Print Friendly and PDF

İHRAMCIZÂDE HACI İSMAİL HAKKI TOPRAK kuddise sırruhu’l-azîz


“Haberiniz olsun Allah Teâlâ’nın dostları var ya!





Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler”  (Yunus 62) [1]





A)        HAYATI





I-Beşeri Hayatı





1—Sivas Vilayeti’nin siyasî ve içtimaî durumu ve umumî bir bakış





Sivas, Orta Anadolu’da Kızılırmak havzasının denizden uzak bir yaylası olan, Meraküm yaylası üzerinde, yaklaşık 1275 metre yüksekliktedir. Meraküm yaylası eteğinden itibaren, hafif bir meyil ile alçalan zemin üzerinde ve nehre 3 km uzaklıkta kurulmuştur. Meraküm yaylası ve dağından gelen Murdar ve Kale Irmak ile şehrin bir bakıma doğu sınırını oluşturan Mısmılırmak arasında kalan bölge, şehrin asıl kuruluş sahasını teşkil eder.





İklimi, bitki örtüsü ve buna bağlı olarak mahsulleri, bulunduğu sahanın şartlarına uymaktadır. Denizin tesirinden uzak ve dağlarla ayrılmış olması sebebiyle, sert bir kara iklimine sahiptir. Sivas şehri yazları çok sıcak ve az yağışlı, kışlar çok soğuk ve karlıdır. Şüphesiz iklim, coğrafya ve tarih karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşim içerisindedirler. Tarihi meydana getiren ve coğrafya üzerinde yaşayan insan, bu şartlara bağımlı olarak hayatını idame ettirir. Sivas şehrinin iklim ve coğrafyası da aynı ölçüde tarih boyunca bura halkının hayat ve eserlerini etkilemiştir. [2]





Osmanlılar döneminde önemli bir eyalet merkezidir. Tarih boyunca canlılığını kaybetmemiş ve merkeziyet özelliğini devam ettirmiştir. Şehir, camileri, zaviyeleri, medreseleri, şifahaneleri, bedestenleri, hanları, hamamları ile büyük bir zenginlik arz etmektedir. Sosyal bir sıkıntı görülmemekle beraber en büyük sıkıntıyı Timur’un (m.1401) zaptı ve yağmalanmasında görmüştür.





Tasavvufî hayatında canlı olduğu ve en fazla Ahilik, Mevlevilik, Kadîrilik, Nakşîlik görülmektedir.





SİVAS ZAVİYELERİ
Zaviyenin AdıKurucusuVakfiye Tarihiİlk Geçtiği TarihMüştemilât
1- Dârü’r-RahâRukneddin Hattab b. Kemaleddin Ahmed721(1321)720(1320)İmaret, Zaviye, Çeşme, Mescid
2- Şeyh ÇobanŞeyh Hüseyin Rai 723(1323)Zaviye, Mescid, Türbe, Çeşme
3- Abdulvahab GaziŞerefeddin Ahmed b. Çakırhan726(1326) Zaviye, Mescid, Türbe, Çeşme
4- Yagbasan Bukaası  615(1218)Zaviye, Mescid
5- Hacı Abdurrahman RahtîAbdulvahab ? 72S(1327)Zaviye, Mezar
6- Şeyh HasanŞeyh Hasan (Eretna) 748(1347)Zaviye, Türbe
7- Şeyh ErzurumîŞeyh Erzurumî ? 14.asırZaviye, Türbe
8- Akbaş  1454-1455Zaviye, Türbe, Çeşme
9- Ahî Emir AhmedAhî Emir Ahmed733 (1332)733(1332)Zaviye, Türbe, Mescid
10-Ahî Ahmed Çelebi  1454–1455Zaviye, Türbe, Mescid
11- Ahi Ali Çelebi(Ahî Carullah)Ahi Carullah ve Oğlu Ahî Ali Çelebi873 (1468)1454–1455Zaviye, Çeşme
12- Ahî Mehmed Külah Dûz  1454–1455Zaviye, Çeşme
13- Hacı Arif (Emir Arif)  1454–1455Zaviye, Mescid
14-Hacı Şahin  1454–1455Mezar
15-Baba Şahin(Şeyh Şahin)  1454–1455Zaviye, Mezar
16- Melik A’cem  1454–1455Zaviye. Türbe
17-Kel Abdal  1576?Zaviye ?
18-Sarı Şeyhi (Hoca Arasta)Hoca San Şeyh823(1420)823(1420)Zaviye,Cami
19- Ali BabaAli Baba953(1546) Zaviye, Mescid, Mektep, Çeşme, Mezar
20- Şeyh ŞemseddinŞeyh Şemseddin1004 (1596)1004 (1596)Zaviye, Mescid, Mektep, Kütüphane, Zaviye
21- Mevlevihane  1730Zavjye(Mevlevihâne)
22- NakşibendîŞeyh Mehmed b. Mehmed1193 (1779)_Zaviye




Ayrıca II. Abdulhamid Han’ın Sivas İli ve civar illerde olan Alevî ve Sünnî ayrıcalığını gidermek[3] için Abdullah Haşimî kuddise sırruhu’l-azîze Sivas-Yıldızeli civarındaki Mumcu Köyü bir kısmı ve İsmail Bey Çiftliğini kendi ihtiyaçlarını karşılaması için mülk olarak verilmiştir.





Seyyid Abdullah Haşimî kuddise sırruhu’l-azîz Sivas’ta Paşa Bey mahallesindeki Rifâiye Dergâhını açması[4] huzur ortamının gelişmesine yardımcı olmuştur.





Etnik yapısında Ermenilerin bulunduğu ve Müslümanlarla olan ilişkilerde ise, olumlu bir durum olduğu görülmektedir.





Osmanlı tebaası içerisinde “Millet-i Sadıka” ismiyle belgelerde yer alacak kadar Türklerle iç içe girmiş bulunan Ermenilerin, eğitim, kültürel faaliyetler, dini inanç ve ibadet özgürlüğü konusunda çok rahat bir ortam buldukları söylenebilir. Tanzimat ve sonrasında ise, yönetim ve idari haklar elde ettikleri de bilinmektedir.





Yönetim açısından Muhassıllık Meclislerine gayrimüslimleri temsilen katılan Kocabaş ve Metropolit, 1842 tarihinde bu meclislerin kaldırılmasından sonra ise, Vilâyet İdare ve Vilâyet Umumi Meclislerine gayrı Müslim temsilcileri tabii üye olarak katılmaktadır. Ayrıca Halk tarafından seçilen Gayri Müslim üyelerde bulunmaktadır. 1911–1912 tarihli Sivas Vilayet-i Umumi Meclisi 14 üye 1 başkan olmak üzere toplam 15 kişidir. Üyelerin 7 tanesi Sivas merkez ve sancaklarından gelen Müslüman olmayan ve çoğunlukla Ermeni millelindendir. [5]





2—Doğum yeri ve memleketi





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı TOPRAK Hazretleri hayatının büyük bir kısmını Sivas vilayetinde geçirmiştir. 1260–1261 (1844–1845) yılı Sivas temettuat defterlerinden anlaşılana göre ailesinin ve dedesi İhramcızâde Mehmet Efendinin Sarışeyh Mahallesinde (Nalbantlarbaşı) [6] 12 numaralı hanede oturdukları [7] talebe-i ilmiyeden oldukları anlaşılmaktadır. Şahsına ait nüfus kaydında ise, Örtülüpınar [8] mahallesi yazılıdır.





Ailesinin 1831 yılında ‘metruk tımar’ [9] sahibleri olduğu h. 06 Receb 1276 (m: 29 Ocak 1860) tarihinde vilayete İhramcızâde Mehmet Efendinin yazdığı dilekçeden anlaşılmaktadır. Ayrıca Kars muharebesinde kolağası olarak yararlılıklar gösterdiği için vilayette veya kazada müdüriyet isteği olmuştur. [10] 15 Ağustos 1296 (27 ağustos 1880) irade-i seniyenin telgrafına verilen cevap Sivas eşrafı hakkındaki belgede İhramcızâde Mehmet Efendinin Meclisi Bidayet Livâ azasından olduğu anlaşılmaktadır.





3—Adı ve Ecdadı  





İhramcıoğulları bir rivayette Mısır’dan geldikleri, Kâbe’nin elbise işleri ile iştigal ettikleri,[11] Sivas’a hicret ettikleri söylenilmektedir. Bir başka rivayette ise, İslâmiyet’in ilk yayılışında Buhara tarafına göçen Arab kavimlerinden olmalarıdır. Bu sülale daha sonra Anadolu’nun İslâmlaşması ile göç etmiş olmalarıdır. Fakat bu rivayet zayıf olabilir. Kesin olmasını düşündüğümüz Validenin Nilli Hatun diye anılması ilk rivayeti daha kuvvetli göstermektedir.





Çünkü Devlet-i Aliyye tarafından yenilenmesi gelenek halinde bulunan Kâbe-i Muazzama’nın perdesi her sene Mısır-ı Kahire’de dokunup hazırlanarak ve Mısır hüccâcıyla gönderilmekte ise, de, 1213 (1798) senesinde Kahire Fransızların elinde bulunduğundan, bu sene içinde yenilenmesi lâzım gelen Kabe örtüsü Dersaadet’te ve Sultanahmed Câmiinin şadırvan avlusunda imâl ettirilmiş ve 1213 senesi Recebinin on birinci günü hususî merasimle saray-ı hümâyûna nakledilip ertesi gün surre-i hümâyûn ile geçirilmiş olduğundan, kisve-i şerifeye mahsus olan merasim Dersaadet’te icra olundu. Şimdi önceden olduğu gibi Kahire’de icra olunmaktadır.[12]





1798 yılında göç eden ailelerden olabileceği ihtimali düşünülmektedir. Genellikle ailedeki erkeklerin asker ve adlî mercilerde görev yaptığı görülmektedir.[13] Osmanlıda memur ve askeri sınıf ailelerde yeni gelen nesilin de aynı yönde görev alma istidâtı bulunmaktaydı.





“Osmanlı Devleti kendi tebaası olan Türklerden yalnız vergi ve asker isterdi. Okuryazar Türklerin çocukları memur veya subay olacaktı.” [14] 





Kâbe görevleri Kureyş kabilesi arasında taksim edilmesi üzerine Efendi Hazretlerinin sülâlesinin İhramcızâde olarak isimlendirilmesi bu ailenin kökeni hakkında kuvvetli kanaatler oluşturmaktadır.  Annesi Aişe Hanım seyyidedir. Genellikle seyyidler ve şerifler evlenmede akraba ile olanı tercih ederler.





Ayrıca Efendi Hazretlerinin annesinin doğumu ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden aldığı müjde ve 1938 de hicret niyeti ile “Dede vatanımıza gideceğiz” buyurması da bu durumu açığa çıkarmaktadır. Çünkü kemâl neseb, zahirî ve batınî kâmilden zuhur eder.[15]





Sivas’ta Sarışeyh mahallesinde oturan Aişe Hanım Hüseyin Hüsnü Efendi ile ev­lenmeden önce Kolağası Abdülkâdir Bey ile evlenmiştir. Bu evlilikten çocukları olmamıştı. Abdülkâdir Bey ile hacca gitmeye hazırlandıkları sırada o zamanın bir paşasının hanımı,





“Aişe Hanım hacca gittiğinde bir çocuk elbisesi yaptır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri şeriflerinin yanına koy ve Allah Teâlâ’ya;





Yarabbi! Habibinin yüzü suyu hürmetine bana bir erkek evlat ver, diye dua et. İnşallah, Rabb-ül Âlemin sana bir erkek evladı verir” demiştir.





Aişe Hanım hacca gittiğinde bir çocuk elbisesi yaptırıp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri saadetlerinin hizmetkârını bulup elbiseyi sanduka-ı şerifin ayak ucuna bıraktırır ve tarif edilen duayı yapar ve 





“Ya Rabbi bana bir evlat ver ki, onu cami kölesi yapayım” diye niyazda bulunmuştur.





Hac dönüşü bu çocuk elbisesini alıp getirirler.[16]





Bir zaman sonra Aişe Hanım, Kolağası Abdülkâdir Bey’in vefatı üzerine Sarışeyh mahallesinde oturan yakın akraba­sı memur Hüseyin Hüsnü Efendi [17] ile evlenir.





 Kutlu izdivaçtan (r.1296—m.1880) tarihinde [18] dünyaya gelen erkek çocuklarına mânevî işaretle İsmail Hakkı ismi[19] verilir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Ravzâ-i Pâkine teberrüken bir süre bırakılan çocuk elbisesi daha sonra kendisine giydirilir.





Bir zaman sonra dünyaya gelen erkek kardeşine de Sıtkı ismi verilmiştir.





Ecdadının genellikle kabirleri Yukarı Tekke Kabristanlığı-Ulu Camii Adası’ndadır. Fakat kabirlerin çoğu tahrif olduğundan birçoğunun yeri kaybolmuştur.





4—Çocukluğu





Hüsnü Efendi’nin memur ve ailenin eşraftan olması Efendi Hazretlerinin sıkı terbiye içerisinde yetişmesine sebeptir. Ayrıca manevi motiflerle bezenen hayat gelecekte insanlara hizmet edecek kâmil insanın temelleri atılmıştır.





Efendi Hazretlerinin terbiyesinde sürekli olarak Aişe Hanım’ın etkisi hissedilmektedir. Çünkü çocukluk dönemi hatıralarında Efendi Hazretleri annesi ile olan kısımları tekrar tekrar anlatmıştır. Mesela;





Efendi Hazretleri “Anam Osmanlı bir kadındı” diyerek validesinin yüksek ahlak üzere olduğunu, tarîkata intisabına sebep olanın, annesi olduğunu söylerdi.





Aişe Hanım, Efendi Hazretlerine hamil iken hac görevlerinden olan Safâ ve Merve’yi say ederken ilham olan aşağıdaki beyitleri çok tekrar etmiş.[20]





İsmail’im Âzam sensin





Gül yüzlü tazem sensin





Dört kitabın hakkı için





Gönlümde gezen sensin.[21]





Validesi Aişe Hanıma rüyasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Biz İsmail’i kendi toprağımızdan yoğurduk, ekşitmedik ve sana da hediye ettik” müjdesine mazhar olduğunu hatırlatırdı. [22] 





Maddî ve mânevî sıkıntılar anında,





“Oğlum İsmail, mazhariyetin çok büyük, ben sana abdestsiz süt ver­medim gönlünü hoş tut, dünya için babanla kötü olma bir ihtiyacın olursa benden iste; denizde kum bende para, sarı sarı liralar minderin altında” nasihatleri hayatının önemli düsturlarıdır.





Bu türlü bir manevi koruma altında tutulan İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, çok küçük yaşta ibadete başlatılmıştır. Öyle ki, vücudun­da Allah Teâlâ’nın zikrini duymaya başladığı rivayeti vardır.





 İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin annesine karşı olan aşırı saygı ve sevgisinden ayaklarını öperdi. Validesi Aişe Hanım mazhariyeti yüce olan oğlunun karşısında;





“Oğlum mazhariyetin çok büyük, dağ taş evladın olsun” diye dua edermiş.[23]





Çocukluğu Sarışeyh mahallesinde geçiren İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretleri daha sonra babasının adliye başkâtibi olduğu için Zara’da yedi yaşına kadar bulunmuş ve sıbyan mektebini burada okumuştur.[24]





On yaşındayken Sivas’a gelip Örtülüpınar mahallesine göç ettiler ve Askeri Rüştiye’ye[25] girmiş, 1894–1895 yılında okulu bitirmiştir. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü okul arkadaşıdır.[26] İsmet İnönü’nün babası Reşit Bey Sorgu yargıcı ve evleri Nalbantlarbaşı mahallesine (Sarışeyh Mahallesi) yakın Ali Baba Mahallesi’nde oturmaları, İhramcızâdelerin adlî makamlarda çalışması ve Efendi Hazretlerinin babası Zabıt Katibi olması ile yakınlıklarının olması ailece görüştükleri muhtemeldir.





İsmet İnönü bir yıl Sivas Mülkiye İdadisinde okuduktan sonra 1897 İstanbul’a gitmiştir.[27]





İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Hazretleri subay olmak için İstanbul’a gitmek istemişlerse de annesi Aişe Hanım razı olmamıştır.





İki veya üç sene medrese eğitimini [28] Şifâiye medresesinde[29]  almıştır. Manevi hayatın temelleri atılmıştır. Daha sonra adliyede mülazimeten (stajyer) memur olarak görev almıştır. 1914 de I. Dünya savaşı çıkınca asker olarak hizmet etmişlerdir.





5—Evlilikleri 





Üç evlilik yapmıştır;





1-Hastaoğulları’ndan Hatun Hanım diye anılan İmmihan TOPRAK (Vefatı 1949)





2-Börkçü Ömer Oğulları’ndan Hacı Hanım diye anılan Zeynep TOPRAK (Vefatı 1972)[30]





3-Yılankırkanlar’dan Hafız Hanım adıyla anılan Zeliha TOPRAK (Vefatı 1972) [31]





6—Çocukları





İmmihan TOPRAK Hanım’dan olan çocuklar;





     1-Hayriye GÜNDÜZOĞLU (vefatı 1957) [32]





—Reyhane SU





—Ubeydullah GÜNDÜZOĞLU [33]





—Zeytune GÜNDÜZOĞLU [34]





—Sakine Latife ALTUNTAŞ [35]





—Aişe-i Sıdıka ZARİFOĞLU [36]





—Ahmed Fatih GÜNDÜZOĞLU





2-Halis Turgut TOPRAK (vefatı 1967)





—Hüsnü TOPRAK





         —Hüsamettin TOPRAK





—Ferit TOPRAK





—Cemalettin TOPRAK





—Celalettin TOPRAK





—Kemalettin TOPRAK





   3―Sabit Kemal TOPRAK (vefatı 1941 tren kazası)[37]





—Necati TOPRAK





—Şinasi TOPRAK





—Nilüfer TOPRAK





        4-Mevlüde Vefa Dalak (Hakk’a yürümesi: 29 Ekim 1959)





        —Şükrü Sefa DALAK





         —Abdülkâdir DALAK





         —Ahmed Şemsi DALAK





Hacı Zeynep TOPRAK Hanım’dan olan çocuklar;





1-Ahmed Salih TOPRAK (vefatı 1931 sel felaketinde Hakk’a yürümüştür.)





2-Mehmet Kâzım TOPRAK (Doğumu: 1927,  yaşıyor)





        —Mustafa Hakî TOPRAK





   —E. Sıtkı TOPRAK





         —A. Nurhan TOPRAK





         —M. Hulusi TOPRAK





II-Resmî vazifeleri





Sivas adliyesinde mülâzimeten (stajyer) memur olarak çalışmıştır.[38] Askerlik görevinden sonra Tokat’ta Duyûn-u Umûmiye de Müskirat Memurluğunda çalışmıştır.[39] Bu dönem Tokatlı Pir Mustafa Hâkî kuddise sırruhu’l aziz Efendi’ye bağlandığı zamana rastlar. 1908 de Tokat mebusu olarak İstanbul’a giden Mustafa Hâkî kuddise sırruhu’l aziz Efendiden sonra, Sivas Duyûn-u Umumiye’ye görev değişikliği yapmıştır.[40]





Birinci Dünya Savaşı yıllarında askerliğini kol komu­tanı olarak emrindekilerle birlikte Suşehri’ne cephane taşımak ve Ordu, Koyulhisar, Suşehri arasında postacılık ve erzak nakli yapmaları suretiyle yer­ine getirmiştir. Bu sebepten bulunduğu yörede Emanetçi Baba diye anılmıştır.





İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretleri 1928 de Duyûn-u Umumiye müesseselerinin kapanması ile Sivas İnhisarlar Dairesine geçmiştir.[41] Buradan Zara-Çarhı Tuzlasına bağlı Cedit Tuzlasında görev yapmış. Bu görevini aniden bırakıp Sivas’a gelmiş ve 1931 Temmuz ayında kendi isteği ile emekli olmuştur.





Çıkan soyadı kanunu[42] gereği Arapça olan lakaplar kaldırılıp herkese yeniden bir soyadı verilmeye başlanmıştır. İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin lakabı İhramcıoğlu-İhramcızâde  olduğu için, TOPRAK soyadını almıştır.[43]





Bundan sonra bütün vakitlerini ihvanın yetişmesine ve umuma yararlı cemiyet işlerine ve hayır işlerine ve eserlerine vakfetmekle geçirmiştir.





Devlet büyükleri ile görüşmeler yapmıştır.[44] Bu görüşmeler ile şehrin sorunları halledilmiş veya onlara gerekli uyarıları yapmıştır.





III –Emeklilik Hayatı





Hapis Yatması





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri çeşitli zamanlarda kısa süreli olmak kaydı ile altı sefer hapis yattığı rivayeti vardır.[45] En meşhuru ise, 1938 yılındaki hapis olayıdır.





Efendi Hazretleri 1938 yılı ocak aylarında hacca gitmeye niyetlenmiş bu sebeple İskenderun’a kadar gitmişlerdir. Hac yolu kapalı olduğundan gidemeyeceğini anlamış ve bu sırada, “Efendi sen buraya niye geldin”denildiğinde, “Çeşme yaptıracağım da buraya su borusu almaya geldim” deyip hac parasını su borusuna yatırıp geriye dönmüşlerdir.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri iç­me suyu iki buçuk saatlik yerde olan Cencin Köyü’nde çeşme için kullanmak üzere boruları göndermiştir. Daha sonra Mayıs ayı sonlarına doğru bir önçalışma ve keşif maksadı ile makinist Osman Efendi ve Hüseyin Çavuş’u alarak bir kamyon ile sefer düzenlemişler. Fakat kamyonun şoför mahallinde giderken yolda makinist Osman Efendi Cencin’e suyun bulunduğu yer arasındaki tepeyi kast ederek;





“Efendi Hazretleri! Tepenin kuzey doğusundan geçersek zayiatımız fazla olur”diye­rek diğer taraftan geçirilmesinin daha yerinde olacağını belirten sözlerini yanlış anlayan kamyon şoförü Hakkı yolcularını Cencin’e bıraktıktan sonra Zara kazası Jandarmasına gidip;





“Bir şeyh ihvanları ile beraber Cencin’e geldi. Konuşmalarından hükümeti yıkmak için bir plan yaptıklarını ve teşebbüse geçmek üzere olduklarını anladım”





Demesi üzerine aynı kamyonla bir Jandarma müfrezesi Cencin’e gelerek civardan gelen köylülerle çay iç­mekte olan İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerini ve yanında bulunan otuz sekiz kişiyi tevkif etmişlerdir. Gece orada kalındıktan sonra aynı kamyonla Sivas’a getirilip teslim edilirler.





İlgili savcı da hükümeti yıkma­ya teşebbüsten idam talebiyle mahkemeye sevk eder. Otuz sekiz günlük bir sorgulama so­nucunda beraat kararı verilir.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri daha sonra kamyon şoförüne bir kat elbise yaptırıp gönderir. Eşi Hatun Hanım’ın,





“Efendi bu adam seni ihbar edip hapis yatmana sebep oldu. Sen ona ikramda bulunuyorsun” demesi üzerine;





  İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri;





“Canım hapishanede irşad ve ıslah olacak kimseler varmış. Biz orada bu vazifeyi ifa ettik. Şoförde bu işe sebep olduğundan dolayı kendisine ikramda bulunduk” der ve daha sonraları bu mev­zu olduğunda da,





“Gardaşlarım! 38’de 38 kişi ile 38 gün hapishanede yattık. Orada yapılacak vazifemiz varmış. Yattık, çıktık” buyururlardı.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Hazretleri bu hapis yatmadan sonrada baskı altında tutulmasından dolayı biraz gönül kırgınlığı yaşamıştır. Bu nedenle 1938 Ramazan ayının başlarında[46] Arabistan’a,[47] bir rivayete göre Şam’a[48] hicret niyetiyle İstanbul’a gitmeye karar verdiğinde eşi Hacı Zeynep Hanım’a, “Fazla eşyalarınızı satın, dağıtın biz İstanbul’a nakil ediyoruz”diyerek yol hazırlığı yapılmıştır.





O zamanki vasıtalarla on beş günde Samsun’a varıldıktan sonra vapurla İstanbul’a giderek İmmihan Hatun Hanımdan dolayı bacanağı olan Eczacı Bekir Efendi’de misafir kalınmıştır.





Misafir kalınan evde[49] gece gördüğü manevi işaret üzerine git­mekten vazgeçmiştir. “Hanım, bizim gitme işimiz kaldı” buyurmuşlar. [50] Bunun üzeri­ne Sivas’a dönülmüştür. [51]





İrşat faaliyetlerini yürütmek için 1940 yılında Çitilin Hanı’nda bir komisyoncu dükkânı açmış ve ziyaretine gelenlerle orada görüşmeye başlamıştır. [52]





Aslında İsmet İnönü, Efendi Hazretlerini çok yakından tanımasından dolayı fazla bir baskı uygulamasa da sıkıntıyı da üzerinden eksik etmemiştir. Bu nedenle Efendi Hazretleri de devamlı tedbir mahiyetinde ihvanı alenî hareketlerden sakındırmıştır. Atatürk döneminde görülmeyen baskı,[53] İsmet İnönü zamanında ihvana sürekli hissettirilmiştir.





İkinci Dünya Savaşı yıllarında (1939–1945) ihvanına ailesinden miras kalan mülklerin hepsini satarak destek olmuştur. Bu sıra büyük bir maddi sıkıntı içine de girmiştir.





1950 yılında Sivas Merkezinde bulunan Yeni Camii yanında Çorapçı Hanı’nın[54] üst katında kiraladığı, iki odayı “vekâle” [55] olarak kullanmış, sohbetlerine uzun müddet burada devam etmiştir.





27 Mayıs 1960 ihtilâlinde üçyüz kadar şeyh tutuklanıp Erzurum’da tevkif edilirken Efendi Hazretlerine dokunulmamıştır.





Ayrıca yaz günlerinde gelen misafirler mesire yerlerinde Kepeneğin Gözü, Kurtderesi, Tekkeönü ve Yılankırkan çiftliğinde sohbet ortamları oluşturularak irşad faaliyetlerine devam etmiştir.





IV –Hakk’a Yürüyüşü [56]





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı TOPRAK kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri miladî 90,  hicri 92 yaşında [57] dârı bekâya yürümüşlerdir.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri 1 Ağustos 1969 cuma günü Sivas’ın dışından gelen bütün ziyaretçi­lerine,





“Gardaşlarım! Biz iyiyiz, hepinize izin veriyorum. Herkes memleketine dönsün” diyerek hepsini göndermiştir.





Vücudu Allah Teâlâ aşkı ile öyle yoğrulmuştu ki, kalbi münevverleri üç saat kadar daha çalışmıştır. Doktorlar Hakk’a yürüdüğünü ancak o zaman anlayabilmişlerdir.





Dünyevî seferi ve 48 senelik mürşitlik hayatı Temmuz ayının ikinci haftasında başlayan bir hastalık sebebi ile 2 Ağustos 1969 Cumartesi günü saat 9. 30 da noktalandı.





Yâdında mı doğduğun zamanlar





Sen ağlar idin, gülerdi âlem?





Bir öyle ömür geçir ki; olsun





Mevtin sana hande, halka matem.





Dünya kelamı ile sonsözü “NAMAZINIZI KILIN” olmuştur.[58]





Bu arada İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri tarafından yaptırılan Hayırseverler Camii avlusunda yer hazırlanmış ise, de, Kayınbiraderinin oğlu Hilmi Hastaoğlu, CHP’li Belediye Başkanı Rahmi Günay’a giderek,





“Rahmi Bey Eniştemin Ulu Cami’ye çok emeği geçti. Belediyece müsaade buyurursanız Ulu Cami Kabristanına defnedelim” demesi üzerine, Rahmi Beyde,





“Hilmi Bey, cenazeyi yarına bırakmayın. İsterseniz size hükümetin önünde yer vereyim” de­miştir. Ulu Camii’nin önündeki mezarlıkta bir kabir yeri kazılmak istendiğinde o yerden büyükçe bir kapak taşı çıkar. Kapak taşı kaldırıldığında ne zaman yapıldığı bilinmeyen, Horasan’dan yapılı bir boş mezar bulunur.





Kabr-i Şerifleri için vasiyette bulunmamasına rağmen “Acaba Ulu Camii’nin (eli ile işaret ederek) şu haziresinden bize yer verirler mi?” kelamı tecelli edecek ve insanlar o kelamı duymuş gibi o mübarek yeri O’na hazırladılar.[59] İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin nâ’şı burada sırlanır. Hakk’a yürüdüğü gün Sivas mahşer yerini andırmıştır. Cenaze namazı Sivas Paşa Camii’nde damadı Hafız Mehmet ALTUNTAŞ tarafından kıldırılmıştır. Cenazesine iştirak edenler cadde ve sokaklara sığ­mamıştır.[60]





Efendi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin Hakk’a yürümesini müteakiben, bir defa daha görmek için Endenozya’dan biri bin kişiyi temsilen on kişilik bir grup ihvan gelmiştir. Bu ziyaret ihvanda İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin ne kadar büyük biri olduğunu anlamasına yetmiş. Fakat fırsat elden gitmiştir. O’nun devamlı olarak söylediği “Fırsat elde iken sarmalı yâri” ne için söylendiği aşikâr olmuştur.





Seyyid Osman Hulusi Efendi, mürşidinin sırlandığı kabir ve hazirenin sonradan yapılan giriş kapısına da bir kitabe yazmıştır. 





Kabrinin baş taşında;





Tariki Nakşibend-i Piri Ebcel [61] Mürşid-i Kâmil





Garibu’llah-i Hakkî Gavsü’l–âzam Şeyh İsmail Hakkî İhrâmi





Engin gönlünde yüce murad-ı hâsıl oldu





TOPRAK, toprağa verildi Hakk-a vasıl oldu.





                                                                                                       02.08.1969





 Hazire Kitabesi de şöyledir.                                           





Allah’a hamd Rasûl’üne salâtu selâm   





Ve alâ âlihi ve ashâbihi’l-kirâm





Bu hazîrede medfûn Meşâyıh-ı izam      





Mefâhir-i ulemâ hep müftiyyü’l-enâm





Husûsan İhramcızâde el-Merhûm         





El-Hâc İsmail Hakkı mürşidi İslâm





Bu buk’a-i pâk dense, sezâdır               





Min- riyâzü’l- Cennet ve dâru’s-selâm





Hizmet-ü ihya eden zevâtı                     





Hakk eyleye Cennet-ü Cemâl’in ikram





Zâir bir Fatiha ihdâ et ruhlarına          





İhlâs ile oku kıl ihtiram           





Ta’mîr-i kitabesin yazan Hulûsî Kemter,





Bî-gufrân-ı hay hicrîde miskiyyü’l-hitâm





Seyyid Osman Hulusi Ateş (Hicri:1401)





Geride bıraktığı ahşap bir ev ve cebinden çıkan 49 lira paradır. O’nun yanında dünyanın kıymeti bu kadar olmuştur. Fakat dağıttığı paralar ve hizmetlerinde harcanan meblağın sırrı ilâhi hazinenin tasarrufunda pay sahibi olduğunu göstermiştir.[62] Öyle ki, yeleğinin cebinden ve cami kapısında uzun kuyruklar halinde bekleyen fakirlerin eli hiç boş dönmemiş ve İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin parasının da tükendiği görülmemiştir. Onun dağıttığı paraların darphaneden yeni çıkmış paralar olduğuna bütün ihvan şahit olmuştur.





B)TASAVVUFÎ HAYATI





I- İntisabı ve mürîdliği





Daha çocukluğunda bazı mânevî hâller zuhur etmiştir. İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin, Mur Ali Baba kuddise sırruhu’l-azîz (d. 1805-h.y.t.1882) ile görüşmeleri [63] küçük yaşlarda aile büyüklerinin görüşmeleri ile olması muhakkaktır.





İhramcızâde kuddise sırruhu’l-azîz, Sivas’ta bulunan Rifâi Tariki büyüklerinden Arab Şeyh ismi ile bilinen Seyyid Abdullah Haşim kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’ye teslim olmuştur. Bir rivayete göre 5 yıl hizmet etmiştir.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Hazretlerinin ilk mürşidi olan Abdullah Haşim El-Mekki kuddise sırruhu’l-aziz (Arab Şeyh) in “Evlâdım, senin nasibin bizden değil!” diyerek bir nevi izin vermesi ve validelerinin Şeyhi Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîze oğlunun durumunu anlatması ile mânevi bağın temelleri atılmıştır.





Adliyede stajyer memur iken katıldığı bir arkadaş grubuyla birlikte;





“Tokatta bir şeyh var onun yanına gidiyoruz”  dediklerinde O’da onlarla gitmeye karar vermiştir.





Ziyaretten önce görüştükleri Peşkircioğlu Nuri Efendi, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerine Seyyid Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l aziz Hazretlerini çok övmüştür. Ali Paşa Camii’nde cemaate namaz kıldıran Mustafa Hâki Hazretlerinde her nasılsa sehvi secde hali zuhur etmiştir. Namazdan çıkıp dışarıda bekledikleri sırada kendisinden daha evvel bu yola intisap etmiş bulunan Peşkircioğlu Nuri Efendi;





 “Şeyhim hiç böyle bir şey yapmazdı” diye söylenerek övdüğü Efendisini düşünürken, caminin iç kapı­sından çıkmakta olan Mustafa Hâki Efendi Hazretlerinin göğsünün her iki tarafında ALLAH yazılı olduğunu gören İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Hazretleri,





“Nuri Efendi! Sen benim gördüğümü görsen hiç bir şey söylemezsin” demiş ve tam bir teslimiyet ile tekkeye yollanmışlardır.





Seyyid Mustafa Hâkî kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, ihvanı ile sohbet ederken huzura gelen İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerine;





      “Sen, Hacı Aişe Hanım’ın oğlu musun?” Diye sorduklarında;





      “Evet, Efendim!” Diye cevap vermişler.





Olan, olmuş, kâinata can ve nur olacak hayatın kutsal doğumu gerçekleşmiştir.[64] Orada Seyyid Mustafa Hâkî Efendi ile tanışmış ve terbiyesine girmiştir.





Hacı İsmail Hakkı Efendi huzurdan çıktıktan sonra Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l aziz Haz­retleri ihvana dönüp,





“İşte şu kapıya yakın yere oturup giden genci gördünüz mü? O, bizde ne varsa hepsini aldı götürdü” der. Daha sonra Efendi Hazretlerini tanıyan ihvanlar bu müj­deyi O’na iletirler.





1908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilanında Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, Tokat mebusu olarak İstanbul’a gitmiş ise, de İttihatçılar ve gayrimüslimlerin oyları ile meclis azalığı düşürülmüş ve İstanbul’da mecburi ikamete tabi tutularak kendisine Çarşamba semtindeki Cebecibaşı mahallesindeki Mevlana Mustafa İsmet Garibu’llah Efendi konağı dergâh olarak verilmiştir.





Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri 15 Ocak 1920 de Hakk’a yürüyene kadar dergâhta postnişinlik göre­vini ifa buyurdular. Kabr-i saadetleri Fatih Camii haziresindedir.





Mustafa Hâki Hazretlerinin İstanbul’da bulunduğu sırada ziyaretine giden Hacı Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîze;





“Sivas’ta ne var ne yok, İhramcıoğlu İsmail Efendi ne yapıyor” dedikten sonra, “Canım İsmail Efendi iyidir” demesi üzerine Hacı Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, Sivas’a döndüklerinde İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretlerine gelip şöyle buyurmuştur.





 “İsmail Efendi gözün aydın, Efendi Hazretleri senin için İsmail iyidir” diye buyur­dular. Hacı Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi ilâveten





“Onların iyi dediklerine Allah’ü Azimüşşan da iyi der.” Buyurdu.





II- Şeyhliği





Efendi Hazretleri kırk yaşındadır.





Tokatlı Pir Efendimiz Seyyid Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri İstanbul’da (m.1856 / h.y.t: m.15 Ocak Perşembe 1920) [65] dünyadan göçmeden önce oğlu Bahâeddîn Efendi ile teberrüken tesbihini, takkesini, maşlahını ve benzeri hediyeler ile Sivas’ta bulunan İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi’ye gönderdiler.





Hakk’a yürüdüğü haberi Sivas’ta bulunan bütün ihvanı ziyadesiyle üzmüş bütün ihvan günlerce toplanıp Kur’an okumuşlar, hatim indirmişler ve Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri ile ilgili ilahiler söylemiştirler.





Bir gece İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri evdekilere;





Toplanın ve hazırlıklı olun bir misafirimiz gelmek üzeredir” dediği ve gece yarısını mütea­kip kapının çalındığı ve gelenin ise, Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin mahdumu Bahâeddîn Efendi olduğu görülmüştür.





 Etrafa verilen haber üzerine bütün ihvan İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin evinde toplanmıştır. Görüşme ağlayıp sızlaşma ve konuşmalar olurken Bahâeddîn kuddise sırruhu’l-azîz Efendi;





 “Biz buraya bir vazifenin ifası için geldik. Durun evvela şu vazifemizi ifa edelim” dedikten sonra,





“Efendi Babam irtihalinden üç gün önce oğlum Bahâeddîn bize yolcu­luk göründü. Bizden sonra ihvanı kiramı idare etme yetkisi Sivas’taki İhramcıoğlu İs­mail Efendi’ye verildi. Şu cübbemi, sarığımı ve tesbihimi kendisine teberrüken götür ve vazifenin kendisine verildiğini tebliğ et, buyurdular. İşte bende bugün bu vazifeyi tebliğ için geldim” demiştir.





 Efendi Hazretleri ise, henüz Tokatlı Pir Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’nin Hakk’a yürümesi Sivas’ta duyulmadan dersiyle meşgulken gördüğü işarete tabi olmayı uygun görmüştür.[66] 





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri, Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerini işaret ederek,





“Canım Hacı Mustafa Efendi yaşça bizden büyük ve tarîkatta da bizden eski ve ayrıca da sülûk görmemiş olmam hasebi ile bu vazifeyi onun yapması gerekir” de­mesi üzerine, oradaki ihvanların da, “İsmail Efendi bu vazife sana verilmiş. Vazifeyi ifa­dan kaçamazsın” demişlerdir. İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri fikrinde ısrarı ve yapılan uzun müzakerelerden sonra kabul ettiği takdirde bu vazifeyi vekâleten yürütmesi için Mus­tafa Tâki Hazretlerine teklif yapılmasını ister. Sabah namazı vakti yaklaştığı için top­luca Mustafa Tâki Hazretlerinin evine gidilerek, alınan karar kendisine bildirilir. Onun da ka­bulü sonucu bütün ihvanlar gibi İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri de Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri­ne biat ederek hizmetlerine devam ederler.





Efendi Hazretleri bütün içtenliği ile Mus­tafa Tâki Hazretlerine ihvan olup sonsuz edeb ile hizmet etmiştir. Öyle ki, bir kış günü şeyhimin bir emri veya hiz­meti olur diye kapısında oturup beklerken, tanıyan birisi yoldan geçerken onun üzerine bir karış kar yağmış olduğunu görmüştür. Ertesi gün eşi Hacı Zeynep Hanım’ın babasına gidip,





“Yahu Hacı Hasan Efendi! Bu senin damadın deli midir, mecnun mudur, nedir? Gece yarısı Hacı Mustafa Efendi’nin kapısına oturmuş, üzerine de bir karış kar yağ­mıştı” [67]





Bu minval üzere 1925 tarihine kadar Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine hizmet eder. Bu arada Sivas Ürdünlünün Konağı diye adlandırılan mekânda 23 kişi ile beraber 21 günlük seyri sülûk dersini ikmal etmişlerdir.





Mustafa Tâki Doğruyol kuddise sırruhu’l-azîzin (m.18 Ağustos 1925) [68] Hakk’a yürümesi ile İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerine zahiri irşad vazifesi tekraren intikal eder. 





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri, Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinden bahsedildiği zaman;





“Canım, Hacı Mustafa Tâki Hazretleri, bizim sülûk şeyhimiz” diye defalarca ifâde ettiği görülmüştür.





Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîzin Hakk’a yürümesinden sonra yukarıda bahsedilen olay unutulmuş ve sıkıntılı dönemler başlamıştır.  İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri ilk zamanlar ihvanın dağılmasından müteessir olmuştur. Bu dağınıklığın yüzünden Garibu’llah (Allah Teâlâ’nın garib kulu) lakabını kullanmıştır. Memuriyeti ile beraber mânevi vazifesini yürütmeye başlamıştır. Çevre kasabalara  (Koyulhisar,  Zara,  Gürün,  Darende) ziyaretler yaparak ihvan yetiştirmeye çalışmıştır.  İlk zamanlar az olan ihvan daha sonra çığ gibi büyümeye başlamıştır.





Bu arada Bahâeddîn kuddise sırruhu’l-azîz Efendi ihvanın kendisini şeyh tanımaları korkusu ile yaptığı hac dönüşünde Şam’a yerleşmiştir.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri her hac seferinde şey­hinin oğlu olduğu için Hacı Bahâeddîn kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’yi ziyaret etmiş ve hediyeler sunmayı kendilerine bir vazife saymıştır.





III-Gavslığın ve Kadirîliğin Verilmesi [69]





 İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri bu konu hakkında buyurdu ki;





“Gardaşlarım! 1955 senesinde Seyyid Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri vazifesini [70] bi-zâtihî temessül [71] ederek beşeri âlemde bize teslim etti.” [72]





1955 senesi Ulu Camii’nin de ibadete açılma senesidir. Yine, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri ihvanları ile Ulu Camii civarındaki yolda giderken buyurdu ki;





“Gardaşlarım! Yeryüzünde, bu minareden daha yüksek minare yoktur.”





Ayrıca sohbetlerinde ise;





“Gardaşlarım! Gavslık Kadirî’lerden Nakşî’lere verildi” diyerek kavuştuğu makâmı remzen izhar ederlerdi.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri ile Hz. Abdülkadir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîzân arasındaki durumdan dolayı, bu koldaki yüksek makâm-ı hilâfet, intikal etmeyip ruhâniyet ile ibkasına sebep oldu. Bu nedenle Efendi Hazretlerinden sonra kendi kolundan gelen halifeler lisanlarıyla ‘ben şeyh oldum’ diyememiştir. Ancak zamanla İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri bazı kimselere umumî olmayan hususî vazifeler tevdî etmiştir.





Tasavvufî kaynaklarda mâneviyatta rütbe tayin etmek Hz. Abdülkadir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîze ait olduğu bildirildiğinden 1955 yılından sonra bu vazife İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerine geçtiği, keşf sahibi maneviyat ehlince sabit olduğu ve halen devam ettiği sabittir. Herhangi bir nedenle Efendi Hazretlerine muhabbetiyle yeni nesilden bağlanmak isteyenler veya başka bir kolun şeyhine tabi olanlar, mânevî müracaatlarına icabet edildiği muhakkaktır. [73]





Mevlâna Emânullah Lâhori kuddise sırruhu’l-azîz anlatıyor.





“Pencab köylerinin birinde oturuyordum. Gavsü’s-sakaleyn Şeyh’ül ins ve cin Abdülkâdir-i Geylânî kuddise sırruhu’l-azîze tam bir muhabbet ve ihlâsım vardı. Beş vakit namazdan sonra ruhlarına dua ve Fatiha okurdum. Halvette iken, o bütün insanların mürşi­dine tam bir münâcat ve arz-ı hacet ederdim. Teheccüd kılar, Kur’ân-ı Kerim okur, zikr ve diğer nafilelerle de meşgul olurdum. Bir gece, uyku ile uyanıklık arasında Abdülkâdir-i Geylânî kuddise sırruhu’l-azîzi gördüm. Başımı ayaklarına sürdüm. Buyurdular ki,





“Zahiren de bir mürşidin bulunması zarurîdir.”





Zamanımızdaki meşâyıhdan hangisine gitmemi emrederseniz, ona gideyim,” diye arz ettim. Buyur­dular ki,





Serhend’de zahir ve bâtın ilimler sahibi Şeyh Ahmed Fârûkî isminde bir aziz vardır.” O sabah yüzlerce dert ve yanma ile Hazret-i İmâm’ın yüksek huzurlarına kavuş­mak için yola çıktım. Yanlarına gidince, gördüğüm rüyayı arz ettim ve inayet etmeleri için yalvardım. Zikir talim eyle­yip, cezbe ve hâllere kavuşturdular. Gördüklerimi orada da gördüm.”[74]





Efendi Hazretlerinin gavsiyetini, kabir kitabesini yazan Seyyid Osman Hulusi Efendi kabul ve ikrar etmiştir. Şöyle ki;





Tariki Nakşibend-i Pir-i Ebcel Mürşid-i Kamil





Garibu’llah-i Hakkî Gavsü’l–âzam Şeyh İsmail Hakkî İhrâmi





Engin gönlünde yüce murad-ı hâsıl oldu





Toprak toprağa verildi Hakk-a vasıl oldu.





                                                                                                02.08.1969





Efendi Hazretlerinin gavsiyeti hakkında Türkelili Mevlâna Küçük Hüseyin Efendinin bize anlattığı menâkıbı bu kısımda aktarmayı uygun gördük.





1966 yılında Haremi Şerifte Adanalı Ramazanoğlu Mahmud Sami kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin yanına oturdum. Bize döndü.





“Hacı Gardaş! Sivas’a mı intisaplısın?” dedi, sukut ettim. Hacı Sami Efendi;





“Güzel yerden yapışmışsın, güzel yerden vurmuşsun” dedi. Biraz sükût durdu ve dedi ki;





“Fuyuzât Sivas’a iniyor. Taksim ediliyor. Bize ayrılan kepçe kadar payımızı siz kardeşlerime taksime vesileyiz. Vesilesiz vasıl olunmaz”





***





1966 yılında Sivas’ta vekâlede Efendi Hazretleri gelmeden Damadı Hayyat Mehmed Efendi anlattı.





“Bir seher vakti uyandığımda ablanız (Efendi Hazretlerinin kızı Hayriye Hanım) yatağında oturmuş ağlıyordu. Bende “Ne oldu” dedim. Ablanız dedi ki;





“Biz diğer ihvane hanımlarla beraber Yukarıtekke’de medfun sahâbî Abdülvahhab Gazi Hazretlerini ziyarete gittik.  Türbeyi ziyaret edip bir fatiha üç ihlâs ve üç salavât-ı şerife okuyup, “Ya Rabbi bu ziyaretimizi salihlerin ziyareti gibi kabul ve makbul et,” dedim. [75] “O anda aklıma düştü ki, Ya Rabbî Habîbinin yüzünü görmeyen, sözünü duymayan bizlere ashâbını ziyaret etmeyi lütfettin. Şükrünü edâ edenlerden bizi ayırma” diye dua ettim. Gece Abdülvahhab Gazi Hazretlerini rüyamda gördüm. Bana;





“Evladım bizi ziyaret ettin, güzel ettin. Fakat senin öyle bir baban var ki, Allah Teâlâ onun gözünden bu âleme nazar ediyor. Fuyuzâtı ilâhi onun izni ile âleme dağılıyor. Başkasından medet ummak taştan medet ummaya benzer.” dedi, onun için ağlıyorum.” Hayyat Mehmet Efendi sözlerine şu şekilde devam etti.





“Gardaşım! Ablanız genç yaşta Hakk’a yürüdü. Öyle icap etti. Bende evlenmedim. Şeyhimin sevgisi üstüne sevgi tutmadım.”





***





Hulusi Efendi Mekke’de bize bir sohbetinde buyurdu ki:





“Efendimle dört defa Kudüs yoluyla Hacca geldik. İlk üç haccımızda Kudüs’teki Mescid-i Aksa’daki âlimlerden hiçbir kimse şeyhimin önüne geçip namaz kıldırmadı. Şeyhimizin ilim sahibi olduğunu görmüşler. 1967’de dördüncü haccımızda yine Mescidi Aksa’ya uğradık. Şeyhimize bu sefer itibar etmediler. Bunun üzerine Şeyhim,





“Oğlum Hulusi! Başlarına bir musibet gelecek.” dedi. O sene İsrail Kudüs’e girdi.





Şeyhimle Mekke’ye geldik. Arafat’tan döndükten sonra Mina’da Mescid-i Hayf da kimse önüne geçmedi, şeyhim imamlık yaptı. Oradaki âlimlerden birisinin bu hal acayibine gitmiş ve dikkatini çekmiş. Bu kadar çok âlim varken bu kişiye niçin imamlık yaptırıyorlar, diye. Bu düşünceler içindeyken Efendi Hazretleri cemaate yüzünü dönmüş ve manevi bir el cemaatin üzerinden geçerek şeyhime öptürdüğünü görmüş. O zat hatasını anlamış ve ayağa kalktı:





“Gardaşlarım ben bir hataya düştüm. Benim üzerime basmadan kim bu kapıdan geçerse Allah Teâlâ haccını kabul etmesin.” Cemaat üzerinden zarar vermeyerek geçtiler. Daha sonra Efendi Hazretleri yerinden kalkarak geldi ve





“Kalk Gardaşım! Kalk, kabul (bağışlattık) ettirdik seni.” Şeyhimin elini öptü ve oradan ayrıldı. Bu olaydan sonra İslam âlimleri daha çok Sivas’a geldiler.”





IV—Efendi Hazretlerinin hayatındaki Dokuz sayısının sırrı





Eski Türklerde dokuz, kutsal ve önemli bir sayıdır.





Türk kağanlarının dokuz tuğu bulunurdu. Osmanlı Türklerinde de görülen, verilen armağanın dokuz sayısı ile ölçülmesi geleneği çok eskilere dayanır.





‘‘Dokuz’’ kelimesinin Eski Türkçedeki söylenişi tokuz’dur. Eski Türk boylarının kimilerinin adlarında dokuz sözcüğü geçer.





Mesela; Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz), Tokuz Ogur (Dokuz Ogur), Tokuz Tatar (Dokuz Tatar).





Dokuz sayısı, Türkler’in destanlarında da çokça geçer: dokuz ağaç, dokuz boy, dokuz dallı ağaç, dokuz dev, dokuz felek, Dokuz Oğuz gibi.





“Rivayetlere göre Ahmed Yesevi kuddise sırruhu’l-azîz dergâhında yetiştirildikten sonra Hind kıtasından İdil boylarına, Çin seddinden Tuna kenarlarına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya tebliğ ve irşad göreviyle gönderdiği dervişlerinin sayısı doksan dokuz bindir. Bu doksan dokuz bin rakamı, sayı olarak tam tamına olmasa bile çokluğu ifade etmesi yönünden gerçeğe işaret eder.”[76]





Sonuç olarak dokuz ve dokuzun katları olan doksan, dokuz yüz, dokuz bin sayıları Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir. Bu sayılar, kutsal olan varlıklar için kullanıldığı gibi kahramanlar için de kullanılmıştır. Ayrıca Türkler’in önemli kutlama günlerinin tarihlerinde de dokuz sayısına rastlarız. Devlet yönetimine de işleyen dokuz sayısı coğrafi adlarda da görülmüştür.





Kimi tarihçiler Türkler’in atası olan Yafes’in oğullarını da dokuz sayarlar. Bundan dolayı Türkler uğur dileyerek dokuz üzerine hesaplarını yaparlar.





 Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatına uygun olarak da ‘‘dokuz’’ sayısının öteki sayılara üstünlüğü açıktır. Çünkü Allah Teâlâ’nın güzel adları doksan dokuzdur ki, dokuz ondan ve dokuz birden meydana gelmiştir. Âlemlerin sayısı on sekiz bindir.





Ashabın arasında yapılan derecelendirmede dokuz tabakadan oluşur.[77]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvveti tamamlandığı zaman eşlerinin sayısı dokuz idi.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin savaşlarda kullanmak üzere 9 kılıcı, 7 zırhı, 6 yayı, 2 kalkanı, 5 mızrağı, 2 miğferi vb. silâh ve teçhizatı vardı.[78]





            Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem 12 yıl 5 ay 13 gün Mekke’de, 9 yıl 9 ay ve 9 gün Medine’de olmak üzere toplam 23 yıl peygamberlik yapmıştır.[79]





Dokuz sayısının İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin hayatında önemli bir yer tuttuğunu, hatim hocası olan Mesudiyeli Cavit Kayhan’ın banttan kendi sesinden bizzat dinlediğimiz menkabeden duyduk.





Menkabe şöyledir.





“Bir tarihte İstanbul’a Şeyhime harçlık olarak dokuz altın gönderdim. Şeyh Efendimde birinin dokuz altın borcuna kefil olmuş. Kefalet parası için dokuz altın istendiği an bizim gönderdiğimiz dokuz altının havalesi eline gelmiş. Şeyhim bu halden gayet memnun ve mesrur olmuşlar. Âlem-i vakıada (manevi halde) iki elini kaldırmış ve bir parmağının kapalı olduğunu gördüm. Emanet yerini buldu. Dokuz parmak dokuz altın olduğu işareti ile emanet yerini bulmuş olduğunu kabul ettim.





Bu arada ziyaret arzusu gönlümü yaktı ve ziyarete teşebbüs ettim. Veznedarım, yanımdaki arkadaşın elide eğri (hırsızlık halleri olan) acil durumda parayı sayıp teslim etme mümkün olmadı. O zaman seferi zamanı (1.Dünya Savaşı)  olduğundan bir lira için bir adam asılıyordu. Arkadaşa;





Ben Şeyhimi ziyarete gidiyorum. Senin vicdanına bırakıyorum” dedim.





Maaşım üç altın idi. Birinden üç altın daha aldım. Ziyarete niyetlendim. Bende gidiyorum diyenlerle dokuz arkadaş olduk. Karda kışta vasıta yok. Samsun’a yaya geldik. Vapura bindik. Vapur lebaleb (çok kalabalık) dolu oturacak bir yeri ancak kademhaneler (tuvalet) yanında bulduk. Ve orada İstanbul’a geldik. Şeyhimi ziyarete gidiyorum diye oranın husumeti (kötü kokusu) bana misk-ü amber gibi geldi. İstanbul’a geldik. Dokuz gün kaldık ve yolcu olduk. Bu gidiş gelişimiz mecbûri ve mebrur idi.





Gardaşlarım! Sizi buraya getirip götüren o gidişimizdir. Ne oldu ise, o gidişimizde oldu. İşte şeyh sevgisi ve nişanı olan dokuz altın, dokuz arkadaş, dokuz gün ziyaret ve dokuz gün yolculuk; dört dokuz bir araya geldi. Bunun manası Ciharyâr Güzin (Dört Halife radiyallâhü anhüm)  gelmeleri ile kırka buluğ (ulaştı) etti.





Bunun sırrı kitaplara sığmaz.”     





V— Mevleviliğin verilişi





Kitabımızın birçok yerinde Hz. Mevlana kuddise sırruhu’l-azîzden bahisler geçer. Bunun nedeni Efendi Hazretlerinin Hz. Mevlâna’dan icazetli olmasındandır. Bu izin hakkında şu menkabesi meşhurdur.





Efendi Hazretleri buyurdu ki;





“Konya’yabir iş gitmiştik orada ihvanımız yoktu. Konya’da hiç tanıdığımız olmadığı için otelde kaldık. Buraya gelmiş iken önce Şems-i Tebrizî’yi sonra Mevlana’yı ziyaret edelim dedik. Ziyaretimizde Mevlana’nın ruhaniyeti ile görüşemedik.  Canımız sıkıldı. Kendi kendimize;





“İsmail bu hata sendedir.  Mevlana mürşid-i kâmildir. O’nu dünya âlem bilir” dedik. Bu hal ile otele vardık.  Çok geçmeden Mevlana teşrif buyurdular. Rüya falan değil,  sizinle nasıl görüşüyorsak, aynen öyle. Üzerinde deve yününden abası ve elinde asası vardı.  Selam verdi.





“İsmail Efendi! Bizim ayağımıza kadar geldiğin için karşınıza çıkmaya hayâ ettik. Bizim sizi Konya sınırında karşılamamız icap ettiğinden bu hal zuhur etti.” dedi.





 İki saat onunla sohbet ettik. Bana “şu an, bizim kolumuzabakacak kimse kalmadı.  Onu size emanet ediyorum.  Dedi. Sohbetimizden sonra ayrıldı. Ben Konya’da iki,  üç gün kalacak idim. Fakat bu hadiseden dolayı Mevlana, Cenâb-ı Hakk’a niyaz eder, bizi Konya’da bıraktırır diye hemen ayrıldık.  Çünkü Allah Teâlâ bu kullarının isteklerini ret etmez.”[80]





İki âlemde tasarruf ehlidir ruhu veli





Deme kim bu mürdedir,  bunda nice derman ola





Ruh şimşiri Huda’dır ten gılaf olmuş ana





Dahi âlâ kâr eder bir tığ kim üryan ola





Efendi Hazretlerinin hayatı incelendiğinde düşüncesi Hz. Mevlâna Celâleddin Rumî kuddise sırruhu’l-azîzden etkilendiği ve sohbetlerinde onun üzerinde durduğu konular ve “varlık-yokluk”  konusu O’nun ne denli bir Mevlevî dedesi olduğuna da işarettir.





VI—12 tarîkatten icazetli ve icazet veren olması





Efendi Hazretleri birçok kere buyurdular ki,





“Gardaşlarım, bütün dünya bu kapıdan suyunu içiyor.” “Zaten ezelde tanışmamış olsa idik burada buluşmamız mümkün olmazdı. Şeyhimin hakka yürümesinden sonra bu mukaddes vazife bize verildi.  12 tarîkatı [81] bize teslim ettiler.  Biz bakıyoruz.”





Tariklerden mücaz (icazetli) olmak demekten kasıt, Efendi Hazretlerinin manevi feyz membaı olması denilmesi ile aynı manaya gelmesidir. Gavsiyet makamında olan mürşidin 12 tarîkattan izinli olması gerekir. Çünkü bu durum itibarı ile diğer meşâyih feyzyâb olabilsinler.





Halvetiliği





Efendi Hazretleri adı sülûk ile anılan yüksek dersleri Sivas merkezinde bulunan Meydan Camii’nde büyük Halveti Meşâyihi Şemsi Sivâsi kuddise sırruhu’l-azîzin mânevi huzurunda ihvana ikmal ettirirdi. Bu ise, O’nun o sultan ile manevi bağına remzen işaret olup Hacı Hasan Akyol Efendi’nin evini bu sultana komşu yapması da ayrıca bu durumun açıklamasına ayrı bir işarettir.





Rifâiliği





Efendi Hazretleri ayda bir veya iki kere muhakkak Sivas’taki Rifâilerin son büyük halkası olan Seyyid Abdullah Haşim kuddise sırruhu’l-azîzi (Arab Şeyh) kabr-i mübârekesini ziyaret eder, manevi bağını devam ettirirdi.





Melâmiliği





Melâmîlik Efendi Hazretlerinin görüşlerinin büyük bir bölümünü teşkil ettiği gibi tatbikini de hiç bırakmamıştır. Ankara’ya geldiğinde Melâmiliğinin gereği Hacı Bayram kuddise sırruhu’l-azîzi ziyaret eder ve genellikle görüşmelerini türbenin arka tarafında çilehaneye yakın bir mahalde yaparlardı.





Efendi Hazretleri, kendine müracaat eden başka kolun dervişine de icâzet vermiştir. Mesela;





Türkelili Mevlâna Küçük Hüseyin Özdemir Efendiden dinledim.





Ali Haydar kuddise sırruhu’l-aziz Efendinin damadı Osman Nuri Efendi bana anlattı, dedi. “Babam dünyadan göçünce Mahmut Efendi bu görevi üstlenmek istedi. Çok şeyh aradı, sonunda Sivas’a İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerine gitmişti.” Olayın devamını Türkelili Mevlâna Küçük Hüseyin Efendi şöyle devam etti.





Misafirliğin usûlü bir gün gidiş, bir gün kalış ve bir gün dönüştür. Mahmut Efendinin Sivas’taki misafirliği üç günü geçince durumunu Efendi Hazretleri sormuş, O da;





“Efendi Hazretleri benim şeyhim Hakk’a yürüdü. Çok ihvanı var, sizden icâzet almaya geldim.” Efendi Hazretleri ise;





“Gardaşım! Senin şeyhin doğdu mu, doğurdu mu?” demiş.





“Bilemem Efendim” manasında hareket edince, Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Neyi biliyorsun?” demiş.





“Efendi Hazretleri sizi biliyorum” diye cevap verince Efendi Hazretleri uzun bir müddet rabıtada kaldı. Öyle bir uzun müddet sürdü ki, iki defa önüne içmesi için konulan çay soğudu. Üçüncü defa konulan çaydan sonra Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Size şeriât verildi. Seyr-i Sülûk tarikattadır.” Buyurarak Mahmut Efendi Hazretlerinin yolunu açmıştır.





C)        MENKABE[82] VE KERAMETLERİ





I-İntisabından önceki zamana ait menâkıbı





1- Seyyid Mustafa Hâkî kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, ihvanı ile sohbet ederken huzura giren İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Hazretlerine:





Hacı Aişe Hanım’ın oğlu musun?” Diye sorduklarında;





Evet Efendim!” Cevabı ile manevi kutlu doğum gerçekleşmiştir.





2- Efendi Hazretlerinin annesi bir gün ona dedi ki; 





“Oğlum İsmail mülkümüzü pay-mal ediyorlar sende hiç oralı olmuyorsun.”  Bende; 





“Ana kalanı bize yeter”  dedim.  Annem, 





“Hay oğlum Allah Teâlâ senden razı olsun Bende senden bunu beklerdim”  dedi. 





“Anam bir anadır,  bu oturduğunuz yer anam­dan kalmadır.  Baba mülküne hiç tenezzül etmedim,  etse idim halim ne olurdu.”





3- Efendi Hazretleri anlatmıştır.





Bendeki tarîkat ahvali etrafımdakiler tarafından âyan olunca,  o zamanlar yaşlı akrabalarımız beni sever ve meşgul olurlarmış. Bu çocuğun başına bir iş gelecek diye bana dayanamayıp;





“İsmail sen daha gençsin,  zaman nazik bırak şu tarîkat işlerini” dediler.  Bende onlara;





“Siz yiyip içmeyi bıraksanıza” dedim.





“Yiyip içmek bizim gıdamız” dediler.  Ben de;





“Bu da bizim gıdamız,  bu işi böyle bilip,  böyle inanmayan yola gidemez,  kuştan korkan darı ekmezmiş” dedim.





“Şimdi bakıyorum da bu gibi sözlerin yanımızda bir sinek kadar
değeri yok, Gardaşlarım”





  • Efendi Hazretleri talebelik dönemleri ile ilgili olarak şunları söylemiştir.




“Mektepte okurken hocam benim dersleri dinlemez, hep geçirirdi. Arkadaşlarım, dersi dinletmeden geçmeme hep şaşırırlardı. Hocam bir gün dayanamayıp, ‘İsmail Efendi dersleri uykusunda bile bize talim etmektedir’ buyurdu.”





II-Müridlik devresine ait menâkıbı





  1. Efendi Hazretleri anlattı ki;




“Gardaşlarım! Şeyhimi ziyaret etmiştim.  Şeyhim bana;





 “Oğlum İsmail kadın ve erkek ihvanlarımıza selam götür” dedi. O zamanlar birkaç erkek ihvan vardı. Kadın ihvan hiç yoktu.  Biz bunu sonra anladık ki;





“Gardaşlarım! Meğer onlar çekirdeğe baktıkları zaman,  çekirdekten yetişecek ağacın meyvesini görürlermiş,  meğer selam sizlere imiş.





Gardaşlarım! Zaten ezelde tanışmamış olsaydık burada buluş­mamız mümkün olmazdı. Şeyhimin irtihalinden sonra bu mukaddes vazifemiz, bize buyur­dukları cümleler içindeymiş.”





2-  Efendi Hazretleri anlattı ki;





“Çocukluktan beri üzerimde harika haller vardı.  Vücudum zikreder ben bunu fark ederdim.  Öyle bir hal aldı ki, artık rahat ede­miyordum.  Tuvalete dahi giderken ar ederdim.  Annem bu hale vakıf idi. Şeyh Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîze beni anlatmış.





“Arkadaşlar ile sohbet ederken bir gün Şeyhimizin yanına gidelim dediler ve gittik.  Arkadaşlar ile şeyhimin elini öptük.  Şeyhimin göğsünde Lâ İlâhe İlla’llâh yazılı idi ben onu görüyordum.  Zannediyordum ki, herkes bu yazıyı görüyor. Sonra arkadaşlara sordum ki, görmemişler.





“Vücudumun zikri öyle bir hal aldı ki, artık tuvalete dahi giderken ar ediyorum” [83] dedim.  Şeyhim;





“Bu hali Allah Teâlâ’nın izni ile senden alırız” dediler. 





Oradan Sivas’a döndük.  Şeyhime halimi arz ettikten sonra tuvalete girince zikrim durdu.  O an öyle bir korku geldi ki, acaba bir hata mı ettim diye, üzüldüm. Çıkınca zikrim devam edince dünyalar benim oldu.”





  • Mustafa Hâkî kuddise sırruhu’l aziz Efendi’nin İstanbul’a yerleşmesinin ardından Efendi Hazretleri de Sivas’a dönerek Duyunu Umumiye’de memuriyete başlamıştır.




Efendi Hazretleri son ziyaretini şöyle anlatmıştır.





“Şeyhim hastalanmıştı O’nu ziyarete gidecek mali durumumuz da yoktu.  Şeyhimin muhabbetine ayrılık ve hasret de eklenince İstanbul’a gidebilmek için çalıştığım yerden izin isteğinde bulunduk.





 “Biz kalb hastasıyız. İzin ver­ilmesini rica ediyoruz, diye bir dilekçe yazdık. Bu ilk dilekçemiz cevapsız kaldı. Kalb hastalığımız şiddetlendi, acilen dilekçemin sıraya konulması diye ikinci bir dilekçe daha yazdık ve ardından izin hakkı çıktı.”





İzin aldıktan sonra yol parası 12 lira gere­kiyordu. Validemi­zin koynundaki altınları 5 liraya bozdurduk.  6 lira da borç alıp yol hazırlığı yaptık. O zaman İstanbul’a gitmek için Samsun’dan gemiye binmek gerekiyordu. Sivas’tan Samsun’a kadar yayan yürüdük. Samsuna geldik. Gemide yer bulamadık.  Sonra kaptanın gönlünü yaptık hayvanlar bölümünde yolculuk yaptık.  “Ne yoruldum ve nede bulunduğum yerin kokusu beni rahatsız etti. O kadar hoş geldi ki, o zevk ile şeyhimi son kez ziyaret etmiş olduk.” [84] 





Sivas’ta Efendi Hazretlerinin ve Peşkircioğlu Nuri Efendi’nin de bulunduğu bir soh­bette, bir arkadaş Kerem’in şu türküsünü söylüyor.





Karadır kaşları eğmeli değil





El ele kol kola değmeli değil





Fırsat elde iken sarmadım yarı





Beni öldürmeli dövmeli değil





Nuri Efendi hem ağlıyor ve hem de itiraf ediyor,





“İsmail Efendi senin bana İstanbul’a ziyarete gidelim dediğin zaman vaktim de vardı, param da vardı. Zamanın kıymetini bilemedim. Gitmedim çok pişmanım. Siz o fırsatı ve zamanı kullandınız ve kazandı­nız” diyor. Efendi Hazretleri zaman zaman bu konu üzerinde çok durur ve buyu­rurlardı ki;





 “Giden zaman geri gelmez. İçinde bulunduğunuz zamanın kıymetini bilin ve bu günün işini de yarına bırakmayın”





4- Efendi Hazretleri anlatmıştır.





“Gardaşlarım! Ölmek varlığı bırakıp yokluğa ermektir. Yok, olacaksın ki, var olasın. Nefsini bilen Allah Teâlâ’yı bilir. Nefsini bilmeyen Allah Teâlâ’yı da bilemez. İnsan fani olursa Cenabı Allah o insanın konuşan dili, gören gözü, işi­ten kulağı olur.”





“Gardaşlarım! Şeyhim Mustafa Hâki Hazretleri ile ilk karşılaştığımda baktım ellerim onu eli (o zaman sakalım yoktu) sakalım onun sakalı olduğunu hissettim. Her halim şeyhim oldu. Şeyhinde fani olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde fani olur, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde fani olan Allah Teâlâ da fani olur.





III-Şeyhlik Devrine ait menâkıbı





1-Bir gün Efendi Hazretleri ihvanları ile caddede Bıçakçı İlyas adı ile bilinen esnafın dükkânının önünden geçerken, Bıçakçı İlyas onlara laf atmıştır.  Bıçakçı İlyas gece rüyasında bir sünnet merasiminde kendisinin sünnet olduğunu görmüştür. Ertesi gün yine onun dükkânı önünden geçerken, Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Geçmiş olsun” buyurmuş. Bu olay üzerine hatasını düzeltmiştir.





2-Kemal Öztürk’e anlatılan olay;





Sene 1948 de Sivas’a ziyarete gittik. İki arkadaş da Ada­na’dan gelmişti.  Birinin adı Mustafa idi. Bu arkadaş 5 sene başka bir kolda çalışmış ve acayip haller onu kaplamış ve çimen­lerin ve ağaçların zikrini duyar hale gelmişler. 





Şeyhine “ateşler içinde yanıyorum ve ben artık bu hale dayanamıyorum” demiş. O da “oğlum ikindiyi geç kıl” dermiş. Meğer kâmil olmayan mürşit bu hali alamazmış.  Fakat bu arkadaşın şeyhi dervişlerine;





“Bu akşam toplanalım” demiş. Akşam toplanmışlar. Şeyhleri;





  “Bize zuhur­at oldu derslerimizi değişeceğiz.  İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı TOPRAK Hazretlerine bağlanacağız.  Bütün dünya suyu oradan içiyor,  bütün tarîkatlar O’ndan feyz alıyor. O zat istediği zaman istediği tarîkatın kapısını kapatır.” Demiş.





Bu sırada Osmaniye’de Darendeli Hafız İbrahim var­dı.  Bu İhramcızâde Hazretlerinin ihvanı idi. Adana’ya gelip onlara yeni derslerini tarif ediyor. Mustafa’da birden acayip haller kayboluyor. Mustafa buna ilaveten,  





“Efendi Hazretleri ne yollardan geçirdi,  farkında olmadık” demiştir.





3-İhvanın biri emekli olmuş. Efendi kuddise sırruhu’l azize hizmet edeyim diye Sivas’a gitmiştir.  Uzun bir müddet hizmette bulunmuştur. Bir gün acaba yanımda ne kadar para kaldı diye kesesine bakmış parasının azaldığını görünce gönlü meşgul olmuş. Her zamanki gibi Ulu Cami’nin önünde Efendi Hazretleri için fayton tutmuş.  Vekaleye Efendi Hazretlerini götüreyim diye namazdan sonra beklemiş. Fakat namazda Efendi Hazretlerini gördüğü halde camii çıkışında bulamamış şaşırmış.  Dayanamayıp vekaleye dönmüş Bakmış ki, Efendi Hazretleri orada oturuyor. İhvanların yanına gelip oturmuş.





Biraz sonra Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Deveciden komşusu olan kapısını büyük açmalıdır.”  Deyince hizmet için rağbet eden ihvan durumun farkına varmıştır.  İzin alıp memleketine dönmüştür.





4- Mehmet Veli Şen’in kendisinden dinledim.





“Bir zaman havas ilmine rağbetim arttı.  O işlerle uğraşmaya başladım. İşi o kadar ilerlettim ki, odalar dolusubu işle ilgili kitap topladım. Efendi Hazretleri rüyama girdi.





“Gardaşım! Şen Mehmet, gel buraya” dedi.  Eline Allah lafzını yazdı. Sonra elifi sildi, 





“Buna ne derler”





“Li’llâh” dedim.  Lamı sildi.





“Bu ne”  dedi; 





“Lehû” dedim.  Yine lamı sildi.





“Bu ne” dedi. 





“Hû Allah’ın İsm-i Hass-ı Efendim” dedim.





“Gardaşım! Biz size Allah Teâlâ’yı öğretmeye çalışırken,  siz çamur katmaya çalışıyorsunuz.  Bu işleri bırak” dedi. Bu rüyanın tesiri ile bü­tün kitapları elimden çıkarıp o işleri bıraktım.”[85]





5- Kemal Öztürk’e anlatılan olay;





1953 yılında,  Çorapçı Hüseyin Efendi, Tokatlı Hulusi isminde bir adamla tanışır ve o adamı bizim yattığımız yere ge­tirir. Tokatlı Hulusi Sivas’ta askerlik yapmış, kendisi Kadiri Tarikine mensub imiş,  Bu hadiseyi ağzından aşağıdaki şekilde dinledik.





 “Bir gün çok ağladım. “Ya Rabbi mülkünde bu bîçareye sahip olacak bir kimsen yok mu?” Diye yalvardım.  Bu sıralarda Efendi Hazretleri, Sivas’ta Tekkeönü denilen yerde birkaç ihvan ile sohbet ederken, ihvanın birine işaret buyurmuş.





“Filan asker birlikte alay komutanın posta eri, adı Tokatlı Hulusi sol gözünde boz var git, onu al, buraya getir.”





İhvan bizim birliğe geliyor.  Herkesin yüzüne bakıyor,  benim yanıma gelince bana





“Tokatlı mısın? Adın Hulusi mi?” dedi. 





“Evet” dedim. 





“Seni Efendi Hazretleri çağırıyor.” İçimden;





“O zaman yaptığım dua kabul edildi” diye sevindim.  İzin alıp Efendi Hazretlerinin yanına gittik. Elini öptük ve oturmamızı emir buyurdular.  Sonra çay ikram edildi.  İçimden;





“Bana nasıl himmet edecek” diye düşünüyor­dum.  Orada bulunan Berber Bekir kulağıma eğilip;





“Kadiri bunu bitirebilirsen aferin sana” dedi.  Fakat ben ikinci bardağın yarısını içerken kendimden geçtim. Yığılıp kalmışım.  Sonra kendime geldiğimde Efendi Hazretleri yüzüme baktı ve tebessüm etti.  Bende o güne kadar olan darlık gitti.  Böyle bir olay ile İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Hazretlerine intisap ettim.”





6- Kemal Öztürk anlattı.





1949 senesi yönetimin tarîkat şeyhlerine tavırla baktığı zaman,  İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri hac için İstanbul’a gelip bir otele yerleşmişler.  Bir polis arkadaşımıza şu itirafta bulunmuş.





“Türkiye’nin dört bir tarafından adamlar geliyor dilimiz bağlandı ihbar edemiyoruz. Nasıl bir adam diye hayret ediyorum.” İtiraf ettiği adamın da O’nun ihvanı olduğunu fark edememiştir.





7- Koyun Hüseyin adlı bir ihvan, devamlı Efendim bana Hızır’ı gös­terse ne olur diye düşünürmüş.  Bir gün Ulu Camide namazdan sonra Hızır Direği  (Bu direk caminin sol tarafında baştan son sıranın ikinci direği) yanında Efendi Hazretleri bir adamla kucaklaşmışlar.  O onları gördüğü halde yanına gitmeyip edeben geri kalmış.  Sonra o adam kaybolmuş.  Efendi Hazretleri Koyun Hüseyin yanına gelip demiş ki;





“Koyun Hüseyin! Hızır,  Hızır di­yordun ya,  işte o adam Hızır’dı,  niye yanımıza gelip görüşmedin.” Koyun Hüseyin fırsatı kaçırdığı için çok üzülmüştür.





8-Efendi Hazretleri ihvanları ile Sivas’ta Kepenek Gözesinde sahra sohbetine çıkmış­lar.  Orada koyun otlatan bir çocuğu görüp çağırmış.





“Gardaşım!  Gel çay iç.”  Çay içerken; 





“Koyunların doyuyor mu?”





“Yok, amca yağmur yağmadı, ot yok;  koyunlar aç geliyor.”  Çocukta ağlama hali zuhur etmiştir.  Bunun üzerine Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Ağlama dua edelim, Allah Teâlâ yağ­mur verir.” Efendi Hazretleri dua ediyor ve oradaki ihvan âmin diyorlar. Dua daha bitmeden hava kararıp yağmur yağmaya başlıyor etrafı sel alıyor.





9- Başka bir kola mensub bir kişinin oğlu akıl hastası olmuş,  çok çarelere başvurmuş,  çare bulamamış. Ona;





 “Sivas’ta bir zat var,  çarene o derman olur,  bir de ona git” demişler.  Bu adam çaresizliğin verdiği acı ile Sivas’a gidi­yor.  Sivas’a gelince “Efendi Hazretleri nerede?” diye soruyor. Ulu Camii’nin adresini alıp,  camiye gidiyor, Abdesthanede abdest alırken Efendi Hazretleri onun yabancı olduğunu fark edip yanına varmış.





“Sen misafire benziyorsun,  hoş geldin” dedikten sonra  





“Bu arkadaşı alıp vekaleye götürün” diye ihvanlarına emir buyuruyor.  Vekâlede adam Efendi Hazretlerine derdini anlatıyor. Efendi Hazretleri bir süre murak­abeye dalıyor.  Başını kaldırıp;





 “Gardaşım! İki rahmetten biri”  diyor adam ise, cevap vermiyor.  Bu durum üç kez tekrarlanıyor.  Sonunda adam dayanamayıp; 





Peki, Efendim iki rahmetten bir tanesi” dediğinde Efendi Hazretlerinin gözü yaşlı bir halde;





“Gardaşım! Haydi, memleketine dön.”  Adam memleketine dönünce oğlunun öldüğü haberi ile karşılaş­mıştır.





10-Efendi Hazretlerinin bir evladı, başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatmıştır.





“Babam ile bir gün yolda giderken,  kalbimden geçti ki;





“Babacığım herkese himmet ediyorsun benim bazı kötü hallerim var bırakamıyorum.”   Efendi Hazretleri aniden durdu,  birden bana döndü. 





“Oğlum harç­lığın var mı?”  Ben cevap veremedim.  Ceketinden para çıkardı ve dedi ki;





 “Al bunu oğlum,  her şeyin bir zamanı var” dedi. 





Bir zaman sonra ben kötü hallerimi bırakıverdim.  Herkes hayret etti. Şimdi düşünüyorum ki,  eğer bu haller başımdan geçmeseydi, Efendi Hazretlerinden sonra çok sahte şeyhler türedi,  Beni de nefsim kandırıp daha ağır günaha sokarlardı,  Şimdi Allah Teâlâ’ya çok şükrediyorum.”





12- Efendi Hazretlerinin hanımı ihvanlara anlatmış.





“Kore ile harbe girdiğimiz zaman Efendi Hazretleri bana;





“Beni rahatsız etmeyin”  dedi.  Odaya girdi.  Uzun müddet geçti. İçimden; “Bakayım,  bir şey mi oldu” diye içeriye girdim kimse yok,  hayret ettim.  Bir müddet sonra Efendi Hazretleri odadan üstü başı dağınık çıktı ve





“Valide ben sana beni rahatsız etmeyin demedim mi? Sakın başkasına bu hali açma” dedi.





13-Hafız Hakkı Ürgüp[86] kuddise sırruhu’l-azîz bir gün sabah namazı vakti girmeden hamama gitmek ihtiyacı duymuş.  Hamama gitmiş.  Bakmış hamam kalabalık hayret etmiş ve “Bu saatte, bu kadar adam” demiş.





Yıkanırken yanındaki yıkananlar;





“Bu adama ilişelim mi?” Diğeri;





“Ne yapıyorsun onun şeyhi uyanık, canımıza okur” demiş.  Bu sözleri duyan Hakkı Hafız Efendi hamamdan alelacele çıkmış.  Sabah vekâleye gelince Efendi Hazretleri buyurdular ki;





“Gardaşım, biz de uyanık olmasa idik,  halin ne olurdu. Erken saatlerde hamama gitmeyin”





14-Bir gün Efendi Hazretleri abdest alırken Hacı Hasan Akyol Efendi, sabuna ihtiyaç olduğunu fark etmiş,  acele bir tane sabun yerine bir koli sabun getirmiş. Efendi Hazretleri bu davra­nışa memnun kalarak;





“Gardaşım! Sabunun bereketli olsun”  Hacı Hasan Akyol şeyhinin sözüne intisap ederek sabunları eve götürmüş.  Hanı­mı da eve biri hediye getirse, devamlı olarak ona karşılık bu sabunlardan ve­rirmiş.  Komşularından biri durumu fark etmiş. 





“Hanım senelerdir,  bu marka sabunu nereden buluyorsun?” demiş.  Hacı Hasan Akyol’un hanımı;





“Bizimki bir sabun getirdi, ondan veriyorum”  Komşuya halin aksettirilmesi bereketi ortadan kaldırmıştır.  Akşamleyin Hacı Hasan Akyol Efendi duruma vakıf olunca,





“Niye söyledin hanım, bu böyle daha çok giderdi” demişler.





15- Abdurrauf Açıkalın[87] dan dinledim.





“Bir gün o kadar geçim sıkıntısı beni daraltmıştı ki, isyan ediyor­dum.  Efendim benim dükkâna gelirken yolda Tenekeci Rahmi Usta’yı görmüş;





“Gel beraber şu taraftan gidelim” demiş.  O gün Tenekeci Rahmi Usta’nın üstü başı perişan bir vaziyette ve işleri durgun imiş. Benim marangoz dükkânın önüne gelince;





“Gel Abdurrauf’a uğrayalım” diye yanıma uğradılar. Ben normal bir ziyaret sandım.  Daha sonra Efendi Hazretleri ayrıldı ve gitti.  Rahmi Usta;





“Abdurrauf! Efendi Hazretleri beni niye buraya getirdi?” Diye sorunca, ben sorunun cevabını çok iyi biliyordum.  Halime şükrettim.”





16- 1941 yılında Kemal Toprak tren kazası geçirerek vefat etmiştir.  Bu kaza haberi Efendi Hazretlerine getirilince, ölünün halinin nasıl olduğunu kimse bilmez iken, bir çuval götürün oraya demiştir. Kimse bu sözü anlamayarak, çuval alıp götürmüşler.  Meğerki Kemal Toprak kaza sonucu param parça olmuştu. Kemal Toprak vefatından sonra Efendi Hazretleri şunları buyurmuştur.





“1939’da Erzincan’da deprem olmuştur.[88] Erzincanlı birisi bize misafir oldu.  Fakat arada bir ağlıyordu.  Biz;





“Gardaşım! Neyin var” dedik. 





“Depremde çocuklarımı kaybettim”  Bizde ona;





“Gardaşım! Sabret” dedik.  O an gönlüme geldi ki;





“Ey İsmail, bu iş senin başına geldi mi ki, sen ona sabrettin.” Yıllarca bu sözümüz bana yük oldu. 





“Oğlumun vefatında Allah Teâlâ, bana bu sabrı ver­diği için şükrediyorum.”





17- Bir gün ihvanlar hal bozukluğu içinde;





“Efendi biz olmasak hatmini kime okutacak,  biz olmasak o ne yapacak” diye söylenmişler. Bu hale vakıf olan İhramcızâde Efendi Hazretleri sohbet esnasında ihvanlara demiştir ki;





“Biz,  Ermeni Kirkor’a (sohbete o gün gelmiş olan) bile okuturuz.  Oda olmazsa küplere bile batınını okuturuz, bir ihvan şeyhsiz,  şeyh de ihvansız olmaz.”





18- Sivas’ta Soğuk Çermik adlı bir kaplıca vardır.  Yazları Efendi Hazretlerinin kaplıcaya gitmek adetleri idi.  Bir seferinde Şen Veli hizmet için yanlarına gitmiş.  Efendi Hazretlerine hizmet için çadırını yanına kurmuştur. Şen Veli diyor ki;





“Efendi Hazretlerinin istirahat için geldiği kaplıcadabir gece yatağa uzandığını görmedim.  Akşamdan sabaha kadar hep huzurda oturuyordu. Ben hayretler içinde kalırdım.”





 Efendi Hazretleri bir sohbetimizde buyurdular ki;





“Gardaşım yer bize şikâyet ediyor.  Na-ehiller üzerimizde şer amel işliyorlar.”





Şen Veli diyor ki; “Anladım ki, Efendi Hazretleri kendilerini istirahat yerine, yeryüzünün sıkıntısı ile meşgul oluyormuş.”





19- Bir çeşmenin yapımı için kadının biri Efendi Hazretlerine para vermiştir.  Yapımın sonunda kadın kitabeye adını yazdırmak istemiştir. Bu duruma karşı;





“Biz yaptığımız işlere adımızı yazmayız” diye razı olmamıştır.





20- Efendi Hazretlerinin bir avukat kiracısı varmış.  Bu kişi Efendi Hazretlerine çok eziyet etmiştir.  Fakat Efendi Hazretleri onu sohbetinde kötü yerine  “şu yönü çok iyidir” diye anlatmıştır.  Sohbetten çıkan ihvanlar Efendi Hazretlerinin torununun,birini kötülediğini duyuyorlar.  Birbirlerine soruyorlar.  “Bu kimi kötülüyor” Bilenler biraz önce;





 “Efendi Hazretlerinin övdüğü kişiyi”demişler.





21- Mehmet Ali adlı ihvandan dinledim.





“Bir gün camiye Efendi Hazretleri ile gittik. Abdest tazeleme ihtiyacı oldu. Efendi Hazretleri kademhaneye gidince ceketini duvara astı. Bende dışarıda bekliyordum. Aklıma geldiki, belki Efendi Hazretlerinin cebinde para vardır, kimse almasın diye kontrol ettim. Bir şey olmayınca rahatladım. Efendi Hazretleri abdestini aldı ve dışarı çıkınca biri acele olarak yanına geldi. “Efendi Hazretleri şu kadar paraya ihtiyacım var.”  Diye ısrarla para istedi. Efendi Hazretleri ise;





“Gardaşım, sonra versek olmaz mı?” diye defalarca tekrar etti ise, de adam ısrar edince, Efendi Hazretleri elini ceketin cebine sokarak adamın istediği parayı verdi. Paralar yeni darphaneden çıkmış banknotlardı. Bende hayret ettim.”





22- Nurettin Doğan, Efendi Hazretlerinin Hakk’a yürümesinden sonra o kadar üzülüp ağlamış ki,  artık bitkin bir hale düşmüş.





Bir gün Efendi Hazretleri manen zuhur ederek buyurdular ki;





“Gardaşım! Biz öldük mü ki, ağlıyorsun, üzülme”





23- Hacı Hasan Akyol Efendi, hanımı ile 45 sene evliliğinde bir huzur bulamamış artık şikâyet için Efendi Hazretlerine gelip şikâyet etmiş.





“Efendim 45 senedir ben sağa gitti isem, o sola gitti bir huzurum yok” demiş. Efendi Hazretleri;





“Gardaşım!  Bizde senelerdir aynı haldeyiz.”  Dediğinde Hacı Hasan Akyol şikâyetinden vazgeçmiştir.[89]





24- Efendi Hazretleri, kızdan torunu Sakine Hanım’ın düğününde damadın fakirliğini ve düğündeki garipliği görünce buyurdu ki; 





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin düğünü gibi”





25- Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde anlatmıştır.





“Cibril-i Emin hazretleri Cenâb’ı Hakk’a ilti­ca ediyor,





“Yarabbi müsaade et de, Senin şu âlemlerini ben bir dolaşayım” diyor. Cenâb’ı Hakk;





“Ettim, Ya Cibril-i Emin” diye buyurması üzerine Cibril-i Emin epeyce bir zaman dolaştıktan sonra;





“Aman Yarabbi ben hata etmişim. Senin âlemlerin dolaşılmakla bitmezmiş” diyor. Allah’ü Zül-celal Hazretleri;





“Ya Cibril-i Emin, filan yerde piri fani bir kulum var. Ona git, şu anda Cibril-i Emin nerede diye sor” diyor. Cibril-i Emin denilen ye­re varıyor. O zatı muhteremi buluyor,





“Senden bir şey soracağım” diyor. O zatta;





“Sor baka­lım. Ne soracaksın” dediğinde;





“Cibril-i Emin nerededir?” diyor. Mübarek Zat’ı muhte­rem şöyle bir rabıta ediyor, bir an kadar durduktan sonra başını kaldırıyor;





“Bütün âlemleri dolaştım, hiçbir yerde yoktu. Cibril-i Emin sen olsan gerektir” diyor. Bu sefer Cibril-i Emin Cenâb’ı Hakka dönüyor,





“Aman Yarabbi bundaki hikmet ne? Nasıl oldu bu iş” Allah Teâlâ;





“Ya Cibril-i Emin onu da ondan sor” diyor. Bu sefer dönüp;





“Evet, Cibril-i Emin benim, her şey sana malûm. O zaman nasıl oldu bu iş” demesi üzerine, o zatta buyurdu ki;





“Ya Cibril-i Emin! Sen Allah’ü Azim’üşşana Âlemlerini dolaşayım dedin. Kendi arzu ve isteğinle dolaştın. Muvaffak olamadın”





“Biz ise, hin-i sebâvetimden beri kendi ar­zumla hiç hareket etmedim. Biz işi oraya havale ettik. Bilen de O’dur, bildiren de O’dur. Hepsi O’dur. Ya Cibril-i Emin”





“Bunu bilen bir kul imiş. O’da biz imişiz. Gardaşlarım”





 26- Efendi Hazretleri son eşi olan Hafız Hanım’ın gözleri görmediğinden ve Si­vas’ta tedavisi mümkün olmadığından tedavi ettirmek üzere Ankara’ya götürmüştür. Göz doktorlarının yaptığı araştırma sonucu Hafız Hanım’ın gözlerinin açılması­nın mümkün olmadığı anlaşılmış. Fakat göz doktoru;





“Efendi sizin gözlerinizin de te­daviye ihtiyacı var” diyerek yaptığı muayenede her iki gözünün de katarakt hastalığından tamamen kapanmış olduğunu görerek, hayretle;





“Efendi siz bu gözlerle nasıl yola gidiyorsunuz?” diyerek hayretini belirtmiş ve derhal gerekli işlemler yapılarak ameliyat edilmiştir.





O zaman yapılan ameliyattan sonra yirmi dört saat sırtüstü ve yastıksız hiçbir tarafa dön­meden yatması neticesinde Sivas’a dönüşlerinde buyurdu ki;





“Gardaşlarım! Biz dervişliği yirmi dört saat sırtüstü hareketsiz yattığımızda öğrendik. Çünkü o da dervişlik gibi sabrı ge­rektiren bir iştir”





27- Tren yoluyla Sivas’a gelip Sivas’tan da aktarmalı olarak doğuya gidecek olan bir şahıs yolda parasını çaldırır. Para yardımı için Sivas’a gelir. Fakat her yerlerden olumsuz cevap alır. Birisinin ona;





“Burada İhramcıoğlu Hacı İsmail Efendi diye birisi var. Onu bulursan sa­na yardım eder” demesi üzerine Paşa Cami önünde Efendi Hazretlerinin adresini sorduğu kimselerde gerekli ilgiyi göstermezler. Bu arada Efendi Hazretleri vekalede birisine buyurur ki;





Al Gardaşım, şu parayı. Bizi arayan ve halen Paşa Cami önünde bulunan parasını çal­dırmış bir kişiye ver”





Parayı alan ihvan gelip, Paşa Cami önünde çaresizlik içinde olan kişiyi görüp, ona ne yaptığını sorar. O adam da başından geçeni anlatır ve burada İh­ramcıoğlu Hacı İsmail Efendi diye bir zatı aradığını ve ondan yol parası isteyeceğini söylemesi üzerine;





“Al Gardaşım, şu parayı. Bu parayı sana İhramcıoğlu Hacı İsmail Efendi gönderdi” deyip teslim eder.





28- Efendi Hazretlerinin hizmetine bakan İsmail Kılıçarslan başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır.





“Bir sabah kalktım. Vekâleden devlethaneye fayton götürmek için gidiyordum, boğazımda ceviz gibi de bir şey çıkmıştı.  Hükümet meydanından bir fayton buldum. Devlethanenin kapısına getirdim, bekledim. Mübarek Efendi Hazretleri çıktı­lar. Mahalle camisine gittik. Sabah namazından sonra işrâk namazına kadar kaldık. İşrâk namazından sonra faytonla devlethaneye geldik. Fakat boğazımdaki şey duruyor.  Efendi Hazretlerine bakıyorum. Fakat Efendi Hazretleri de hiç bir şey söylemiyordu. Kuşluk zamanı vekâleye geldik. Gönlümden geçti ki;





“Efendim benim bu hastalığıma hiçbir şey demedi. Şimdi İsmail bir şey söyle derse ben ne yaparım.”





O arada Efendi Hazretleri bana bakarak sağ elini yu­kardan aşağı salladı. O boğazımdaki lokma gibi şey yutkununca gitti. O zaman buyurdular
ki, “De, Gardaşım! Şimdi bir şey oku da dinleyelim”





29- Sivas Meyve fidanlığı baş bahçıvanı iken fidanlığın kaldırılması ile Belediye baş bahçıvanlığına geçen Hasan Sanal oradaki bahçıvanların gereği kadar çalışmalarını istemesi üzerine, çalışmaktan pek hoşlanmayan birisi Askerlik şubesinde vazifeli olan arkadaşına durumu anlatınca, O da Hasan Sanal’a bir kötülük yapmak ister. Bu maksatla askerlik kaydını saklar ve onun bir asker kaçağı olduğu ihbarında bulunur. Şubeye çağrılan Hasan Sanal askerliğini yaptığını belirtecek bir vesika ibraz edemediği için Hasan Sanal’ı askere sevk etmek istemeleri üzerine durumu telefonla Belediye Başkanı Rahmi Günay’a bildirir. Rahmi Günay’da askerliğini yaptığını isbat edebilmesi için süre verilmesini ister, Hasan Sanal askerlik yaptığı kıtanın lağvedildiğini ve evraklarının da Selimiye Kışlasındaki arşive gönderildiğini öğrendiğinden evinden çıkıp istasyona giderken hükümet meydanında Efendi Hazretleri ile karşılaşır. Gösterdiği saygı sonucu Efendi Hazretlerinin;





“Nereye gidiyorsun” sorusuna karşılık Hasan Efendi durumunu anlatır.  Efendi Hazretleri de;





“Haydi, Gardaşım! Seni de işini de Allah’ü Âzim’üşşana havale ettik. Git inşâllah iyi olur” der. Hasan Sanal Selimiye kışlasına gidip oranın yetkilisi olan Albay’ın karşısına çıkar. Albay durumunu sorar. Sorusuna karşılık,





“Albayım ben askerliğimi falan yılda falan yerde yaptım. Askerlik komutanım da üsteğmen filandır” deyince Albay zile basar ve gelen as­kere;





“Oğlum arşive gidip bu Efendi’nin askerlik kaydını arayın” der. Arşive indiklerinde evrakların birçoğunun çuvallara doldurulmuş ve yığılmış olduğunu ve bir kısmının da raflarda olduğunu görür. Onun şaşırdığını görünce asker;





“Kardeşim daha en az bunun kadar da SEKA’ya gönderildi. Sen yaşlısın şu yerdeki çuvallara bak. Ben de çıkıp şu raflara bakayım” der. Beş on tane dosyaya baktıktan sonra bir dosyaya bakıp;





“Hasan Sanal sen misin?” Dosyayı alıp yukarı çıkarlar. Albay;





 “Oğlum ben senin bölük komutanın filanım. Sen beni tanımadın, ama ben seni tanıdım. Zaten senin evraklarının bulun­ması pek mümkün değildi. Fakat seni bir ümitle arşive gönderdim. O arşivden senin dosyanın böyle temiz olarak ve çok kısa zamanda bulunması bir mucize” deyip gere­ken evrakı Hasan Sanal’a verir. Hasan Sanal’da Sivas’a gelip şubedeki işlerini bitirdikten sonra doğruca Efendi Hazretlerinin yanına gelip;





 “Efendi Hazretleri, beni de evlatlığa kabul et” diye­rek tarîkata intisap eder.





29- İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır.





Sivas Devlet Hastanesine yeni tayin edilmiş olan bir Dâhiliye Doktoru Ahmed Ke­mal Köksal Efendi Hazretlerini evine davet ediyor.  Efendi Hazretleri, Sırrı Su, Avni Bey ve Öğretmen Ahmed Bey’i de yanına alarak ziyarete gidiyorlar. Dr. Ahmed Bey’in hanımı gayet açık giyin­miş olarak hiç çekinmeden Efendi Hazretlerinin karşısına çıkıp;





“Efendim ben hayatımda oruç tut­madım, Namaz kılmadım ne yapmam lazım?” dedi.  Efendi Hazretleri buyuruyor ki;





“Keffâret belki zor gelir. Oruç tutmadığınız günleri hesaplar, bugünkü rayiç bedelden fıtır sadakası verirsi­niz. Hiç ara vermeden 60 günde oruç tutarsınız ve namaza da başlarsınız, tövbe is­tiğfar edersiniz. Allah’ı Azim’üşşanın rahmeti çoktur. Tövbe edeni Allah Teâlâ sever ve af eder”





Saime Hanım söylenileni yapar ve kapanır. Efendi Hazretlerine en teslimiyetli ve en iyi talebesi olur. Öyle ki, Ahmed Bey’in Cidde’de vazife gördüğü zaman içerisinde hacca gitmiş bulunan Efendi Hazretleri için öğle ve akşam yemeklerini Cidde’de [90] pişirip sıca­ğı ile Mekke’de Efendi Hazretlerine yetiştirir. Bu hal o hac sırasında her gün vuku bulur. Bir gün Sivas’ta bir sebeple Saime hanımdan bahsedince Efendi Hazretleri buyurdular;





“Canım Saime Hanım da, Saime Hanım”





30-Bir gün adamın biri Efendi Hazretlerini ziyarete gelir. Adam birçok mevzular hak­kında uzun uzadıya konuşur. Efendi Hazretleri hiçbiri hakkında fikir beyan etmez. Adam konuştuklarını bitirir;





“Efendi özür dilerim, çok konuştuk. Galiba başınızı ağrıttık” de­mesi üzerine,  Efendi Hazretleri buyururlar ki;





“Gardaşım dinlemedik ki, başımız ağrısın”





31- Efendi Hazretlerinin huzuruna bir delikanlı gelip ders almak istediğini beyan ve arz eder. Efendi Hazretleri sorar ki;





“Hiç âşık oldun mu?” Genç susar. Yine sorar;





“Gardaşım! Hiç bir kıza veya herhangi birine âşık olmadın mı?” delikanlının sükûtu üzerine Efendi Hazretleri;





“Zahir aşk insanı ilahi aşka götürür” buyurduktan sonra,





“Gardaşım! Git, âşık ol, ondan sonra gel” demiştir. [91]





32- İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır.





“Sene 1945 yılından evvel idi. Bir Cuma günü, cuma namazından sonra eve gittik. Evde­kiler de hamama gitmişlerdi. Efendim Hazretleri,





“Gardaşım! Semaveri yak ta, bir çay içelim” buyur­maları üzerine, bir kova (20 litre) su alan semaveri doldurup yaktım. Çayı demledim. Kömürün mor alevi geçtikten sonra semaveri büyük odada Efendimin minderine yakın bir yere koy­dum. Efendim dolaptan bir kitap işaret etti, kitabı da getirip rahlesine koydum. Sonradan an­ladım ki, bu kitap Hafız Divanı imiş. Efendim kitaptan okuyup anlatırken bende boşalan bar­dağımızı dolduruyordum. Semaverden çaydanlığa su almak için musluğunu çevirdiğimde bir iki damla su aktıktan sonra kesildi. Musluğun önüne kireç geldiğini zannettim. Semaverin üst kapağını açtığımda su kalmadığını gördüm. Bu hali gören Efendim cebinden saati çıkarıp bakarak,





“Gardaşım! Kerahet vakti gelmiş. Biz ikindi namazını da kılamadık” dedikten sonra buyur­dular ki,





“Gardaşım! Namazın kazası olur, lakin sohbetin kazası olmaz.”





33- İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır.





“Kepeneğin Gözü’ne sahraya gittiğimizde ikindi namazından sonra Kemal Ağabeyim gelip kamyonu ile ihvanı götürürdü. Biz ise, Efendimle beraber seyran tepesinden yaya ola­rak şehre dönerdik. Efendim, yüksek sesle Evrad-Bahaiyye’yi okurdu. Bazı yerlerinde du­rur, sağına ve soluna,





“Ha mim, Ha mim” dedikçe sanki etraftaki dağlar ona cevap veriyordu. Efendi Hazretleri buyururlardı ki;[92]





“Geçmiş zaman olur ki, hayali, cihan değer”





İşte bizde geçmiş o zamanı düşünüp geçmiş zamanın hayalinin cihana değdiğini anlıyoruz.”





34- 1950’li yıllarda, Osmaniye’den Fatey Bacı namında ihtiyar bir ihvan Efendi Hazretlerini ziyarete gelir. Ziyaret dönüşünde trenle giderken su ihtiyacı duyar. Fakat kimse kendisine su vermez. Her hangi bir istasyonda da inip su içecek gücü olmadığından zor durumda kalan Fatey Bacı,





“Yetiş ya şeyhim yanıyorum” feryadı üzerine, trende Po­zantı istasyonuna gelmiştir. Tren durduğunda Efendi Hazretleri pencereden bir top kar uzata­rak derki;





“Al Fatey Bacı, al.”





35- Efendi Hazretlerinin ilim sahibi bir ihvanı dermiş ki;





Canım, şeyhin kapısında köpek bulu­nur mu?”





Bu sözü müteakip hatim gününde hatim okumak için ihvan toplanırken, devlethane avlu­sunda hizmette bulunan Perişan isimli köpek gelenlere bir şey demez. Fakat “şeyhin kapısında köpek bulunur mu?” diyen ihvan kapıya geldiğinde Perişan hücum eder ve o ihvanı avludan dışarı çıkarır. Hatim bitene kadar o ihvanın içeri girmesine mani olmuştur.





36- İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır.





“Bir gün Efendim ile ikindi namazından sonra faytona binip eve geldik.  Efendi Hazretleri faytoncuya ücret ödemek için ceplerini arayıp para olmadığını görünce;





“Gardaşım! Şu faytoncunun parasını ver” diye emretme­leri üzerine, Efendim faytoncuya her zaman beş lira verdiğinden ben de cebimde bulunan beş lirayı faytoncuya verdim. Zaten beş lira param vardı.





Yukarı büyük odaya çık­tık. Akşam vakti yaklaşıncaya kadar beraber oturduk. Akşam yaklaşınca gitmek için izin is­tedim, sırtımı çevirmeden kapıya doğru giderken Efendi Hazretleri buyurdu ki,





“Gardaşım! Senin harçlığında yok. Dur sana bir harçlık vereyim”





Elini koyun cebine atıp çıkardığı yüz lirayı harçlık olarak verdiler. Faytoncuya verecek parası yokken çıkardığı bu yüz lira elbette ki, kerametin ta kendisidir.”





37- Efendi Hazretlerinin Çerkez olan bir ihvanına, yine Çerkez olan bir hoca;





“Canım, siz bu İsmail Efendi de ne buldunuz? Aslında O, cahilin birisi” demiş, o ih­vanda;





“Yok, canım, benim şeyhim çok büyük ilim sahibidir” şeklinde müdafaa da bulununca, Hoca da;





“Gel beraber gidelim. O senin şeyhini bir imtihan edeyim de ih­vanlar arasında nasıl rezil olduğunu gözlerinle gör” diyerek vekaleye giderler.





Hoca, Kur’an-ı Kerim’in tefsiri zor olan bir ayetini sormayı kararlaştırır. Vekaleye girip oturdukla­rında, Efendi Hazretleri orada bulunan bir hafıza;





“Kur’an-ı Kerim’in falan suresinin, falan ayetini” oku der. Hafız da hocanın sormayı düşündüğü ayet olan bu ayeti okur. Efendi Hazretleri bu ayetin tefsirini yapar ve buyurur ki,





“Bu ayetin daha geniş bir tefsiri daha yapılabilir”





Daha geniş bir tefsir yaptıktan sonra,





“Canım, bu ayetin tefsiri için bundan daha genişi yapılabilir” diyerek çok geniş ve anlamlı bir tefsire başlar.





Efendi Hazretlerini imtihan için oraya gelen hoca beraberce geldiği ihvana Çerkezce,





“Bana bir hal oldu. Herhalde hastalanıyorum” demesi üzerine Efendi Hazretleri, Çerkezce buyurdu ki;





“Hoca, iyi olursun inşâllah”





Hoca, bera­ber geldiği ihvanla vekaleden çıktıklarında demiş ki,





“Canım, sizin bu şeyhiniz çok bilgili bir zat­mış. Baksanıza bizim lisanımızı dahi biliyor.” Böylece ihvanın haklı olduğunu kabul eder.





38- Efendi Hazretleri telgrafçı Sırrı Efendi’nin Kaleboynu mahallesindeki evinde hatim ve sohbet sonucu gece geç vakit ayrıldığında yolda sarhoş birisine rastlar. Sarhoşun edep­le bir kenara çekilip Efendi Hazretlerine hürmet göstermesi üzerine, Efendi Hazretleri;





“Haydi, Gardaşım! Allah Teâlâ ikrahını versin” demesi üzerine evine gelen Rıfat Bey, annesine ve karısına hitaben,





“Çabuk bana bir su ısıtın. Gusül abdesti yapacağım. Filan filanı da çağırın ki, onlar da şahit olsun. Ben bu içkiyi bırakacağım” dediğinde, validesi;





“Rıfat oğlum! Bu senin kaçıncı tevben” dediğinde,





“Anne bu sefer ki, tevbem başka” diyerek, gusül abdestini alır. Şahit olmalarını istedikleri şahıslar da geldiklerinde onların huzurunda bir daha içki içmeyeceğine tevbe eder. Önceden meyhanelerde geçirdiği zamanlarını artık camilerde geçirmeye başlar. Daha sonra hacca gider. Ondan sonra da annesi Şerife Hanım’ı ve daha sonra eşini hacca götürür. Bu suretle Efendi Hazretlerinin himmetleri sayesinde dini bütün bir müslüman olarak yaşamını devam ettirmiştir.





39-Efendi Hazretlerinin Ökkeş adlı ihvanı, rafizinin biri imtihana tabi tutmuştur. Soruları sorarken sorduğu bir soru karşısında Ökkeş duraklamıştır.





Soru: “Geğirince abdest bozulmuyor da, gaz yapınca niye abdest bozuluyor. Bu inancınız bence sakat bir inanç”





Ökkeş adlı ihvanı, bu soru daraltınca hemen Efendi Hazretlerine rabıta etmiştir.





“Efendi Hazretleri, ne cevap vereyim” demiştir.  Efendi Hazretleri buyurmuştur ki;





“Ökkeş Gardaşım! O ilmi cevaptan anlamaz, arkanı dön ona bir gaz çıkar, o ancak anlar farkını”





40- Efendi Hazretleri, bir kaç ihvanıyla beraber bir köye gidiyorlar. Akşam o köyde kalmaları mecburiyeti hâsıl olur. Kalacakları köy odası tek oda halinde olduğundan, Efendi Hazretleri ve ihvanın bir odada yatmaları mecburiyeti ortaya çıkıyor. İhvanlar arasında ve tarîkata yeni intisap etmiş Osmaniyeli Hüseyin adında biri;





“Canım şeyhimde bizim gibi yiyor, içiyor, oturuyor, kalkıyor. İşte şimdi bizim gibi yatıyor”





“Dur ba­kalım ne yapacak, şöyle yorganın altından gözetleyeyim” diye düşünürken uyuyup kalıyor. Bu arada su­ratına gelen bir şamarla uyanıyor, bakıyor ki, Efendi Hazretleri namaz kılıyor. Namazın biti­mine kadar bekliyor. Namaz bitiminden sonra gidip ayaklarına kapanıyor. Efendi Hazretleri buyuruyor ki;





 “Gardaşım! Hüseyin, insan dışarıda halk ile içerde Hakk ile olmalıdır”





41- Efendi Hazretleri Tekkeönü’nde öğle namazını kıldıktan, sonra iki kişi gelerek;





“Efendi Hazretleri, biz Hızır aleyhisselâmı görmek istiyoruz. Onu bize gösterir misiniz?” diye sordular. Efendi Hazretleri sükût etti. Yerine oturduktan sonra,





“Efendim Hızır aleyhisselâmı göste­recektiniz” diye ısrar ettiler.Efendi Hazretleri;





“Peki, Gardaşım” diye buyurdular ve gözlerini yumdular. 3–5 dakika sonra yoldan bir kişi geldi. Efendi Hazretlerinin karşısına dikildi. Selamlaştılar, hal ve hatır sorduktan sonra Efendi Hazretleri;





“Gardaşım, öğle namazını nerede kıldınız?” Oda,





“Efendim Mekke-i Mükerreme’de kıldım” diye cevap verince Efendi Hazretleri;





“Allah kabul etsin” dediler. O,





“Âmin” dedikten sonra, zat müsaade istedi. Efendi Hazretleri de;





“Güle güle git gardaşım” buyurdular. Aradan bir zaman geçtikten sonra tekrar;





 “Efendim Hızır aleyhisselâmı gösterecektiniz” deyince, Efendi Hazretleri iki elini dizleri­nin üzerine koyarak, bir ah çekti ve buyurdu ki;





“Gardaşlarım! Biz öğle namazını kılalı yarım saat oldu. Bir adam öğlen namazını Mekke-i Mükerreme’de kılar da, yarım saat sonra burada olursa, bu Hızır aleyhisselam olmaz da kim olur” [93]





42-Karabük’te fakir fakat gönlü çok zengin Hatice Hanım isminde çok değerli bir ihvan varmış. Efendi Hazretlerinin, Karabük’e geleceğini duymuş. Bir yandan çok sevinmiş, bir yandan da içi burkulmuştur. Bu kadın çok güzel bir tarhana çorbası yaparmış. Ancak maddi durumu müsait olmadığından dolayı, yaptığı tarhana çorbasının yağı ve tuzu az olurmuş. İçinden gözyaşı dökerek;





“Canım Efendim, bizim gibi fakirin çorbasını ne yapsın” söylenmiştir.





Efendi Hazretleri, Karabük’e varıp, bir eve misafir olunca buyurmuş ki,





“Gardaşım! canımız­da yağsız, tuzsuz bir tarhana çorbası çekti”





Hatice Hanım’ı tanıyanlar hemen koşa koşa yanına giderler ve yağsız, tuzsuz bir tarhana çorbası yapmasını isterler. O da çok sevinir. Hemen yaptığı tarhana çorbasını büyük bir sevinçle Efendi Hazretlerine götürür.





43- Tenekeci Rahmi Usta, Meydan Camii karşısında bulunan dükkânının önünde Şemsi Sivasî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine [94] karşı ayak ayaküstüne oturup, elinde sigara tüttürürken Efendi Hazretleri dükkâna gelmiş. Rahmi Usta o anda bulunduğu halin utancıyla açtığı radyoyu kapamış ve elindeki sigarayı atmış.   Efendi Hazretleri;





“Gardaşım Rahmi, nasılsın?” Diyerek iskemleye oturmuş ve buyurmuş ki;





“Sana bir hikâye anlatayım da dinle. Bir gün sahipleri tarafından deve ile merkep zayıfla­dıklarından dolayı sahraya terk edildiler.  Bu iki hayvan azatlığın verdiği fırsatla semirdiler. Fakat merkep devamlı surette zevkten anırmak istiyordu. Deve de mani olmaya çalışıyordu. Deve;





“Yapma ne olur, eski hayatımıza döneriz” demişse de merkep anırmıştır.





 Oradan geçenler bunları tutup yeniden yüke vurmuşlar. Sonunda merkep vurulan yükün ağırlığı ve hamlığı ile bir uçuruma yuvarlamıştır.” 





Hikâyeden sonra Efendi Hazretleri iskemleden kalkıp, gitmiştir.





44- İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır.





Zamanın Sivas Müftüsü, Müftü İbrahim Efendi sağlığı sırasında devamlı Efendi Hazretlerinin aleyhinde bulunmuş ve bir gün hastalanıp yatağa düşmüştür. Yanından devamlı bulunanlar­dan hiç kimse, ziyaretine gelmemiştir.





Bir cuma günü cuma namazından sonra Efendi Hazretleri, “Oğlum Kâzım, Müf­tü İbrahim Efendi hasta imiş, onun ziyaretine gidelim. Şuradan bana bir zarf bul” bu­yurdular. Zarfı bulup getirdiğimde içine beş yüz lira koyup kapadı. (Tabi bu o zamanın beş yüz lirası.) Ayrıca meyve aldık, evine gittik. Edeben hastanın ziyaretinde bulunacak kadar kaldıktan sonra çıkarken, o para konulan zarfı, İbrahim Efendi’nin yastığının altına koydular. Bu ziyaretleri bir kaç defa vuku buldu. Bir gün ziyaretine giden emekli müftü Mevlüt Sarıoğlu’na,





“Canım, biz Efendi Hazretlerini yanlış tanımışız. Efendi Hazretleri çok büyük in­san imiş debiz bilememişiz” demiştir. Bizzat bu durum ihvana Müftü Mevlüt Efendi tarafından açıklanmıştır.





45- Efendi Hazretleri, Gürün’e teşriflerinde Hüsnü dayının evinde misafir olurlar. Orada beraber kalan misafirler ve ev sahibi sabah namazına kalkamıyorlar. İşrak vakti uyanan Efendi Hazretleri ve cemaat pürneşe abdest alıyorlar ve buyuruyorlar ki;





“Gardaşlarım! Elhamdülillah, Cenâb-ı Hakk bize bugün bir sünneti daha nasip etti. Çünkü Rasûlüllah bir sefer dönüşünde Bilâl-ı Habeşi’ye emir buyuruyorlar ki, bütün sahabe yorgun, biz de yorgunuz. Sen uyuma bizi namaza kaldır. Gayrı ihtiyari Bilâl-ı Habeşi de uyuyor ve o gün Rasûlüllah ve ashabı sabah namazını işrak vaktinde kılı­yorlar”[95]





46-Efendi Hazretlerinin komşusu olan Makbule Hanım emekli aylığını alıp eve gelir­ken yolda düşürür. Bu duruma çok üzülen Makbule Hanım evlerinin bahçesinde ağlayarak durumu çocuklarına anlatır. Namaza camiye giderken oradan geçen Efendi Hazretleri, duru­ma muttali olur. Makbule Hanım’ı çağırıp,





“Kızım al şu parayı harca. Üzülme paran da bulunacak inşâ’allah” der. Bir müddet sonra hakikâten Makbule Hanım’ın parası bulunur.





47- Bıçakçı Hulusi Argut anlatmıştır.





“ 1955 senesi idi. Vakıflar idaresi bizim kira ile oturduğumuz dükkânları satıyordu. 14 metrekarelik bu dükkânı açık artırmaya girerek alabilecek durumda değildim. İhvan olan annemle beraber Efendi Hazretlerinin Taşlısokak’taki evine gittik. Ben durumu arz ettim. Efendi Hazretleri buyurdu ki;





“Gardaşım! Hulusi o dükkânı sana aldık. Açık artırmaya gir. İnşâallah alırsın” Açık artırmaya giren 300 kişi arasında dükkân ihalesi bizde kaldı.





48-Bıçakçı Hulusi Argut anlatmıştır.





“ 1948 senesinde raşitizm ve romatizmadan rahatsızdım. Geçen sekiz yıl içerisinde iğne ve ilaçlar bir fayda vermedi. Hastalığın verdiği sıkıntılarla terleye terleye çok kirlenmiştim. Yıkanmak ihtiyacında olduğum halde babam işleri sebebi ile benimle ilgilenemiyordu, annemin ise, bir leğen içerisinde beni yıkamaya gücü yetmiyordu. Bu arada Efendi Hazretleri hatırıma geldi;





“Benim bu halimle kimse ilgilenmiyor. Efendi Hazretlerinin de mi haberi yok” diye düşünürken kapı çalındı. Annem kapıyı açtı. Efendi Hazretleri teşrif ettiler. Anneme;





“Şerife hatun, Hulusi’yi hazırla onu hamama götüreceğiz” diyerek bitişiğimizde bulunan ve ihvanı olan Aişe Nine’yi ziyarete gitti. Bu arada iki ihvan gelip beni yataktan alarak Porit Hamamı’na götürdüler. İhvanlar bana hizmet etmekte iken Efendi Hazretleri yanıma geldi. Soğuk su musluğunu kapattı. Sıcak su muslu­ğundan bir tas doldurup başımdan döktü. O anda öyle bir hal oldu ki, tarif edemem. Sonra birkaç tas daha döktü,





“Hulusi! İnşâ’allah şifa bulursun” diyip gitti. O günden sonra yavaş yavaş iyileştim. On yıl süren hastalığımdan sonra vücudumda bazı hatıralar kaldı amma Elhamdülillah iyiyim. 73 yaşındayım ve hâlâ çalışabiliyorum”





49- Varlıklı bir ihvan, Efendi Hazretlerini yemeğe davet eder. Bir kısım ihvanla beraber bu davete giderken her nasılsa yolda duraklayan Efendi Hazretleri,





“Gardaşlarım bu yakınlarda bir ihvan bacımız olacaktı. Onun evi hangisi acaba” diye sorduklarında, ihvanlar o yaşlı kadının evini gösterirler. Efendi Hazretleri kadının evine vardığında bir abdest tazelemek gerektiğini bildirerek su ister. Ev sahibi kadında hemen leğen ve ibrik getirir ve





“Efendi abdest suyunu ben dökmek istiyorum” der. Efendi yaşlı kadının isteğini uygun bulur ve abdest suyunu dökmeden önce şu mısraları söyler.





Evine git evine





Seni göre sevine





Seni görüp sevinmeyenin





Ne işin var evinde





Efendi Hazretlerinin davet edilen yere neden gitmediği anlaşılır. Bu arada Efendi Hazretlerinin oraya misafir olduğunu duyan herkes evinde ne yiyecek var­sa oraya taşırlar.





50- Mahkeme çarşısında Ulu Cami’den gelen yolun karşısında Mutfakgaz Bayiliği alan Celal İnce, Efendi Hazretlerine olan hürmetinden dolayı vekaleye bir tüp ve ocak hediye et­meyi düşünür. Bir ocak ile bir tüpü vekalenin bulunduğu Çorapçı Hanı’na götürür. Namaz vakti olması nedeni ile vekalede kimse bulunmadığından ocağı ve tüpü hanın temizlik işine bakan Aznif adındaki kadına teslim ederek;





“Benim getirdiğimi kimseye söyleme” diye tembih eder. Öğle namazını Ulu Cami’de kılan Efendi Hazretleri, camiden çıkıp karşı kaldırı­ma geçtiğinde dükkândaki Celal Bey’e buyurur ki,





“Celal Bey gardaşım, vekaleye gönderdiğin tüp ve ocak çok makbule geçti” Celal Bey tembih ettiği halde, Efendi Hazretlerine söylediğini zannettiği kadına çıkışmak için Çorapçı Hanı’na gelerek,





“Aznif sana sıkı sıkı tembih ettiğim halde niçin söyledin” demesi üzerine, Aznif Hanım, Celal Bey’e derki;





“Celal bey! Celal Bey! Sen Efendi Hazretlerini tanımamışsın, ben ona âşık oldum o yüzden dinimi de değiştirdim”





51- Celal Bey Mutfakgaz bayiliğinden sonra çimento bayiliğini de alır. O arada Efendi Hazretleri Sivas İmam-Hatip Okulu’nun inşaatına başlamıştır. Bir ilim yuvası olması sıfatı ile ora­ya yapılacak yardımın çok büyük sevaba sebep olacağını düşünen Celal Bey, kamyon şo­förüne der ki;





“Git oğlum! Çimento fabrikasından beş ton çimento yükleyip İmam-Hatip Okulu inşa­atına götür, lakin benim gönderdiğimi kimseye söyleme”





Aradan bir kaç saat ge­çer. Taşçı Vahap Usta, Celal Bey’in dükkânına gelerek;





“Efendi Hazretleri buyurdular ki, Celal bey beş ton çimento gönderecek. Git bak nerede kalmış? diye sordular demesi üzerine Celal Bey hayretler içerisinde kalır. Seneler sonra bunları bizzat anlatan Celal Bey,





“Canım biz Efendi Hazretlerinin kıymetini bilemedik” diye itirafta bulunmuştur.





52-Sivas’ta bayram geldiğinde gençler bayram ziyaretlerini topluca yaparlardı. İçlerin­de Faytoncu Şükrü Efendi’nin de bulunduğu bir topluluk bayram ziyareti yaparlarken Efendi Hazretlerinin evinin önüne geldiklerinde;





“Yahu İhramcızâde’yi de ziyaret edip elini öper­sek büyük sevap kazanmış oluruz” deyip içeri girerken Faytoncu Şükrü Efendi gönlünden şöyle geçirir,





“İsmail Efendi, dedikleri gibi büyük keramet sahibi ise, benim şu yeni yaptırdığım yeleğin dokuz düğmeli olduğunu bilsin” diye düşünür. İçeri girip Efendi Hazretlerinin elini öptükten sonra büyük odanın bir köşesine otururlar. Efendi Hazretleri buyurur ki;





 “Gardaşlarım hoş geldiniz, bayramınız mübarek olsun” sonra,





“Şükrü Efendi yeleğinde pek güzel ve dokuz düğmeli imiş, amma bir düğmesi düşmüş” O za­mandan sonra Şükrü Efendi, Efendi Hazretlerinin aleyhinde bir tek kelime dahi söylenmesi­ne izin vermez olmuş.





53- Efendi Hazretleri 1953 yılında öğle ve ikindi namazını Hoca İmam caminde kılar­lardı. Camii’nin minaresini de o yıl yaptırmışlardı. Efendi Hazretleri Hoca İmam Camii civarında bir ihvanın evinde sohbette, bir köşede otururken, Kumyurtlu Hoca denilen bir zat da makatta oturuyordu.  Efendi Hazretleri daha evvel caminin fevganesini yapmak için Hayrı Hafız Efendi’ye emir buyurmuşlardı. Bu sebeple,





“Hayri Hafız nerede?” diye seslendiler.





“Efendim bura­dayım” cevabını alınca,





“Fevganeyi yaptınız mı?” diye sordular. Hayrı Hafız da;





“Yaptım Efendim” diye cevap verdiler. Kumyurtlu Hoca;





“Yapıldı Efendim, çok sevap kazandı” diye övgüde bulunmaları üzerine Efendi Hazretlerinin;





“Hafız Efendi sevap almak için mi yaptın?” suali­ne Hayri Hafız’da,





“Hayır, Efendim” diye cevap verdiler. Efendi Hazretleri buyurdular ki;





“Allah Teâlâ’ya çok şükür.





Allah Teâlâ bizi âşık etmiş.





Biz hizmeti Allah Teâlâ aşkı ile yaparız ve karşılık beklemeyiz.”





54- Suriye’den kaçak eşya getirip bu suretle ticaret yapmakta olan birisi tarîkata intisa­bından sonra bu işi bırakmış ise, de çoluk çocuğunun rızkının temininde zorluk çektiği için yine bu işe başlamaya karar verip, Efendi Hazretlerine gelerek yaptığı ticaretten bahsederek izin istemiş ve izin almıştır.





Suriye’ye varıp gerekli malları alarak atla­ra yükleyip Türkiye’ye müteveccihen yola çıkmış. Sınıra geldiğinde karşıdan devriyelerin geldiğini görmüş ama kaçacak zamanda bulamamış. Bu sırada çok süslü bir tilki ortaya çıkmış. Bunu gören devriyeler, tilkiyi tutmak için onun peşine düşmüşler. Oradan bir hayli ayrılmışlar. Bunu fırsat bilen adam atlarını alıp hududu rahatça geçmiş. Mallarını sattıktan bir zaman sonra yine gitmeyi düşünerek izin almak için, Efendi Hazretlerine geldiğinde, buyurmuşlar ki;





“Yok, gardaşım! Bir daha tilki olmaya niyetimiz yok”





55-Tarîkata intisap etmiş birisi bir zaman sonra Efendi Hazretlerine gelip;





“Efendi Hazretleri bu dersini geri al. Ben yapamıyorum” demesi üzerine Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Gardaşım! Bugün mi­safirimiz ol yarın düşünürüz” Bunun üzerine adam o Çorapçı Hanı’nda kalmış ve o gece bir rüya görmüştür. Rüyasında kıyamet kopmuş. Sırat köprüsü kurulmuştur. Efendi Hazretleri kolunda bir sepet ile Sırat Köprüsünü geçip öbür tarafa vardıklarında se­peti ters çevirip içindekileri dökmüş. Adam bakmış ki, sepetten dökülenler hep ihvan arkadaşlarıdır. Ertesi gün özür dilemek için Efendi Hazretlerinin yanına geldiğinde, buyurur ki;





“Ne o Gardaş, sen de mi, sepete girmeye geldin” Adam Efendi Hazretlerinin elini öperek özür dilemiştir.





56- Efendi Hazretleri, hasta olan oğlu Halis Turgut Efendi’nin ağrılarının arttığı gün­lerde onu görmeye gittiği bir sırada,





“Efendi Babam, ızdırabım çok arttı. Emanetinizi teslim alın” niyazında bulununca sükûtla karşılamış fakat en son niyazında,





“Efendi Babam, isyan etmekten korkuyorum, emanetinizi alın” ricasına,





 Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Peki, Gardaşım! Allah Teâlâ’dan ricacı oluruz” Efendi Hazretleri eve geldikten biraz sonra vefat haberini getirenlere,





“Biliyoruz garda­şım, biliyoruz” dediler.





57- Gürün’e karakol komutanı olarak Kemal Bey isminde bir astsubay Başçavuş tayin oluyor. Hüsnü Dayı adlı ihvanla ile dost oluyorlar. Böylece Kemal Bey de Efendi Hazretleri ile tanışır. Bir gün Sivas’a gelip Efendi Hazretlerini ziyaret eder. Ziyaretlerinden ayrılırken, Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Kemal bey yolun filan yerinde arabadan in” (Gürün Belediyesinin Sivas- Gürün arasında çalışan kamyonu ile dönüyor) O mevkiye gelince kamyonu durdurup Kemal Bey iniyor. Kamyon bi­raz ilerde takla atıyor. Şoföre bir şey olmuyor. Fakat kamyonda yüklü gazyağı tenekeleri nispeten hasar görüyor. Kemal Bey, bu olaydan sonra Efendi Hazretlerine daha çok bağlanmıştır.





  • Efendi Hazretleri, bir kış mevsiminde at ile ve nüfus başkâtibi Sırrı Efendi ile Gürün’e teşrif ederler. Gürünlü ihvanlar Efendi Hazretlerini Tıhmın köyünde karşılarlar. Karşılayanlar arasında Gürünlü Avni Bey’de bulunmaktadır. İhvanlar Efendi Hazretlerinin elini öperken Avni Efendi de el öper. Kendisini, Efendi Hazretlerine getirdiğinden dolayı Sırrı Efendinin de elini de öpmüştür.




Efendi Hazretleri ile beraber Sivas’a dönen Sırrı Efendi doğru Hatun validenin yanına gide­rek elini öptükten sonra, Gürün’de Efendi Hazretlerinin yanında Avni Efendi’ye elini öptür­mesinden dolayı işlediği hatayı anlatıp çaresini sorar. Valide hanımda buyurur ki;





“Sırrı, bunun ça­resi şu eşiğe başını koyup ağlamaktır” Sırrı Efendi de eşiğe başını koyup ağlar­ken uykuya dalıyor. Uyku arasında yakınında olan sobaya ayakları değip yanıyor. Valide, Efendi Hazretlerine,





“Efendim Sırrı Efendinin ayakları yanmış” diyince, Efendi Hazretleri,





“Sırrı onunla kurtulmuş daha ne istiyor” buyururlar.





59-Osmaniyeli Hüseyin, hareketlerinde biraz ölçüsüz olduğundan etraftan ona “Deli Hüseyin” de denilmekteydi. Efendi Hazretleri bir gün Cencin köyüne gitmiştir. Köyün biraz ileri­sinde bir tepenin arkasında bulunan gölün kenarında sahra sohbeti yapmakta iken, Efendi Hazretlerini ziyaret için Sivas’a gelen Deli Hüseyin, Efendi Hazretlerini bulamayıp sorduğunda, Cencin’e gittiğini öğrenince o zamanda vasıta bulunmadığından yaya olarak yola düşer. Hüseyin köye vardığında Efendi Hazretlerinin sahrada bulunduğu yerin tepenin arkasında olduğunu söylemeleri üzerine tepeye tırmanmaya başlamıştır. Hüseyin tepeye çıktığında karartısını gören Efendi Hazretleri,





“Canım, bizi Sivas’ta bulamayan Deli Hüseyin buraya geliyor”diye te­peyi gösteriyor. Cemaatin yanına geldiğinde onun hâkikaten Deli Hüseyin olduğu görü­lür.





60- Gayet açık saçık giyinen bir mühendis hanım, Efendi Hazretlerini ziyarete gelir. Her ne kadar başını örtse dahi o zaman gözleri gören eşi Hafız Hanım’ında bulunduğu odaya gelip, Efendi Hazretlerinden tarîkata intisap etmek istediğini belirtir. Efendi Hazretlerinin suskunluğu karşısında;





“Efendim, bana ders tarif etmediğin sürece bu odadan dışarı bir adım atmam” diye ısrar eder. Bunu üzerine Efendi Hazretleri,





“Peki, kızım seni de derviş yapalım” deyip ders tarif eder. Ders tarifini alan bayanın gitmesinden sonra, Hafız Hanımefendiye hitaben,





“Canım sende her önüne gelene ders veriyorsun. Böylelerine ders tarif edilir mi?” demesi üzerine, Efendi Hazretleri de buyurur ki;





“Canım, bir de böyle ihvanı­mız olsun”





61- Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.





Efendi Hazretleri şöyle bir kıssa anlattı.





“Tokat’tan bir kadın hastalanıp, kocasıyla bizi ziyarete geldi, bana dua okur musunuz?  dedi. Bizde ‘Ben de okumaya bir ağız yok, Şeyhimin ağzı ile okuyayım’ dedim. On beş günde bir bu kadın okumaya kocasıyla gelip gittiler. Kadının derecesi şeyhlik derecesine yükseldi, kocasının bir şeyden haberi olmadı.”





62- Bir sohbet esnasında vekâlede oturan bir misafir,  Efendi Hazretlerinin yanında çok cömert olduğunu anlatır. Tam bu esnada dışarıdan gelen bir kişi ihtiyacı olduğunu söyleyerek bir çuval un parası ister.  Efendi Hazretleri kendi cebinden 10 lira verdikten sonra, yanındaki şahsa dönerek buyurur ki;





“Mademki, hayrı seviyorsunuz, bu ihtiyacı olan kardeşimize 5 lira da siz verin.” Misafir parası olmadığını söyleyerek yardımdan imtina eder. Bunun üzerine buyurur ki;





“Gardaşım, niye yalan söylüyorsun”





63- Bir gün vekâlede, Efendi Hazretlerinin yanı­na yardıma muhtaç bir kişi geldi.  Efendi Hazretleri yanında bulunan zengin ihvanın yardım etmesini bekledi.  Fakat yardım elini uzatmayınca Efendi Hazretleri sukutla durumu geçiştirdi. Sonra Evrad-ı Bahaiyye’yi okumaya başlayınca manevi bir halin sırrına o kişi kavuşunca;





“Efendi Hazretleri yardım edeyim” dedi.  Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Gardaşım, o önceden gerekirdi”





Oturduğu minderin altına elini sokarak oradan para çıkarıp muhtaç olan insana gönderdi.





64- Ankara Müftüsü (Avni Doğan) Efendi Hazretlerinin ziyaretine gelerek; “Efendim, tarîkatınız hakkında beni tenvir eder misiniz?” demiştir.  Efendi Hazretleri de buyurur ki;





“Gardaşım, şu topluluk size bir mana ifade etmi­yor mu?” Müftü Efendi;





“Efendim ben daha sarih (açık) cevap isti­yorum” der. Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Bizim yolumuz ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar incelirse incelsin, şeriattan kıl kadar ayrılmasına imkân yok­tur”





65- Efendi Hazretleri Gürün’den buğday satmak için Sivas’a gelen biri buğdayı sattıktan sonra ziyaretine gelen kişiye şu soruyu sormuş.





“Gardaşım, buraya ne için geldiniz?”





 “Ziyaretinize geldim Efendim.” Tekrar Efendi Hazretleri sorar:





“Allah’ını seversen doğru söyle kardeşim, Sivas’a ne için geldiniz?” O kişi buğday satmak için geldiğini bu arada kendisini de ziyaret ettiğini söyleyince Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Gardaşım, herkes yolculuğunun niyetince sevap alır.”





67-Efendi Hazretlerinden biri ders alıyor ve köyüne dönüyor. Günlerden bir gün arkadaşları onu ısrarla içki sofrasına davet ederler. O zat ziyafette içki kade­hini ağzına yaklaştırdığı an, kolu uyuşup kalır. Hemen bir vasıta ile Sivas’a getirirler.  Efendi Hazretlerinin huzuruna varır varmaz kol eski haline döner.  Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Bizim ihvanımızın uzaklığı yakınlığı yoktur, her an onlarla beraberiz.”





68- Bir gün Konya eşrafından biri, beyninde meydana gelen bir arıza sebe­biyle konuşma melekesini kaybetmiş olan oğlunu, çaresiz kalıp Efendi Hazretlerinin huzu­runa getirmiş. Berber Hacı Bekir Efendi, durumu arz eder.  Efendi Hazretleri mübarek elleriyle tuttuğu bardaktaki çaya okuyup çocuğa içirdikten sonra:





“Gardaşım! Senin adın ne?” diyor. Çocuk:





“Ahmed, Efendim.” Deyip konuşmaya başlıyor.





69-Sivas’ın ileri gelenlerinden bir emekli albay felç olmuş. Ailesi İstanbul’a çocuklarının yanına gitmiş, hastaya bakan hizmetçi de evi terk etmiş. Durumdan Efendi Hazretlerini haberdar etmişler. Bir bardak suya okuyup, Hakkı Hafız’a verip hastaya göndermiş. Suyu içen emekli albay ikindi vakti Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.  Efendi Hazretlerini durumdan haberdar ettiklerinde,





“Haberimiz var” buyurmuşlar.





70- Efendi Hazretleri Çaykurt’da köprü yapılırken iflas etmiştir.  Bütün mallarına haciz gelmiştir.  Alacaklıların taaruzunâ maruz kalmıştır.  Kendisi o günkü durumu şöyle anlatmıştır.





“O hale geldik ki, hile-i şer’iyyeye başvurarak kendimiz için evde yok dedirtecek hale geldik.  O kadar bunaldık ki, ne yapacağımı şaşırdım.  Hayır işlerimiz yarıda kaldı. Borçları ödeyemez hale geldik.  Bir gün yine devlethaneye alacaklılar geldi. Evin üst katında saklandım.  O katta anamdan kalmış bir sandık vardı.  Anamın, “Oğlum daraldığın zaman bu sandıkta Allah Teâlâ’nın izniyle para olur.  Paraya daraldığında da oradan al”  dediği hatırıma gelince, “bir bakayım” dedim.  Baktım ki,  ağzına kadar para dolu gördük.  Meğer kudret hazinesi bize açılmış. Bütün borçları Allah Teâlâ’dan gelen yardım ile ödedik.” 





71- Bir gün Efendi Hazretleri ihvanlar ile sahrada sohbet ederlerken o mevziden çingeneler geçiyormuş.  Efendi Hazretleri onlara ikram edilmesini emir buyurmuştur. Orada bulunan birisi;





“Efendi Hazretleri onlardan cenabetlik çıkmaz, niye veriyorsun”  dediğinde Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Senin burada kaç kuruşun var,  mal kimin, mülk kimin, verin şunları, Gardaşlarım” diye ikaz etmiştir.





72-Efendi Hazretleri, kızı Hayriye Gündüzoğlu,  teheccüd namazını kaçırmış ve onun için ağlarken,  yanına gelmiş;





“Kızım neyin var, niye ağlıyorsun?”





 “Baba teheccüd namazını kaçırdım.”  Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Kızım Allah Teâlâ’ya yalvarırız, bunun için af dileriz üzülme.”





73- Efendi Hazretleri. kendi odasına ait pencerenin önündeki selvi kavaklarının kestirilmesi için emir buyurur. Fakat ertesi sabah ağaçları kesmek için gelenlere,





“Gardaşlarım! Kesmeyin” der ve sebebini şöyle açıklar,





“Ağaçlar sabaha kadar Efendi bizi zikirden ayırma diye bize niyaz ettiler”





74- Bir gün Efendi Hazretleri öğle namazından sonra Hoca İmam Camii’nden çıkar­ken yaşlı fakir bir insanla karşılaşır.  O insana hatırını sorduğunda onun,





“Ben senden büyüğüm, büyüklerin eli öpülür” demesi üzerine Efendi Hazretleri;





“Aman Efendim özür dilerim” diyerek o yaşlı fakirin elini öper.





75- Bir gün Efendi Hazretleri, Tenekeci Rahmi Usta ile beraber hamama giderler. Tenekeci Rahmi Usta hamamda yıkanır ve erkenden elbisesini giyinir ve Efendi Hazretlerini beklemeye başlar. Fakat Efendi Hazretlerinin çıkışı gecikince dışarı çıkıp dolaşmaya çıkar. Bir müddet sonra döner ve Efendi Hazretlerinin çıktığını ve dinlendiğini görür. Yanına gelince Efendi Hazretleri buyurur ki;





Gardaşım Rahmi, bize karpuz almaya mı gittin?” diye sorunca Tenekeci Rahmi Usta halden hale girer. Bu olay üzerine yirmi sene gibi bir zaman geçer. Bu bir dert gibi sinesinde yerleşir kalır.





Yine günlerden bir gün Efendi Hazretleri hamama, Tenekeci Rahmi Usta ile giderler. Bu bir fırsattır. Tenekeci Rahmi Usta, Efendi Hazretleri yıkanırken dışarı çıkar. Karpuz arar. Fakat mevsim kış ve karpuz yoktur. Çaresizlik içinde çok düşünen Tenekeci Rahmi Usta birkaç kilo nar alır ve hamama döner.  Efendi Hazretleri çıkmış dinlenmektedir. 





Gardaşım Rahmi, nereye gittin?” Tenekeci Rahmi Usta;





Efendim seneler önce, yine böyle hamamdan çıkıp dışarı çıkmıştım. Bana karpuz mu almaya gittin diye sormuştunuz. Ben ise, böyle bir niyetle gitmemiştim. Fakat o gün bugün bu dert beni meşgul etti. Ne olur bu narları o karpuzun yerine kabul edin.” Efendi Hazretleri bu durumdan çok duygulanır. O hafta sohbetlerinde bu konu üzerinde çokça durur ve





Gardaşlarım! Biz Tenekeci Rahmi Usta’ya seneler önce bir şey söylemişiz. O ise, bunu bunca sene unutmamış. İşte ihvan böyle olmalı, bir derdi olmalı ve unutmamalıdır.”





76- Hasan Hüseyin Karataş anlattı.





Tekke önünde Efendi Hazretleri sahra sohbetinde iken faytonu sormuş, ihvan da biraz önce hareket etti, diye cevap vermişlerdir. Fakat Hasan Hüseyin Karataş adlı ihvan oturduğu yerden fırlamış ve çay bardaklarından bir kaçını kırmak bahasına faytonun peşine koşmuş ve çevirip getirmiştir.  Efendi Hazretleri,





Gardaşım, ihvan böyle olmalı” buyurmuştur.





77-Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





“Efendi Hazretlerinin her sözü bir nasihat öğretisiydi. Bir gün Sırrı Su Efendi’nin evinde ihvanlar ile öğle yemeği yiyoruz.  Ben sofradan erken kalktım. O zaman ilk mektepte 5. sınıfa gidiyordum.





 Efendi Hazretleri buyurdu ki;





Oğlum! Sefa! Niye erken kalktın? Oğlum! Sen ev sahibisin. Sen yiyeceksin ki onlar da yiyeler”.





78-Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





(1331- 29 Ekim 1959)  Efendi Hazretlerinin en küçük kızı olan annemin adı Mevlüde Vefa’dır.  Dedemin eşi İmmihan Hanım (Hatun Hanım) ben bir veya iki yaşlarında iken vefat etmiştir. Annem peyniri çok severmiş. Annesi ise, çok yiyor diyerek kızarmış.





“Ya babam! Derviş annem ölse de her gün peynir yesek” dermiş. Dedem bunları söyler gülerdi.





79- Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





“İzmit’te çarşı eşrafından bir terziye uğradım. Terzi bana dedi ki;





“Kimlerdensin?” Ben de;





“İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı TOPRAK Hazretlerinin torunuyum,” deyince terzi bana dedi ki;





“O mübarek insan nur içinde yatsın. Bugünkü halimi ona borçluyum. Büyükçe bir parayı kayınbiraderime kaptırdım. Karımı çocuklarımı da kovmuş, kendimi içkiye vermiştim. Bir gün aşırı miktarda içmişim ve sabaha karşı Efendi Hazretlerinin bahçesine girip bir ağaç dibinde sızmışım.”  Efendi Hazretlerinin ihvanları;





“Burada oturma haydi git,” dediler.  Efendi Hazretleri buyurdu ki;





“Gardaşım! Kim O,”





“Efendi Hazretleri, sarhoş, sızmış;” dediler. O ise;





O sarhoş değil, hasta;” deyip sırtımı sıvazladı ve





Gardaşım, kalk evine git,” dedi. Sabah olmuş güneş doğuyordu, hamama gittim. Boy abdesti aldım. Karımı ve çocuklarımı çağırdım, tövbe istiğfar ettim. Namaza başladım. Allah Teâlâ, bana eski servetimi iade etti. Bugünlere gelmem hep Efendi Hazretleri sayesinde olmuştur. Onun için hep dua ederim.”





80- Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





Bir zaman Efendi Hazretlerine ihvanlar Ankara’dan paltoluk kumaş göndermişlerdi. O da diktirmiş yenice üzerine giymişti. O gün yolda giderken bir dilenci yolda perişan vaziyette dileniyordu. Onun bu halinden üzüntü duymuş ve paltosunu hediye etmiştir. Adam ise, dedeme;





Efendi! Paltoda kehle (bit) var mı?” Demiş;  Efendi Hazretleri ise;





Yok, Gardaşım! Yok, rahatça giyebilirsin” demiştir.





81- Bir İhvan Efendi anlattı.





“Malatya’da Efendi Hazretlerinin bir arkadaşı varmış. O da mübarek insanmış. Bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi rüyasında görmüş. Huzuruna çıktıklarında Efendi Hazretleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin elini öpmüş ve kucaklaşmışlar. Arkadaşı ise, el öpmeden sonra sarılmak istemişse de terslenmiş. Bir müddet sonra bu Malatyalı kişi Efendi Hazretlerini ziyarete gelince O’na;





Bir sigara ver de içelim,” diye söyleyince, o;





“Aman Efendi Hazretleri, ben alacağım cevabı ağır aldım, sigarayı çoktan bıraktım” demiştir.”





82-Nureddin Doğan’dan dinledim.





1968 yılında Hatm-i hâceye dâhil olmak için Ulu Cami’ye gittim. Halkaya dâhil oldum. Fakat halkada mânen ağlama sesleri duyuluyordu. Deniliyordu ki;





Efendi Hazretlerinin Hakk’a yürüme vakti geldi”





O anda ne oldu ise, “İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi’nin ömrü bir sene uzatıldı” nidasını duydum. Hatmeden sonra Efendi Hazretleri buyurdu ki;





“Gardaşlarım! Cumartesi mübarek gündür.” [96]





İşin aslından haberi olmayanlar, çeşitli tevillerde bulundular. Ben ise, o tarihi tespit ettim. O tarihten bir sene sonra Efendi Hazretleri Hakk’a yürüdü. Meğer bu günün mübarekliği dosta kavuşma günü imiş. [97]





83-Orhan Zarifoğlu adlı ihvandan dinledim.





“Ankaralı iki ihvan kardeşimiz, kendi başlarına derslerde fazlalaştırma yapıp usûlün dışına çıkmışlar. Bu kardeşlerimize cinler musallat olmuş. Bizim kesin bilgimiz olan bir şey vardı. O da Efendi Hazretlerinin ihvanında cinlerin musallat olması diye bir şey olmayacağını biliyorduk. Onun için neden bu şekilde oldu diye,  Efendi Hazretlerine soruldu. Sultanımızın cevabı ise;





“Gardaşım, bizim ihvanımızda bu haller olmaz, fakat bu gardaşlarımız kendi başlarına ders çekmelerinden zuhur eden fazla fuyuzat cazibesinden cinlerden onlara karşı bir muhabbet peydah olmuş. Bizde onların ihvanımızı rahatsız etmemelerini istedik. Onlar da;





“Efendi Hazretleri bizler onları sevdik, biraz arkadaşlığımıza müsaade edin diye rica ettiler. Bir zaman sonra bu hal kaybolur. Fakat siz bir daha yolu kendi başınıza tayin etmeyin. Her şeyin bir usûlü vardır.” [98]





84-Darendeli Ya Şeyh adlı ihvanın başından geçen bir hadise şöyle olmuştur.





Bu ihvan bir ihvanın evine misafir olmuş. O gece o evde yatılı misafir kalmış. Fakat misafir olan ihvanda yıkanması gereken bir hal zuhur etmiş. Sabah kalkınca evin erkeği bir an dışarıya bir ihtiyaç için çıkmış. Bu arada misafirde evin hanımından yıkanmak için su istemiş. Yıkandıktan sonra evin erkeği gelip durumdan huylanmış misafirin üzerine yürüyüp tüfeğini kaptığı gibi öldürmek istemiştir. İşin sonu kötüye varacağını anlayan Ya-Şeyh; Şeyhim yetiş, diye bağıra bağıra kaçmış.





Sonra bu ihvan “niye böyle oldu ki, Efendi Hazretleri benim bu halime yetişmeli değil miydi, ben yanlış bir iş yapmadım ki,” demiştir. Durum Efendi Hazretlerine anlatılınca;





“Gardaşlarım! Bizim yolumuzda şeriat önce gelir. Eğer biri şer-i şerifi aşmaya çalışırsa onun tarîkatı yoktur. Önce şeriat, sonra tarîkat, sonra şeriat.  Şeriatın olmadığı yerde bizim tasarrufumuz yoktur.” [99]





85-Sofradan bir şey yemek isteyen kediye vurup öldüren ihvana Efendi Hazretleri buyurmuş ki;





“Gardaşım! Bir şey verseydin de ölümüne sebep olmasaydın?” [100]





86- Efendi Hazretleri bir hac ziyaretinde çay içmek için bardağını alıp yudumlamak isterken





“İçinizde namazı kim tehir etti?” diye sual buyurmuş. Kimse cevap vermemiş. Bir müddet sonra tekrar





“Gardaşım! Sizlere soruyorum, duymadınız mı?” “Namazı tehir eden var mı?” diye tekrarlayınca Şen Mehmed Efendi,





Efendi Hazretleri ben semaver ile ve meşgul oldum da biraz vaktini fevt ettim” demiştir.[101]





87- Bir sohbet esnasında vekâlede oturan bir misafir, Efendi Hazretleri yanında çok cömert olduğunu, camii yaptırdığını, köprü, çeşme gibi hayır işleri ile uğraştığını anlatır. Tam bu esnada dışardan gelen bir zat ihtiyacı olduğunu söyleyerek bir çuval un parası ister. Efendi Hazretleri kendi cebinden 10 lira verdikten sonra, yanındaki şahsa dönerek,





 “Mâdemki hayrı seviyorsunuz, bu ihtiyacı olan kardeşimize 5 lira da siz verin.” Teklifinde bulunur. O zat parası olmadığını beyan ederek yardımdan kaçınır. Bu durum karşısında Efendi Hazretleri,





“Gardaşım! Niye yapamadığın şeyleri söylüyorsun,” buyururlar.





88-Şarkışlalı İsmail, mide kanseri olmuş ve doktorlar ameliyat önermişler. O da sıkıntısından Efendi Hazretlerini ziyaretine gitmiş. Sivas’ta misafir kaldığı müddet içerisinde, Gaziantepli ihvanlar gelmişler sahra sohbetine gidilmiş. Efendi Hazretleri ve ihvanlar çiğ köfte yerler iken Şarkışlalı İsmail yiyemeyerek dolaşır iken Efendi Hazretleri;





“Gel Gardaşım! Gel” diye eli ile işaret ederek “Bizim köftemiz şifâdır” iki tane çiğ köfte vermiş. O da yemiş. Bir ay sonra doktora giden Şarkışlalı İsmail’e tekrar yapılan tetkikler karşısında doktorlar şaşırarak “ne zaman ameliyat oldun hiçbir hastalık kalmamış” diye söylemişler. Fakat daha sonra bu ihvan Efendi Hazretlerinden sonra şeyhliğini ilan ediyor. Hikmet-i Hüdâ ihvan felç olmaz iken, Şarkışlalı İsmail felç oluyor.





89-Efendi Hazretlerinin annesi Aişe Hanım’ın çok malı varmış. Annesi “Oğlum bu malların hepsi senin ne yaparsan yap” deyinceEfendi Hazretleri bu malı satıp ihvanların ihtiyaçlarını gidermek için satmış. Öyle bir zaman gelmiş ki, hiçbir şey kalmamış. Bazı zamanlar ekmeğe katık bulamayınca tuzu biberi katık yapıp yemiş. Fakat bu fedâkarlığın neticesinde, Allah Teâlâ kudret hazinelerini Efendi Hazretlerinin emrine vermiş. Cebinde parası olmadığı halde biri gelip bir şey talep ederse o miktar cebinde hazır olurmuş. Birgün fırıncı Nuri Kesici (İlhan Kesici’nin babası) “Efendi bana on lira lazım” deyince cebinden on lirayı çıkarıp vermiş. Bir başkası gelmiş, “bana beş lira lazım Efendim” deyince beş lirayı verirmiş. Bu istenen miktarla cebinden çıkan para aynı olur ve Efendi Hazretleri bu miktarı saymadan verirmiş.





90- Bir gün Efendi Hazretleri, ihvanı ile Tekkeönü’ne sahraya gidildiğinde yemekler pişirilmiş, sofra hazırlanmış, herkes yemeğe oturmak üzere iken, yüz metre kadar ilerde içki içip eğlenen bir kaç kişiyi göstere­rek, nüfus başkâtibi Sırrı Efendi’ye,





“Sırrı Efendi! Şu ilerdeki gençlere de yemek götürün”





Demesi üzerine gönülsüz olarak onlara yemek götürür. Bu hadisenin üzerinden iki yıl kadar sonra, Efendi Hazretleri yanında dört kişi ile otururken Sırrı Efendi gelir. Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Sırrı Efendi! Bu Efendileri tanıyabildin mi?” bunun üzerine Sırrı Efendi tanıyamadığını beyan eder. Efendi Hazretleri;





“Canım bundan iki yıl evvel Tekkeönü’nde gönülsüz de olsa yemek götürdüğün kimseler” demiştir.





91- Türkelili Mevlâna Küçük Hüseyin Efendiden dinledim.





Bir gün iki arkadaşla Sivas’a gittik. Trenden inip sabah namazını kıldıktan sonra Çorapçı Hanı’nda yattık. Rüyamda derin bir çukura düşmüştüm. Yukarı çıkmaya uğraşıyordum. Çıkmak mümkün değildi. Bir el uzandı beni yukarı çıkarttı ve uyandım. Abdest alıp vekâleye gittik. Efendi hazretleri oturuyordu çayını içti ve bize şöyle buyurdu:





“İhvanımızı mahşerde düştüğü çukurdan alırız.” Dedi.





 Elindeki çayı bize taksim etti ve dedi ki:





“Gardaşım! Buraya gelmeden önce nasıldınız? Geldiniz nasıl oldunuz? Şimdi nasılsınız? Hoşsunuz değil mi? Allah Teâlâ her insanı nasibince hoş göreni sever. Hoşluktan daha güzel ne olur.” buyurdu.





92- Sivas’ta 1960’lı yıllarda Devlet Demir Yollarında çalışan Erzurumlu Zakir isimli bir kişi anlatıyor.





 Efendi Hazretlerini Taşlısokaktaki bahçeli evinde amcam (Hacı Abdullah İspir-Erzurumun son devirde yetiştirdiği büyük bir Hakk dostu) ile ziyaret etmiştik. Yanımızda hasta halamda vardı. Efendi Hazretleri bizi misafir etti, bir müddet sonra buyurdu ki,





“Sen ibadete çok düşmüşsün hanım! Ancak bir önderin yok”.





Meğer ki halam kendi kendine zikir çeker, ibadet edermiş, duvarlarda acaip garaip şeyler gölgeler görüyormuş. Ayrıca Zakir isimli kişiye bir seferinde Efendi buyurmuş ki,





“Sen hacının (Hacı Abdullah İspir) yeğenisin. Senin kokunu niye almıyoruz” demiş. Niye bize uğramıyorsun anlamında sitem etmiştir. Daha sonra; 





“Sen namaz kılmıyor musun?” diye de sormuş ve nasihat etmiş.





Bir zaman sonra ben namazları aksatınca rüyamda Efendi Hazretleri beni korkutacak şekilde büyük bir ihtişamla üstüme gelip;





“Sen niye namaz kılmıyorsun?”





“Efendim! İşte iş, güç, çoluk, çocuk, dünya meşakkati” diye cevap verince Efendi Hazretleri;





“Namaz kılmazsan seni işinden attırırım” diye buyurmuştur.





Allah Teâlâ rahmet eylesin Efendi bizim namaz ehli olmamıza vesile oldu.





93- Hacı Abdullah İspir’in hanımı bir kazanda tereyağını ateşe koymuş ve “buna bak da taşmasın.” demiş,  Hacı Abdullah İspir’de uyuya kalmış, Rüyasında Efendi Hazretlerini görmüş,





“Hacı!  Tren kalkıyor” demiş, O da uyanmış bakmış ki, kazan taşmak üzere..





94- 1960 yıllarında Sivas’ta askerlik görevini yapan bir er Ulu Camii’ye namaz kılmak için gitmiştir. Namaz bitiminde kendi komutanı ve Efendi Hazretlerini beraber bir durumda görüyor. Onlar ile görüşmeden camiyi terk edip çıkamayacağını anlayınca da yanlarına doğru yürürken kalbinden hangisinin elini önce öpsem diye düşünüyor.  Sonunda kararı Efendi Hazretlerinin elini öperek selamlama yoluna gidince, komutanı;





“Asker! Komutanın bulunduğu yerde sivile itaat olur mu?”diye söyleyince asker bu durumdan dolayı sıkıntıya düşür. Durumu fark eden Efendi Hazretleri üzerinde giydiği paltosunun yakasını açarak komutana doğru teveccüh eder.  Komutan Efendi Hazretlerinin üzerindeki mareşal rütbesini görür ve durumun inceliğini anlayarak Efendi Hazretlerinin eline kapanır. 





95- Hafız Kemal Şimşek Beyefendiden dinledim.





1954 yılında Sivas’a hafızlık için geldik. Fakiriz. Öğlenleri karnımızın açlığını giderecek bir yer olarak Efendi Hazretlerinin vekalesine giderdik. Berber Bekir bizi görünce “yine mi geldiniz” derken, Efendi Hazretleri bizi görür: “Gelin kuzularım gelin, açtırsınız.. karnınızı doyurun” derdi…
Bir kere olsun yüzünün asıldığını hiç görmedik…hala “gelin kuzularım” kelamını unutmak mümkün mü?





96- İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendiden dinledim.





Bir gün bir borç yüzünden evde kendi kendime üzüntü içinde bir oraya bir buraya dolanıyordum. Sonra kapı çalındı. Baktım ki Çelebi gelmiş,





“Efendim sizi çağırıyor” dedi. Bende emir büyük yerden gitmek icab eder babından peşine düşüp devlethaneye gittim.





Efendim bu salonda oturuyor. Bende karşısına gelecek şekilde oturdum. İçim alıp veriyordu. Beni niye çağırdı ki diye…sonra kendime dedim ki sıkıntım var, onu söylememi mi istiyor. Başka bir çözüm bulamadım. Zorlana zorlana, “Efendim benim bir maruzatım var” dedim. Efendim başını kaldırdı, “Gardaşım, buyur” dedi. Ben sorunu anlatınca bir derin nefes aldı, “Gardaşım! Ne diye bekliyorsun söylesene”dedi. “Gönlümüzü yordun” dedi. Benim sıkıntıda olduğumu bildiği halde benim söylememi bekleyişi hala Efendimin kendini bize karşı bile saklıyor olması ve ifşa etmeyip sırlı oluşunu hiç unutamam…





IV- Hakk’a yürümesinden sonraki menâkıbı





1- İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır.





“ 1974 yılında aniden ayağa kalkamayacak kadar hasta oldum. Dişlerim kilitlenmeye başladı. Ona mâni olmak için arasına bir şey koymam gerekiyordu. Bu vaziyette on beş gün bir saniye dahi uyumadan geçirdim. Bu arada ayaklarımı dahi toplayamayacak hale geldim. On beşinci günü olan o gün cuma idi. Sabah ortalık ışıdı. Bu sırada kapının ve ya­nımdaki camekânlı kapının açıldığını duydum. Hacı Hasan Akyol ve Hulusi Efendilerin geldiklerini gördüm. Hacı Hasan Efendi’nin üzerinde lacivert bir pardösü, Hulusi Efendi’nin üze­rinde de kahverengi kumlu bir elbise ve koltuğunda uzunca bir paket vardı. Hacı Hasan Efendi;





“Kâzım Bey! İyisin maşâ’allah” dedikten sonra Hulusi Efendi’nin koltuğundaki paketi alarak,





“Bunu Efendi Hazretleri gönderdi, şu yanına koyacağız” deyip yorganı açarak camekânla yatağımın birleştiği yere koyup üzerini örttüler ve tekrar kapıları çekip gittiler. Onların gidi­şinden sonra, on-onbeş dakika kadar uyudum. Çocukların sesi ile uyandım. Efendi Hazretlerinin gön­derdiği paket aklıma geldi. Konulan yere elimi soktum, bir şey bulamayınca aramaya başla­dım. Bu arada ayağımı toplamışım. Benim telaşlı arayışımı gören eşim Pakize Hanım;





“Efendi! Ne arıyorsun?”deyince ben de,





“Efendi Hazretleri bir paket göndermişti. Şuraya koydular onu arıyorum”dedim. Pakize Hanım’ın;





“Canım Efendi Hazretleri Ulu Camiden paket mi göndermiş”demesi üzerine, Efendi Hazretlerinin dünyasını değişmiş olduğu aklıma geldi. Bunun manevi bir hal olduğunu anladım. Bunun üzerine kendimi tecrübe etmek için ayağa kalk­tım. Bu suretle olayın Efendi Hazretlerinin himmeti olduğunu anladım. Bu hastalığımı du­yan dostlarımdan Necati Keser ve Gazi Türkyılmaz doktor getirmek teşebbüsünde bulunur­lar. İkisi de ayrı ayrı doktor getirmek için Dr. İlkin İçelli’ye giderler. İkisi de önce kendi has­tasına götürmek isterler. İlkin Bey de,





“Canım, önce bir hastaya, sonra öbürüne gideriz”diyerek arabaya biner. İkisi de bizim evi tarif ederler. İlkin Bey muayene sonucu hastanede tedavi edilmemin gerektiğini söyledi. O gün Cuma olduğundan pazartesi günü hiç yürüyemediğim halde evden taksiye yürüyerek gittim ve hastanede on gün kaldım. Lakin hastanenin her tarafını dolaşarak yürüyemediğim on beş günün acısını çıkardım. Hastaneye yattığımın onuncu günü çıkmak istediğimi hemşireye söyledim. Hemşire dok­tora söylemiş, doktorda,





“Çıkabilir ancak çıkmadan evvel beni görsün”demiş. Ben has­tane masraflarını ödedikten sonra doktorun odasına gittim. Doktor,





“Otur Kâzım Bey, sana reçete yazacağım. Çıkınca bu ilaçları al kullan. Lakin senin hastalığın çok önemli bir hastalıktı. Bu hastalığın sonuçları bütün vücudun felç olup kalması veya akıl hasta­nesine gitmek, üçüncü ihtimalde Yukarı Tekke’ye gitmek yani ölüm. En zayıf ihtimal iyi olmandı. Senin iyi olman bir mucize” dediler.”





2- İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır.





“Kadirî Şeyhi Şeyh Ali Efendi’nin[102] mensuplarından bir kişi, 1995 yılında gördüğü bir rüya üzerine, Sivas’a gelip bizi arıyor ve nihayet çalıştığımız yeri buluyor.





“İhramcıoğlu Hacı İsmail Hakkı Toprak Hazretlerinin oğlunu arıyoruz” demeleri üzerine, “Buyurun” diyoruz. Gelen bu üç kişiden bir tanesi karşıma oturuyor ve diyor ki,





“Efendi bir rüya gördüm. Rüyamda, şeyhim Şeyh Âli Efendi solumda oturuyordu. Sağ tarafımda da beyaz sakallı biri oturuyordu. Saka­lı beyaz olmasa size çok benziyordu” diyor ve ekliyor, şeyhim Şeyh Âli Efendi buyurdu ki;





“Gardaşım! İşte bu zat Sivaslı İhramcıoğlu Hacı İsmail Hakkı Toprak Hazretleridir. Bugün şark’tan garba her şey onun tasarrufunda, biz de onun emrindeyiz. Efendi Hazretlerine hizmet edin” demesi üzerine ben de İhramcıoğlu Hacı İsmail Hakkı Toprak Hazret­lerine diyorum ki;





“Efendi Hazretleri, buyurun ne emriniz varsa yerine getirelim” Efendi Hazretleri de,





“Gardaşım, Sivas’ta benim oğlum var. Gidip ona hizmet edin” dedikten sonra, (Elini sallayarak) buyurdu ki;





“Velâkin; bütün Sivaslıları Allah Teâlâ’ya şikâyet ettim” [103]





3-Yahya Akbaş isimli ihvan anlatmıştır.





 “Bundan yıllarca önce bir inşaatın beşinci katından aşağıya düştüm. Hastaneye kaldırdılar. Durumum kritik olduğu için bir türlü ameliyata alamadılar. Doktorlardan birisi hacdan yeni gelmişti.  O doktora dedim ki;





“Gittiğin haccın hakkı için, benim şu ameliyatımı yap, beni buradan kurtar”O gece rüyamda Efendi’yi gördüm buyurdu ki;





“Yahya Efendi! Bunlar senin ameliyatını yapacaklar, ondan sonra asıl ameliyatını ben yapacağım”





O servisin doktoru diğer dok­torlarla görüştükten sonra ameliyatımı yaptılar. Kafamı, boynumu, omuzlarımı birçok alet ve mengenelerle bağladılar.





“Bu aletler altı ay kalacak, hiç eğrilip doğrulmayacaksın ki, iyi olabilesin”deyip beni taburcu ettiler.





Evime geldiğim günün gecesi uyanık olduğum halde Efendi Hazretlerinin geldiğini gördüm. Buyurdu ki,





“Yahya Efendi! Şu aletlerin hepsini çıkar”  Aletleri çıkardıktan sonra, Efendi Hazretleri buyurdu ki;





“Yahya Efendi! Boynunu eğ” Sonra elinde bulunan ay biçiminde bir ke­miği ensemin üzerine koyup ve eli ile bastırdı. Hırç diye çıkan bir ses çıktı. SonraEfendi Hazretleri;





“Yahya Efendi! Haydi, iyi oldun, geçmiş olsun” dedi,sonra gitti.  





Rahatça konuşamaz iken, hanıma ses­lendim ve karnımın aç olduğunu söyledim. Duruma şaşıran hanım bizim oğlana telefon etmiş. Oğ­lum geldiğinde dedi ki;





“Baba ne yaptın. Bir sürü para verdik. Hepsini heba ettin”Sabah yaklaşmış olduğundan hanımının getirdiği çorbayı içtim, sabah namazına camiye gittim. Bu suretle rahatsızlığım geçti.”





4-Oflu İdris Deveci anlatmıştır.





“Efendi Hazretlerinin Hakk’a yürüyüşünden sonra ders almıştım.  Fakat ders aldıktan bir süre sonra içime bir kurt düştü.





“Sen niye dünyadaki bir şeyhten veya kendi memleketlin ünlü bir şeyh varken gidip başka bir yerden ders aldın”diyerek kendimi bir zaman yiyip bitirdim. İnancım kopma noktasına geldiği bir gün geceleyin bir rüya gördüm. Rüyamda Fatih Camii’nden içeri girince baktım ki, kendi memleket­lim olan şeyhin şeyhi kapı girişinde oturuyor. Hemen gidip önüne diz çöktüm. Fakat Şeyh Efendi hiç konuş­madı ve eliyle mihraba doğru gitmem için işaret etti. Mihraba doğru gittim. Ora­da üzerinde beyaz giysiler bulunan kişiler tarafından bir zikir halkası oluşturulduğunu gördüm. Yaklaşınca halkada bana da bir yer açıldı. Oturdum. Bir zaman sonra bir ses duyuldu.





“Hacı İsmail Efendi geliyor”





Efendi Hazretleri gelip kürsüye çıktı ve vaaz verdi. O sırada gördüm ki, ben Efendi’nin bulundu­ğu yere yakınım. Fakat ders almadım diye hayıflandığı memleketlim olan Şeyh Efendi ta kapının yanındaydı.





5-Şükran adlı ihvan şunu anlattı.





“Efendi Hazretlerinin Hakk’a yürümesinden otuz beş sene sonra canım çok sıkıldığı bir anda kalbime gelen;





“Acaba Efendi Hazretleri bizi ihvanlığa kabul etti mi? Bunca zamandır, kapısındayız.” Dedim. Uyku ile uyanıklık arasında Efendi Hazretleri şöyle buyururdu;





“Kızım sen bizim Ehl-i Beytimizdensin”





6-Ahmed Tüten isimli ihvan anlatmıştır.





Efendi Hazretlerinin devlet hanesinin bahçesinde bulunan küçük evde oturan çocukları, namaz vakitlerinde namaza götürmesi âdetinden idi.  Efendi Hazretleri Hakk’a yürüdüğü günün akşamı yine aynı çocuk,  Efendi Hazretlerini bahçede ihvanlara baktığını görmüş ve yanına gelip;





“Dede! Sen ölmedin mi”? Demiştir.





 Efendi Hazretleri eli ile sus işareti yaparak hali saklamasını işaret buyurmuştur.





7-Sivas-Suşehrili Hami Turan isimli ihvandan dinledim.





“Senelerdir şeyh aradım fakat bir türlü karar veremedim. Bir gün tesbih çekiyordum. İhramcızade Hacı İsmail Efendi Hazretleri manada bana buyurdu ki;





 “Gardaşım! Ne düşünüp duruyorsun? Gel bize teslim ol.”





8-Rüştü Sayı babası Mehmet Nuri Efendi ile 6-7 yaşlarında Sivas’ta Efendi Hazretlerini ziyarete gitmişler. Efendi Hazretlerinin elini öpmüş. Efendi Hazretleri onu dizine almış oturtmuş ve





“Gardaşım! Sen bize hizmet edeceksin.” demiş, Seneler sonra yaptırdığı Sivas İmam Hatip Okulun müdürü olmuştur.





9-Torunu Şükrü Sefa anlatıyor ki,





            Ne zaman yanlış hatalı bir şey yapacak olsam, Efendi dedem rüyama girer, beni ikaz ederdi.”





            10-Risale-i Nur Talebelerinden olan bir kardeşimizin 2007 yılında başından geçen bir hatıra şu şekilde anlatmıştır.





            “Kursumuz Ulu Camiiye yakın bir mahallede idi. Talabeler ile sohbetten sonra yatma zamanı gelince herkes uyumak için yataklarına gittiler. Bende kendim için hazırlanan yatağa uzanınca, uyku ile uyanık hal arasında iken Hz. Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri manen teşrif buyurarak bana dedi ki;





            “İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi gibi bir zatın ruhuna hediye okumadan nasıl uyursun?” diye buyurunca alelacele yataktan kalktım ve Ulu Camiye doğru gitmek için yönelince arkadaşlar “nereye gidiyorsun?” diye sorunca bende durumu anlattım. Ulu Camii haziresindeki Efendi Hazretlerinin kabrinin başına gidip ziyaret ettim. Misafir günlerimin hepsinde bu ziyaretlerimi terk etmedim.





       11- Nuran isimli ihvan kardeşimizin bir hatırası;





“Aklımın erdiği yaşlarda iken annem bağ ve bahçe işlerine giderken beni çaresizlikten evde bırakırlardı. Bende bu durumdan hiç rahatsızlık duymazdım. Çünkü onlar evden gidice dedem zannettiğim beyaz sakallı bir kişi eve gelirdi. Dedem de vefat etmiş idi. Ben bu durumu da fark edemeyecek bir yaşta idim.





Zaman geçti, otuz üç yaşına gelmiştim. Bahri Efendi Hazretlerini tanıyıp ihvanı olmuştum. Bu olaydan sonra gördüğüm bir resim benim çocukluk hatıramı canlandırdı. Meğer benim dedem olarak zannettiğim kişi İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Hazretlerinin kendisi imiş. Efendi Hazretlerinin de Hakk’a yürümüş olduğunu öğrenince seneler geçse zaman ve mekan değişse de büyüklerimizin himmeti üzerimizde devam ettiğini anladım.”










[1]  Hz. Ömer radiyallâhü anh anlatıyor: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;“Allah Teâlâ’nın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne nebilerdir ne şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah Teâlâ indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle nebiler de, şehidler de onlara gıbta ederler.”Orada bulunanlar sordu:“Ey Allah Teâlâ’nın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!” “Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde,Allah Teâlâ’nın ruhu adına birbirlerini sevenlerdir.Allah Teâlâ’ya yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken,onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler. Ve yukarıda geçen  ayeti okudu: Ebu Davud, Büyu 78, (3527)





[2] Demirel, Ömer, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Sivas 2006, s.37





[3] O dönemlerde yine “II. Abdülhamid Han, 4 Ocak 1890’da Maarif Nezareti’nden Sivas vilayetine Alevilere hoca ve ilm-i hal gönderilmesi talimatını vermiştir.” (Özdemir, Yavuz, II. Abdülhamid’in Modernleşme Anlayışı (Tez), Erzurum – 2006)





[4]  Demirel, Ömer, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Sivas 2006, s.55





[5]  Demirel, Ömer, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Sivas 2006, s.188





[6] Asıl adı: “Nalbandan Sûk” Demirel, Ömer, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Sivas 2006, s.73; İhramcızâdelerin çoğu bu mahallede oturmaktadırlar.





[7] BOA, Fon Kodu: ML-VRD-TMT Defterleri 14420,





[8] Nüfus kayıt örneğinde.





[9] 1831 yılında II. Mahmut tımarları kaldırarak sipahileri emekli etmiştir.





[10] BOA, Fon Kodu: MKT. UM, Dosya:375,  Gömlek No: 64





[11] Araplar arasında Kâbe’ye hizmet büyük bir şeref sayıldığından, Kâbe hizmetleri Kureyş’in ileri gelenleri arasında paylaşılmıştır. Şöyle sıralayabiliriz:





1. Sidânet: Kâbe’nin perdedarlığı, anahtar koruyuculuğu ile hâciblik görevi idi. Bu görevi yürütmek en büyük şeref sayılırdı.





2. Sikâyet: Mekke’ye gelen hacılara tatlı su sağlama ve Zemzem kuyusu ile ilgilenme görevi idi.





3. Ridâne: Mekke’ye gelen hacıların fakirlerine yemek ikrâm etmek, onları barındırıp ağırlamak görevi idi.





Kâbe kapıcılığı, perdeciliği ve anahtarlarının korunması ve elde bulundurulması ile ilgili olan görev. Buna Sidânet veya Hicâbet de denilmesine rağmen “hicâbe” genel kabul gören bir adlandırmadır. Bunun yardımcısına da sedânet denilmektedir.





Kâbe, ilk olarak Hz. İbrahim aleyhisselâm ve oğlu Hz. İsmail aleyhisselâm tarafından inşa edilmiştir (Bakara, 27). Yine, Kur’an-ı Kerim, insanlar için ilk olarak yapılan mâbedin Kâbe olduğunu beyan etmektedir. (Âl-i İmran, 96) Mekke ve Kâbe’nin müslümanların merkezî toplanma yeri olduğunu Kur’an-ı Kerim şöyle belirtir. “İnsanları hacca çağır... Uzak yollardan sana gelsinler” (Hacc, 27).





Allah Teâlâ Kâbe’nin ilk muhafızlığını ve hacıların koruyuculuğu görevini Hz. İsmail aleyhisselâma vermesi neticesi daha sonraları ortaya çıkacak alan “Rifâde” (hacılara yemek vermek görevi), liva (bayraktarlık), sikâye (hacılara su dağıtmak), gibi faaliyetlerin temellerinin atılması sağlanmıştır. O zaman Kâbe’de siyasî işler Cürhüm kabilesinin elinde bulunuyordu. Hz. İsmail aleyhisselâm ise, Kâbe’nin değişik hizmetlerine bakıyordu; perde ve örtü işleri de ondan soruluyordu.





“Kâbe’nin dört duvarı üstüne içten ve dıştan örtü asılması eski bir gelenek olup bu uygulamanın ilk defa ne zaman yapıldığı hususunda farklı rivayetler vardır; Bu konuda Hz. İsmail, Yemen tübba’larından Ebû Kerb veya Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin büyük dedesi Adnan’ın adları zikredilmektedir. Dıştan dam korku­luğunun kenarlarında bulunan demir halkalarla ça­tıya, şâzervân üzerindeki bakır halkalarla tabana tutturulan kisvenin Altınoluk, Hacerülesved, Rüknülyemânî’nin aşağı kısmı ve kapı hizalarına ge­len yerleri kesiktir. Kapıya ise, çok güzel bir şekilde işlenmiş diğerinden bağımsız bir kisve örtülür. Câhiliye döneminde kumaşın yanı sıra bazen deri­den yapılmış olan örtüyü kabileler veya şahıslar yaptırabiliyor, ancak bu görev genellikle Mekkelilerin ortak girişimiyle yerine getiriliyordu. Kâbe’ye örtülen kisveler eskiyinceye kadar indirilmeyip ye­rinde bırakılır, yeni gelen örtü onun üstüne asılırdı. Bu arada hac için Mekke’ye gelenler de beraberle­rinde getirdikleri örtüleri Kâbe’ye asabilirlerdi. Böy­lece Kâbe üzerinde üst üste asılmış pek çok örtü bu­lunur, bazen bunlar bina için tehlike arz edecek hale gelirdi. Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarları­nın muhafazası görevi demek olan hicâbe hizmeti Benî Şeybe’ye geçince eski örtüler genellikle parça­lara ayrılarak Mekke halkına ve hacılara dağıtılmaya veya satılmaya başlandı.





İslâmî dönemde Kâbe’nin örtüsü halife, önemli bir hükümdar veya devlet adamı ya da Mekke valisi ta­rafından yaptırılırdı; bu uygulama Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve dört halife tarafından da gerçekleştirilmiştir. Bu dö­nem câhiliyede olduğu gibi her yıl kisvenin değiştirilmesi âdeti yoktu; ancak değiştirme işi âşûrâ gününde gerçekleştirilirdi- Kâbe hizmetleri ve örtüsü için hazineden tahsisat ayırma Hz. Ömer’le birlikte başladı. Emevîler döneminde hicâbe görevi­ni sürdüren Şeybe b. Osman, Muâviye b. Ebû Süfyân’a bir mektup yazarak Kâbe’nin üzerindeki ör­tülerin miktarının arttığını, önlem alınmazsa mabe­din zarar görebileceğini bildirdi. Bunun üzerine Muâviye Hz. Ömer radiyallâhü anh zamanından itibaren Mısır’da yaptırılan beyaz keten (kabâtî) örtünün yanında kır­mızı ipek (hibre) örtüyü Mekke’ye gönderdi. Öncele­ri Dımışk’ta, daha sonraları ise, Horasan’da yapılan ve her yıl değiştirilen kisvenin 10 Muharrem âşûrâ günü kırmızı, 27 Ramazan’da beyaz olanının asılma­sı âdet oldu. Abdülmelik b. Mervân zamanından iti­baren ipek örtüler önce Medine’ye gelir, Mescid-i Nebevî’de bir gün sergilendikten sonra Mekke’ye gönderilirdi.





Abbasîler döneminde 206 (821) yılında âşûrâ günü asılan kırmızı örtünün ramazan ayına varmadan es­kiyip yıpranması üzerine beyaz renkli ipekten üçün­cü bir örtünün hazırlanması âdet oldu. Bu yıldan iti­baren Kâbe’nin örtüsü yılda üç defa değiştirilmeye başlandı. Bunlardan kırmızı ipek örtü arefe günü, kabâtî örtü Receb ayı başında, beyaz ipek örtü de Ra­mazanın 27. günü asılıyordu. Abbasî Halifesi Nasır-Lidînillâh tarafından 579’da (1183–84) gönderilen örtü yeşil renkli olup üzerindeki yazılar kırmızıdır (İbn Fehd, II, 551; III, 14); hilâfetinin sonuna doğru ise, örtünün rengi siyaha, yazısı sarıya çevrilmiştir. Böylece örtünün rengi artık siyaha dönüşmüş ve bu uygulama zamanımıza kadar devam etmiştir.





Abbasîlerden sonra Yemen’de hüküm süren Resûlîler birkaç yıl Kâbe örtüsünü göndermişler, daha sonra bu görev Memlûk sultanları tarafından üstlenilmiştir. İlk dönemlerde Hz. Ömer’den itiba­ren olduğu gibi örtünün masrafları beytülmâlden karşılanıyordu. Daha sonra Ebü’1-Fidâ el-Melikü’s-Sâlih İsmail, Kalyûbiye kasabasına bağlı üç köyü sa­tın alarak Kâbe örtüsü yapımına vakfetti. Her yıl ha­zırlanan Kâbe örtüsü devlet erkânı ve halkın katılı­mıyla düzenlenen görkemli törenlerden sonra, Ha­remeyn şehirlerinde yaşayan yoksullara dağıtılmak için yollanan para keselerinin ve çeşitli hediyelerin de konulduğu “mahmil” adı verilen bir mahfe veya sandık içerisinde emîr-i haccın sorumluluğunda Mekke’ye gönderilirdi.





1517 yılında Hicaz Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Yavuz Sultan Selim eskiden olduğu gibi Kâbe örtü­lerinin Mısır’dan gönderilmesini istedi. Kanunî Sul­tan Süleyman zamanından itibaren Kâbe’nin dış ör­tüsü Mısır’da, iç örtüsünün kumaşı da Mısır’da do­kunarak İstanbul’da hazırlanmaya başladı. III. Ahmed döneminden itibaren kumaşların tamamının İstanbul’da dokunması âdet oldu. İç örtü son olarak





1861’de tahta çıkışı münasebetiyle Sultan Abdülaziz tarafından gönderildi ve 1943e kadar kullanıldı. 1. Dünya Savaşı sırasında Mekke Emîri Şerîf Hüse­yin, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanınca her iki ör­tü de Mısır’dan gönderilmeye başlandı. Suudi Ara­bistan hükümeti 1962’de Mısır’dan gönderilen örtü­yü Cidde’den geri çevirdi ve bu tarihten itibaren Kâbe’nin örtülerini Mekke’de kurduğu özel Kâbe ör­tüsü fabrikasında hazırlatmaya başladı.





Günümüzdeki Kâbe örtüleri 14 m. uzunluğunda ve 0,95 m. genişliğinde kırk sekiz parçadan meydana gelir; tamamı 638,4 m2’dir. Yukarı kısımdaki Kâbe’nin dört tarafını çevreleyen ve birbirine eklen­miş on altı parçadan oluşan yazı kuşağına hizam denilir; uzunluğu 45 m. genişliği 0, 95 metredir. Bu kuşağın altında, yine on altı parçadan meydana gel­miş, ancak birbirine eklenmeden aralarına, içlerin­de ayet ve esmâ-i hüsnâ yazılı daireler konmuş ikin­ci bir kuşak vardır. Örtünün kendisi de kitâbeli ola­rak dokunmuştur. Birbiri içine giren üçgenler ara­sında lafza-i celâl, kelime-i tevhid ve “sübhânallâhi ve bihamdihî sübhânallâhi’l-azîm” ibaresi yazılıdır. Örtünün üzerindeki yazılarda altın ve gümüş teller kullanılmıştır. Abbasîler döneminden itibaren de­vam eden bu yazı geleneğinde, örtünün hangi hali­fe veya sultan tarafından nerede ve ne zaman yaptı­rıldığına dair kayıtlar da bulunmaktadır.” (Hicaz Albümü, Diyanet Vakfı Yayınları, 2006, s.35–38)





[12] Eyüp Sabri Paşa, Kâbe ve Mekke Tarihi, Sadeleştiren, Osman Erdem, İst. Fatih Yayınevi, s. 549





[13]  BOA, Fon Kodu: ML-VRD-TMT Defterleri 14420;





(15 Ağustos 1296 (27 Ağustos 1880) İrade-i seniyenin telgrafına verilen cevap (Osmanlı Başbakanlık Arşivi) Bazı araştırmacılar bu lakabın Efendi Hazretleri ile başladığını zannediyorlar. Bu belge durumu çok güzel açıklamaktadır.





[14]  AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam, İst, V. Baskı, c.I, s.24





[15]  Seyyid Muhammed Kadrî kuddise sırruhu’l-azîz anlatıyor:





Bir sabah namazını Şahımız Hz. Ali Hüsameddin’in arkasında kılıyorduk. Hz. Şah’ın baba ve anneden Seyyid olduğu hakikatini mânen gördüm. Namazdan sonra sohbete müsaade eden Şah’a arz ettim:





 Şimdiye kadar Hz. Şahın yalnız anne cihetinden seyyid olduğu söylenmekte idi. Lütuflarınızla Hz. Şah’ın peder cihetinden de seyyid olduğunu gördüm.





 Evet, elhamdülillah öyledir. Seyyidlik, ecdâdımız Seyyid Battal Gazi’den geliyor. Açıklar ve iddia edersem, çok yanlış kişiler de seyyidlik davasında bulunacaktır. En doğrusu, “Allah Teâlâ yanındaki seyyidlik makbuldür” buyurdu. (Şeyh-i Meczûb Muhammed Saîd Seyfüddin, İhsan Yolu (Gönül Sultanları ve Hak Sohbetleri adlı kitap içinde), Çeviri: Çelebi Süleyman Kaya, Ankara,1996, s.26.)





[16] Bir rivayete göre, Efendi Hazretlerine dikilen çocuk elbisesi Hicaz’a gönderildi.  Yedi sene Kabr-i Saadet’te mahfuz kaldı.





[17] Soyu Hz. Ebûbekir radiyallâhü anh’a dayanır, rivayeti de vardır.





[18] Doğumu nüfus cüzdanında 1296 dır. Askerlik teskeresinde doğum tarihinin (Rûmi: 1289, Milâdi: 1873) görülmektedir. İhramcızade Hacı İsmail Efendi İsmet İnönü (1884)  ile sınıf arkadaşı olduğundan bu tarihte bir hata olma ihtimali çok fazladır. Çünkü arada yedi yaş gibi fark olmaktadır. Ayrıca babasının memur olması ve İsmet İnönü hakkındaki rivayetlerde kesinlik vardır.





[19] Bu adın konulmasındaki hikmetlerden biri de, o dönem itibarı ile aile dostları olan Ulu Camiinde imam hatiplik görevi yapan zatında adıdır.    





[20] Samsunlu Mecnun Mahmut Efendiden işittim.





[21] Efendi Hazretleri bu beyitlerini sohbetlerinde çok zaman kendileri tekrar ederdi.





[22] Gardaşlarım! Anamın zürriyeti olmamış anam Hacca gitmiş Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ravzasında dua etmiş demiş ki, Ya Rabbî kapına geldim, bu Habibin hürmetine bir evlat ver demiş. Zaman gelmiş karnımda, hamile olduğunu can bulduğunu fark etmiş, iki rekât namaz kılmış, yatmış denilmiş ki, “İsmail’i kendi mayamızdan yoğurduk, ekşitmedik ve sana da hediye ettik” sesini Anam duymuş. İki rekât Hacet namazı kılmış. Bir gün evimizin önünde yılan yüzüme uzandı, yalamaya başladı. Anam gördü İsmail’i yılan yiyor dedi yılanı kovdu. Gardaşlarım! Şimdi anladık ki, yılan sevgisinden yüzümü yalarmış. Gardaşlarım (ta ezelden intisabım âlemin seyyidine, düştüm aşkına bu anasır bendine, çok aradım ağladım yüz tutup Hakk’ın kendine, âlemi ervah içinde hubbu Mevlâ olmuşuz.)





[23] Sakine Latife Hanım ile yapılan mülakat.





[24]  Sıbyan - İptidaî (İlkokul) Okullar





Osmanlı imparatorluğunda ilk eğitimin ve öğretimin yapıldığı yerlere “Sıbyan Mektebi” denilmektedir. Kuruluşları bakımından ya bir “külliye” içinde yer alıyorlar yahut da ayrı olarak mahalle ve köylerde bulunuyorlardı. Sıbyan okullarının belli bir yönetmeliği veya programı hazırlanmıştı. Bu okulların amacı bir çocuğa okuma-yazma öğretmek, İslâm dininin kurallarını ve Kur’an-ı Kerim’i belletmekti. Öğretim ezbere dayanıyordu. Ferdi bir eğitimin hâkim olduğu okullarda genellikle şu dersler okutuluyordu.





1 - Elifba, 2 – Kur’an-ı Kerim, 3 - İlm-i hal, 4 -Tecvit, 5 - Türkçe ahlak risaleleri, 6- Türkçe, 7 – Hat





Hocalar genellikle medrese çıkışlı olmakla beraber, cami imamı veya müezzin de oluyordu. 4–5 yaşlarında öğretime başlayan çocukların yoksul olanlarının gıda ve giyim-kuşam gibi ihtiyaçları karşılanıyordu.  Üç yıl yıllık programı vardır. Sıbyan mekteplerinin özellikle Osmanlı klasik döneminin dışında yozlaşmış olmuş ve fayda düzeyi azalmıştır. Tanzimat döneminde, ıslahı için çalışılmış ise, de olumlu bir gelişme kaydedilememiştir. 1869 Nizâmnâmesi ile yeni usulde “iptidaî” adı verilen okullar düşünülmüş ve ilk defa 1872 tarihinde uygulamaya konulmuştur. İlk olarak 1880 yılında Sivas’ta da biri kız, biri erkek olmak üzere iki iptidaî okulunun yapılmasına başlanmıştır.





[25] İsmet İnönü’nün arkadaşı olmasından dolayı askeri rüştiyeyi okuması gerekir. Şükrü Sefa Efendi’nin anlattığı menkabede bu okulu doğrulamaktadır.





Rüştiye Okulları





İlk zamanlarda ilkokul üstü hazırlık okulu, daha sonraları İse ortaokul karakterine sahip bir öğrenim derecesi olarak görmek mümkündür. Rüştiyeler önceleri Darülfünuna, sonradan İdadilere basamak teşkil etmiştir. Ayrıca ilk yıllarda hükümetin memur yetiştirmek gayesiyle de okul açtığını görüyoruz.





Sivas’ta 1882 – 1885 yılları arasında valilik yapmış olan Halil Rıfat Paşa bu dönemde, eğitim alanında büyük bir faaliyet başlatmıştır. Beş yaşına girerken kız ve erkek okula gönderilsin diyen Paşa, Sivas’ta Mekteb-i Mülkiye-i Rüştiye, Askeri Rüştiye ve Darü’l-Muallimîn okullarını açmıştır. Yine Sivas’a Sanayi okulu ve İnas Mekteb-i Rüştiyesi tesis edilmiştir.





Mekteb-i Rüştiye-i Mülkiye 1886 tarihli Sivas Salnamesi’nde geçmekte, 4 muallim ve 154 talebesi bulunmaktadır.  Okulun genelde memur ve idareci yetiştirmek gayesiyle kurulduğu tahmin edilmektedir. Dört yıllık programı vardır. (Demirel, Ömer, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Sivas 2006, s. 163





[26] Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





Yıl 1968. Ticaret Lisesi 2. sınıfa giderken öğleden sonra vekaleye gittim.  Efendi (k.s) Hazretleri sordu ki;





Oğlum Sefa! Nerede okuyorsun?”





Ticaret Lisesinde okuyorum diyecekken birden; 





Dede, Kazancılardaki Deli Fikri Paşa Konağında okuyorum.”dedim. O paşayı tanıyorum, Savaşa katıldı. Beni de severdi.”





Ben İsmet Paşa (İnönü) ile beraberde okudum. Sınıfın girişinde beraber otururduk. Zayıf ve cılızdı. Onun numarası 32 ve benim ki, 34 mü neydi. O zamandan İsmet Paşa siyasetçiydi, öğrencileri başına toplar, masaya çıkar konuşma yapardı.” “O bizden ayrıldı. O dünyayı tercih etti, biz de ukbayı.”





[27] İsmet İnönü 24 Eylül 1884 tarihinde  İzmir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini 32 numaralı öğrenci olarak (Askeri rüştiye) dört yıllık okulu beş yılda 1895 Sivas’ta tamamladıktan sonra bir yıl Sivas Mülkiye İdadisi’nde okuduktan sonra 1897de İstanbul’da Mühendishane İdadisini, 1900 de Topçu Harbiyesi, Harbiye 1903 ve 1906 yılında Harp Akademisi’nden mezun olarak, ordunun çeşitli kademelerinde görev yaptı. (Ana Biritanica Ansk; İnönü Mad.–Çağdaş Liderler Ansk; AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam)





[28] Abdurrahman Efendi, Halil Efendi ve Abdullah Efendi gibi mü­derrislerden ders almıştır. (Fatsa, Mehmet, Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 127)





[29] Bazı rivayetlerde Çifte Minareli medresede medrese eğitimi gördüğünden bahsedilir. Yanlış olma ihtimali vardır. Çünkü “Çifte Minarenin Osmanlı kaynaklarında, 16. asırdan itibaren harap olduğu ve eğitimin yapılmadığı yazılıdır. Ayrıca Defter-i Evkâf-ı Rum’da “Evkâf-ı Medrese-i Pervane Bey” ismiyle kayıtlı olan Çifte Minare Medresesi, 19. asırdan itibaren cephane saklanan bir depo haline getirilmiştir. 1853 tarihinde tamamen harabe haline gelmesi sebebiyle, binanın arta kalan taşları Hacı İzzet Paşa (Osman Paşa) Camii inşaatında kullanılmıştır. (Demirel, Ömer, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Sivas 2006, s.56)





[30] 1949’da boşandılar.





[31] 1950’de evlendiği üçüncü eşleri Zeliha Toprak (Hacı Valide) de 1972 de vefat etmiştir.





[32] Şükrü Sefa Efendi, Hayriye Hanım için buyurur ki;





“Hayriye Hanım o kadar edepli ve ahlaklı idi ki; Efendi Hazretleri öl dese ölürdü. Dedeme hizmet ederdi. İhvanlar ile haşır neşir olurdu. O’na Zamanın Rabiâsı derlerdi. Hamile kaldığı zaman çarşaflara sarınırdı ki, ancak doğumla hamileliği anlaşılırdı.”





Hakk’a yürüdüğünde bir ömür boyu toplamış olduğu saçlarını ve kestiği tırnaklarını kabrine gömdürdü.”





[33] 1,5 yaşında havale geçirerek Hakk’a yürümüştür.





[34] 1 yaşında Hakk’a yürümüştür.





[35] Hayriye Hanımefendinin Reyhane Hanımdan sonraki çocuklar hayatta kalamayınca Darende’ye Somuncubaba Hazretlerine ziyarete gidilmiş, orada dualar edilmiştir. Doğacak çocuklar evliyaya satılma usûlü ile hediye edileceğine dair sözler verilmiştir. Bu hadiseden sonra Sakine Latife Hanım dünyaya gelmiştir.





Aişe Zarifoğlu Hanımefendiden işittiğimize göre Hayriye Hanım buyururmuş ki; “Annem bize derdi ki; bu kızımın sırtında kürek kemiğinin altında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mührü vardır. ‘Ben’ falan değil.”





[36]  Efendi Hazretleri Aişe Zarifoğlu Hanımefendiyi validesine çok benzettiği için eşi Hafızanne’ye; “Hafızannesi bak, anam geldi” buyururlarmış.





[37]  Halid Kılıç Efendi konu hakkındaki hatırasını bize şöyle anlattı;





“Efendi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri bir gün İmmihan Hanımına ‘Şu şeker çuvalını sakla bize lazım olacak’ demiştir.





Daha sonra ‘Hanım şeker çuvalı lazım oldu getir’ dediği gün oğlu Kemal Efendi tren kazasında paramparça olmuş.





Efendi Hazretleri kaza yerine giden ihvanlara şeker çuvalını vermiş. Kimse bu çuvala bir mana verememiş. Fakat olay yerine geldiklerinde parça parça olmuş cesedi toplamışlar.





Efendi Hazretlerinde bir damla gözyaşı yok. Ve ‘Gardaşım Şehit babası da olduk.’ Demiş.





Ben bu olayı duyunca Sivas’a taziye ziyaretine gitmek murad ettim. Hem de bayrama rast geldi. Sivas’a Ulu Camii’ye tek başına gittim. Efendi Hazretleri ziyaretçileri çok geldiğinden evden dışarı çıkmıyor, dediler. Bende devlethaneye gittim. Ziyaretçiler çok olduğundan hizmetçiler herkesle ilgilenmiyorlardı. Orada Efendi Hazretlerinin hizmetkârı Gurcabatlı Fadime Hanım beni fark etti ve beni yukarı çıkarttı. Efendi Hazretleri namaz kılıyor, sonra içeri girersin dedi. Ziyaretçiler dağılınca Efendi Hazretleri yanıma geldi. ‘Gardaş’ nerden gelip, nereye gidersin. Buradan nereye gideceksin’ Bende otele giderim Efendim, dedim. Bana para vermek istedi. ‘Efendim himmet isterim’ dedim. ‘Olsun, paranda olsun, himmette olsun’ dedi, 10 lira verdi ve birine beni otele götürmesi için emir verdi. Ertesi gün niyetimi bozup söz dinlemeyerek tekrar görmek için gittimse de Efendi Hazretlerini göremedim, memlekete döndüm.





[38] İhramcızâde kuddise sırruhu’l-azîz, validesinin memurluk yapmasını istemediğini;





“Oğul! Mazhariyetin büyük adam olamadın, ben sana cami hademesi ol dedim, sen memurluk yapıyorsun sözünü gözyaşları ile çok söylemiştir.





Ayrıca “Validemiz cami hademesi ol dedi biz olamadık, fakat bugün hiç olmazsa da tamiratları ile meşgul oluyoruz” buyururlardı.





[39] Duyûn-u Umûmiye’nin Kurulması (1881) (Genel Borçlar İdaresi)





Osmanlı Devleti, Kırım savaşı sürerken, 1853 yılında ilk dış borçlanmayı yapmıştı. (İngiltere ve Fransa’dan) bundan sonrada borçlanmaya devam etti. Bu şekilde devlet, altından kalkamayacağı ağır bir yükün altına girdi. Osmanlı Devleti, 1875 yılında borçlarını beş yıl süre ile yarıya indirdiğini açıklaması, maliyesinin iflas ettiğini göstermiş oldu. Berlin antlaşması ile Rusya’ya ağır bir savaş tazminatının ödenmesi, maliyeyi daha da kötü bir duruma soktu.  II. Abdulhamid, borçların ödenmesini belli bir düzene sokmak için 1881 yılında Duyûn-u Umûmiye’yi kurdu. Duyûn-u Umumiye idare meclisi; Osmanlı devletinin dış borçlarını doğrudan doğruya kendisi toplamak ve borç karşılığı gösterilen gelirleri yönetmek, vergi gelirlerine direkt el koymak üzere kurulmuştu. Bu meclis, alacaklıların oluşturduğu temsilciler kanalıyla faaliyet gösterir ve meclis, ihtiyaç duyduğu yerde büro açabilirdi. Zamanla meclis, iyice güçlenerek, başka alanlarda da yatırımlara girişmeye, devlete borç vermeye, ikinci bir devlet (maliye) gibi faaliyet göstermeye başladı.





1928 de Duyûn-u Umûmiye’nin hukuki varlığına son verildi.





[40] Mürşidi Mustafa Hâkî kuddise sırruhu Efendinin kendisine:





“İsmail Efendi, memur olduğun yerdeki müskiratın tadına da bakıyor musun?” Diye latife etmeleri üzerine parasını borç para ile değiş tokuş yapardı.





“Gardaşım! İçkinin katresi haramdır. Fakat çoluk çocuğun nafakası için çalışıyorduk. Fakat biz yine başkasından borç alıyoruz. Aylığımı alıp ona verip parayı değiştiriyorduk.” (Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.)





[41] Osmanlı Hükümeti, Fransa ve İngiltere arasında imzalanan Ticaret Anlaşmasıyla tütün ithali yasaklanarak tütün için ilk defa 1862 yılında İnhisar (Tekel) kuruldu.





1879’da çıkarılan “Rusûmu Sitte” Kararnamesiyle tuz, tütün ve alkollü içkilerin inhisarı gelirleri yabancı bankerlere ve daha sonra 1883’de ise, “Duyûn-u Umumiye”ye bırakılmıştır. Sonradan Tütün İnhisarı İşletilmesi imtiyazı “Memâliki Osmaniye Duhanları Müşterek Menfaa Reji Şirketi”ne devrolunmuştur.





Tütün, alkollü içkiler, tuz barut ve patlayıcı maddelerle ilgili “İnhisar” hizmetlerini yürütme görevi 1932 yılında kurulan İnhisarlar Umum Müdürlüğü’ne verilmiştir.





Tütün, alkollü içkiler ve tuz 1932, barut ve patlayıcı maddeler 1934, bira 1939, çay ve kahve 1942, kibrit 1946 yılında Devlet tekel’i altına alınmıştır. Kahve 1946, kibrit 1952, barut, patlayıcı maddeler ve bira 1955 ve tütün 1986 yılında “Tekel” kapsamı dışına çıkarılmıştır.





[42] (21 Haziran 1934) Soyadı kanunun kabulü. Çıkarılan kanunla, her Türk kendine uygun bir soyadı almakla yükümlü kılındı. Aynı yıl çıkarılan bir başka kanunla da ayrıcalıkları belirten eski unvanların hepsi yasaklanmıştır.





[43] Nüfus memurunun İsmail Efendi senin bu lakabın Arapça olduğundan bunun aynı şekilde soyadına çevrilmesi mümkün değil. Sen kendin ve ailen için bir soyadı beğen ki, biz onu nüfusuna soyad olarak geçelim”demeleri üzerine, “Gardaşım biz topraktan olduk yine toprak olacağız bizim soyadımızda TOPRAK olsun”  demiştir.





Efendi Hazretlerinin soyadını TOPRAK olarak almasının mürşidi Mustafa Haki Efendinin kuddise sırruhu ismiyle de ilgisi de vardır. Hâk, Farsçada toprak manasına gelir.





Yine bu manzumeden olarak halen hayatta olan oğluna,Oğlum Kâzım TOPRAK, Toprak olabiliyor musun?”diye soyadının hikmetinden sual ederlerdi.





[44] Sivas’ta Adnan Menderes’in bile gidip elini öptüğü 90’lık bir zat, Hacı İsmail Efendi’yi tanımıştım o sene, “hastasın, ihtiyarsın, gidemezsin” diyerek kendisine pasaport vermek istememişler. Bir çâresini bulmuş olmalı ki, Harem-i şerifte gördüm; bir delikanlı çevikliği ile namaz kılıyordu.





9 Mayıs 1962, yine güneş doğmadan Beytullah’a koşuyoruz. Kalabalık da gitgide çoğalmakta. Ekseri saatlerimiz orada geçiyor..(ŞENOCAK, Kemaleddin, Müslümanlar Arasında Bir Garib Yolcu, İst, 2004, 231)





[45] Türkelili Mevlâna Küçük Hüseyin Efendiden işittim.





[46] 1938 yılı Ramazan ayı Kasım ayına rastlamaktadır.





[47] Halid Kılıç Efendi bize bir hatırasını şöyle anlattı;





“25 yaşında Zara’ ya gittiğimde orada Bafralı Hacı Hasan Efendinin ihvanları vardı. Bana bizim kola kayıt ol diye teklifte bulundular. Bende bizim vilayetimizin bir büyüğü var. Ben ona gideceğim. Sonra karar vereceğim dedim. Oradan ayrıldım





Bulunduğumuz yerde Efendi Hazretlerinin 50’ye yakın ihvanı var iken 6 veya 7 ihvan kalmıştı. Çünkü ben 7 yaşında iken ilk Efendi Hazretleri ile köy odasında 1938 senesinde tanışmış idim. Hala hatırası hayalimde mevcut idi. Kalan ihvan kardeşlerime yalvardım beni ziyarete götürün dedim. Sonunda razı oldular ve beni Sivas’a götürmeye karar verdiler. Yıl 1956. Cencin’e geldik. Araba yoktu. Üstü açık bir kamyon bulduk 2,5 lira ile Sivas’a indik. Kamyonda gelirken Efendi Hazretlerinin 1938 yılında 38 kişi ile 38 gün mahkûmiyeti konusu anlatıldı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kundağı kendisine verilen ancak Allah Teâlâ dostudur, dedim. Olaylar anlatıldıkça Efendi Hazretlerinin boş bir adam olmadığına karar verdim.





 Sivas’a gelince ilk olarak Paşa Camii’nde öğle namazını kıldık. Oradan vekaleye gittik. Efendi Hazretleri beni yanına çağırtıp oturttu. Benim harcadığım 2,5 lirayı da bana tekrar hediye etti. “Sivas’tan bir şey alırsın” dedi Sohbete hiçbir laf olmadan 1938 yılındaki mahkûmiyeti ile söze başladı. Dedi ki;





‘Gardaşlarım!  Bir tarihte 1938 de’ diyerek söze başladı. ‘Öyle bir tarihe rastladı ki; 1938 yılında 38 kişi ile 38 gün hapis yattık. Oradan çıkınca dede vatanıma gitmeye niyetlendik. Fakat manada bize kundak içinde bir çocuk verildi.





“Bu kimdir?” Diye sorduk;





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Rum’da O’nu büyüteceksin. dediler. Bizde fikrimizi değiştirdik.” dedi.





Benim kalbimde Efendi Hazretleri hakkında hiçbir şekilde şüphe kalmamıştı. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem emanet edilen kişi büyük insandır. Orada bulunanlar ve ben ders isteyince istihare etsinler dedi. Benim için ise, Hakkı Hafız Efendiye “bu gardaşımızın dersini hemen ver” dedi. Ben dersimi aldım. Üç gün vekalede kaldık.





(Halid Kılıç Efendi: Zara İlçesi Yapak Köyü 1931 doğumlu, üç yaşında âmâ ve hayatta bulunan bir ihvan Efendi.





Bu hicret için 1935 senesini verenlerde vardır. Ancak 1938 senesini verenlerin çok olması ve âmâların hafızaları kuvvetli olmasından ve bizzat Efendi Hazretlerinin yanında ilk önemli görüşme hatırası olarak birinci ağızdan dinlediği için Halid Kılıç Efendinin rivayeti kuvvetlidir. Yazan)





Bu türlü hicretin bir benzeri de Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî kuddise sırruhu’l-azîzin başından geçmiştir.





Ülkede 1930’larda yaşanan değişim konusundan manevi olarak bunalan Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz, bir ara Türkiye’yi terk edip Medine-i Münevvere’ye hicret etmek istemiştir. Bu konudaki bir sohbetinde o günlerdeki duygularını şöyle dile getirmiştir:





“Asrımızda herkes benliğine, makam ve sair ahval-i dünya zaviyesinden bakarak, sanki ölmeyecekmiş ve kı­yamet yokmuş gibi esef verici bir hale mağlup olarak, bu neş’e ile vakit geçirmeye başlamıştır. Âlemin ahvaline ve âlemi ihata etmiş olan hadsiz-hesapsız zulmet ve fesada bakarak, uhdeme düşen irşad ve ıslah vasifesini icraya, ilim ve kudretimin kâfi gelmeyeceğinden, yeis derecesinde kalarak beş defa halk arasından çekilmek ve Medine-i Münevvere’de ihtiyar-ı mücaveretle Ümmet-i Muhammed’e dua ile imrar-ı hayat etmek için Cenab-ı Mefhar-ı Âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden mezu­niyet istedim. Cenab-ı Rasûlullah, katiyyen halk arasın­dan çekilmeme razı olmadılar. Mefhar-i Âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin benim halk arasından çekil­meme razı olmamaları, cüz’î küllî (az çok) benden Üm­met-i Merhumeleri’ne menfaatlerin olacağına delalet et­mektedir.” Bu sözlerinde Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîzin tevazu ile kendisinde irşad için gerekli donanım eksikliğinden söz etmesi  dikkat çekicidir.





(http: //www. naksibendi. net) (http://www.geocities.com/tasavvufvesufiler)





[48] Şam’a Hicret ahir zamanda sünnet olduğu için Şam rivayeti de göz ardı edilmemelidir. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;





“Bir hicretten sonra bir hicret daha olacak. Bu hicret yeri ise, yeryüzü ehlinin hayırlıları için Hz. İbrahim aleyhisselâmın hicret ettiği yer (Şam) olmalıdır. Yeryüzü ahalisinin kötüleri kalır. Yerleri onları öbür dünyaya atar. Allah Teala da onlardan hoşlanmaz. Onları ateş, maymunlar ve domuzlarla birlikte haşr eder.” (Ebû Davud, Cihad 3, (2482)





Bugün Şam deyince sadece Suriye’nin başşehri olan Şam’ı anlarız. Eski kitaplarda bu şehrin adı Dımeşk’tir. Aslında Şam, Filistin, Ürdün, Lübnan topraklarını da içine alan büyük bir bölgedir.





[49] Bir rivayette; İstanbul-Fatih İlçesindeki Reşadiye Oteli.





[50] Efendi Hazretleri Şam-Arabistan’a hicret davası çıkınca kızı Hayriye Hanım çok üzülmüşler. Yüzüne bakmaya kıyamadığı bir güzellikte olan oğlu Ubeydullah için, “Eğer Efendi Babam geri gelsin, bu oğlum yoluna kurban olsun” buyurmuşlardır. Efendi Hazretleri hicret niyetinden vaz geçip Sivas’a dönünce 15 gün sonra Ubeydullah Efendi Hayriye Hanımefendinin kucağında havale geçirerek Hakk’a yürümüştür. Efendi Hazretleri için bir bedel yine kendi ciğerinden verilmiştir.





[51]  (Bazı rivayetlerde İzmir’e uğramış sonra Sivas’a dönmüşlerdir.)





[52] Polis baskınları artıp ihvan hakkında soruşturma yapılınca Efendi Hazretleri “Ticaret için geliyorlar” buyurunca, “peki dükkânın nerede?” diye sorulmuş. Bunun üzerine komisyon dükkânı açılmış. Efendi Hazretlerinin üzerine kayıtlı komisyon dükkânına gelip alışveriş yapan ihvandan başkası da olmadığı gibi manevî ticaretin zahirî dükkânı açılmış.





[53] Atatürk’ün, Efendi Hazretlerini çağırıp bir görüşme yaptığı irşad faaliyetlerinde rahat olması beyanında bir izin aldığı rivayetleri vardır. Rivayetin doğruluğunu tam tespit edememe rağmen, şu husus dikkate şayandır ki, Efendi Hazretlerinin Atatürk’ün zamanında şeyhlik yaptığı devlet tarafından bilinmektedir. Tekkelerin kapatıldığı bir zamanda bu hizmette bir kesilme de olmamıştır.





[54] Çorapçı Hanı: Ahşap ve iki kattan oluşan alt katında kuru gıda ve hayvansal ürünler satılan, üst katı ise, otel olarak kullanılan bir mekândır.





[55] İhramcızâde kuddise sırruhu’l-azîz Hacca gittiklerinde gördükleri bir mekânın ne olduğunu sor­duklarında,  vekâle olduğunu söylemişler.  Dönüşlerinde cumhuriyetin kurulduğu zamanlarda Tekkelerin kapatılması, dinî toplantılarının kanunlarla yasaklanan faaliyetler içinde yer almasından dolayı Çorapçı Han’da yazıhane sıfatı ile “vekâle” yi açmıştır.





[56] Büyüklerin vefatları için kullanılan bir ifadedir. Kâmil insanlar Allah Teâlâ’ya dönerler. “Allah Teâlâ yolunda öldürülenlere ‘Ölüler’ demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.” (Bakara,154) “Biz Allah Teâlâ’ya aidiz ve sonunda O’na döneceğiz.” (Bakara, 156) ayetleri ve





  اولـياء الله لا يـموتـون ولـكن يـنقلـبـون مـن دار الـى دار  “Evliyalar ölmezler, belki bir evden başka bir eve geçiş yaparlar” buyrulmuştur. Bundan maksat kâmil müminlerdir. Bu hayatı bâkiye sebebiyle kâmil müminlerin bedeni bozulmaz. Bu bir hakîkâttir. (İsmail Hakkı Bursevî, Salât-ı Meşiş Açıklaması)





Türkelili Mevlâna Küçük Hüseyin Efendi Hacı Hasan kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Efendiden şunları rivayet etmiştir.





Hacı Hasan Efendimizin evine gittik. Sabah kahvaltısını yaptık. Buyurdu ki; “Şeyhimizi ziyaret ettiniz mi? Öyle ise, bizde şeyhimizden haber ederiz.” dedi. Çay içerken ilâveten buyurdu ki;





“Şeyhim iki cihanın kutbu idi. Şeyhimle 43 yıl beraber oldum iki tende bir can idik. Halen de beraberiz. Şüphe edenler bende, bir yara açsınlar Şeyhimin kabrini de açıp baksınlar. Şeyhim kabrinde hay (diri) duruyor. Aynı yarayı Şeyhimde görürler….





[57] Muhammed isminin sayısal değeri 92 dir.





[58] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin son kelâmlarındada namazın kılınma mevzusu geçmektedir.





[59] Efendi Hazretleri bir gün Ali Barakla beraber Ulu Camiden çıkarken, merdivenlerin orta yerinde durup Ali Barak’a,





“Hacı gardaş, bu Ulu Camii’ ye epeyce hizmetimiz oldu, acaba bize (eli ile göstererek) şuradan bir yer vermezler mi acaba?” diyerek cami önündeki kabristandan bir yeri gösterir. Efendi Hazretlerinin irtihalinin ertesi gün Si­vas’a gelen Ali Barak Efendi hazretlerinin kabrinin üzerine kapanarak,





“Efendim burayı daha evvel bana göstermişti” diyerek alabildiğince ağlamıştır.





[60] Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





“Dedem Hakk’a yürüdüğünde yerel gazeteler günlerce bahsetti. “Sivas’ın Büyük Kaybı” “Davası olan” “Mizacı elem” gibi başlıklar ile duyuruldu.”





[61] Cüssesi büyük olan iri yapılı adam. Buradaki mana Büyük Pir.





[62]  Basra şeyhlerinden bir zâtın dünyalıkça fevkalâde zaruret ve ihtiyacı olup ekmeğe muhtaç bir dervişi ile beraber medresenin bir harap odasında kuru bir hasır üzerinde Cenâb-ı Hakk’a ibadet ü taat ve zikrullâh ile vakit geçirirler iken bu zatın hâline aşina olan bir zat tarafından kendisine denilmiş ki;





“Bağdat’ta ehlullâhtan filân zâta bir mektup yazıp Derviş Muhammed’le gönderseniz ve bir miktar dünyalık ihsan olunmak üzere Cenâb-ı Hak’tan dua ve niyaz olunmasını istirham edip onun dua ve teveccühü sebebiyle biraz dünyalık teveccüh etse, pek güzel olur. Daha ziyade Cenâb-ı Hakk’a yakınlık olup dünya ve ahiret kurtuluşu bulursunuz” demesi üzerine Şeyh Efendi:





“Bunun bu sözü Hakk’ındır” diyerek o yolda bir mektup yazıp Derviş Muhammed’e teslim ederek Bağdat’a göndermiş.





Derviş Muhammed, Bağdat’a gelip şeyhin kaldığı tekkeyi sormuş. Filân mahallede olan meydana karşı konaktır demişler.  Derviş Muhammed oraya geldikte görmüş ki, tarif ettikleri konak değil, bir saraydır. Kendi kendine demiş ki, “Bu şeyhin tekkesi değildir, belki Bağdat padişahının sarayıdır” diyerek yine başlamış şuna buna sormaya. Demişler ki;





“A bîçare derviş, işte sana gösterdik, bu saraydır onun yeri. Sen galiba taşradan gelmişsin, bilmiyorsun o zâtın durumunu” demişler.  Mecbur, Derviş Muhammed, saray kapısından içeriye girip kapıcıya mektubu göstermiş. Kapıcı yanına bir adam katıp kethüda Efendi hazretlerinin odasına göndermiş.  Derviş, kethüda Efendinin odasına dâhil olup görmüş ki, kethüda Efendi bir padişahzade gibi âlicenap bir köşede oturmuş ve odası ise, padişaha mahsus bir odadır. Derviş Muhammed muhakkak bilmiş ki, nafile, biz yine yanlış geldik, bizim istediğimiz şeyh Efendinin tekkesi değildir, bu bir padişah sarayıdır. “Bakalım neticesi ne olacaktır!”  demiş.  Mektubu kethüda Efendi hazretlerine takdim etmiş. Kethüda Efendi, Derviş Muhammed’i alıp be­raberce Hazret-i şeyhin huzurlarına götürmüş.  Derviş Muhammed şöyle kapı önünde huzûr ile selâm durup şöyle Hazret-i şeyhe nazar etmiş. Onu görmüş ki, gayet nefîs ve enfes elbiseler içinde; sırtında kollarını giymemiş şöyle omzuna almış on bin kuruş kıymetinde âlâ bir kürk; önünde yasemin çubuk, mücevherli takım, güya bir padişahtır. Artık odanın ziynetini sorma. Derviş Muhammed gönlünden demiş ki;





“Böyle bir ehl-i dünyadan dua ve niyaz talep edi­yoruz,   fe-subhânallâh Teâlâ!”   deyip durur iken Hazret-i şeyh ferman buyurmuşlar ki;





“Derviş Muhammed, gel bakalım şuraya otur.” Derviş Mu­hammed gelip erkân minderi üzerine oturmuş. Hazret-i şeyh, Derviş Muhammed’in şeyhinden sual etmiş. O da;





“Pek ziyade fakirlik içinde olduğundan biraz dünyalık için dua ve niyaz ve teveccüh buyrulmasını Efendimiz hazretlerinden istirham ederek fakirlerini Efendimize göndermiştir” demiş. Hazret-i şeyh buyurmuşlar ki;





“Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî lutf ve ihsânına nihayet yoktur, dua ettim, İnşâallâhu Teâlâ, Şeyh Efendi de bizim gibi ilâhî nimete mazhar olurlar” , demiş. O esnada alış veriş memuru Hazret-i şeyhin huzuruna girip demiş ki, “Efendim, tekkenin içinde ve dışında bulunanların mevcudu üç yüz nefere ulaşmış olup bugün kilerde bir dirhem yağ ve bir tane pirinç yoktur, fer­man Efendimizindir” demiş. Hazret-i şeyh buyurmuşlar ki;





“Gel şu minderde olan kürkü al da bedestene götür sat, akçesiyle yağ, pirinç ve gerekli malzemeleri al” demiş. Memur kürkü alıp gitmiş. Derviş Muhammed izin talep etmiş ki, huzûr-ı şeyhten dışarı çıksın. Hazret-i şeyh bu­yurmuşlar ki;





“Biraz daha muhabbet edelim.” Aradan az bir müddet geçip oda kapısından bir ağa içeriye girip koltuğunda bir bohça getirip Hazret-i şeyhin önüne koymuş, demiş ki,





“Efendim, defterdar Efendi kulunuz ellerinizi öperler. Bugün bedestende bir kürk satılır görmüşler; Efendimize lâyık bir kürktür diye aldılar, Efendimize takdim buyurdular ve kabulünü niyaz u istirham ettiler.” Hazret-i şeyh buyurmuş ki;





“Memnun oldum, mahsus selâm, dualar ederim. Getir oğlum omzuma koy” demiş. Ağa da bohçayı açıp kürkü çıkarıp Hazret-i şeyhin omzuna koymuş. Derviş Muhammed görmüş ki, memurun az önce omzundan aldığı kürktür. Hazret-i şeyh, Derviş Muhammed’e hitaben buyurmuş ki;





“Derviş Muhammed, ben istemiyorum, Cenâb-ı Hak kemâl-i lutf u ihsân-ı ilâhiyyesinden olmak üzere lâyık görmüş sebebler vasıtasıyla ihsan etmiş. Haydi, sen de git de şeyhine böylece söyle, selâm dualar eyle; Cenâb-ı Hak ona da dünyalık ihsan etmiştir” demiş. Derviş Muham­med dönüp Basra’ya gelmiş, doğruca şeyhin kaldığı medreseye gitmiş. Sormuş ki;





“Bizim Şeyh Efendi ne oldu, odasında yoktur!” medresedekiler demişler ki;





“Derviş Muhammed, senin şeyhin sen gittikten sonra ehl-i dünyâ oldu, şimdi filân mahallede bir büyük konak aldı, sâhib-i devlet sâhib-i dünya oldu; hizmetkâr artık sual etme!” demişler. Derviş Muhammed işi anlamış, derhal şeyhinin konağına gidip Bağdat’taki Hazret-i şeyhin selâm, duasını arz ve ahvalini beyan etmiş ve şeyhi de memnuniyetle





“Eksik olma Derviş Muhammed, senin sebebinle biz de Hazret-i şeyhin duasına mazhar olup bize de dünyalık yüz gösterdi” buyurmuşlar. (Aşçı İbrahim Dede, Aşçı Dede’nin Hatıraları, hzl. Mustafa KOÇ-Eyüb TANRIVERDİ, İstanbul, 2006, c. IV, s.1659–1660)





[63] Bazı kaynaklarda ve tezimizde yapmış olduğumuz bir hata; “Mur Ali Baba kuddise sırruhu’l-azîz ile Efendi Hazretleri görüşmüştür.”





[64] Efendi Hazretleri, o anda zuhur eden mânevî hâli sonradan çeşitli sohbetlerinde anlatmıştır.





“Gardaşlarım! O an bana bir hâl oldu. O hâl, bu hâl”





“Bana bir nazar etti ki, ne olduğumu bilemedim.” 





“O heyecanı tarif ede­mem. Efendim, bana o soruyu sorarken ellerimin yeşil bir renk aldığını gördüm.”





“İşte o anda mânevî bir haz hissettim. Gözüm, elim mürşidim oldu; O ben oldu, ben ise,  O oldum.”





Başka bir rivayette şöyle gelmiştir.





“Genç delikanlı idim. Anam ile Tokat’a şeyhimi ziyarete gittim. Anam hacı idi. Anam daha önce sebebi veladetimizi (dünyaya gelişimizi) Ravza-i Pâkiden Harem-i Şerif hediyesi olduğumuzu söylemişti. Şeyhim;





Oğlum! Nerelisin?” Bende;





Sivaslıyım, Hacı Aişe Hanımın oğluyum,” dedim. Üzerimde tıfl (çocuk) iken sarındığım hac ihramı vardı. Şeyhim üzerimdeki elbiseye muhabbet etmişler. O muhabbetle ahir ömür sermaye-i saadetimiz oldu. Fakir her ne kadar üzerindeki ihram-ı şerif beğenilmişse de, hakikatte beşeri ihramı ve onda mahfuz (saklı) olan ilâhi nimet-i ve maneviye olup Şeyh Efendimiz keşfi manevi ile ondaki kutsiyeti sevmiştir.” (Gülbaba Cavit Kayhan)





[65] (d. r. 1272/  h.y.t: r.15 Teşrisâni 1336)





[66] Efendi Hazretleri şöyle anlatmıştır.





“Tokatlı Pîr Efendimiz bir tarafta, Sivaslı Şeyh Efendimiz de bir tarafta oturuyorlardı. Pir Efendimiz yerinden kalkarak, Mustafa Tâki Efendinin yanına geldi, bir süre sonra da kayboldu. Gördüm ki, Tâki Efendinin siması, Pirimizin mübarek yüzüne dönmüş. Bizim bu gördüğümüz işaret ile Tâki Efendiye biat etmek ve eksik dersimizi ikmal eylemenin gerekli olduğunu anladık.”





[67] Aliyyül Havvas kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki; “Din âlimlerine dil uzatmaktan sakının. Çünkü onlar, Allah Teâlâ´nın isim ve sıfatlarının kapıcılarıdır.





Velileri inkârdan sakının. Çünkü onlar, Allah Teâlâ´nın zatının kapıcılarıdır.





Bir şey yapmak istiyorsanız, size yakışanı yapın. İnsanlar, bir şey vermediğiniz için sizi cimrilikle itham etmesinler, bu yüzden size karşı çıkmalarına meydan vermeyin. Çünkü veli olmanın şartlarından biri de şudur:





Bu gibileri, yanlarında bin dinar olsa da bunu bir fakire verseler, verdikleri paranın onların nazarındaki kıymeti, toprak üzerinde bulunan bir çakıl taşından daha kıymetsizdir.”





“Yemin ederim ki, talebeler, Allah Teâlâ´nın dünyayı yarattığı günden yok edeceği güne kadar, hocalarının huzurunda kor bir ateş üzerinde otursalar, doğru yola girmeleri için yol gösterip engelleri ortadan kaldıran hocalarının haklarını ödeyemezler.”





[68]  (r.18 Ağustos Salı 1341)





[69] GAVS: Yardım eden. Evliya arasında kullara yardımla vazifelendirilen veli zât. Muhyiddîn-i Arabî kuddise sırruhu’l-azîze göre gavs, medâr kutbudur. İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine göre ise, medâr kutbundan ayrı ve daha yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeble, medâr kutbu birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makamlarına getirilecek evliyayı seçmekte bunun rolü vardır.





Gavs-ı Â’zam: Büyük gavs (yardımcı). En meşhuru Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz hazretleridir.





Gavs-ü Sakaleyn: İnsanlara ve cinlere yardım eden büyük veli.





[70] Şah Hâşim Risâlesinde yazıyor ki; Allah Teâlâ kullarından birini veli yapmak dilerse, onun Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna götürülmesini emreder. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem emreder ve





“Oğlumuzu, Seyyid Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine götürün, velâyete layık olup olmadığını araştırsın” buyurur.





Seyyid Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine götürülür. Eğer o zat-ı velâyete layık görürse, ismini Muhammedî Defterine yazar. Mübarek mühürle mühürler ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in emri ve tasdiki konur. O zat-a velâyet, berat ve hilâfet tertip edilip zamanın gavs-ı vasıtasıyla sahibine ulaştırılır. O veli makbul ve korunmuşlardan olur. Bu vazife kıyamete kadar Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine verilmiştir. Başka görevlisi de yoktur. Bu işe yalnız bakmaktadır. Her asırda kutuplar, gavs ve bütün veliler O´ndan feyz almaktadırlar.” (İ. Hakkı ALTUNTAŞ, Kutsî Dua, 2006, s.207)





[71] Temessül hadisesi ehlullâh için normal hadiselerdendir. Mesela;





Rebiyülevvel’in 29. günü dervişlerle sohbet ederken Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Aziz Mahmud Hüdâyi kuddise sırruhu’l-azîze görünüp oturdu­ğu seccadenin üzerine gelmiştir. Muharrem’in 24. günü Cuma namazının son sünnetini kılarken Bâyezîd Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîzin genç bir insan suretinde gelip mecliste oturduğunu görmüştür. Cemâziyelûlâ ayında Aziz Mahmud Hüdâyi mihrapta otururken ve dervişler zikrederken kalp gözünden perdeler kalkmış, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mazhar-ı zât-ı rabbânî ve câmi-i cemî-i esma ve sıfat olduğu (yâni bütün ilâhî isim ve sıfatlara sahip olduğu) keşf olunmuştur. (Aziz Mahmud Hüdâyi Uluslararası Sempozyum Bildiriler, İst-Üsküdar Beld. 2006, c. I, s. 226)





[72] Anlatılan hadisenin geçtiği yer bugün İhramcızâde Mehmet Kâzım Toprak Efendi Hazretlerinin ailesiyle kaldıkları evdir. Bu olay hakkında görüş almak için müracaat edilebilir.





[73] Gavstan Yardım İsteme Usulü:





Sıkıntıda olan bir kimse gavs-ı vesile edip Allah Teâlâ’ya yalvarırsa derhal sıkıntısı gider. Şiddet anında her kim O’nun ismini anarsa derhâl rahata kavuşur. Gavs Hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allah Teâlâ’dan dilekte bulunursa, derhâl işi görülür.





İki rekât namaz kılınır. Her rekâtında Fatiha’dan sonra on bir İhlâs okuyarak, iki rekât namaz kılınır. Selâmdan sonra da on bir defa Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme salât ve selâm getirip gavsın ismini anarak yalvarırsa, Allah Teâlâ’nın izni ve yardımıyla derhal işi görülür.





[74] Muhammed Hâşim Kışmî, Berekât Îmâm-ı Rabbani Ve Yolundakiler, trc. A. Faruk Meyan, İst. 1980, s. 455





اللـّٰـهُمَّ  رَبـَّناَ تَـقَـبّـَلْ مِنَّا زِياَرَتَناَ زِياَرَتَ عَـبْدُ اْلـوَهّــَاب اْلغـَازِي كَـمَا تَقَـبَّـلْتَ مِنْ عِـبَـادِهِ اّلصَّالِحِـينَ     [75]





[76] Hz. Sultan Hoca Ahmed Yesevi kuddise sırruhu’l-azîz Divan-i Hikmet,TDV Yayınları, 2003, s.3





[77] İslâm’ın yayıcısı ve müjdecisi muhterem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem olduğu için onun sohbet şerefine erenler, müslümanlar arasında büyük bir kıymet ve itibara sahiptir. İşte ashab dediğimiz kimseler, ümmetin bu bahtiyarlarıdır. Ancak ashâbında derecesi bir değildir. Bu derece, onların kendi kişiliklerine ait fa­ziletlere, İslâm’a ettikleri hizmete ve İslâm’ı kabul hususundaki sıralarına göredir.





Buna göre Ashab mertebelerine göre dokuz tabakaya ayrılmış­tır.





Birinci tabaka: cennetle müjdelenen on kişi, bütün ashabtan üstündür. İlk dört halife, yâni Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Sa’d, Hz. Saîd, Hz. Abdurrahman ve Hz. Ebû Ubeyde radiyallâhü anhüm.





İkinci Tabaka: Hz. Ömer radiyallâhü anh’ın İslâm olmasından sonra müslümanlığı kabul edenler oluşturur.





Üçüncü Tabaka: Aka­be’de ilkönce biat eden Ensar,





Dördüncü Tabaka: Aka­be’de ikinci kez biat eden Ensar.





Beşinci Tabaka: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme hicretinde Küba’da yetişen Muhacirler.





Altıncı Taba­ka: Bedir savaşında bulunan Muhacirler ve Ensar.





Yedinci Tabaka: Bedir Savaşıyla Hudeybiye Seferi arasında hicret eden­ler.





Sekizinci tabaka: Şecere-i Rıdvan (Hoşnutluk ağa­cı) altında biat eden Ashab.





Dokuzuncu Tabaka: Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra gelen muhacirler.





Bu tabakaların içinde ulu ashabdan bazıları, Suffe Ashabı arasında seçkin kişiler vardı. Bu kişiler Ashab arasında yiyecek, giyecek gibi şeylerden veya yatacak yerden mahrum bazı fakir­lerdi. Bunlar için her akşam Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin kutlu evinin avlusunda bir sofra kurulur ve önlerine kavrulmuş arpadan meydana gelen bir kap yemek konurdu. Bunlar, geceleri Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin mescidinin kuzey yanındaki sofasında yatarlardı. Suffe (sofa) ehlinin sayısı hakkında rivayetler çeşitlidir. 10, 30, 70, 92, 93, 400 kişiydi diyenler vardır. Bunlar içinde Medine’de hemşerisi olmayanlar vardı: Bazıları;





Hz. Ebu Zer Gıfârî, Hz. Ebu Saîd Yemenî, Hz. Huzeyfetü’l-Absî, Hz. Vesîletü’l-Leysî radiyallâhü anhüm,





Bazıları da köle iken müslüman olanlar Hz. Ebu Mevhîbe, Hz. Ammâr, Hz. Bilâl Habeşi, Hz. Habbâb, Hz. Selman Fa­risî, Hz. Suheyb Rumî radiyallâhü anhüm.





Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas radiyallâhü anh’ın da bir aralık Suffe ehli arasında bulunmuş olduğunu rivayet ederler. (AYNÎ, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, sadeleştiren H.Rahmi YANANLI, İstanbul, 2000, s.182)





[78] İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 1/120–121.





[79] ÖZDEŞ, Talip, Vahiy ve İslâm Tebliğinin Krono Cetveli, Sivas, 1994, s.7





[80]  Bir gün Üftâde Efendi Hazretlerine Molla Hünkâr Hazretleri (Mevlâna) ruhanî gelmişler, buluşmuşlar. “Gâhîce bizi de anın. Mesnevimizi nakledin.” Diye buyurmuşlar. Râvî rivayet eder ki, bir kimse Hazret-i azizle buluşmaya gelmiş idi. Görse ki, içeride bir gürültü var, Hazret-i azizin huzurunda adam var diye içeriye de girmemiş. Bir zaman sonra içeri girdikte Üftâde Efendi Hazretleri buyurmuşlar ki, “Kuzu, Konya’dan Molla Hünkâr (Mevlâna) geldi. Bize bir külah getirdi ve “Bizi de anın.” Diye buyurdular ve “Mesnevimizi nakledin.” Diye tembih buyurdular.” Şimdi Molla Hünkâr hazretleri bu zamandan nice yıl önce dâr-ı fenadan dâr-ı bekaya rıhlet buyurmuşlar. Hâşâ ki, onlar ölmezler ve dahi onları öldü diye itikâd etmemek gerektir. Râvî rivayet eder ki, Üftâde Efendi hazretleri nice zaman Molla Hünkâr’ın nefes-i şerîfeleriyle Mesnevî-i Şerîfi nakl buyurmuşlar. (Hüsameddin Bursevî, Menâkıb-ı Hazret-i Üftâde, İst, 1996, s.93)





[81]  Tarîkatların tasnifi aslında 12 den fazladır. 12 sayısı aslında semboliktir.





Ahmed Münib kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’nin 1306 yılında basılan Mir’ât-ı Turuk adlı eserinde faydalanılarak tesbit edilen tarîkatla­rın adları ve kurucuları şu şekildedir.





1-Kadiriyye: Abdülkadir Geylani kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu..





2-Rifaiyye: Ahmed Rifai kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





3-Bedeviyye: Seyyid Ahmed Bedevi kuddise sırruhu’l-azîz  tarafından kuruldu. Daha çok Mısır’da yaygınlaştı.





4-Dussukiyye: Burhaneddin İbrahim Dussuki kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu. Daha çok Mısır ve Sudan’da yaygınlık kazandı.





5-Kübreviyye: 1221’de Harizm’de vefat eden Necmeddin Kübra kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





6-Halvetiye: Ömer Halveti kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu. İslâm dünyasının en yaygın tarîkatlarından oldu. Bugün kırktan fazla kolu var.





7-Sühreverdiyye: Şihabüddin Ömer Sühreverdi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





8-Çeştiyye: Muinüddin Hasan Çişti kuddise sırruhu’l-azîz tarafından Hindistan’da kuruldu. Hindistan’ın ilk ve en büyük tarîkatı oldu.





9-Yeseviye: Ahmedi Yesevi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından. 11. yüzyılın 2. yarısında kuruldu.





10-Sa’diyye: Seyyid Sadeddin Cibavi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





11-Mevleviyye: Mevlana Celaleddin-i Rûmi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





12-Şazeliye: Ebu’l-Hasan Şâzeli kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





13-Hâlidiyye: Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





14-Ekberiyye: Muhyiddin İbnü’l-Arabî kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





15-Nakşibendiyye: Bahâüddîn bin Muhammed el-Buhârî kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





16-Bayrâmiyye: Hacı Bayram Velî Ankaravî kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





17-Eşrefiyye: Eşrefoğlu Rûmi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





18-Müceddidiyye: İmam Rabbani kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





19-Celvetiyye: Aziz Mahmud Hüdâyi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





20-Medyeniyye: Ebu Medyen el-Mağribi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





21-Bektaşiyye: Hacı Bektaş Veli kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





22-Zeyniyye: Muhammed Zeynuddin-i Hafi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri tarafından Envar-ı Sühreverdiyye ve Esrar-ı Rifâiyye birleştirilerek kurulmuştur.





23-Ruşeniyye: Dede Ömer Ruşenî kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





24-Ahmediyye: Ahmed Şemsettin Marmaravi Yiğitbaşı kuddise sırruhu’l-azîzin Halvetilerin bir gurubu olarak kurulmuştur.





25-Sümbüliyye: Yusuf Sümbül Sinan kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





26-Gülşeniyye: İbrahim Gülşenî kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu. Sezaiyye ve Haletiyeyi-Gülşeniyye şubeleri vardır.





27-Sinaniyye: İbrahim Ümmü Sinan kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





28-Şabaniyye: Şaban-ı Veli kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri tarafından kuruldu. Karabaşiyye, Nasnhiyye, Çerkeşiyye, Bekriyye şubeleri vardır.





29-Uşşakiyye: Hasan Hüsamettin Uşşaki kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu. Nasuhiyye, Cahidiyye, Cemaliyye, Selahiyye şubeleri vardır.





30-Hâşimiyye: İmam Musa Kâzım’ın 32’nci evladı Seyyid Mustafa Haşim kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





31-Mısriyye: Niyazi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





32-Cerrâhiyye: Hazret-i Pir Nureddin Cerrahi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu.





33-Bekriyye: Seyyid Mustafa Bekir kuddise sırruhu’l-azîz tarafından kuruldu. Hıfniyye, Semaniyye, Durduriyye, Ezheriyye, Ticaniyye, Sadiyye, Kemaliye şubeleri vardır. (Aziz Mahmud Hüdâyi Uluslararası Sempozyum Bildiriler, İst-Üsküdar Beld. 2006, c. II, s.374–376)





[82] MENKABE (Menkıbe): Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu menâkıb dır.





MENÂKIB: Menkabeler. Velilerin, Allah Teâlâ’nın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve kerametlerini konu edinen hikâye ve hatıralar, bu hususta yazılmış kitaplar.





“Menâkıb, Allah Teâlâ’nın ordularından bir ordudur. Allah Teâlâ onunla tasavvuf yolcularının kalblerini kuvvetlendirir.” Bu sözün delili;





“Biz sana peygamberlerin kıssalarını anlatıyoruz, bununla kalbini pekiştirip takviye ediyoruz” meâlindeki Hûd sûresi 120. âyet-i kerîmesidir.”





Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruhu’l-azîz





“Evliyanın menakıbını dinlemek, onlara olan muhabbeti, sevgiyi artırır; Ashâb-ı kirâmın menâkıbı îmânı kuvvetlendirir.” 





Seyyid Sıbgatullah kuddise sırruhu’l-azîz





[83]  Bir kimse şöyle dedi:





Kademgâhda -helâ- Allah adın demek olmaz.





Ne yapayım, kendimden ayıramam.





Şah attan aşağı inemez bî­çare at neylesün.





Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî kuddise sırruhu’l-azîz





(Safer Baba, Tasavvuf Terimleri, İst., 1998, s.313)





[84] Bir başka rivayette. “Şeyhim İstanbul’a teşrif ettiler. Şeyhimi ziyaret için kalbimden rahatsızım diye on günlük izin aldım. Çünkü kalbim şeyhimi arz ediyordu. O olmadığı içinde kalben rahatsızdım. Sonra karayolu ile Samsun’a, Samsun’dan da vapurla İstanbul’a müteveccihen yola çıktım. Vapurda bulunduğum yer hayvanların bulunduğu yerin yanında idi. Kokusu bana mis kokusu geliyor­du. Çünkü şeyhime gidiyordum. İstanbul’a varınca Fatih Camii merdivenlerinde karşılaştık. Göz göze geldik. O göz göze gelmeyi iki cihana değişmem. Mustafa Hâki Hazretlerinin Peşkircizade Nuri Efendi isminde bir müridi vardı. İstanbul’a ziyarete gi­derken Nuri Efendiye beraber gidelim diye teklif ettik. Nuri Efendi de mazeret beyan ede­rek gelmedi. Bu ziyaretten kısa bir süre sonra Mustafa Hâki Hazretleri ebediyete intikal etti.”





[85] Lafza-i Celâl: Allah - İsm-i celâl, yâni şerefli “Allah” kelime­si, doksan dokuz ismin en büyüğüdür. Bir kimse “Yâ Allah!” de­rse Hak Teâlâ Hazretlerini bütün sıfatlarıyla yâd ve bütün fiille­riyle zikretmiş olur. Fakat “Yâ Rahman!” dese yalnız rahmet sı­fatıyla anmış olur. Diğer isimlerde böyledir. Bu lafza-i celâl Allah Teâlâ’nın has ismidir, hiçbir şeyden türemiş değil­dir. Bu doğru görüş İmam Halil’in, Sîbeveyh’in, usûlcülerin ço­ğunluğunun ve fukahanın görüşüdür.





 (AYNÎ, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, sadeleştiren H.Rahmi YANANLI, İstanbul, 2000 s. 231–232)





[86] Ürgüpzâdelerdendir.





Hafız Hakkı Efendinin, 1901 yılında dünyaya geldiği bi­linmektedir. Uzun ve verimli bir ömür sürmüştür. Ana ve baba tarafından evlad-ı Rasül olduğu, ceddinden birçok hak dostu velinin yetiştiği ifade edilir. Babası Feyzullah Efendidir. Ataları, Şam’dan Ürgüp’e oradan Zara’ya sonra da Sivas’a gelmiştir. “Ürgüp” soyadını almasını da, atalarının bir süre burada kalmış olmasına bağlamaktadırlar.





Hafız Hakkı Efendinin, ana tarafından ceddi olan Şeyh Mahmut Merzubani, Anadolu’nun İslamlaşması sırasında Tacü’l Arifin Ebü’l Vefa Hazretlerinin işareti ile 12. Asrın sonlarına doğru, Buhara’dan Anadolu’ya gelmiştir. Sivas’ın Zara ilçesindeki Tekke köyüne yerleşerek irşad faaliyetle­rinde bulunmuştur. Devrin selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat, Merzubani Hazretlerini ziyaret etmiş ve ondan manevi himmet istemiştir.





Hafız Hakkı Efendi, küçük yaşlarda iken iki kardeşini babasını ve daha sonra da annesini kaybetmiş, henüz erken yaşta kimsesiz kalmıştır. Bu yüzden medrese eğitimini ta­mamlayamamıştır. Ancak hafızlığını Arapça ve Farsça bilgi­sini sonradan geliştirmiştir.





1977 yılında, uzun yıllar yürüttüğü imamlık görevinden emekli olunca, kendisini daha fazla irşad görevine yoğun­laştırmış, şeyhi Gavs’ül-âzam İhramcızâde İsmail Hakkı kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendi Hazretlerinin manevi mirasını genişletmeye çalışmıştır. Onun ilk irşadını Hacı Mustafa Taki Hazretlerinden gördüğü ifade edilir. Sivaslı Mustafa Taki Hazretlerinin postnişinliği daha sağlığında İhramcızâde Hazretlerine bırakmasıyla da İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi’ye bağlanmış olduğu, İhramcızâde mektebin­de tasavvufi tedrisine devam ettiği anlaşılmaktadır.





İhramcızâde mektebinde yetişmiş sayılır şahsiyetlerden olan Hafız Hakkı Efendinin, Sivas merkez olmak üzere To­kat, Ordu, Samsun, Ankara ve İstanbul’da etkili olduğu, ih­vanlarının daha çok bu merkezlerde toplandığı görülmek­tedir. Ordu ve çevresinde hizmetlerini halen devam ettiren, yetişmiş kâmil insanlar vardır.





İhramcızâde mektebinde yetişmiş olmanın sonucu olsa gerek, onun da irşad anlayışında “sükûtîlik” dikkatlerden kaçmaz. İleri gelen ihvanlarının ifadelerinden anlaşıldığına göre, “hallere vukufiyeti” ile irşad edişi, az ve fakat öz ko­nuşmaları ile çevresinde etkili olduğu görülür. Sünnete son derece bağlı, günlük hayatında tertip ve düzene titizlikle ri­ayet ettiği anlaşılmaktadır.





Uzun yıllar maruz kaldığı hastalıklara rağmen halinden hiç şikâyetçi olmaması menkıbevi bir biçimde anlatılır. (Fatsa, Mehmet, Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 171)





Bu sülâleden meşhur olanlar vardır.





Suat Hayri Ürgüplü (1903 Şam-1981 İstanbul) 13 Ağustos 1903 tarihinde Şam‘da doğdu.1.Dünya Savaşı’na katılma fetvasını veren Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi’nin oğludur. Lale Devri‘nin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa‘nın soyundandır. Galatasaray Lisesi‘nden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi‘ni 1926 yılında bitirdi. Çeşitli devlet hizmetlerinde bulundu. Cumhuriyet Senatosu‘nun ilk başkanı oldu. Bu görevi tamamladıktan sonra 1965 yılında (İsmet İnönü‘nün başbakanlıktan istifa ettiği 5 Şubat tarihinden 10 Ekim 1965 genel seçimleri sonrasına kadar) partiler üstü hükümetin başkanlığını yaptı. 1966‘da kontenjan senatörü seçildi.1972‘ye kadar bu görevde kaldı. 1981 yılında vefat etti.





[87] Ulu Camide uzun süre görev yapan Müezzinzâdeler’den Sivas-1926 doğumlu ihvan-ı kirâmdan.





[88] Anadolu topraklarında yaşanan depremler arasında, 1939’daki Erzincan felaketinin özel bir yeri vardır. O yıl, 26 Aralık’ı 27 Aralık’a bağlayan gece yerle bir olan Erzincan’da, ölü sayısı 33 bine ulaşmıştı. Richter ölçeğine göre 8 şiddetindeki deprem, gecenin saat 2.00’sinde, Erzincan’ı 52 saniye boyunca sallamıştı. “ 20. yüzyılın depremleri” sıralamasında 15. olan 1939 depremi, halk arasında “Büyük Erzincan Depremi” diye anılmaya başlanmıştı.





Erzincan’ı tümüyle haritadan silen deprem, Amasya, Tokat, Sivas, Kırşehir, Ankara, Çankırı, Kayseri, Samsun, Ordu illerinde ve çevresinde de etkili olmuş, toplam 116 bin 720 bina yıkılmıştı. Deprem gecesi, hava sıcaklığı sıfırın altında 30 dereceyi gösteriyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında Türkiye’nin üzerine çöken bu doğal afette, kış ve soğuk, ölü sayısının daha da artmasına yol açtı. Erzincan depremi basına, “Erzincan Zelzelesi Bütün Tahmin Hudutlarını Aşan Bir Felaket Oldu,” “Feci Bilânço” gibi başlıklarla yansıdı.





Deprem sırasında, kentin demiryolu köprüsü de yıkılmış, telgraf hatları kopmuş, Erzincan’ın çevreyle bütün ilişkisi tamamen kesilmişti. Bu yüzden deprem haberi saatler sonra öğrenilebildi. Yardım ekipleri, yıkılan köprülerin onarılmasından sonra, ancak 28 Aralık günü kente girebildiler.





[89]  Aliyyü’1-Havvâs kuddise sırruhu’l aziz şöyle buyurdu:





“Karısının dilinden, tahakkü­münden, kötü davranışlarından eza ve cefa duymayan Allah Teâlâ dostları pek azdır. Bunların bu gibi kadınlarla evlenmeleri ya nefislerini ter­biye ya da başkalarını o kadından korumak içindir.” (Uhûdü’l Kübra, a.g.e. s.399)





[90] Yaklaşık üç saatlik mesafe.





[91] İhvan bazen, yalnız beşeri aşk ile Allah Teâlâ’ya ulaşır, Aşk-ı mecazi kendisine müptela olan kişi tutulduğu aşkın etkisiyle, yanarak, dünya muhabbetini terk eder. Artık, dünya muhabbeti, bir daha ona dönmez.





Gavs Hizânî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bir gün bazı büyüklerden naklederek “gerçekte mecaz, hakikatin köprüsüdür” buyurdu. Bir fakir “köprünün iktiza ettiği gibi onda durmayıp, üzerinden geçmekle emrettiler” dedi.





Gavs Hizânî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz “evet, lakin onlar, kendilerinden istifade edilmesinde müsavi değildirler” diye söyledi. (Gavs-i Hizani Seyyid Sıbgatullah-el Arvasi, Minah (Vergiler), İst, Aralık 1996, s.127Minah: 195-196)





[92]   “Kur’an-ı Kerim’deki “Hâ mim” terkibi de böyledir. Pek yücedir o, öbür terkiplerse pek aşağıda. Çünkü bu terkipten hayat meydana gelir, aciz halinde sur üfürülmüş gibi her şey dirilir.





“Hâ mim” Allah lütfu ile Musa’nın asası gibi ejderha olur, denizler yarar. Görünüşü başka sözlerin, terkiplerin görünüşüne benzer ama değirmi ekmek, ay değirmisinden çok uzaktır. Onun ağlayışı da kendinden değildir, gülüşü de, sözü de.” (Mesnevi c.V, b.1326–1330) (değirmi: daire şekli)





[93] Kütahyalı Şeyh Salih kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin bir kerameti Hızır hakkında ihvanın nasıl düşünmesi gerektiğini açıkça göstermektedir. Sadeddin Cami müezzini, mânevî potansiyeli yüksek bir insanmış. Her gün:





Yâ Rabbi! Bana Hızır’ı göster,” diye dua ve yalvarışlarda bulunur.





Böyle, günler gelip geçer. Bir gün sabah ezanını okumak üzere minareye çıktığında minarenin şerefesinde Şeyh Salih kuddise sırruhu’l-azîz Efendi karşısına çıkar. Müezzin, o mübarek insanı görünce:





Şeyh Salih Efendi ne işin var, ne yapıyorsun burada?” der. Şeyh Salih kuddise sırruhu’l-azîz Efendi:





Sen dua ettin. Yâ Rabbi! Bana Hızır’ı göster, demedin mi?”





Dedim.”





Buyur! Ben Hızır’ım.”





Bu menkabeden de anlaşılacağı üzere Hızır’ın dünyada bir tane müşahhas bir şahıs olduğunu düşünmemek lâzım. Çünkü Hızırıyet vardır.





Hızır, ledün sahibi bir insandır. Onun için ehlullahın bu makama uğradıkları ve oradan geçtikleri tasavvuf ilminin kapsamı içindedir.” (SIR, a.g.e. s. 407)





“Her gördüğünü Hızır, Her halini Huzur, İbadetini Kusur, Her geceni Kadir bileceksin” sözü bu hakikate işaret etmektedir. Zamanın tasarruf ehlinin Hızır aleyhisselâm olduğu hakikati aşikârdır.





“Bütün güzellikler ve iyi şeyler insanın kendi nefsindedir. Mesela:





Hazret-i Rifâî kuddise sırruhu’l-azîz Efendimiz’e evlâtları Kadir gecesi ne vakittir? Diye sormuş. Oğlum, buyurmuş.





“Eğer sen basiret gözünü cilâlandırırsan her ânın Kadir’dir, senede bir gece değil.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 377)





[94] Şemseddin Ahmed Sivâsî (Kara Şems) kuddise sırruhu’l-azîz





Anadolu’da yetişen büyük velilerden. Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsiyye)’nin kurucusudur. Babasının ismi Ebü’l-Berakat Muhammed’dir. Asıl ismi, Ahmed, künyesi Ebü’s-Sena, lakabı Şemseddin’dir. Kara Şems diye şöhret bulmuştur. 1519 (h. 926) senesinde Tokat’ın Zile ilçesinde doğdu. Sivas’ta 1597 (h. 1006) senesinde Hakk’a yürüdü. Sivas’ta Meydan Camii avlusunda medfûn olup, Kabri ziyaret edilmektedir.





Türk-İslâm tarihîndeki meşhur üç Şems’den birisidir. Bunlardan birincisi Mevlâna Celâleddin-i Rumî kuddise sırruhu’l-azîzin hocası olan Şems-i Tebrizi kuddise sırruhu’l-azîz, ikincisi İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmed Hanın yanında bulunan Akşemseddin kuddise sırruhu’l-azîz, üçüncüsü de III. Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara Şems kuddise sırruhu’l-azîzdir. Üçü de yüksek dereceler sahibidir.





[95] (Hayber seferi dönüşünde İslâm ordusu gecenin geç saatlerine kadar yol alır. Bir ara askerlere de uyku bastırır.) Ebû Katâde radiyallâhü anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle beraber bir gece boyu yürüdük. Cemaatten bazıları:





“Ey Allah Teâlâ’nın Rasûlü! Bize mola verseniz!” diye talepte bulundular.





Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem:





“Namaz vaktine uyuya kalmanızdan korkuyorum” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Bilâl radiyallâhü anh:





“Ben sizi uyandırırım!” dedi. Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mola verdi ve herkes yattı. Nöbette kalan Bilâl radiyallâhü anh da sırtını devesine dayamıştı ki, gözleri kapanıverdi, o da uyuyakaldı. Güneşin doğmasıyla Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem uyandı ve:





“Ey Bilâl! Sözüne ne oldu?” diye seslendi. Hz. Bilâl radiyallâhü anh:





“Üzerime böyle bir uyku hiç çökmedi” diyerek cevap verdi. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem





“Allah Teâlâ Hazretleri, ruhlarınızı dilediği zaman kabzeder, dilediği zaman geri gönderir. Ey Bilâl! Halka namaz için ezan oku” buyurdu. Sonra abdest aldı ve güneş yükselip beyazlaşınca kalktı, kafileye cemaatle namaz kıldırdı.” (K.Sitte)





[96]  Hz. Ali kerremallâhü veche buyuruyor ki; “Günlerden cumartesi günü çok güzel bir gündür. Çünkü bu günde avlan­mak için şeriatta bir yasak konulmamıştır. Diğer günlere nisbetle cumar­tesi günü daha rahat ve huzurludur.” (Hz. Ali kerremallâhü veche Divanı, trc, Müstekımzâde S. Saadettin Ef., İst. 1981, s. 30)





[97] Ömür Uzar Ecel Uzamaz!





“Hem Allah Teâlâ sizi bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı, sonra da sizi çiftler yaptı. O’nun bilgisi dışında ne bir dişi gebe olabilir, ne de doğurabilir. Bir yaşatılanın ömrünün uzatılması da kısaltılması da kesinlikle bir kitapta yazılıdır, şüphe yok ki, o Allah Teâlâ’ ya göre çok kolaydır.” (Fatır,11)[Elmalı sadeleştirme]  





 “Hem Allah Teâlâ sizi bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı, sonra sizi çiftler kıldı, onun ilmine iktiran etmeksizin ne bir dişi hâmil olur ne de vazeder, bir yaşatılana çok ömür verilmek de, ömründen eksiltmek de behemehal bir kitapta yazılıdır, şüphe yok ki, o Allah Teâlâ’ya göre kolaydır.” [Elmalı orijinal]





Şimdi bu düşünceler doğrultusunda, yukarıdaki; “Kendisine ömür verilenin de, ömrünün uzatılması da, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır” satırı ve Evliyaullahtan bazılarının; “Ömrüm, beni sevenlerin dualarıyla uzadı!(Yâni, Beni sevenlerin gönülden ettiği dualarla, bedensel hayatiyet enerjimi daha uzun sürede ziyan etmeden, bereketlice kullanmak nasip oldu) şeklindeki beyanlarını daha iyi anlayabiliriz.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Sadaka ömrü uzatır” “Sıla-i rahim ömrü uzatır” buyurukları için yapılan çok yorumlarda rahat hayatın uzun olacağı varsayılmıştır. Fakat yukarıda bahsedilenler üzere şu yorum da yapılabilir. İnsan ömrünü genellikle zaman kavramaları ile değil de rızk, nefes alma verme miktarları ile açıklamak daha uygun olur.





Mesela; rızkı bitene kadar, nefesi miktarı vb.





Bu açıdan bakılınca katil için verilen kısas cezası uygun düşmektedir. Yâni, yaşayabilecek bir vücudu tahrip ederek, ruhun elbisesini soyarak madde âleminde kalmasına mani olunmasıdır.





Hamdi Yazır’a göre, ecel birdir, “ölüm her ne sebeble olursa olsun ecel yetmiş. Ömür bitmiş olur.” Yâni, maktul eceliyle ölmüştür. Bazı insanların eceli müsemmâ ve eceli kaza diye iki ecel tasavvur etmeleri yanlıştır. İn­sanın dünyada iki ömrü yoktur ve “iki eceli de yoktur.” Rızıklar da takdir edilip, levhi mahfuza yazılmıştır. Kimse rızkını tüketmeden ölmez.  Tüketilemeyen de rızık sayılmaz’ ‘Kulun fiilini Allah ya­ratmaktadır’. İnsan aklı güzel ve çirkine tamamen hâkim olamaz.” “İyilik, Allah Teâlâ’nın isteğine bağlıdır. Allah neyi dilerse hikmet ve güzel o olur.” (Elmalılı H. Yazır Sempozyumu TDV. Yayınları Ank, 1993, s.279)





Ecel, tesbit edilmiş ömür ise de kader yasalarına göre insanın tasarrufuna bırakılmıştır. Eğer bu şekilde olmasa idi, kulların Allah Teâlâ’ya hayat müddeti hakkında “niçin ve nasıl” soruları olurdu. Allah Teâlâ kuluna emanet ettiği hayatı nasıl kullanacağını bilir. Fakat O’nun bu bilmesi ile kulun hayatı ipotek altında değildir. Ancak sevdiği kullara karşı bir yardımı olduğu da ayrı bir konudur.





Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîz bu konuda şöyle buyurmaktadır.





“Bir hadîs-i şerifte: Sadaka, ömrü arttırır ve belâyı defeder, de­niyor. Sayılı nefesler ne artar ne eksilir. Münâfikün sûresinde (11. ayet) de Cenâb-ı Hak:





“Allah hiçbir kimseyi eceli gelince asla geri bırakmaz” bu­yuruyor. Bunlar arasında tezat olduğundan bahsedenlere dedim ki; Hayır, bu hadîs-i şerif ile bu âyet-i kerîme arasında tezat yoktur. Farz edelim ki, herkesin elinde bir tesbih var. Bunların kimi binlik, kimi beş yüzlük, kimi doksan dokuzluk. Herkes tesbihini ya tabiî ahenkle veyahut çabuk çabuk çekiyor. Adetler aynı adet. Fakat çekiş tarzı, yâni zaman ya süratli ya da ağır...





Bir de şu karşıki yalının kapalı terasında oturanlara bakın... Şu sert ve yağmurlu havaya rağmen, deniz ortasında nasıl da rahat otu­ruyorlar. Çünkü Allah Teâlâ onlara, istirahat edebilecekleri kolaylıklar ver­miş.





Keza, sadaka veren kimsenin de belâ ve hastalıklar def olmak suretiyle ömrü ferah ve âsûde geçer, binâenaleyh uzamış olur.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 402)   





Konu ile ilgili olması açısından Rifâilerin tekke tıplarındaki esasları hatırlamak uygun olacaktır.





“Rifailerde tekke tıbbının üç esası var. İlk esas, doğru ve salih nazardır. Doğru kişinin nazarı insanlara ferahlık verir, manevi neşe uyandırır, moral yükseltir. Kişiler var sanılan ama olmayan hastalıklarından kurtulur.





İkinci esas, doğru nefes insan yaşamını uzatır. Zikirlerin ritmik olması nedeniyle dervişlerin doğru nefes alıp vermesi gerekir. Doğru nefes alıp verme vücud organizmasını dengeler ve düzgün çalıştırır. Dervişlere göre, insanın sayılı ve sınırlı olanı ömrü değil, nefesidir.





Üçüncü esas, doğru temas, diğer adıyla meshtir. Dualar okunarak ve insan vücudu sıvazlanarak, hastalıkların vücudtan çıkarılması sağlanır.” (http: // www. sabah. com.tr)





Hz. Ali kerremallâhü veche buyurdu ki;





“Senin hayatın sayılı nefesler üzerinde kurulmuştur. Her nefes alışta on­dan bir parça eksilmektedir.”





İnsanın nefes alıp vermesi, sayı olarak bellidir. Bir günde ne kadar teneffüs ederse hepsi ömründen sayılmaktadır. Şeyh Sadi, Gülistan isimli eserinde, aldığımız her nefes hayatı uzatmakta, dışarıya verdiğimiz zaman da onunla mufarrah olmaktayız, di­yor. Sofilerden bazıları nefesi hapsetmekle hayatın uzatılabilece­ği görüşünü savunmuşlardır. (Hz. Ali kerremallâhü veche Divanı, trc, Müstekımzâde S. Saadettin Ef., İst. 1981, s. 364)





Gavs Hizâni kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki: "Sohbette, şeyhim Muhyiddin-üs Sahrani kaddese’llâhü sırrahu’l azîzden işittim ki: “Nefesleri tutmak Ömrü uzatır. Ömür, nefeslerle zabt ve tayin edilir.”





Ben bu sözü, sohbet şeyhimden işittikten sonra, nefesimi tutardım. Muhyiddin-üs Sahrani kaddese’llâhü sırrahu’l azîz dedi ki: “Ömürden gaye ancak sohbettir. Nefesi tutmak ise sohbetin kemalini meneder.”





Gavs Hizâni kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bir fakire sordu; muteber olan öncekilerin Muhyuddin-üs Sahrani kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin sözü gibi bir söz söylediğine vakıf oldun mu? Fakir cevaben dedi:





“Evet ben Ruhü'l Beyan tefsirinde bazı muhakkiklerde bu söz gibisini gördüm, yalnız ben buna itimat etmeyerek, belki ömürlerin nefeslerle kayıtlı olduğu gibi, aynen saatle, günlerle ve zamanın diğer cüzleriyle de kayıtlı olduğuna itikat ederdim. Gerçi yalnız nefesleriyle kayıtlı olması, ömrün artıp eksilmesi hakkındaki meşhur müşkülü halletmek için bu yoldan gidilmiştir.





Sanırım Gavs kaddese’llâhü sırrahu’l azîz adı geçen şeyhi gibi, birinci söze meylederek dedi ki: “Ölüm halindeki kişinin hızlı nefes alıp vermesi bunu takviye ediyor.” (Gavs-i Hizani Seyyid Sıbgatullah-el Arvasi, Minah (Vergiler), İstanbul, Aralık 1996, s.130Minah: 206)





[98] Cinlere karışmak.





Konu ile ilgili olarak Ebu Yusuf isimli bir cinin havas ile uğraşan kişiye anlattıkları nasihati burada hatırlatmak uygundur.





“Şimdi söylediklerimi iyi dinle ve durum ne olursa olsun as­la aklından çıkarma. Cin dediğin varlıklar, yâni bizler, nefisle­rine son derece düşkün varlıklarız. Tüm yaşamımız ona köle­likle geçiyor. İçimizde gerçekten bazı şeyleri keşfetmiş olanlar hariç, hayatımız küfür içinde geçiyor. Bizlerden size dost ol­maz. Bizden fayda yerine ancak zarar görürsün. Bizlere inanıp ona göre hareket etmek büyük bir gaflettir. Sana doğru bilgi asla aktarmazlar. Her ne kadar iyi niyetlerle başlasan da, bir süre sonra nefisleri ağır basmaya başlayacak ve seni kıskanıp, seni zor duruma sokmaya çalışacaklardır ki, onu da yapıyorlar zaten. Müslüman olup Allah Teâlâ’yı kabul edenlerle iletişimin bu minval üzere olur.  Onlardan aldığın yardımlar kaşığın ucuyla alıp sapıyla gözünü çıkarmak misali gibidir.





Doğru bilgi alabileceklerin de var tabi aramızda. Ancak on­ların da temel amacı aranıza nifak sokup insanları birbirine düşürmeye çalışmaktır. Buradan, sizlerden, onlarla iletişim kurmuş olan kişilere, sizin dünyanıza göre mucize sayılabile­cek birtakım özellikler ve yetiler tanırlar. Ancak bunun bir karşılığı vardır. Seni kendilerine köle ederler ve kendilerini Al­lah olarak görmelerini isterler. Hatta kendilerine tapmanı isteyeceklerdir.





Bunun karşılığında da sana, herkesin açık ağızla seni izleyeceği, toplumunuzca olağandışı görülen birtakım özellikler verilir. Şeytana uşaklık eden bu varlıklarla beraber olduğunda tüm hayatın küfür üzerinde geçer ve karşı­lığında dünya hayatını yüceltirler. Senin ukbadaki hayatını rezil ettikleri gibi, sana gelip yardım isteyen insanların da hem bu dünyasını hem de ahiretini mahvederler.





Sana verdikleri olağandışı bilgilerle çevrendeki insanları sa­na mahkûm ederler. Herkes sana inanır ve inanmak zorunda kalır. Sonuçta tüm toplum senin kulun olmuş olur. İnsanlar senin karşında ezilip büzülürler. Bir evliya görmüşçesine kafalarını nereye sokacaklarını şaşırırlar. Bu davranışları gizli bir şirktir aslında. Meydana gelen olayların senin elinle geldiğini sanırlar ve böylece de Allah Teâlâ’ya olan imanlarını kaybederler. Bu­na ek olarak söyledikleri doğrulara ekleyecekleri yalanlarla sa­na inanan insanları bir çıkmazın içine sokarak, bunalıma iter­ler. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu konular hakkında hocandan (nasihat ettiği kişinin hocası) kısmen de olsa bilgi almıştın.





Sonuç olarak şu söylenebilir ki; bizim dünyamızdaki var­lıklardan sana dost olmaz. Bunu hiçbir zaman unutma. Onla­rı kullanabileceğin ya da yönetebileceğin gibi bir fikre sakın kapılma. Sana bu hissi verseler de, hatta bunu doğrulayacak davranışlarda bulunsalar da itibar etme. Onlar hiçbir zaman senin kontrolün altına girmezler. Hiçbir kimsenin böyle bir yetkisi ve etkisi yoktur. Hocanız bile buna yeltenmemiştir. Çünkü olmayacağını bilirdi. Ona çok yakın olmamıza ve hayatı boyunca ona yalan söylememiş olmamıza karşın bizim sözle­rimize salt doğru gözüyle bakmazdı. Sözlerimizi aklıyla kıyas­lardı ve öyle karar verirdi. En son danışacağı yer kalbi olurdu. Senin bu düzeyde mânevî bir ruh halin yok. İnşallah Allah Teâlâ kısmet ederse olur, olmasını temenni ederim fakat olmayaca­ğını var sayarak söylüyorum, bizlere itibar etme.





Şeytana kulluk eden, nefsinin kölesi olmuşlarla birlikte olup onların sunduğu sahte cennetlere aldanma. Onların sundukları sana çok hoş gelir. İnsanların, sendeki olağanüstü özellikleri gö­rünce, ortaya koydukları tapınma davranışları, gururunu okşaya­caktır. Fakat unutma ki, bu seni gerçekte mahvetmeye hazırlan­mış bir melek görüntüsüdür. Elbisenin dışından bir melek olduğu­nu sanırsın; soyunduğunda ise, bir şeytanla karşı karşıya olduğunun farkına varırsın ancak iş işten geçmiş olur.





Bu nedenle de dünyaya tapma. Müslüman olmuş olanlar­dan alabileceğin yardım da oldukça sınırlıdır. Hangi konuda olursa olsun, sana verdikleri bilgileri aklınla test edip ikna ol­madıkça, itibar etme ve bunlara inanma. Onlardan, sana sun­dukları bilgileri ispat edecek kanıtlar iste. Eğer mümkünse bu ispatı bizzat kendin, aklınla yapmaya çalış. Onları hiçbir za­man övme, bu onların nefislerinin azmasına yol açacaktır. Allah Teâlâ’ya dua et ve onlarla zaman zaman yalnız kaldığında, sohbet ederek, dinî bilgilerini güçlendirmeye çalış.





Senin bilgilerin onlara kıyas edilemeyecek ölçüde fazladır. Fa­kat sen bunun farkında değilsin. Onlara görebildiğin hakikati ve doğruları anlatmaya çalış. Ancak bu şekilde hem kendini, hem de onların kendilerini mahvetmesini engellemiş olursun.





İlimden asla uzaklaşma. İlimsiz bu yola çıkanların son du­rağı şeytan olur; bu genel kaidedir. Bunun dışına çıkmak mümkün değildir Cenâb-ı Hakk bir mucizeyle olaylara müda­hale etmediği sürece. İlmî akıl, olayların doğrusunu algılayabilmene yardımcı olacak en büyük faktördür. İlmin yüksek olursa, onların da sana saygı duymasını sağlamış olursun. Bu sayede hem kendini hem de onları kurtarmış olursun.





Bu işi yapmaya başladığın günlerden itibaren çevrende bir­çok insan tanıyacaksın. Gördüklerinden dolayı belki işini bı­rakmak isteyebileceğin zamanlar olacaktır. Yolunda, emin adımlarla ve aklın rehber alarak hareket eder ve sapmamak için Allah Teâlâ’dan yardım istersen, bütün pisliklerin içinde, temiz kalabilirsin. Aksi takdirde yok olursun.





Sana son olarak söyleyeceğim şeyler de şunlardır: Diline hâkim ol ve çok konuşma. Saltanat heveslisi olma. Dünya için çalış ama ona köle olma. Haram yeme ve bu dünyanın güzelliklerine sakın kapılma. Dünya saltanatını seversen ile­ride göreceğin bazı insanlar gibi şeytanın uşağı olursun. Ak­lının kabul etmediği bir şeyi hiç kimseye bildirme. Hatta doğ­ru olduğunu aklın kabul etse bile kendi içinde sakla.





Bu yol çok tehlikelidir. Sonuç itibariyle bu sadece bir mes­lek değildir. Uğraştığın konu, imanın sınırlarını da kapsamak­tadır. Bu dünya için de ahiret için de son derece çetin bir sınav­dan geçeceksin. Ya başındayken bırak, ya da kendine mukay­yet ol. Başka soracağın bir konu var mı?” (TOPKARA, Cevat, Bir Gerçeğin İtirafı, İstanbul,2005, s.119–122)





[99] Misafir olduğu evde cünüp olan kimse, gusül abdesti alırsa iftiraya veya şüpheye uğrayacağından korkarsa, gusül etmez. Su varken teyemmüm etmesi de caiz olmaz. Pis olarak niyet etmeden, ayakta bir şey okumadan, rükû ve secde gibi hareket yaparak namaz kılar görünmesi caizdir. (Hüseyin Hilmi IŞIK, Tam İlmihal, İstanbul, 2004, s.140–141)





[100] Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)





[101] Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)





“Rükneddin Alâüddevle’den şöyle rivayet edilmiştir:





“Dervişler bir şey yediklerinde kalb huzuru ile yemeye gayret etmelidirler. Çünkü insan vücudunun temelindeki amellerin tohumu yemektir. Eğer tohumu gafletle ekerlerse, lokma helâl bile olsa onunla kalb huzurunun sağlanması mümkün değildir.” ( Nefâhatü’l Üns, a.g.e. s. 615)





[102]  ŞEYH ALİ KARA kuddise sırruhu’l-azîz





1900 yılında Malatya ili Akçadağ kazasının Aşağı Örüşkü köyünde dünyaya geldi. Babası Ali Seyyidî Efendi, Annesi Fatma Hanımdır. Şeyh Osman Nuri Efendiyle tanıştıktan sonra bu büyük zatla mürid-mürşit ilişkisi 18 yıl sürdü. Şeyh Osman Nuri Efendi Hazretlerini sağlığında iken insanları irşatla görevlendirmiştir. Efendisinin 1943 yılında Yozgat’a gidip 1944 yılında orada Hakk’a yürümesinden sonra onun görevini tamamen devralarak manevi irşat hizmetine devam etmiştir. Bu görevi çeşitli baskı ve işkencelere rağmen yürütmüş olup, 29.04.1971 yılında dünyasını değiştirmiştir.





Türbesi yine Malatya ili Akçadağ kazası Aşağı Örüşkü köyünde olup, manevi irşadı devam etmektedir.





[103]   “Fakat şeyh, birisinin kötülüğünü söylerse bu, Allah emriyledir kızgınlığa, heva ve hevese uymadan değil!





Onun şikâyeti, şikâyet değildir, onu ıslahtır... O şikâyet, nebilerin şikâyetine benzer. Nebilerin sabırsızlığı, bil ki, Allah Teâlâ emriyledir... Yoksa onların hilmi, kötü şeylere tahammül eder.”(Mesnevi c.IV, b. 775–776)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar