Print Friendly and PDF

BU KAZIĞI BENDEN BAŞKA KİMSE ÇIKARAMAZ



11

Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün

 

Habs için geldi,  gelür ıtlâk için fermân bana,
Evvelki kahr,  âhiri ihsân eder Sultan bana.
  

Erbâin’im çün tamâm oldu dahi on gün geçer,
Hatm olur menzil merâtib can olur canân bana.  

(Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ) üçyüz ellidir bilin,
Doğdu gün mağribden açtı zulmet-i Sübhân bana. 

Geldi Hakk,  bâtıl firar etti dolaştı mağribe,
Zâhir oldu gizli sırlar verdi Hakk bürhan bana.  

Oldum İsmâil gibi teslim-i Hakk etti hemin,
İki bin yüz dahi yetmişbeşte bir kurban bana.
[1] 

Anladım zebh -i azîme bir işârettir bu koç,
Hem beşârettir gele Yahyâ ile mihmân bana.  

Halkı âlem dediler İsâ’ya Mısrî bir zaman,
Dahî bundan özge mâ evhâ dedi Kur’an bana.  

 

Habs için geldi,  gelür ıtlâk için fermân bana,
Evvelki kahr,  âhiri ihsân eder Sultan bana.  

Hapis için geldi,  kurtuluşum için fermân oldu bana,
Sultan önce kahr eder,  sonucu ihsândır bana.  

 

Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Limni’de bulunduğunda doğmuş bu ilâhî zamanı için Karabaş Velî [2] kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Kara Mustafa Paşanın sözü­nün kanun olduğu 1090/1679 yılında Beyazîzâde’nin hüccetiyle Limni’ye sürgün edildiği zamana kadar 350 geçmiş olduğunu “Hatıralar” kitabından anlıyoruz.[3]

 

Evvelki kahr,  âhiri ihsân eder Sultan bana.  

Şüphesiz habs için Allah Teâlâ’nın fermân-ı sübhânî geldiğinde vücud zindanından kurtulmak için dahi emri erişti. Bu hapsin öncesi kahır, sonu ihsan olmuştur; demek istemektedir.

 “İhsan”nın mânâsı, Allah Teâlâ’yı görür gibi kul olmaktan ibarettir ki müşahedede yerinde kullanılmıştır.

 

Cibril hadisinde İslâm’ın tarifi şöyle yapılmıştır:

“Cebrail Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme (gelerek);

İslâm nedir? diye sordu. Rasûlullah:

Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yettiğinde hac yapmandır, buyurdu. Cebrail:

İman nedir? diye sordu. Rasûlullah:

Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe ve kaderin hayrına ve şerrine inanmandır, buyurdu. Cebrail:

İhsan nedir? diye sordu. Rasûlullah:

İhsan; Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen onu görmesen dahi o seni görür, buyurdu.” 

Abdullah b. Ömer’in rivayet ettiği hadiste ise şu tarif yer alır:

“İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına, Rasûlullah’ın O’nun elçisi olduğuna şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, gücü yetenler için hac yapmak.”  [4] 

 

Erbâin’im çün tamâm oldu dahi on gün geçer,
Hatm olur menzil merâtib can olur canân bana.  

Halvette kırk gün tamam oldu dahi on gün geçer,[5]
Mertebeler bitmiş canan can olur bana.  

 

“Her kim Allah için kırk gün ihlâslı olursa, hikmet pınarları dilinde zuhûr eder.”  [6] Hadîs-i şerifi bu duruma delildir.

 

Bu kırk sabah, müminin gönlünün anahtarıdır. Yoksa yüz bin sabahın bile ona faydası olamaz. [7]  

 

“İhlâs”: Bir şeyi bir şeye katıştırmayıp hâlis kılmaktan ibarettir. Pes ihlâs, âsâr ve efâl ve sıfat ve zâtta olur. Bundan dolayı sufî ıstılâhında tevhid mertebeleri dört olup, tevhid-i âsâr, tevhid-i efâl, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zât derler.”  erbain”[8]: Dört halvetten ibarettir ki; dört aded, on adedi gerektirdiğinden تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ  “... hepsi tam on gündür...”  [9]hesâbınca her halveti on gün olur. Çünkü 4+3+2 adedlerinin toplamı 10 sayısına ulaşır. Allah Teâlâ’nın zât-ı on dediğimizde altı yön ve evvel ve ahir ve cüz ve külden ibarettir.

Halvetin birincisi nefsi tezkiye içindir,  neticesi tevhid-i asardır.

İkincisi ahlâk düzeltmekle kalb tasfiyesi içindir, neticesi tevhid-i efâldir.

Üçün­cüsü ruh yüceltmek içindir, neticesi tevhid-i sıfattır.

Dördüncüsü mâsivâdan temizlemenin sırrı içindir, neticesi izâfî sıfatları düşürmekle ile tevhid-i zât­tır. Bu menzile fena-fillah ve makam-ı cem tabir olunur ki; katre olan beşeri vücudununu, vahdet denizinde mahv ve müstağrak etmekten ibarettir. Bundan dolayı “Erbâinim çün tamam olur” buyurdular.

Halvetin beşincisi; “dahî on gün geçer” buyurduklarıdır. Bu halvet mahvdan sahv (ayıkılık)a ve cem’den farka gelip cem’i cemî’-i esma ile bütün mertebeleri tamamlamak içindir. Vahdet, kesreti ve kesret, vahdeti perdeleme olmaksızın kesret aynalarında cemâl-i sırr-ı vahdet-i müşahededen ibarettir.  Bu nedenle “Hatm olur menzil merâtib cân olur cânân bana” buyurdular. Nite­kim Cenâb-ı Hakk’ın وَوَعَدْنَا مُوسَى ثَلَثِينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ مِيقَاتُ رَبِّهِ اَرْبَعِينَ لَيْلَةً  “(Bana ibadet etmesi için) Mûsa’ya otuz gece vâde verdik ve ona on gece daha ilave ettik; böylece rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.”  [10] Âyet-i kerimesi buna işarettir. Onların dört halvetten ibaret olan bir erbain ile olmaları enbiyâ-i izam aleyhimüsselâmın sulûkları emmâreden olmayıp mutmainneden olması nefsin tezkiyesi için zevke gerek kalmaz. Çünkü onlar masumlardır, bizim gibi kötü ahlakın vasıflarından uzaktırlar.

 

(Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ) üçyüz ellidir bilin,
Doğdu gün mağribden açtı zulmet-i Sübhân bana. 

(Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ)[11] üçyüz ellidir gündür bilin, [12]
güneş batıdan doğdu Allah
 Teâlâ karanlığı benden aldı. 

 

Bu beyt Allah Teâlâ’nın ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى   فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنَى  sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadara ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar hatta daha da yakın oldu.”  ayeti şerifinin kelimenin adedî ebced hesabı üzerine remz buyururlar. Her kavs’da iki “kâb” vardır. Bu nedenle bazıları demişler ki; “kâbe kavseyn قَابَ قَوْسَيْنِ kâ-bey kavsini قَابَى قَوْسَيْنِ manasınadır. Bu takdirde kavs-ın birliği murâd olunur ki; kâb-e eymeni (sağ ucu) vücub âleminden ve kabe eyserî (sol ucu), imkân âleminden ibarettir. üçyüzelli olması kâbe kavseynden murâd kavs-i vâcib-i imkândır ki;  toplamı üçyüzdür.”  Ev-ednâ“ den murâd  ن  وَالْقَلَمِ  “Nûn. Kaleme .... andolsun ki”[13] de olun “nûn ن”  dur ki; ebced hesabındaki değeri ellidir.

Bazı müfessirler demişler ki; “nun”dan murat zât ilminden alınmış olan mukaddes kalemden kinâyedir. Bu itibâr ile kâbe kavseyn ev-ednâ, üçyü­zelli aded olur.

“Doğdu gün mağrib­den” diye buyurdular. Ruh güneşinin batışı, vücud dağının karanlığından ve bulutun bulanıklığına işarettir. Doğuşu ise, perdeleri benlik kaydını kaldırıp, âlemin korkutucu şeylerden ışıklandıran ve vücud gölgesinin vehmini, vahdete nuruna katmaya remz ve işarettir. Bu nedenle “açtı zulmetti, Sübhân bana” diye buyurdular.

 

Geldi Hakk,  bâtıl firar etti dolaştı mağribe,
Zâhir oldu gizli sırlar verdi Hakk bürhan bana.  

Geldi Hakk,  bâtıl firar etti, batıya yöneldi
Allah
 Teâlâ gizli sırlar açıkladı ve bana yol gösterdi  

 

Ruh güneşi yüce ufuktan doğup ve karanlık gecenin ağırlığını giderip çokluk zulmetinden vahdet nuruna kavuşturur.  لَقَدْ كُنْتَ فِى غَفْلَةٍ مِنْ هَذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ “Andolsun sen bundan gaflet­te idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir denir.”  [14] Gereğince hakikat nurunun aslının gözünden sürmesi gaflet gözünün ağrısını izâle ve Hakk’ı gören gözün penceresi kudsî nur havalesi ile Hakk vücudunun nûru içimi bir şekilde kapladı. Bâtıl vücudun zulmetine yer kalmayıp  وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا  “Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.”  [15] hakîkat yüz gösterip aklî deliller ile tasdik ve hüccet derecesine kavuşmuş esrârı inkişaf ve aşikâr oldu de­mektir.

 

Oldum İsmâil gibi teslim-i Hakk etti hemin,
İki bin yüz dahi yetmişbeşte bir kurban bana. 

Oldum İsmâil aleyhisselâm gibi Hakka etti teslim oldum,
(hicri: 1275 m.1859) benim için Hakk’a kurban kesilir.

 

Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Allah Teâlâ’ya gereken emâneti teslim için maneviyât yolunda olmaları sebebiyle Hz. İsmâil aleyhisselâm gibi Hakk’a tes­lîm-i cân ettim, bütün sıkıntılara razıyım demektedir.

“Derhâl ikibin yüzyetmişbeşde bana bir kurbân etti.” 

Melamiler bu beytin seyyid Muhammed Nur kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin meşhur olduğu tarihi 1275 olarak tebşir eyledi­ğine kanidirler.[16]

Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Mecmuâsında bu tarihlerin 2175 benzeri tarihler bulunmaktadır. [17] Bu tarihin karşılık geldiği zaman biriminin milâdî olarak karşılığı tam olarak söylemek mümkün değildir. Ancak 1275 olarak düşünüldüğünde, tarihi şu olayı rivayet ederler.

Varyantları arasında birçok küçük fark bulunan diğer yaygın bir rivayet ise şöyledir: [18]

Üç anahtar gibi masal motiflerinin ve formel rakamların bulunduğu aşağıdaki 1275 tarihinden, kurban ve koçtan, Yahya dan ve gelecekten bahseden ilginç ve kehanet dolu ilâhi hakkında ise bazı küçük farklarla iki ayrı rivayet vardır.

Biri şudur: Kırım Savaşı’na karar veren Sultan Abd’ul’mecîd, bazı ulema ve şeyhlerin de duasını almak istemiş ve mabeyinci muhasibi Yahya’yı, devrinin meşhur şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Halvetî’ye bu maksatla göndermiş. Kuşadalı, hayattayken kendisine iyi davranılmayan ve Osmanlı aleyhinde bedduası bulunan, hatta

“Osmanlı ‘nın inkırazı için dördüncü semâya bir kazık çaktım, benden başkası çıkaramaz”

diyen ve ayağında bukağısı ile defnedilen Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin gönlünün alınması gerektiğini söyleyerek üç kıl (başka bir rivayette üç anahtar) vermiş. Padişah, Yahya’yı 40 koyun ve bir koç ile birlikte Limni’ye göndermiş, bunlar kesilerek fakirlere dağıtılmış. Yâni, bir nevi özür dilenerek rızası alınmış. Mısrî’nin ayağındaki buka (pranga) çözülmüş. Savaş kazanılmış.

Bukağı ile birlikte, orada bulunan ve getirilip tefe’ül edilen Niyâzî Divanı ‘ndaki şu esrarengiz ilâhinin anlamı da çözülmüş:

 

Oldum İsmâil gibi teslim-i Hakk etti hemin,
İki bin yüz dahi yetmişbeşte bir kurban bana. 

Anladım zebh -i azîme bir işârettir bu koç,
Hem beşârettir gele Yahyâ ile mihmân bana.  

 

Bununla ilgili diğer bir rivayette ise Sultan Abd’ul’mecîd, 1260’da Selanik’e giderken fırtınaya tutularak Limni’ye gelmiş, türbeyi ziyaret ederek bilgi almış, dua etmiş ve savaşın kazanılması için manevî himmet ve yardım istemiş, orada bulunan Niyâzî Divanının tefe’ülün de yukardaki beyitlerin geçtiği gazel çıkmış.  Savaşın kazanılmasından sonra da koç kurban ederek, türbeyi tamir ettirmiştir.[19]

 

Anladım zebh-i azîme bir işârettir bu koç,
Hem beşârettir gele Yahyâ ile mihmân bana. 

Anladım büyük kurbana bir işârettir bu koç,
Hemde müjdedir gelir Yahyâ ile misafir olur bana. 

Hz. ibrahim aleyhisselâm kıssasında Allah Teâlâ’nın    وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ    “Biz oğluna bedel ona bü­yük bir kurban verdik.”  [20] Kelamının gereğince “Anladım zebh-i azîmi bir işarettir bu koç” buyurdular. Yani kurban olan koçun azim sıfatıyla vasfının sebeb ve hikmetini anla­dım demek olur.

 

Halkı âlem dediler İsâ’ya Mısrî bir zaman,
Dahî bundan özge mâ evhâ dedi Kur’an bana.  

Halk dediler İsâ aleyhisselâma bir zaman Niyâzî-i Mısrî dediler
Dahî bundan ayrı Kur’ân-ı Kerim vahyedildi dedi bana.  

 

 

Evliyanın hepsinin yolu Kur’an-ı Kerim, hadistir ve şerîat sahibi müçtehidlerin ictihadlarıyle aldıkları yoldur.

Beyitlerde zikir olunduğu üzere hakkânî vücûd elbisesi kabiliyetime uygun olduğu buyuruldu. Velâyet sırrının mutlaka İsevî makamda olduğundan mesîhî sırr-a mazhariyyetim i’tîbariyle benden çıkan Hazret-i İsâ aleyhisselâm sırr-ı iken sırrına mahrem olmayan halk bana İsâ demeyip Mısrî dediler. Çünkü hâtem-i velâyet-i mutlaka Hz. İsâ aleyhisselâmındır. Bu nedenle İsâ meşrebinde bir adam demelerinin sebebi, İsâ aleyhisselâm gibi kendisine de ilâhi vahiy gelir demelerindendir. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurur ki;

Bugün bu kadar tevfîkât[21] ve tatbikat Allahun kudreti ve Hazret-i İsâ aleyhisselâmın mucizatı ve Mısrînün kerâmâtıdur. Kabûl iden mü’mindür kabul etmeyen hamziyyedür kâfirdür müşrikdür mülhiddür dinsüzdür.[22]

 

“Dahî bundan özge mâ-evhâ dedi Kur’ân bana” yani seyr-i sülûküm mahbûbiyet menzilinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme erişip varisi velâyet ve Muhammedî hâssa ile kutb-i âlem oldum demeye remz ve işarettir. Çünkü başkalaşmak ve değişmekten beri olan ezelî kutb ve ebedî bi’l-ittifâk rûh-u Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Futûhât’ta açıklandığı üzere Sâhib-i saadet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin teşriflerinden ahirete kadar zaman sâhibi olan âlemin kutbu ve Rahmanın halîfesi olan gavs-i a’zam hazretleri her halinde velâyet-i hâssa-i Muhammediye’ye vâris olmaya muhtâçtır.

 

 

 

 

Men bende-i Kur’ânem eğer cân dârem

Men hâk-i reh-i Muhammed-i Muhtârem

Ger nakl koned cüz în kes ez goftârem

Bîzârem ez û ve’z în sohan bîzârem[23]

 



[1]   Bin dörtyüz kanat açtım, altıyüz dahi koştum,

Tâ onbeşe dek uçtum, bu hâlete erince.

Bu dediğim vak’a ancak bu yüzün başındadır

Elli bin yüz dâhi yüz yetmişde bir ferman bana

Bazı nushalarda olan bu iki beyit Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz tarafından yazılmadığını zannediyoruz.  (Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvânının Tenkitli Metni, Erzurum 1993; Niyâzî-i Mısrî, Mecmua-Kelimât-ı Kudsiyye, s.84a (Türkçesi: Hatıralar, Halil ÇEÇEN, İst. 2006, s.129)

[2] Karabaşı Velî (Şeyh Ali Alâeddin Atvel) kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (h.y.t. 1097/1686) [2]

Halvetî-Şa’banî büyüklerinden, Karabaşiyye kolunun kurucusu ve asrının müceddidi Şeyh Ali Alâeddin Atvel, 1020 Muharrem/l611 Mart’ında  “Arapgir”de dünyaya gelmiştir. Karabaş-ı Velî, yedi yaşında o zaman Di­yarbekir sancağına bağlı olan Arapgir’den Kastamonu’nun Çankırı kazasına bağ­lı olan Konrapa’ya gelmiş ve burada ailesiyle bir süre oturduktan sonra öğrenim amacıyla Ankara’ya ve İstanbul’a gitmiştir. Kastamonu’da Şa’baniyye erkânından seyr-u sulûkunu tamamladıktan sonra tekrar İstanbul’a dönmüş ve burada yaşa­mıştır.

Karabaş-ı Velînin fizikî özellikleri Menâkıbnâme’de şöyle tespit edilmektedir: Şeyh, çok güzel yüzlü olup sarıya mail esmerdir. Kaşlarının arası açıktır. Göz­leri siyah ve çekme burunludur. Sakalları beyaz, seyrek ve uzundur. Vücudu nahîf ve ölçülüdür. Uzun boyludur, Bu sebeple Ali Atvel adıyla nâm salmıştır. Elle­ri çok latiftir. Halim-selim bir tabiatı sahiptir. Çok güzel konuşmaktadır.

Uzun boylu olduğu için Aliyyü’l-Atvel; manevî mertebesinin yüceliğinden ötürü Alâeddin, başında Şa’banî tarîkinin siyah tâc-ı seriliyle dolaştığı için Kara­baş-ı Velî lakabıyla şöhret bulmuştur. Bütün bu isim ve lakaplarıyla o, Şeyh Ali Alâeddin el-Atvel b. Mahmud el-Kastamonî künyesiyle tanınmıştır.

Gençliğinde ilim arzusuyla İstanbul’a gelen Karabaş Ali Efendi, bir süre Fatih Medresesi’nde eğitim gördü. Medrese öğrenimi sırasında da sûfilerin meclisle­rine devam etmekteydi. Karabaş-ı Velî’nin Muhammed Nazmî’ye bizzat anlattığı­na göre, Bayezid Camii vaizliği yapmakta olan Abdülahad Nuri (h.y.t. 1594-1651) ile 1647 yılında görüşmüştü. Karabaş-ı Velî Abdülahad Nuri’yle görüştüğü 1057/1647 yılında öğrenimine ara vererek İstanbul’dan ayrıl­mış ve evvela Ankara’ya gitmiştir. Burada Hacı Bayram-ı Velî dergâhında bulun­duğu sırada, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin manevî bir işareti ve Hacı Bayram-ı Velî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin ma­nevî feyizleriyle Kastamonu’ya yönelmiş ve o zaman Kastamonu’da bulunan Halvetî Şa’banî mürşidlerinden Çorumlu İsmail Efendi (h.y.t: 1057/l647-8)’ye inti­sap etmiştir. Çankırı’daki görevinden sonra yeniden Kastamonu’ya dönen Karabaş-ı Velî, sulûkunu tamamlayarak, şeyhi Mustafa Muslihüddin tarafından bu kez bir mürşid-i kâmil olarak 1080/1669 tarihinde İstanbul’a gönderilmiştir. Önce Üskü­dar’da Rum Mehmed Paşa Camiinde  “üç-dört yıl” kadar inzivaya çekilen Şeyh, sonraları Atik Valide Camii yanındaki Mihrimah Sultân Halveti zaviyesinde irşad ile meşgul olmaya başlamıştır.

Karabaş-ı Velî, irşad görevini sürdürmekteyken, Kara Mustafa Paşanın sözü­nün kanun olduğu 1090/1679 yılında Beyazîzâde’nin hüccetiyle Limni’ye sürül­müştür. Karabaş-ı Velî’nin müntesiplerinden olduğu bilinen IV. Mehmed (Salta­natı: 1648-1678)’e rağmen bu sürgünün nasıl gerçekleştiğini anlamak zorsa da, Beyazîzâde gibi devrin, tasavvuf, devrân ve zikir karşıtı ulemasıyla Kara Musta­fa Paşa arasındaki gizli bir anlaşma sonucunda böyle bir olayın meydana gelmiş olabileceği tahmin edilebilir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, IV, Mehmed, Karabaş-ı Velîye gönülden bağlı bir padişahtır. Cuma namazını Atîk Valide Câmii’nde kılmakta, her hafta hem va’z dinleyip, hem de Şeyh ile görüşme fırsatı bulmakladır. Şeyh’in vaazlarının etki­siyle gözyaşı dökmekte ve “Bu şeyhin va’zı bana o kadar tesir eder ki, İbrahim ibn Edhem gibi tahtı terk edip dağlara düşmek isterim” demektedir.”

Şeyh’in Limni’ye sürülmesinin dedikodu kabilinden bazı sebepleri anlatılmaktaysa da menâkıbnâme yazan İbrahim Çelebi’nin şeyhi Ünsîden duyduğu­na göre esas sebep, Şeyh’in devlet adamlarının ilgisinden sıkılması ve özellikle IV. Mehmed’in sûfîliğe meyledip siyasî iktidarının zaafa uğraması endişesidir.

Bu yıllarda, dönemin tanınmış Halveti mutasavvıfı Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz de, Limni’ye sürgüne gönderilmiştir. Karabaş-ı Velî’nin Mısrî ile -belki Mısrî İstanbul’a davet edildiğinde başlayan ilişkisi- Limni’de devam etmiştir.

Bilindiği üzere Niyâzî-i Mısrî (1617/1694) dönemin siyâsetinden en çok etki­lenen mutasavvıflarından birisidir. Aslında Karabaş-ı Velî müntesiplerinden olan IV. Mehmed, Mısrî’nin de muhiplerindendir. Ancak şehzade hocalığından huzur dersi hocalığına ve sonunda şeyhülislâmlığa kadar yükselen devrin tanınmış va­izlerinden Vanî Mehmed Efendi (ö. 1096/l684) nin de telkinleriyle Padişah ve diğer bazı yöneticiler, Mısrî ve Karabaş-ı Velî’nin vahdet-i vücud, sema, devrân, melâmet, Mehdîlik, kutupluk, Hamzavîlik, tekkelerin kapatılması ve zikrin men edilmesi gibi tarikat ve tasavvufa ait bazı konulardaki görüşlerinden ötürü Lim­ni’ye sürgüne gönderilmelerine karar vermişlerdir.

Vânî Mehmed Efendi’nin, Hamzavîlerin ve mülhidlerin reisi olduğunu, tek­kelerin bu zât yüzünden kapatıldığını ve zikrin onun yüzünden men edildiğini söyleyen Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, Karabaş-ı Velî’nin de Hamzavîler gibi düşündüğünü vehmeder. Hülâsa bu taife, kendisinin düşmanıdır.

Mısrî, Hatıralarında, Karabaş-ı Velî’nin kendisine Nefahât, Tedbîrât-ı ilâhî ve Şerh-i Hikem adlı üç eser gönderdiğini söyler. Bunlardan Şerh-i Hikem, Karabaş-ı Ve­lî’nin kendi eseridir. Diğer ikisi Şeyh’ül-Ekber Muhyiddin Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azize aittir. Mısri, Limni’de gönderilen bu eserleri inceledikten sonra Karabaş-ı Velî’nin bir sihirbaz olduğunu iddia et­miştir. Diğer taraftan Mısrî, hatıralarının başka bir yerinde Karabaş-ı Velî’nin, kendisinin ilâhilerinde “yanlışlar var” dediğini, oğullarından birisini -imtihan kasdıyla- yanına yolladığını söyledikten sonra, Karabaş-ı Velî’nin “İsâ benim” dediğini belirtir. Mısrî’ye göre “ilm-i Kur’ân ve tevarih-i Kuran nüzul eder, fa­kat adam öldürtmekle, hastalık çıkartmakla tasarrufat-ı ekvân hâsıl olmaz.” Ne var ki, Mısrî’nin zannınca Karabaş-ı Velî manevî tasarrufunu bu yolda kullan­maktadır.

Bu konuda, Karabaş-ı Velî’nin halifesi Şeyh Nasûhî Efendi’nin yetiştirdiği Senâ’nin yazdığı Menâkıbnâme’de de kısaca şu bilgi verilmektedir:

“Karabaş Efendi dahi Hz kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin yanına nefy olundukta bir gün Hz. Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz “yalancı şeyh geliyor” diye söylerler imiş. Ve bendelerinden olan azîzin muradı vardır, Bundan, elbette zuhur eder diye müterakkıblar iken Hz. Nasûhî Mudur­nu’dan bir kutuya iğne koyup azizlerine getirirler imiş, Limni’ye geldikde Kara­baş Efendi haber vermişler ki, Nasûhî Efendi teşrif buyurdular, dedikde ibtidâ Hz. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-azize varsın, sonra gelsin dediklerinde, onlar dahi Hz. Mısrî’ye vardıkda halvet edip esrâr-ı İlâhiyye’ye müteallik çok sohbet etmişler. Sonra azizle­rine teşrif etmişler. Hatta hikâye olunur ki, her zaman Hz. Mısrî ile Karabaş Efen­di bir yere geldikte hizmet-i şeriflerine Nasûhî Efendi tayin buyurur imiş. Bir gün Hz. Mısrî hamama teşrii edip ve hamamdan çıktıktan sonra yanlarında ak­çe bulunmamış ve lâkin izhâr dahi etmemişler, Velâkin Nasûhî Efendi anlayıp yanlarında ne kadar yüz para varsa usulüyle mübarek dizleri altına koymuşlar ve ol vakit yüz para var imiş. Tamamen ol paraları verdikte Nasûhî Efendiye tevec­cüh edip buyurmuşlar ki, “Oğlum, Allah‘u azîmü’ş-şana rica ederim ki, sana dahi ol derece feyz-i Muhammedi versin ki, sen dahi ümmet-î Muhammed’e böylece îtâ edesin, diye dua buyurmuşlar ve Hz. Nasûhî buyururlarmiş ki, o zâtın o vakit duasının çok âsâr ve lutfun müşahede eyledim, diye nakl buyururlar imiş.”

Mısrî’nin Karabaş-ı Velî’yi olumsuz sözlerle anmasına karşılık, Nasûhî’nin Mısri’yi olumlu olarak anlatması bir çelişki gibi görünmekteyse de, Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin tav­rı, Karabaş-ı Velî ile yüz yüze gelmezden önce içinde bulunduğu manevî haliy­le açıklanabilir

Karabaş-ı Velî’nin dört yıl kadar süren Limni’deki sürgün hayatı l683’de sona erer. Şeyh yeniden Üsküdar’a döner. 1685 yılında deniz yoluyla hacca gider. Karabaş-ı Velî, hac görevinden sonra Medine‘de Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ravza-i pâkini ziyaret etmiş, onun huzurunda son halifesi Edirne’de metfun Mustafa Efendi’ye hilâfet vermiş, Mısır kafilesiyle Mısır’a dönmüştür.

Karabaş-ı Velî, Mısır’a üç konak mesafede kırk bin hacının konakladıkları yerde hava gayet açık olduğu hâlde bir sel geleceğini keşfederek durumu hacı­lara bildirmiş ve selden kurtarmıştır. Bu olaydan kısa süre sonra hicrî tarihe gö­re yetmiş yedi yaşındayken, 8 Safer 1097/5 Ocak 1686 cuma günü saat sekizde Hakk'a yürümüştür.

Kabri, bir rivayete göre Mısır’ın hac yolunda Kahire’ye üç konak mesafedeki Nahl Kalesi içindeki Şeyh Muhammed Gazzâlî’nin türbesiyle yan yana; daha doğru olduğu söylenen ikinci rivayete göre ise, söz konusu türbeyle Nahl Kale­si arasındadır. Burası Kahire’ye üç konak, yani yetmiş saat mesafededir.

 (Tasavvuf Dergisi, 6 Mayıs 2001, Karabaşı Velî Makalesi, Cemal KURNAZ, Mustafa TATCI, s.35-59))

  

NİYÂZÎ-İ MISRÎ KUDDİSE SIRRUHU’L-AZİZİN

KARABAŞI ALİ EFENDİYE MEKTUBUDUR.

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Mu'cizât-ı enbiyâ ve kerâmât-ı evliya ve cemi-i havârık-ı âdâta (bade'z-zevk heme ost)[2] bilâ- tevil kabulüne, yetişen ürefâ vü zurefânın ayakları altına Mısrî'nin yüzü topraktır. Tevil yükünün altına giren çıkmaz. Zira hangi yerin meşhur meselidir.

"Zırva tevil kabul etmez ve isim ayn-ı müsemma olduğuna bade'l-ilm aynen ve zevkan ve kalbinden himmetin ve dildeki zikrin ve iksârının niyyetiyle ve keyfiyet-i mahsûsa üzere hareket-i a'zânın hatta eldeki kalemin tesirinin ve eşya biribirinin aynı olduğunun aynı ile müşahede etmek zevkini Allah (azze ve celle) müyesser eyleye.

Benim canım!

Her çanağa ki dokunasın, kendi sadâsından gayrı sadâ vermez. Gayrı bildiğimiz yoktur. Nazar ola. Bundan gayrı marifeti dahi ısgâ dahi etmeyiz.

Cemi-i kümmelin (bade'z-zevk heme ost). Bunda karar etmişlerdir. Nefsü'l-emirde karar yok ise de dâirenin nokta-i saniyesi nokta-i evvele yetişmeyince daire tamam olmaz. Zira cemii-i maârif bu şemsi’l maâriftir. Allah Teâla size ve bize zevkini müyesser eyleye. Amin.

Muhammed Mısrî

[3]  Halil ÇEÇEN, Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları, İst. 2006, s. 130

[4] Bu hadis sahihdir Buharî 1/49’da merfu olarak. 8/183’de mevkuf olarak, (rivayetin şöhreti sebebiyle merfu olduğu tasrih edilmemiştir.) Müslim (1/176-177). Nesaî (8/107-108), Tirmizî (5/5-6), Ahmed. Musned’inde (1/78), Beyhakî. Sünen’inde (4/199). Humeydî Musnedinde (2/308) çeşitli yollarla İbni Ömer’den merfu olarak tahric etmışlerdir.

[5] Bazı şerhlerde mahkûmiyetin sebebi olarak İsâ aleyhisselâm meselesi yüzünden Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin olduğu yazılmıştır. Sehven yapılan hatanın düzeltilmesi gerekmektedir.

Azîz Mahmûd Hüdâyî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz

(h.948/1541) yılında Şereflikoçhisar’da doğdu. Bursa’da Muhammed Üftâde hazretlerinden feyz aldı. (h.1007/1598) de Üsküdar’da câmi ve dergâh yaptırdı. (h.1038-1628) ‘de Hakk’a yürümüştür. Kabri, İstanbul Üsküdar’da kendi dergâhı yanındaki türbesindedir.

Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz ile Azîz Mahmûd Hüdâyî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz arasında bir görüşmelerden bahsedilen rivayetler vardır. Bunların yanlış olduğu muhakkaktır. Hayatları ile ilgili tarihler bunu açıkça göstermektedir.

 

A.Mahmûd Hüdâyî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (d.  948/1541; h.y.t: 1038-1628)

Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz               (d.1027/1618; h.y.t: 1105/1694)

 

Ayrıca Mevâid-ül İrfan isimli eserinde Otuzuncu Sofra’da geçen Şeyh Mahmut Üsküdârî,  Üsküdarlı Celvetî şeyhi Gafurî Mahmud Efendi’ dir. (AŞKAR, 1997),s. 116

[6] Ebû Nu’aym Hilye 5,189; Keşfü’l Hafâ, II, 224; Suyutî; Cami’u’s-Sagîr, II, 137

[7] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.89), s. 171

[8] ERBA’ÎN: Kırk günlük riyâzet. Maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı kuvvetlendirmek ve kalb aynasını parlatmak için, tasavvuf büyükleri tarafından konan usûllerden biri; kırk gün az yemek, az içmek, az konuşmak, çok ibâdet etmek. Buna çile (kırk) de denir.

Ehl-i sünnet yolunun büyükleri, halvet yâni yalnız başına kalmak ve erba’în yerine, insanlar arasında kalbini Allah Teâlâ ile bulundurmak seâdetine kavuşmuşlardır. Sünnetleri yaparak çok kıymetli şeyler elde etmişler ve bid’atlerden (dine sonradan sokulan hurâfelerden) sakınarak yüksek derecelere kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz)

[9] Bakara, 196

[10] A’raf, 142

[11] KÂBE KAVSEYN: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Mîrac gecesinde bilmediğimiz bir şekilde Allah Teâlâ’ya yakınlığından kinâye olan bir tâbir.
Kur’ân-ı Kerim’de meâlen buyruldu ki:

“O (Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem) Rabb’ine Kâbe Kavseyn veya daha yakın oldu.” (Necm sûresi: 9)

Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: “Mîrâc, ruh ve cesed birlikte olarak Mekke-i mükerremeden Kudüs’e ve oradan yedi kat göğe, sonra Sidre denilen yere ve Sidre’den Kâbe Kavseyn makâmına uyanık olarak, gece bir anda götürülmüş ve getirilmiştir. Bunu yapan, Allah Teâlâ’dır ve ancak O yapabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Kâbe Kavseyn makâmına varınca ne Cebrâil aleyhisselâm ve ne de başka hiçbir vâsıta olmadan doğrudan doğruya Allah Teâlâ O’na vahyetti, bildireceğini bildirdi. Beş vakit namaz bu sırada Farz kılındı. (Fahreddîn Râzî)

“Kâbe Kavseyn tahtının Sultânı sen, ben bir hiçim, Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.” (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

[12] Tala’a ve’l aded fi 2175 yevmü’l isneyn [erba’înüm Mısrîdür 340 on gün de geçince Mısrî 350 olur ve efhem Karabaş geleli yarın 350’dür bu mısra’da aşerât-ı mi ‘ât 350 vefat-ı hazret-i şeyh: 1105] Halil ÇEÇEN, Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları, İst. 2006, s. 130

[13] Kalem, 1

[14] Kaf,22

[15] İsra, 81

[16] Abdulbaki GÖLPINARLI, Melâmiler, İst, 1931, s.247

[17] Halil ÇEÇEN, Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları, İst. 2006, s. 130

[18] Buradaki üç anahtarın Fransız, İngiliz ve İtalya’nın Osmanlı tarafını tutmasını temsil etttiği söylenmektedir. (Yard. Doç. Dr.Kenan ERDOĞAN, “Şiir-Efsane-Menkıbe ilişkisi Ve Niyâzî-i Mısrî’nin Menkabelerine Göre Bazı şiirlerinin Hikâyesi” Sosyal Bilimler Yıl:2003 Cilt:1 Sayı: 1, s. 48)

[19] (Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvânı’nın Tenkitli Metni, Ankara, 1998, s. XCI)

[20] Sâffât, 107 

[21] Tevfîk: C. (Tevfîkât) Allah Teâlâ'nın kuluna yardım etmesi.

[22] (MISRÎ, 1223), v. 4b

[23] “Ben köle isem Kur’anın kölesiyim; ben Muhammed-i Muhtarın yolunun tozuyum; eğer bir kimse bu söylediğimden başkasını nakl ederse ondan da nakl ettiği sözden de bîzârım.”

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar