Print Friendly and PDF

HATIRALAR






  • Kuşadalı hazretlerine nakl-i kelâm olundukta buyurdular ki:




“Kuşadalı hazretleri, Hz. Pîr Nasûhî (kuddise sırrûhu’l-âlî)’yi ziyâret kasdıyla bir gün Üsküdar’a âzim olmuşlar. Berâberlerinde Zeyrek’teki Kilise Câmii kayyımı Hacı Efendi bulunur imiş. Kayıkla Kız Kulesi civârına geldiklerinde,





“Hacı! Edebini takın. Zîrâ Hz. Pîr”in köyüne yaklaştık.” buyurmuşlar. Hânkâh-ı şerîfe vusûllerinde cümle kapısının önünde ayakkabılarını çıkarıp, mest ile içeri girerler imiş. Ne zamân Hz. Pîr Nasûhî ve Hz. Mevlânâ’nın esâmî-i mübârekeleri yâd olunsa alınlarında bir damar zuhûr edip vecd zuhûra gelir imiş ve “Bunların esâmî-i şerîfesi mesmûum olunca kendimi gâib ederim.” buyururlar imiş.





(Hüseyin Vassaf Efendi diyor ki:) Hz. Fâtih türbedârı Amiş Efendi merhûmda da bu hâli gördüm.( Hânkâh-ı şerîfe vardıklarında cümle kapısının önünde ayakkabılarını çıkarıp, mest ile içeri girerler imiş. )





Ahmed Amîş Efendi’nin ziyâretine gitdim. Benim evlâd-ı Pîr’den olduğuma muttali’ oldukta, vecd zuhûra geldi ve bana hitâben,





“Sen mîrâsyedisin, senden korkarım.” dediler. Dahası var, fakat bu kadar elverir.[1]





  • Ahmed Amîş Efendi Tırnovada bir camide imam bulundukları sıra da fazlaca alkol almış ve sokakta düşmüş bir şahsın etrafına halk toplanmış kendisine hakaret ederler. Bunu gören hazret:




“Onu benim sırtıma bindirin evine götüreyim” buyurur ve adamı sırtlayıp evine yatağına taşır. Adam sabah uyandığında anasından bir hayli şikâyetler işitir ve çok mahcup olur ve şöyle der:





“Tevbeler olsun bir daha içmeyeceğim!..” Adam gerçekten bu felaketten kurtulur. Ahmed Amîş Efendi’ye bağlanır.





  • Rüştü Bey ile beraber bir gün Ahmed Amîş Efendi’nin huzuru saadetine gittik.




“Ulan bana boza getirdin mi?” buyurdular. Ben de





“Getireyim efendim” dedim.





“Boza der demez aklınız bozacı dükkânına gitmesin. Mürşid ne demek istiyor onu anla, sözünü anla, onlar boş söylemezler.” Ben de





“Evet, efendim “ve mâ yentiku an-il-heva” dedim.





Mübarek şahadet parmaklarını ağızlarına götürerek işaretle “sus” buyurdular.





“O yalnız Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme mahsustur. Mürşidler hakkında da öyledir. Biz ihvânımızdan böyle söz sudurunu severiz. Lâkin herkesin yanında söylenmez.”





  • Şeyhim bana dedi ki




“Allah’tan korkar mısın?





“Hayır”dedim.





“Benden korkar mısın?”





“Senden korkarım dedim.” Ben de;





“Efendim ben ne senden korkarım ne de Allah’tan korkarım çünkü sizden bana zarar gelmez ki.”





  • Mahdumu âlileri Ali Bey’e hitaben;




“Ali bana bu benim, babamdır, bu benim hocamdır, bu benim şeyhimdir” diye hizmet edeceksen hizmet etme” buyurdular.





  • Bir gün huzuru saadetlerine girdim, kalabalık idi. Ellerini öpüp ihvânı araladım, oturdum.




“Vakti saadette bir gün sahabeden birisi gelip huzuru saadette oturan ashabı aralayıp oturdu, bu günde aynıdır, buyurup





“Biz bir an zikirden hâli değiliz.” Bir sayha ile





“Allah” dediler. Bu da,





“ vele zikru’ilâhi ekber” [2]Allah’ı zikretmek en büyük (ibadet) ‘tir.” buyurdular.





  • Bursa Lisesi Fransızca muallimi Nevres Bey’den rivayet:




Benim şeyhim derdi ki,





“Ahmed birisi senin yanında benim aleyhimde bulunursa beni müdafaa etme buyurdu.” Nevres Bey içinden





“Ben bu naneyi yiyemem” diye geçirince Ahmed Amîş Efendi Efendi Hazretleri derhal





“Ben de şeyhime Efendim ben bu naneyi yiyemem dedim. Şeyhim bana sen bu naneyi yiyemezsen sen de benim dediğim gibi adam olamazsın.” buyurdu.





  • “Biz, bizim lafımız olduğu zaman sıkılıp kaçandan korkarız” buyurdular.




Bende (Nevres Bey) içimden hakikaten böyle bir hali kendisinde gördüğüm bir arkadaşı düşündüm.





“Eyvah bizim arkadaş helak oldu dedim.” Derhal Efendi Hazretleri





“Eh eh korkma ona da bir zat tecellisi yapar, kurtarırız.” buyurdular.





“Ellerini göğüslerine vurarak bu (Ahmed) ism-i zikretsinlerde aleyhim de bulunsunlar” buyurdular.[3]





  • Hazreti Ali kerremallâhü veche buyurduki,




“Dünyada iki şeyden korkmam. Biri Allah takdir ettiği, diğeri de etmediği şeyden.” Bunu bir yerden okudum. Ahmed Amîş Efendi Efendim Hazretlerine arz ettim. Buyurdular ki





“Allah’ın takdir etmediği vukua gelmez, takdir ettiğinden korkmak da küfürdür.”





  • Bir gün ashabdan Hz. Rebîa radiyallâhü anh Hazreti Fahri Âlem Efendimize sallallâhü aleyhi ve selleme




 “Ya Rasülülallah, Rebîa bendeniz rica eder ki fakir haneyi teşrifle cemaatle namaz kılasınız.” Hazret Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem





“Peki ya Rebîa geliriz.” buyurdular.





Bir gün mescidde edayı salatten (namaz kılındıktan ) sonra





“Ya Rebîa sana geleceğiz” buyurdular ve haneyi Rebîa’ya teşrif buyurdular. Eshabı kiram da gelirler. Hazreti Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Hazreti Rebîa’nın radiyallâhü anhın gösterdiği odada cemaatla nafile namaz kılarlar. Ba’desselat (Namazdan sonra) duyan ashap ta gelirler. Hazreti Rebîa taam hazırlar. Hazreti Rasulullah Efendimiz sohbet buyururlarken ashapta bir zat “keşke filan da bulunsaydı” der. Orada bulunan ashabden diğer biri





“Hayır, o münafıktır” der. Rasul Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem





“Öyle deme!” buyururlar. Sohbete devam ederler. Birinci zat yine “keşke filan da bulunsaydı” der, diğer zat da





“Hayır, o münafıktır” der. Onun üzerine Hazreti Fahri Âlem Efendimiz





“HAYIR, ÖYLE DEME, LA İLAHE İLLALLAH” DİYEN CENNETE GİRER buyururlar. Üçüncü defa aynı surette tekrar eden muhavere üzerine...





“Öyle deme, la ilahe illallah diyenin cesedine Allah ateşi haram kıldı.” buyururlar.





  • Kuşadalı Efendimizden;




Şeyhim dedi ki;





“Ahmed ayı ol ayı.” Ürkdüm. Sonra döndü:





“Yani zurnacı nasıl çalarsa ona ayağını uydur. Ayının otuziki türküsü varmış onun da hepsi ahlat (yaban armudu) üzerine imiş, Talip de böyle olmalı.”





  • (Nevres Bey) Bir gün huzur-ı saadetlerinde yalnızdım.




“Efendim ahrette de böyle birleşip konuşacak mıyız?” dedim.





“Ulan Allah Allah, birde birleşmek olur mu?” buyurdular.





•      (Nevres Bey) Yine bir gün huzurda iken kademi saadetlerini tutarak





“Ulan Kur’an’daki “ve’l-teffeti’s-sâku bi’s-sâk ,” [4] O burasıdır” diye topuklarını gösterdiler, ben de hemen tutup öptüm, hafifçe bir tokat lütfettiler.





  • Şükrü Bey’in rahatsızlığı esnasında uğradığım korkudan dolayı huzur-ı saadetlerine girdiğim zaman




“Amirin emri ile hareket ettiğini bilsene” buyurdu. Sol omuzuma vurarak lâ havfün aleyhim ve lâ-hüm yahzenûn, [5]





  • Makbule Hanım huzuru saadette iken yine huzurda bulunan Süreyya Bey,




“Efendim ben yağan kara dur diyorum, duruyor... şöyle ediyorum, böyle ediyorum” diye söyler. Efendimiz de





“Ben de kimsesizlere merhamet ederim” buyurdular.





  • Makbule hanımefendiye gitmeleri için müsaade buyurdular. Hemen huzurdan ayrılmamak ve dayanamadığı sohbeti mübarekede devam edebilmek üzere gecikirken Süreyya Bey,




“Efendim benim saçmalarımı dinlemek istiyordur,” der. Efendimiz de;





“onun senin saçmalarını dinlemeye ihtiyacı yok” buyururlar.





  • Yine bir gün hanımefendiye, “Seni ağlatmam” buyurdular.




Efendi Hazretleri Aziz Sultanımızın teşriflerinde Nusret Hanıma;





“Ben herkesi affettirdim, yalnız sen kaldın.” buyururlar.





  • Azizimiz, Sultanımız, Efendimiz türbede iken bir zat gelir, Efendimize müteveccihen namaza dururlar. Orada bulunan ihvâna




“Bu zat işi doğru yaptı amma git kıbleyi düzelt.” buyururlar.





  • Kuşadalı Efendimin müridanından birisi adalardan birine kaymakam tayin edilir. Oradan




“Efendim buranın ahalisi gavur, hayvanları domuz” diye yazar.





“Ben de beni onlarda da görsün diye gönderdim.” buyururlar.





  • Ahmed Amîş Efendi anlatıyor.




Şemseddin Paşa Bükreş’te iken





“Efendim, öyle zamanlar oluyor ki dünya işleri ağır basıyor âhiret işlerini ihmal etmek zorunda kalıyorum. Bazen de âhiret işleri ağır basıyor, o zaman da dünya işleri aksıyor! İki karpuz bir koltuğa sığmıyor efendim!, diye Kuşadalı Efendim Sultana müracat ederler. Azizimiz Efendimiz de





“İki karpuzu bir etsin.” buyururlar.





  • Bütün hocalardan elif okudum, (Seyyid Muhammed) Nurul arab’dan bütün okudum. 




  • Bosnevi Hacı Muhammed Efendimiz Hazretlerine pirdaşlarından birisi dil uzatırlarmış. Müşarünileyh bir gün




“Azizimizin ihsan buyurduğu geri alınmaz yalnız söylemesin” buyururlar. O anda o zatın dili tutulur.





  • Şemseddin Paşa türbede Kayserili Mehmed Tevfik Efendi Hazretlerini görerek




“Efendim türbede bir zat var, kimdir?” diye sormuşlar. (Ahmed Amîş Efendi için)





“O benim vekilimdir. Bedelimdir. Bedel mübeddelü mislin aynıdır” buyurmuşlar.





  • Nevres Beye;




“Sen imam ol, Şemseddin de sana cemaat olsun, yabancı değil ya...”





  • Ahmed Naim (Babanzâde) Beyefendi rüyalarında Hazreti Azizi görmüşler,




“Nevres benim kutbumdur” buyurmuşlar.





  • Remzi Efendiyi huzura götürdük, iltifattan sonra Ahmed Amîş Efendi




innemâ yahşa’llâhe min ibâdihi’l-ulemâu. [6] ayetini okumuyoruz. Her fırsatta bilirim innemâ yahşa’llâhe min ibâdihi’l-ulemâu, kıraati de vardır.





Allah alim kullarından haşyet eder. Haşyet eder de titrer mi? Padişahın vezirini sayması gibi sayar” buyururlar.





•      Ahmed Amîş Efendi;





Bir gün başlarını kaldırıp “ben yazı tahtası değilim” buyurdular.





“Benim verdiğim Ali Paşa vergisi değildir.”





  • Bir gün Mehmed Efendimize




“Şu şeyi sana vereyim mi?” buyururlar.





“Ver Efendim.” dedim.





“Bana kim karışır ulan?”





  • Mehmed Efendimiz bir gün;




“Efendim benim Allahu ekbere kanaatim yok.” derler,





“Öyleyse hadsiz, hududsuz, kenarsız, sınırsız, Allah de.” buyururlar.





  • Mehmed Efendi kalben keşfinin açılmasın istemişler.




“O zaman keşif meşif ne olacak, sen bana bak, ben sana bakayım” buyururlar.





  • Ahmed Amîş Efendi buyurdu ki;




“Beni senin elinden yine sen kurtarırsın.”





  • Halil Efendi’ye;




“Ulan karışma, ben bu sazı bozuk düzen de çalarım.”





  • Bir gün huzura giren birisi Azizimiz Efendimize birtakım tefevvühatı na-lâyıkada (Dil uzatma. Münâsebetsiz söz söyleme) bulunur. Hazret;




“Oğlum beni sana yanlış anlatmışlar.” buyurur. Bu kadarı bile çok gördü, akabinde;





“Bir zat gelip esnayı kelamında Kuşadalı Efendimizin huzuru saadetlerine birisi gelip birçok na-muvafık (uygunsuz) tefevvühatta bulunur. Hazret hiç itiraz etmeyip ellerini göğsüne vurarak eyvah buyururlar,” dedi.





  • Mahdumu âlileri Ali Bey’in vefatı üzerine kabirlerinin mahallerini tayin zımnında ihvân arasında münakaşa olurken bazılarının Efendi Hazretlerine de bir yer ayıralım mütalâası geçer. Huzura giren Nevres Bey’e daha kapıyı açar açmaz




“Onların kabri teslim-i ruh ettikleri mahaldir” buyururlar.





•      Nevres Beye;





“Bizim tarikimiz Nuh Gemisi gibidir,” buyurdular.





“Ben de binenler selameti bulmuştur” dedim.





“Evet binenler selameti bulmuştur.”





•      Nevres Beye;





“Şeyhim beni çingenelere dövdürdü. Çingeneden dayak yiyen pezevenk de kibir mi kalır?[7]





  • Mehmed Efendi rivayet etti.




Bir gece Asım beye gidiyordum, yatsıya yakındı. Hazreti Aziz’e Hafız Paşa Caddesinde, Kumrular mescidine yakın bir yerde rast geldim.





“Nereye gidiyorsun” diye sordular.





“Asım Bey’e gideceğim” i söyledim.





“Selam söyle” buyurdular. Sonra anladım ki Efendi Hazretleri Karagümrük’ten geliyorlarmış. O gün buyurdular ki evkafdan maaşım geldi, geç vakitte eve geldim, kapıyı çaldım,





“Beni yemeğe beklemeyin” dedim. Karagümrüğe gittim, bizim bakkalın evini buldum ve borcumu verdim. Ben de bu parayı sana ödemezsem bana haramdır dedim. Bakkal kilisede vaaz eden papaza;





“Papaz Efendi, seninkiler lafta kalıyor, Müslümanlar yapıyor. Parayı evime kadar getirdi” demiş.[8]





  • Nusret Hanım bir gün kerimesi (kızı) Ayşe Hanımla birlikte huzuru saadete giderler,




“Efendim bülbülünüz hastalandı” der. Aziz Sultan;





“Ya öylemi? Sen hasta mısın buyururlar.” Ayşe Hanımda





“Hayır, efendim, hasta değilim” der, bunun üzerine Aziz Sultan





“Bak benim bülbülüm hastalığı kirletmiyor” buyururlar.





  • Nevres Beyefendi’den rivayetle;




 Huzura girdim, içimden;





“Efendim ben bu Müslüman düşmanlarına karşı çalıştım. Şahsi menfaat gözetmedim. Sen sahibi zaman değil misin? Nasıl olurda senin bir bendeni, bi-gayri hak bu herifler sürüyorlar da sen beni kurtarmıyorsun?





 Aziz Sultan ihvâna karşı sohbet ederken sözünü kesti ve fakire bakarak;





“Allah’ın senin alnına yazdığı şeyin men’ine Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bile kadir değildir. Ben buna kâni olamadım,” kalben yine teveccüh ettim; Bu sefer de yine bendelerine tevcihi hitap buyurarak şu ayeti tilavet buyurdular.





“ İnneme ‘n-necvâ mine ‘ş-şeytani li-yahzüne ‘llezine âmenû” [9]





Ben yine kani olmadım, yine yüklendim, bu defa da;





“Gam, gam, ba’de gam, kambur üzerine kambur verir” buyurdular. Yine kâni olmadım, bu defa da





“ Leyse bi-dârrin lehum şey ‘en illâ bi iznillâh”[10]





Buna da kâni olmadım. Bu defa Ahmed Amîş Efendim gayet şiddetle





“in yensurkümullâhe fe-lâ galibe leküm.” [11] Allah yardım ederse size kimse galebe edemez. Allah sana yardım etmiyor, fazla lafa lüzum yoktur, gideceksin.





  • Mahdum-ı âlîleri Ali Bey’in nutk-ı âlîleri




Anayım ben kim doğurdum anamı





Yine anamdan doğup ben doğurdum atamı (anamı)[12]





  • Hastayım Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz yanımda oturuyorlardı.




“Ben, aman Ya Rasûlüllah, aman Ya Rasûlüllah” diyordum, yanına gelenler beni sayıklıyor zan ediyorlardı.





  • Hasta idim. Doktorlar geldiler, muayene ettiler, yavaş sesle beş dakika kadar yaşar, yaşamaz dediler (Hastanın yanında en hafif lisanla bile konuşmayınız çünkü işitir). Ben bunun işitince kendi kendime




“tu ... sana çatal bıçak Ahmed herkes senin öleceğini biliyor da senin haberin yok...”





O anda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz





“Sen daha huzurda bulunacaksın” buyurdu, ben kalktım, oturdum ve bana pirzola getiriniz dedim. Doktorlar da kaçtılar.





  • (Nevres Bey) Bir bayram günü Beykozlu Ali Bey ile birlikte (Ahmed Amîş Efendi’min) devlethanelerine gittik. Ellerini öptük. Kendileri odadan aşağı indiler, bahçeden iki çiçek koparmışlar, getirdiler, birisini bana birisini de Ali Bey’e verdiler.




“Tu ... gördün mü bunu senin için, bunu da bunun için koparmıştım. Patlayıp durma seninki sana gelir buyurdular” (Beykozlu Ali Bey’e buyurdular).





  • Rus vapuru ile Hicaz’a gidiyordum, vapurun davlumbazında namaz kılmak istedim. Yolcular “sakın oraya çıkma, kaptan seni denize atar,” dediler. Ben kaptana müracaatla ve işaretle orada namaz kılmak istediğimi anlattım. Kaptan müsaade etti. Ertesi sabah birde baktım bir Rus tayfası omuzunda peşkir, elinde ibrik yanıma geldi. Her ne kadar ısrar ettimse de kabul etmeyerek kendisi dökerek abdest aldım. Vapurda su sıkıntısı vardı. Kaptan bana bir sürahi su gönderdi. Hemen bir fincan buldum. O suyu herkese dağıttım.




  • Bir gün Efendi Hazretlerinin huzuruna gittim, efendim açım dedim, keselerini çıkarıp bana uzattılar.




“Efendim öyle istemem hem içim aç hem gözüm aç” dedim.





“Ulan köftehor ben seni öyle de doyururum böyle de.” buyurdular.





  • Bir bayram günü bayram namazını, ba’de’l-eda türbede ziyaret gittim. Türbeden çıktılar, ben de beraberdim. Cami etrafında nöbet bekleyen askerler nöbetlerini bitirmiş gidiyorlardı. Türbenin Akdeniz cihetindeki zincirli kapıdan geçtiler. O zaman Hazret-i Aziz şöyle buyurdular;




“Siz camide iken bunların beklediği nöbet senin yetmiş senelik ibadetinden efdaldir.”





  • Bursa ‘da Şerbetçi Ahmed Efendi’nin rivayetiyle;         




Bir gün huzurda iken Hazreti Azizimiz tarafından





“Ahmed, tanbura çalar mısın?” buyurdular (Aynı zamanda kendileri dımbır dımbır diye terennüm buyurdular),





“düzeyim deme ha koparırsın, nasıl bulursan öyle çal.”





  • Yorgancı Tırnovalı Nuri Usta, Ömer’ül Halveti Hazretlerinden Hazreti Azizle pirdaşmışlar. Bu zatın irtihalini haber vermek üzere huzura giren yorgancı Hacı Efendi’ye - daha bir şey söylemeden-




“Nuri Ustanın vefatını haber vermeye geldin, O kendi kuşağını kendi sıktı, hayatını aldı. Azrail’e canını vermedi.” buyururlar.





  • Yine Ahmed Efendi ‘den




İhvandan Firuzağalı Hasan Efendi anlatmışlar,





“Birçok ehlullaha hizmet ettim. Sonra, Yarabbi beni öyle bir zata ulaştır ki emirlerini söylemeden ben yapayım” dedim. Duam kabul oldu. Hazreti Azize mülaki oldum. Hakikaten içimden su vereyim gelir, kalkıp veririm buna mümasil birçok arzu buyurdukları hizmetlerini şifahen buyurmadıkları halde yapardım. Bir gün birkaç arkadaş hendeseden bahs ettik, kalktım huzura geldim, gelirken vapurumuz diğer bir vapurla hemen müsademe edecekti (çarpışacaktı). Ben korktum, huzura girer girmez.





“Ulan ben sana öl demedim mi?” buyurdular. Biraz sonra murakabe vaziyeti aldılar. Bize de bir uyku hali geldi. Birde baktım ki beş altı deniz gördüm. Hazreti Aziz elimden tutarak o denizleri birer birer derken ikişer ikişer, üçer üçer ve en nihayet hepsini birden atlattılar. Kendime geldim. Bizde Aziz murakebe vaziyetini terk buyurmuşlar. Fakire bakarak





“Ulan Hasan bu, senin görüştüğün hendeseye benziyor mu? Buna ehlullah hendesesi derler.” buyurdular.





  • Firuzağalı Hasan Efendi rivayetiyle;




İhvandan Mustafa Efendi’nin haremi (eşi) vefat eder. Arası biraz geçtikten sonra nefis galebe edip bir kadın getirip hem-bezm (muhabbet; yiyip içme) olmak ister. Kadın yatağa yatar, Mustafa Efendi de kadına yaklaşmak isteyince birde bakar ki yatakta hazret yatıyor. İki üç defa bu vak’a tekrar edince hemen parasını verip çıkar. Bir buçuk ay kadar huzura gidemez. Ondan sonra bir gün Hasan Efendi huzura girdiklerinde





“Oh oh Mustafa, Mustafalar ... olur.”





“Benim ihvândan bir Mustafa vardı, çok haşarı idi, külhanda bir akşam beni düzeyazdı” buyurur. Sonra da diğer ihvâna bakarak





“Akrabanızdan biri vefat etmiştir, gidip cenazesini kaldırınız” buyururlar.





  • Salih -Omurtak- Paşa,[13] Tekirdağ yöresinde vazife yaptığı yıllarda, Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin ününü duymuş. Sonra, İstanbul’da olduğu günlerde bir gün, Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin ziyaretine giderek:




“Hocam, demiş, beni de dergâhınıza kabul edin!.” Paşanın iç halini okuyan Ahmed Amîş Efendi;





“ Olur, demiş, hay hay!. Fakat, ters giden bir şey olursa biz adamı vururuz haa!. Haberiniz ola!.” Salih Paşa;





“Olsun efendim”,





“Tabii, eyvallah!. Elbette!. Bizim orduda da böyledir bu!”, diyerek intisab etmiş. Bu sözüde öyle bir espiri zannetmiş.





Meğer Salih Paşa epey hovarda bir adammış. Bir gün yine bir yerlerde hovardalığa soyunduğu bir anda, görünmeyen bir elden paşanın belinden aşağıya vızır vızır kurşun yağmaya başlamış.





Bu esrarengiz kurşunlanma içinde önce kendinden geçen, sonra kendine gelen Salih Paşa, bakmış ki bedeninde kurşun murşun yok ama, belinden aşağısına boşaltılan o manevi kurşunların tesiriyle bir müddet felç de geçirmiş. Sonra Ahmed Amîş Efendi’nin söylediği kelamın hakikatinin ne olduğunu görmüştür.





  • Nevres Bey’le Beykozlu Ali Bey bir gün Aziz Sultanı ziyarete giderler ve giderken




“Kıyamet ne ise bize tarif buyursun” diye konuşurlar. Huzura girdiklerinde;





“Kıyamet içlerin dış, dışların iç olacağı gündür.” buyururlar.





  • Ahmed Haliloğlu Beyefendi’nin rivayetiyle;




Ahmed Amîş Efendi Balkan Savaşında Bulgar askerlerinin Edirne’yi de işgal ettiğini, Selimiye Cami’ni topa tuttuklarını Çatalca önlerine geldiklerini ve İstanbul’unda düşmek üzere olduğunu anlayınca akşamüzeri saat beş altı gibi türbeyi kapatır Kayserili Mehmet Tevfik Efendi’yi yerine bırakıp;





 “Dar’ul Hilâfe’ye Bulgarları mı sokacağız” der ve gece vakti seccadesinin üzerinde tazarru kapısının tokmağına sarılır. Öyle bir hal alır ki gözünden yaşlar sağnak sağnak boşalmakta, sırtından ter oluk oluk akmaktadır. Sık sık çamaşır değiştirmek zorunda kalır. Üstünden çıkan çamaşırları sıksanız suyu çıkacaktır.  Yeni çamaşırları giyer ve yine seccadesine döner.  Dudakları kıpır kıpır yalvarış halindedir.  Sabaha kadar devam eden tazarru, dua ve niyazlar dergâh-ı ilahide kabule şayan olmuş; naz makamındaki bu velinin duasına icabet edilmiştir. Ayağında çarığı, matarasında suyu, torbasında azığı kalmamış Osmanlı Askerleri ne olduysa birden şahlanır ve Dar’ul Hilafeti Bulgar işgalinden kurtarırlar. 





  • Hafız Bekir Efendi’den rivayetle;




Bir gün Doktor Talat Bey’le birlikte rahatsızlıklarına müteessifane haber aldığımız Hazreti Aziz’in devlethanelerine gittik. Kapıyı Cici açtı. İsimlerimizi söyledik, arz ettiler, gelsinler buyurmuşlar. Huzura girdik, kendilerini kesbi afiyet etmiş bularak mesrur olduk. Derecesi 43’e çıkmış. Nafiz Paşa’yı getirmişler, muayene ederek;





“Allah sizlere ömür versin, hasta artık gitmek üzeredir” dedi. Kendisini kovdum, evdekilere “böyle söylenir mi?” dedim. Derken Hazreti Rasül Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, Hazreti Ömer radiyallâhü anh ve Hazreti Osman radiyallâhü anh ile birlikte zuhur ederek şuraya oturdular.





“Size bir kadın lahana turşusu suyu getirecektir, red etmeyin için” buyurdular. Hakikaten ertesi sabah bir hanım kapıyı çalarak Efendi Hazretlerine ilaç getirdim, “lahana turşusu suyu getirdim” dedi. Evden almamak istediklerini işittim, getir getir dedim, içtim. 43° hararet hemen 37° ye indi buyurdular. Sonra da doktora (Talat Bey) tevcih-i hitap ederek; “doktor, sakın şeyhime iyi geldi diye her hastaya lahana turşusu suyu tavsiye etme” buyurdular.





  • Hoca Efendimiz Hazretlerinden rivayetle;




“Ben o pezevenge haber gönderdim.” Dedim ki:





Memuriyetin ne ise onu elinden geldiği kadar yap. Aklının ermediği yerde erenden sor, başka şeye parmağını sokma dedim. O dinlemedi gitti, karışdı şimdi pezevenk odasından odasına korkusundan gidemiyor.





  • Nevres Beyefendi’den rivayetle;          




Bir gün Ömer’ül Halveti Hazretleri abdest alacaklardı. Su dökmek üzere ibriği almaya koştum. Benden evvel Bulgar Ayvaz ibriği kaptı. Ben almak istedim. Bırak buyurdular ve aynı zamanda Bulgar’a bir nazar buyurdular. Gece oldu, benim odamın kapısı çalındı. Baktım bir Bulgar,





“Büyücü müsünüz bizim ayvaz deli oldu” dedi, gittim baktım.





“Allah, Allah” diye zikrediyor.





  • Bir gün Makbule Hanım kerimesi Nusret Hanımla huzura girer. Hazret-i Aziz rahatsızlarmış. Doktorlar zatürre demişler. Hanımlar müteessirlermiş. Büyük hanıma hitaben




“Korkma, merak etme, hastalık bu vücudda hükmünü icra edemez, size merhameten duruyorum” buyururlar.





  • Akrabaları arasında Kuru Nimet Hanımın dayısının kızı dargın iki kişiyi öyle yapar, böyle yapar barıştırırmış. Bir gün hasta imiş,




Bu hanım rüyada Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz mübarek yedi şeriflerini takbil (öpmek) etmişler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz de





“Senden bu hastalık gitsin, selamette ol.” buyurmuşlar. Filhakika hanım iyileşmiş ve yed-i şerifin mübarek kokusunu şimdi her yerde duyuyorum diyormuş.





  • Nevres Beyefendi’den rivayetle, Mehmed Efendi Hazretlerinden;




Bir gün Efendi Hazretleri





“Abdulehad Nuri’ye git benden selam söyle” buyurdu, ben de gittim türbeye yaklaştığımda türbedâr kapıyı açtı, bana





“ Buyurunuz.” dedi. Kendisi girmedi. Ben girip





“ Kutbul-arifin, gavsu’l vasilin biraderiniz Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin selamı var.” dedim. Onlar da





“ aleykümselam ve aleyhisselam” buyurdular.





  • Hacı Necip Bey huzura ilk gidişlerinde;




“Ne istiyorsun?” buyururlar.





“Dua isterim” dedim.





“Camiye git, yetmiş bin kişi dua ediyor.”





“Efendim, Bursa’dan Halil Efendi’den selam getirdim dedim.”





“Ya” ... buyurdular. İhvanı sordular





“Zikir ediyor musunuz” buyurdular. İsmi zâtı (Allah) telkin buyurdular.





“Orada Hancı İsmail Ağa vardır. Benim sarhoşum. Ben onun hanında misafir kaldım, tanıyor musun?”





“Evet efendim” ...





“Ona selam götür.”





“Tuzcu Hasan Efendi’yi tanıyor musun? Pazar yerinde tuz satar. O bize Tirnova’da ilahi okurdu. Güzel sesi vardı, tanıyor musun? Ona da selam götür. Ilıcalara giderken yolda kahve satar, iki kolları yok İbrahim vardır, onu da tanır mısın? Ona da selam götür.” buyurdular.





  • Nevres Beyefendi’den rivayetle;




Bir gün huzurda bulunuyordum. Namık Kemal Bey’in Vatan Yahut Silistre”sinde askerlerin





“Allah muinimiz olsun” sözlerine karşı Abdullah Çavuş’un





“Allah’ın işine karışmayacağız, yoluna gideceğiz” dediğini arz ettim, ellerini vurarak “tam söz budur” buyurdular





  • Şerbetçi Ahmed Efendi biraderimiz rivayetiyle;




Bursa’dan araba ile dönerken arabacı uyumuş, arabada yolun kenarına gelmiş, lakin o uyumamış, selametle geldik, buyurdular.





“Bursa’da iki eli bilekten kesik İbrahim Ağa namında bir zat varmış. Ona gider misiniz” buyurdu.





Bak biz Rumeli’de kahveye üç arkadaş oturup kahve ısmarladık. Diğer bir arkadaş geldiği zaman ben kahvemi o zata verirdim. Öyle hoşlanırdı ki gönlünü alırdım buyurdular. “ li-key lâ te ‘sev alâ mâ-fâteküm ve lâ tefrahû bimâ etâküm.”[14]





“ Elinizden bir şey giderse yerinme, bir şey gelirse sevinme” buyurdular. Ben de gayri ihtiyari





“Efendim bu Allah mertebesidir.” dedim.





“Evet Allah mertebesidir.” buyurdular. ve





“Bunu birini yaptım, birini yapamadım” buyurdular. Lakin hangisini yapamadım buyurduklarını hatırlamıyorum.





  • Hoca Efendimiz rivayetiyle Halil Efendi merhumdan Azizimiz Sultanımıza biattan birkaç gün sonra huzurlarına girdiğimde




“Nihaksızsın, nihakın yok” buyurdular ve bunu birkaç defa gidişimde tekrar buyurdular.





  • Hoca Efendimiz Hazretlerinden rivayetle;




Meşrutiyetin ilanında Mehmed Efendimiz Hazretlerini birtakım kendini bilmezler rencide ettiklerinden huzura geldiklerinde Aziz Sultan





“Cenab-ı Hak yerden taşları alır, gökten yağdırır. Nitekim ümem-i salifede olmuştur. Ne yapalım Allah “ Fe-câsû hilâle ‘d-diyâr ve kâne va’den mef’ûle.”[15] deyiverdi.





“Memleketine git, gel deyinceye kadar otur.” buyurdular. Mehmed Efendi Hazretleri de köylerine giderler. Üç sene kadar kalırlar. Bir gün o civarda bir tepede bulunurken Azizimiz huzur ile “Gel” diye işaret buyururlar. Hemen “Ben İstanbul’a gidiyorum.” diye veda ederken, efrad-ı aileleri gitmemeleri hakkında ısrar ederler, dinlemezler. İstanbul’a gelirler. Huzura girdiklerinde





“Daha vakit de vardı. Seni benim misafir etmekliğim lazım gelirse de evin müsaadesi olmadığından seni Hasan’a misafir edeyim” buyururlar.





“Orada nasıl geçindin” diye sorarlar.





“Efendim evvela bilezik, küpe gibi ziynetleri, sonra halıları ondan sonra bakırları sattık.” deyince





“Desene Allah’ın keyfini getirdin” buyururlar.





•      Aziz Sultana Ömer’ül Halveti Hazretleri





“Ahmed bana çarşıdan iki horoz al, gel” buyururlar.





Hazreti Aziz’de birisi iki, diğeri bir kuruşa horoz alıp getirirler. Ömer’ül Halveti Hazretleri horozların birini bir eline diğerini de diğer eline alarak





“Ahmed bunların hangisi iyi?” buyururlar.





“Efendim, bunu iki kuruşa diğerini bir kuruşa aldım.” derler. Ben sana ne soruyorum, sen ne söylüyorsun buyururlar. Tekrar hangisi kötü derler. Üçüncüde yine Hazreti Azizimiz





“Efendim, ne bileyim bunu iki kuruşa bunu bir kuruşa aldım.” buyururlar. Onun üzerine Hazreti Ömer’ül Halveti Kaddesellâhü sırrahu’l azîz Hazretleri tebessüm buyurarak





“Ahmed buna kötü, şuna iyi deseydin, seni dergâhtan kovardım.” buyururlar.





  • Tırnova’da iken omuzlarında iki kova ile saadethanelerine su getirirlermiş ve Kâmile Hanımın bezlerini de bazen bizzat çeşmede yıkarlarmış. Bir gün çeşme civarında bulunan bir zata selam vermişler, o zat işitmemiş




“Çeşme taşının bana reddi selam ettiğini işittim.” buyururlar. Bunun üzerine Mehmed Efendimiz;





“Efendim nasıl oluyor?” diye sorarlar. Vakti gelince anlarsın buyururlar.





  • Mehmed Efendimiz Hazretleri buyurmuşlar ki;




“Ulan, her gelen beni senin gibi anlasa yakamı paçamı yırtarlar.”





  • Bir gün “araba getir” buyurdular, arabayı getirdim. Baktım aranıyorlar.




“Efendim ne arıyorsun?” “Ulan, Cici araba parası koymamış.”





İçimden “Efendim, hâlikiyet yok mu? Yarat” diye yüklendim. O esnada minderin altını kaldırıp iki çeyrek çıkardılar. “Ha, ulan burada imiş.” buyurdular.





“Vekil!, vekil! Dünyada, ahrette senden ayrı değilim, beni meydana sen çıkardın.”





  • Bektaşi Şeyhlerinden birisi dervişi ile beraber Fırat kenarında balık tutup kızartıp yerlerken dervişin gönlüne




“Efendim teşrifi beka buyururlarsa yerine kim gelir diye bir hatıra gelir. Hazret bu vakayı sana kim haber verirse ona yapış.” buyurur. Aradan seneler geçer. Hammamî Hazretleri ihvânı ile Çamlıca taraflarında bir tenezzühe çıkarak yemekten sonra zikirederek hitamında o civarda bulunan mezkûr Bektaşî fakirini yanlarına çağırarak





“Fırat kenarında filan zamanda yediğimiz balıkta yanımızda bulunan fakir değil miydi” diye kulağına söyleyince derhal ayaklarına kapanıp bende olmuşlardır.





  • Avni Bey’in kardeşi Abdullah İstanbul’da askerlik ediyordu. Bir gün Mehmed Efendi Hazretleri havaların sıcak olması münasebetiyle Abdullah’a birkaç gün geceleri sen türbede yatar mısın? buyurdular. Abdullah da yatarım dedi ve yirmi gün kadar geçtikten sonra “Abdullah, sen artık işine bak, ben yatarım” buyurdu ve sonra fakire hitaben “Hoca burada yirmi gün terledi, Azrail’e can vermesin buyurdular (ne lütuf).




  • Mehmed Efendi Hazretleri buyurdular ki,




“Bir gün huzurda bulunuyordum. Bir çocuk Kur’an okuyorlardı. Diğer bir adam geldi. Camekânın kapısını açık bırakarak türbeye girdi. Badezziyaret yine kapıyı açık bırakıp gitti. Çocuk kalkıp ve o adamın hareketine kızar gibi yaparak kapıyı kapadı. Hazreti Azizimiz





“Şu adamın istidatsızlığına ve şu çocuğun istidadına bakın.” buyurdu.





  • Beykozlu Ali Beyden;




Amcam Miralay Hasan Bey’i maiyetindeki Kaymakam Salih Bey jurnal eder. Amcam da üzüntüsünden felce uğradı Hazreti Azizimiz’e teşriflerini rica ederek fakirhaneye getirdim. Evde diğer bir odada Hasan Bey’in kızı son nefesinde yatıyordu. Hasan Bey’in odasına girdiler ve secdeye kapanarak biraz durduktan sonra hastayı yukarı kaldırın buyurarak diğer hastanın odasına teşrif buyurdular. Hâlbuki biz kendilerine ondan hiç bahsetmemiştik. Ve kızcağıza;





“Pelte yapacak mısın?





“Evet efendim.”





“Kendi elinle getirecek misin?”





“Evet efendim.”





“Ben börek de isterim.”





“Peki efendim.”





Efendi Hazretleri teşrif buyurdular. Komşumuzda bulunan bir kız çocuğu vefat etti, bizim kızcağız kurtuldu. Jurnal eden Salih Bey kapısının önünden geçerken orada bulunan Hüseyin Bey’in çavuşuna;





“Bey nasıl oldu?” diye sorar. Çavuş da





“Elhamdülillah iyileşti” der.





“Bekle onun müddeti kırk gündür, kırk gün sonra ölür” der. Lakin üç gün geçmeden kendisi öldü gitti.





  • Hoca Efendimiz Hazretleri;




Bir gün Efendi Hazretleri huzuru Hazreti Aziz’de cünbüşleşirken Cici Sultan içeri girmiş.





“A! ayol ne oluyorsunuz” demiş. Hazreti Azizimiz de





“Biz Vekil ile görüşürken dünya ve ahireti unuturuz.” buyurmuşlar.





  • Bir gün Firuzağalı Hasan Efendi huzurda iken kapı açılır, içeri bir hamal girip baştürbedâr burda mıdır? der. Hazrette




Başı yok, kıçı burdadır.”, buyururlar,





“Ne istiyorsun?”





“Efendim, su getirdim, nereye koyayım.” Onun üzerine Hasan Efendi’ye,





“Hasan efendi bunu eve götürüver” ve Hasan Efendi fıçıyı kendi götürmek ister. Hamal vermez. Eve gelip te fıçıyı indirince Hasan Efendi hemen arkalığı kapıp benim de hizmetim olsun der, fıçıyı arkasında taşır. Dönüşte hamal





“Bu zat sizin nenizdir?” Hasan Efendi de





“Bizim efendimizdir, huzurlarında mütenaim (nimetlenen) oluruz” der.





Acaba ben de gelsem kabul eder mi?” der,





Evet” der. Hamal türbeye gelince





Ben abdest alayım” der. Hasan efendi huzura girer.





“Hasan, hamaldan hoşlandın mı? Apartalım mı?” buyurur. Hamal gelipte mübarek ellerini öpünce elinden tutup huzurlarında oturturlar.





“Ben ne dersem sen de onu söyle” buyururlar.





“Nasara” buyurur, hamalda





nasara.”





“Celese”





“celese”





“feteha”





“feteha”





buyurduktan sonra bir nazar buyururlar. Hamal “Allah” deyip mağşi aleyh olur (bayılır), biraz sonra hamal sahve (uyanınca)gelince,





“Ben seni sevdim, sen de beni sevdin mi?” buyururlar. Hamal da





Sevdim efendim” der.





“Sen ara sıra buraya gel.” buyururlar. Altı ay sonra da işini ikmal ile memuren memleketine gönderirler. Hamalın ismi Şizo’lu Osman imiş.





  • Firuzağalı Hasan Efendi Hazreti Nurularab’ın mahdumları Hacı Şerif Efendi ile Kerim Efendi dergâhında iken inkişaf hâsıl olmuş, bazı uygunsuz hal görmüşler. Şerif Efendi




“Kalk Hasan bir daha bu dergâha girmen olmaz” demişler, Hazreti Azize gelmişler.





İlim irfan demektir.





İrfan Hakkı bilmektir.





Eğer Hakkı bilmezse





Ha bir kuru emektir.                     





  • Ahmed Amîş Efendi anlatırdı;




Hammamî Tevfik Efendimiz Hazretleri bir gün ihvânı ile birlikte Kağıthanede teferrüce çıkarlar. Beş on gün kalırlar. O zaman Karyağdı Tepesinde de Bektaşi canlarından bir zat varmış. Orada tepeye çıkar demlenirmiş ve bu zevata da “hay huyenlar” dermiş. Bir gün Hazret abdest alıp o Can’ın bulunduğu tarafa doğru gider ve onun kulağına birşeyler söyler. O can hemen Hazretin ayaklarına kaparak





“Vallahi budur, billahi budur, bundan başka yoktur.” diyerek biat eder ve o dergâhı terk ederek Hazrete kul olur. Sordukları zaman 45 sene evvel şeyhin alemi cemali teşrif buyururken senin kulağına kim





“Taşı nur, toprağı nur, kâmil ölmez, kabdan kaba taşınır” sözünü söylerse senin sülükun onun elinde biter buyurdu. 45 senedir buna muntazır idim.”





  • Bir gün Makbule Hanım kızı Nusret Hanımla birlikte huzura giderler, giderken de iki hevenk üvez [16] götürürler, huzura bırakırlar.




“Evkaftan bana haber gönderdiler, Efendim sen Süleyman Bey, İstanbul’da azizanımızdan istekte bulunup Kütahya’da yalnızım, konuşacak, görüşecek kimse yok, bana bir ihvânımızı gönderseniz” derler. Bir müddet sonra Mustafa Özeren Sultanımız Kütahya’ya tayin olurlar, Kütahya’ya vardıklarında bir müddet (9 gün) Süleyman Bey’in evinde kalırlar, sohbet ederler. Süleyman Bey, 1940-1945 yılları arasında Kütahya’da bulunan Mustafa Özeren Sultanımıza





“Beni burada sırlamadan seni bir yere göndermem.” derler. Nitekim Süleyman Bey vefat eder, Özeren Sultanımız Süleyman Bey’i kendi elleriyle defnederler. İhtiyarladın, yerinize bir vekil tayin edin, etmezseniz biz tayin edeceğiz. Düşündüm, onların tayin ettikleri benim işime gelmez, ben kendime vekil tayin ettim.





“Elvekil ke-l asîl, vekil aslının aynıdır. Türkler bunu bilmez.” buyurunca Makbule Hanım,





Efendim, kimse sana vekil olamaz” demiş. Sonra Hazreti Aziz Nusret Hanım’a





“Git, türbede benim vekilim vardır. Çağır lakin Vekil Efendi de haa!” buyurmuşlar. Nusret Hanım, türbeye girip Mehmed Efendimize; Efendim çağırıyor der.





“Kız senin Efendin kimdir?” buyurur. Nusret Hanım





“Efendim işte” der. Müşarün ileyh de hemen koşar, huzura girer, al bunları eve götür.” buyurur. Müşarün ileyh de hevenklerini birini bir eline diğerini diğer eline alır. Bu sırada Hazreti Azizimiz Sultanımız mübarek ellerinin ayalarını yere tevcih buyurarak sağa sola meyi ederek müşarün ileyhe nazar buyurunca Mehmed Efendimiz de neşelenerek iki tarafa raks ederek epey müdded mecbubu neşe ile pür zevk ve neş’elenir.





“Vekil, vekil; beni meydana sen çıkardın. Dünyada, ahrette senden ayrı değilim,” buyururlar.[17]





Kayserili Mehmed Tevfik’in Ahmed Amîş Hazretlerine intisabı bizzat kendilerinden rivâyeten Nevres Bey tarafından naklolunduğu na göre;





 Mehmed Tevfik (Kayserî) Hazretleri bir gece rüya görürler. Rüyada Ayasofya ile Sultanahmed Camisi arasında büyük bir kalabalık toplanmış, tellallar





“Hazret Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme kurban olacak kimse yokmu?” diye bağırışıyorlar. Hemen Kayserili Aziz, kalabalığın arasından sıyrılıp:





“Ben varım” diye çıkıyor. Bunun üzerine münâdîler Mehmed Efendiyi kalabalığın ortasında kurulmuş bir tahtın önüne getiriyorlar. Elinde kılıç tutan ihtiyar bir zat:





“Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme kurban olacak sen misin?” diye soruyor.





“Evet, benim” cevabını alınca, elindeki kılıçla Kayserili Azizi kurban ediyor. Ertesi gün Fatihe yolu düşen Mehmed Efendi Hazretleri, türbeden içeri girince kendisini mânâ âleminde kurban eden zâtı karşısında ansızın buluveriyor ki, bu zât Ahmed Amîş Hazretlerinin tâa kendi leridir!.. Ahmed Amîş Efendi Hazretleri ise:





“Gel bakalım Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme kurban olan!” deyiverince iş anlaşılıyor ve Kayserili Aziz’de böylece aradığını buluyor. Derhal mübarek elini öpüp kendilerine teslim olmuştur.





  • Cafer Beyefendi’den rivayetle;[18]




Harbiye Mektebinde ilk defa sınıf arkadaşım küçükten beri tanıdığım Kazım Bey delaletiyle Ahmed Amîş Efendimizin Türbedeki zaviyesinde ziyaret şerefine nail oldum Cemaline nazar ettim öyle bir halde müşahade ettimki o ana kadar ve halada bu güne kadar hiçbir insanda o neş’e-i kemali göremedim. Tahminen 35 yaşlarında ateşi aşk ile yanmakta olan beyaz sarıklı bir hoca hazreti türbedârın dizlerine kapanmış muttasıl ağlıyor ve feryadı derununu göz yaşlarıyle izhar ediyordu. Oda gülerek kendisini okşuvor mukabil sevgi, ve muhabbetler ishar ederek bu münasebetle





“Evliyaullah said miyim şaki miyim” diye ağlarlar buyurdular. Hayalimde tam manasıyle yer etmiş olan bu ulvi manzara hiç bir vakit hatıramdan silinmemiş ve daima aynı ile baki kalmıştır.





  • Cafer Beyefendi’den rivayetle;




1325 Rumi (1909) senesinde Evronoszâde Sami Bey delaletiyle kendisine intisap ettiğim zaman fakiri bendelige kabulü sırasında şu sözü sarf etmiştir.





“Bunuda köy namına alalım” buyurdular. Bu sebeple Cafer Bey İnonü nahiyesinden bir türlü ayrılamamış ve orada sakin kalmıştır,





  • Cafer Beyefendi’den rivayetle;




 1328 (1912) senesi İşkodrada muhasarasında bulunduğu zamanlarda bana bir hal arız olmuştu. İçimden Allah ile mücadele ediyordum. Şöyleki;





“Ey ulu Kudret bende ne kuvvet varki iyi veya kötü olabileyim. Bütün kudret ve kuvvet senindir. Sen yardımcım olmaz isen ben ne yapabilirim diyordum.”





Bir Sene sonra tekrar İstanbul’a geldim. Ahmed Amîş Efendimi ziyaretim esnasında yanında diğer muhatap ve ziyaretçileride vardı. Birden bire bir ayet okudu ve dedi ki;





قَالَ لا تَخْتَصِمُوا لَدَيَّ وَقَدْ قَدَّمْتُ إِلَيْكُم بِالْوَعِيدِ
 مَا يُبَدَّلُ الْقَوْلُ لَدَيَّ وَمَا أَنَا بِظَلاَّمٍ لِّلْعَبِيدِ





“Allah dedi ki: ‘Benim katımda çekişmeyin; size bunu önceden bildirmiştim. Benim katımda söz değişmez; Ben kullara asla zulmetmem’ der.”[19] dedi ve yüzünü bana dönerek gülümsedi anladım ki kaşifi kulub olan Halifeyi Rasul razı derunuma vakıf ve benim halimi bana söylüyordu.





  • Cafer Beyefendi’den rivayetle;




Bir gün Mehmed Efendi hazretleriyle birlikte huzuri mürşide giderek elini öpüp oturduk. Derhal bilmünasebet düşünerek





“Bir müminin yetmiş bin mümine şefaati vardır. Benim ise yetmiş kere yetmiş bin mümine şefaatim olacaktır.” buyurdular.





Aynı zamanda elinide başına kadar kaldırdılar.





Huzurlarından çıktıktan sonra





“Mehmed Efendi gördünüz mü efendi hazretleri elini başına götürdü bu işaret sizi kabul ve şefaatlerine mazhar buyurduklarına delalet eder” buyurdular.





“Haza min fazli rabbi”[20]





  • Kazım Birön Beyefendi’den rivayetle;[21]




(Bu hatıra Hazret ile 1311 rumi (1895) senesinde Mektebi harbiyeye girdiğim zamanda vaki oldu.) 





Ahmed Amîş Efendi’min Fadlı kemalini Manastır’da Askeri idadi mektebinde iken işittiğim ve kendisini görmek istediğim hazret ile ilk mülakatta huzuruna girdiğimde elini öpmeyerek mensup olduğum tarikati halvetiye usulü üzere avcunun içini öptüm. Derekap (arkasından) elimi yakalayarak





“Sen kimsin be” diye sordu. Hüviyetimi tesbit ederek Manastır’dan yeni geldim diye cevap verdim. Kaşifikulub olan bu sultani alişan o zaman ki mücahedatımın temamen aynını ifade buyurarak bana hitaben





“Geceleri teheccüt namazına kalkarak karanlık yerlerde kuru tahtalarda Allah’ı zikir eylemekten ise benim gibi pamuk şilte üzerinde zikir yapsanız daha iyi değil midir?”





“Bian şart Allah Teâlâ’yı bilmek ilme’l yakîn, ayne’l yakin, hakk’al yakîn ile bilmek lazımdır.”





“Şimdi seninlen biraz kelimeyi tevhit zikrine devam edelim.” diyerek kendisini  “lailaheillallah” diyerek zikir etmeğe başladı, fakirde ihfaen (içimden) devam ediyordum. Birkaç defa tekrar eyledi tekmil vücudum sanihay feyzinden duçari imbisat oldu. [22] Vücudunda gayri ihtiyari bir sallanma hareketi baş gösterdi bu kadarcık bir vakfe bile bizi canlandırmağa kâfi geldi.





Odasında ziyaret için gelenler bizim gibi Harbiye Mektebi talebelerindendi. Onlara sordu.





“Siz de efendiyi tanıyor musunuz?” onlarda cevaben





“Hayır, yeni gelmiş bilemiyoruz.” dediler. Bunun üzerine baha hitaben





“Benim bir tahririm var sen onu bilirmisin?” diye sordular ve fazla tafsilata ve izahata lüzum görmeden sözünü kestiler ve elini öperek ayrıldık.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Çok geçmeden bir gece rüyamda gözlerimin ağrılı olduğunu gördüm manada ihtiyar bir zat sordu.





“Gözlerinin tedavisi için bir tabibe müracaat etmedin mi? (Manevi gözlerimi)





Kasıt ve murat ederek sordu





“Hayır, etmedim dedim.”





“Geçen hafta gittiğin Fatih türbedârına git ve söyle o tabibi haziktir senin gözlerini şifayap eder” buyurdular. Bunun üzerine gittim ve Türbede huzurlarına girdim rüyamı kendilerine söyledim.





“Rüyada görülen zatın kim olduğunu bilebilir misin?” diye sordu.





İhtiyar bir zat idi” diyebildim. Güldüler,





“Öyle ise diz dize gelde dua edelim şifalar isteyelim” buyurdular ve arapça olarak bir dua okuyrak bana türkçesi münfehim oldu. (anladım)





Yanında bulunan kişiler “âmin” dediler. Ve bana hitaben günlük vakit buldukça 30 istiğfar 50 salavat-i şerife çekmekliğiimi ve arada kendilerini ziyaret etmemi tembih buyurdular.[23] Artık muntazaman ziyaretine gidiyordum.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Günlerde bir gün benden karpuz istedi Fatih Camii havlusunda küme halinde satılmakta olan karpuzlardan bir tane seçtirerek aldım ve götürdüm eve götür bırak ve gel dedi Öyle yaptım huzuruna geldiğimde bana hitaben;





“Elin oğlu karpuza bir bakınca tanır ve eliyle sıkmaksızın olgununu seçer sende böylece yapabilirmisin” buyurdular.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Bir gün huzuruna bir fakir gelmişti sadaka istiyordu içimden geçti ki; “bana emretse ben versem” bana hitaben; 





“oğlum iki kuruşunuz varsa bu fakire ver” buyurdular, sevinerek verdim.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Bir gün bana sordu.





“Üzerinde giydiğin elbise kimindir? Sana kim verdi?





O zamanın usul ve kaidesinece





“Padişah verdi, onundur” dedim.





“Cebindeki para kimindir?”





“Padişahındır dedim.”





“İcabında kanını onun uğrunda feda edeceği ne dair sizin birde yemininiz vardır onuda yapacakmısın?” dedi “hayhay” dedim.





“O halde kurulacak senin neyin kaldı be diye” buyurdular.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Bir gün bana hitaben





“Talime çıkıyor musunuz?” diye bana sordu. Mektebi harbiyede talebe bulunduğumuzdan





her gün çıkıyoruz” diye cevap verdim.





“Taburun hep birden yürüdüğünde ayakların rap, rap diye zikreylediğini işitiyor musun?” diye buyurdular.





Kazım Beyefendi’den rivayetle;





Yine günlerden bir gün huzura girdiğimde





“Kazım sen Arnavutça bilirmisin” diye sordular. Cevaben





Bilmem efendim” dedim. Hazret





“Bir arnavuda sordum kiuşt nedir?” cevaben “bu imişdiye söyledi.





“Kurbalara dikkat ediyor musun bunlar hep bir ağızdan “bu imiş” “bu imiş” diye nasıl bağırıyorlar” buyurdu.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Bir gün huzurda sohbetlerini dinliyordum. Beni daha ziyade kendi arka tarafına alır ve muvacehesinde bulundurmaktaydı.  Çünkü O’nun yüzüne baktıkça -gayri ihtiyari cezbeleniyordum. Sohbet bitti herkese yol verdi sıra bana gelmişti. Fakat huzurlarında diz oturmak mutat olduğu için dizlerim uyuşmuş idi bir türlü kalkamadım o vakit gülümsedi





“ayaklarını kapıya doğru uzat, başını da dizime koy dedi” uyuşukluk geçince gidersin. Bu teklif canıma minnet idi mürşit dizinde başımın kaldığını hiç hatırlamamıştım. İstediğim oldu emirleri gibi yaptım dizlerimin uyuşukluğunu gidermeğe çalışır iken başımı mübarek eliyle bol bol okşadı bana muhabbeti ilahiyenin yüksek tadını veriyordu. Biraz sonra ayağa kalktım ve mübarek ellerini öperek gözüm yaşlı ayrıldım.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Harbiye mektebi üçüncü sınıfına geçerken İkinci vatanımız kabul ettiğimiz Rumelinde eski üçüncü ordu merkezi “Manastır” şehrine sılaya gittim. Orada iki arkadaşım vardı. Biri Recep Fehmi, diğeri Niyazi Beylerdi. Bir gece evvel Recep Fehmi Efendi bir rüya görmüş bize anlattı. Yine bu üç arkadaş bir mesire mahallinde hep beraber gezerken, kurşun yağmuruna tutulmuşuz yanımızdan kurşunlar geçerken bizlere hiç bir şey olmuyormuş. O sırada bir zat peyda olmuş. Recep Fehmi Efendi’ye hitaben





“Korkmayın sizlere bir şey olmaz, sahibiniz yerde gökte kuvvetli ve çok büyük bir zattır”  demiş.





O akşamüzeri birleşerek Manastır’ın şehir Altı nam mesiresine gittik. Bir yerde mola vererek tarafımızdan bir ilahi okundu ve akabinde zikrullaha başladık. Karşımızdaki tarlanın içinde birçok mandalarda var idi. mandaların başlarını saga sola oynatarak bize müşareketle zikrimize onlarında iştirak ettiklerini görüyorduk. O sırada silah sesleri duyuldu. Kurşunların uzaktan atılmasına rağmen yanımızdan vızır vızır geçiyorlardı.





Niyazi Bey zikirden fariğ olmuş ve bizlere hitaben





“Hepimiz vurulacağız, aşağıya hendeğe girelim bize siperlik yapar ve hemen uzaklaşalım” diye bağırdı. Ve öylece yaptık. Allah Teâlâ’nın izniyle bizlere hiç bir zarar olmadı. Meğer kurşunlar ciheti askeriyenin endaht (silah talimi) mahallinden geliyormuş. Bizim bulunduğumuz yeri tutuyormuş. Recep Fehmi Efendi’nin rüyası ayniyle zuhur etti.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Bir gün arkadaşım Veli Ağa ile mektebi harbiyede talebe iken sohbet arkadaşım idi. Bu zat ile birlikte ve diğer üç arkadaşı da dâhil olmak üzere Edirnekapı sur haricine yakın bir medresede sakin münzevi Ahmed Efendi namında birinin ziyaretine gidiyorduk.





“Veli ağa son zamanlarda, Cibali de odunculuk yapan Veli baba namıyla maruf idi. Bu zat ile yolda giderken bizden biraz ileride diğer üç arkadaşı, gidiyorlardı. O sırada güzel bir koku duydum. Bu kokukun nereden geldiğin araştırmakta iken, arkadaşım Veli ağa seslenerek





“Biraz geri kal” dedi. Avucunun içini koklattı aynı zamanda gögsün da açtı kokladığim rayihayı tayibenin aynını veriyordu. Dayanamıyarak “bu güzel kokuyu bende isterim” dedim. Cevaben





“Bu rayihanın membaı hazretin vücudu mübareklerindedir ve oradan isteyiniz” dedi. Bundan sonra Ahmed Amîş Efendi Hazretin ziyaretine gittiğimde elini öperken bu rayihayı tayibeninde geldiğini duyardım. Bu rayihadan





Banada ver” diyemedim ve isteyemedim. Hazretin temerküz eden vo gittikçe çoğalan yüksek muhabbet bana herşeyden üstün geliyordu.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




 Zabit çıktıktan sonra Rumeli’de çok kara günler geçirdik. Arnavut ihtilâli, Bulgar ihtilâli, ilânı hürriyet, Balkan harbi gibi ardı arası bitmeyen tükenmeyen azim ihtilâller ve harplar içinde yaşadık. Bu keşmekeşte İstanbul’a gitmek yasağı konulduğumdan artık çaresiz bu muhitte haşır ve neşir oluyorduk. Bunlardan uzun boylu bahsetmeyeceğim. Yalnız küçük bir kısmını hatırat kabilinde-yazarak geçeceğim.





1319 (1903) Bulgar ihtilâlinde Soroviç şimendifer (Demiryolu) köpüsünü bir bölükle muhafa etmeğe memur oldum. Sağ ve soldaki istasyonlarda bulunan Karakollarımız Bulgar eşkiyası tarafından birer birer baskına uğradı sıra bizim bulunduğumuz Şimendifer köprüsünü bombalanmasına gelmiş idi. Köprünün münaasip mevkilerinde pusular ve istihkâmlar tertip edilmişti. Geceleri uyku yok idi, Hazreti Azizin ruhaniyeti mürşidanelerine teveccüh sırasında manada uyur uyanık bir halde zuhur ederek





“Korkuyor musun be..” diye sordular.





“Korkma korkma birşey olmaz buyurdular.” Hakikaten o gece sabaha karşı Bulgar eşkiyası bir cemmigafir (çoğunluk) halinde köprüyü berhava etmek (havaya uçurmak) için geldiler ise de basiretkâr bulunmamız ve istihkâmlarda yapılan yaylım ateşler ile eşkiya dayanamayarak ve bir şey yapamadan kaçıp ric’at eylediler.





Hazretin “Bizi her an kendi manevi varlığında bulursun” sözünün birinci işareti zuhur etti artık ferahladım.





  • Kazım Beyefendi’den rivayetle;




Birinci Harbi umumide Trabzon’da Jandarma karakol kumandanları mektebi müdürü idim. Seferberlik vukuunda Trabzon depo taburu kumandanı oldum. Trabzon ve havalisinde icra kılınan Rus harbi safahatını gördüm. Muharebe sona erince binbaşılığa terfiimi beklerken Yüzbaşılık rütbesinden emekliliğim icra kılındı üzüntü ile İstanbul’a geldik. O sırada Hazreti Ahmed Amîş Efendi’min damadının damadı Naim Beyin hanesinde ikamet buyuruyorlardı. Bir gün huzuru mürşide dâhil oldum. Kendileri teveccühte idi. Fakirde karşısında diz çökerek oturdum ve içimden iç durumumu hikâyeye başladım. Hemen mübarek gözlerini açtılar ve bana hitaben





“Git kapının süpürgeliğinde dur, oradan söyle biz her yerden işitiriz.” buyurdular. Öyle yaptım ve orada yine içimden söylüyordum.





Beni erken emekliye sevkettiler yaşım henüz hizmete müsaittir. Hiç olmazsa binbaşılık ile emekliliğe sevkedilse idim daha rahat bir emekli maaşına nail olur evladı iyalimi daha ferih ve fehur beslerdim.” demekliğim üzerine Ahmed Amîş Efendi’m bulunduğu yerden üç defa;





“Sâlavat” diye emir buyurdular. Bu üç salavatı beraberce çektik:





“Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âli Muhammed” akibinde öyle bir





“Hû” çekti





“Yer gök inlesin ve arkana bakma git.” Buyurdular. İş bu emir üzerine yüksek sesle bir “Hû” çektim ve arkama bakmayarak hatta elinide öpmeyerek ayrıldım ve gittim. İçimden bu dileğimin husule geldiğini bana sırren ima edlliyordu. Artık bundan sonra kendi razı derunuma tabi olmuş idim. Ertesi gün bir istida yaparak Jandarma Müfettişi umumisi General Folon’a (Fransız Generaline) gittim ve dilekçemi verdim. General Folon beni Edirne Mülhaklığın[24] dan tanıyordu. Alay kumandanım idi. Üç gün sonra kendisini görmekligimi bildirdi. Benim bu suretle vaki olan müracaatımı haber alan ve beni emekliye sevkeden Şube müdürleri General Folon’a girmek için üç gün sonra kapısında beklerken kendi odalarına çağırarak beni tekrar vazifeye alacaklarını söylediler ve bir muvafakat senedi aldılar ve yarın daireye gelmemi bildirdiler. Ertesi gün daireye gittiğimde iradeyi seniyesi çıkmış ve emekliliğimin hiç olmamış gibi sayılarak tekrar Trabzon alayına sevk ve istidamımı bildirdiler ve emri resmiyeyi elime verdiler. Bunun üzerine General Folon’a verdiğim dilekçemin takibinde sarfınazarla doğruca Trabzon’a müteveccihen hareket eyledim.





Trabzon alay kumandanı bizimle Pontüs eşkiyasının tenkili [25] hususunda ciheti askeriyeyle müştereken takibatta bulunmamızı emreyledi. Tabur merkezi Maçka kazası idi. Bu kazanın İslam ve Hiristiyan kariyeleri heyeti ihtiyariyelerinin merkebe celbi ile tarafımızdan nasayıhı müessirede bulunulması ve eşkiyanın istiman eylemek suretiyle hükümete teslim olmalarını daha ziyade faideli olacağını göz önünde tutarak hemen harekete geçildi. Merkezi kazadan gelen heyeti ihtiyariyelere nasayhi lazime icra ediİmekte ve eşkiyanın teslim olmaları için kendilerine 20 gün gibi az bir müddet içinde arkasının alınması tebliğ edilmekte idi. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamdu senalar olsun. İşbu müddet dolmadan gayri müslim eşkiyalar birer birer ve çete halinde silah ve teçhizatlarıyle birlikte kaza merkezine gelerek teslim oldukları görüldü. Durumu Maçka kazası kaymakamı vilayete bildirdi. Vilayet bunların silahlarının alınarak kendilerinin hudut dışı çıkarılmak üzere merkezi vilayete sevklerini ve teslim olan İslam çetelerinin de tüfekleriyle beraber Ankara cephesine sevk ve yollanmasını emir buyurdu. Verilen emir ifa edildi. Az zaman sonra eşkiyanın arkası alındı ve böylelikle Trabzon mıntıkası Pontüs eşkiyasının istilasından kâmilen temizlenmiş oldu. Bu suretle Erzurum Trabzon yolu açılmış ve ordudan Jandarma alay kumandanlığına bir takdirname gönderilmesine karşı alay kumandanı benide Binbaşılığa terfi ettirilmek üzere inha eyledi.[26] O sırada vilayetlerin İstanbul ile alaka ve muhabereleri kesilmiş olduğundan Mustafa Kemal Paşa’nın iradeyi milliyesiyle Trabzon taburuna Binbaşı olarak terfi ettirildim. Bir müddet sonra merkez Trabzon taburunun kadrosunun lağvi ile Bayburt tabur kumandanlığına yine bununda lağviyle Erzincan müstakil tabur kumandanlığına tayin edildim. Erzincan’ana ulaşmamdan bir sene kürt eşkıyasının takibatında bulundu Birinci İmraniye hadisesi namıyla yad olunan iş bu isyanda mutasarrıf Ali Rıza Bey’in hakimane tetbirleri sayesinde eşkiyaların Erzincana girmeleri tehlikesi de bertaraf edildi. Bir zaman sonra jandarma dairesince kadro düzenlemeleri icra kılınmış ve 25 seneyi ikmal edenlerin emekliliğinin yapıldığı bildirilmişti. Tarafımıza tekrar Binbaşılık rütbesinden emekliliğe sevkedildiğim resmen bildirildi, Hesap ettim 3 seneyi geçmiş idi. işte üç salavâtın sırrı hikmetini bu suretle anlıyorum ve tekrar emekli olarak İstanbul’a ulaşınca Sevgili azizimiz Hazreti Ahmed Amîş Efendi’min bir sene evvel irtihali dar-i beka buyurduğu haberini kemali teessürle öğrendim. Fatihteki medfeni mübarekesine giderek ziyaretlerinde bulundum ve pek acı gözyaşları döktüm. Cenâb-ı Hakk şefaatlarını ve yardımlarını üzerime sayaban buyursun. Rahmetullahi aleyhi ve rahmeten vâsiaten.





  • “ Bir hafız bir gün Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin huzurlarına giderek;




“İçimden doğdu, size bir Kur’an okuyayım Efendim.” demiş. Onlar da: Hafız, bir nokta, iki nokta, üç nokta” demişler. Hafız; “ Evet” demiş. Sonra,





“ Üç nokta, iki nokta, bir nokta” demişler. Hafız gene:





“ Evet” demiş. Devamla: “ İki nokta, bir nokta” demişler. Hafız,





“Evet” demiş. Ellerini vererek





“ Haydi, git” demişler ve işini halletmiş.





Efendim:





“Onlar bazen dolarlar, saçacak yer ararlar, neresi olursa saçıverirler.”





“O zaman olurdu, ama şimdi pek olmaz. Zira o zaman harman zamanı idi, şimdi başak zamanı, hafız’a olan da işin harmanı.”





  • Ahmed Amîş Efendi türbede otururken bir genç yanından geçereken sordu;




“İsmin ne?” dedi genç cevaben;





“İsmail” dedi





“İsmail gibi kurban olabilecek misin?” dedi.





  • Sultan Abdülhamid devrinde, Sarayda da vazife yapan Türbedâr Mehmed Tevfik Efendi bir gün pazardan iki tavuk almış, Ahmed Amîş Efendi Hazretlerine götürerek:




“Hangisini pişireyim efendim? diye arz-ı niyaz etmiş.  Ahmed Amîş Efendi Hazretleri de:





“Hangisi daha iyi ise onu pişir!” deyince, Mehmed Tevfik Efendi:





“Efendim, birini kırk paraya, ötekini elli paraya aldım!” demekle yetinmiş. Ahmed Amîş Efendi yine aynı şekilde:





“Oğlum, hangisi daha iyi ise onu pişir!” deyince,





“Efendim, birini kırk paraya, ötekini elli paraya aldım!” diye cevap vermiş.





İşte bunun üzerine Ahmed Amîş Efendi Hazretleri:





“Aferin oğlum! Hakkın mahlûkları arasında ayırım yapmamayı öğrenmişsin!”





  • Ahmed Amîş Efendi, 100 yaşını geçkin bir ihtiyar olduğu için söz arasında ısınmaktan bahseder ve  “iyi bir kürk olsa ısınırım”, buyururlar.




Bu kadarcık ima ve işaret üzerine üstâd derhal çarşıya giderek muhtelif neviden ve cinsten üç kürk getirip önüne kor. Üstâd, bunun üzerine aralarında şöyle bir konuşma olduğunu söylerdi:





“İşte efendim üç kürk. Bu 50 lira, bu 30 lira, bu da 25 liralıktır”, dedim. Bunun üzerine Ahmed Amîş Efendi;





“İstemem, götür.”





Dedi. İlk arzu ile bu red karşısında hayrette kaldım. Fakat sebebini de sormadım, soramadım ve bunda elbette bir hikmet vardır diyerek emirleri üzerine kürkleri götürüp sahibine geri verdim.





Aradan bir kaç gün geçti, yanına gittim. Bana:





“MECDİ; CEHENNEMİN MÜDDETİ KAÇ SENEDİR BİLİR MİSİN?”





“65,000 SENEDİR.”





dediler. Başka bir gün de durup dururken yine bu suali irad buyurdular. Fakat bu sefer müddeti 6,500 seneye indirdiler. Esasen birçok mutasavvıflar hep bu yolda giderler, sözü hep böyle etrafta dolaştırırlar.





Bu sırada mebusluk, memurluk ve ticaret gibi bir meşgalem de olmadığından İstanbul’u terk ile memleketim olan Balıkesir’e çekildim. Orada yerleşir yerleşmez bu sefer Balıkesir’i de terk ile Mısır’a gitmek arzusu bende belirdi. Bunun tedarikleriyle ve tedbirleriyle zihnen meşgul iken bir gün Balıkesirin meşhur meczubu İsmail, evin kapısını çalarak:





“Uzun yola, uzun yola. Haydi... Hayırlı ola!”





diye seslendi, geçti. Hâlbuki ben kararımı henüz aileme bile açmamıştım. Meczup İsmail’in de bu ihbar ve ihtarım duyunca artık kat’î kararımı vererek, âdeta hükümet kuvvetiyle cebren memleketten çıkarılıyormuşum gibi alelacele ailemi, çocuklarımı alarak hep birlikte Mısıra gittik.[27]





Abdülâziz Mecdî Efendi, Mısıra gider gitmez 1914 Cihan Harbi de patlak yermiş, yollar kapanmış, orada maişetini ticaretle ve bilhassa uzun senelerdenberi yapmış ve alışmış olduğu zahire ve un ticaretiyle temine mecbur kalmıştır.





Yabancı bir muhitte kendisini tanıtıncaya ve memleketin ticarette gidişini kavrayıncaya kadar hayli sıkıntı çekmiş, fakat çalışmış, muvaffak olmuş ve 6,5 sene bu vaziyette Mısırda kalarak; nihayet Türkiye’de mütareke olunca İstanbul’a gelmiş ve tabiî ilk evvel ziyaret ettiği zat yine mürşidi Ahmed Amîş Efendi olmuştur. Elini öpüp de halini ve başından geçenleri anlattıktan sonra aldığı izahattan:





Cehennemin müddetinin 65;000 sene oluşudan bahsedişi, kedisinin 6,5 sene mürşidinden uzak yaşadığına ve bu suretle bir cehennem hayatı geçireceğine işaret olduğunu, yani mürşidinin kendisine kırılarak “SEYAHAT CEZASI” verdiğini ve buna sebep de kürkleri önüne serdiği zaman  onların fiyatını söylemiş olmasından ileri geldiğini anlamıştır.[28]





Dûçar olduğu bu cezadan, dolayı mürşidine karşı zerre kadar kırgınlık duymak şöyle dursun bilâkis daha ziyade feyiz vermek için böyle yapmış olduğunu üstâd söylerdi ve Mısırdan dönüşünde bu feyzi umduğundan çok fazla aldığını da sözlerine ilâve ederdi.





Abdülâziz Mecdî Efendi, vakit vakit bu hâdiseyi tekrarlar ve izah ederken derlerdi ki:





“Ben bu kadar gizli kapaklı söz söylemem. Çok kere muhatabımın idrakine ve kabiliyetine göre açık da söylerim, Fakat bu yol, yani mürşidle müridin teması keyfiyeti barutla pamuğun bir arada bulunmasına benzer. Bazan hiç bilinmeyen bir sebepten dolayı barut birdenbire ateş alıverir.”





Bu ateş alış müridin lehine olduğu kadar aleyhine de çıkabilir. Yani mürşidin nelerden hoşlanmadığı, ne gibi şeyleri beğendiği bilinemez. Ani bir hareketi kalbiyye her şeyi altüst edebilir ve neticesinde mürid ya manen olur yahut manen ölür. Binaenaleyh her zamanda, her temasta ve her hitapta, mürşidin karşısında son derecede dikkatli, uyanık ve tetik davranmak lâzım gelir.





Abdülâziz Mecdî Efendi, 6,5 sene Mısır’da bulunduğu halde asla siyasetle uğraşmamış, oraya muhtelif tarihlerde her biri bir suretle sığınmış olan muhalif fikirli Türklerle de temas ve ihtilât etmemiş ve kendi başına sessizce ticaretle uğraşmıştır.





Mısırda bulunan Türklerden en ziyade görüşüp konuştuğu başlıca iki kişidir. Birisi; Abdülhamid’in uzun müddet Şeyülhislâmlığını yapmış ve o sırada Mısıra çekilmiş olan Cemaleddin Efendi, ötekisi de Mısır Hidivinin saray hocası ve imamı Gümüşhaneli dergâhı şeyhi Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi’dir.





İşte bu yola gidişlerinden dolayıdır ki Umumî Harpte Türkler İngilizlerle harp halinde bulunduğu ve bu yüzden Mısırdaki Türk tebaası esir sayılıp kamplara sevkedildiği halde üstada ne İngiliz, ne de Mısır hükümeti bu bapta bir müşkülât göstermemiştir.





Fakat dindar oluşu, ulema kisvesini taşıyışı, hele Arab dilini bütün fesahat ve belâğatiyle konuşabilmesi yüzünden Arap âlimleriyle vakit vakit camilerde ve hususî toplantılarda buluşur ve dinî mübahaseler ederlermiş.





Abdülâziz Mecdî Efendi, Arab âlimlerinin biz Türklerden çok mutaassıp ve daha inhisarcı olduklarını söylerdi. Meselâ ne zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden bahsetseler





“nebiyyüna el’arabî” (Peygamberimiz Araptır) derlermiş.





Bu sözü Arab âlimlerinden sık sık işiden ve tabiî içerleyen üstâd; günün birinde son olarak bir daha işidince kızarak ve sabredemiyerek hemen ilâve etmiş;





“ Allah’ımız da Türktür.”





Bu haklı mukabele’ üzerine görüşüp konuştuğu Mısırlılar “nebiyyüna el’arabî” sözünü bir daha ağızlarına almamışlardır.





Sunullah Gaybî’nin şu beytinide hakikati açık söylemekteki tehlikeyi anlatıyor.





Sunullah Gaybî Kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;





“Başımız meydana koyduk, keşf-i esrar eyledik;.”





“Enbiya-vü evliyanın ketmettiği mâna budur!”





Abdülâziz Mecdî Efendi derdi ki:





Bir gün mürşidim Ahmed Amîş Efendi:





“Mecdî, sakın sırrı fâş etme!”





dedi.





“Acaba bir şey mi yaptım?” diye korktum. Benim korkumu gidermek ve bir hakikat bildirmiş olmak için buyurdular.





“Edemezsin ki, edilemez ki, ruhunu ortaya at, faş et anlat bakalım. Edemezsin, O’da öyledir”.





Bu tenvir ve irşâddan mülhem olarak, Mecdî Efendi derlerdi ki,





“Cenâb-ı Hak sırrı vahdetin gizlenmesini ister ve bu işi mahdut kulları ile idare eder, irşâd ve idlal kendisindendir.”





  • Albay Şerafeddin Uğurluteğin’de rivayetle;




Ahmed Amîş Efendi Hazretleri bir gün, müridân ve muhibbanıyla bir yerde sohbet ediyormuş.





Bir albay gelmiş, ulaştırma albayı, Ahmed Amîş Efendi’yi çok seven, ama harâbâtî bir adam. Başka kimseye zararı dokunmayan, kendini harab eden bir harâbât adamı. Gelmiş, elini öpmüş, diz çökmüş oturmuş, mahviyyet içinde. Sohbetten nasibini alarak, bir müddet sonra destur alıp çıkıp giderken, Ahmed Amîş Efendi:





“Ulan aygır, hadi git bugün de ne halt edeceksen et bakalım! Benden sana izin!”, demiş.





Bu harâbatî albay, boyun büküp bel kırarak, derin bir huşu içinde huzurdan çıkıp gidince, hazretin etrafındaki derli toplu dervişler:





“Efendim, demişler, nasıl olur bu? Bu harabât aygırının haramatına destur verdiniz adeta siz!..”





Müridan ve muhibban böyle söyleyince, zamir¬lerin kâşifi, büyük veli Amiş Efendi:





“Siz”, demiş,





“O haytanın zâhirine bakmayın! Dışı bozuk ama, içi pırlanta onun!.. Çamura düşmüş bir cevher o!. Nasıl olsa edecek o haytalığı!. O çamurla işi bitmedi daha onun!. Bizim destur vermemizin sebebi, onun yükünü hafifletmek içindir!.”





  • Nakşî-Hâlidî meşâyihinden Mehmed Esad Erbilî (1847-1931) Muaviye'ye ihtirâmı ile tanınan biri idi. 1930 sonlarına doğru, bir vesiyle gene Muaviye'yi göklere çıkarmış olduğu Sâbit Efendi'nin kulağına gidince, Hazret'in büyük bir celâliyetle: "Ben bu kürdü burada bırakmam" dediğini ve aradan bir ay geçmeden Şeyh Esad Efendi'nin tevkif edilerek İstiklâl Mahkemesi'nde idam talebiyle yargılanmak üzere Menemen'e götürülmüş olduğunu Eşref Efendi nakletmiştir. Şeyh Esad Efendi İstiklâl Mahkemesi'nde idama mahkûm olmuş, cezâsı müebbed hapse çevrilmişse de tedâvî edilmekte olduğu Menemen Askerî Hastahânesi'nde 4 Mart 1931 târihinde Hakk’a yürümüştür.




Mehmed Sâbit Efendi, Eşref Efendi’yi bir gün: "Eşref’im, kalk! Seninle bir zâtı ziyârete gideceğiz" diyerek Fâtih Türbedârı Ahmed Amîş Efendi'ye götürmüş. Ahmed Amîş Efendi Sâbit Efendi'yi görünce ayağa kalkıp ellerini göğsüne kavuşturmuş; Sâbit Efendi de aynı ihtirâm duruşunu izhâr etmiş. Her ikisinin de sessiz ve sözsüz bir yarım saat kadar durumlarını muhâfaza etmelerinden sonra Ahmed Amîş Efendi'nin huzurundan ayrılan Sâbit Efendi:





"Eşref’im gördün mü? Ne can bir zât, değil mi!" demiş. Eşref Efendi'nin Ahmed Amîş Efendi'ye muhabbet ve hayranlığı da işte böyle başlamış.





Bir gün Eşref Efendi Ahmed Amiş Efendi Hazretlerini ziyâret etmek üzere Seyyid Abdülkâdir Belhî'ni yanından ayrılırken, Hazret onu:





"Eşref’im, Ahmed Amîş Efendi zamanın Kutbu'dur” diyerek îkaz etmiş. Eşref Efendi'ye böyle nereden geldiğini soran Ahmed Amiş Efendi ise, onun Murat Buhârî Dergâhı'ndan geldiğini öğrenince, hörmetle: "Eşref’im, Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri zamanın Kutbu'dur" demiş.





Mustafa Düzgünman'ın rivâyetiyle, Eşref Efendi genç iken bir gün Sâbit Efendi:





"Eşref’im; fakîr Amerika'ya gideceğim" demiş. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir başka gün de: "Eşref’im ben artık Amerika'ya gidiyorum" dediğinde Eşref Efendi Sâbit Efendi'nin dizlerine kapanmış: "Sultânım fakîri bırakıp da gitmeyin!" diye ağlayarak yalvarmış. Hâl-i hayatında Amerika'ya gitmemiş olduğuna göre, Sâbit Efendi'nin bu sözleriyle neyi îmâ etmiş olduğu bugüne kadar hep spekülâsyon konusu olmuştur.[29]





  • Aktar Sâim Efendi'nin büyük oğlu Ahmed ağabey (doğ. 1917) bir gün Hafız Eşref Ede Efendi'ye:




"Amcacığım, siz Türbedar Ahmed Amîş Efendi, Seyyid Abdülkâdir Belhî, Mehmed Sâbit Efendi gibi çok büyük zâtlara yetişmiş, nazarlarını almışsınız. Bu zevât göçtüklerinde ben daha çocuk yaşında imişim. Ne olurdu ben de onların nazarlarına mazhar olsaydım!" diye serzenişte bulununca, Eşref Efendi celâllenerek o fevkalâde nâfiz nazarlarını Ahmed Düzgünman'a dikip:





"Evlâdım, bu zevâtın nazarlarına mazhar olmuş olan nazarları gördün ya!" diyerek onu ikaz etmiş.





Attâr Dükkâm'nda Eşref Efendi'ye: "Yahu amcacığım! İnsanı dilhûn eden bu Kerbelâ vak'ası niye vuku bulmuş ki? Bunun hikmeti nedir?" diye soran Ahmed Düzgünman:





"Evlâdım Kerbelâ vak'asının zuhurunun hikmeti hakîkî müslümanların sahtelerinden tefrik edilmesi içindir. Bak sen de Kerbelâ'nın bahsi geçince nasıl elem duyuyor, nasıl muzdarîb oluyorsun!" cevâbını almış.





Yine Ahmed Düzgünman, bir gün Eşref Efendi'ye:





"Amcacığım, Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Ali hakkında hiç âyet var mıdır?” diye sorduğunda:





"Evlâdım Mâide sûresinin 55. âyeti Hazret-i Ali hakkında inmiştir" cevâbını aldığını beyân etmektedir.[30]





Niyâzi Sayın Kerbelâ'dan söz açıldığı zaman Eşref Efendi'nin gözlerinin kıpkırmızı kesildiğini ve mutlaka birkaç damla yaşın sakallarına süzüldüğünü hatırlamaktadır. Ayrıca, Eşref Efendi'nin Fasîh Ahmed Dede'nin : [31]





Bu mâtemde olan, derd ile hicrâna devâ olmaz.





Bu feryâd-ı Hüseynî'dir. Buna uşşâk, nevâ olmaz.





Hasan ile Hüseyin'dir ol Resûl'ün kurretü-l aynı,





Sevenler âl-i evlâdın eşiğinden cüdâ olmaz.





Tevellâsın, teberrâsın bilen uşşâka aşk olsun!





Tarikatta budur erkân; buna illâ ve lâ olmaz.





Vukuât-ı Hüseyn-i Kerbelâ'mn mâtemengîzi





Semâ vü hâme[32] vü savt ü hurûf ile edâ olmaz.





Fasîhâ, nüh felek yâkut ü rümmân[33] ile pür[34] olsa,





O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.





şeklindeki gazelini inşâd ederken, bu sefer, hüngür hüngür ağlamış olduğuna şâhit olduğunu da beyân etmektedir.[35]





  • Necmettin Okyay Hoca Eşref Efendi'den kendisini Türbedâr Ahmed Amîş Efendi'ye götürmesini çok istermiş. Ama bu arzusunun bir türlü gerçekleşmediğini görünce bir gün Eşref Efendi'ye târizde bulunmuş. Bunun üzerine Eşref Efendi, Şeriat tarafı ağır basan Necmeddin Hoca'ya:




"Birâder; sen orada konuşulanlara şâhit olsan bizim küfrümüze kail olursun" demiş.[36]





  • Hammami Muhammed Tevfik Efendi Kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdular ki;




‘‘Kamil Velilere makbul hediye ahde vefadır.”





Ve´s-selamü ala men ittebeal Hüda
Gerçek Melâmilerin Vasıfları










[1] (VASSAF, et al., 2006), c.IV, s. 83





[2] Ankebut, 45





[3] Zikrin hakikati nedir sorusuna verilecek cevap “iki dili birleştirmektir.”





[Bu manayı namazda Fatihada إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ





“Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” ayeti okunduğunda kendisine “Ey yalancı” denilen ehlullâhdan birinin hali bunu teyid eder.Muhakkak dil ile söylenen söz hak sözdür. Fakat söylenirken kalpten gelmemiştir. Allah Teâlâ’nın vücudu hakkâni vücud ile mevcud olduğunu (bulmuş ve bilmişken) hangi şey seni O’ndan başkasına meylettirebilir. Onun için mukaddes yönden ona “yalancı” denilmiştir. Buradan bilinmelidir ki;





“(Kim) Allah Teâlâ’nın muhabbetini, marifetini ve tevhidini iddia ediyor ve Allah Teâlâ’dan başkasına meylediyorsa, ona niçin “yalancı” denilmesin.”





(Tefsiru’l-Fatiha ve’d-Duhâ /Çelebi Halîfe Cemâl-i Halvetî)]





Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi buyurdu ki;





“Zikir çektirmek şeyhin kuvvetine, kâmilliğine bağlıdır. İsmi şeriflerden hangisini söylersen olur. Hatta şeyh kâmil olunca (taş, taş) diye zikir çektirse, işler gene olur. Müritlerinden birisi Kuşadalı Hazretlerine sormuş; onlar da (Günde 15 defa İbrahim çeksen sana kâfi) demişler.





[4] Kıyâmet, 29; “ Ayak ayağa dolaştığı zaman” bilir misin?





[5] Bakara, 38 “ Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.





[6]Fâtır Suresi, 28





[7] PEZEVENK: Farsça, “pejvend”den bozma bir kelime olup, kadın tüccarlığı yapan, fuhuş pazarlamacıları için kullanılan bir tâbirdir. Bu münasebetle, özellikle, tasavvuf ehli yol göstericiler, rehberlik yapanlar için bu tâbir kullanılmıştır. Hattâ medih olmak üzere “koca pezevenk” tâbiri de kullanılır. (Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, maddesi)





[8] Bakkal yahut diğer birine borcunuz olursa aylığınızı alır almaz borcunuzu ödeyiniz. Çünkü bu para ile bir iki el devreder ve kâr eder. Eğer parayı vermezseniz haramdır.





[9] Mücadele, 10;  اِنَّمَا النَّجْوَى مِنَ الشَّيْطَانِ لِيَحْزُنَ الَّذِينَ اَمَنُوا وَلَيْسَ بِضَارِّهِمْ شَي ا اِلاَّ بِاِذْنِ اللهِ وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ   (Gizli toplantılar, inananları üzmek için şeytanın istediği şeydir. Allah'ın izni olmadıkça şeytan onlara bir zarar vermez.)





[10] Mücadele, 10;





[11] Âl-i İmran, 160





[12]  Arif-i billah ve vâsıl-ı illallah Selanikli Hacı Ali Örfi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretlerinin seyri sülükde etvar-ı bedia ve üslub-ı güzideyi cami gazelleri de bu beyte benzer.





Babam da ben baba iken baba doğurdu anamı





Anam da meme emerken anam doğurdu babamı





Babam anamı doğurdu, anam babamı büyüttü.





İkisi de birlik idi talâk etmezden evvel anamı





Böyle bir zâde-i mâder değilim sanma ben ebter





Babamla ahd ettim ol demki doğursun o anamı





Babam bana veled dedi her emrine mütekidem





Anama mahrem dedi görmedim vech-i anamı  





 (Bu gazeli Şeyh Hacı Maksud Hulusi Piriştinevi şerh etmiştir).





[13] Orgeneral Salih OMURTAK Paşa 





1889 yılında Selanik'te doğdu. 1907 yılında Harp Okulu'nu Teğmen rütbesi ile bitirdi. Aynı yıl girdiği Harp Akademisi'ni 1910 yılında bitirerek Kurmay oldu. 1920 yılına kadar çeşitli karargâh ve birliklerde görev yaptı. 22 Ocak 1920 'de görevle geldiği Ankara'da kalarak Milli Ordu'ya iltihak etti. 1926 yılına kadar çeşitli birliklerde komutanlık yaptı. 1926 yılında Tümgeneral (Mirliva), 1930 yılında Korgeneral ve 1940 yılında Orgeneralliğe yükseldi. Tümgeneral rütbesi ile 8 nci Kolordu Komutanlığı, Korgeneral rütbesi ile 9 ncu ve 3 ncü Kolordu Komutanlığı görevlerinde bulundu. Orgeneral rütbesinde Yüksek Askeri Şura Üyeliği, Genelkurmay II nci Başkanlığı ve 1 nci Ordu Komutanlığı yaptı. 29 Temmuz 1946 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına atanarak 8 Haziran 1949 tarihine kadar Genelkurmay Başkanlığı yaptı. Rahatsızlığı nedeniyle 1 Ocak 1950 tarihine kadar sıhhi sebepten izinli bulundu. Yüksek Askeri Şura Üyeliği görevinde ikeni, 6 Temmuz 1950 tarihinde isteği ile emekli oldu.





Fransızca, Almanca bilir. 23 Haziran1954 tarihinde Hakk’a yürüdü. Ankara'da Devlet Mezarlığı'nda toprağa verildi.





Bir Hatırası





19 Mayıs 1934 yılında bir darbe yapan Bulgar Ordusu, kurdurduğu geçici hükümet sayesinde Hitler Almanyası'nın safında yerini almış, Bulgaristan Türkleri arasında yaygınlaşan “Turan Gençlik ve Spor Cemiyetleri Birliği”ne karşı polis takibatına geçip işkence ile öldürmeler çoğalmıştı. Ayrıca Bulgar köylerinden teşkil ettikleri çetelerle toplu katliama başlamak üzereyken, Türk istihbaratı bu haberi Atatürk'e iletir.





Atatürk de, o sıralarda Trakya'da askerî tatbikat yapmakta olan 3. Ordu Komutanı Salih Omurtak Paşa'ya, biraz Bulgar sınırını ihlâl ederek Bulgarlar'a gözdağı vermesi konusunda talimat verir. Yağmurlu bir gecede akşamdan Bulgar sınırını sapa bir yerden geçen askerimizin öncü birlikleri, sabah ortalık aydınlandığında Filibe yakınındaki Hacıilyas (Pırvomay) kasabasına varmışlardır. Önce kendi askerleri sanan Bulgarlar, hava iyice aydınlanınca, Filibe'ye doğru ilerleyen birliklerin Türk askeri olduğunu fark etmişler ve olay Bulgar kralına iletilmiş.





Telefona sarılan Kral III. Boris, Atatürk'le yaptığı görüşmede, “Ekselansları acaba Bulgaristan'a harp mi ilân ettiniz?” diye sorar telâşla. Atatürk,





“Neden böyle bir şey yapalım ki!” deyince, Kral Boris:





“Askerleriniz Filibe önlerinde ve Sofya yönünde ilerliyorlar!” diye cevap vermiş. Atatürk





“Yolu şaşırmışlardır, Kral Hazretleri, şimdi olayı tetkik eder, Haşmetmeaplarına malûmat arz ederim” diyerek teselli etmiş ve Salih Omurtak Paşa'ya:





“Maksat hâsıl olmuştur, geri dönün”, talimatı gönderilmiştir. Bu gözdağı üzerine, Kral hemen duruma el koymuş ve kitle halinde yapılması plânlanan Türk katliamı da durdurulmuştur.





[14] Hadîd, 23 “Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;”





[15] İsrâ, 5 “Onlar memleketlerinizde her köşeyi kontrollerine alacaklar...”





[16] Hevenk: Bir ipe geçirilmiş veya birbirine bağlanmış yaş yemiş veya sebze bağı





[17] Mehmed Tevfik Efendi Hazretleri, Sultan Abdülhamid Han'ın sofra hizmetlerini görmekte bulundukları sıralarda gönül muhabbeti ile meşgul olmuşlar, bilahare Sultan Abdülhamid'in tahttan ayrılmasını müteakip saray erkânı ve personel dağılmıştır. Mehmed Efendi ise, zaman zaman iltifatlarına mahzar olduğu Ahmed Amîş Efendinin tavsiyesi üzerine bir ara Kayseriye git mişler ve bir müddet sonra dönmüşlerdir. Kayseri dönüşü Ahmed Amîş Efendi Hazret kendilerine hal hatır sorduklarında şu cevabı verirler:





“Efendim, tencere iki ise birini sattım, yatak iki ise birini sattım, bağı da tefeciye verdim sonra geldim!”. derler.





Ahmed Amîş Efendi kendisine:





“İyi yapmışsın” buyururlar.





[18] “Emekli Binbaşı olup 1953 yıllarında Bilecik İnönü nahiyesinde mütemekkinen sakinlerindendir.





[19] Kâf, 28-29





[20] Bu Allah Teâlâ’nın büyük lütfudur.





[21] Kazım bey Emekli binbaşı olup 1953 yılında Bilecik vilayeti merkezinde mütemekkiren sakindir.





[22] Hayat veren feyzinden genişledi





[23] Mürşid mürşid olursa bu kadarı da yeter. Olmazsa zikir çek çek dur, ne faide olur ki;





[24] Mülhak: isim, askerlik Bir asker karargâhında subay yardımcısı.





[25] Düşman veya zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma.





[26] İnha: Resmî bir göreve atama veya bir üst aşama için yazılan yazı:





[27] Şeyh Bürhaneddin dermiş:





“Meczuba elinizden gelen her yardımı yapınız. Faydasını görürsünüz. Fakat kendi ile konuşmaktan bir fayda göremezsiniz. Çünkü maneviyatınız denk değildir.”





Abdülâziz Mecdî Efendi de, derlerdi ki:





“Bu türlü meczuplar kendiliklerinden hiç bir şey yapamayıp kuvvetli bir velî bunların iradesini selbederek bu hale gelmişlerdir; bunların söyledikleri sözler ve gösterdikleri fevkalâde haller kendiliğinden değil o velîden akseder, binaenaleyh bunlardan bir şey beklemek, bir şey ummak doğru değildir. Şu kadar ki kendilerin sataşmamak, eziyet ve hakaret etmemek lâzım gelir. Şayet edilirse meczubun değil, onu idare eden velînin sillesine çarpılmak korkusu vardır.”





[28]  [Cehennemin de ömrünün sayılı ve sınırlı olduğuna inanan Süheyl Ünver yukarıda sözünü ettiğimiz Amerika hatıralarını içeren ‘Cehennemnâme’ defterinin başlangıç sayfasına şu notu düşmüştür:





Bunu naçizane olarak (‘Cehennem altı bin sene sonra yıkılır’) buyuran Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin ruh-i âlilerine takdim edebim”





Cehennemin ömrü üzerinde naklettiği bu söz aslında Ahmed Amiş Efendi tara­fından Abdülaziz Mecdî Efendi'ye Mısır Seyahati hakkında söylenmişti. Süheyl Ünver ise kendi cehennemi­ni Cenab-ı Hakk tarafından görevlendirilmesine bağlamaktadır. Onun sözlerini zikre­decek olursak:





“... Ben öyle bir cehennemde uzun müddet (380 gün) Cenab-ı Hak tarafından memur imiş gibi yaşadım ve onun için cennete mekik dokudum. Birçok ruhi inkişaflar oldu. Anladım ki çok defa cehennem azap yeri değil, bir pişme yeri. Tam pişip de Hakkın lûtfuyla buradan kurtulabilenlerin tadına doyum olmayacak gibi... Cehennem ve onun azapları bir gün kalkar. Devresini geçirenler de zaman zaman cennetin ebedî lûtfuna karışır. Ama ilâ-nihâye cehennemde değildir”]  (SAYAR, 1994), s.408





[29] Amerika’nın kuvvet kazanacağına işaret edilmiş olabilir. (ÖZEMRE, 2007), s. 22-25





[30] Bu âyetin meâli: "Sizin velîniz: evvel Allah, sonra Resûl'ü, sonra o îmân etmiş olanlardır ki namaza devâm ederler ve rükû hâlinde zekât verirler" şeklindedir (Orijinal Elmalılı Hamdi Yazır meâli). Abdülbâkı Gölpınarlı Kur'ân-ı Kerîm ve Meâli (Remzi Kitabevi, İstanbul 1958) başlıklı eserinin 2. cildinin LIX. sayfasında bu âyetin açıklaması bâbın da aynen şöyle yazmaktadır:





"Bir gün, mescide bir yoksul gelmiş, Allah için bir şey istemişti. Namazda bulunduklarından, hiç kimse bir şey ve­rememiş, yoksul da “Ya Rabbî, Tanık ol! Peygamber'in mescidine geldim, bana bir şey veren olmadı” demişti. Bunun üzerine Hz. Ali kerremallâhü veche, rükûda iken elini uzatmış; yoksul, parmağındaki yüzüğü alıp gitmişti. Bu âyet Ehl-i Beyt imâmlarına, Sa'labî'ye, Taberî'ye Ebû Bekr-el Râzî'ye göre bu olay üzerine inmiştir".





[31] Fasîh Ahmed Dede (hyt. 1699): Galata Mevlevîhânesi hazîresinde medfûn, melâmî-meşreb, Ehl-i Beyt-i Resülullâh âşığı, dîvan sâhibi ve hattât bir mevlevî dedesidir.





[32]Hâme: Kalem.





[33]Rümmân: Nar.





[34]Pür: Dolu.





[35] (ÖZEMRE, 2007), s.39-42





[36] (ÖZEMRE, 2007), s.44


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar