Print Friendly and PDF

Zuhurât


2





Vezin: Mefâ’ilün Mefâ’ilün Mefâ’ilün Mefâ’ilün





Zihi [1] kenz-i hafî ki andan gelür her var olur peydâ,
Gehi zulmet zuhur eder,  gehi envar olur peydâ.
 





 Zihî derya-yi vahdet kim kesilmez hergiz emvacı,
Bu kesret âlemi andan doğup naçar olur peydâ. 





Ne sihr-i bü’l-acebdir kim bu yüzden görünür ağyar,
O yüzden gayrı yok tenha gelir dildar olur peydâ. 





Taşınur günde yüzbin can âdem iklimine her dem,
Gelür yüzbin dahi andan bulur imar olur peydâ. 





O yüzden görüben ayan döner şem’-i cemalinden,
Felekler de görüp anı döner edvar olur peydâ. 





Dışın içe hayalatı,  için dışa zuhuratı,
Birinden ol birine tuhfeler her bar olur peydâ. 





O devriyle gelüptür Enbiya,  Mürsel meratibce,
Gehi mü’min zuhur eder gehi küffar olur peydâ. 





Tecelli eyledikçe ol sarayı sırr-ı ahfada,
Bu suret âlemi içre satı pazar olur peydâ. 





Anın zatına gayet,  sun’una hergiz nihayet yok,
Anınçün her bir isminden gelür bir kâr olur peydâ. 





Tecelli eyler ol daim celâl-ü geh cemâlinden,
Birinin hâsılı cennet,  birinden nâr olur peydâ. 





Cemali zâhir olsa tiz celâli yakalar anı,
Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ. 





Bu sırdandır ki bir kâmil zuhur etse bu âlemde,
Kimi ikrâr eder anı,  kime inkâr olur peydâ. 





Veli arif celâl içre cemâlini görür dâim,
Bu haristanın içinde ana gülzar olur peydâ. 





Ne sırdır kim iki kimse nazar eyler bu ekvana,
Biri ancak görür dârı,  bire deyyar olur peydâ. 





İçi umman-ı vahdettir yüzü sahrâ-yı kesrettir,
Yüzün gören görür ağyar içinde yâr olur peydâ. 





Alan lezzatı birlikten halâs olur ikilikten,
Niyazi kande baksa ol hemân dîdâr olur peydâ. 





Görür ol genc-i mahfiden nice zâhir olur eşyâ,
Bilür her nakş-ü suretten nice esrâr olur peydâ. 





 Zihî kenz-i hafî ki andan gelür her var olur peydâ,
Gehi zulmet zuhur eder,  gehi envar olur peydâ. 





Ne güzel; her var olan şey gizli hazineden gelir ve aşikâr olur,
Bazen karanlık, bazen nurlar meydana çıkar.





Kenz-i Mahfî Edebiyatı





Tasavvufta çeşitli kelime farklılıklarıyla birden çok ri­vayetleri bulunmakla birlikte, bu sözün en yaygın kullanımı olan [2]





كنت كنزا مخفيا فاحببت ان اعرف فخلقت الخلق لاعرف





Metni çerçevesin­de gelişip şekillenmiştir. Hiçbir muteber hadis kitabında geçmeyen bu rivâyetle ilgili olarak AIiyyü’l-Kârî (1014/1605) şunları söyler: “Fakat manası doğrudur. Al­lah Teâlâ’nın:





“Ben, insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım[3]âyetinden alınmıştır.





Nitekim İbn Abbas bunu “bana ibâdet etsinler diye (li-ya’büdûn)”yerine “beni bilip tanımaları için (li-ya’rifûn)ya­rattım “şeklînde tefsir etmiştir. “





Söz konusu rivayetle ilgili olarak Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbnu’l-Arabî (560-638 / 1165-1240)  “Keşfen sahîh, fakat naklen sabit değildir” dediği nakledilir. Esa­sen bunun, hadis ilmi kriterlerine uygun olarak naklen sabit olmuş bir hadis ol­duğunu iddia eden bir mutasavvıf da bilinmemektedir. Özellikle İbn’ül Arabî’nin yukarıdaki sözünden sonra, konu edildiği tasavvuf literatüründe genellikle -sa­hih olup olmadığı sorgulanmaksızın- “kutsî hadis” olarak değerlendirme eğilimi belirmiş ve bu zamanla genel bir kabule dönüşmüştür. İsmail Hakkı Bursevi’nin (1137/1725) bu rivayet hakkındaki şu değerlendirmesi, aynı zamanda genel ola­rak mutasavvıfların yaklaşım tarzlarını da yansıtmaktadır





“Keşf ehline göre bu hadis sahihtir, isterse, hadis hafızlarına (ezbercilerine) göre sahih olmasın... Zira keşf ehli olanlar, bizzat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’den alır söylerler. Hadis ezbercileri ise nakil yoluyla rivayet ederler. Ayrıca bir şeyin belli bir senedi olmayınca, sa­bit olmadığını icâp ettirmez. Şu da kat’îdir: Keşf itibariyle sahih olan bir şey, nakil yoluyla gelenden daha sahihtir. Zira keşf hâlinde vehim ve hayâl olmaz.[4]





Tasavvuf ehline göre kâinât, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinin zuhûr ve tecellîsinden ibârettir. Mahlukât, Allah Teâlâ’yı bilmek ve ehadiyyet sırrını anlamak için bu âleme gönderildi. Kâinâtta ne varsa o gizli hazînenin mahsûlüdür. Dolayısıyla Kenz-i hafi’nin zuhûruyla, nûr ve zulmet ortaya çıkmıştır. Burada ilk görünüşte bir zıtlık var gibi gösterir. Ancak dünya hayatında  “her şey zıddıyla ka’imdir” denir. Çünkü şer olmasa hayrın, çirkin olmasa güzelin, zulmet olması ziyânın, gece olmasa gündüzün kıymeti tahakkuk etmezdi. Bir başka açıdan da “sırr-ı teklif ve imtihandır”. İman ile küfür, mü’min ile kâfir beraber bulunacak ki imtihan yeri olan dünyânın yaratılış gayesine uygun düşsün.





Mutasavvıflar, zulmet ve nûrun tecellîsini hem kâinâtta, hem dünyada, hem de insanda müşahede etmişlerdir. Kâinâtta Allah Teâlâ’nın cemâl ve kemâl tecellîlerini anlama kabiliyeti insana verilmiştir. İnsan mevcûdâtın özü ve özetidir. Câmi’ ismine mazhar olduğu için Allah Teâlâ’nın esmâ, sıfât ve zâtına tam ayna olma keyfiyeti insandadır.





 Zulmet ve ziyânın aynı kaynaktan çıkması Necmüddîn Daye kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Mirsâdü’l-’ibâd adlı eserindeki bir hikâyede şöyle izah etmektedir:





“Bir şekerci şekeri bir kaç kere kaynatıp her kaynatışında daha kesif bir cins şeker elde eder. En son elde edilene katare[5] derler ki bu siyah ve kaba bir maddedir. Demek ki beyaz şekerde bu siyahlık ve kabalık var imiş, gözükmüyormuş. Bunun gibi Nûr-ı Muhammedi’den zuhûr eden mevcûdât içinde nûr ve zulmet mevcuttur. Ancak sekerden birinci, ikinci, üçüncü.. . Derecelerde elde edilen maddeler ilk kaynatılandan beyazlık ve siyahlığı nasibine göre alır. Ve her biri kendi makâmında kemâli hâizdir, her birinin bir hassası vardır. Biri diğerinin yerine kâim olamaz.”  [6]





Burada bahsedilen saf şeker Hz. Muhammed’in rûhudur. Onun rûhu, rûhların atasıdır. En önce onun rûhu yaratılmış, mevcûdât daha sonra yaratılmıştır.





“Ben yaratılışta nebilerin ilki, nebi olarak gönderilme yönünden de sonuncusuyum”[7] hadîsi bunu bildirir. Bütün mevcûdât onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vesilesiyle yaratıcı tanıtılmış, diğer yandan küfrün neticesi zulmet aşikâr olmuştur.





YARATILIŞ MERTEBELERİ [1]





GENEL DEĞERLENDİRMEDÖRTLÜ TASNİFYEDİLİ TASNİFKIRKLI TASNİF
GAYB ÂLEMİLAHÛT ÂLEMİLÂ TAYYÜNl. Zâtü’l-İlahiyye
CEBERÛT ÂLEMİBİRİNCİ TAYYÜN2. İlk tenezzülat
İKİNCİ TAYYUN3. İkinci tenezzülât                 4. Ulûhiyyet                         5. Rahmâniyyet 6.Rubûbiyyet                         7. Mâlikiyyet                        8. Esma ve Sıfâtu’n-Nefsiyye                           9.Celâl İsimleri                     10. Cemâl isimleri 11. Fiil isimleri:                       a) Celâlî Fiil İsimleri               b) Cemâli Fiil İsimleri
MELEKÛT ÂLEMİERVÂH ÂLEMİ12.Âlem-i imkân 13. Aklü’l-evvel 14. Ruhu’l-A’zam  15. Levhü’l-A’zam 16. Kûrsi                            17. Ulvî Ruhlar 18. Mücerret tabiat               19. Hayal  20. Heba  21. Cevheru’i-Ferd 22. Mürettebat                     23. Atlas Feleği 24.Zühre Feleği               25. Felekü’l-Eflâk 26. Sema-û Zülâl                 27. Sema-ü Müşteri 28. Sema-û Behrâm 29. Sema-ü Şems 30. Sema-ü Zühre 31- Semâ-i Utarid 32. Sema-ü Kamer 33. Küre-i Ateş 34. Kürre-i Hava 35. Kürre-i Su 36. Kürre-i Toprak 37. Ma’den 38. Nebat 39. Hayavân 40. İnanlar Âlemi
MİSAL ÂLEMİ
ŞEHÂDET ÂLEMİNASÛT ÂLEMİŞEHÂDET ÂLEMİ









[1] (YÜCER, 1996), s.61





 Zihî derya-yi vahdet kim kesilmez hergiz emvacı,
Bu kesret âlemi andan doğup naçar olur peydâ. 





Ne iyi; birlik denizinin hiçbir zaman dalgaları kesilmez,
Bu çokluk âlemi ondan doğup mecbur var olur.





Kesret ve vahdet ilişkisi





Muhyiddîn ibn'ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz ile tasavvuf literatüründe anlaşılmaya ve anlatılmaya başlanan “vahdet-i vücûd” çelişkili ve ağır konumuyla çok söz söylenen ve neticeye varılmayan tarihi seyri içerisinde, değişik şekillerde yorumlanmış ve çok renkli bir düşünce sistemi olmuştur.





Bizzat İbn’ül Arabî özel bir ıstılah olarak “vahdetü’l-vücûd” ifadesini kullanmaz. Dolayısıyla bu tabir onun yazılarının muhtevasından dolayı değil, takipçilerinin ilgisi ve kendisinden sonra gelişen İslâmî düşüncenin yönünden ötürü seçilmiştir. İbn’ül Arabî ’nin en etkili öğrencisi Sadreddin Konevî (hyt. 673/1274) bu terimi en az iki vesileyle kullanmış, daha sonra Konevî’nin öğrencisi Sadeddin-i Fergânî (hyt. 695/1296), İbnü’l-Fârid’in Taiyye’ si üzerine yazdığı iki önemli şerhte bu terimi birçok kez kullanmıştır. Ama ne Konevî, ne de Fergânî bu terimi daha sonraki yüzyıllar içinde kazandığı teknik anlamında kullanmışlardır. Bu arada İbn Seb’in (hyt. 669/1270) ile Azizüddin Nesefî (hyt. 700/1300) gibi İbn’ül Arabî okulunun ikinci dereceden belli bazı şahsiyetleri bu terimi, sûfîlerin dünya görüşlerini dolaylı yollardan anlatmak için kullanmışlardır. Vahdet-i vücûdu, İbn’ül Arabî ’nin doktrinini ifade etmek üzere teknik anlamda ilk kullanan kişi İbn Teymiyye’dir. Nitekim o, vahdet-i vücûd ifadesini “vahdet-i vücûd ehli” şeklinde teknik anlamda bir doktrinin adı olarak kullanmıştır. [9]





Burada, şu husus hiç bir zaman gözden uzak tutulmamalıdır: Bu anlayış hangi şekilde ele alınırsa alınsın Tanrı-Âlem dualitesinden biri yıpranmak zorundadır. Çünkü böyle bir anlayışta;





- Ya Tanrı âleme feda edilecek,





- Ya da âlem Tanrıya feda edilecektir.[10]





Bilindiği üzere yaratılış meselesinin en önemli noktası maddenin ezelî olup olmamasına dairdir. Eğer madde ezeli ise Allah Teâlâ’nın işi o madde ile kâinatı inşa etmekten ibaret olur.





Fakat eğer madde ezeli değilse, Allah Teâlâ âlemi yokluktan halk etmiştir ki, buna ibda’, icâd ve ihdas diyorlar. O hâlde Allah Teâlâ bir var edendir.





Muhyiddîn ibn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz ise bu iki görüşün hiçbirine iltifat etmiyor. Çünkü meseleyi daha basit, daha kuşatıcı, derin ve etkili bir şekilde muhakeme etmektedir. Onun nazarında hakikî varlık, sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur. Eşyaya gelince onlar mutlak varlığın çeşitli suretlerde ve görünüşlerde tecellisinden ibarettir. Bu bakımdan artık “madde var mıdır, yok mudur, madde kavramının mahiyeti nedir ve madde ezelî midir?” diye düşünmeğe gerek kalmaz.





Muhyiddîn ibn Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Hazretleri’nin beyanına göre yaratılış,  Mutlak Varlık’ın  “Lâ-taayyün” (görünmezlik) mertebesinden “taayyün” (görünüş) mertebesine geçmesinden veya başka bir deyişle, isim ve sıfatların şühûd (görüş) sahasında tecellisinden ibarettir.  Ve bu sürekli bir iştir.[11]





Yalnız şunu iyi hatırda tutmak gerekir ki her bir mertebeyi ne kadar müstakil olarak ele alırsak alalım o bir bütüne aittir, o vücûdun bir âzâsıdır ve ancak o bütün ile gövde ile alâkası İçerisinde bir mana taşır. Tıpkı “âlemin (kozmos) vücûdunun aslının Vücûd’u zorunlu (Vâcibu’l-vücûd) olanla irtibatlı (merbut) olması gibi o âlemin parçaları da kendi aralarında bazısı bazısına irtibatlı, bağlantılıdır. Ve iş bunlar arasında zincirleme(teselsül) bir bağlantıyla gerçekleşir. İnsan, âlem hakkındaki bilgisini her şeyden evvel işte böylesi bir irtibatlar yumağından hareketle bir şeyden diğer bir şeyi istinbat etmek suretiyle elde eder. İşte bu irtibatları kurma bilgisi de hâsseten ehlullâh’ın ilminde bulunur. [12]





Binâenaleyh sûfîlerin “Vücud”a yönelik metafizik tutumlarını, bir tâbiri caizse felsefî antropolojik vecihten diğeri İse ontolojik vecihten olmak üzere İki vecihten incelemek mümkündür.





Onlar bunu, bir noktadan çıkıp yine aynı noktada biten bir vücûd çemberi (dâiretü’l-vücûd) diyagramı üzerinde tarif ederler. Noktadan çıkan yarım dâire kavs-i nüzul (iniş kavsi) adını alır. Noktaya doğru giden diğer yarısı ise kavs-ı urûc (çıkış kavsi) adını alır. Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz buyurur ki:





“Bu konuyu anlatmak için bundan sonra inşaallâh ‘dâireler’ ve ‘cedveller’ yapacağız... ki tâlib olan kişide bu konunun faydalan ve manaları yakîn olsun ve bunları kendinde mücessem bir suret hâlinde tasavvur edebilsin”.   “...Vücûd, bir dâire” dir. Ve bu dâirenin başlangıcı İlk Akl’ın (el-Aklu’l-evvel) varlığıdır. Bir hadîs-i şerifte vârid olmuştur ki ‘Allah’ın ilk yarattığı şey İlk Akıl’dır.’ Yâni bu cinslerin başlangıcıdır... Yaratılış(Halk) ise insan cinsi ile son bulmuş ve vücûd dâire’si tamamlanmış, insan bu İlk Akıl’la ittisal etmiştir. Tıpkı dâire’nin sonunun başlangıcına ulaşması gibi. İşte dâire budur. Ve bu dâirenin üzerinde âlemin cinslerinden yaratılmış ne varsa, tâ ilk akıl’dan -ki buna aynı zamanda Kalem de denir- en sonuncu mevcûd olan İnsan’a kadar bu ikisi arasında her ne varsa hepsi yer alır... Allah Teâlâ’nın yarattığı bütün şeyler bu dâirenin çevresindeki noktalar gibidir. Binâenaleyh dâirenin ortasındaki noktadan çıkan çizgilerin çenberin her noktasına müsâvî olarak çıkması gibi Allah Teâlâ’nın da bütün varlıklara olan nisbeti tek bir nisbettir”. Bu çember (dâire) aslında bir nokta, sonra bir çizgi (kavs) ve bu çizginin îzâh için aynalı tarzda (müsennâ) açılmasından oluşmuştur: [13]





Organ bakımından sivrisineğin fil’den farkı yok!..





Ad açısından bir damla da Nil gibidir...





Her dânenin içinden yüzlerce harman doğar;





Bir dünya, buğday danesine sığdırılmış..[14]





Ne sihr-i bü’l-acebdir kim bu yüzden görünür ağyar,
O yüzden gayrı yok tenha gelir dildar olur peydâ. 





Ne şaşılacak sihirdir ki; bu yüzden başkaları görünür





O yüzden başka mevcut yoktur, yalnız sevgili vardır.





Yukarıda anlatılanlar ile beraber Vahdet-i Vücûd anlayışı en açık şekliyle şöyle formüle edilebilir.





- Allah vardır, O’ndan önce ve o’nunla beraber, ondan sonra ve o’nunla beraber bir şey yoktur, O’nun, niteliği, niceliği, bir şeye göre önceliği ve sonralığı da yoktur, Vakitte ve zamanda, bir şeyin altında ve üstünde değildir, bir yerde ve mekânda da değildir. Buna bağlı olarak oluşta’da değildir. (Fenomenol [15] âlemdeki gibi bir oluşu kastediyorum tecelli anlamında, her an bir işte olduğu ayrıca belirtilecektir). O şimdi de vardır başka bir şey yoktur. [16]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki en alttaki dünyaya, iple bir adam sarkıtmış olsanız, mutlaka Allah Teâlâ'nın üzerine düşer..” [17]





İbn-ül Arabî’nin Fütuhat el-Mekkiye adlı eserine atfen Nihat Keklik Arabî’nin





“...varlıkta ancak Allah vardır...”  dediğini belirtmektedir.





“...Muhakkak vücutta Allah vardır. Ondan başkası ise hayalî, vücuttur. Hak bu hayalî vücutta zahir olduğu zaman orada ancak kendi hakikati hasebiyle zahir olur, hakiki Vücûdu olan zatıyla değil...”  [18]





İbn-ül Arabî’ye göre, Allah Teâlâ ruhların gelişmelerinin her merhalesi için yeni bedenler yaratır; insanların berzah âlemindeki bedenleri de “berzahî (hayalî) bedenler” olacaktır. [19] Ve ölümden sonra dünyevî bedenlerinden ayrılan ruhlar bağımsızlıklarını bu bedenlerle sürdüreceklerdir. Kendi ifade­siyle; “ahirette Allah Teâlâ bu ruhlar için, tıpkı bu dünyada olduğu gibi, tabiî bedenler yaratır, fakat bu bedenlerin yapısı (mizacı) farklı olacaktır. Ruhu berzah bedeninden alıp ‘ikin­ci yaratılış’ bedenine nakleder ve bu ruhların bedenleri saye­sinde kazandıkları farklılık ebediyyen devam eder, asla bir tek varlık olma durumuna dönmezler”[20] Öte yandan, İbn-ül Arabî’ ye göre, insanın berzah âlemindeki hayalî varoluş tarzı, he­men hemen bütünüyle onun bu dünyadaki yaşayışı tarafından be­lirlenecektir. Hayat, ona göre, insanın nefsini (kendini) bi­çimlendirdiği bir süreç olduğundan, ölümden sonra tabiî beden aradan çekilince, insan da berzahta “kazandıklarının elinde bir rehine ve yaptıklarının sureti içinde bir tutuklu olarak kalacaktır”[21]) [22]





Taşınur günde yüzbin can âdem iklimine her dem,
Gelür yüzbin dahi andan bulur imar olur peydâ. 





Taşınır günde yüzbin can yokluk iklimine her zaman,
Gelir yüzbin dahi andan bulur imar olur. 





Varlık ve yokluk meseleleri, varoluşçu felsefenin ana konularından biridir. Bu konuda varlık ile yokluğu derinlemesine ele alan Mevlânâ, en doyurucu fikirleri ortaya koymuştur. Meselâ, J. Paul Sartre, yokluktan kaçarken, Mevlânâ, yokluktan varlığın çıkışının önemi üzerinde durmaktadır.[23]





Nihat Keklik, İbn-ül Arabî’nin Fütuhatı Mekkiye adlı eserinden bu konuda şunları nakletmektedir. “...Hakkın vücûdu karşısında sabit aynlar vardı. Bunlar ezelî olarak adem (yokluk) ile vasıflanmıştır ki bu da kendisinde, Allah Teâlâ ile beraber hiç bir şey bulunmayan kevn’dir. Şu kadar ki, (Allah’ın) vücudu” aynlar üzerine, feyz etmiş ve kendisi için değil fakat onların aynları için (varlık) tekevvün etmiştir. Âyan-ı Sabite’nin ne olduğu bu alıntıyla açıklığa kavuşmuş oldu şöyle ki; Âyan-ı Sabite; vasıfları yokluk olan, Allah’ın varlığı karşısında bulunan, istidatları (herhangi bir şey olmaya eğilimli olma hali) doğrultusunda Allah’ın üzerine tecellî ettiği sabit örneklerdir. [24]





O yüzden görüben ayan döner şem’-i cemalinden,
Felekler
[25] de görüp anı döner edvar olur peydâ. 





O yüzden görenler cemalin güneşinin etrafında dönerler,
Göklerde onu görüp döner zamanlar meydana gelir.





Dışın içe hayalatı,  için dışa zuhuratı,
Birinden ol birine tuhfeler her bar olur peydâ. 





Dışın içe hayalleri,  için dışa çıkışı,
Birinden ol birine hediyeler her defa aşikâr olur. 





Zahiri Mânada Hayal





Hayalleri olanlar asla uyumaz. Eğer hayalleri olmasa insan Allah Teâlâ’ya nasıl inanabilecek ve ahret yurduna hazırlık yapacaktı. Hayaller içten yani nefs ve ruhun etkinliği ile olduğu gibi, dıştan kainâtın unsurları ile etkileşerek insana seyr hali kazandırdığını unutmamak gerekir. Hayallerin son bulması ilerlemeye de mani olur.





Dünyanın ilerlemesini, medeniyetin ilerleme hamlelerini hayale borçluyuz. Gözle gördüğümüz şeyleri bazı insanlar gözden önce hayallerinde görmüş olmasalardı hâlâ vahşiler gibi mağaralarda veya sazdan yapılmış çatılar altında yasayacaktık. Medeniyetin ilerlemesine en büyük yardımları dokunanlar kendi zamanlarında mevcut şeylerin daha iyilerini hayallerinde görmek, sonra da hayallerini gerçeğe çevirmeye çalışmak sayesinde bunları yapabilmişlerdir.





Beşeri âlemde Mimar Sinan’ın en büyük kubbeyi oturtma hayali, Hazerfen Ahmet Çelebi’nin uçma hayali, Edison’un 1000 denemede bile yakılmayan ampulü icat etmiştir. Morse hayalinde postadan daha iyi bir haberleşme aracı görüp insanlığa telgrafı hediye etmiştir. Bell telgraftan daha iyisini hayal edebildiği için telefonumuz olmuştur. Field okyanus aşırı haberleşme için gemiden iyi vasıta bulunabileceğini hayalinde görebildiği için bugün kıtalar denizaltı kablolarıyla bağlanmışlardır. Markoni kendi zamanında mevcut haberleşme aracının hepsinden daha iyisini zihninde tasarlayıp telsiz telgrafı bulmuştur. Bu keşifle okyanusun ortasında bir yolcu, vapurundan çektiği telgrafla otelde oda tutuyor ve arabasını iskelede bekletmek emrini verebiliyor. Radyo, TV ve gelecekteki diğer keşifler irade kuvveti ve çalışma azmi sayesinde hayalin gerçekleşmesinden ibarettir.





Ruhumuzu besleyen müzik şaheserleri büyük bestekârların hayallerinden çıkmıştır. En nefis sanat eserleri büyük sanatkârların hayalinde doğmuştur. Bunlar hep var olanın daha iyisini hayallerinde tasavvur etmek suretiyle şaheserlerini meydana getirmişlerdir. Mevcut şeylere bulundukları halde bakmak basit bir “bakma” işidir. Onları bulundukları durumdan daha iyi halde görebilmek, hayale hakikat seklini vermek muhayyile gücüne bağlıdır. Basit düşünenler bu gibilere hayalci derler, onlarla alay ederler, akıllarında dengesizlik olduğunu iddiaya yeltenirler. Hâlbuki en büyük keşifler bu hayalcilerin kafalarından çıkmışlardır. Hayalciler insanlığın çetin hayat şartlarını düzeltmiş, bizi maddi ihtiyaçlarımızın üstüne yükseltmiş, esaretlerimizden kurtarmışlardır. Bu hayalcilere, bu dengesizlere dünyanın  ne büyük nimetler borçlu olduğunu kimse tahmin edemez. Pek çok kişi hayallerinin ötesine geçerek büyük karakter sahibi olmuşlar, maddi ve manevi anlamda büyük mevkiler elde etmişlerdir. Ana-babalar çocuklarını kendilerinden mesut olacaklarını düşündükleri için onları kendilerinden daha yüksek mertebeye eriştirecek şekilde yetiştirirler. Hayal kuvvetinin hayatı yükselmekte nasıl önemli rol oynadığını, basarının ne tesirli âmili olduğunu, sağlık ve saadete ne kadar yardım ettiğini gelecek nesiller daha iyi anlayacaklardır. Zihinlerimize giren hayaller bizi aldatmak, şaşırtmak için değil; hakikat sekline getirebileceklerini göstermek için bize ihsan edilmiştir. Onlar hakikatin kabataslak şekillerinden başka bir şey değildirler. Onlar yükselme hırsımızı körüklemek, bizi ileriye doğru yürütmek, var olanın daha iyisini bulmaya teşvik etmek için zihnimize giriyorlar. Hayal kuvveti aklın bir hülyasından ibaret değildir, idealin esintisidir.





Büyük düşünceler, kuvvetli tasavvurlar önce hayalde doğar; sonra emeklerimizle hakikat haline getirilirler. Hayallerini bizlere sağladığı imkânlar düşünülünce manevi âlemdeki hayallerini yüksek ve ulvî katında Allah Teâlâ’nın cemâlini görmek için olacak gayretin temelinde hayal olması muhakkaktır.[26]





Ancak hayalin istenilen bir hedef olmadığı geçilmesi gereken bir köprü olduğu açıklanmıştır. Köprüler zor olan tehlikeli menzilleri emniyetli şekilde kısa zamanda geçmeye yarar. Hayal âleminin gerekliliği yanında geçilmesi de gereken bir menzil olduğu unutulmamalıdır.





Yunus Emre kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin seyr ü sülûkunu anlattığı bir şiirinde hayal makamını geçmenin gerekliliğinden bahseder.





Sûretden gel sıfâta yolda safâ bulasın





Hayâllerde kalmagıl yoldan mahrûm kalasın





“Manâ yolunda safa bulmak istiyorsan, görünen bu sûret (şekiller)ten sıfata (o sûretle sıfatlanan gerçek vücûda) gel. Bu sûretler, birer hayâl (aslî vücûd olmayan birer gölge)den ibarettir. Bu gölgelerde takılırsan, manâ yolundan mahrûm kalır, hakikate ulaşamazsın!”





“Sûretden” kelimesi Divân’ın bazı yazma nüshalarında “Sırâtdan” şeklinde gelmektedir. Beyitte iki ana kavram vardır: Sûretler ve hayâller.





Sûretler, dünya; hayâller de misâl (berzah) âlemine aittir. Her iki âlem de gayb (zat) âlemine engel ve perdedir. Bütün bu âlemler ise, sıfatlar âlemidir.





Sıfatlar, (görüntüler, renkler, desenler, şekiller) âleminden geçip zata yönelmelidir. Gerçekte, her sûret bir sırattır, geçilmesi gerekir. [27]





 





Batınî Manada Hayaller





İnsanda her seviyedeki bilginin oluşma sürecine baktığımızda, tamamının süjeden kaynaklandığını görürüz. Beş duyuya ek olarak, araştırma, hayal etme, anlama, algılama, üzerinde düşünme, yargılama, karar verme, vs. tamamıyla insanın kendi bütünlüğü içinde takip ettiği bir süreçtir. [28]





A.Schimmel, fenomenolojiyle ilgili çalışmasında, Allah Teâlâ’nın kendi dışındaki varlıklar tarafından aşağıdaki şemada gösterildiği şekliyle tecrübe edildiğini, başka bir ifadeyle ilahi olanın kendisini aşağıdaki halkalarda gösterildiği şekilde dışa vurduğunu tespit etmektedir:





I.alan: Kutsal Kitap, Kutsal mekânlar. Kutsal olarak adlandırılan şeyler alanı;





II. alan: Allah ve Vahiy anlayışının kendini gösterdiği alan;





III. Alan: İman, sevgi, haşyet ve teslimiyet duygularının canlandığı alan;





IV. alan: Mutlak Tevhid alanı.





I. Birinci halka, dinin kendini gösterdiği dünyadır. Kutsal kabul edilen mekânlar, objeler, Kutsal Kitaplar, Kutsala bağlı olan toplumların bulunduğu alandır.





II. Dini hayal ve imgelemin dünyası. Tanrı’ya dair imajlar, düşünceler burada oluşur. Tanrı’nın görülmeyen varlığına ilişkin yargılara O’nun görünen işlerine bakılarak varılmaya çalışılır. Allah anlayışı, yaratma düşüncesi, kozmoloji, antropoloji, gelecek dünyaya ilişkin/eskatolojik vb. düşünceler bu alana aittir.  





III. Dini tecrübe dünyası: Burası İlahi olanın akli ve hayali imajının (aklın ve hayalin resmettiği Tanrı’nın) aksine bir karşılaşma anının dışa vurumları olarak görülmelidir. Hürmet, korku, güven ve kendini kurallarıyla, işleriyle, sevgisiyle, yardımlarıyla, vs. bize açan Allah’a tam bir güvenin gösterildiği, zihin dinginliğinin, neşenin, paylaşma hissinin, karşı konulamaz bir coşkunun bir taşma hissinin kendini gösterdiği alandır.





IV. Bütün halkaların merkezi olan dinin objektif dünyası, ilahi hakikatin dünyasıdır. Buraya ilişkin bütün yargılarımız, bu alanın dışavurumlarına ve bunlara bağlı olarak ruhsal tecrübelere ve bu tecrübeleri ifade eden kavramlara dayanır.





Tecrübe edilemeyen Tevhidin son aşaması bağlamında İbn Arabî, Et-Tenezzülât al-Mavsiliyye (s.90-1) adlı eserinde şu yorumu yapmaktadır:





“Hangi durumda olursan ol, ister havada istersen karada, bil ya da bilme, düşün ya da düşünme, zorunlu olarak İlahi İsimlerin idaresi altındasın. Hareketini ve sükûnunu, imkânını ve varlığını belirleyen bu isimdir. Ve bu isim ‘Ben Allahım’ der ve hak olanı söyler. Bunu düşününce, Allahu Ekber, demen gerekir. Kesin olarak bil ki, İlahi Zat kendisini sana olduğu gibi göstermez, ancak bu yüce isim/sıfatlarlarından biri altında gösterir ve yine belki böyle olduğu için Allah isminin anlamını hiçbir zaman bilemeyeceksin. [29]





O devriyle gelüptür Enbiya,  Mürsel meratibce,
Gehi mü’min zuhur eder gehi küffar olur peydâ. 





O devirle nebiler ve rasüller derecelerle gelir
Bazen mü’min meydana gelir,  bazen kâfirler mevcut olur. 





Hâkim Tirmizî, varlığın oluşumu ile ilgili olarak görüşlerini ortaya koyarken şöyle bir cümle ile işe başlamaktadır: “Allah vardı. Onunla birlikte hiçbir şey yoktu.”   [30]  Sonra zikir var oldu, ardından ilim ortaya çıktı ve bunları takiben meşîet zuhur etti.”  İfadelerinden anlaşıldığı kadarıyla bunların ardından Hz. Muhammed’e ait nitelikler var edildi.(Hatmu’l-evliyâ,  s.  337) [31]





Tirmizî Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin diğer enbiyâ arasından özel olarak seçildiğini (meczûb) söylemektedir. Allah Teâlâ, onu seçmiş, ayırmış ve cezb etmiştir. Diğer enbiyâya hikmet, beyan ve hidayet verilmiş, sonra da kendileri nebi olarak görevlendirilmişlerdir. Ancak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ tarafından özel olarak seçilmiştir. [32]





Tecelli eyledikçe ol sarayı sırr-ı ahfada,
Bu suret âlemi içre satı pazar olur peydâ. 





Tecelli eyledikçe o çok gizli sırları olan sarayda,
Bu dünya âlemi içinde alışverişler meydana gelir. 





Tecellî, “mutlak vücûd”un zuhuru mânasına gelmektedir.”  Mutlak vücûd”, Allah Teâlâ ‘nın “ahadiyyet” mertebesindeki ismidir. Bu mertebede Allah Teâlâ, “gerçek sırf tek varlık” tır. Bunu sıfat itibârı olmaksızın, ancak kendisinin bilebileceği bir mâhiyette olan zat’tır.





Allah Teâlâ’nın dört çeşit tecellîsinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu tecellîler: Zat tecellîsi, sıfat tecellîsi, isim tecellîsi ve fiil tecellîsi. Ancak





“Allah kuluna karşı son derece merhametli olduğundan ona zatıyla tecellî etmektedir”[33]





Anın zatına gayet,  sun’una hergiz nihayet yok,
Anınçün her bir isminden gelür bir kâr olur peydâ. 





Onun zatına gayet,  eserlerine hiçbir zaman son yok,
Onun için her bir isminden gelen bir iş meydana gelir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Her şey üzerinde düşünün, fakat Allah Teâlâ’nın zatı üzerinde fazla düşünmeyin” [34]





Allah Teâlâ’yı esmâsı ile tefekkür edecek olursak;





“Allah Teâlâ bir tek ilâhtır. Ulûhiyyetinde ikincisi yoktur. Eşten ve çocuktan münezzehtir. Her şeyin sahibi ve mâlikidir. Ortağı yoktur. Öyle bir sultandır ki veziri yoktur. Öyle bir yapıp yaratıcıdır ki beraberinde işlerinin düzenleyicisi ve yardımcısı yoktur. Vâcibü'l-Vücûddur. Varlığı bir başkasının varlığına bağlı değildir. Bir başkasının var etmesine İhtiyâcı olmadan vardır. O tek olarak kendi kendine vardır. Varlığının başlangıcı yoktur. Nihayeti de yoktur. O Bakîdir. Hiç bir şeye bağlı olmayan vücud-i mutlaktır. Varlığının devamı da kendindendir. Belli bir mekâna sığan, bir mekânla sınırlandırılan bir cevher olmadığı gibi, bekası düşünülemeyen araz da değildir. Ciheti ve yönü olan bir cisim de değildir. Mahlûkatı koruyup gözetmek O'na zor gelmez. Mahlûkatı yaratması sebebiyle, kendisinde daha önceden var olmayan bir sıfatı kazanmış değildir. O'nun sıfatları hadis değil kadîmdir. Sonradan olan şeylerin O'na hululü, ya da O'nun sonradan olan şeylere hululü gibi şeylerden O münezzehtir. O, hadis (sonradan olan) şeylerin O'ndan sonra olması ya da O'nun onlardan önce olması gibi bir durumdan müberrâdır. Ancak şöyle denilebilir: O vardı, ancak beraberinde hiçbir şey yoktu. Öncelik ve sonralık O'nun yarattığı zaman parçalarını ifâde eden kelimelerden ibarettir. O'dur uyumayan (her şeyin kendisiyle kaim olduğu) Kayyûm O'dur. Kendisine kimsenin zarar eriştiremeyeceği Kahhârdır. O'nun gibisi yoktur. Eşyaya hükmetmesini dilediği kimse yine ancak O'nunla hükmeder. Külliyâtı bildiğinde şüphe yoktur. Doğru ve sağlam görüş serdeden ulemanın ittifakı ve icmaı ile cüz'iyyâtı da tam olarak bilir. Bu varlık âleminde ne varsa, hepsi muradı ilâhinin bir neticesidir. Taat-isyân, kâr-zarar, kölelik-hürriyet, soğuk-sıcak, hayat-ölüm, ele geçirmek-fevt etmek, gündüz-gece, doğruluk-eğrilik, kara-deniz, çift-tek, cevher-araz, hastalık-sıhhat, üzüntü-sevinç, ruh-cesed, karanlık-aydınlık, yer-gök, birleşme-ayrışma, az-çok, sabah-akşam, siyah-beyaz, uyku-uyanıklık, açık-gizli, hareketli-hareketsiz, kuru-yaş, kabuk-öz gibi böyle birbirine zıt, ayn ve benzer ne varsa hepsi Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi neticesidir. Nasıl olmasın ki onları hep Allah Teâlâ yaratmıştır. Dilemeyen, irade etmeyen nasıl fâli-i muhtar olabilir ki?... Hak sübhânehu Teâlâ, her şeyi ezelî olarak bildiği gibi, aynı zamanda hükmetmiş, murâd etmiş, tahsis etmiş, takdir etmiş ve icad etmiştir. Yine böylece, hareket edeni ve duranı, görür, işitir. En alt ve en yüce âlemlerin ötesinden konuşur. Uzaklık, duymasına engel değildir. Çünkü O, her şeyden yakındır. Yakınlık, görmesine engel teşkil etmez. Zira O, aynı zamanda uzaktır. Nefsin derinliklerindeki fısıltıları işittiği gibi, çok hafif bir dokunmayla çıkan sesi dahi işitir. Gece karanlığında siyahı gördüğü gibi, su içinde suyu görür. Karışım, aydınlık, karanlık O'nun için bir engel değildir. O Semî, Basîr'dir. Hak Sübhânehû'nun konuşması, sükûttan sonra oluşmuş bir kelâm değil, ya da vehmedilen bir suskunluktan sonra gerçekleşmiş bir kelâm olmayıp, diğer sıfatları gibi ezelî olan, ezelî kelâm sıfatıyla olmuştur. Mûsa aleyhisselâma bu vasıftaki sıfatıyla konuşmuştur. Bu kelâmını Yüce Allah Teâlâ, tenzil, Zebur, Tevrat ve İncil diye isimlendirmiştir. Bu kelâm, harfsiz, savtsız, nağmesiz ve lügatsiz olmuştur. Yüce Allah Teâlâ, seslerin, harflerin ve lügatlerin de yaratıcısıdır. Nefislere takvayı ve fücuru ilham eden O Allah Teâlâ'dır. Dilediğinin hatalarından vazgeçer, cezalandırmaz. Dilediğini de muaheze eder. Dünyada da edebilir, ukbada da. Adaleti, fazlı ve ihsanı içinde değerlendirilemediği gibi, fazlı ve ihsanı da adaleti içinde değerlendirilemez. Âlemi iki kabza (tecelli) halinde varlık âlemine çıkarmış ve onlara iki konak yeri yaratmış, sonra da, “şunlar cennetlik, şunlar da cehennemliktir, başka bir şeye aldırmam” buyurmuştur. Burada O'na hiç bir kimse kalkıp da itiraz etmemiştir. Zira orada O'ndan başka varlık sahnesinde hiç bir şey yoktu.[35] Dolayısıyla bütün her şey, O'nun esmasının tasarrufu altında olmuştur. Bir kabzası Celâl esmasının, bir kabzası Cemâl esmasının tasarrufu altına girmiş, kimi nimetler içinde, kimi de belâlar içinde olmuştur. Kendisinden başka fâil olmayan ve varlığı için kendi zâtından başka bir varlık bulunmayan Allah Teâlâ'yı noksan sıfatlardan tenzih ve teşbih ederim.” [36]





Tecelli eyler ol daim celâl-ü geh cemâlinden,
Birinin hâsılı cennet,  birinden nâr olur peydâ. 





Her zaman bazen celâl cemâlinden tecelli vardır.
Birinden cennet,  birinden cehennem hâsıl olur. 





Cemali zâhir olsa tiz celâli yakalar anı,
Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ. 





Cemali zâhir olsa hemen onu celâli yakalar
Görürsün bir gül açılsa yanında diken mevcuttur.. 





Celal ve cemal tecellileri birbirinden ayrılmaz durumdadır. Birinin zuhuru diğerinin varlığına sebeptir. Allah Teâlâ buyurdu ki;





“Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” [37] 





Allah Teâlâ şeytanı düşman kıldı ki, Allah Teâlâ’ya sığınmak, nefsin tahrikini de yaratmış ki ona yö­nelmenin devamı içindir. Eğer celal ve cemalin tecellisi beraber olmasaydı yani nefsin arzuları olmasaydı seyr-süluk tahak­kuk etmezdi.





[Tasavvuf ehli dikkatleri önce dış âlemin esrâr ve güzelliklerine çevirerek "Tabiatla barışık" hale gelen sûfî muhayyilesi, daha sonra "ilâhî nefha" taşıyan "küçük âlem"e yönelmiş, meçhullerini ma'luma dönüştürerek Mutlak gerçeğe doğru yol almaya başlamış, "insanla barışık" olmanın doyumsuz güzelliğini yakalamışlardır.





X-XIII. Yüzyıllarda Anadolu toprakları üç büyük sıkıntı ile -dervişlerin ifadesi ile- üç celalî tecellî ile karşı karşıya kalmıştır.





1. Batıdan gelen Haçlı seferleri





2. Doğudan gelen Moğol istilası





3. İçerde ortaya çıkan Babailer hareketi





Sûfîlerin kanâatine göre kâinattaki tecellîler, cemalî ve celâlî diye iki çeşittir. Ancak bunlar birbirinden ayrı ve kopuk değildir. Bunun için dervişler "celâl içre cemâli, cemâl içre celâli" görmeye çalışırlar. Yukarıda sıralanan üç celâlî tecellîyi, üç cemâli tecellî takip edecektir:





1. Batı'dan Anadolu'ya gelen Muhyiddin İbn Arabî (hyt. 1240)





2. Doğu'dan Anadolu'ya gelen Mevlana Celaleddin Rumî (hyt.1273)





3. İçerde yetişen Yunus Emre (hyt. 1320)][38]





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Mevâidü’l-İrfân eserinde buyurdu ki;





Bil ki: Dünyada mevcud olan her şeyin iki ciheti (yönü) vardır. Bakanın kabiliyyetine göre bir iyi tarafı, bir de kötü tarafı vardır. Allah Teâlâ, insanın bir şey yapmasını isterse o şeyin iyi tarafını ona gösterir, o da yapar. Bir şeyi yapmamasını isterse, o şeyin kötü tarafını gösterir, o da yapmaz. Bundan dolayı Ebubekir radiyallâhü anh Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize:





“Dünyada senden güzel kimse yoktur ya Rasulallah” derken Ebucehil:





“Dünyada senden kötü kimse yoktur Ya Muhammed” diyordu.





Kemal yolları ve sebepleri de buradan çıkar. Allah bir kimseyi kemal derecesine ulaştırmak isterse ona yollarının güzel taraflarını ve bunların sebeplerini gösterir. Kul onunla meşgul olur, onun zıddını terk eder. Bu suretle en yüksek gayeye ve makama ulaşır. Mesela zikre devam etmek kemâlata ulaşmanın sebeplerindendir. Allah bir insanı büyüklerin ulaştıkları kemallere ulaştırmak isterse, ona zikre devam etmenin güzel taraflarını gösterir. Onu zikre devam ettirir ve onu mukadder olan kemallere eriştirir. Diğer vesileler de böyledir. Bunu uzak görme (hayal sanma). Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri buna kadirdir. Bunun büyük bir aslı vardır ki o da şudur:





“Âlemin zerrelerinden her biri zıdlarını cami’dir (kendinde taşır). Çünkü Allah Teâlâ’nın Cemal ve Celâl sıfatları vardır. Allah Zülcelâl, her zerrede tecelli eder. Her zerrede O’nun bütün sıfatlarının eseri vardır. Ma’siyetler ve aşağı dereceler de böyledir. Allah Teâlâ, o ma’siyetin kötü tarafını örter ve onu işlemenin iyi tarafını gösterir ve insan da onun içine düşer. 





“Herkesin, uyduğu bir yönü vardır” [39] “Allah Teâlâ bir adam için iki kalb yaratmamıştır.”  [40] Artık kalbler şöyle dursun, her bir kalbi, bakılan şeyin güzelliğine çeviren O’dur. Kalb her an, eşyadan biriyle beraber, ötekilerden gafildir. Huzuru Allah Teâlâ ile gafleti masivadan olduğu bir sırada kalbinin ötesinden (verasından) onu Allah Teâlâ’dan başka bir düşünce aldatır, meşgul ederse o kimsenin hasmı Allah Teâlâ’dır. … “Allah gerçeği söyler, O, yola iletir.”  [41]





Burada Allah Teâlâ’nın “celal” niteliklerini onun bilinemez ve mutlaklığını ifade eden yönü; cemal özelliklerini ise, bilinmesi ve taayyününü ifade eden niteliklerdir. Bunun yanı sıra her iki ismin mütedahil oluşu da dikkat çeker. [42]





Bu sırdandır ki bir kâmil zuhur etse bu âlemde,
Kimi ikrâr eder anı,  kime inkâr olur peydâ. 





Bu sırdandır ki bu âlemde bir kâmil zuhur etse
Onu kimi ikrâr eder kimi inkâr eder.





Bu konuda en güzel örnek İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzi (560-638/1165-1240) verebiliriz. Ona ekber (en büyük şeyh) diyenler olduğu gibi, ekfer (en büyük kâfir)  diyenler bulunmuştur.  Allah Teâlâ buyrdu ki;





 “Allah ve Rasûlünün hükmetmediği bir şeyle hükmedenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” [43]





Hadis-i şerifte bildirildiğine göre; "Müslümana sövmek fısktır, onunla çarpışmak da küfürdür." [44].





Bu nedenle Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz itham edenlerin dediklerinden uzaktır. Ancak sözlerin ve söylenin mansından uzaklaşıldıkça çeşitli anlayışlar ve nakiller içinden çıkılmaz durum alınca doğru ve hakikat kaybolup gitmiştir.





İbn Kemâl Paşazade’nın (1468-1534) fetvasında İbnü’l-Arabî’yi şu şekilde övmektedir.





“Ey insanlar! Biliniz ki, büyük şeyh, şerefli önder, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imamı, Endülüslü, Hâtem Tayy kabilesinden Muhyiddin İbn Arabî kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşid, taaccüp edilecek hayat hikâyeleri ve olağan dışı hâdiseleri ve çok talebesi olan bir zattır. Âlimler ve ileri gelenler katında kabule mazhar olmuştur. Onu inkâr eden hata yapmış olur. İnkârında ısrar ederse sapıtmış olur. Sultana, onu terbiye etmesi ve onu inancından çevirmesi gerekir. Çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötülükten men etmekle memurdur. Onun birçok eseri vardır. Bunlar içinde Füsûsü’lhikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye bulunur. Bunlardaki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, ilâhî buyruğa ve şer’-i Nebevî’ye uygundur. Bir kısmı da zâhir ehlinin anlayışına göre gizli olup, keşf ü bâtın ehlinin anlayışına göre açıktır. Meramını anlamayana bu durumda susmak lazımdır. Zira Allah Teâlâ:





“Bilgin olmadığı şeyin peşine düşme, çünkü kulak, göz ve kalbin her biri bu davranıştan sorumludur.” [45] buyurmaktadır.”





Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbnu’l-Arabî, Lübnan Dağı’nda peş peşe kırk kere halvet çıkarmıştı. Şöyle diyordu:





“Şeyhim vefat ettikten sonra kâmil bir zat işitsem önce yıkanıyorum, elbiselerimi yıkıyorum ve ona gidiyorum. Evvela yanımda bulunan şeyleri kapısında bırakıyorum ve sonra yanına giriyorum. Böylece (bu) mertebeye ulaştım. Sanki benim için köpeklere varıncaya kadar her varlık şeyhti.”  [46]





Bu şekilde İbnu’l-Arabî’yi onun peşinden gidenleri anlamak biraz zordur. Anlayamanlar için şeriatın zahirine sahip çıkarken tahkir ve cahilâne hareketlerden kaçınarak hareket etmeleri uygundur.





Niyâzî-i Mısrî bu beyitlerde beyan buyurduğu üzere aslında kendi durumunu ifşa ediyor. Çektiği sıkıntılardan biride bu şekilde edilen ithamlardır. Bulunduğu toplumda kendini anlatamayan veya anlaşılmayanlar için ne kadar çok üzülünürse üzülsün çok az kalır.





Veli arif celâl içre cemâlini görür dâim,
Bu haristanın içinde ana gülzar olur peydâ. 





Ârif-i billâhlar celâl içinde cemâli devamlı görür.
Bu dikenliğin içinde gül bahçesi onu görür. 





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Mevâidü’l-İrfân eserinde buyurdu ki;





 “Ey iman edenler, zandan çok sakınınız. Çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin gizlisini araştırmayınız, biriniz, diğerinizin gıybetini etmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Elbet bundan iğrendiniz. Allah’tan korkunuz. Şüphesiz Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir.”  [47]





Bil ki, güneş nereye yönelse, karşısında karanlık görmez. Karşısına düşen her şey aydınlık (nur) görünür. Güneşin gördüğü nur, karşısına düşen eşyayı ışıklandıran kendi yüzünün nurudur. Ama zulmetin karşısında aydınlık olmaz. Karanlık, karşısında bulunan eşyada daima karanlık görür. Bu karanlık, karşısına düşen eşyayı karartan kendi karanlığıdır. Güneş, kendine kıyasla, bütün âlemin nurdan ibaret bulunduğunu zanneder. Zulmet (karanlık) ise, kendisine kıyas ederek bütün eşyanın zulmetten ibaret olduğunu sanar.





Güneş, arif-i billâh olan muvahhid mü’minin misalidir. Bu zaten bütün eşyada, kendi irfanının, tevhidinin, imanının ve ayanının





“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin. Lakin siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.”  [48] Ayetinin ifade ettiği gibi aksini, nurunu görür. Hâlbuki aslında eşyanın bir kısmında cehalet, küfür ve isyan zulmeti vardır. Fakat o mü’minin bakışının nuru, bütün eşyayı kaplar da o, hepsinde sadece nur görür. Bütün insanlara iyi zan besler. Bu sıfat, bir insana, ancak kemale eriştiren bir mürşid-i kâmilin terbiyesi altında iç tasfiyesiyle mümkün olur.





Zulmet ise cehalet ile kalbi kararmış cahile benzer. Bu adam, bütün eşyada bir eksiklik görür, herkeste bir ayıp arar. Cahil neye baksa, cehaletinin ve aybının siyahlığı o şeye akseder. Baktığı şey ne olursa olsun onda muhakkak bir ayıp ve noksan bulur. Fukara bilmez ki o, kendi ayıp ve noksanıdır, oradan kendine aksetmiştir.





Binaenaleyh, ey Ehlullah yolunda sülûk eden talip, Allah Teâlâ’da mücahede et ki, ruhunun güneşi battığı yerden doğsun, tutulduğu yerden açılsın, kalbinin âlemleri nurlansın, nuru yüzüne vursun ve senin yüzünden karşında bulunanlara yansıyarak hepsini aydınlatsın. Karşında bulunanlar, senin ilim ve irfanının nurundan istifade etsin, senin gölgende, yani cisminin ve bedeninin gölgesinde istirahat etsinler. İşte güzel huyun kemali budur. [49]





Ne sırdır kim iki kimse nazar eyler bu ekvana,
Biri ancak görür dârı,  bire deyyar olur peydâ. 





Bu bir sırdır; iki kimse bu âleme nazar eyler





Biri ancak yurdu, diğeri ise sahibini görür





Allah Teâlâ’nın insanların eliyle sana eziyet vermesinin nedeni insanlara güvenmemek içindir. Her şeyden incinmenin nedeni onlardan uzak kalmak içindir. İmam Gazzâlî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;





Karınca, kâğıt üzerindeki yazıları görünce, bunları kalem yazıyor, der; çünkü başını kaldırıp yukarıdaki parmakları, eli ve bunları harekete geçiren iradeyi, insanı, sonra insanda irade, kudret yaratanı görmez. İnsanların çoğu da, en aşağı, en yakın sebebi görmektedir.”  [50]





İçi umman-ı vahdettir yüzü sahrâ-yı kesrettir,
Yüzün gören görür ağyar içinde yâr olur peydâ. 





İçi birlik denizi, yüzü çokluk sahrâsıdır.
Bazıları yüzü görür,  başkaları içinde yâr görünür.





Âlem “Varlık ve “yokluk” açısından değerlendirilince, “Yüce Allah’ın vücudundan başkası, saf yokluktur...”  Çünkü Allah varlığı, kendi hakikati sebebiyle, kendiliğinden varıdır. Allah Teâlâ âlemle görünüşe çıktığı ve O’nunla belirlendiği için, bütün varlıkların aslı olarak kabul edilmiştir. [51]





Vahdet’in üç yolu vardır.





1-Vahdetü’ş-Şuhûd: Mistik birleşme burada bir ruh hali­dir ki onun dışında eşya birbirinden ayrı ve Allah Teâlâ’dan ayrı görünür. Farabi ve İmam Rabbani kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin nazariyesidir.





2- Vahdete’l-Kusûd: Mistik birleşme yalnız bir mef­humlar birleşmesi değil, aynı zamanda insanlar arasında bir iradeler birleşmesidir.   Sonunda, insanın arzusu ve iradesi Allah Teâlâ’nın arzusu ve iradesiyle bir olur. Bununla beraber Allah’ın ve kâinatın varlığı ayrı telâkki edilir.





3-Vahdete’l-Vücut: İrade ve tasavvur yolu ile birleşmeye varlıkta birleşme ilâve edilir. Bu vahdetin en yüksek ve en mükemmel derecesidir. [52] 





Alan lezzatı birlikten halâs olur ikilikten,
Niyazi kande baksa ol hemân dîdâr olur peydâ. 





Birlikten lezzeti alan, ikilikten halâs olur,
Niyâzi ne zaman baksa ol hemen sevgili aşikâr olur





وَقَالَ اللهُ ِلاَ تَتَّخِذُوا اِلَهَيْنِ اثْنَيْنِ اِنَّمَا هُوَ اِلَهٌ وَاحِدٌ فَاِيَّاىَ فَارْهَبُونِ





“Allah da buyurmuştur ki: iki ilâh tutmayın o ancak bir ilâhdır, onun için benden yalnız benden korkun” [53]





Görür ol genc-i mahfiden nice zâhir olur eşyâ,
Bilür her nakş-ü suretten nice esrâr olur peydâ. 





Niyâzi gizli hazineden görür, nice eşyâ zâhir olur
Bilir her suretin nakşinden nice sırlar aşikâr olur.Sonuç olarak; Allah Teâlâ’yı görememenin sebebi Ona çokça ya­kın olmaktandır. Perdelenmiş olması ise O'nun zuhu­runun şiddetindendir. Gözlerden gizlenmiş olması ise nurunun azametindendir. Göz kuvvetli ışıkta görmeyi kaybeder.










[1] Zihî: Zehî “Şu, bu” mânasına gelen müennes işaret zamiri.





[2] “Küntû kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü en-u’rafe fe-halaktû’l-halka li-u’rafe”  Aclûnî. 2/132; Aliyu’l Kari. 273: Manası doğru olsa da hiçbir senedi olmayan bu sözün hadis ol­madığı açıktır.





[3] Zâriyât, 56





[4] (ÖGKE, 2000)





[5] Katare: Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su





[6] Ali Nihat, Tarlan, Divan Edebiyatında Tevhidler, Fasikül IV, İstanbul Üniversitesi Yay. No: 24, (1936). s. 34





[7] Muteber kaynaklarda yer almayan bu rivayete Deylemi, Ebu Nuaym. Sehavi. Aliyu’l- Kâri ve Aclûnî eserlerinde yer vermişlerdir. Bkz. Deylemî. III/331: Ebu Nuaym, Delailu Nübüvve. 1/42; Sehavi. 386: Aliyul- Kâri, 269; Aclûnî. II /129





[8] (YÜCER, 1996), s.61





[9] (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 7





[10] (ÇEVİKBAŞ, 1994), s. 9





[11] (AYNİ, 1995), s. 45-47





[12] (KILIÇ, 1995), s.202





[13] (KILIÇ, 1995), s.170





[14] (Şeyh Mahmûd Şebüsterî), b. 147-148





[15] Fenomen: Olay, hadise, hadiseye ait.





[16] (ÇEVİKBAŞ, 1994), s. 9





[17] Tirmizi Hadisin garib olduğunu söyler. Tirmizi. Tefsir, 57; İbn. Hanbel. 2/370; bkz. Sehavi. 543: Aclûnî. 11/153





[18] (KEKLİK, 1980),s.405.





[19] İbnu’l-Arabî.el-Futûhâtu’1-Mekkiyye, c.II, s.627.





[20] İbnu’l-Arabî.el-Futûhâtu’1-Mekkiyye, c.III, s.188





[21] İbnu’l-Arabî.el-Futûhâtu’1-Mekkiyye, c.I, s.307





[22] (KOÇ, 1990),s.87-88





[23] (BAYRAKLI, 2002), s. 249





[24] (KEKLİK, 1980)





[25] Felek: Gök, gök katı, devir.   Tâli’, baht.   Büyük ve dâirevi olan şey.   Her gök seyyaresinin gezdiği âlem.   Dünyâ, âlem,   Bir zilli âlet.   Yuvarlak kütük, kızak.





[26] (MARDEN, 2007)





[27] (TATCI, 2/4 Fall 2007 )





[28] (DÜZGÜN, 2: 1 2004), s. 37





[29] (DÜZGÜN, 2: 1 2004), s. 32





[30] Buhâri, Bed'u'1-Halk (59), 1, Tevhid (98). 22. Hadisin diğer varyantları için bak: Durer, 127. Mevduat, 263-265. Hafâ, II, 130-131.





[31] (ÇİFT, 2003), s. 256





[32] (ÇİFT, 2003), s.257





[33] (ERGÜL, 2002), s.162





[34] Beyhaki, Kitabu’l-Esma ve’s-Sıfat, s.210; Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya (el-Camiussağir’den naklen); Sehavi, Makasıd, s.190,ha.342; Acluni, Keşf, I,311,ha.1005; Heysemi, Mecmauzzevaid, I,81





[35]  “Allah mevcut idi. Onunla beraber hiçbir şey yok idi.”  (Buhâri. Bed’ul Halk. 1; İbn. Hanbel. 4/431; Hâkim, Müstedrek. 2/341; Aclûnî,   II/130,131)





[36] Ebu Bekr Muhyiddin İbn Arabî, el-Fütuhâtu’l-Mekkiyye, Daru’l-kütübi’l-‘ilmiyye, Beyrut 1420/1999, c. I, ss. 62-65. (COŞKUN, 2008)





[37] İnşirah, 5-6





[38]Geçersiz kaynak belirtildi. ,s.275





[39] Bakara, 148





[40] Ahzab, 4





[41] (ATEŞ, 1971) Elli beşinci sofra





İbnu’l-Arabî,. el-Fütûhât, III/477; el-Fihrist, Mukaddime. “..er-Rûhu’l-Emîn kalbimin üzerine inince terkibim dağılıyor... ve bana zann, tahmin ve şüpheden ârî olan bilgiler veriyordu.” (et-Tenezzülâtul-Mevsılıyye, 7).





Bu yüzden olsa gerektir ki Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz el-Fütûhât ve Fusûs kitabının her bölümünün sonunu “Şüphesiz Allah gerçeği söyler ve doğru yolu gösterir” ibaresiyle tamamlamaktadır. (KILIÇ, 1995), s. 27





[42] (DEMİRLİ, 2003), s. 114; Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitabü’l-celal ve’l-cemal, s. 4-5





[43] Mâide, 44.





[44] Buharî, Fiten 8, İman 36, Edeb 44; Müslim, İman 116, (64); Tirmizî, İman 15, (2636); Nesaî,  Tahrim 27, (7, 132).





[45] İsrâ, 36





[46] (BAHADIROĞLU, 2003), s.156





[47] Hucurat, 12





[48] İsra, 44





[49] (ATEŞ, 1971) Üçüncü sofra





[50] Gazzâlî, İhyâ., cilt: I, s. 34. Aynı örnek için bkz. Gazâlî, Kimya-yı Saâdet, s. 42.





[51] (KEKLİK, 1980)s.383-386





[52] (SAFA, 2003), s. 233





[53] Nahl, 51


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar