ve Baltacı Mehmed Paşa’nın mezarı yanına sırlanmıştır. Kabir taşı üzerinde şu beyitlerin yazılı olduğu bildirilmektedir.[19]





Mazhar-ı feyz-i târikat kâşif-i sırrullah





Mürşid-i ehl-i hakikat ârif-i pür intibah,





Ömrünü takva ve zikrullah ile itti temam





Cay-ı arayış değildir bil di kim bu hankâh





Tekyegâh-ı âlem-i Mısr teni terk eyleyup,





Âlem-i lahût’a gitti şevkile bî-iştibâh





Dâiyi pür şevki Hasib söyledi tarihi,





Eyle Mısrî Efendiye kasr-i adni câygâh





Sene 1105





Hakkında birçok tarih düşürülmüştür. Bunlardan Kur’ân-ı Kerim’den “ve sebbit akdâmenâ” ve Bursalı Beliğ (hyt: 1172 /1758-59) ‘in şu tarihi en güzelidir:





Kutb-ı âlem Hazret-i Mısrî Efendi menzilin





Tekyegâh-ı arsa-i mevâda ihraz eyledi





Düşdi çâr etrafa matem didiler tarihini





Rûh-ı Mısrî mahfel-i âliye pervâz eyledi,










[1] Abdulbaki GÖLPINARLI, Niyâzî-i Mısrî, Şarkiyat Mecmuası, c. VII, s, 183; Halil ÇEÇEN, Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları, İst. 2006, s.15- Orhan BAĞIŞ, Niyâzî-i Mısrî Divanında Din ve Tasavvuf, Yüksek Lisans Tezi,  YÖK-41442, Ankara, 1995, s, 12-21; Mustafa AŞKAR, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı,Ankara, 1997, (Doktora Tezi), s.41-109





[2] (İbrahim RAKIM, 1750), v. 34b





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîze “Efendim, siz bazan Mısrî bazan da Niyazî mahlasını kullanıyorsunuz. Niyazî mahlasını kullanan başka biri daha var” denilince, “siz varın o zata benim selamımı söyleyin, kendisine başka bir mahlas seçsin.” Demiştir.





[3] Dirin(E): f. Eski, kadim.





[4] Guş: f. Kulak.   Mc: İşitmek.





[5] (İbrahim RAKIM, 1750), v. 34b





[6] Rüya şöyledir: Mısrî rüyasında bir kalaycıya giderek abdest ibriğini kalaylatmak ister. Kalaycı dükkânı müşterilerle dolup taşmaktadır. Sıra Mısrî’ye gelince ibriği ikiye bölerek iç ve dışını gü­zelce kalaylar ve sonra da kolayca yapıştırarak geri verir. Sonra, Elmalı’da Şeyh Ümmi Sinan’ı görünce kalaycının o olduğunu anlar ve teslim olur.





[7] AZBÎ BABA kaddese’llâhü sırrahu’l azîz 





Asıl adı Mustafa Ahmet Efendi mahlası “Azb=عذب ” (Tatlı-Latif)olup Kütahyalıdır. Doğum tarihi ile ilgili hiçbir kaynakta bilgi bulunmamaktadır İlköğrenimini ve medrese tahsilini Kütahya’da yapmıştır. Daha sonra bilgisini arttırmak için İstanbul’a gitmiştir. İstanbul’la geldikten sonra Dergâhı Âliye saray çavuşluğu ile görevlendirildi. Aşağıda onun, hemen hemen birbirinin tekrarı olan kısa hayat hikâyesinin geçtiği yazma ve basma kaynaklardaki kayıtlar verilmiştir:





"Mustafa Dede el-Kütahyavî el-Rûmî el-Sûfi min-halifei'ş-şeyh Niyazı el- Mısrî el-mütehallis. Be Azbî el-müteveffâ sene-i 1160" Bağdatlı İsmail Paşa, Hadiyyât al-Ârifin, Esma al-Müellifîn ve Âsârü 'l-Musannifin, İstanbul, Maarif Basımevi, 1955 : II, 446);





"Türkî hû Mustafa Dede el-Kütahyavî el-müteveffa sene-i 1160" (Bağdatlı İsmail Paşa, Keşf ez Zünün Zeyli, M.E.B, 1947, s. 225);





"Mustafa Efendi (Derviş Azbî) : Dergâh-ı Alî çavuşlarından iken Niyâzî Mısrî Hazretlerinde gördüğü kemal eserlerine bakarak hizmetini bırakmış, adı geçen zâta intisâb etmiştir. Doğum yeri Kütahya'dır. 1160'ta vefat ederek Üsküdar'ın Nerdüban Köyü'ndeki Şahkulu Dergâhı’na defnedilmiştir. " (Mehmet Tahir (Efendi), Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınları, İstanbul, 2000: 1 , 128)





"(Mısrî'nin Edirne'de bulunuşu anlatılırken)... hükümet tarafından Azbî Çavuş isminde bir muhafız yanma tefrik olunmuştur... Azbî Çavuş Hz. Mısri'ye refakat ettikçe kemâlâtına meftun olup arz-ı nispet etmiş ve emrine münkad olmuştur... Hizmet yönünden nâil-i lutf olup hilâfet almıştır. Erenköyü'nde Merdivân kariyesindeki Bektaşî dergâhında seccâde-nişîn olmuşdu. Orada medfundur. "(Vassâf: V, 85),





 "Mısrî Rodos'a sürülürken yolda zincirlerini silkip atar ve denize atlar. Kendisini götüren Azbî çok korkar. Bu arada denizde beyaz bir ata binmiş bir er, parmağıyla Azbî'ye susmasını işaret eder. Rodos'a geldiğinde Azbî, Mısrî'yi limanda bulur." (Kamil BEKİ, İbrahim Rakım Efendi, Vâkıat-ı Niyâzî Mısrî (İnceleme-Metin) Bursa: Uludağ U. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1997, s.  XX)





Azbî, Niyâzî Mısrî’yi 1083/1673'te Rodos'a sürgüne götüren görevli memurdur. Yanında bulunduğu süre zarfında ondan etkilenmiş ve kendisine İntisap etmiştir. Bu intisap etmede bütün kaynaklar hemfikirdir. Ancak seyr ü sülûkunu onun yanında tamamlayıp tamamlamadığı, ondan hilafet alıp almadığı hususu tartışmalıdır. Eğer Mısrî'nin Rodos'a ilk sürgünü olan 1673'te onunla beraber olduğu varsayılırsa, Mısrî'nin Hakk’a yürüyüş tarihi olan 1104/1694 tarihine kadar birlikte olmaları muhtemeldir. Bu da yaklaşık 21 yıl süre eder ki, bir sâlikin seyr ü sülûkunu tamamlaması için yeterli bir süredir. Dolayısıyla ondan hilâfet almış olması gerekir.





Mustafa Kara, Azbî'yi Mısrî'nin 9. Halifesi olarak göstermektedir. Mısrî'nin ölümü üzerine İstanbul’a gelen Azbî, bugün İstanbul Üsküdar'a bağlı Merdivenköy'de bulunan Şahkulu Sultan Bektaşi Dergâhı'nda post-nişîn olur. Burada "Babalık" makamına kadar yükselir.





Baba kelimesi Şii ve Sünni tasavvuf çevrelerinde ortak kullanılan bir unvandır. Kalenderiyye Haydariyye ve Bektaşiyye gibi Şii meşrepli tarikatlara mensup şeyhlerle onların halife ve dervişlerine baba denildiği gibi Çiştiyye Kübreviyye ve Nakşibendiyye gibi Sünni tarikatlara mensup bazı şeyhlere de bu unvan verilmiştir. Baba; Bektaşi, Kalenderi ve Haydari gibi tarikatlarda şeyh yerine kullanılan ibaredir.





Kimi kaynaklara göre 1149/1736'da kimilerine göre ise 1160/1747'de Hakk’a yürümüş ve adı geçen dergâhta sırlanmıştır. Bu İki farklı tarihin verilmesinde ve hangisinin kabul edileceği hususunda kesin deliller yoktur.





Divan'da Azbî'nin sırlanışına İmam Mustafa tarafından düşürülen tarih 1149'dur. Bu tarih, yine divanda geçen eserin yazılış tarihini gösteren 1160 tarihiyle ortadaki çelişkiyi daha da artırmaktadır.





Târih-i imâm Mustafa ez-berâ-yı vefat-ı Hazret-i





Hanedana eylemiş cân bahş nedimi çâr-yâr





Bir elinde top u çevgân bir elinde zü'lfekâr





Hem 'Alî kurbânıdır hem sıdk ile teslimdir





Hazret-i'Azbîdir ol kim eylemiş uzlet karâr





-vefa dehrin elinden nice zehri nüş edip





İsteğiyle azm-i ukba eyledi bu aşikâr





Şâh Mansûrun çerâğın yandırıp pir aşkına





Hizmetini cân ü dilden eyledi leyl ü nehâr





Hem hulûs-ı kalble bir ferdi dil-gir etmedi





Vârını âlemlere mebzul edip kıldı nisar





Hâtifü'l-ğayb fevtine târihini kılmış tamâm





Sene bin yüz kırk tokuzda eyledi azm-i güzâr





Eserin telif tarihinin verildiği (21-5) aşağıdaki beyite göre eserin yazılış tarihi 1161 'dir. Bu beyitte verilen tarihin doğruluğunu kabul edersek ölüm tarihinin de 1160/1747 olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü tarihin geçtiği bu şiirin Azbî'nin kendi düşürdüğü tarih olması ihtimali fazladır. Hicri takvimin miladiye çevrilişinde, arada 1 yıl fark olabilmektedir,





Azbî cihanda gel bir eser ko





El-hattı bâkî ve’l ömrü fanî (1161)





Azbî'nin hayatıyla ilgili geri kalan bilgileri Divan'ından elde edebilir. 39 numaralı şiirden onun, muhtemelen şâir olan "Hakir" ve "Râvî" mahlaslı iki oğlunun olduğunu tespit edebiliyoruz. Ayrıca Şahkulu Sultan Bektaşi Dergâhı’nda bulunan bir mezar taşındaki "Azbî Dede-zâde" İbaresi bu mezar taşının oğullarından birine ait olduğunu göstermektedir.





Yine şiirlerinden birinde ifade ettiği üzere Elvan Çelebi'ye de intisap etmiştir. Bektaşi geleneğinde "pîr-i sânî" olarak kabul edilen Balım Sultan'a da bağlılığını bu beyitte ifade eder.





Bu dem Elvan Efendi mürşidimdir





Balım Sultân nazarıyla diriyim





Azbî, Niyâzî Mısrî'nin Divanı'ndaki Türkçe şiirlerin bir kısmını tahmis ederek Türk Edebiyatı'nda eşine az rastlanır bir eser ortaya koymuştur. Bu, hem tasavvufî olarak hem de şâir olarak Mısrî’den etkilendiğini gösterir. Divan'da da ona bağlılığını ve sevgisini ifâde eden söyleyişler yer alır.





Bu kuşdilinin remzidir vücûdum anın şehridir





Mısri vücûdum mısrıdır Niyâzî’dir sultân bana





Azbî Hakk’dan toluyum has bâğçenin gülüyüm





Niyâzî’nin kuluyum cânımdır mihmân bana





Etkilendiği bir diğer şair de Hüseynî'dir. Hüseynî, 16.yy.'da yaşamış bir Bektaşî ozanıdır. Edirneli olup geçimini helvacılıkla kazandığı için Helvacı Hüseyin adıyla tanınmıştır.





Divan'da Hüseynî'nin bir gazeli terbî, bir gazeli de tahmis edilmiştir.





Eserleri





"Divan-ı Azbî/ Azbî Baba Derviş Mustafa"





Çeşitli kütüphanelerde 18 adet nüshası vardır. Bu nüshalar arasında müellif nüshası bulunmamaktadır. Umumiyetle pek çoğunun istinsah tarihi ve müstensihi belli değildir. Divanda toplam 248 adet manzume mevcuttur. Nüshaların pek çoğunda bu sayıda şiir bulunmamaktadır. Divan Arap veya Latin harfleriyle basılmamıştır.





Divanı Tahmis-i Niyâzî-ı Mısrî





Mısrî'nin Divan-ı İlâniyât'ında bulunan Türkçe gazelleri baştan sona tahmis ettiği divanıdır. Türkiye kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunmakla beraber H.1284 yılında eski harflerle "Kütüphâne-i Âmire"de basılmıştır. Bu eserde Mısrî'nin 142 ilâhinin tahmisi vardır.  





(Süleymaniye Kütüphânesi, Tahmis-i Divan-ı Mısri / Mustafa Dede-Kütahyalı- Azbi (1284) Hacı Mahmud Efendi 894,35 003620





İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Tahmis-i DervişT811.2 1284 H./1868 - Osmanlıca Kitaplar - BEL_OSM_K.01920 MC_OSM_O.00871)





Şerh-i Gazeli Mısrî





Bu eser Niyâzî-ı Mısrî'nin "ezelden nâr-ı aşkla ben yana geldim cihan içre" matlalı gazelinin şerhidir. Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmut Efendi Kitaplığı no: 3056’da bulunan bu eser, 43 varaktır.





(EROL, 2002), s.3-30 den istifade edilmiştir.





[8] Üç defa Kırım Hanı olan Hacı Selim Giray Han kahraman bir han olup Rus, Leh ve Avusturyalılara karsı Osmanlılara çok büyük destek ve yardımı olmuştur. Ancak kendisi 1086-1095/1677-1684 tarihleri arasında Rodos’ta ikâmete memur edilmişti. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin Rodos’ta bulunduğu yıl Adil Giray orada ikâmet ediyordu. Bu durumda bir isim veya tarih karışıklığı olabilir. (UZUNÇARŞILI), c III, s, 19-25; (ERDOĞAN, 1998), s.LXXXVIII





[9] (KABAKCI, 2006 ),s.33





[10] İslâmiyetten evvel Arab kabileleri arasında vuruşmanın ve muharebenin haram kılındığı Zi’l-ka'de, Zi’l-hicce, Muharrem ve Receb ayları.





[11] İbtidâ: başlangıç, baş taraf, evvel, en önce, başta.





[12] (MISRÎ, 1223), v. 7b





[13] AHMET GAZZİ kaddese’llâhü sırrahü’l-azîzin HAYATI:





Ahmet Gazzi,   Kudüs civarında Gazze’de 1054   (1643)  yı­lında dünyaya geldi.   İsâ oğlu Müferrec’in oğludur. Doğum ye­rinden dolayı   “Gazzî”   diye anılmıştır.   Tam adı şöyledir:





Ahmed el-Gazzi b.   İsâ b.   Müferrec Pak b.   Abdullah Paşa b.   Abdulhalık Paşa bin Abdullah b.   Haşim el-Hüseyni  (kaddese’llâhü sırrahümü’l-azîz)





Oldukça itibarlı ve dindar bir aileye mensup olan Ah­med Gazzî malı,   şan ve şöhreti bir kenara bırakarak bütün gayretiyle ilme yönelmiştir.





Rivayetlere göre 24 evladı olmuş 3 tanesinin dışında kalan 21 çocuk kendisi hayatta iken ölmüştür.   Kendileri Hakk'a yürüdüğü zaman iki kızı ve bir oğlunun oğlu kalmıştır.  O da oğlu Abdullatif’in   (hyt.1143/1731)   oğlu olan Mustafa Nesib’dir.   (hyt.1202/1787) 





Ahmed Gazzî oniki yaşında iken yani  (1066 /1655) de Mısır’daki Ezher’e gitti.   Orada bir odaya kapanıp ilim tahsiline başladı.   Babası Ahmed’in arkasından adam göndererek hasretine doyamadığını geri ailesinin yanına; Gazze’ye dönmesini istedi.   Gazze’ye dönmesini istedi.   Geri geldiği takdirde kendisine her türlü imkânın seferber edileceğini mektup yazarak,   elçi göndererek defalarca bildirdi.   Fakat bu yola kesin karar veren Ahmed Gazzî gerek elçiler vasıtasıyla gerekse mektuplara yazdığı cevaplarda geri dönmesi konusunda kendisine ısrar edilmemesini bildirerek bu kararın anne ve babasından özür dileyerek ilim tahsili hususunda kararının kesin olduğunu bildirdi.





Tahsiline zamanın en yetkili âlimlerinden olan Ahmed Beşişi  (104l-1096/1631-1685)   nin yanında devam etti. Ahmed Gazzî’nin yedi sene tefsir-hadis ve sair ilimlerde hocası Ahmet Beşişi (hyt.1096/1685)   den istifade ederek daha sonra Ezher’e hadis hocası olarak tayin olunmuştur.





Ahmed Gazzî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîzin Mısır’da geçirdiği süre toplam 30 yıldır.   Diğer bir ifadeyle on iki yaşında Camiü-’l Ezher’e gelen Ahmed Gazzî yedi yıllık bir tahsil haya­tı yaşamıştır.   Onaltı yaşında iken önce çok mevzu hadis ezberlemiş,   daha sonra iki yıl içinde seksen bin hadis ezberleyerek onsekiz yaşında ilmî hadis dalında mezun olmuştur. Daha sonra tefsir ile fıkıh ilminde ve sair ilimlerde ve irfanda iyi yetişmiş bir âlim olarak Mısır uleması arasına ka­tıldı.   Cami’ül-Ezherdeki hizmetlerine başladı.





Gazzî,   muallim ve müderris olarak dini ilimler de 100 (yüz)   den fazla kişiye icazet iverdi.   Mısır’a verilen icazetnamelerinin çoğundaki silsilelerde Ahmed Gazzî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz adını görmek hiç de zor değildir.





Ahmed Gazzî’nin nesebi konusunda da belirttiğimiz gibi, dedeleri Emirül-Hac olup asıl ve seçkin olan sülalesi sebebiyle de herkes katında ikram gören,   değer verilen saygın bir kişiliğe sahip olmalarından dolayı Mısır istikametinden on-dört defa hacca gittiler.   Son hac seferinde veda tavafı yaparken gaybden şöyle bir ses duydu:





“Ya Şeyh Ahmed,   diyar-ı Rum’da nasibin var,   oraya git ki hakikat perdelerinin sırları iki cihanda aynel- yakîn-den hakkal-yakîne ulaşmakla gönlün şad ola,”





Nitekim kutsal topraklarda veda tavafını yaparken ulaştığı bu fikri gerçekleştirmek için görev yaptığı Ezher’e dönüp hemen bir gün içinde oradaki talebelerini, mesai arkadaşlarını ve diğer dostlarını bırakarak yola çıkar. Artık Ahmed Gazzî’nin Mısırdan ayrılışı gerçekleşmiştir.





Ahmed Gazzî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz hac esnasında kararlaştır­dığı Anadolu’ya gitme fikrini gerçekleştirmek niyetiyle bir gemiye binerek Mısır’dan İstanbul’a doğru yola çıktı. Yolculuk esnasında hava şartları son derece kötü idi. Ahmed Gazzi kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz geminin kamarasında oturup Allah Teâlâ’ya yönelerek kaside-i münferice’yi okumaya başladığı zaman ona,   başında Halveti tacı önünde kuzu kürkü olan bir zat gelerek:





“Korkma Ey Ahmed,   selamettir. Kehf suresine devam et ve bizi Bursa’da bul” dedi.





[Gelen kişi Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzdir. Ahmed Gazzî için fitneden ve deccâliyetin şerrinden emin olması için bu tavsiyede bulunmuştur.”Kim Kehf suresinin başından on ayet ezberlerse Deccal’in fitnesinden korunur”Müslim(1/555) Hâkim (2/399) Bizlerin de bu konuda duyarlı olmamız gerekmektedir.]





Gerçekten de biraz sonra fırtına dindi ve 1086 da İstanbul ‘a ulaştı.   Bir müddet İstanbul’da ikamet ettikten sonra Edirne’ye geçerek oradaki meşâyıhı ziyaret edip daha sonra Bursa’ya gel­di.   Ancak Bursa’ya gelmeden İstanbul’da geçirdiği günler esnasında Ayasofya Camiinde hadis ilmi ile meşgul olduğuna dair kaynaklarda bilgi vardır.





Mısır’dan İstanbul’a gemiyle gelirken tutulmuş oldukları fırtınadan kurtulmaları için yolda kendisine tavsiyede bulunan şahsı bulmak gayesiyle 1087(1676)   tarihinde Bursa’ya gelen Ahmed Gazzî Ulu Cami civarında bir hocanın evinde misafir oldu.   Bir iki gün sonra şehirde ne kadar meşayıh varsa hepsiyle görüştü.  





Bu arayış devem ederken Ahmed Gazzi çeşitli medreselerde hocalık yapmayada başlar.   Bursa’ya geldiği (1087/1676) senesinden Niyaz-i Mısrî ile buluştuğu 1103 (1691)   yılına kadar aradaki on altı yıllık zaman diliminde müderrislik yaptığı yerler ve görev yapma şartları hakkında kaynaklarda bilgi bulmak zor değildir.   1087/1676’da Ulu Cami’de ilim dersine başlayarak,   tefsir,   hadis ve fıkıh dersleri okutmuştur.   Rivayet­lere göre o yıllarda Ulu Cami’de 50-60 dersiam var idi.   Önce Ahmed Gazzî’yi dinler daha sonra ise kendileri ders okuturlardı.





Bu zaman zarfında ehl-i tarîk ile dostluk kuramamıştır, Hatta bazı sufîlerin tavır ve davranışlarını gördükçe onları kınar ve müdahale ederdi.   Bir taraftan Cenab-ı Hakk’dan o zata kavuşmayı temenni edip dua ve niyazda bulunuyordu.





Bu yıllarda Limni’de bulunan Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz (hyt. 1105/1694)   lehine ve aleyhine çok şeyler işiten Gazzi, meşrebinde taasub galip olduğundan Mısrî’ye çok kızıyordu. Limni’de sürgünde olan Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz (hyt.1105/1694) hakkında leh ve aleyhinde duy­duğu sözlerden etkilenerek onun Bursa’ya geleceğini duyunca konuyla ilgilenmez.





Ancak Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz ise dualarında ona yer veriyordu. Şöyleki:





Ve dahi Hazret-i Rasül-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem ve şefi-i ümem sallâlahu teâlâ aleyhi ve sellem Hazretleri evâil-i biletlerinde Rabb-i müteâl celle celâluh Hazretleri dergâhından din-i mübîni ki şerîât-i mutahharadır. “ömereyn” (iki Ömer) in biri ile takviye ve mazarrat ricasında olub duâları makbul ve Hazret-i adalet meâb Ömer ibn-i Hattâb radiyallâhü teâlâ anh hazretleri islâm ile ümmet-i erbaine vâsıl ve anlar yüzünden bu kadar âsâr-ı azime hâsıl oldığı gibi ben kara yüzü Mısri dahi Hudâ-yı mucîbü’d-daevât bârigâh-ı bı iştibâhından hâlâ bu şehr-i Burusada rükn-i rakin ve tarz u çavırları makbul u güzîn iki Ahmed Efendi ki vardır. Biri fahrü’l-müderrisînü’l kirâm İshak Hâcesi dinmekle matuf Ahmed Efendidir ve biri yine fahrü’l-müderrisinül-ızâm Gazevî Ahmed Efendidir. Bu ikiden birini takviye-i tarikat ve temşiye-i âyın-i evliya râh-ı hidâyet içün isterim deyu nice (69a) defa taleb ü ricâ-yı manevîde olduklarından sonra bu taleb-i ilhâmileri zib-i mesâmi ahbâb olub esâtize-i asrın efzal ü âlemi musevvid menâkıb bendelerinin üstâz ve’l-eşrâdı mefharülmü’ellifin ve kıdvetü’l-musannifin muma ileyh fazîletlü İshak Hocası Ahmed Efendi merhumun dahi bu husüs guşzedleri oldukda Hazret-i şeyhin bendegân u dostânından bir mutemed zât-ı şerifin delâleti ile hakipâyılerin ziyarete âzim ve âsitânelerinde hücre-i seniyyelerine vâsıl u dâhil olduklarında destmâllerin kendü gerdenlerine talık ve iki avucun bir idüb ve sağ eli ile çût-ı pîşgâhlarında sultânım Hazretleri bu Ahmed kulunuz efendimin kemter-i abd-i derem-i harıdesidir. Misilli edâ-i hulüs-i nişan ile dest-i meyâmın pirâmenlerine rûmâl olmuşlar. Anlar dahi lâyık oldığı vech üzre rüy-ı dil ü kabul ve ber âdet-i kadîm tevkır ü tazim buyurub o meclisleri vahy-i lezâiz-i enfâs-ı tayyibe ve cevâhir-i vâridat-ı seniyye ile güzâr ve nihayet ve sohbet-i şeriflerinden memnünen ve mahzüzan mufârakat ve sa’âdethânelerine teşrif idüb lâkin ba’dezâ Hazret-i şeyhe kemâl-i tekarrub ve zır-i dest terbiyelerine girmek müyesser olmak zemânı bir mikdâr berây-ı maslahat mümtedd ve melhüzları olan fikirleri sedd oldığı ezmân hilâlinde müşârun ileyh şeyh Ahmed Gazzî Hazretleri Hazret-i şeyhe tâlib ü râğib ve testgîr-i inâbet (70a) ve ğüy-ı rubâ-yı himmet ve nâil-i kimyâ-yı saadet inzâr-ı fütüvvetleri olub zır-i dest-i terbiye ve erbain ve baedehu hilâfet bulub ricâ-yı Hazret-i şeyh anlar hakkına işâbet eylediği tevatür bulmuşdur. Hattâ Hazret-i Merhumdan menkûldür ki





“benim tarîkatimde Ahmed nâm benden sonra Bârı teâlâ celle şânuh dört aded fâzıl ve biri birinden kâmil âlim ve âmil zâtı mesned nişin i meşihat buyuracakdır” deyu keşf-i ilham buyurmuşlardır ki evveli Hazret-i şeyh Ahmed Gazzi idügi zahir ve bahirdir. (İbrahim RAKIM, 1750), v. 69a-70a





Bu şekilde oluşan muhabbet Ahmed Gazzi’nin hilafet yolunu açacaktı. Talebelerine bir gün evvel Mısri’yi karşılamaya değil, seyretmeye bile çıkmamalarını tembih etmişti. Sabah namazın­dan sonra âdeti üzere Camii Kebir’e gelip derse başladı. Ders tamamlanmak üzere iken Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzi karşılamaya çıkan dervişlerin zikir ve tevhid sadâlarıyla Ulu Cami değişik bir atmosfere girmişti.





Böylece “Ahmed Gazzî’nin kulaklarına zikir sesi gidip dimağı, canı her şeyi zikir ile müzeyyen olur. Yıllardır has­retiyle yanıp tutuştuğu zatın vuslat-ı rayihası karşısında mübarek vücudu titremeye başlayınca dünya ve onun içindeki dünyevî duygular gözünden çıkıp bir halet-i zaide gelip he­men tahta başından kalkıp sağına soluna bakmaksızın Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin seyrine çıkar. Şöyle bir kenarda meczup sıfat olurdu. Gittik­çe muhabbeti artıp dururken Mısri Efendi tahtırevan içinde görünür. Ahmed Gazzî’nin olduğu mahalle gelince kendisi se­lâm verir. Ahmad Gazzî görür ki ilk defa Gazze’den gelirken gemide zuhur edip,





“Nasibin benim yüzümdedir, gel bizi Bur­sa’da bul” diyen o zatın ta kendisi olduğunu müşahede eyleyince suratla varıp tahtırevanda Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin elini öptüğü zaman Gazzi’nin elini sıkıca tutup:





“Ahmed sizi çok beklettik, kader bu güne imiş” deyip elini salıvermeden dergâha kadar beraber geldiler. Kaynaklarda ittifakla bildirilen tarih  (1103/1691) dir





Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz bir fatiha okuyarak Ahmed Gazzî’yi çilehane-ye koyar.   Bunu gören talebeleri meseleyi kavrayamadıkları için  “hocamız elden gitti”  diye üzüldüler.   Kırk günde seyrü-sülûk görüp rütbe-i kemâlâta nail olup erbainin sonuna kadar rütbesini doldurup makam-ı cemiul-cem’e vasıl oldu.   Zira daha önceden kendileri takvanın kemâliyle müşerref idi.   Mürşid-i kâmil olan Mısrî’nin elinden aşk şarabını içti.   





1104(1693)   ramazan ayının 23.gününde erbainleri tamamlanınca Mısrî,   Bursa’dan bütün meşâyıhını Camii Kebir’e davet edip hilâfet meclisi olacağını haber verildi.   Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz camiye geldiğinde Ahmed Gazzî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz dervişlerle zikir ve tevhid halindeydi.   Öğle namazı kılındıktan sonra kürsüye çıkan Mısrî,   yanlarına Ahmed Gazzî’yi de alarak oturtup bir miktar sırr-ı tevhidden bahsetti.   Daha sonra Taha 29-30 ayetlerini   “Ailemden kardeşim Harun’u bana vezir yap”   ayet-i kerimesini okuyup,   buyurdular ki:  





“Hz.Mûsa aleyhisselâmın Firavunla mücadelesinden Hz. Harun’un kendisine yardımcı olmasını anlattı.   Daha sonra, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem İslâmı anlatırken kendisine yardımcı olan sahabe-i güzini ve Hz.Ömer radiyallâhü anhın İslam’ı açıktan tebliğ hizmetini anlattı ve her ne kadar bu aciz Mısrî izhar-ı tarikat oldum ise de min cihetil beşeriye acizdir.   Daima 14 senedir,  





“Ya Rabb rahmetinden biri ile bu tarikat-ı aliyyeyi te’yid eyle zümre’i münker yine mukabil olur, ilim ve amel ve şeriat ve tarikat ve hakikat bir kavi zatı bana ihsan eyle”





  Diye niyaz eder idim. Ahmedlerden biri İshak Hocası de­mekle meşhur Ahmed’dir. Biri dahi Gazzî Ahmed Efendi’dir. Nasib Ahmed Gazzî’nin Elhamdülillah Gazzi Ahmed Efendi’yi bize ihsan eyledi. Kemâlatı ilmiyye de ben den âlimdir, kendi zatımda olan sırr-ı tarikat ve hakikat dahi bunlara ih­san eyledi, bütün varımı Ahmed’e verdim. Bundan böyle bizi isteyen Ahmed’i bulsun. Bursa’da Ahmed Gazzî’den başka halifem yoktur. Varis-i kâmil ve ekmali Ahmed’dir” deyip dahi bol tevhid ile Ahmed Gazzi’yi vasf edip irşad meclisine müminleri rağbetattirip, hilâfetnameleri okuyup ellerine teslim ve başına tac-ı şerif giydirip, tarikatı aliyye hırkası giydirip dua ve sema ve fatiha okurdu.





Ahmed Gazzi bazı kaynaklarda Mısrî’nin beşinci halifesi bazılarında ise yedinci halifesi olarak görül­mektedir





Hilafet meclisinin naklinde ihtilaf yoktur. Yalnız Mısrî’in halifesi olan Rakım Efendinin riva­yetine göre Mısrî - Gazzî hilafet meclisini Ishak Hocası Ahmed Efendi duyduğunda o gün akşamla yatsı arasında Mısrî dergâhına varıp:





“Aman efendim, bu Ahmed senin aşkını kabul eylemez. Ben de sana aşığım ama bu ana kadar izhar edemedim. İhsan eyle veraset-ı kâmileyi bu kuluna ver” diye ağlayarak ayaklarına kapanıp yalvarınca Mısrî şöyle cevap verdi:





“Ahmed Efendi, olan oldu ve veraset- kamilen verildi, değişiklik mümkün değildir., nasib Ahmed Gazzi Efendinin imiş. Bizim elimizde bir şey yoktur.   Bizde olan emanet-i kübrayı sahibi Gazzî’ye ihsan eyledi.   Ama sen de me’yus olma,   daima manevî velayete biraz seni de irşad edelim”   deyip İshak Hoca­sı Ahmed Efendi’ye dahi telkin-i zikir buyurup zümre-i bendegân divanına kayıt eylediler.





Mısrî tarafından Hilafet makamı Ahmed Gazzi’ye tevdi olununca kendi oğlu Ali’yi de Gazzî’ye teslim ederek:





“Ahmed efendi evlâdımı zahiren ve batınen terbiye eyle” diyerek bütün sevenlerine ve muridlerine “bundan sonra Mısrîde bir şey kalmadı benim tüm sırlarım Ahmed’dedir. Bizi ara­yan Ahmed’i bulsun.”   demişlerdir.





Ahmed Gazzî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz Mısrî dergâhında seccadenişin olup olduktan sonra ilmi faaliyetlerin yanında tasavvufi terbiyeye müsait olan insanları irşad eyleyip halvetiye esaslarına göre yetiştirmiştir.





1104/ 1693 yılında Ulu Cami’de hilafet görevi alınca ve Mısrî dergâhında şeyhlik görevine başlamıştır. Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin oğlu Çelebi Ali Efendi   (hyt.1125/1713) nin terbiyesiyle de yakından ilgilenmiştir.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz Şevval 1104/1693 tarihinde Edirneye vaaz et­mek üzere Selimiye Camiinde bulunduğu zaman Limni’ye sürülme­sine dair gelen fermanın üzerine camiden alınıp Boğazhisari’ndaki Kapudan Paşa’ya sevk olunmuş ve oradan Limniye gönde­rilmiştir. 20 Recep 1105 (hyt.17.III. 1964) çarşamba günü kuşluk vaktinde 78 yaşında iken Hakk’a yürümüş ve Limni’de sırlanmıştır.





Ahmed Gazzî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîzin Mısrî dergâhındaki postnişinlik süresi yaklaşık bir yıl sürmüştür. Çünkü Mısrî-Gazzî hilâfet meclisi ile (1104/1693) de başlayan Mısrî dergâhı şeyhliği 1105/(1694) tarihinde Mısrî’nin Hakk’a yürümesi üzerine Niyâzî-i Mısrî’nin evlâdı Çelebi Ali Efendinin (hyt.1125/1713) saray’a müracaatları üzerine gelen emirle sona ermiştir.





1105   (1694) da Receb ayında Limni’de Hakk’a yürüyen Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin tek erkek evlâdı olan Çelebi Ali Efendinin (hyt.1125/1713) etrafında toplanan bazı kişiler Çelebi Efen­dinin zaafından da istifade ederek Ahmed Gazzi’nin dergâhdan çıkartılarak yerine kendisinin geçmesini telkin etmeye başla­mışlardır. Gazzizade Abdullatif’in (hyt.1247/1831) Menakıb-ı Gazzi isimli eserinden aktarılan:





Hz.Pir (Niyazi-i Mısrî) bakaya göçtü. Tekke Çelebi Efendiye geçti. Bursa’da on dokuz kimesne başlarına taç giyip biz Hz. Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz hulefasındanız diye meydana çıkıp, Bursa’da er biri bir köşede dava-ı irşada ve halvetiye ayinini icra­ya başladılar ki bunların bazılarının hilafeti sahih idi, ama mertebe-i irşad ve veraset bizzat Ahmed Gazzi’ye ihsan olunduğunda, hâlâ silsile-i tarikatın bunların yüzünden yürü­düğü gibi şahiddir.





Bu şartlar. Hz. Mısrî’nin postunda olduğunu çekemeyip oradan ihraç olmasına suri ve manevi gayretle olup Hz. Mısrî-nin eylediği vasiyetlerini feramuş eylediler.





Ahmed Gazzi’nin Mısrî dergâhından ihracı konusuna Gülzar-ı Suleha ile Süleyman Halis’in -Vefeyat’ında ve Gazzizade’ nin Menakıb Gazzi’sinde genişçe yer verilmiştir.





Mısrî dergâhı inşa olunmadan evvel Niyazi-i Mısrî Gelibolu’da askerlik görevini ifa etmeye çalışırken, halifele­rinden biri rüyasında Bursa’da bir tekke görür. Rüyaya göre tekke de Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin muhaliflerinden Kütahyalı Mehmed Efendi adında bir kişi oturmaktadır.





Bu rüyayı Mısrî’ye naklettiklerinde şu cevabı alırlar:





“Oğlum o senin gördüğün tekke Bursa’da bizim için bina olacak bir zaviyedir. Lakin binası Allah Teâlâ için de­ğildir, müminler arasında fitne çıkarmak içindir. Bizim halifemiz Ahmed Gazzî’yi oradan ihraç ederler”





Rüyanın görüldüğü yıl 1076/(1666) dır. Bundan do­layı bu hadisenin bütünü kaddese’llâhü sırrahü’l-azîzin kerametlerinden sayılır. Ahmed Gazzi’nin tekkeden çıkması istendi. Gazzi bunu kabul etmedi.  Çünkü kendisini o makama Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz oturtmuş idi. Kendi- rızasıyla çıksa merhum Mısrî ruhaniyeti muğber olur diye insanların çeşitli azarlamalarına sabır ve tahammül etti. En sonunda 19 kişinin hepsi Çelebi Efendi (hyt.1125/ 1713)nin başına üşüşüp:





“Efendim sen Hz.Mısrî gibi bir zat-ı şerifin evlâdısın. Senin Şeyh Ahmed Efendi’den ders okumandan, çocuk­lar ile âşık oynaman evlâdır. Sen terbiyeye muhtaç değilsin. Kemâlât-ı Mısrî zât-ı şerifinde aşikâdır” diye türlü türlü hileler yaptılar Genç Çelebi Efendi de terbiye altında bulun­mayı nefsi istemediği için teklifler hoşuna gitti. Bunun üze­rine Çelebi Efendi (hyt.1125/1713) lisanından o günlerde sa­vaş hazırlığı nedeniyle Edirne’de bulunan sadrazam ve Şeyhülislâm’a şöyle bir mektup yazdılar.





“….Halen pederim merhum Hz. Mısri’den bana kalan zaviyeme Şeyh Ahmed Gazzi mutasarrıf olup, bize tasarruf ettirmez. İhracına bir emr-i âli niyaz olunur.” Arz-u hal gereğince





“Şeyh Ahmed Gazzi’yi tekkeden ih­raç edin(çıkarın)” diye emr-i sultan geldi. Emir Ahmed Gazzi kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze ulaşınca





“….Ha, işte şimdi çıkarım, zira ben kutb-u batın emri ile oturdum, şimdi kutb-ı zahir dahi çıkmanızı emir eylemiş bizden kabahat gitti memur- mazurdur” deyip âlem- post ve kitaplarını alıp dergâhdan çıkarak Şeker Hoca mescid-i şerifine taşındı.





Daha önce Mısrî dergâhında başlamış olduğu şeyhlik görevi ile öteden seri sürdürdüğü ilim tedrisi faaliyetlerini aralıksız olarak sürdürüyordu. Ayrılmış olduğu Mısri dergâhı aleyhine hiç bir faâliyette bulunmaksızın Şeker Hoca Mescidinde çalışmalarına devam eden Ahmed Gazzi kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze ahbabları ve şakirdleri de daha uygun bir yer arama faaliyetlerine başla­mışlardı.





Ahmed Gazzî’nin gıyabında yer arayan dostları Duhter Şeref mescidini tamir edip, avlusuna odalar ilave ederek derli toplu bir hale getirdiler. İşler tamamlanınca Ahmed Gazzi’ nin hizmetine sundular. O da adetleri üzere zikr-i tevhid ve tedris-i ulûma burada devam etti. (1105/1694).





Duhter Şeref mescidindeki çalışmalarıyla şöhreti daha da arttı. Mescidin yakınında bir ev alarak saliha bir hanımla evlendi.





Ahmed Gazzî, son günlerinde yaptığı vasiyetlerinde “kırk senedir inziva eyledim, benim cenazemi dışarı çıkarıp halka zahmet vermeyin” diyerek hemen yıkanıp namazının kılın­masını ve defnedilmesini talep etmişti. Makamına torunu olan Mustafa (Nesib)in (hyt:1202/1788) oturtulmasını istemiş ve “inşallah feyzim onun yüzünden zuhur eder” demişti. (104)





Ahmed Gazzî’nin Hakk'a yürümesi yaklaştığında bütün halife, talebe ve dervişleri dergâhta toplanmış zikirle meşgul idi­ler. Bir tarafında Enarlı dergâhı şeyhi Sadrüddin Efendi di­ğer tarafında ise Nasuhizade Halil Efendi olduğu halde iman dualarını okuyarak, “Allah Allah deyip, Kelime-i tevhid-i son nefesinde söyleyerek” ruhunu Hakka teslim ettiğinde ta­rih 6 Şevval 1150/(6.12.1738) yılı Pazartesi gecesi se­her vakti idi. (TEKELİ, 1991), s.16-36





[14] Padişahın Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîze gönderdiği mektup aynen şöyledir:





“Mısri Efendi!





Selamımdan sonra sefere kasd ve azimetiniz olduğu mesmu-i hümayunum oldu. Sefere teveccühünüzden ise halvetinizde duaya meşgul olmanız ensebdir. Mahallinizden harekete rızay-i hümayunum yoktur. Huzur-i hatır ile zaviyenizde oturup asakir-i İslamiyye ve ğuzat-i mücahidine teveccüh-i tam ile mansur ve muzaffer olmaları duasında olmanız me’muldür vesselam.”





Niyâzî-i Mısrî, padişahın bu isteğini kabul edemeyeceğini şu mektubu ile bildirir:
    





“Bismillahirrahmanirrahim.





Elhamdülillahi Rabbilâlemin. Vassalatü vesselamü ala Seyyidina Muhammedin ve alihi ve sahbihi ecmain. Vesselamü ala halifeti’l Mehdîyyi.





“Padişahım! “İnne mesele İsâ kemeseli Âdem buyuruldu. Mümasili ilmül-esmâda yığıldı. Kabul edene melek dendi, kabul etmeyene şeytan dendi. Kezalik İsâ, nüzulünde ilmü’l-esma ta’lim eyledi. Kabul edene melek ve Mehdî dendi, etmeyene şeytan ve deccal dendi. Ondan nüzul-i İsâ’ya gelince ne kadar enbiya ve rüsul geldiyse anlara muhalefet eden padişahlardan kanğısı behre-mend (nasipli) oldu, muradına erdi?  Cümlesi makhur oldular.





  Padişahım! Muhale ferman vermek akil işi değildir. Bir kevkebe tulu’ etmesün deyu ferman versen yahut borusu (ağrısı) tutmuş avret doğursa padişaha asi olur mu? 





Padişahım! Ben seni esirgerim! Sana benim su-i kasdım yoktur. Senin hayırhahınım. Senin düşmenin, beni sana yanlış bildirir. Bu dahi malumun ola ki enbiyada ve evliyada kizb ve hilaf ve müdahene olmaz. Bizim sana su-i kasdımız yoktur. Dediğimize itimat edin ve nüdemadan birisini şunu azl veya katleyle demem. Bu senin hizmetine layık değildir. Ancak umum üzre adleyle deyu nasihat ederiz, kabul edersen senin izzetin ziyade olur; aziz olursun!  Kabul etmezsen zararı kendinize edersiniz. İsâ nüzul etmesün deyu ferman verüp geru reddedemezsin. Ancak bir miktar ta’ciz edersen, me’yus olunca sonra nazar-ı Hakk erişüp ol me’yusa necat verir..





El-Hâsıl enbiyaya muhalefette olmaktan men ederim.  Nasihati kabul edersen, tahtında sabitkadem olursun.  İsâ Aleyhisselam, kendi hakkında ala mele’innas haza Mehdîyyü’z-zaman deyu şehadet eder. Şehadetini Allah taâlâ kabul eder, cümle halk dahi kabul eder. Ve illa muhalefetin zararı kenduye aid olur, bilürsün.  Nasihatim budur.  Bu mektubu kendu şeyhine gösterme ve re’yiyle amil olma.  Şeyhu-l İslama ve ulemaya göster, anların re’yiyle amil ol. Âlim kavli şeyhu’l-İslamı müşirdir.  Anların işaretleriyle âmil ol Ahmed adedidir 254





Vesselamü ala men ittebe’a’l-hüda”.





(Vahdetname / Hüseyin (ö. 1304 H.) Lamekani 297.7 LAM1341 H- Osman Ergin Yazmaları OE_Yz_000059/03 Atatürk Kitaplığı, İstanbul,)





[15] (Silahtar, tarih, II, 704)





[16] (Reşid, tarih, II, 216).  





[17] (VASSAF, ve diğerleri, 2006), v. 95, (s. 89)





[18] (AYKUT, 1976), s. 111





[19] (AŞKAR, 1997), s.105


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar