Print Friendly and PDF

ŞAHSİYETİ VE ESERLERİ

Bunlarada Bakarsınız


Veli kişi, toprak gibidir.





 Toprağa her türlü kötü şeyler atılır.





Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.





Akşemseddin kuddise sırruhu’l-azîz





A)        İLMÎ, EDEBÎ VE TASAVVUFÎ ŞAHSİYETİ





I-İLMÎ ŞAHSİYETİ





Gençliği Osmanlı İmparatorluğu son döneminde geçmesine rağmen günün şartlarının gerektirdiği tahsil terbiyesini eksiksiz ikmal etmiştir. Zengin bir kültür sahibi olan İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri Arapça ve Farsçayı anadili kadar rahat konuşurdu. Kürtçe, Çerkezce,  Fransızca ve Almanca’yı bilirdi. Validesinin izni olmadığı için subay okuluna gidememiştir. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ken­disinin okul arkadaşıdır. Eğer gitmiş olsa idi, Kurtuluş Savaşı’nda yurdumuzun kurtuluşunda önemli rol alacaklardan biri olabilirdi. Ancak Efendi Hazretleri manevi yapının büyük mimarlarından olmuştur.





Efendi Hazretlerinin çok zengin bir kütüphanesi vardı.[1] Boş zamanlarında kitap okurlardı. Edebi yönü kuvvetli idi. Hafız Divan-ı,[2] Sâdi Şirâzi’nin[3] Bostan ve Gülistan, Mesnevi ve Niyâzi Divanı’nı[4] çok okurlar ve okuturlardı. Niyâzi Divan-ı için bu yolun sırlarından bahsettiği dolayı Efendi Hazretleri;





“Dört ilahi kitaptan sonra bir kitap gelse Niyâzi’nin Divanı olurdu” “Niyâzî-i Mısrî büyük adamdır, doğrusu da budur.” [5] buyurmuştur.





Sohbetlerde ilahi okunması adet olduğundan ihvanların bazı Hakkı mahlaslı ilahileri tercih etmesi Efendi Hazretlerinin yazmış olduğu zannını doğurmuştur. Bu ilâhiler genellikle Erzurumlu İbrahim Hakkı, İsmail Hakkı Bursevî kuddise sırruhu’l-azîzânındır. Kesin olarak Efendi Hazretlerinin yazdığı Katre İlâhisi dir. Bundan başka ilâhiler yazmış olması da muhtemeldir. Fakat kesinlik yoktur.





Efendi Hazretleri daha fazla eser veremez mi idi, diye düşünülürse; Şeyhinin kendi yazdığı kitabı görüp de,





“Yazdığın okunurmuş, lakin sen kitap yazma” [6] Emrine istinaden başka bir teşebbüste bulunmamıştır. Efendi Hazretleri;





“Ne zaman bir kitap yazmak istesek, önümüze Elif geldi” buyurarak bu işi yapmaktan vazgeçtiklerini anlatmıştır. Yazdığı Mevlid-i Şerif’in ise, bir aşk ile husule geldiği malumdur. [7]





Efendi Hazretleri sohbet ve ibadetlerinden boş kalan zamanlarında Kur’an-ı Kerim’i ve her gün kuşluk ve ikindi namazından sonra Evrad-ı Bahâiyye’yi okumuştur. Evrad-i Bahâiyye’yi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’in bizzat Şah Muhammed Bahâeddîn kuddise sırruhu’l-azîze talim ettirdiğini belirterek buyurur ki;





“Evlerinize nüfus başına bir Evrâd-ı Şerif, bir Kur’an-ı Kerim ve bir büyük ilmihal alıp üzerlerine isim yazılmak suretiyle talim edip okutun”





 “Bu Evrad-ı şerifi okuyandan Allah Teâlâ, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ve pirân razı olur.





Her müşkülü ve zor işleri hallolur, hasta iyi olur. Darlıktan ve fakirlikten kurtuluştur.





Evrad-ı şerifi okurken, yetmiş bin melâike-i kiram hazır olur ve sevabını yazarlar.





O mem­leketten belayı, afâtı, darlığı, zararı, hastalığı geri çevirir, yerine rahmet, bereket, şi­fa, saadet, bolluk, şefkat, kolaylık, emniyet ve her türlü iyilik getirir.





Evrad-ı şerifi, rıza-i ilahi için okumanın makbul bir ibadet ve azim bir dua olduğunu bilmek ve inan­mak gerekir. İnanmakla kabul olan bu dua ismi âzamdır”





Rivayet olunur ki;





“Bir gün Evrâd-ı şerifi bir ihvan gardaşımız cahil olan ağabeyinin yanında okurken gardaşı dinlemiş ve bir müddet sonra da ölmüş, gardaşı ağabeyinin ahiret hali nice olur diye merak etmekte iken bir rüya görür. Bakar ki, ağabeyi Cennet’i âlâda yüksek bir makamda,





“Gardaş! Sen bu makama nereden nail oldun” demiş, ağabeyi de





“Gardaşım sen bir gün Evrâd-ı Bahâiyye’yi okuyordun onu dinlediğim için Allah Teâlâ bu makamı verdi” demiş, bu sebeple Evrad-ı Bahâiyye’yi behemehâl okuyun, okumayanlara da dinletin” [8]





Cânını sen terk etmeden cânânı arzularsın,
Zünnârını kesmeden imânı arzularsın.





Şol uşacıklar gibi binersin ağaç ata,
Çevkânı ile topun yok meydânı arzularsın.





Karıncalar gibi sen ufak ufak yürürsün,
Meleklerden ileri seyrânı arzularsın.





Var sen Niyâzi yürü atma okun ileri,
Derdiyle kul olmadan sultânı arzularsın.





Niyâzi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz





II-EDEBÎ ŞAHSİYETİ





1-YAR-E YADİGÂR -MEVLİD-İ NEBİ ALEYHİSSELÂM-





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin yazmış olduğu Yâr-e Yadigâr isimli manzume eseri, Sivaslı Hacı Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîzin yazdığı Tarih-i Nur Muhammedi eserin şiirsel ifadesidir. [9]  





Bu eserde sanatsal bir zorlamaya gi­dilmeden saf bir dille Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin maddî âleme doğuşu ve O’na olan aşktan bahsedilmiş­ ve mesnevi türünde yazılmıştır.





191 beyittir. 175 beyti Türkçe 8 beyti Muhammed redifli gazel, 8 beyitlik Arapça Naât ilavesi vardır.





YÂR–E  [10] YADİGÂR





MEVLİD-İ NEBİ ALEYHİSSELAM





BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM





Elhamdülillah, Elhamdülillah





Sen ekrem ettin bizleri Ey Şâh





Hem o Nebî-i Ahir zamâne





Ümmetlik ile verdin nişane





Ana hem Âli ve sahbına her an





Olsun salâtü selâm firâvan [11]





Anlar ki, etti bu dîni ihya





İzlerince gitti eslâfım [12] amma





Bu aciz Hakkı bilmem ne etsem





Râh-ı selefte[13] bir adım atsam





Derdim dem-â dem [14] aczim bildirdim





Lakin O Hâdî daimdi virdim





Tarih-i Hicret olmuştu ta ki,





Bin üç yüz elli hem de iki [15]





Rebi’ul–evvel on dokuzuncu





Çehar-şenbe [16] günü silk [17] ettim inci





Râh-ı selefte bir kadem [18] attım





Hamden ve Hamden [19] bu lutfa yettim





Yatmışdım der-rûz [20] kaylûleye [21] ben





Gördüm menamda [22] bir Zât-ı Ahsen [23]





Der ismim Tevfik [24] sana verildim





Bu son seferinde ben sana erdim





Her emrine Hakk etti müheyyâ [25]





Lâkin sen oku hoşça bir ma’na





Elimde buldum bir dürr-i mevzun [26]





Andan okudum ve oldum mahzûn





Mevlüd-ü Pak-i Rasülullahi





Görsem n’olurdu O yüzü mâh-i [27]





Derken uyandım kendimi buldum





Dürr-i mensurla [28] çok meşgul oldum





Üstadım Takî aleyh-ir rahme





Yazmıştı mensur [29] etmişti tuhfe[30]





Geldi dile ben eyledim cür’et





Aldı beni çok hüzn ile haclet  [31]





Şikeste- beste [32] dürr-i mensurdan





Okudum nazm ettim nûr-i mevfurdan [33]





Âdem atamız cennetten indi





Nur-i Ahmed-i alnında gördü





Babadan oğula o nur-i celil





Gelmesine olmuş bir güzel delil





Seyyid-ül Enbiya ol Mustafâ’nın





Kân-ı Kerem [34] ol bâ-vefânın [35]





Kim hâmili [36] olsa O nur-i evham [37]





Herkes tanırdı kalmaz bir fer’i [38]





Ana bizden her nefes yüz bin selâm





Al ü ashabına tâ yevmi’l kıyam [39]





KASİDE-İ MEVLİDİ ŞERİF





Bize lutf-u mecid [40] oldu bu Mevlûd-i [41] Muhammed’dir





Yine Uşşâka [42] id oldu bu Mevlûd-i Muhammed’dir





Feriştehler [43] bi-izni Rab nüzul eyler yere bu





Sunarlar cam-ı vahdet [44] hep bu Mevlûd-i Muhammed’dir





Küşad [45] olur dürr-i rahmet nisar [46] olur dürr-i vahdet  [47]





İyan [48] olur nice hikmet bu Mevlûd-i Muhammed’dir





Yine Şehr-i Rebi’ [49] geldi yine kadr-i refi’ [50] geldi





Bize Hakk’tan şefi’ [51] geldi bu Mevlûd-i Muhammed’dir





Çü doğdu nûr-i ersalnan [52] nur ile nur oldu dünya





Güm [53] oldu Lat ile Uzza  [54] bu Mevlûd-i Muhammed’dir





Yıkıldı Köşk-ü Kisra’nın [55] ocağı söndü Kebrânın [56]





Beli büküldü şeytanın bu Mevlûd-i Muhammed’dir





Sınıp putları Tersâ’nın çekildi suyu İran’ın [57]





Nizâmı geldi dünyanın bu Mevlûd-i Muhammed’dir





Selâmı Kabr-i Hâkine [58] riyaz-i ıtır nakine [59]





Salat et rûh-i Pak’ine bu Mevlûd-i Muhammed’dir





Salâtullah selâm’ullah





Aleyke Ya Rasülullah





Gerek erkek olsun gerek kadın





Âşık olurdu sorarlardı adın





Yağmur duası gibi bir afet için





Andan istifşa [60] ederlerdi bütün





Elhamdülillahi münşiyyü’l halkı min âdemi [61]





Sümme’s-salatü ale’Nebiyyi fi’l- kıdemi [62]





Mevlâya salli ve sellim dâimen ebeda [63]





Ala Habîbike Hayri’l Halk’i küllühimi [64]





İşte bu şöhret tuttu âlemi





Geldi dünyaya Eb’i Nebevi [65]





İsmi Abdullah kavmi Mudari





Zevcesi Âmine Hâmil-i Nebi





Altı ay bilmedi hamilliğini





Melekler ederdi âmilliğini [66]





Nurlar içinde kalmıştı ol mâh [67]





Ulema tebşir [68] ederdi gâh ü gâh [69]





Doğacak Muhammed ol şan-ı âli





Medh ederler anı Âlem maâli [70]





Ol vakte kadar İsmi Muhammed





Arab’ta tesmiye [71] edilmemişti ebed





Birçokları düştü ulu sevdâya





Bu azîz gelseydi bizden dünyaya





Doğan çocuklara Muhammed ismi





Koyup tecessüse [72] düştü bir kısmı





Lakin O dürr-ü Meknûn [73] ser-â ser [74]





Nasiye-i [75] Âmine’de olmuştu ber-ser [76]





Vakti gelince On iki Rebi’ [77]





Pazartesi gecesi ve şehr’i- şefi’





Hem Nisan ayının yirminci günü





Belirdi Nice alâim-i Kevni  [78]





Ol alâmetler Âmine mâh-i





Havf  [79] ettirdi kâh-i kâh-i [80]





Kuşlardan ana tebşir [81] inerdi





Kanatlarıyla sırtını sığardı





Kalmazdı havf, haşyetten eser





Mübarek terleri misk idi amber





Uzun boylu güneş yüzlü çok kızlar





Asiye ve Meryem anlar pek özler





O nur-u kâmili överler idi





Yanlarında hublar [82] görürler idi





Âmine’nin gözlerinden perde açıldı





Meşrik ve Mağrib [83] arasın gördü





Yerden göğe kadar bir beyaz atlas





Asılmış gördü dünya ve herkes





Güya bu veli-nime’ye pay endaz [84] olmuş





O Meclis-i Mağbud-u Arş [85] rahmetle dolmuş





Yine O Âmine analar hası





Gördü Şam köşklerindeki raks-ı





Dahi üç âlem biri meşrikte [86]





Biri Ka’be üzerinde biri mağribte [87]





Görenler dediler bu dîni pür-tâz [88]





Cihanda imtiyaz pek mümtaz





Cenab-ı Âmine bir zülal [89] içinde





Anınla bütün varlıktan geçti





Muhammed Seyyid’ül Kevneyn-i ve’s-sekaleyn [90]





Ve’l ferikayni min Arab’in  ve min Acemin [91]





Mevlaya salli ve sellim daimen ebeda





Ala Habibike Hayr-il Halkı küllühimi





Zülâli [92] vermişti Asiye ve Meryem





Sığarlardı Batn-ı Şerife’sini [93] hem





Bismillah uhruç [94] ve bi-izni’llah [95]





Dediler o anda ol iki Mâh





Şefi’ul- Ümem [96] Ser-tacı Adem [97]





Zübde-i Mahlûkat [98] ol Ruhi-efham [99]





Âlem-i şuhuda [100] teşrif ettiler





Arz ve sema kainat gör ki, ne ettiler





Tekbirât [101] ve Tehlîlat [102]  Salevât-ül ‘llah





Kamu [103] âlem doldu tahiyyat [104] ile





ALLAH-Ü EKBER ALLAH-Ü EKBER





LAİLÂHE İLLA-LLAHÜ VALLAHÜ EKBER





ALLAHÜ EKBER VE LİLLAH-İL HAMD





ES- SELÂTÜ VE- SSELAMÜ ALEYKE YÂ RASÜLLULAH





ES- SELÂTÜ VE -SSELAMÜ ALEYKE YÂ HABİBALLAH





ES- SELÂTÜ VE-SSELAMÜ ALEYKE YÂ SEYYİDEL EVVELİNE





VEL AHİRİN VE ALA CEMİ-İL ENBİYAİ VE-L MÜRSELİN





VE-L HAMDÜ-LİLLAHİ RABBİL ÂLEMİN





بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ





مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلكِنْ رَسُولَ  اللهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّنَ





وَكَانَ ٱللهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمًا صَدقَ ٱللهُ الْعَـظِــيمِ





(Bu kısımda Kaside-i Ha-iyye okunur.)





Essubhu bedâ mi tal’atihi





Velleylü deca min vefratihi





Fâka’r-rusüla fazlan ve ula





Ehda’s-sübülâ li delâletihi





Kenzül keremi ve Mevlen-niami





Hadî’l-ümemi li şerîatihi





Ezke’n-nesebi eğla’l-hasebi





Küllü’l-Arab-i fî hidmetihi





Seat-i’ş-şecerü nataka’l-haceru





Şakka’l-kameru bi işâretihi





Cibrilü etâ Leylete –esrâ





Ve’r-rabbü deâ li-hazratihi





Nâle’ş-şerefa vallahü afâ





Ammâ selefâ min ümmetihi





Fe Muhammed’üna hüve seyyid’d-üna





Fel-izzü lena li icâbetihi  [105]





Tıflü mesûd aleyhisselam





Geldi dünyaya neşr-etti İslâm





Ve hem anda andı ümmetlerini





Hüdâ ya arz etti ümmetlerini





Koyup baş yere secde eyledi





Cihan pür-nur oldu felek uyandı





Necip [106] ümmet buldu o an rahmeti





Duasının kabülünün idi nur alâmeti





Umum parmaklarını örtük tutardı





Şehâdet parmağı ile tevhit ederdi





İş bu işaretler olmuştu kabul





Ki ortaya geldi bir dîni makbul





Dîn-i Muhammed’dir bu tâkı eyvân[107]





Hakkın celâli ile gösterdi burhan





O anda dedi hem Allah’ü ekber





Ve sübhânallah’ı ederdi ezber





İki Cihan Seyyid’i-ins-ü-cin Muhammedî





Hak ana bend eyledi her Arab ve Acem-i





Mevlaya salli ve sellim daimen ebeda





Ala Habibike Hayr-il Halkı küllühimi





Yine bir nur andan feverân [108] etti





Maddi ve mânevî cihân-ı tuttu





Göründü o anda Şam Çarşıları





E’naku ibilin [109] tâ karşuları





Hâzin-i [110] Cennet-Rıdvan geldi ve etti tebşir





Dünya görmüştü, Sen–tek [111] nezir-u Beşir [112]





Ulûm-i enbiya sana verildi





Cennet bahçeleri senden dirildi





Akîb-ü tulu’da o şems-i Enver [113]





Bir avuç toprak aldı arz-ı kıldı münevver [114]





Mekke ukalâsı [115] dediler heman





Ehl-i arza galip oldu bî-kuman [116]





Çünkü ol Âmine ol sedef paye [117]





Cümle yıldızlarla cevv-i sema [118]





Aşinâlık ile nigâh [119] ederdi





Aşk ile şevk ile âh ederdi





Gökyüzünde gezen kuşlar melekler





Minkarları [120] zümrüt ve yakuta benzer





Anlardan biri gelip ol nûra





İşaret eyledi durdu huzûra





Şeceat ve nusret [121] anahtarları





Verilmişti sana felek [122] mazharı [123]





Azametini göklere vaz [124] eylediler





Her kim ânı görür  yüreği titrer





Bir güvercin kuşu göründü nâ-kâh [125]





Minkarlarıyla [126] fem-i saâdet [127] edildi agâh [128]





Tattırdı Âna şarab-ı lahut [129]





Görmemişti mislini âlem-i nasut [130]





Guya ol şeyden daha isterdi





Mübârek parmağı ile ağzını gösterdi





Muhammed’ün Seyyid’ül Kevneyn-i ve’s- Sakaleyn [131]





Ve’l-ferikayni min Urub’in ve min Acem’in [132]





Mevlaya salli ve sellim daimen ebeda





Ala Habibike Hayr-il Halkı küllühimi





Hazreti Âmine ol nur-u cevvâl [133]





Göründü gözüne nurani rical [134]





Ellerinde Zümrütten leğen





Diğerinde ibrik ve şal-i me’men [135]





O vücudu Es’at [136] anda yıkandı





Kendisinden hemân bir nur parladı





Sardılar vücudun harirler [137] içre





Götürdüler ervâh-ı enbiyâ [138] içre





Cem-í enbiyâ, ervah-ı Güzîn [139]





Öptüler sevdiler o nazik yüzün





Hususan İbrahim Halil-i Hüdâ





Ve Hazreti Âdem o büyük ata





Sinesine bastı ettiler dua





Ki zira olmuştu Ürvetü’l Vüska [140]





Dünya ahiretin izz-ü şerefi





Ânınla fahr [141] eder umum selefi [142]





Kitfi[143] saâdette bir dürr-i meknun





Görenler oldular bi-takat meftûn [144]





Hüve’l Habîbü’llezi türci şefâatühü [145]





Li-külli hevlin mine’l ehvali muktahimi   [146]





Mevlaya salli ve sellim daimen ebeda





Ala Habîbike Hayr-il  Halkıllâhi küllühimi





Ricali ruhani [147] zevât-ı şerifi [148]





Vücud-u Seadetle ettiler teşrif





Gözlerine sürme çekti gittiler





Dahi koku sürdü ta’zim ettiler





Havadan bir bulut yere oturdu





Vücud-u Es’at-ı alup götürdü





Gözden nihan oldu sehâb-ı Enver [149]





“Umum şarkı garbı gezdirdin bir, bir”





Diye bir nidâ-i Hâtif-i [150] geldi





Atlas libaslarla geriye döndü





İkinci bir sehâb-ı latîf-i enver





Vücud-u Es’at-ı götürdü tekrar





İşitildi derhal insanlar sesi





Tutmuştu âlemi at kişnemesi





Âdem’in safvet-i [151] Nuh’un rif’ati [152]





İsmail lisân-i[153] İbrahim hilleti[154]





Yusuf cemali [155] Yakup beşâreti [156]





Eyyüp sabrı [157] Davut savt-ı [158]





Yahya zühdü [159] İsa keremi [160]





Verildi sana Ey Avâlim Muhteremi [161]





Denildi ve bulut münkeşif [162] oldu





Cihan o vücudun nuruyla doldu





Müahhiran [163] bir beyaz nur-i latif





O hazreti kucakladı etti taltif





Enbiya makamı ana açıldı





Cümle deryalara rahmet saçıldı





İşitildi bir sada-i ruhâni





Anı Habîb etti Zât-ı Sübhâni





Dördüncü defa yine bir kıt’a-i  nur





Aldı götürdü oldu gözden dur [164]





Bu defa ziyâde [165] kaldı semâda





Diyar-ı ruhâni ve mesîha [166] da





Büyük bir harîre [167] sarılı geldi





O harirden âb-ü zülâl [168] damladı





Dünya kabzasına [169] tav-i [170] rağbetle





Dâhil [171] oldu dindi bir mehâbetle [172]





Elhamdülillah munşi-il halki min âdemi [173]





Sümme’s-salâtü ala’l Muhtâri  fi’l- kademi [174]





Mevlaya salli ve sellim daimen ebeda [175]





Ala Habibike Hayr-il Halkı küllühimi [176]





Nevzâd-i [177] risalet Hateme’n –Nebiyi [178]





Süt aktı ve emdi parmaklarını





Mevlid-i seâdet ol ali mekân





Dört âlem dikildi ve dendi heman





Dört köşe olmuştu cihan bu zata





Nere dönse erer çok futûhâta [179]





Siyâdât-ı [180] ana tebşir [181] edildi





Mahşerde ümmetin senindir dendi





Velâdet [182] gecesi yıldızlar tamam





Arz-a meyl ettiğin gördü sakfi-nam [183]





Ve hîni vaz’ında [184] hânenin içi





Nurlandı demiştir o hatun kişi





Doğunca aksırdı dedi Elhamdülillah





Mevlid-i Müfahham [185] ol Rasülullah





Abdurrahman İbn-i Avf’ın anası





İsmi Şifâ Hatun ol nur paresi [186]





Aksırınca O Nevzad-ı [187] Kureyşi





İşittim hâtiften [188] o sadâyı arşı





Dedi ve hem Şam’ın saraylarını





O nur ile gördüm alaylarını





Buluğ-i bi’setini [189] etti intizâr [190]





Nuzülü vahyi de iman eyledi izhâr [191]





Safiyye Bint-i Abdulmuttalib





Kabîlelik etti tayyib [192] mutayyib [193]





Kaldırınca başını secdeden Rasül





Allah birdir dedi ben oldum Rasül





Göbeği kesilmiş sünnet tekmil [194]





Cismi münevverdi [195] ve yunmuştu bil





Muhammed’ün Seyyid’ül Kevneyn-i ve’s- Sakaleyn [196]





Ve’l-ferikayni min Urub’in ve min Acem’in [197]





Mevlaya salli ve sellim daimen ebeda [198]





Ala Habibike Hayr-il Halkı küllühimi [199]





Cenâb-ı Âmine [200] ol peri-i haslet [201]





Ana denmiştir eylesin dikkat





Üç gün tamam melâike ziyaret





Etmedikçe yoktur beşere ruhsat





Bu mealde gaibten bir sadâ geldi





Cümle hâne halkı yanından gitti





Abdulmuttalib gördü ne etti





Safâ’dan geçerek Merve’ye gitti





Hane üzerinde gördü bir beyaz kuş





Kanatları Mekke dağlarını tutmuş





Takarrub [202] ettikçe bir beyaz bulut





Yakinen gördü ve etti sukûn





Acep rüya mıdır hayal midir bu





Dedi ve aldı bir güzel koku





Kendisini âlemden tecerrüd [203] etmiş





Zan etti cennet bağına gitmiş





Kapıyı vurdu içeri girdi





Cenab-ı Âmine’yi pek zayıf gördü





Alnındaki nuru görmeyince





Bilmedi hikmetini düşündü ince, ince





Bir zat-ı görünce Muhib [204]





Gayetle havf  [205] etti Abdulmuttalib





Dedi Ya Âmine korktum çâk [206] ettim





Ka’be’yi titrer gördüm ben helâk oldum





Putlar yere düştü Ka’be doğruldu





Makam-ı İbrahim nur ile doldu





Muhammed doğdu diye bir sadâ geldi





Bu sesle Huda’dan bir atâ [207] geldi





Acele ben O Nevzad-ı göreyim





Rahmet kokusunu andan alayım





Cenâb-ı Âmine şimdi görülmez





Çünkü üç gün beşer yanına girmez





Beni helak mi edeceksin nerde dedi





İçeri girdi yalınkılıç bir şahsı-haşin [208] gördü





Âmine’nin sözünü o zat söyledi





Abdulmuttalib Hazretleri sabreyledi





Nas’a [209] söylemek isterse ol ced [210]





Olurdu ebkem[211] dudağı hem sed





Bu macera kendisine kâr etti





Üç gün tamamına intizâr [212] etti





Ulema-i nucum [213] ve Yahûdiler





Peygamberân-ı Ahir zaman geldi dediler





Kızıl yıldız doğduğunu görenler





Dediler tevellüt etti Peygamber





Cem’i âleme velvele [214] düştü





İşitenler bu habere üşüştü





Mecûsi’den Nasara’dan Yehud’dan [215]





Birçokları geçti haç ile puttan





Yine velâdet-i seniyye [216] günü





Medine’de söylendi o güzel ünü





Hüve’l Habîbü’llezi türca şefâatühü [217]





Li-külli hevlin minel ehvali’l muktehimi [218]





Mevlaya salli ve sellim daimen ebeda [219]





Ala Habibike Hayr-il Halkı küllühimi [220]





Hasan’ül Ensârî ederdi rivayet





Zabd-ü ketb [221] edilmiş Leyle-i velâdet [222]





Hemân on günlük yoldan bu habere





Bir gecede neşr-i harika iber [223]





Daha nice bu gibi halât [224]





Ruy-i arza [225] verdi büyük beşârât[226]





Mülûki [227] arzın dili tutuldu





Nûşirevan’ın [228] köşkü yıkıldı





Sarayları tezelzele [229] uğradı





Hükümdarlar bundan çok havf [230] eyledi





Sava Gölü o gecede kurudu





Semâve Deresi’ni [231] sular bürüdü





Dahi yıldızların sık, sık sukûtu [232]





Habt etti[233] âlemi verdi sukûtu





Cesim [234] putlar yere düştü bi’t-temam [235]





Rahip Ays Abdulmuttalibe etti ihtiram





Bilâd-ı Fârisi [236] deki ateşgedeler [237]





O gecede hemen söndü dediler





Daha birçok zuhur etti havârik [238]





Yazdılar cümlesini eslâf sevabik [239]





Lakin bu asî ettim ihtisar [240]





Ve ismine dedim “Yâr-e Yadigâr”





Ne mümkün vasf etmek o kerem kânı [241]





Ana nazil oldu Seb’ül Mesani [242]





Okuyan-ı dinleyeni yazanı





Nail etsin gufrânına [243] ol Gâni [244]





Eslaf-ı ahlâfım [245] hissedâr etsin





Hem nâm-ı ahiret gününe gitsin





İşitenler okusunlar fatiha





Şuracıkta verdim anı hitâma [246]





Ve selâmün alel Mürselin [247]





Ve’l hamdülilahi rabbil âlemin





                                               İhramcızâde





2-KATRE ŞİİRİ





Katremizden hisse al bî-gâr-ı derya olmuşuz.





Cümle halka bir bakışla çeşm-i bînâ olmuşuz.





Gerçi zahirde lisân-ı nâs ile güftârımız.





Mânâ yüzünden soyunup hep muarrâ olmuşuz.





Validem merhume açmıştı bize bir kutlu fâl,





Ravzâ-i Pâk-i ziyarette demişti: ‘Ey Kerîmü-l Müteâl’





Bu Habîbin hürmetine ver bana ferzend bî-melâl





Ândan aldığı libâsı bunda iksâ olmuşuz.





Tâ ezelden intisabım âlemin Seyyidine,





Düştüm aşkına anın geleliden bu ânasır bendine





Çok aradım ağladım yüz tutup Hakk’ın kendine,





Âlemi devrân içinde Hubb-u Mevlâ olmuşuz.





Künhümü bilmek dilersen sırr-ı Hâkidir özüm.





Anın edvârıncadır dâim özüm ve sözüm





Her neye baksa basar Hâkidir bakan gözüm,





Zîrâ evvelden anınla tek-ü tenhâ olmuşuz.





Bir acep sırrı Tâki’den aldığım ders-i iber,





Anı bilmek dilersen sana vereyim haber,





Her ûlûmi almıştı pîrimden O şeyh-i muteber,





Biz anda mahvolup bezm-i ferda olmuşuz.





Çünkü kıtmîr olalıdan bu kapıda bu hakîr,





Her işin sırrın ezelden bildim Takdîr-u Kadir,





Ol sebepten işimiz cümleye tazim ve tekrimdir.





Böylelikle halk içinde Hakk-ı rânâ olmuşuz.





Bu tarîkat âleminde olmak istersen sû-dimend,





Sen de bu halde olup halktan lisânı eyle bend,





İşte budur âcizânem Hubb-u fi’llâh sana pend,





Hayr-u hakanı cihan Simurğ-u Anka olmuşuz.





Bunca ilm-ü fazl ile bilmez imiş nûr-i basar,





Her işi eden ettiren Allah değil mi ver haber?





Leyk hulûli ittihazdan eyle gayetle hazer,





Biz hakâyık âşiyân içre mîmâr olmuşuz.





Emr-i mâ’rûf münkeri bilmez miyiz?





Anlar ile biz amel kılmaz mıyız?





İsr-i Pâk-i Ahmed-i bilmez miyiz?





Şimdi izmâr eyleyü biz râh-ı mânâ olmuşuz





Herkesin miktarı ihlâsınca fiili eder zuhur.





Sen çalış ol muhlisândan çıkmasın senden kusur,





Gayride görsen hatâyı setredüp andan al huzur,





Bunu âdet edinip bir dürr-i yekta olmuşuz.





İbtilâ âlemde var ikmâldir etme cedel,





Her kula nasip etmez ânı Huda izz-ü ve cel,





Başa gelse bil ânı devlet ve nimet bî-bedel,





Biz anı görmüş ve geçirmiş pâk-i musaffa olmuşuz





Hakk’ı her şeyde âyân görmüş ve bilmişlerdeniz.





Ol sebepten halk katında Hubb-u Mevlâ gözleriz.





Kahr-u lütfün cümlesin bir bildim ve tuttum  ey-azîz,





Hamdülillâh biz bu lutfa mazhâr-ı mücellâ olmuşuz.





Bilmediler zevkimi cümle ins-ü cin melek,





Derdine düştüm bana neler çektirdi felek,





Hâl-i Hakkı bulmaya beyim zikrin dâim gerek,





Zikr-i Hakk, seyr-ü sebakla ders-i yekta olmuşuz.





İhramcızade





Hacı İsmail Hakkı TOPRAK





kaddesellâhü sırrahu’l azîz





ŞİİRİN YAZILMA HİKÂYESİ





Hamit Tarakçı Hoca kaddese’llâhü sırrahu’l azîz





Hamit Hoca, Ordu iline bağlı Korgan ilçesinin Fizme köyündendir. Tarak imal ettiği için “Tarakçı Hoca” adıyla ta­nınmıştır. Çocuk denecek yaşta Hacı Mustafa Rumi ile tanışmış ve ona intisab etmiştir. Bir ara Tokat’ta eğitim görmüş, asıl eğitimini, Çorum da Hacı Mustafa Rumi’nin medresesinde ta­mamlamıştır. Manevi eğitimini de tamamlamış olmasına rağmen, irşad görevi verilmemiştir. Bu durumu, onu tanı­yanlar, sert mizaçlı olmasına bağlıyorlar.





Çorumlu Hacı Mustafa Rumi Hakk’a yürüyünce Hacı Mustafa Haki’ye, o Hakk’a yürüyünce Mustafa Taki’ye intisap etmiştir. Birkaç defa hacca gitmiştir.





Hakk’a yürüyünce Fatsa’ya defnedilen Hamid Hocanın, Mekki yolunun ihvanları arasında anlatılan birçok menkı­besi vardır. Velayeti konusunda tanıyanları müttefikdir.[248]





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendiye İntisabı





Fatsalı (Fizmeli) Hamit Tarakçı Hoca Şeyhi Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîzin Hakk’a yürüyeceğini fark edince; 





“Efendim sizden sonra vazife kime verilecek” diye sorunca Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





“Daha buluğa ermedi” [249]





Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hakk’a yürüyünce, Fatsalı Hamit Hoca bu sözün oğlu Behâuddin Efendi Hazretleri için söylenildiği zannı galip olmuş ve Şama gitmiştir.  Şam’da Bahâüddin Efendi sahrada iken ziyaretine varmıştır.  Behâüddin Efendi elinde yarım kalan çayı ikram etmiş ve





“Hacı İsmail Efendi’yi beğenmezsen işte nasibin yarım bardak çay olur.  Vazife bizde değildir” buyurmuştur. 





Gönlündeki fırtınası bitmeyen Hamit Hoca orada kalmayıp Mekke’ye hicret etmiştir. İki sene tarak yaparak geçinmiştir.  Fakat sonra kimse onun tarağını almamıştır.  Ailesi mağdur olan Hamit Hoca, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme müracaat etmiştir.  Orada bulunan bir doktor görmüş olduğu bir rüyanın tesiriyle ona yol parasını vermiştir.  Adana Osmaniye’ye gelen Hamit Hoca, rüyasında başınınbir zincire bağlı,  zincirin de Sivas’a doğru olduğunu görmüştür,  Bu minval üzere, Efendi Hazretleri de,





“Katremizden hisse al..”  diye başlayan şiirini yazmış göndermiştir.  Artık Fatsalı Hamit Hoca Hazretleri Sivas’a gitmeye karar vermiştir.  Trenle gelirken,





Fatsalı Hamit Hoca’nın Efendi Hazretleri hakkında, “Bu adamda ne bulduk ki,” ve “Eğer beni istasyonda gelip karşılamaz isen teslim olmam” diye niyetlenmiştir. 





Efendi Hazretleri Sivas’a gelince onu karşılamıştır.  Efendi Hazretleri;        





“Hamit Hoca! İkrar ettin mi?”  diye sormuştur.  O,





“Hayır, Efendim, İkrar etseydim ölmem gerekirdi.” Demiştir.   Efendi Hazretleri ihvanlarına bu hadiseyi anlatırken 





“Öyle bir inkâr ki,  ikrarın fevkinde,  eğer gerekse idi Hamit Hocaya irşâd vazifesi verirdik” buyurmuşlardır.[250]





Efendi Hazretleri “Hacılar ve hocalar yeğin,  yeğin teslim olmazlar, teslim olunca tam olurlar” sözünü Fatsalı Hamit Hoca için söylemiştir. Efendi Hazretleri hocaların zahirî ilimlerine hürmeten yanlarında edeben konuşmazdı.[251]





Hamit Hocanın, Sivas toprağına ayak basıp “Ziyaretimiz makbul oldu, dönelim gardaşlar” sözüne karşılık, aynı anda Sivas’ta bulunan Efendi Hazretleri





“Hamid Hoca bizi ziya­rete geldi, gitti” dediği rivayet edilir.





Hüner ibraz gibi halka kötü bir ar olamaz





Anın içün hüner ehli ebedi var olamaz





Paredir dini ile imanı bu gün ekserinin





Ehl-i küfre dahi bundan zünnar olamaz





Geçemez kimse paresinden dahi geçmez olsa





Bu gözümün gördüğü şeydir bu da inkâr olamaz





Cümle sermest ehl-i şarab-ı emel olmuş dostlar





Bin nasihatla biri cüz’ünce hoş-yar olamaz





Buhl u gururu cihanı ne acep tutmuştur





Bunu bilmez ki yarın bundan eşed nâr olamaz





Ne kadar kılsa namaz, varsa riya zulüm ehli yine





Kâfirdir hakikatten o dindar olamaz





Ne kadar teali bize hasutlarımız





Korkma Allah’a dayan üstüne hünkâr olamaz





Gerçi fadl ehli bu gün kendini ihfâ tutmuş





Gün yüzün balçıkla tutmağ ile cihan târ olamaz





Kangı derviş ile molla açar el nâdânâ





Bu gibi iki cihanda kötü bir kâr olamaz





Ne’ne lazım halkın sana şuğûli ey Fizmeli





Bir bakılırsa bu senin gibi sersâr olamaz





Hamit Tarakçı Hoca kaddese’llâhü sırrahu’l azîz





KATRE ŞİİRİNİN AÇIKLAMASI





KATREMİZDEN HİSSE AL BÎ-GÂRI DERYA OLMUŞUZ





CÜMLE HALKA BİR BAKIŞLA ÇEŞMİ BİNA OLMUŞUZ.





GERÇİ ZAHİRDE LİSANI NAS İLE GÜFTARIMIZ





MANA YÜZÜNDEN SOYUNUP HEP MUARRA OLMUŞUZ. [252]





Katremizden hisse al bî-gârı derya olmuşuz





Katre Efendi Hazretleri, vahdet yolunda yaratılışı basit bir terkip, kıymeti yüce olan insanın Rabbi karşısında katre (damla) ile acizliğini anlamasını hatırlatarak Allah Teâla’nın varlığına yol bulmak için çalışmasını beyan ederek kelâma tevhidin mertebeleriyle başlamıştır.





Derya Allah Teâlâ’nın tecelli ettiği âlemdir.





“Bir ilim denizi bir rutubette; bir âlem ki, üç arşın boyunda bir bedende gizlenmiştir.” [253]





“Derya damladır, damla da denizdir. Yani deniz damlalardan husule gelmiştir. Damla denizde gizli olduğu gibi, deniz de damlada gizlidir.





Muhyiddîn-i Arabî kuddise sırruhu’l aziz Hazretlerinin dediği gibi:





“Biz yüce harfler idik. Yani biz bizdik. Birbirimizden kopup ayrıldık. Sonra tekrar birleştik. Şimdi de kemâkân, biz biziz.”





Düşen kar, yağmur, dolu veya çay, dere, nehir hep deryaya karı­şır. Amma bazen de karışamaz. Deryaya varmadan buhar olur, sonra tekrar damlalaşarak yağmur olup düşer. Yani nüzul (iniş) kavsinden sonra uruc (çıkış) kavsini tamamlamaya muvaffak olamaz. Eğer der­yaya kavuşursa o zaman ne çaylığı kalır, ne dereliği, ne de buzluğu... ve





Bir zamanlar âh ü efgân eyleyip inlerdi dil





Bilmezem n’oldu kesildi âh u efgân kalmadı





sırrı hâsıl olur. Yani bu kesreti andıran şekiller, isimler kalmaz, vahdet denizi nâmı altında gizlenip gider.





Bir noktadan Kur’ân-ı Kerim düzüldüğü gibi bir damladan da de­niz düzülmüştür. O damla, deryanın her yerinde varlığını gösterir.”[254]





Hakkın kullarını bazı kul eyler





Anı kul eylemez yine ol eyler.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Bu deryaya girmek için varlık (benlik) özelliğini bozmak ile Hakikât Denizine dalmak yani Allah Teâlâ’ya kavuşmak mümkün olur.





Ey teni bulaşmış, pislenmiş kişi, havuz kenarında dön dolaş. İnsan, havuzun dışındayken nasıl temizlenir? Havuzdan uzak düşen kişi nasıl temiz olur?  [255]





Ey Niyâzi katremiz deryaya saldık biz bugün





Katre nice anlasın umman olan anlar bizi.





Bu yolda ilerlemek isteyenlerin halleri değişik olduğu gibi hepsi de hakikâtin sırrına kavuşamaz. Onun için büyükler bu yolu gizli tutmuşlar, bu esrarın gizli kalması için rumuzlar kullanılmışlardır ki,  ehlinin dışına yol gizli kalsın.





Sözün evvelini bu sırla başlatması, tasavvuf yoluna girenlerin anlayış sahibi olması ve bu itibar ile Rabbi tarafından kendine verilmiş ve verilecek ihsanın haberini veriyor.  Bir işin evveli sonucunu gösterir.  Katreden ummana varan bir yolculuk. Şah Nakşibend kuddise sırruhu’l-aziz Efendimiz buyurdu ki; “Biz yolumuzun sonunu evveline derc ettik”





Katre-i acz içre arif cilve eyler zahida





Katresin destinde pinhan mevc uran ummanı gör.





 Pir İlyas kuddise sırruhu’l-azîz





Hak ilminde bu âlem bir nüsha imiş ancak





Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak





Ol nokta içinde nice bin gizli derya





Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak





                       Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Efendi Hazretleri ihvanın yokluk makamının neticesi olan vahdet üzere olmaları halindeki durumu açıklayarak bu deryanın hikmetlerine kavuşma şartını açıklıyor. Tasavvufta bu mana “Lâ mevcude İlla’llâh” (Allah Teâlâ’dan başka varlık yoktur) sözüyle özetlenmiştir.





Hamr-i rûy-i yar ile sekrân olan anlar bizi,





Katresin bahr eyleyip umman olan anlar bizi.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Hisse almak





İnsan yaratılış itibarıyla mükemmeldir. Fakat fani dünyaya gelmesi ile bazı karanlıklardan hisse sahibi olmuştur. Bu nedenle mürşidin tasarrufu gereklidir. Katre Allah Teâlâ karşısında mürşid, mürşid karşısında ihvan demektir. Katreden hisse almak, ihvanda nefisteki eksikliği gidermek ile olunca deryaya dalmakla isteklerinden azâde olmuş olur.





Zahida suret gözetme içerü gel cana bak





Vechi üzere gör ne yazmış defteri rahmana bak





Mushaf’ı hüsnüne yazmış “Kul hüve’llah” ayeti





Gel inanmazsan geru var mektebi irfana bak





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Hisse almak demek, bir manada intisap etmek demektir. İnsanın sırrı bir damla suda nasıl saklı ise, Efendi Hazretleri de bize intisab eden bir ihvanımız halimiz ile de irşat olur demek istemiştir.





Hisse almak, zahiri nisbet almak bu yolda yeni başlamış olan bir ihvana da tekabül eder. Hisse alma, çalışmayı da çağrıştırdığından ihvanında gayretli olması talep edilmiştir. Ancak bu yolun sahipleri çarşı pazar gibi mallarını ortaya dökmeyip perdeler arkasında esrarı saklı tutmuşlardır. Öyle bir saklama ki, güneş gibi açık, gece gibi karanlıktır. Bazen bu halde o kadar ileri giderler ki, onların işlerini normal insanlarınkinden ayırmak mümkün olmaz.





Hakikât ehli, bu hareket tarzı ile yol eşkıyalarının bu yola ve müntesiplerine zarar vermelerine mani olmak için gizliden gizliye hareket etmiştir. Bu nedenle çok kişide bu esrara vukuf edemeyerek bigâne kalmıştır ve inkâra da yönelmiştir.





Hisse almakta başka bir mana ise; yoldan nasibli olmak gereklidir. Çünkü her nefsin aynı terbiyeden geçirilmesi de mümkün olmadığı gibi Allah Teâlâ’nın ihsanı da herkese aynı tecelli etmez.





Bu konuyu açıklayıcı olarak denilmiştir ki;





“Allah Teâlâ’nın yeryüzünde ehli ehle sevk eden melekleri vardır. Tabiatında nebilerin ve velilerin tabiatlarında bulunan kemallerden bir parça bulunan kimse onları görüp işittiği zaman onlara hemen meyleder. Mayasında bu kemalden bir parça olmayan onlardan uzaklaşır.





Ölüm bu nefreti ortadan kaldırır, bu sebepten dolayıdır ki, büyüklerin Hakk’a yürümelerinden sonra takdir edilmeleri bundan dolayıdır. Arif-i Billâh insanların arasında belirli bir yakınlık olması laubaliliği husule getirdiğinden kendileri gibi olduklarını düşünmeleri onlara karşı bir saygısızlık oluşmasında bir etkendir. Bu ise, bir hayat gerçeğidir. “O’da bizim gibi yiyor, içiyor”  ayeti ümmetlerin rasüllere karşı gelmesinde nasıl bir rol oynuyorsa, velilerde bu sıkıntıyı tatmışlardır.”





Bu zevki eyler herkes bulmaz veli her nâkes





İren ana âdemde bir fırka imiş ancak





Kim ol deme buldu yol vasl oldu Niyâzi ol





Nâci denilen fırka bu zümre imiş ancak





Nice fehm etsin bizi pest katre-i naçizler





Karası yok sahili görünmez, çünkü derya olmuşuz.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Olmuşuz la anlatılmak istenen, tevhid yolun son mertebesidir. Bunlar “Bilmek, bulmak ve olmak” tır.





“ Bulmak demek, bilmek, görmek ve olmak demektir.”[256]





Olmuşuz’un sırrı aslında insanın kendini bulması ile her şeyin “O” olduğunu görmesidir. Çünkü her şey O, diğer manada Ben’dir.





Safiye Erol bir gün hocasını ziyarete gittiğinde, uzun zaman gö­rünmediği için sitem işitir. “Af buyurun efendim” sözleriyle özür dile­mek ister. Hocası Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîzin cevabı uzun zaman kendisini düşündürecektir: “Ben affetmişim ne çıkar? Sen kendi kendini affet.” [257]





Cümle halka bir bakışla çeşm-i bina olmuşuz.





Çeşm: Göz. Divan edebiyatında şairlerin çok sık kullandıkları, sevilene ait güzellik unsurlarının başta gelenlerindendir. Sevgilinin tüm vasıflarını üzerinde taşır. Rengi siyah veya elâdır. Gözün sihir etkisi yapan büyüleyici özelliği vardır ve âşığı büyülemekte üstüne yoktur. Bir süzgün bakış, âşığı sihirleyerek, kendinden geçirir. Aynı zamanda göz, gönül ülkelerini fetheden ve öldürücü özelliklere sahip olan bir uzuvdur.





Göz, görme vasfı bulunmasına rağmen, seveni görmezden gelir. Ayrıca gözün bakış tarzı da çok farklı anlamlara gelmektedir.





Terakkisi yüksek olanlar kendilerini ifade ederken kelimelerin yetersiz kalması teşbih ve tenzih yolu ile tarîkat yolunun büyüklüğünü açıklamaya çalışmışlardır. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin “sizler benim bildiklerimi bir bilseydiniz.” Buyurması söylenecek çok söz olduğunu gösteriyor.





Arife bu söz ayan illa avama gizlidir.





Lâ      (Lâ edri)  [258]





Efendi Hazretleri, ‘bu hale biz bir nazarla kavuştuk ve o bakış bizi cümle âlemin gözbebeği ihtiyaç kapısı yaptı’ diyerek buyurmasındaki hikmetteki asıl niyeti, sebebi hayatı olan şeyhi Tokatlı Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleridir. Olması için gerekli olanda bir anda olur. Bu bakış Allah Teâlâ’nın âlemi yaratmak isteyince günlerce düşünmeyip irade etmesi ve yaratması gibidir.





“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun buyruğu sadece, o şeye ‘Ol’ demektir, hemen olur.” (Yasin, 82)





 Efendi Hazretleri de kendini bu ‘Ol’ emrindeki nazarda bulmuştur. Bu ‘Ol’ bir doğuştur ki, ender olanlardandır. Bu O, ‘Ol’maktır. Çünkü yaratılmak demekle ‘Ol’mak başka şeylerdir. ‘Ol’mak doğmaktır. Onun için bu yola girmeyenler doğmuş değildir. Nitekim Hz. İsa aleyhisselâmın “iki kere doğmayan melekût âlemine erişemez” buyurması da beşerin unuttuğu aslını tekrar bulup  ‘Ol’ma sıdır. Tasavvuf lisanında manevi vücud ikinci defa doğuş demektir.  Büyüklerimize hayatı ömürlerini sorduklarında Tarîkata intisap yaşlarını söylerler önceki hayatlarını yaşanmış kabul etmezlerdi. Öyle ki, kabirlerini çocuk mezarı gibi yaptıranlar tarîkat yaşlarının küçüklüğünü esas almıştır.





Bir bakış demekteki mana;





Her şeye ‘bir’lik makamından yani vahdet-i şuhud makamından bakarak varlığın hakikâti olan Allah Teâlâ’nın maddî ve mânevî tasarrufuna kavuştuk demektir.





‘Bir bakış’ ta ki, diğer bir alt mana;





Mürşidi kâmilin sözü, bakışı her hali bir kimyadır. “Haki (toprağı) kimya (kıymetli maden) eder” sözü insan-ı kâmiller için geçerlidir.[259] ‘Kâmilden noksanlık zuhur etmez’ kavramınca mürşidi kâmil kendine teslim olanı eksik bırakmaz. Fakat terbiye edicide bir noksanlık varsa terakkinin olamayacağı da bilinen gerçektir.[260]





Efendi Hazretleri şeyhi hakkında ihvanlarına bilgi verirken ilk karşılaşmalarında olan “Sen Aişe Hanım’ın oğlu musun?” kelâm-ı ile gözler arasında olan bakışın bir aşkın temeli olduğunu defalarca teyit ederek “Gardaşlarım! Bu hal o hal” buyurarak; maneviyat alışverişinin bir anda da zuhur edeceğini bildirmiştir.





Shakspeare’in dediği gibi, kim sevdiğini ilk görüşte sevmemiştir ki.[261]





Bakışın terkibinde ise, tebessüm vardır. Bu tebessüm cemal mertebesinden zuhur eder. Rahman sıfatı aşikar olur. Rahim sıfatıyla da doğum gerçekleşir. Yeni bir hayat başlamış demektir.





İnsanı hayvanlardan ayıran ilk alâmetlerden biri: Tebessümdür! Bir çocuk yeni doğduğu vakit beşikte tebessüm eder. Çocuğun, kundak­taki tebessümleri ailenin saadetine saadet katar.





O kadar kanlı şanlı olan aşk da evvelâ tebessümle başlar.”





Aşkın başlangıcı tebessüm fakat nihayeti gözyaşı ve yü­rek yanığıdır.





Tebessümün insanlık âlemindeki mevkii çok ehemmiyetlidir. Hep muvaffakiyetler tebessümle hâsıl olur. Gülümsemez bir kimseyi görür­sen hasta zannedersin. Bu adam hiç gülmüyor, hasta veya asabi... der­sin.





Tebessümü bilmeyen bir koca, karısını mesut edemez ve nihayetinde de anlaşma hâsıl olmaz. Böylece tebessümü bilmeyen bir kadın da kocasını mesut edemez.[262]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ekseriyetle mütebessimdirler. Havva ile Âdem’in birbirleriyle buluştukları vakit tebessüm ettikleri söylenir.





Aşkın da başlangıcı öyledir, evet öyledir!” [263]





‘Bir bakış’ ta ki, diğer bir alt mana; Bütün insanlara ve tarîkatlar bendelerine bir bakıyoruz demektir.





Mademki, tarîke girmişsin, huzur ve edebi muhafaza etmen lâzım gelir. Sakın zihninizi bulandırmayın. Tarîkatleri, Kâdirî, Rifâî, Melâmî, şu ve bu diye ayırmayın. Tarîkatımız tarîk-i Muhammedi’dir. Baş­ka tarik aramıyoruz. Biz insan arıyoruz. Tarîkattan maksat, insan bul­maktır. Bunu hangi yolda bulursan eteğine yapış. Kâdirî’de, Mevlevî’de, Bektaşî’de, nerede bulursan yakala. Yoksa sâde bu şeyh güzel zikrettiriyor, demekle olmaz. Bir şeyhte aranılan, güzel zikrettirmesi değil, irfân-ı Muhammedi’sidir, kemâlidir. [264]





Olgunluğa erişmenin şartı yolun ehlini bulmak ve mürşidin himayesinde terbiye olmak ile olur.[265] Bunlar ise, bakışın birer meyveleridir.





Şeyhini Hakk bil Niyâzi kim    





Pir yüzündendir Hak hidayatı





İbn-i Atâ Hazretleri şöyle buyuruyor:





“Şeyh demek, seni bir kapıya davet eden kimse demek değildir. Şeyh, bila­kis seninle Allah Teâlâ ile arasındaki perdeyi kaldırandır, seni hevâ ve hevesin hap­sinden kurtarandır, seni Mevlâ’ya vardırandır. Şeyh dediğin; senin kalbinin aynasını cilalayarak onda Hakk’ın nurunun tecellisini sağlayandır.” [266]





Şeyh, Allah gibi aletsiz işler görür.





Müritlere sözsüz dersler verir. [267]





Kişinin dadısı, Allah Teâlâ’nın gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden kurtarır. Allah’a kul olan, Allah Teâlâ’nın gölgesidir. O bu âlemde ölmüş, Allah Teâlâ ile dirilmiştir. Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin onun eteğine sarılki, ahir zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın. [268]





Mef’ülü mefâilün, mef’ülü mefailün





Âdemde olan esrar bu demde imiş ancak.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Gerçi zahirde lisanı nâs ile güftârımız





Mürşid-i kâmillerin konuşma ihtiyaçları aslında insanların ihtiyacı olduğu içindir. Yoksa onlar devamlı huzurda olduklarından cemâlin karşısında hayran olup kalmışlardır. Bazen öyle hallere de varmışlardır ki, kendilerinde bile değildir. Ancak onların fark âlemine intikal ettiklerinde kelamları ilâhî âlemin neşesiyle ibrâzı hakikât eylerler.





“İnsan Allah Teâlâ’yı bildi mi kelle lisânuhû, yani lisânı susar. Bir hadîs-i şerifte de tâle lisânuhû,  yanilisânı uzar buyrulur. Yani icâbında ve sıra­sında, sırf halkı irşat maksadıyla söyler.





O yaygaracı motor, denizde bir parça yol alabilmek için kıyameti koparıyor, âlemi bîzar ediyor. Hâlbuki koskoca bir dretnot dağ gibi dal­galara göğüs verdiği ve ötekinden çok süratli gittiği halde sesini kimse duymaz. Şu da var ki, o dretnottaki ağırlığın küçük bir kısmı bu motora yüklenecek olsa derhal batar.” [269]





Efendi Hazretleri,  zahirin bağlayıcı olmadığını,  bizim zahirimize de hüküm edip, yoldan kalmayın.  Bizden istifade etmenin yoluna gidin demek istemiştir. Akıl gözü, sezgi gücüne yoğun bir baskı yaptığından bu zor bir iş olmuştur. Kalblerin genişliği birdir fakat marifetleri bir değildir.





Sırrı insandan haberdar ol, selamet bundadır.





Lâ edri





İnsan kendisini lisanın iç manalarına vermelidir; sözlerin dışyüzünden dinlemekle bir şey hâsıl olmaz. Kelâm’ın bir cemâli vardır ki, Allah Teâlâ onu sevdiklerine vermiştir. Bunu şu menkâbe çok güzel teyid eder.





Bir gün Hazret-i Abdülkâdir kuddise sırruhu’l-azîz vaaza geç kalmış. Cemaatin bekleme­mesi için, devrinin âlimlerinden olan oğlu, kürsüye gelerek iki saat va­az etmiş. Fakat etrafında ne bir heyecan ne bir alâka uyandırabilmiş. Nihayet Hazret-i Abdülkâdir kuddise sırruhu’l-azîz telâşla gelerek:





“Özür dilerim ey cemaat, geciktim. Valideniz yumurta pişirmişti, sahan düştü yumurtalar kırıl­dı..” Deyince, cemaat ağlaşıp feryat etmeye başlamış. O zaman Abdül­kâdir Hazretleri’nin oğlu: Aman baba, iki saattir bunca söz söyledim de kimseye tesir etmedi. Sen, yumurtalar düştü kırıldı, deyince cemâat birbirine girdi diye hayret etmiş. [270]





Eve gidince hayretini babasına açmış ve hikmetini sormuş. O da, “Ey Oğlum! Eğer sen de Bağdad çöllerinde 25 sene nefsinle mücâhede etseydin, semeresini görürdün” buyurmuşlardır.[271]





Efendi Hazretleri bu mısrada zahir ve batın farkını açıklıyor. Zahirde biz sizinle söyleşir görünürüz, fakat mana tarafında sözümüz fiilimiz Allah Teâla iledir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın mahlûkat üzerindeki tasarrufunu bizden de gösterir. Allah Teâlâ’nın kelâmına bütün yaratılmışlar âşıktır.





Konuşanın, Allah Teâlâ olduğu bir haldir.[272] Şayet sen olmazsan, senin yokluğun kadar Hakk’ın varlığı zuhur eder. Efendi Hazretleri bu durumu ihvana haber vererek tedbirli olmalarını da istemektedir. Çünkü insan bilmediği karşısında belki mazur olabilir. Fakat bu cahillik terakkiye mani sebep olduğundan mürebbinin talebesini yetersiz bırakması da uygun olmaz. Bu nedenle meselenin iç yüzünü remzen bile açıklamak rahmet olmuştur.





Mana yüzünden soyunup hep muarra olmuşuz.





Aradığın şeyi Âdem-de ara, sakın Âdem-i terk edip taşrada boşuna vakit zayi etme. Dıştan bakıldığı zaman âdem katre görünür ama aslında O’nda derya gizlidir, demektir.





Her şeyin özünde Hakk’ın hakikâti var olduğundan bu âlem ve âdem Hakk’ın tecellileridir. Hakikât gözü ile bakan Yaratıcıyı yaratılanda temaşa eder.





Allah Teâlâ “Musa aleyhisselâma Firavun’un nimetlerinden elini ve ağzını yıkadığından Kerem deryası ona bembeyaz el (yed-i beyza) vermiştir.





Aynı bunun gibi gönül Musa’sı, bir Firavun gibi olan nefs nimetinden, yani nefsin hazlarından hırs elini, aç gözlülük dudağını yunarsa padişahın ke­reminin deryası ona da bembeyaz el, doğruluk ve saflık bağışlar. Mananın hedefi Allah Teâlâ’ya varmaktır. Varanda mananın dahi varlığı kalmayıp soyulur gider.





Efendi Hazretleri bu mısrada yokluk ve vahdet üzerinde aldığı hal ile kendinde zuhur eden sözlerin bile asıl sahibinin kendi olmadığını, ihvanın Hakk kapısından feyz alması gerektiğini haber veriyor. 





Ayinedir bu âlem her şey hak ile kaim,





Mir’atı Muhammed’den Allah görünür daim.





İsmail Hakkı Bursevi kuddise sırruhu’l-azîz [273]





Muarra soyulmak, çıplak olmak, bir üst mana ise, ‘Yokluk’ demektir. 





Efendi Hazretleri ihvana şeyhi Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîz ile Allah Teâlâ’da kavuştuğu yokluk makamının mânevî terbiyede asıl hedef olduğunu göstermiştir. 





Yokluk bu yolun esasıdır.  Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Gardaşlarım! Bir zaman sonra gördük ki, elimiz şeyhimizin eli, her şeyim şeyhimiz olmuş. Biz yok olmuşuz, O var olmuş. Yok olun. Gardaşlarım! Yok olun, sonunda Allah Teâla var olur.”





Yok olma, ihvan varlığını fena yolunda Fena fi’l ihvan, Fena fi’ş şeyh,  Fena fi’r rasül ve Fena fi’l Allah’ta seyr ettirip, beka menziline uğratıp, zat-ı tecellide istiğrak ve muhabbet manası ve bu hallerin inkişafı ile terakki etmesini sağlamak demektir. Neticede zat tecellisine mazhar olanlar vücud âleminde,  vücud-ü ilahiden başka bir şey görmezler.





Var idi Allah, yok idi eşya





Öylece el’an oldu kemâkân [274]









Muhammed Bahâeddîn Nakşibend kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine;





Sizi kabre koyarken hangi ayetleri okuyalım” diye sorulunca:





Değmez”





Bir alay müflisleriz geldik der ihsanına





Şey’-i li’llah eyleriz hüsn-i ruy-i tabanına [275]





İlahisini okuyun. Buyurdular.





Aşk ateşi ister ki, Hakk’tan başka hiç var olmasın










VALİDEM MERHUME AÇMIŞTI BİZE BİR KUTLU FAL





RAVZA-İ PAKİ ZİYARETTE DEMİŞTİ, “EY KERİM-ÜL MÜTEAL





BU HABİBİN HURMETİNE VER BANA FERZEND Bİ- MELAL





ANDAN ALDIĞI LİBASI BUNDA İKSA OLMUŞUZ. [276]





Efendi Hazretleri birinci kıtadan sonra doğumu ile olan harika olaylara geçmesi, bu yolda maneviyatın önceliğini ve beşeri hayatın manevi bağlantısını açıklamak istemiştir.





Batın ve zahir birbirini tamamladığı için tevhid yolu bu ikiliyi birleştirmekten geçmektedir.





Efendi Hazretleri burada, annenin rahim sıfatıyla kendinde olan bereketin yolunu açıklamaya çalışmıştır. Çünkü kadında olan yaratıcılık babada bulunmadığı gibi kadında olan vasıfların evlatta tezahürü babadan daha fazladır. Efendi Hazretlerinin sülâlesinin memuriyet ile iştigal ettikleri muhakkaktır. Fakat annesi Aişe Hanımefendi ise, bu hayat tarzını mânevî cepheye kaydırmıştır. Bunda ise, etkin olan Aişe Hanım olmuştur. Onun içindir ki; babası hakkında fazla konuşmayan Efendi Hazretlerinin hayat felsefesinde annesinin etkisinin çok olduğunu ve “Anam, Osmanlı bir kadındı” sözünü çok söylemiştir.





 Ayrıca Efendi Hazretleri buyurdular ki;





 “Gardaşlarım! Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizlere şu müjdeyi verdi. Oğlum İsmail, seni biz kendi toprağımızdan yoğurduk ve ekşitmedik.”





Annesi bu sırra vakıf olduğundan,  Efendi Hazretlerinin yetişmesi hususunda titiz davranmış ve maddi yönden çok manevi yöne yönelmesi hususunda gayret göstermiştir.   Annesinin;





“Oğlum mazhariyetin çok büyük, sana abdestsiz süt vermedim” dediğini Efendi Hazretleri çok defalar söylemiştir. Ve





İsmail’im âzam sensin





      Gül yüzlü tâzem sensin





      Dört kitabın hakkı için





      Gönlümde gezen sensin.





Beyitlerini çok zaman kendileri tekrar ederdi. Efendi Hazretleri validesinin memurluk yapmasını istemediğini





“Mazhariyetin büyük, ben sana cami hademesi ol dedim, sen memurluk yapıyorsun; adam olmadın oğlum” sözünü gözyaşları ile söylerdi. Efendi Hazretleri;





“Validemiz, cami hademesi ol dedi biz olamadık, fakat bugün hiç olmazsa da tamiratları ile meşgul oluyoruz” buyurdular. .





Validem merhume açmıştı bize bir kutlu fal





Fal: Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yollar.





Valide’nin uzun bir zaman dua kapısında beklemesi ve evlat iştiyakı O’nun müjdesindeki bekleyiş fal bakanlardaki hayalin yüksek derecesinde ümit ve korku arasında bırakmıştır. Efendi Hazretleri hayatı boyunca nefsânî bir düşüncesi olmamasına rağmen, kendi doğumunu ihvana anlatması çok manidardır. Doğuş olayını fal ile bağlamasındaki hikmet beşerî âleme teşrif eden Efendi Hazretlerinin yaratılışı ancak dünyevî âlemde hayalin sınırlarını zorlayacak kadar harika olmasındandır. Çünkü validesi uzun bir zaman evlat hasreti ile kaldığından Allah Teâlâ’nın bu bağışını, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin babası Abdullah’ın hayatının fal oklarının takdirine bırakılması ile eşleştirmiştir.[277]





Ravza-i Pâki ziyarette demişti, “Ey Kerim-ül Müteâl





Ravza-yı Mutahhara Temiz bahçe, cennet köşesi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabr-i seadetleri manalarına gelmektedir.





Bu Habibin hürmetine ver bana ferzend bi- melal





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Cennette bulunduğu makamın ismi “Vesile”dir.[278] Burası Cennetin en yüksek derecesidir. Cennette bulunan herkese birer dalı yetişecek olan “Sidre’tül-münteha” ağacının kökü oradadır. Cennettekilere her nimet, bu dallardan gelecektir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dünyada iken olduğu gibi, Hakk’a yürüdükten sonra da, dünyanın her yerinde, her zaman O´na tevessül edenlerin, yani O´nun hatırı ve hürmeti için isteyenlerin duasını Allah Teâlâ kabul eder.





Bir bedevi, Ravzâ-i Mutahhara´ya gelip,





“Ya Rabbi! Köle azat etmeği emrettin.





Bu senin Rasûlündür. Ben de, kölelerinden biriyim. Nebi’nin hatırı için, beni Cehennem ateşinden azat et!”dedi.





“Ey kulum! Niçin yalnız kendinin azat olmasını istedin?





 Bütün kullarımın azat olmalarını niçin istemedin?





Haydi git! Seni Cehennemden azat ettim” sesi işitildi.[279]





Büyüklerimiz buyurdular ki;





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi vesile ederek bir kul ihtiyacı için Allah Teâlâ’ya dua ederse, bu dua melekler vasıtası ile Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme ulaştırılıp,





“Filan kişi, haceti için Sizi vasıta kılarak Allah Teâlâ katında aracı olmanızı istiyor. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem de onun için aracı olur. Allah Teâlâ’da bu isteği geri çevirmez.”  [280]





“Ümmeti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin en büyük özelliği ise, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemi her işlerine vesile kılıp öylece Allah Teâlâ’ya niyazda bulunmasıdır.





Onun için “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir adama dua buyurduğu zaman, o duadan çocuğu ve torunu bile faydalanırdı.”





Bugün dikkatle incelendiğinde büyük şahsiyetlerin soy kütüğünde bu durum fark edilir.”[281]





Hazret-i Maruf-ı Kerhî kuddise sırruhu’l aziz dostlarına söyle derdi:





“Şayet Allah Teâlâdan bir dileğiniz olursa, o hacetin görülmesi için, beni vasıta kılarak isteyin. Hacetinizin tahakkuku için vasıtasız olarak dilekte bulunmayın.” Ona bunun nedeni sorulduğunda,   hazret şöyle der:





“Çünkü bu gibiler, Allah Teâlâyı bilmediklerinden Hak Taâlâ on­lara icabet etmez; bilmiş olsalardı, Hak Taâlâ, onlara icabet ederdi.”





Yine büyük velilerden biri olan Allah Teâlâ’nın rahmeti üzerine olsun, Şeyh Muhammed el-Hanefî eş-Şazelî kuddise sırruhu’l aziz Hazretleri, Kahire’de bir yerden bir yere cemaati ile birlikte su üzerinde yürüyerek giderdi. Kendi cemaatine şöyle derdi:





“Ey Hanefî! Diyerek peşimden gelin. Sakın Ey Allahım diye bir söz etmeyin. Sonra suda batarsınız.” Cemaatten biri şeyhinin nasihatine kulak asmayarak, peşinde su üzerinde giderken, “Ey Allahım” diye seslenince, sakalına kadar suya batar. Şeyhi ona şöyle der:





“Ey oğlum, henüz sen Allah Teâlâyı tanımıyorsun ki, su üstünde Onun adıyla yürüyebilesin. Ben sana, Allah Teâlânın büyüklüğünü öğretinceye kadar benimle birlikte ol, sabret ki, aradaki vasıtaları düşüreyim” buyurur. [282]





Hacı Valide çocuk elbisesini Ravza-i Pak’e bırakınca âlemin yaratılış sebebi olan Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme tevessül ederek





“Ya Rasül Seninle Rabbime müracaat ediyor ve istiyorum ki; kapına gelenler Seninle müracaat ederlerse dileklerine kavuşurlar.





Ey ikramı bol cömert, her makamda itibar sahibi olan Ey Rasül Sen’inle Kerim ve Müteâl Rabbimden maddi ve manevi kemâlata sahip bir evlat istiyorum.” [283]





İşte bu evlat Efendi Hazretlerinin kendisi olacaktır.





Bu konuya bir benzer hadisede şu şekilde olmuştur.





Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine müridi Muhammed,  evlat için müracaat etmişti. O’da levh-i Mahfuzdaki yazıya istinaden evlattan nasibinin olmadığını söylemiştir. Gavsü’l-âzam Abdülkâdir Geylânî Hazretleri mahzun olan müridine şefkatinden;





“Sulbümüzden gelecek bir evladı Rabbim sana bahşetsin” buyurdular. Bu doğacak evlad Muhyiddîn İbn’i Arabî kuddise sırruhu’l-azîzdir. Bu bir sırrı ilahidir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme saygıda bulunanın Allah Teâla tarafından göreceği mükâfat sonsuzdur. [284]





“Allah Teâla ve melekleri, Rasülüne çok salâvat getirirler.” (Ahzab, 56)





Ayette, Allah Teâla ve meleklerin O’nun tarafından gelen isteklere olumlu cevap vereceğini haber vermektedir. Onun için Ümmet-i Muhammed O’na karşı olan sevgiyi sonsuzluk derecesine vardırmıştır.





İmam-ı Rabbani kuddise sırruhu’l-azîzin





“Ey Allah Teâla’m Seni Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Rabbi olduğun için seviyorum” bu gerçeği açıklamaktadır.





Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kaim,





Mir’atı Muhammed’den Allah görünür daim.





Efendi Hazretleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan kemal derecesindeki muhabbet ve aşkın ifâdesine olarak vekâlenin duvarındaki nadide tablodaki HU ism-i şerifinin göz çeşmelerinden inci taneleri gibi dökülen yaşlar şahittir. Belki de sevgilisi Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme kalben akıttığı yaşların maddi âlemdeki aksi timsali olmuştu.[285] O’nun nemli gözleri, vekâlenin duvarları, eşyaları ve gelen giden misafirleri çok defa Leylâ Hanım’ın şu mısraları ile dile gelmiştir.





“Ah min el- aşkı ve hâlatihi
Ahraka kalbî bi hararatihi
Ma-nazara aynî ilâ gayrikum
Uskimu billahi ve ayatihi”  
[286]





      Vücudum mübtelâyı derdi hicran oldu ser-tâ-pâ





      Bana ağlayın ki, yarin asistanından cüdâyım ben





      Acep mi gelse çeşmimden sirişkim böyle mahzundur





      Ciğerde onulmaz bir derde mübtelâyım ben.[287]





Leylâ kuddise sırruhu’l-azîz Hanım[288]





İşte fal kapısından açılan hayat ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden aldığı nisbete işaret olan elbise ile bu beşer ve dünya âlemine gelen Efendi Hazretlerini saadet yoluna Mürşid-i Kâmil oldu.





Andan aldığı libası bunda iksa olmuşuz.





Elbise, nimetinin ayıp ve örtülmesi gereken yerini örtmek; korunmak, güzel bakışı cezbetmek ve kötü bakışı defetmek; faydalı bir görünüş, edeb ve vakar rahatlığı ile güzelleşmek için giyilir. Her yönüyle faydalı bir nesnedir. Elbise giyenin heybetine mânevî bir yön kazandırır. En güzel elbise maneviyat ve takva elbisesidir.





Çıplaklık tercih edilmediği için elbise giyene rahmet olur. Tarîkat yolunda alınan nisbetin keyfiyeti yol için en büyük sermaye olur. Elbisenin nisbeti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden olursa kıymetine paha biçilmez.





Efendi Hazretleri elbisedeki nisbet ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle hakîki birlikteliğine işaret ederek ve “Ümmetimin âlimleri, Ben-i İsrail’in nebileri gibidir” hadisi şerifine işarette etmiştir.





Tarîkatta Elbise Veya Hırka Giymek





“Zikir telkininden sonra şeyh, ya o gün ya da bazen hayli uzun bir müddet sonra özel bir merasim­le müridin başına bir taç koyar veya sarık sarar yahut arkasına bir hırka giydirir. Bu merasimden kastedilen şudur:





Şeyh müri­din arkasından giysisini ve başından şapkasını alırsa bundaki niyeti onun kötü ahlâkını kaldırıp gidermektir. Müridin arkasına ya bir hırka veya başka bir elbise giydirmekten ve başına bir taç koymaktan ve sarık sarmaktan maksat da ona bütün güzel ah­lâkları giydirmektir.[289] Buna göre örnek olmak üzere Nefhatü’r-Riyazu’l Aliyye isimlikitapta, Kadiriler arasında taç giydirilmesi şu şekilde anlatılmaktadır.





“Bir müride şeyh, taç ve hırka giydirmek istediğinde, şeyh ve mürid yukarıda geçtiği şekilde abdest alıp taç ve hırkayı mü­ridin önüne koyar. Ondan sonra Kitab’ın sonunu kıraat edip, Allah Teâlâ’dan ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden vekilliği kast ve niyet ederek kendi eliyle hırkayı müride giydirir. Bundan sonra hangi şeyhe intisabı varsa onu ve onun şeyhini tâ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ulaşıncaya kadar her birinin şerefli ismini beyan edip der ki;





Benim şeyhim falan, bana mübarek eliyle giydirdi. Ona da filan giydirdi.”





Sonuna kadar şeyhlerini sayıp:





Ben de şeyhimin giydirdiği minval üzere sana giydirdim,’der veya icazetnameyi okur.”





Taç





Şeyhler, yol ve irşat ehli olduklarından tacı yol bakı­mından ve isteyerek zahir ve batına uymak üzere özellikle tertip etmişlerdir. Meselâ bazıları taçlarını bir parça yapıp “İnnallahe ferdün yuhibbu’1-ferd – Allah Teâlâ tektir, tek olanı sever,” hadîs-i şerifine uygun muamele etmişlerdir. Bazıları dünya veya ahiretin terkine işaret olmak üzere iki parça (dilim) yapmışlar, bazı­ları da tevhid-i ef âl, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat’a[290] delâlet et­mek üzere üç diğerleri dörtlülere, yani ilimlere nefslere, tabiat­lara ve dört unsura delâlet etmek üzere dört, bazıları beş duyguya ya da İslâm’ın şartları­na veya beş vakit namaza delâlet etmek üzere beş dilim yapmış­lar. Altı cihete ve imanın şartlarına işaret için altı, yedi isme de­lâlet için yedi, sekiz cennete işaret için sekiz, dokuz kat göklere işaret için dokuz, tevhid kelimesinin harflerinin sayısını veya on iki imamı hatıra getirmek için on iki dilim yapmış oldukları gi­bi bazı taçların 13, 14, 24, 28 dilimleri vardır ve bunların hepsi bir şeye işarettir.





Hırka





Fakihler ve muhaddisler bu merasime itiraz etmişler,[291] fakat şeyhler bu kaidenin Hazreti Hızır aleyhisselâmdan miras kaldığını iddia ederler. Nebilerin övüncü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin de yüce sünnetleri olduğunu haber verirler. Hatta Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ölüm­süzlüğe göçmelerinden sonra hırkalarını Üveys el-Karanî’ye vasiyet buyurmuşlar. Bundan dolayı Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ebediyete geçmesini müteakip Hazreti Ömer radiyallâhü anh, bu kutlu vasiyet üzerine İmam Ali radiyallâhü anh ile birlikte gidip emaneti Üveys radiyallâhü anh’a teslim etmişlerdir. Yakub aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma giydirdiği gömlek de hırka giy­dirmenin makbullüğünü isbat için delil olarak ileri sürülür.





Meşâyıh hırkayı ikiye ayırıyor:





1-Teberrüken (uğurlu ve mübarek sayarak) giyilen hırkadır.





2-İrade hırkası’dır [292] ki, söz konusu olan hırka budur. Zira bu hırkaya giyecek kimse için şeyhe tamamen teslim olmaktan başka çare yoktur.[293]





Şeyh, hırkanın şartlarını yerine getireceğine ve edebine riayet edeceğine dair müridden söz alır. Mürid, şeyhe bir emanettir, hevâ ve hevesle onda tasarruf edilmez. Müridin, şeyhinden izinsiz ayrılması uygun değildir. Müridin himmet zamanı ve usûlü şeyhin takdir edeceği vakit ve hallerdir.





Mürşid-i Kamil de bulunduğu âlemin iksiridir. Kimyacıların kullandığı Kibrit-i Ahmer-i[294] gibi, konulduğu şeyi altın eder.  Onlarla nice ölüler dirilir, niceleri kemal bulur. Onların cisminin ve bulunduğu mekândan feyz hiçbir zaman eksik olmadığı gibi kıyamet gününe kadarda devam eder gider. Eğer bu şekilde bir durum olmamış olsaydı maddî hiçbir mirasları olmayan bu kişilerin kabr-i mübarekeleri hala ayakta kalmaz ve adları unutulurdu.





Büyüklerimizden işittiğimize göre “Büyüklerin bastığı topraklardan yüzyıllar sonra dahi feyz alınır.” Buyurmuşlardır. Eğer onların teberrüken bir eşyasına da sahip olmak onlardan bir nisbete sahip olmak ile eş değerdir.





İmam Mâlik (radiyallahü anh) buyurdu ki;





 “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bulunduğu toprağı, hayvan ayağı ile çiğneyip geçmeye Allah Teâlâ’dan utanırım”





Halid İbn-i Velid radiyallâhü anh bir savaşta Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in içinde kılı bulunan sarığını yere düşürdü. Onu alıp başına koymak için çok zaman geçince, bu beklemeden dolayı pek çok insan öldü. Sahabe bu hali hoş karşılamadılar. Halid İbn-i Velid radiyallahü anh;





“Ben bunu sarık için yapmadım. Bilakis, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin saçında bulunan bereket için yaptım. ki, bu kıl müşriklerin eline düşüp onun bereketinden mahrum olmayayım” dedi.





Saçının bir teline cihan feda olsun.[295]





TA EZELDEN İNTİSABIM, ÂLEMİN SEYYİDİNE





DÜŞTÜM AŞKINA GELELİDEN BU ANASIR BENDİNE





ÇOK ARADIM YÜZ TUTUP HAKK-IN KENDİNE





ÂLEM-İ DEVRAN İÇİNDE HUBB-U MEVLA OLMUŞUZ [296]





Ta ezelden intisabım, âlemin Seyyidine





İnsanda bulunan aşk-ı muhabbet ezel anlaşmasının en kusursuz örneğidir. Bu ise, ezel-i ervahta (Ruhlar âleminde) mürşidimizin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile bir ahitleşme yaptığı bir haldir. Bu aşk sonradan olmadı demektir. Her şey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile oldu ve O’nunla devam edecektir.





 “Yaratılışın öncesi Ruh-i Muhammedî, sonu ise, insaniyetin yaratılışıdır.[297] Yani bütün kâinatın yaratılışının başlangıcı ve kökü Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa aleyhi ve sellem Efendimizdir.





 Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz yaratılışta da ruhanî yönü ile her şeyden öncedir. Ruhanî ve cismanî cihetlerin geldiği yerdir. Nitekim hadîs-i şerifte gelir,





“Allah Teâlâ önce benim ruhumu yarattı.”





Nebilerin, evliyaların ve diğer insanların ruhları da, O´ndan ayrılan tâli unsurlardır. Onun için buyurdu ki,





 “Ben peygamber iken, Âdem aleyhisselâm çamur ve su içinde idi.” “Biz sonradan gelmiş, geçmişleriz”





Yani yaratılış itibarı ile sonra gelmiş olsa bile Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz mahlûkattan önce yaratılmıştır.





Bunun üzerine Fahr-i Âlem sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz kendine mahsus unsurları ile öncelik sahibi oldu. Kâinatın yaratılışı bu hakikât üzere tamam oldu.





Zira mübarek ruhları ruh-u cami olduğu gibi, cisimleri de cism-i kâmil idi. Yaratılmışlardan ve diğer nebilerden O´nun şemail-i ve hilye-i şeriflerini derleyecek, toplayacak, kemaline ulaşacak ve tamamlayacak biri gelmedi ve gelmeyecektir.”[298]





Yerinme nâkısım diye kemal ehlini gördükçe





      Kamu noksanı tekmil eden Âdemden haber geldi.









Bir hadisi kutside Allah Teâlâ buyurur ki;





“Kendi kendimi sevdim, bilinmek istedim, bundan dolayı âlemleri halk ettim.”





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hakikâtine biraz olsun vukuf peyda etmek de âdemliğin sırrına erip, hayvani sıfattan kurtulmaya sebeptir.





Âlem geniş olsa da manevi genişlikten yoksundur. Âlemi yaratan Allah Teâlâ kendi isim ve sıfatlarını âlemde tecelli ettirmişse de, toplu olarak zatına mazhar olacak bir kabiliyet ve yetenek İnsan-ı Kâmil olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme nasip olmuştur.





“Ya Habîbim Sen olmasaydın Bu kâinatı yaratmazdım.” Sırrının gereği bu âlem Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin nurundan derece, derece yaratılmıştır. Allah Teâla Hakikâti Muhammedi’ye denen aynada Habîbine olan aşkından bu âlemleri yaratmıştır. Bizzat Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin aynasında Hakk kendini methetmektedir. Bu nedenle Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, her iki ciheti yani zahir ile batını kapsamış ve tevhit esasının merkezi olmuştur.





Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kaim,





Mir’atı Muhammed’den Allah Teâla görünür daim.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme iman etmedikçe hiçbir kurtuluş yolu olmadığı gibi, marifet yolunu da kat etmek Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ile olmaktadır.





Yolun uğramazsa Muhammed’e





Göçtü kervan kaldın dağlar başında.





Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





Düştüm aşkına geleliden bu anasır bendine





İnsan ilâhi sevgi ile var olup ve ayrılırken, dört ana unsuru, ceset ile ruhu bir tutabilen varlıktır. Bunlar da iç içedir. Bu nedenle dört unsur insanın ruhî şahsını ve vücudî imanını da teşkil eder. Bunların hakikâtine karşılık kalb, ruh, sır, hafi unsurları konulmuştur.





Ruh ilâhî varlıktır. Allah Teâlâ’nın emriyle cesetle dünyada bir süre kaldıktan sonra, kaynağına, yani Allah Teâlâ’ya dönecektir. Bu nedenle insanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır biçimde davranması, doğruluk, erdem, güzellik gibi değerlerden ayrılmaması, özünü hakiki bilgiyle süslemesi gerekir.





“Ruhun mebdei (başlangıcı), Allah Teâlâ’nın Arş’ının nurundandır. Yerin toprağı ise, cismin aslı ve vatanıdır. Ruh gurbet­tedir, cisim (beden) vatanındadır. O hâlde (Ya Rab!) Garip, mahzun ve vatanından uzak olan ruha merhamet et.”





Mevlâna Celâleddin-i Rumî Kuddise sırruhu’l-azîz





Aşk





Aşk kelimesi, Farsçada ışk’tan gelir. Işk’ın Türkçe anlamı, sarmaşık bitkisi demektir.[299] İnsan bu kesret (dünya) ve unsurlar (toprak, su,  ateş ve hava) âlemine gelince istemeyerek aşk ateşini ruhunda bulmuştur.





“Aşk, çok kuvvetli bir mıknatıstır. O, bir iksîr-i âzamdır.”





Aşk: kalple tam bir muhabbetle sevmek, sevgiliden başka her şeyden yüz çevirmektir. Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet denilmez.





Siz şehvetin ismini aşk koymuşsunuz.





Eğer öyle olsaydı, eşek, insanların şahı sayılırdı.”





Mevlana kuddise sırruhu’l-azîz 





Aşk üç türlüdür: Mecazi aşk, Ruhani aşk,  İlâhi aşk.





Mecazi aşk; köşeyi dönmekle ve nikâh dairesinde biter.





Ruhani aşk; ruhbanların aşkı gibidir.





İlâhi aşk; nebilerin aşkıdır.





İlâhi aşk





Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Gerçek aşk, Allah Teâlâ’yı ve O’nun sevdiklerini sevmektir. Aşk ile nefis terbiye olur, ahlâk güzelleşir.





Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı ve mezhebi de Allah Teâlâ’ dır.[300]





Bu ilâhi aşkın katresini yerler, gökler kaldıramaz ve kabul etmeye güç getiremezler. İlâhi aşkı kalem yazamamıştır. İlâhi aşk elden ele dilden dile, pirden pirle gelmektedir.





“Âşık, daima aslî vatanını özler.





Her şeyde olduğu gibi âşıklar arasında da derece farkı vardır. Bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize sormuşlar:





“Yâ Rasûlüllah kaç günde bir ziyaretinize gelelim? Diye.





“Haftada bir geliniz. Sizin de beni, benim de sizi göreceğimiz gelsin!” buyurmuşlar.





Âşıkların biri de aynı suali sormuş. Ona:





“Sana zaman yoktur, ne vakit istersen!” buyurmuşlar.





Âşık huzura her zaman lâyıktır. Çünkü huzura lâzım olan edeptir. Gerçi âşıkta edep yoktur. Fakat aşkı edeptir.





Hâlbuki herhangi bir sâlik mürşit huzurunda bir kötü zanda bu­lunsa, şeriatça kâfir olmasa da, tarîkat kâfiri olur. Âşıktan ise, bu gibi ters ve kötü vehimler ve zanlar sâdır olmaz. Çünkü o vücudunu silmiş, silip lâ “yok” olduğu için âşık mertebesini bulmuştur.





Âşık, canandan her türlü cilve ve oyunu görmüş, her çeşit muame­le ve imtihana mâruz kalmış olduğundan, mürşidin bir beşerî tarafı ol­masını tabiî bulur.





Fakat henüz hamlık devresini geçirmemiş bir sâlik için mürşit, hayâlinde yarattığı insandan gayri bir varlıktır. Onda beşer olarak yaratılmış olmanın gerektirdiği tabiî bir hâli görünce yadırgar.” [301]





Zeliha’da çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adını Yusuf takmıştı. Onun adını gizli bir surette yazmış, mahremlerine o sırrı bildirmişti. Mum ateşten yumuşadı dese bu söz, o sevili bize alıştı, sevdalandı demekti. Ay doğdu, bakın dese yahut söğüt ağacı yeşerdi diye bir söz söylese.[302]





Aşkın verdiği gam ile delirmiş Hakk âşıklarının ne güzel âlemleri vardır. Yara ile merhem onların nazarın­da birdir.





Âşıklar o dilencilerdir ki, padişahlığa meyletmez, kaçarlar. Cenabı Hakk’ın visali ümidiyle dilencilikte da­yanır, dururlar.





Onlar melâmeti içerler, yârin sarhoşlarıdır. Sarhoş deve ise, yükü çabuk götürür.[303]





Çok aradım yüz tutup Hakk-ın kendine





Her çalışmanın bir karşılığı vardır. Karşılıkların eksiksiz verildiği kapı Hakikât-i Muhammediye’den tecelli eden Allah Teâlâ’nın kapısıdır.





Efendi Hazretleri, başlangıcın ve dönüşün Allah Teâlâ’ya olacağını bildiğinden bizler gibi siz de bu kapıda çalışın, diyerek ihvanı gayrete getirmek istemiştir. Büyüklerin vuslat gayreti neticede insanların yükselmesine yardımcı olmaktadır. Bu ise, beka yolunun sermayesi olmaktadır. Öyle ise, bir zaman bu kapıda ısrarla yüz tutmak gerekir.





Bu hususta Mevlana kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri: “Uyursan bir yol üzerinde uyu. Çünkü bir yolcu geçerken seni tekmeler kaldırır, ama yolun dışında veya herhangi yaban tarlalarında uyursan oradan kimse geçmez ki, seni kaldırsın” Yani bir kâmile bağlan, o kâmil noksan dahi olsa, senin teslimiyetin var ise, hakiki bir mürşid gelir seni kemale erdirir.





Dinle neyden kim hikâyet etmede





      Ayrılıklardan şikâyet etmede





Mevlana kuddise sırruhu’l-azîzin aşkı koca bir mesnevinin yazılmasına sebep olduğu gibi derdinin ateşini anlatarak, binlerce insana hidayet olmuştur.





Bakın Molla Cami kuddise sırruhu’l-azîz ne di­yor:





“Her kim Mesnevîyi akşam sabah okursa ona cehennemin ateşi haram olsun.” [304]





Âlem-i devran içinde Hubb-u Mevla olmuşuz





Nasıl ki, dünyayı imara çalışanlar varsa, maneviyatın mimarı ile iştigal eden Allah Teâla dostları olacaktır.  Hubb-u Mevlâ sözü ile büyükler nefislerinden tamamıyla fâni ve Hakk ile baki oldular. O’nun için Efendi Hazretleri bu sözü söyledi. Bu lisandan dökülenler Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen sözler gibidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın sevgilisi sıfatına Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kavuşmuştur. Kişi sevdiği ile beraber olduğundan Muhammedîlerin de bu makamdan istifade edecekleri aşikârdır. [305]





Efendi Hazretleri mahbûbiyet makamının her haliyle bir ilaç olduğunu ve nefisten koruduğunu açıklamıştır. Bu nedenle yolumuza gelen bizi bilenlere hizmetkârız demek istemiştir.





Bir şeye mahlûk gözüyle baksan o mahluk olur





      Hak gözü ile bak ki,  bî-şek nur-i Yezdan andadır.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Can vermekse esasen aşıkın vergisidir. Hak uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da can bahşederler. Şu çınarın yaprakları dökülürse Allah Teâlâ, ona yapraksızlık azığı bağışlar.[306]





Nice ağlayam kılmayam feryad





Giriftaram aşkın bi-nevâsıyım





Leylî’nindir Mecnûn, Şirin’in Ferhad





Ben de şehnigârın mübtelâsıyam





Neylerem dünyayı neylerem malı





Neylerem Keşmir’i neylerem şalı





Ben divan-ı aşkam zülfün pâmali





Server-i hûbânın bir gedâsıyam





Halka-i ridânın çalaram nayın





Giriftâram aşkın çekerem yayın.





Tanımızam mezhep bilmezem âyin





Kilisa-yi aşkın Mesihâ’sıyam





Zahiri Melâmi bâtını bî-kin





Peymânesi memlû badesi rengin





Sahn-ı meyhanede seccade-nişîn





Zümre-i rindânın muktedâsıyam





Ey Seyyid Nigâri ey aşkı tuğyan





Ey âşık-ı şeydâ ey kârı efgân





Kervan-ı aşka benim sâriban





Ferhad-ü Mecnûn’un rehnümâsıyam [307]





KÜNHÜ-MÜ BİLMEK DİLERSEN SIRR-I HÂKİ-DİR ÖZÜM





ANIN EDVARINCADIR DAİM ÖZÜM VE SÖZÜM.





HER NEYE BAKSA BASAR HAKİ-DİR ÖZÜM VE SÖZÜM





ZİRA EVVELDEN ANINLA TEK-Ü TENHA OLMUŞUZ [308]





Künhü-mü bilmek dilersen sırr-ı hâki-dir özüm





Anın edvarıncadır daim özüm ve sözüm.





Âlemde eşya, dört unsurdan teşekkül etmiştir.





Toprak, su, ateş ve hava dır. Her eşyada bir unsur galebe çalar. Bu özellikleri üzerinde olan etkiyi artırır. Efendi Hazretleri burada unsuru asliyesinde Toprak’ın galebe çaldığını bildirmişlerdir. [309]





Efendi Hazretlerini tanımak isteyen “Toprak”taki sırrı incelemeli ve buradan bir yol tutarak Şeyhi Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîze bir yol uğratmalıdır.





Her neye baksa basar Hâki-dir özüm ve sözüm





Zira evvelden anınla tek-ü tenha olmuşuz





Efendi Hazretleri, Şeyhi Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîze muhabbetinde ulaştığı dereceyi ve ihvandaki halin ne olması gerektiğini,  kendinde görünenin, esasen şeyhinin ve neticede Allah Teâlâ’ya kavuşma olacağını açıklamıştır.





Yine Efendi Hazretleri irşat makamında bulunmalarına rağmen şeyhine bağlılığının ifadesi olarak teslimiyetteki vefayı da göstermektedir.





Bazı müridler, mürşitlerinin cemâlinde zât-ı ahadiyet-i cem’i görürler. Yine, mürşit de bunların cemâlinde kendini görür. Onun için Hazret-i Ebûbekir radiyallahü anh, Lâ İlâhe illa’llâh dediği vakitte mutlak arkasından Muhammed ün Resûlullah da derdi.[310]





Fenâ makamları üçtür.





1) Şeyhte fenâ





2) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde fenâ





3) Allah Teâlâ’da fenâ





Bütün fenâlar, şeyhteki fenânın sonucudur. Nebinin ve Allah Teâlâ sevgisinin yolu şeyhten geçer. Allah Teâlâ’nın yardımı Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin izni ve büyüklerin ruhsatı ile ihvan manevi yolda ilerler. Şu menkabe bu konuyu güzel izah etmektedir.





“Yolculuğa çıkacak olan bazı kimseler Ebu’l-Hasan Harkanî kuddise sırruhu’l-azîzden yoldaki tehlikelerden kendilerini koruyacak bir dua öğretmesini rica ettiler. Ebu’l Hasan Harkânî kuddise sırruhu’l-azîz şöyle dedi:





“Herhangi bir talihsizliğe uğrarsanız adımı zikredin.”[311]





Bu cevap onların hoşuna gitmedi. Bununla birlikte, yo­la çıktılar ve yolculuk sırasında şakilerin saldırısına uğradılar. İç­lerinden birisi velinin adını zikretti ve şakilerin büyük şaşkınlığı­nı çekecek bir tarzda gözden kayboldu. Şakiler onun ne devesini ne de ticarî eşyasını bulabildiler, ötekiler ise, bütün elbise ve mal­larını kaptırdılar, ülkelerine döndüklerinde Şeyh’e, bu sırrı açıklamasını rica ettiler ve dediler ki;





“Hepimiz Allah Teâlâ’ya yakardık, sesimi­zi duyuramadık. Seni zikreden kişi ise, soyguncuların gözleri önünde kayboldu.” Ebu’l-Hasan Harkanî kuddise sırruhu’l-azîzde şunları söyledi:





“Siz Allah Teâlâ’ya şeklen yakarıyorsunuz. Oysa ben O’nu gerçekten anıyorum. Bundan dolayı beni anar ve ben de sizin adınıza Allah Teâlâ’yı anarsam, dualarınız kabul olur. Bununla birlikte Allah Teâlâ’ya şeklen ve usulen yakarmanızın fay­dası yoktur.” [312]





Ger mecâzi ise, de aşkı koydursun dilde





      Kays Leylâ diyerek bulmadı mı Leylâ’yı yine





      Kalbi Mecnun’u yararsan Hazreti Leylâ çıkar





      Zahidâ sen sanma Leylâ başka Mecnun başkadır.





           





Tarîkatın temeli sırasıyla tövbe, uzlet, züht, takva, kanaat ve teslimiyetten geçer. İhvana “kimin oğlusun” diye sorarlarsa şeyhinin oğlu olduğunu söyler. Tarîkat bağı nikâh bağından daha kuvvetli bir akrabalık tesis eder. Kan akrabalığından bir zaman sonra bir düşmanlık peydah olsa da bu sıhriyetten ancak muhabbet ve rıza meydana gelmektedir.





Teslimiyetteki kemal, maneviyatta alınacak yolun kuvvetini gösterir ki, gayret gerekmektedir.





İhvanın bu yoldaki teslimiyetini izhar etme derecesi, cenazenin yıkayıcı önündeki hali gibi hareket ederek benliğini yok etmeye vardırıp, şeyhine varınca can vermelidir. Zamanı ve mekânı ortadan kaldıran aşkı ile de her demi, vuslat olur.





            “Necmeddin Kübra kuddise sırruhu’l-azîz yine der ki; Mürid zahirinde ve batınında şeyhine tam teslim olmalıdır; onun işlerine ve sözlerine hiç itiraz etmemelidir. Şayet yumurta kuşun tasarrufundan dışarı düşse batıl olur. Artık ondan bir hayır gelmez; ne kuş olur ne yumurta. Yumurta kuşun tasarrufundan çıkıp fasit olunca cihanın bütün kuşları toplansalar yine o yumurtayı ıslah edemezler. Bunun gibi şayet mürid, şeyhin vilâyetinden reddedilirse artık hiç bir şeyh onu bir yere ulaştıramaz; bütün şeyhlerce reddedilmiş olur. Ancak bir özür ile onun inayeti “delîl-i râh” olanlar için ümit var.





Bâyezîd kuddise sırruhu’l-azîze, “Tâlibe ne gerektir?” diye sordular.





“Doğuştan devlet.” dedi. “O olmazsa?” dediler.





“Güçlü bir vücud.” dedi. “O da olmazsa?” diye sorduklarında ise,





“O zaman ölmek olmaktan yeğdir.” cevabını verdi.[313]





Öyle sanırdım ayrıyem dost gayrıdır ben gayriyem,





      Benden görüp işiteni bildim ki,  ol canan imiş





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Tevhide tapşur özünü, şeyh izine tut yüzünü





      Kimseye açma razını, şeyhin yeter burhan sana





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Bir ihvan şeyhine bağlanıp, gösterdiği yolda hareket ederse emniyet ve terakki üzere olur. Bu da onun doğru yolda olduğunu gösterir.





Ehlini bul ol illerin sarpın geçersin bellerin,





      Yırtar yalnız gideni kurd-u peleng aslan kamu





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Ebû Ata Abbas kuddise sırruhu’l aziz demiş ki;





“Eğer Allah Teâlâ’nın dostlarının sevgi eteğine ya­pışmaya kadir olamaz isen, bari Allah Teâlâ dostlarını sevenlerin muhabbet eteğine tutun, dostlarına dost ol, çünkü onları sevenleri sevmek, aynen onları sevmek­tir.”[314]





Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin





      Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.





      Mürşit gerektir bildire Hakk-ı sana Hakk-al Yakin





      Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş





      Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





 “Necmeddin Kübra kuddise sırruhu’l-azîz şöyle der: Musa aleyhisselâm nübüvvet ve risâlete sahip olduğu hâlde on yıl Şu’ayb aleyhisselâma hizmet etti.  Böyle­ce Allah Teâlâ ile bizzat konuşma derecesine, ulaştı.





Saadete ulaşan kimseler kâmil şeyhlerin kontrolünde sülûke girenler­dir. Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmânî kuddise sırruhu’l-azîz rahmetu’l-lâhi aleyh buyurur ki;





“Herkes önce yoldaş arar. O zaman yola düşer. Er dediğin kişi şeriata tam bağlanır ve kulluk makamında doğru yolu bularak şeyhine saygı içerisinde hizmet eder.





Çünkü sâlikin kalbi zikre devam ederek temizlenir; ruh tecellîle­rine kabiliyetli bir hâle gelir; “Ene’l-Hak” ve “Sübhânî” zevki ona yüz gös­terir. Şayet bir şeyhin yardımı olmazsa aklı bunu anlayamaz, hulûl ve ittihâd belâsına düşer. Bu durumda imanının gitmesinden korkulur. Necmeddin Kübra kuddise sırruhu’l-azîz şöyle der:





“Eğer kerametlerini kendinden bilirsen





Sen bir firavunluk ve ilâhlık iddiasında bulunmuş olursun”





Pek çok insan doğruluktan ayrılarak sapıtmışlardır. Bu anlamda Şeyh Attâr kuddise sırruhu’l-azîz şöyle buyurur:





“O senin için bir nursa da o ateşten başka bir şey değildir





Sen bu cılız gurur ışığında yürüme” [315]





Tek-ü tenha: Efendi Hazretleri şeyhine olan aşkı ile Âdemi Âdemde bulmuş, yaratılışındaki sırra ermiştir. Bu yolda canını veren cananına kavuşur. Can ile alışveriş olur. O da ölmeden önce ölmektir.[316] İhvan şeyhine gerektiği gibi hizmet ederse Efendisini kendinde bulur. Bu bulma ise, ezel-i ervahta gerçekleşenin tecellisidir. Nakşibend Hazretleri Muhammed Parisa kuddise sırruhu’l-azîze





“Bizim vücudumuzdan murat Muhammed’in zuhurudur.” Diyerek birliktelikteki sırrın ifşasını yapmıştır.





Mecnun’un  “Biz bir bedene girmiş iki ruhuz” sözü de “tek-ü tenha olmuşuz” a remizdir. Aslında iki ruh iki bedende olur. Denilmek istenilen ikimiz ikilikten geçip birlik sırrına ermişizdir, demektir.





Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Kullarım, sana benden sorarlarsa, ben yakınım.” [317] Bu yakınlığı kul birleşme olarak düşünmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ, hiçbir şeyle ittihat etmediği gibi; herhangi bir şey dahi onunla ittihat etmiş değildir. Allah Teâlâ’ya hiçbir şey hulul etmediği gibi; Allah Teâlâ dahi hiçbir şeye hulul etmiş değildir.





Allah Teâlâ’nın yakınlığı, her ne kadar keyfiyeti ve benzeri yok ise, de; lâkin burada vehmin yeri vardır. Vehim kavramı ve hayal dairesi dışında kalan, Allah Teâlâ’nın yakınlığıdır.





Bir başka mâna ise;





Aşıkın mekânı tenha yerlerdir. Tenha yerlere başkalarının etkisi yoktur. Birleşmenin yurdudur. Tenhadaki yalnızlık kıskançlığın bittiği andır. Tek olmak ise, bilmenin zirveye çıkmasıdır. İnsan bir şeyi bilmeye başlayınca sevmeye de başlar. Ezelden gelen bir bilme de varsa bu sırrı daha çok aşikâr kılar. Efendi Hazretleri temel unsurlardan olan topraktaki sırrı bilmesinin efendisine ulaşmasında bir vasıta olduğunu ve bu silsile ile âdemiyet yolundan ilâhî yurda ulaştığını beyan etmektedir.





Bir başka mâna ise;





Çocuk anne ve baba vahdetinin meyvesidir. Bir çocuk “ben babam oldum” veya  “ben annem oldum” derse yalan söylemiş olur mu?





Hayır. Efendi Hazretleri burada “işte görüyorsunuz..”  Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîzden bir farkım yok. Daha önce beyan ettiğimiz üzere şiirin yazılma sebebi olan Fatsalı Hamit Efendi’ye “gel, bize yol uğratman, efendine varman demektir” demek istemektedir.





İşte bu nedenle vuslat yolları birlikten, birleşmeden geçer. Eğer bir birleşme yoksa ne murad ne meyve hâsıl olur.





Ey gönül gel gayriden geç aşka eyle iktidâ





Zümre-i ehl-i hakikat anı kılmış muktedâ





Cümle mevcudat-u ma’lumât-a aşk akdem dürür





Zira aşkın evveline bulmadılar ibtidâ





Hem dahi cümle fena buldukta aşk baki kalır





Bu sebepten dediler kim aşka yoktur intihâ





Dilerim senden Hüdâ’ya eyle tevfikin refik





Bir nefes gönlüm senin aşkından etme-gel cüdâ





Masivayı aşkının sevdasını gönlümden al





Aşkını eyle iki alemde bana aşinâ





Aşk ile tamu’da olmak cennetidir aşıkın





Liyk cennette olursa tamu’dur aşksız ana





Ey Niyâzi mürşid istersen bu yolda aşka uy





Enbiya vü evliya’ya aşk oluptur rehnümâ





Niyâzi Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz





BİR ACEP SIRRI-TAKÎ DEN ALDIĞIM DERS-İ İBER





ANI BİLMEK DİLERSEN VEREYİM SANA HABER





HER ULUMİ ALMIŞTI PİRİMDEN O ŞEYH-İ MUTEBER





BİZ ANDA MAHVOLUP BEZM-İ FERDA OLMUŞUZ [318]





Bir acep sırrı-Tâki den aldığım ders-i iber





Efendi Hazretleri, Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi hakkında “Bizim sohbet şeyhimiz” buyururlardı.





Geçmiş sayfalarda değinildiği üzere, Tokatlı Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendiden sonra yolun mânevî tarafı Efendi Hazretlerinde kalmıştır. Buna rağmen Sivaslı Pir’e karşı sonsuz bir aşk ve edep dairesinde hareket etmiştir. Öyle ki, Sivaslı Pir’in kapısında hizmet için beklediği günlerde teslimiyetini gösterecektir. Mesela; bir gün kendinden geçmiş üzerine yağan karlar omuzlarında birikmiştir. Bu hali görenler O’nu dilden dile anlatmışlardır. Soranlara İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi; 





“Efendimin bir isteği olurda hizmet eden bulunmaz ise,” demiştir.





Dûr olan O bezmi-i âliden Hüdâ’dan dûr olur





Bezm-i Ehl’u-llah’a kim olsa müdavim nûr olur.





                                                      Mevlana kuddise sırruhu’l-azîz





Bir Kâmilin bendesi kâmil olunca, seyri kemal üzere olur. O’nun gözü gönlüne nazır olur. Yoruluncaya kadar hizmette bulunur ki, gönül çeşmesinden artık kan yerine nur akar. Bu yolda kemal bulmak isteyenler şu söze uyarlar.





Almak istersen eğer,  himmet-i Ehl’u-llâh’ı





Bî-edep olma,  gözet hürmet-i Ehl’u-llâh’ı





Anı bilmek dilersen vereyim sana haber





Her ulumi almıştı pirimden o şeyh-i muteber





Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi bu koldaki zahiri kısmın korunmasında çok büyük emeği vardır. Usul ve erkân üzere sağlam durmuştur. Bu da O’nda tarîkat neşesi bulanlarda açıkça görülmektedir.





Biz anda mahvolup bezm-i ferda olmuşuz





Efendi Hazretleri bu yoldaki edebi muhafaza ettiğinden bezm-i ferda olmuşuz sözü ile Yar-e Yadigâra işaret ederek ‘biz aynı sözlerin ve tecrübelerin ve aşkın meclisi olduk. Biz aynı kaynaktan feyz alıyoruz’  demektedir.





Ferdiyet sırrı Muhyiddîn Arabî kuddise sırruhu’l-azizin Fusus-ul Hikem isimli kitabında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hikmetinde beyan edilmiştir.





Ferdiyet makamında olan vasfedilemez; yani anlaşılamaz olmuş demektir. Bu sevgilinin mevcut olduğu ve beraberinde başka bir şeyin bulunmadığı cem haline dönmektir. Bu halde aklın egemenliği kalmaz.





Bu makamdan nasiplenen kişi varlık meydanında yok gibidir. Onlar için çokluk tümden yok olmuş, sırf ferdiyetle kuşatılmıştır. Bu ilk zaman ihvanda sonra silsile yoluyla şeyhinde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde ve nihayette Allah Teâlâ dışında bir şey kalmayana kadardır.





Efendi Hazretleri muhatabına “Beni niçin Mustafa Takî kuddise sırruhu’l-azizden ayrı görmeye çalışıyorsun” “Ben O’yum” diyerek uyarıp, beni bilmek, görmek ve sevmekle hakikate ulaşırsın diye ifade etmiştir.





Ayrılığın bittiği yerde, hakikat açığa çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı anlayabilmek için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi anlamak gerekir. Gülşeni Râz sahibi buyuruyor ki;





“Ahad (Allah Teâlâ) Ah-m-ed’in mim-i taayyününden (yaratılmasıyla) ortaya çıktı. Bu devirde evvel ahirin aynı geldi. Ahmed’den Ahad’a kadar fark bir mim (harfinden) yaratılmasından ibarettir. Bütün mevcudat bu mim içinde kaybolmuştur.”





Bildin mi nedir, ey gönül insan-ı kâmili;





N’oldu, bu cihan mezraı içinde hasılı?..





Derya-i ilme saldı anı Hazret-i Feyyaz;





Bahr-i muhiti etti güzer feyz-i şâmili...





Habb-ı sinevberide felek habbedar olan;





Şol onsekiz bin âlemin olmaz mı hâmili?





Kenz-i nihana olmasaydı miftah bül’aceb;





Olmazdı nakd-i ma’rifetin kimse, vasılı...





Gerekse kemalde miyer zer ola;





(Hakkı)   olur mu,  insan-ı kâmilin muadili...





İsmail Hakkı Bursevî kuddise sırruhu’l-aziz





ÇÜNKÜ KITMIR OLALIDAN BU KAPIDA BU HAKİR





HER İŞİ SIRR-I EZELDEN BİLDİM TAKDİR-İ KADİR





OL SEBEPTEN İŞİMİZ CÜMLEYE TAZİM-Ü TEKRİMDİR





BÖYLELİKLE HALK İÇİNDE HAKK-I RANA OLMUŞUZ[319]





Çünkü kıtmîr olalıdan bu kapıda bu hakir





Tarîkat edebinde mürid, bir köpeğin sahibine olan teslimiyetini göstermez ise, bu yolda bir şey bulamaz.[320]





“Allah Teâlâ’dan tevfik-i edeb arayalım, zira edebsiz Allah Teâlâ’nın lûtfundan mahrum kalmıştır. Bu felek, edebden nurla dolmuştur, melek de edebden dolayı masum ve pâk yaratılmıştır.”[321]





 Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurur ki;





“Yeryüzünde tapılan ilahlardan Allah Teâlâ’nın en çok buğz ettiği, hevâ ve hevestir.” (Teberânî)





Eşrefoğlu Rumî kuddise sırruhu’l-azîzin;





Hacı Bayram Veli dergahına tam bir teslimiyetle gidip dergahın helasının temizlik işini yapması;





Aşağı yukarı kendisiyle aynı yaşlarda bulunan Hacı Bayram Veli kuddise sırruhu’l-azîzin temizleme emrine “Baş üstüne” deyip eline ibrik, kürek ve süpürge alıp işe başlaması;





Tekkenin 11 sene imamlığını yaptığı halde on bir senede bir defa dünya kelamı ettiğinde Hacı Bayram Veli kuddise sırruhu’l-azîzin,





“Meşâyıh katında çok söylemek küstahlıktır. Çok söyleme,” buyurduğunda bir daha konuşmayıp itaat etmesi;





Hacı Bayram-ı Veli kuddise sırruhu’l-azîzi ziyarete gelen Akşemseddin Hazretleri kendisine ikram olarak köpeklerin yalını kabul etmesi;





Azîz Mahmud Hüdâyi kuddise sırruhu’l-azîzin ciğerleri halk içinde omzuna atıp satması ile önümüzde yol gösterici olarak kaldılar.





Ar-u namusun bırak şöhret kabasından soyun,





       Giy melâmet hırkasın kim ol nihan etsin seni





       Yüzün yerler gibi ayaklar altına ko kim





       Hak Teala başlar üzere asuman etsin seni





                             Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Dünyaya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir
Rabbini bilmeye sebep evliyayı bulmaktır
 





Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak





Evliyaya gönül vermek rengine boyanmaktır.





Buldum, gördüm, bildim! Demek maksuda ermek için kâfi değildir. Bu, ben kırk senedir dervişlik ediyorum diye öğünüp güvenme işi de değildir. Maksat, o terbiyesi halkasına girdiğinin velinin rengine boyanmaktır. Yani güzel sıfatlarını giymek, doğruluğuna, adaletine, irfanına ve aşkına bürünmektir. Evet, kırk sene bir kapıya hizmet eder bir şey alamaz da. Üç gün dervişlik etmekle, onun kırk senede bulama­dığını elde ediverir. Çünkü ezelde hazırlanıp da gelmiştir.” [322]





Her işi sırr-ı ezelden bildim takdir-i kadir





Yaşadığı asrın sıkıntılarını Allah Teâlâ’nın takdiri olduğunu bildiğinden sükût etmiş ve şikâyette bulunmamıştır. Olacak hadiselerde Allah Teâlâ’nın emrini bilmeyen büyük sıkıntı içine düşeceği kesindir. Mürşidler ise, bu bilgide en yetkin kişilerdir. Talebelerini terbiye ederken tesadüflere yer bırakmazlar. Her işleri birbirine uygun olduğu gibi, ayrıca isabetlidir de.





Hz. Mevlana kuddise sırruhu’l-azîz bir vaazında, “ben hamama benzerim” diyordu. “Hamama gidince elbise çıkmadan,  soyunmadan nasıl temizlik olmazsa, ben de dersime gelenlerin içini boşaltırım, içlerini soyar, temizlerim.” [323]





Anatomi bilgini Von Hyrtl şöyle demiştir; “Ana rah­mindeki cenin eğer bilinç sahibi olsaydı vedoğum es­nasında başına gelecekleri fark etseydi doğumun kendi­si için bir ölüm olduğunu düşünürdü. Çünkü kendini sa­ran zar yırtılmada, hayat unsuru olan su akıp gitmede, gıda veren göbek kordonu kopmada, güvenle içinde ya­şadığı âlemden atılmaktaydı. Ama eğer cenin, dünyayı bilseydi; doğumun ötesinde bir hayatın varlığını da ko­laylıkla kabul ederdi. Çünkü kendisine başka bir hayat için gerekli organların verildiğini görürdü. Örneğin, ha­va almak için ciğerler verilmişti ki, gideceği yerde ha­vaya ihtiyaç duyacağı anlaşılıyordu, gözler verilmiştir ki, renkler ve şekillerle süslü bir yere gideceğini ispatlı­yordu... vs.”[324]





Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîz bu konuya şöyle değinmektedir.





“Olan olmuş, yazılan yazılmıştır. Hiçbir şey sebepsiz değildir, her şey hikmet tahtındadır. Onun için bize itiraz yakışmaz. En büyük tevhîd sükûttur.





Dergâhlar örtülmeden birçok sene evvel Sabri Efendi’ye: Bundan sonra zikri kalbi yapacağız! Demiştim.





Bundan da anlaşılıyor ki, bu âlemdeki bütün hâdiseler, ezelî tak­dirin icaplarıdır.” [325]





Ol sebepten işimiz cümleye tazim-ü tekrimdir





Marifet ilminin sırrına vakıf olmak için, olan şeylerde mürşidine tabi olup teslimiyet ve rıza makamı üzere olmaktır. Kaza ve kaderi tayin etmek niyetinden çok, razı olmak üzere yaşamak gereklidir.





Kaza ve belâ yalnızca Allah Teâlâ’dan gelir. Bütün bunların Allah Teâlâ’dan neş’et etmesi ilim ve hikmete tâbidir. Hikmeti olan şey abes olmaz. Ve o hükme iti­raz edilemez. Sırrını bilemediği şeyde, kulun yapması gereken en elzem şey teslimiyettir. Ve kaza-yı Hakk’a teslim olmaktır. Meselâ bir kimse, dünyada olan bir takım ahvalin, akla ve mantığa aykırı olduğunu görse bile bunlara itiraz etmemesi lazımdır. Çünkü her şey Allah Teâlâ’nın takdiriyledir. Meselâ, zalimin âdil olan bir kimseyi yenmesi, bir ümmetin nebisine karşı olan zıtlığı, âlim olan kimsenin itibar görmeyip, câhil olan kimselerin itibar görmesi gibi hadise­ler her ne kadar zahiren mantığa zıt gibi gözüküyorsa da, bunlar Allah Teâlâ’nın takdi­riyle olan şeylerdir. Çünkü bunların vuku bulması vaciptir. Ve Hakk’ın muktezâsıdır. Ve hepsi de hükm-ü Hûda’dır. Asla abes değildir. Ibnü’l Farız bu mevzua münasip şöyle söylüyor:





Allah Teâlâ’nın takdiri asla abes olmaz





Şayet insanların fiili olmasa denge nasıl olurdu? [326]





       Testici, bir testiyi kırarsa dilediği zaman yine yapar da.[327]





Birisi bir meczuba yazı ile: “Cenneti mi istersin, yok­sa cehennemi mi ?” diye sordu.





Meczup şöyle cevap verdi:





“Bana öyle sual sorma, O, (Yani Cenabı Hakk) benim için ne dilerse onu severim.” dedi.[328]





Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l azizin Bebek’teki komşuların gürültülü eğlencelerden hoşlandıklarından mecliste şikâyetle bahsedilmişti. Bunun üzerine buyurdular ki;





“Niçin âlemin eğlencesine hürmet etmiyorsunuz? Onların zevki ile benimki arasında ne fark var? Âlemin zevki bizim de zevkimizdir. Benim zevkim onları da zevkyâb görmektir.





Allah Teâlâ herkese kendi istidadına göre bir vazife vermiş. Ben onların yoluna gitmiyorum. Hiç olmazsa fikirlerine de mi hürmet etmeyeyim? “ [329]





Aziz Efendi, örümcek ağına yaka­lanmış bir sineği kurtarmak istemiş. Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l aziz mâni ol­muş ve şöyle buyurmuştur.





“Azîz Efendi’nin sineği kurtarmasına mâni oldum ve dedim ki; Onu niçin kurtarmak istiyorsun? Eğer örümcek senden dava edip de:





“Neden Allah’ımın bana gönderdiği rızkı elimden aldın, ben gıdayı nere­den bulayım? Ağımı onun için kurdum! Derse ne cevap verirsin?”





“Biz, ağa tutulmuş bir avı, bir böceği kurtarmak istemediğimiz gibi, onu kendi elimizle tutup ağın içine atmayız. Yani şerre vesile ol­mak istemeyiz. Fakat hayrın ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğunu da biliriz. Yani her şeyi Hakk’dan bilerek ona el ve dil uzatmayız. Yalnız temâşâ ederiz.” [330]





Rıza makamında Allah Teâlâ´nın zat-i ilahisinin tecellisi ve kulun muhabbeti vardır. 





Rıza makamı, bütün makamlarının üstündedir. Bu yüksek makamın ele geçmesi ise, terbiyede kemale kavuştuktan sonra olur.





Marâşi Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Oğlum sizler Allah Teâlâ’dan razı olunuz. Yoksa Allah Teâlâ sizlerden razıdır. Öyle olmasaydı bir saniyede herkesi helak ederdi!” [331]





Bu muhabbet hâsıl olunca, seven, sevilenin elem ve nimetlerini eşit görmeye başlar. Böylece rızasızlık ortadan kalkar. Onlar vaktin (ibn-ül vakt) çocukları olur.





Bazı sofiler Hazreti Ebû Bekir radiyallahü anhıâlem-i misâlde gördüklerinde ondan tavsiyeler istemiş, o da “Sen bulunduğun zamanın oğlu ol” (ibn-ül vakt) demiştir. [332]





Hulasa sofi “İbn-ül vakit” tir, fakat vakitten de kurtulmuştur, halden de. Haller, onun azmine onun reyine mahkumdur, haller, onun Mesih’in nefesine benzeyen nefesleriyle diridir. 





Sense hale âşıksın, bana değil. Sen, bir hale sahip olmak ümidiyle benim etrafımda dönüp dolaşıyorsun. Bir an eksilen, bir an artıp kemal bulan hal, Halil’in mabudu olamaz, batar gider. Batıp giden, gah böyle, gah şöyle olan güzel değildir, ben batıp gidenleri sevmem. 





Bazen hoş, banan nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş kesilen, Ayın burcudur ama ay değil. Put gibi güzeldir, ama güzelliğinden haberi bile yok! Saf sofi, İbn-ül vakit” tir ama vaktin babasıymış gibi vakti adam akıllı avucunun içine almıştır. Bu çeşit sofi, tamamıyla ululuk sahibi Allah Teâlâ’nın nuruna gark olmuştur. 





Kimsenin oğlu değildir o vakitlerden de kurtulmuştur hallerden de! Doğurmayan nura batmıştır. Doğmayan, doğurmayan zatsa ancak Allah Teâlâ’dır. Diriysen yürü, böyle bir aşk ara. Yoksa birbirine aykırı vakitlere kulsun. Çirkin güzel nakışlara bakma da kendi aşkına, kendi dileğine bak![333] 





Harabat ehline dûzalı azabın anma ey zâhid





Ki bunlar ibn-i vakt oldu gam-ı ferdayı bilmezler





                                                                              Hayâlî Bey [334]





İbn-i vaktım ben Ebu’l vakt olmazam [335]





Abd-i Mahzım ben tasarruf bilmezem





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Yazılmış alnına her ne ise, fa’ilin, reddi nâ-kabil





Hüner şu defteri a’mali, ömrü hoşça dürmektir





Musaddaktır bu dava ta ezelden mühr-i hikmeti





Cihana gelmekten maksat şu tatbikâtı görmektir.





Tıp Fak. Hastanesi[336] Haydarpaşa 09. 03. 1337 





Neyzen Tevfik kuddise sırruhu’l-azîz[337]





Hiç ne lazım her kesin ayıbını tahrir eylemek





Kâmil insan görmez görse de göz yumar





                 





Böylelikle halk içinde Hakk-ı Rânâ olmuşuz





Lâ fâile İlla’llah (Allah Teâlâ’dan başka fâil yoktur) remzi “Hakk-ı rânâ olmuşuz”da kendini gösterir. Bu makamdaki edep, işlerin cümlesinde yapanın Allah Teâlâ olduğunu bilmekle beraber, iyi olanı Allah Teâla’dan,  kötü olanı nefsimizden bilmektir.[338] İyilik ve kötülük bize nispet iledir. Hakka nispet edildiği zaman, hepsi hayırlıdır. Onun için Ehl’u-llâh başkasındaki bütün fiillerin hepsini Hakk’a nispet eder. Bu ise, illa ki, güzeldir. “Sizin yaptıklarınızı Allah Teâla yarattı.”  (Saffat, 96)





“Ayık olun, Allah Teâla dostlarına, üzüntü ve korku yoktur” (Yunus, 62)ayetinin bir manası olan şeyin hakikâtine kavuşmaktır. Veliler bir iptila ile karşılaşınca lezzet alırlar ve şükürde olurlar.[339] Kemâl makamların biri de budur.





Ayrıca veliler, bir şeye bakarken surette kalmayıp hakikâtine nazar ederler. Onların nazarı ve itikatları batınadır. Onlar bakınca tohumdaki ağacı görürler. Bilirler ki, bu âlem Allah Teâlâ’nın iradesinden başka bir şey üzere değildir.





Hak kulundan intikamını yine kul eli ile alır





İlm-i hakkı bilmeyen anı kul yaptı sanır.









“Gören göz, hoş akıl gözüdür. Hayvan duygusu padişahı görseydi öküzle eşek de Allah Teâlâ’yı görürdü. Sen de hayvan duygusundan başka, heva ve hevesten dışarı bir duygu olmasaydı. (nasıl görürdün)





Âdemoğulları; nasıl olur da mükerrem, nasıl olur da hayvanla müşterek duygu ile sırra mahrem olurlardı? Sen suretten kurtulmadıkça Allah Teâlâ surete sığmaz yahut sığar demen, aslı olmayan bir sözden ibarettir.” [340]





Terbiyesi noksan insan olaylara zahirden yanaşır, kemâlatı ilerledikçe “Ebrarların haseneleri Mukarrebler yanında günahtır” sırrı açılır ve bir önceki halinin hatasını anlar.[341] Görür ki, her işi yapan hakikâtte Hakk-ın kendisidir. Kullukta ve âdemlikteki esrar budur. Velayetteki sırlardan birisi celâl perdesinden zuhur eden cemali görmektir. Bu ise, normal insanlara gizlidir.





“Celâl ve Cemâl, anî ufuklar gibi geçmektedir. An­cak maksut olan mânâdır ki, daimî bir andır. Eşyanın renk renk ortaya çıkışı, kalp gözünü perdelemez. Eş­yanın varlığı serap gibidir. Ona meyletmek ancak susuzluğu artırır. Beyhude araştırmak, arifin işi de­ğildir.”[342]





Alan veren O’dur Pazar içinde





Kimini bay kimini yoksul eyler.





Kimi bulmaz giye çuldan abayı





Kiminin atına atlas çul eyler





Eder akilleri çok işde aciz





Eder öyle bir iş san âkil eyler





Bu sözün Yunus’u Mısri değildir





Lugaz bunda muammasın bol eyler.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Dünyada abes hiçbir şey yoktur. Belki görünüş abesmiş hissini verir. Meselâ dere kenarında bez yıkayan kadın, çamaşırı evvelâ tokmak­lıyor, sonra çalılara serip kurutuyor. Daha sonra katlayıp istif ediyor. Bu vuruş, ıslatış ve kurutuş hareketleri birbirinden ne kadar ayrı bir­birine ne kadar zıt; fakat maksat bir: O da çamaşırı temizlemek. Neticede de dilberin vücuduna lâyık kılmak.[343]





BU TARİKAT ÂLEMİNDE OLMAK İSTERSEN SÛ-Dİ MEND





SENDE BU HALDE OLUP HALKTAN LİSANI EYLE BEND





İŞTE BUDUR ÂCİZANE HUBB-U FİLLAH SANA PEND





HAYR-U HAKÂN-İ CİHAN SİMURG-U ANKA OLMUŞUZ. [344]





Bu tarîkat âleminde olmak istersen sû-di mend





Bu yola girip sû-di mend (kazançlı) olmak isteyen bu yolun kural ve edeplerine uymalıdır.





 “Hakk’ı talep edenler bu yolda dünyayı ve ne­fislerini terk ederek mesafe almışlardır. Bu yola gösteriş, iki yüzlülük ve gururla girilmez. Bu yola ancak bir mürşide bağlanılarak girilir.”[345]





 “Zeyneddin-i Hafî kuddise sırruhu’l-azîz risâlesinde der ki; Allah Teâlâ’dan feyzinin kesilip müridin terakkîden geri kalması çok görülen bir şey değildir; bu, ancak kalb bağının kesilmesiyle olur. Sâlik daima ona yönelmiş durumda olmalıdır; halka yö­nelen Hakk’dan dönmüş olur. Toprak, rüzgar, güneşin sıcaklığı hep zavallı bir damlacığın düşmanıdır. Oysa bir çeşmeye bağlı olarak akmakta olan su birbirine el, ayak, güç, kuvvettir. Çeşmeden kesilen su bunca düş­man ortasında; elsiz, ayaksız, başsız, o kadar mesafeyi aşıp hangi yardımla ve nasıl denize ulaşabilir!”[346]





Efendi Hazretleri buyurur ki; 





“Kendi başına biten bir ağacın meyvesi olmaz. Allah Teâla’nın âdetinde bir şeyi sebebe bağlamak lazımdır. Nasıl ki, ana ve baba olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir Mürşidi kâmil terbiyesine girmeden olan doğuşta da sakatlıklar olur. “ [347]





      Boş çeşmeye koydum bakraç,





Bulamadım derdime ne merhem ne ilaç





                 





İlahisini ihvanına söyler, mürşid çeşmesinden istifade etmeyenin hedefe varamayacağını hatırlatırdı





Bu nedenle tasavvuf yolunda, Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize sonsuz bağlılık ve mürşide karşı muhabbet ve edep sahibi olmak gerekir. Bu esaslara riayet edilmezse yolda kalmaktan korkulur.





Sende bu halde olup halktan lisanı eyle bend





Halktan lisanı bend eylemek bu yolda üç şekildedir.





Zahirî, Kalbî ve Ruhî.





Zahirî olan lisana kilit vurmaktır. Bu terakkiye açılan yoldur.





Kalbî tarafı ise, insanlardaki ve kendindeki hali görüp meşgul olmamaktır. Meşguliyet insanı yoldan alıkoyar. Görünen âlemin, seni sevdiğinden meşgul etmesi, saman çöpünün akan suyuna mani olmasını gösterir ki,  bu noksanlığa işarettir.





Ruhî tarafı ise, bir zaman sonra nefsine hoş gelen arzuların etkisinden kurtulmaktır. Aslında tasavvuf yolu kısa ve kolay olmasına rağmen, aşılması güçtür. Sabır bu yolun baş ilacıdır. Sabrın başı da yokluktur. Yokluk demek bir manada Allah Teâlâ’ya sabretmektir.





Gençlerden biri Şiblî kuddise sırruhu’l-azize sordu:





“Sabır nedir? Ey efendim...” Şiblî hazretleri anlattıktan sonra en şiddetli (muteber) sabrın Allah Teâlâ için sabır olduğunu söyle­di. Genç buna itiraz etti. Şiblî Hazretleri bunun üzerine, Allah Teâlâ ile sabırdır dedi. İkinci kez itiraz edince bu sefer de, Allah Teâlâ’da sabırdır dedi. Üçüncü kez itiraz karşısında es-sabr-u alellah dedi. Genç yine itiraz etti ve dedi ki;





Ey Şeyh hazretleri sabrın en muteberi es-sabru anillah’tır. Yani Allah’tan sabretmektir. Şiblî hazretleri bu sözü duyar duymaz bir şahka vurup yere düştü ve bayıldı.[348]





Ey aşağılık dünyaya bile sabredemeyen!





Bu yeryüzünü güzel bir tarzda döşeyen Allah Teâlâ’ya nasıl sabredebiliyorsun?





Ey naz ve nimete bile sabredemeyen! Kerîm Allah Teâlâ’ya nasıl sabredebiliyorsun?





Ey temize, pise bile sabırsız! Yaradanına nasıl sabredebiliyorsun? [349]





Arifliğin şartlarından birisi de bazı şeyleri bildiğin halde bilmemezlikte olmaktır. Bu nefsin selametine ve emniyete sebep olur.





Boğazdan kalbe inmeyen ilim faydasızdır.





İnsanların helakine sebep olan şeyler, lüzumsuz konuşmakla,  hayırsız maldır.





Anlamaz hayvan olan, insan olan anlar bizi





Halkın artık eksiğine keylimiz yoktur bizim





Kimseye tan etmeye hiç dilimiz yoktur bizim





Lâ Mekân’dan gelmişiz bir ilimiz yoktur bizim





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





İşte budur âcizane Hubb-u fi’llah sana pend





Hayr-u hakân-ı cihan Simurğ-u Anka olmuşuz.[350]





Gönüle ve dile bend vuran kişi sırr-ı Hakk’ta fenâ dan bekâ’ya,  varlıktan yokluğa ulaşmış ve celal içre cemali görmüş olur. Yoksa bu kahır dünyasında her şey insana dert ve sıkıntıdır. 





Karıncalar gibi sen ufak, ufak yürürsün





Meleklerden ileri seyranı arzularsın





Topuğuna çıkmayan suyu deniz sanırsın





Sen katreyi geçmeden ummanı arzularsın.





Var sen Niyâzi yürü atma okun ileri





Derdi ile kul olmadan sultanı arzularsın





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





İnsan için değer verdiği ne ise, meyli ona ister istemez olur. Onda huzur bulur ve ona hizmet eder. Allah Teâla aşkı ile yanan da bu fâni dünyanın telâşesi yoktur ki, kendini heder etsin. Onun hedefi Allah Teâla’yı sevmek ve Allah Teâla tarafından sevilmektir. Allah Teâlâ’yı sevenler ise, Allah Teâlâ’nın sevdiği kimselerdir.





Bâyezîd kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





“O’nu sevdiğimi sanıyordum, fakat düşününce gördüm ki, O’nun aşkı benimkinden öncedir.” [351]





“Mevlana Celâleddin Rûmî kuddise sırruhu’l-azîze göre, insanın aşkı, gerçekte temsil yoluyla Allah Teâlâ’ya olan aşkın bir sonucudur.





Birisi her gece Allah der durur, bu zikrinden ağzı tatlılaşır, zevk alırdı. Şeytan “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene karşılık onun Lebbeyk demesi nerede? Allah tahtından bir cevap bile gelmiyor. Böyle utanmadan sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın” dedi.





Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı. Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü. Hızır “Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çağırdığın addan nasıl usandın, zikrinden nasıl pişman oldun?” dedi. Adam, cevap olarak “Lebbeyk sesi gelmiyor, kapıdan sürüleceğimden korkuyorum” deyince;





Hızır “Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk dememizdir. Senin o niyazın derde düşmen, yanıp yıkılman, bizim haberci çavuşumuzdur. Senin hilelere düşmen çareler araman, seni kendimize çekmemizden, ayağını çözmemizdendir. Ateşin de bizim lütfumuzun kemendidir, aşkın da. Her Ya Rabbi demende bizim, Efendim, buyur dememiz gizli” dedi.





Bilgisiz adamın canı, bu duadan uzaktır. Çünkü Yarabbi demesine izin yok ki! Zarara, ziyana uğrayınca Allah’a sızlanmasın diye ağzında da kilit var, gönlünde de. Ağzı da bağlı, gönlü de.





Firavuna yüzlerce mal, mülk verdi, o da nihayet ululuk, büyüklük davasına girişti. O kötü yaradılışlı, Hakk’a sızlanmasın diye ömründe baş ağrısı bile görmedi. Allah, ona bütün dünya mülkünü verdi de dert, elem, keder vermedi. Dert, Allah’ı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından yeğdir.





Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden, aşktan gelir. O gizlice niyazın, o önü sonu anman yok mu? İşte saf, halis ve hüzünlü dua odur. “Ey Allah Teâlâ’m ey feryadıma erişen ey yardımcım” demendir. Allah Teâlâ yolunda köpeğin sesi bile Allah Teâlâ cezbesiyledir. Çünkü Allah Teâlâ’ya her yönelen, bir yol kesicinin esiridir. [352]





Dünya fitne ve imtihan yurdudur. Onun zehrinden çok az kişi kurtulur. Fakat bu yolda devamlı gayret, onu beladan geçirir. Maneviyat pınarından içen için dünyanın ve içindekilerin kıymeti yoktur. Ruhu temizleyen artık her şeyi güzel görmeye başlar.





Hz. Cüneyd Bağdâdî kuddise sırruhu’l-azîz Meşâyihten dünyalık bekleyenler için;





“Son demde imansız gitme korkusu var” diye buyurmuşlardır.[353] Ayrıca Mâlik b. Dinar kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





“Dünyevi arzular peşinde koşan bir kimsenin peşinden koşmaktan şeytan bile vazgeçer.” (Zira bu belada ona yeter.)[354]





Veli arif celal içre cemalin görür daim





      Bu haristanın içinde, Ona gülzar olur peyda





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





      Yaratılanı severim





Yaratan’dan ötürü





Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





“Tarîkat-ı aliyyede, usulleri tamamlayıp, kabiliyet halifeliği ile feyz aldıktan sonra, dünyadan dolayı değil, aksine başka bir cihetten dolayı istiğna (doygunluk) zuhur edip, hayvani gıdadan istiğna değil, ruhanî gıdadan dahî isteksizlik gerektir.” [355]





Kişiye bu cihanda ulaşılacağı en hayırlı şey, dünya sevgisini arkasına atması ileriye yani asıl vatanı olan hakikât âlemine nazar etmesidir. O zaman leşler üzerine konmayan Anka Kuşu olunur. Bu kuş, baki âlemin semasında yer tutmuştur. Bu fani dünyada konacağı yeri yoktur.





Halife-i zadesin,  makbulsün





      Her neye muhabbetin varsa ona kulsun





     





Cenâb-ı Hak, (Dünya için) Kur’ân-ı azîm’üş-şânında buyurduğu “metâ’” lafz-ı şerifidir. İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîzin Rûhu’l-Beyân Tefsîrinde “meta’” kelâmınından “hatunların hayız bezidir” diye tefsir buyurmuştur. İşte dünya demek bu bez demektir. Artık aklı ve fikri olan adam hiç böyle hayız bezine muhabbet edip sever mi? Ve bunun kokusunu bilir misin? Hiç kokladın mı? Yok, hele hele iyi düşün, Hazret-i Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî kuddise sırruhu’l-azîz Efendimizin buyurdukları gibi “keşf-ü kerâmâttan dem vuruyorsun; amma velâkin hâlâ hayız bezi gibi, hanımın iki bacağı arasından ayrılmıyorsun” [356]





“Bir çömlek seviyorsan çömlek sevdiğini bil. Ona, olduğundan daha fazla değer verme.” Diyen Epiktetos ne doğru söylemiş.[357]





Nâdanı terk etmeden yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmeden insânı arzularsın.





“Men aref-e nefse-hû fakad aref-e Rabbe-hû”
Nefsini sen bilmeden Subhânı arzularsın.





Sen bu evin kapısın henüz bulup açmadan,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.





Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yüzün Hakk’a dönmeden ihsanı arzularsın.





Dağlar gibi kuşatmış benlik günahı seni,
Günahın bilmeden gufrânı arzularsın.





Cevizin yeşil kabını yemekle tat bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.





Şarâbı sen içmeden sarhoş-u mest olmadan,
Nice Hak-kın emrine fermânı arzularsın.





Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan,
Kebab olup pişmeden büryânı arzularsın.





Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.





Bostanı bağı gezdim hıyârını bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.





Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile,
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.





Niyâzi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz





BUNCA İLM-İ FAZL İLE BİLMEZ İMİŞ,  NUR-İ BASAR





HER İŞİ EDEN ETTİREN ALLAH TEÂLA DEĞİL Mİ VER HABER





LEYK HULUL-İ İTTİHAZDAN EYLE GAYETLE HAZER





BİZ HAKAYİK AŞİYÂN İÇRE MİMAR OLMUŞUZ [358]





Bunca ilm-i fazl ile bilmez imiş,  nur-i basar





Nur-i basar: Göz nuru.





İlim, kesbî veya vehbîdir. İnsan, ilmi bir hakikâti öğrenmek için öğrenir. Tasavvufun alanına giren ledün ilmi, vehbi ilimler sınıfına girer. Bu yolda gayret muhakkak gerekir. Ancak buna ilaveten mürşid himmeti ve nispet ise, mecburiyet gibidir. Çünkü itibar kazanmanın birinci şartı, önce kazanmışların yanında yer bulmak ile olur.  





Hazret-i Mevlânâ kuddise sırruhu’l azizin dediği gibi:





“Hakk’ın ve has kulların inayeti olmayınca, melek de olsan faydası yoktur, yine yaprağın siyahtır!” [359]





Çünkü haller ilmi olan bu yol yaşamak, duymak,  sezmek,  hissetmekle beraber, hikmet pınarının gözesinden içmektir.





Muhyiddin Ârabî kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





“Kelimelerin lafız kalıpları, hallerin anlamlarını taşımaya yetmez.” [360]





İlim kesbiyle paye-i rif’at, arzu-yi muhal imiş ancak.
Aşk imiş her ne var âlemde, ilm, bir kıyl u kaal imiş ancak”





Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, ledünnî ilmin ilâhî bir nasip olduğunu, bunun ancak kalbî istîdâdı olanlara lütfedildiğini şu şekilde ifâde etmektedir.





“Yakûb’un, Yusuf’un yüzünde gördüğü fevkalâdelik, kendine mahsus idi. O nuru görmek, Yusuf’un biraderlerine nasip olmamıştı. Kardeşlerinin gönül âlemi, Yusuf’u görmekten ve anlamaktan uzak idi.”





“Ruhun gıdası aşktır. Canlarınki ise, açlıktır.”





“Yakub’da, Yusuf’un bir cazibesi vardır. Bundan dolayı Yusuf’un gömleğinin kokusu, O’na çok uzak bir yerden dahi ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise, o kokuyu duymaktan mahrum idi.”





“Çünkü Yusuf’un gömleği kardeşinin elinde iğreti idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hz. Yakup’a teslim ile mükellefti. Yani o gömlek, kardeşinin elinde, esirci elinde bulunan bir seçkin cariye gibiydi. Esircinin nefsi için değildi. Satıcıdan başkasına aittir.”





İlm-i ledündeki tahsilini ikmal eden Şeyh Şiblî, Allah Teâlâ’ya vasıl olduktan sonra bütün kitaplarını yakmıştır.





İmam Şâfî Hazretlerini, Şeybânî Râî kuddise sırruhu’l-azîzin önünde talebe gibi diz çökerten bu ilimdir. Kendisine:





“Ey imam, sen nerde, Şeybânî nerde? Bu hürmetin sebebi nedir?” denilince İmam Şâfî kuddise sırruhu’l-azîz:





“Bu zât, bizim bilmediğimizi bilir.” cevabını vermiştir.





Ahmed b. Hanbel radiyallahü anh ve Yahyâ b. Muâz kuddise sırruhu’l-azîz, bazı meseleleri Ma’rûf-i Kerhî kuddise sırruhu’l-azîze başvurup ondan sorarlardı. Bunun sebebi kendilerine sorulunca, Ashâbın:





“Yâ Rasûlallah, kitap ve sünnette yoksa ne yapalım?” suâline, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin:





“Onu sâlih kimselerden sorun! Onların istişâresine arz edin!” hadîs-i şerîfini misâl verirlerdi.





Hz. Ömer radiyallâhü anh vefat edince, Abdullah b. Mes’ûd radiyallâhü anh;





“İlmin onda dokuzu gitti.” Buyurdu. Bir sahâbi radiyallâhü anh de kendisine:





“Daha içimizde âlimler var!” dedi. O da:





“Ben marifet ilminden bahsediyorum.” dedi.





Her işi eden ettiren Allah Teâla değil mi, ver haber





Vasıtalı olsun, vasıtasız olsun, her yerde tecelli eden Allah Teâlâ’dır. Tekkeleri kapadılar, şöyle yaptılar, böyle ettiler, deme... Yaptıran Allah Teâlâ’dır. Bunu sen anlamamakla böyle olmaması icap etmez. Kimsede kabahat yoktur. Yapan, tertip ve tanzim eden hep Allah Teâlâ’dır. Bunu sen idrak etmemekle, böyle olmaması îcap etmez. Sen çocuğunu ateşe yak­laşmaktan menedersin ama O, bunu takdir eder mi? Kızar ve ağlar.[361]





Maneviyat ilminin gerçekte üstadı Allah Teâlâ’dır. Samimiyetle bu yola girene Allah Teâla sırası ile bilmediğini öğretir. Tasavvuf bir emanettir, cahile de teslim edilmez.





Leyk hulul-i ittihazdan eyle gayetle hazer





Maneviyat ilminin ilk basamağı nefse ayak basmak ve onu tanımaktır. Kalb gözü ile görmek için ilim tahsiline gerek yoktur. Çünkü o bir hicap perdesinin aralanması ki, kendi aslı bir ilimdir. Eşyanın hakikâtini, iç yüzünü gören, anlayan kalb gözüne basîret dendiği gibi, kalb gözü ile görme, ferâset diye de isimlendirilir.





İmâm-ı Kuşeyrî kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuştur ki;





“Allah Teâlâ, müminlere bir takım basîretler ve nûrlar vermiştir. Onlar bu sayede ferâsette bulunurlar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem; “Mümin, Allah Teâlâ’nın nûru ile nazar eder.” hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır” Deylemî’nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; “Gözü âmâ(görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir.”





Bu ilim binde bir kişiye nasip olur. Bu ilim bazen insanı öyle bir sarhoşluğa çeker ki, Hallac kuddise sırruhu’l-azîz gibi darağacına da baş koydurur.





 “Gazzali kuddise sırruhu’l-azîze göre bu kalb gözüne sahip olan yalnız ariflerdir, mutasavvıflardır. Yakini bilgiye, Allah Teâlâ’nın Ledün ilmine sahip sevgili kulları da yalnız bunlardır. Yalnız bunlar, Allah Teâlâ’yı olduğu gibi görürler ve onun zatını da tam manasıyla kavrarlar. Allah Teâlâ, bu yakini bilgiyi, bu sevgiyi kullarının kalbine doğrudan doğruya kendi nuru ile verir. Kalbe bağlı olan bu bilgiden hâsıl olan zevk de zevklerin en büyüğüdür. Ve bu zevke dayanan mutluluk da, en kuvvetli ve en sürekli mutluluktur.”[362]





Gazzali, kalbin gerçekten gözü olduğunu er-Risaletü’l-Ledünniye’sinde şöyle delillendirir.





“Tasavvufçulardan bir grup der ki; “Kalbin de bir gözü vardır. Tıpkı cesedin de bir gözü olduğu gibi..” İnsan zahiri varlıkları zahir gözüyle görür. Hakikâtleri de akıl gözüyle görür. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Hiçbir kul yoktur ki, onun kalbinin mutlaka iki gözü bulunmasın. Bunlar iki gözdür. Onlarla gayb idrak olunur. Allah bir kuluna hayr murad ettiği zaman onun kalb gözünü açar. Ta ki, kişi, gözünden gaip olanı kalb gözüyle görebilsin.” [363]





Değil mümkün ayn-ı vaciptir hakikâtte





      Vücud ile âdem beyninde zira ittihat olmaz









Varlık, zahiri itibarı ile çokluk içinde olsa da, aslında bir olan Hakk’ın tecellileridir. Maneviyat sözle anlatılacak bir durum değildir.  Hüsnü zanda bulunup tatmak lazımdır. Efendi Hazretlerinin Leyk hulûli ittihazdan eyle gayetle hazer  (bu karışmadan kaçın demesi) mahlûkun hiçbir zaman Allah Teâlâ olamayacağı fakat eşyada Allah Teâlâ’yı müşahede etmek gerektiğidir.





Seyyid Muhammed Nur-ul Ârâbî Varidat şerhinde buyurur ki;





Ehli tarikin tevhidi, zikre devamı neticesinde tahsil edilen bir hâldir; makam değildir.





Bu, Leylâ’ya karşı, Mecnun’un hâline benzer. Melik, Leylâ’yı ona arz eyledi ve Leylâ; Ya Kays, ben Leylâ’yım, bana bak; dedi de Mecnun; benden başka Leylâ olur mu? Deyip dağa kaçtı.





Bu mücerret hâlden ibarettir. Ehli zikir de böylece kendilerine zikir galip olunca; zikir, ihvân, mezkûr, ittihad eder. Halbuki bu tevhîdi makam değildir.” [364]





Bârî Teâlâ, bu mahlûktan başka bir vücûdu olmaktan münezzehtir ve Hakk’a mahlûktan başka bir varlık olarak inanan kimse şirktedir.[365]





Senin varlığın fânî olup hakikâti Hakk’ın olunca ittihat nereden meyda­na gelir! Sen kendi geçici vücudunu var zannettiğinden ittihat anlarsın. Sen var mısın ki, ittihat olsun! Hulul zannetmen şundan dolayıdır: Allah Teâlâ’nın, ey Muhammed, toprağı atan sen değildin, ben idim dediğinde, sen anladın ki, hâşâ, Allah Teâlâ, Muhammed’in gönlüne girip toprağı attı. Mülkünde kendisinden başkası olmayınca ittihat nereden olur ve hulul nereden ortaya çıkar? Kim var ki, kim kime girip çıksın! Ve bir de, erenlerin şu nutuklarını yanlış anlayıp yanıldılar.





Gâhi nebat gâhi hayvan olmuşam





Gâhi mâden gâhi inşân olmuşam





Gâhi havadan yağmur olup yağmışam





Gâhi dîv ü gâhi Süleyman olmuşam





Gâhi Fir’avn gâhi Hâmân olmuşam





Gâhi deyr ü gâhi ruhban olmuşam





Gâhi cennet gâhi Rıdvan olmuşam





Bu gibi sözlerinden dolayı Ehl’u-llâhı hulûlî zannettiler. Hulûlîler, âdem öldükten sonra ruhu çıkar; dünyada hangi hay­vanın huyuyla huylanmışsa o huyu değiştirmedikçe Hakk’a ulaşamaz. Öldüğü vakit onun ruhu çıkıp o hayvana girer. Dün­yada hayvanlıkla gezer ve bazen olur ki, o ruh bitkilere girer. İnsanken Hakk’ı anlayıp bilip Hakk’a ulaşırsa o zaman girip çık­maktan kurtulur derler.





Bu düşünceden Allah Teâlâ’ya sığınırız. Bunlar, erenlerin nu­tuklarını yanlış anlayıp yanıldılar ve hulûlî oldular.[366]





(Muhyiddin Ârâbî kuddise sırruhu’l-azîz) Çok kimseler tarafından bilinen ve insiyaki olarak: “Allah, Hz. Âdemi, Allah suretinde yarattı şeklinde tercüme edilen meşhur bir hadis’i ele alarak diyor ki”. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem der ki;





Allah, Âdem’i kendi suretinde yarattı.”





Buradaki zamir (kendi sözü) bizce Hz. Âdem’e avdet etmektedir. Başka bir deyişle: Arapça sintaks kurallarına göre, metindeki sûretihi sözündeki hi zamiri hem Allah Teâlâ’ya, hem de Adem’e ait olabildiği için, İbn’ül-arabî, (teamül hâline gelen ve sonuç itibariyle: Allah Teâlâ’nın insan şeklinde olduğunu zannettiren “Allah, Âdem’i, Allah suretinde yarattı” şeklindeki yanlış anlamayı düzelterek :





Allah, Âdem’i, Âdem (insan) suretinde yarattı tarzında doğru bir anlayış (= tercüme anlayışı) getirmektedir. Hemen çok kimse tarafından fark edilemeyecek olan bu incelik, İbn’ül-Arabî’nin dikkatli ve nafiz ze­kâsının eseridir. [367]





“Beşer, ne eski filozofların dediği gibi Allah Teâlâ’dır, ne de yenilerin dediği gibi sur homme (insanüstü) dür. Beşer Allah olamaz. Bak ne diyoruz.





Ey mazhar-ı mürşitte tecelli eden Allah!





Fakat o kimsenin vücudunu ilâhî tecelliyât yakmış, yani kalıbını, cismini, benliğini kendinde fânî etmişse, o vakit beşer Hakk’la bakî ol­muş, ondan Hak tecellî etmiştir. Güneşin zuhurunda idare kandili hü­kümsüz kalır.”[368]





Eşya O’nun tecellisi ise, de,  eşya eşyadır. O ise,  O’dur. İşte kalb ilmi budur. Bu akli bilgilerle bilinmez. Vücudun varlığı müşahede, zevk, hal, fena-fi’llah,  bekâ bi’llah ve müsteğrak’ün fî-zât’illah ile bilinir. Buna ise, Mürşidi Kâmil terbiyesi ile ulaşılır. Bu işi fark edemeyenler ilhada düştüler ya hulûli (yok olup karışma) ya ittihat (her şeyi Allah Teâla’nın zatı gibi) a düşerek zındıklık ve kulluktan kendilerini müstağni gördüler. Bu ise, hataların başlangıcı olmuştur.





Bu halin herkes tarafından anlaşılmasını da düşünmek muhaldir. Bu hale erişen kulluk makamlarının doruğundadır.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin  “Bana Allah Teâla’nın kulu ve Rasulü deyin” sırrına kavuşur.





Alan lezzatı birlikten halas olur ikilikten





      Niyâzi kande baksa ol heman didar olur peyda





      Görünür ol kenzi mahfiden nice zahir olur eşya





      Bilür her nakş-ü sûretten nice esrar olur peyda





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Biz hakâyiki aşiyan içre mimar olmuşuz





İhvan bu makamda yani Vahdet-i Şuhut’a ulaşır ve nihayet Lâ Mevcude İlla’llâh’a varır ki, hakikât ehlinin ilmidir.  Bu makamda ihvân kendinin ve âlemin yokluğuna Vahdet-i Vücud’a yani Allah Teâlâ’nın varlığına götürür. Bu bir karışmada değildir. Kelime-i tevhid zikri çekilirken, tevhid mertebelerinde mülahazaları şu şekildedir.





  1. لاۤ الــٰهَ ِاِلاَّ  اللهُ               mübtedilerin (başlangıç) mertebesidir.




    2-    لاۤ الــٰهَ ِالاَّ    ََانْتَ           mutavassıtların (orta) mertebesidir.





    3- لاۤ  ِاِلــٰهَ ِاّلاَ    ََانْتَ  اَنا                   müntehilerin (son) mertebesidir. [369]





    Bu, kulun Hakk olmasını gerektirmez. [370]





Nablusî’nin inzi­vasının ilk yılında yazmış olduğu birinci münâcâtıVahdet-i Vücûd ile ilgili olarak kulun Allah Teâlâ’ya münacatını anlatıyor.





Rabbim bana dedi:





               “Sen, sen bana uygunsun” Dedim ki;





            Fâni olan ben, nasıl Sana uygun olurum?” O bana dedi ki;





            “Fâniden başka hiçbir şey Bana uygun de­ğildir?” Dedim ki;





            “Ahlâkım kötüdür, ben Sana nasıl layık olu­rum?” O dedi ki;





            “Onu, Benim iyi ahlâkımla tamamlayacağım.” Daha sonra bana şöyle dedi:





            “Ey kulum, Ben senim, fakat sen Ben değilsin. Ey kulum, Mevcûd (Var olan) benim, sen değilsin. Ey kulum, bütün beşer Benim keremimin kulları­dır; sen, Benim Zâtımın kulusun.” Dedim ki;





“Ey Rabbim, ben nasıl Senin Zâtının kulu olu­rum?”  O dedi ki;





            “Sen ‘Abdül’-Vücûd’sun (Varlığın kulusun); Abdü’l-Mevcûd (Var olanın kulu) değilsin. Vücûd Ben’im, mevcûd diğeridir, zira o Benim ile varlık bulur. Hâlbuki Ben, Kendi kendimle varım.” Bu sebeple ben şöyle dedim:





            “Ben Varlık’ım.” Ve yine O bana dedi:





            “Ey kulum, başkalarından korkma; zira başkaları Ben’im. Ben, senin sendeki Varlığımdan dolayı sende tecelli eden Rabbinim. Ben’den başka ilâh yoktur ve ancak bana tapılabilir.





            Her halükârda seni Ben (Kendim) ile zenginleştirirsem, seni zengin kılacağım ve eğer seni başkalarıyla zenginleşti­rirsem, seni fakir kılacağım. Benden başka ilâh yoktur.” Ben O’na dedim ki;





            “Ey Rabbim, ben Senin nezdinde nası­lım?”O bana dedi ki;





            “Sen Benim indimde, en yakınlar arasında ve aynı zamanda bütün seni sevenler ile birliktesin. Ben, se­ni ve seni sevenleri severim.” Ben O’na dedim ki;





            “Ey Rabbim, bana olan aşkının alameti nedir?” O bana dedi ki;





            “Benim sevdiğim ve Benim hoşlandığım şeyleri yapabilmen için sana yardım ve lütfumu ihsan etmemdir.” Ben O’na dedim ki;





            “Ey Rabbim, insanlar bana haksızlık ediyorlar.” O bana dedi ki;





            “Bütün bunlar senin hayrınadır. Onların sana ettikleri haksızlıkların sonucuna bakman yeter: Bu, se­nin Benim ile yakınlaşmandır. Muhakkak ki, sen onlardan önde geleceksin.” [371]





Âlemler insan-ı kâmiller ile hayat ve huzur bulduğu gibi mimarları da ancak onlar olabilmiştir. Terbiyesi eksik olanlar ve nefse uyanlar hep yıkıcı olup düzeni bozmuşlardır. Âlemin yaratılış sebebi Allah Teâla’nın halifesine hizmet etmek olduğundan, mimarlık sıfatı insanı kâmillere verilmiştir.





Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazsam;
Cevheri la-mekân benem, kevn-ü mekâna sığmazam!..





Arşı ferşi kaf’u nun, bende bulundu cümle çün;
Kes sözünü uzatma kim şerhü beyana sığmazam!..





Kevn-ü mekândır ayetüm, zât’a gider bidâyetüm;
Sen bu nişan ile beni bil, ki, nişana sığmazam!..





Kimse gümanu zann ile, olmadı Hakk ile biliş;
Hakk’ı bilen bilür ki, ben zannı gümana sığmazam!..





Surete bahu maniyi, suret içinde tanı kim;
Cism ile can ben’em veli, cism-ü cana sığmazam!..





Hem sedefem hem inciyem, Haşru sırat esenciyim;
Bunca kumaşu raht ile, ben bu dükkana sığmazam!..





Genç-i nihan benem ben, uş, yani iyan benem ben uş;
Cevheri kan benem be uş, bahre ve kâne sığmazam!





Gerçi muhiti â’zamem, adem adımdır âdemem;
Dar ile kün fe kan benem, ben de mekâna sığmazam!





Can ile hemcihan benem, dehr ile hemzaman benem;
Gör bu latifeyi kim, ben dehr-ü zamana sığmazam!





Encüm ile felek benem, vahyi bilen melek benem;
Çek dilini ve ebsem ol, ben bu lisana sığmazam!





Zerre benem, güneş benem, Çar ile pencü şeş benem;
Sureti gör, beyan ile bil kim ben bu sana sığmazam!





Zat ileyem, sıfat ile, Kadr ileyem Berat ile;
Gül şekerem nebat ile, beste dehana sığmazam!





Nar benem, şecer benem, Arş’e çıkan hacer benem;
Gör bu adın zebanesin, ben bu zebana sığmazam!





Şems benem, kamer benem, şehd benem şeker benem;
Ruhi revan bağışlarım, ruhi revana sığmazam!





Gerçi bugün Nesimi’yem, Haşimiyem, Kureyşiyem;
Bundan uludur ayetim, ayetü şana sığmazam!





Nesimi kuddise sırruhu’l-aziz





EMR-İ BİL MA’RUF VEL MÜNKERİ BİLMEZ MİYİZ?





ANLAR İLE BİZ AMEL KILMAZ MIYIZ?





İSR-İ PAK-İ AHMED-İ BİLMEZ MİYİZ?





ŞİMDİ İZMAR EYLEYÜ BİZ RAH-I MANA OLMUŞUZ [372]





Emr-i bil ma’ruf ve’l-münkeri bilmez miyiz?





İnsanların bir kısmı tarîkat ehlinin halleri üzerine yeteri kadar bilgisi olmadığı için, onlar hakkında yanlış görüşler ileri sürmüşlerdir.





Mesela; Muhyiddin İbn-i Arabî kuddise sırruhu’l-azîz için Şeyh-ül Ekber diyenler olduğu gibi, Şeyh-ül Ekfer [373] diyenler çıkmıştır. Sünnet-ul’llah her zaman cari olduğu için, Efendi Hazretleri içinde bu türlü ithamlar olmuştur.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri zamanında diğer tarîkat ehli gibi ulema ve hocalar tarafından devamlı tenkite uğradı. Çünkü aşk ehli idi.  Zahirde itikadı bozmayan meselede devamlı sukut geçer, kimseyi kırmak istemezdi.





Ebu’l Hasan Harkânî kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuştur ki;





“İnkâr ile evliyâ-ı kirâm’ın yüzlerine bakmaktan ise, ruhbanların yüzüne bakmak daha hayırlıdır. Zirâ evliyâ-ı kirâma sû-i zân ve fena yüzle bakanların sonu iyi olmaz.”





“Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol”





Mevlana kuddise sırruhu’l-azîz 





Bu sırdandır ki, bir kâmil zuhur etse âlemde





Kimi ikrar eder anı,  kime inkâr olur peyda





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Şol cahil-ü nadanı gör örter Hakk-ı inkâr edip





Kâmil olan,  Kâmillerin her bir sözün burhan görür.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Anlar ile biz amel kılmaz mıyız?





Mürşid-i Kâmiller âlemin aynası oldukları için onlara bakan kendi suretini görür.[374] Kemâl yolunda bunca emek çeken, Allah Teâla’yı herkesten daha iyi bilmez mi,  kulluk yapmaz mı? Fakat Onlar vuslat âleminden bu fark âlemine gelirken, Allah Teâla katında şefkât kanatlarını mahlûkâta gereceklerinin sözünü vermişlerdir. Onlar, nefisleri menfaati için hiçbir amel yapmamışlardır. Ancak onların tuttukları melâmet yolu, bazen dıştan yanlış anlaşılmıştır.





Her işin nihayeti ise, Hakk-ın kendisidir.





İsr-i pak-i Ahmed-i bilmez miyiz?





Nübüvvetin sırrına ulaşmak, yokluk sırrına erip mertebe-i hayvaniyetten kurtulmaktır. Nefsini geçmeden âdemliğini bilmeden bir insan aslında hayvan olur.[375] Onlar kulluk yükünü taşıyacaklarına ve hizmet için verdikleri sözü unutmadılar. Onları anlamayanlar her ne kadar zarar vermeye çalışsalar da sırrı saklayıp,  maneviyat taliplerine yol oldular. Onun için veliler için söylenen “kuddise sırruhu’l-azîz” kelamı her veli için tecelli etmiş ilâhî bağışın farklılığı ve var olan sırrın takdis edilmesidir.





Binâenaleyh Hakikât-ı Muhammedi’ye sırlarına erişenler de dinin vecibeleri hakkında eksiklik addetmek söyleyenin noksanlığından başka bir şeye işaret olmaz.





Muhammed’dir Cenâb-ı Hakk-a mirat





            Muhammed’den göründü kendi bizzat





      Muhammed’den vücuda geldi ekvân





      Muhammed ra-i ü mer-i ü mirat                                                     Lâ





Şimdi izmâr eyleyü biz rah-ı mana olmuşuz





Kemal ehli, insanların sözünden etkilenmeyip yoluna devam edendir. Mana yolunda etkilenmek yolu uzattığı gibi, başkalarına faydalı olmaktan insanı men eder.





Rah-ı mâna (maneviyat yolu) olmak demek, Allah Teâlâ’ya ulaşmak isteyenlere güzergâh olduk demektir. Fakat yukarıda anlatılan sıkıntılardan geçmeden bu hale kavuşulamayacağı da anlatılmıştır.





HERKESİN MİKTAR-I İHLÂSINCA FİİL-İ EDER ZUHUR





SEN ÇALIŞ OL MUHLİSANDAN ÇIKMASIN SENDEN KUSUR





GAYR-İDE GÖRSEN HATAYI SETR-EDÜP SEN ANDAN AL HUZUR.





BUNU ADET EDİNİP DÜRR-Ü YEKTÂ OLMUŞUZ [376]





Herkesin miktar-ı ihlâsınca fiil-i eder zuhur





Sen çalış ol muhlisândan çıkmasın senden kusur





İhlâs; Allah Teâla’yı görüyormuş gibi hareket etmektir. Hakikât Ehl-i demişlerdir ki;





İhlâs, Allah Teâla’nın nurlarından bir nurdur ki,  onu ancak gerçek mümin kulların kalbine emanet eder. Bunu gerçek mümin olmayanlardan esirger.





İhlâs dört kısma ayrılır.





      1-Allah Teâla rızası için yapılan amelde,  tazim üzere ihlâslı amel yapmak.





      2-Allah Teâla emrettiği için,  tazim üzere ihlâslı amel yapmak.





      3-Sevap bulmak için,  tazim üzere ihlâslı amel yapmak.





      4-Ameli ihlâs niyeti ile yapmak.





İnsan bu dört kısımdan biri ile amel işlerse manevi kurtuluşa erer.





İhlâs temelde iki kısımda toplanır.





      1-Sadıkların ihlâsı; mükâfat ve sevap kazanmak





      2-Sıddıkların ihlâsı; Allah Teâla’nın cemalini görmektir.





İhlâs ile olan işlerde kusurlar Allah Teâla tarafından tamamlanır. Eğer bir noksanlık zuhur edecek olsa bile manevi yardım yetişir.





Gavs-i Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz buyurdular ki;





“Ya Rabbi, hangi namaz beni sana yaklaştırır.” Allah Teâla buyurdu ki;





“O namazda benden gayrisi olmaya ve namaz kılan bende kaybola.”





Buna göre ihlâs ile ibadet eden birinin namazı üç şekildedir.





1-Fiili namaz; avam ve sofuların kıldığı namazdır ki, zahiren bilinir.





2-Şuhûdî namaz; Ariflerin kıldığı namazdır, namazın manevi tecellileri zahir olarak kılar. (Vahdet-i Şuhud)





3-Hakîki namaz; Kâmil insanların kıldığı namazdır. (Vahdet-i Vücud)





Bütün ibadetler ve fiiller bu sıralama içine girmektedir.





Her kim bu yola sıdk ile girmezse yoğ olmaz





Yoğ olmayacak Yusuf’un umma haberin senin





       Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





İhlâs, kişiyi terakki ettirerek vuslat bahrını açtırır. Etrafı ile meşgul olmaktan kendini kurtarır. Çünkü her şeyin sahibine kavuşmak, insanı olgunluğun zirvesine çıkarır. Olgunluk, rıza makamının penceresidir.





Hiç ne lazım her kesin ayıbını tahrir eylemek





Kâmil insan olan görmez görse de göz yumar





      





Gayr-i de görsen hatayı setr-edüp sen andan al huzur.





İnsanların ayıbını yüzüne vurmayıp, İslâm’ın emirlerini bilmeyenlere öğretmek yaratılanı yaratandan ötürü hoş görmek, bu yolun esasıdır.





 Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme “Mümin nasıl bir insandır?” diye sorulunca, buyuruyor ki;





Kendisi başkalarıyla ülfet eden, geçinen; başkaları da kendisiyle ülfet edebilen, yanına sokulabilen kimsedir.”





“Kendisi başkalarıyla geçinemeyen, başkalarının da kendisinin yanına sokulamadığı kimsede hayır yoktur.”





Cümle eşyada gördüm har var gülzar yok





Hep gülistan oldu âlem şimdi hiç har kalmadı





Gitti kesret,  geldi vahdet,  oldu halvet dost ile





Hep hak oldu âlem şehr-ü pazar kalmadı





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





İnsan kendinde olan bir hataya bakınca nefsinden olduğunu, başkalarındaki hataya bakınca da bir hikmeti vardır, Allah Teâlâ’dandır;





Kendinde olan bir iyiliğe bakınca Allah Teâlâ’dandır; başkalarında olan iyiliğe ise, onların nefislerinden oldu, demesi gerekmektedir.





Aslında her şeyin iradesi, Allah Teâlâ’nın elindedir. Böyle bir hükmün karşısında kul kendini, Allah Teâlâ’ya teslim ederse, Allah Teâlâ emanetine sahip çıkar. Allah Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize bile,





“Sen istediğine hidayet edemezsin” [377] buyurarak isteklerin tarafından kontrolde olduğunu beyan etmiştir.





Bunu adet edinip dürr-ü yektâ olmuşuz





Dürr-ü Yektâ Birlik incisi Hakikât-i Muhammediye’dir. [378] Yaratıcının eşyadaki sırrını çözen vahdetin mertebelerinden geçip Muhammedî Hakikâte kavuşmuş kişi demektir. Beyitlerin manalarından anlaşılacağı üzere Efendi Hazretleri bu sırra erenin âlemde olan şeylerden bir huzursuzluğa düşmeyeceğini kendini halk içinde aranan bir insan olacağını bildirmektedir.





Sanma ey Hoca ki, senden sim ü zer isterler;





Yevme layenfeu’da kalb-i selim isterler.





Berzah-ı hav f ü recadan geçe gör nakdm olup;





Dem-i âharda ne ümid ü ne bim isterler.





Unutup bildiğin arif isen nadan ol;





Bezm-i vahdette ne ilim, ne âlim isterler.





Harem-i manide bigâneye yol vermezler;





Aşina-i ezelî yar-ı kadim isterler.





Cürmüne muterif, taata mağrur olma;





Kî şîfahane-i hikmette sakîm isterler.





Kıble-i manayı fehm eylemeyen göçeriler;





Sehv île secde edip ecr-i azîm isterler.





Ezber et, kıssa-i esrar-ı dili ey Ruhi;





Hazır ol, bezm-i ilâhide nedim isterler. [379]





Bağdatlı Ruhi kuddise sırruhu’l-azîz





İPTİLA ÂLEMDE VAR İKMALDİR O ETME CEDEL





HER KULA NASİP ETMEZ ANI HÜDÂ İZZ-Ü VE-CEL





BAŞA GELSE BİL ANI DEVLET VE NİMET Bİ-BEDEL





BİZ ANI GÖRMÜŞ VE GEÇİRMİŞ PAK MUSAFFA OLMUŞUZ [380]





 “Yemin olsun ki, biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz.” [381]





İptilaya sabır ile varılan yol, en kestirme yoldur. Çocuğu ana sütünden keser gibi nefsin hoşuna giden rahatlık hissinden uzaklaşmalıdır. Rehavet insanı gaflete iter. Maddi ve manevi halimize kanaat etmek ve pir eteğinden ayrılmamak gereklidir. Her bir sıkıntıyı ganimet bilmek, üstadının onu terbiyede ikmal yoluna sevk ettiğini bilmek gerekir. Yanmadan pişen yemek tatsız olur, ya da kısa zamanda kokar.





Alçaktan alçağa yürüye toprak içinde çürüye





Aşk ateşinde eriye, altın gibi sızmak gerek





      Zikri Hakk-a meşgul ola yana,  yana ta kül ola





      Her kim diler makbul ola tevhide boyanmak gerek





      Eyün kişi yol alamaz maksudunu tez bulamaz





      Yoğ olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek





      Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı





      Bu Mısri gibi balçığı her ayak basmak gerek.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Bu dünya üzerinde çeşitli müşküllerin görülmesi, perde arkasından hakikâtin suretlerinin gidip gelme­si hadisesidir. Dışarıdan bakanlar, suretin hareketine irade isnat ederler. Ama duruma vâkıf olanlar, hemen her meseleyi ilâhî iradeye havale etmektedir. Böyle yapanlar, duruma tedbir ol­ma sıkıntısından halâs olmuştur. Vakti gelince zarurî olarak sıkıntılar gelir gider, bir şekil alır.





Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır.





Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümânındır.





Birden bire bul aşkı bu tühfe bulanındır





Devrân olalı devrân Erbâb-ı safânındır.





Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır





Şeyh Galib kuddise sırruhu’l-azîz





Ayrıca hayrın açılacağı kapının yönünü insan tespit edemez. Belki onun niyetinde kemal penceresini ancak iptilalar açabilir. Bu hikmete vasıl olmakta ta başka bir haldir.





Evliya derecesini bulmuş bir zat varmış. Kürsüye çıkıp vaaz ederken daima:





“Yâ Rabbî, hırsızlara haramilere rahmet kıl!” Diye dua eder­miş. Sebebini sormuşlar. Cevaben:





“Ben Bağdatlı bir tüccardım, çok zen­gindim ve iyiden iyiye dünyaya dalmıştım. Bir gün sahradan geçerken, kervanımın birini haramiler soydu. Bu vak’adan biraz aklım başıma gelir gibi oldu. Bir başka geçişte, malımın bir kısmını daha gasbettiler. Üçüncüde ise, tîg u teber şâh-ı levend on parasız kaldım. Bu suretle aç ve bî-ilâç kalınca bir tekkeye iltica ettim. İşte orada Allah’ım bana bir kâmil mürşit ihsan etti ve bu devlete nail oldum. Bu nimete o haramîler yüzünden eriştiğim için onlara hayır duâ ediyorum,” demiş. [382]





Hâkimest yef}alullah-ı mâyeşâ





O zi ayn-ı derd engîzed deva





“Allah Teâlâ hâkimdir, istediğini yapar; o, derdin içinden deva çıkarır”[383]





Izdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,





Ömrü fâni gibidir, gün de geçer, dem de geçer,





Gam karar eyleyemez hânde-i hürrem de geçer,





Devr-i şâd-i de geçer, gussa-i matem de geçer,





Gece gündüz yok olur, ân-ı dem, âdem de geçer.





Neyzen Tevfik kuddise sırruhu’l-azîz[384]





“Allah Tealâ hiç çekinmeden bütün Nebilerin kanını dök­tü. Hak bu kılıcı bütün Nebilere indirdi, bu kırbacı da bütün dostla­ra vurdu ve kendini de hiçbir kimseye göstermedi. O, ayyârdır, (ya­ni yaman ve) kurnazdır, gözünü aç, sen de ayyâr ol. Ve ondan başkasına el uzatma!” [385]





Beyitlerin zahirinden de anlaşılacağı üzere ehli kemale iptila bir sermayedir.





“Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.”





Mevlana kuddise sırruhu’l-azîz





Aliyy’ül Havvas kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





“Allah Teâlâ´nın kullarının cefasına katlanmayan kimse Allah Teâlâ´nın ehliyim demesin. Çünkü yalan söylemiş olur.”





İnsanlar üzerine gelebilecek en büyük iptilalar nebiler üzerine gelmiştir.[386] Hadisi şerifte şöyle gelmiştir.





“Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem seni seviyorum,  diyene;





—O zaman belalara hazır ol. Yine





Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,  ben Allah Teâla’yı seviyorum,”  dediğinde;





—O zaman iptilalar elbisesini giyin”





Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz 29 seneyi aşkın bir süre inzivada tevhit terbiyesi ile geçti. Narında hoş,  nurunda hoş diyen insanlar bu potada eriyen kâmiller insanlardır.





Aliyy’ül Havvas kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





 “Büyüklerin ağır hastalıklara maruz bırakılmaları bazen ecirlerin çoğalması için olur. Dünya ile alakalı yanları yoktur. Öyle ki, dünya ile irtibatlandırılması caiz bile değildir. Bazen de talebeleri yüzünden zor can verirler. Bir an önce Allah Teâlâ’ya kavuşmak istemelerine rağmen onları daha iyi yetiştirmek, makamlarını yükseklere çıkarabilmek için dünyadan çıkmak istemeyebilirler. Talebelerine olan iştiyakları yüzünden ruhun çıkması zorlaşır. Eğer talebelerine olan şefkatleri olmasa idi, Allah Teâlâ´ya kavuşma arzuları yüzünden canlarını en kolay verenlerden olurlardı.”





Efendi Hazretleri 1938 senesinde 38 kişi ile 38 gün hapis hayatını dostuna misafir gider gibi karşıladı. O’nun sayesinde küller,  güle döndü.[387]





Hayatını yakından bilenler, çektiği elem verici olayların O’nu mânevî hizmetten hiçbir zaman alıkoymadığını gördü. Bu sabrın ve çilenin neticesi 1955 senesinde Efendi Hazretleri “Gardaşlarım! Gavslık Kadirî’lerden Nakşî’lere verildi” diyerek kazandığı mükâfatı remzen söylemişlerdir. Bu sene Sivas Ulu Camii de hizmete açıldı.





Mushaf-ı hüsnüne çün tefe’ül eyledim ben





      Burcu belada gördüm kendimi fal içinde





      Taliimi yokladım mihnet evinde buldum





      Anın için yürürüm her dem melal içinde





      Bizimde mihnet imiş kısmetimiz ezelde





      Kaldı başım anın içün fitne vebal içinde





      Gamsız olan adamı sanma anı âdemi





      Hayvandan ol edâldir kaldı dalal içinde





      Şâdlık ehli aşka,  aşkın gamıdır veli





      Şol ayrılık güzeldir ola visal içinde





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Tarîkata girip keramet sahibi olmak rüyası ile gelenler, aynı bir hayal ile boğulup boşa emek sarf ettiler. Bir toprak kâse fırına girince, senelerce nasıl kalıyorsa, işte aşk ve tevhit ateşinde yanan gönülde ancak, Allah Teâla misafir olur.





 “Ehlullâhın bu gibi harikalarından bahsetmek abes, hatta ayıp­tır. Çünkü onlar: Ve hüve alâ küllü şey’in kadîr[388] sırrına mazhar olmuş­lardır. Binâenaleyh isterlerse, her şeyi yapabilirler. O her şeyden bir zerreyi ayırmak, kudretlerine noksan düşürmek demektir.





Fakat sırf bu çeşit sözlerden hoşlanıp irfana âit şeylerden hazzetmeyenlerin dillerine mucizeler, kerametler dolanmıştır. Çünkü seviye­leri bu basit sözleri söyleyip dinlemekten ileri geçememiştir. Şayet ir­fana ve hikmete dâir bir söz söylense anlamazlar, hattâ uyuklamaya başlarlar.





Mucizenin en büyüğü, kalpleri teshir etmek, onlara hâkim olmak­tır. Bu da ancak kâmil kişi harcıdır. Yoksa havada uçmak mucize olsa, kargalar da uçuyor. Denizde yüzmek mucize olsa, balıklar da yüzüyor. Hint fakirlerini görmüyor musunuz? Neler, ne acayip ne garip fevkalâ­delikler meydana getiriyorlar. Fakat hangisi bir kalbe hâkim olabiliyor, onu beşerî ve nefsânî kirlerinden temizleyip arıtabiliyor? Hâlbuki dava kalplere hükmedebilmekte... Ama sen bu sözleri, o keramet düşkünleri­ne istediğin kadar söyle, anlamazlar. Zîra fikir ve duygu seviyeleri an­lamalarına elverişli değildir.





Ne yazık ki, çok kimseler, ruhlarının ve nefislerinin tasfiyesini bir tarafa bırakıp ehlullâhın kerametlerini sayıp sıralamakla vakit ziyan edip dururlar. Nitekim yine aynı insanoğlu, sinesinde kurulup oturmuş Yezid’i bırakır da, Muâviye radiyallâhü anhın oğlu Yezid’e lanetle vakit geçirir, vah o zavallılara!”[389]





“Ey Allah Teâlâ Teâlâ’m! Sana, halk içinde uluların yakardığı gibi dua ediyor, fakat yalnızken sevgililere yapıldığı şekilde niyazda bulunuyorum. Halk içinde sana, Ey Allah Teâlâ Teâlâ’m! yalnızken de Ey Sevgilim! Diyorum.” [390] 





Yüzün Niyâzi eyle hâk kalbin sarayın eyle pak





Dert ile bağrın eyle çâk şayet gele sultan sana





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





HAKK-I HER ŞEYDE AYAN GÖRMÜŞ VE BİLMİŞLERİZ





OL SEBEPTEN HALK KATINDA HUBB-Ü MEVLA  GÖZLERİZ





KAHR-I LUTFUN CÜMLESİN BİR BİLDİM VE TUTTUM EY AZİZ





HAMD-Ü LİLLAH BİZ BU LUTFA MAZHARI MÜCELLA OLMUŞUZ [391]





Hakk-ı her şeyde ayan görmüş ve bilmişleriz





Ol sebepten halk katında Hubb-ü Mevlâ gözleriz





Her mertebenin bir rüknü vardır. Bir insan-ı kâmilin terbiyesi ve nazarı altında adabına göre sülûk gören tevhidin mertebelerine erişir. Vücudu âlem-i müşahede edenler âlemin ve eşyanın hakikâtinin Hakk olduğunu bilir. (Vahdet-i Vücud) Fakat eşyanın kendisine Hakk demezler. Hakk,  Hakk dır. Eşya, eşya dır.





Hubb-u Mevlâ: Arifler her zaman işin özünü gözler. Hakk katında çirkin şey olmadığını, halk katındaki çirkinin güzelliğini görürler. Bu makama tevhid mertebelerini geçen kavuşur.





Veli arif cemal içre cemalini görür daim





      Bu haristânın içinde ana gülzar olur peyda





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Tevhidin sırlarına kavuşan zevk içinde âlemi seyr eder. Sonunda hayretler içinde kalır. Önceden gönlünü meşgul eden şeylerin gerçeği ona açıldıkça eşyadaki sırra binaen Allah Teâla’ya olan aşkı, muhabbeti ve gayreti artar. Tarîkat yolundaki gayretin sonu da Hayret’tir.[392] Tasavvuf büyük hayrette mest olmaktır.





“Hayret iki nevidir: Biri umumî hayrettir, bu hayret ilhad ve dalaletten başka bir şey değildir, diğeri meydandaki hayrettir, bu hayret bulmak ve ermektir. Yani marifetin ta kendisidir.”[393]





İhvân hayret makamına çıkmak için bütün eşyadan hakikî vücudu nefy eder. Sırrını mâsivadan kurtarır. Ve bu şekilde sırrını terbiye edince ancak kendi vücudu kalır. O esnada hayret vadisine düşer. Yani hali ile Rabbi’ni bilir. Fakat kendinde kalmak sebebiyle Rabbine vâ­sıl olmaya gücü yetmez. Bu hale hayret vadisinde kalmak denir. Bu mertebede ihvana dost kapısı açılır. Mânevî ihsanlar gelmeye başlar. Her taraftan “merhaba” ve “Ey kulum” sesleri gelir. Bu mertebede ihvan bir yönden vasıl olmuş iken bir yönden Rabbi’nden ayrıdır. Onun için bu mertebede aşk gider, hayret gelir. Kimisi ömrünün sonuna kadar hayrette kalır. Kimisi bir an ve bir zaman onda duraklar. Dosta vasıl olmuştur ancak hicabı ancak kendi vücududur. Onun için varlık elbisesinden soyunup külli fenâ elbisesini giyer. Bu şekilde Kabe-i zatî müşâhede eder. Binlerce ihtiram ve ta­zim ile ziyaret ve tavaf kılar. Bu makama “Makâm-ı ev ednâ” veya “makâm-ı ahfâ” derler. Bunun ehlinde vücûd ve yakınlık olmaz. Hakk’da helak olup Hakk’ın kendinde kaim ve hareket bulur, ikilik kalmaz. Bu Ahadiyyet makamıdır. Burada olan hitâb Hakk’dan Hakk’adır. O makama vâsıl olan kimsenin şanı; “Lâ mevcûde illallah,”‘Velâ fî cübbeti’I-vücûdu sivâh”dır.“el-fakru sevvâdü’l-vechi fi’d-dâreyn”sırrıdır. Ve “izâ etemme’l-fakru fehüve’llah”kelamı buna işarettir. Ancak vücudu kendi vücudu, tasarrufu kendi tasarrufu değil­dir.





İşte bu makamda sülûk tamam olur. Fakat makâmları tamam olmaz. Bu makamdan sonra yine âlem-i bekaya ve makâm-ı kâb-e kavseyn’e döner. Bu makamda kesret (çokluk) ile vahdet cem olmuştur. Kes­ret vahdete ve vahdet kesrete mâni olmaz, cemü’1-cem makamıdır.





Bu makamda eşyanın vücudunu batın cihetiyle Hakk aynısı olarak müşahede eder.





Hayret Vadisinde kelime-i tevhide de üç mana verilir.





Birincisi; “Lâ mâ’bûde illa’llâh”dır.





İkincisi de; “Lâ maksude illa’llah” dır.





Üçüncüsü; “Lâ mevcûde illa’l­lah” dır.





Efkârı beşer her ne kadar etse taâlî





İdrak edemez kendini ey Hazreti Mennan





Zatın bilir ancak yine zatındaki sırrı





Hayrette kalır zatını bilmekteki irfan.





Abdülazîz Mecdi Tolun kuddise sırruhu’l-azîz





Kande bulur isteyen lütfunu ey dost senin





Çün kim anı gizledin kahr-ü celal içinde





      Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Kahr-ı lütfun cümlesin bir bildim ve tuttum Ey -azîz





Bir gün Lokman’ın Efendisine hediye olarak bir karpuz getirdiler. Hizmetçiye “git, oğlum Lokman’ı çağır” dedi Lokman gelince Efendisi, karpuzu kesip ona bir dilim verdi. Lokman o dilimi bal gibi, şeker gibi yedi. Hem de öyle lezzetle yedi ki, Lokman’ın Efendisi, ikinci dilimi de kesip sundu. Böyle, böyle karpuzu tekmil yedi; Yalnız bir dilim kaldı. Efendisi “ Bunu da ben yiyeyim; bir bakayım, nasıl şey, herhalde tatlı bir karpuz” dedi.





Çünkü Lokman, öyle lezzetle, öyle zevkle, öyle iştahlı yiyordu ki, görenlerin de iştahı geliyordu. Efendisi o dilimi yer yemez karpuzun acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı. Bir eyyam acılığından adeta kendisini kaybetti. Sonra “ A benim canım Efendim, Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin, böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın? Bu ne sabır? Neden böyle sabrettin? Sanki canına kastın var? Niye bir şey söylemedin, niye biraz sabret şimdi yiyemem demedin?” dedi.





Lokman dedi ki; “ Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki, utancımdan adeta iki kat olmuşumdur. Elinle sunduğun bir şeye; ey marifet sahibi; bu acıdır demeğe utandım.[394]





Şekerler bağışlayan elinin lezzeti bu karpuzdaki acılığı hiç bırakır mı? Sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur.[395]





Hamd-ü li’llah biz bu lutfa mazharı mücella olmuşuz





Efendi Hazretleri eriştiği halin kendinde bir makam olarak aynileştiğini anlatıyor. Çünkü haller geçicidir.





“Mertebe aldanmaktır. Mertebeden mertebeye geçmek aldandığını anlamaktır.” [396]





Manevi halinin makam-ı kesafetten soyulup, tecelliyat zuhur ettiği, tarafından bilindiğini ve Allah Teâla Teala’ya şükrünü beyan ediyor. Öyle ki, bu yolun bazı müntesipleri bırakın başkaların halini, kendi bulunduğu makamı dahi bilmez. Bu gaflet hali ile başına adam toplarda, hem kendi yanar, hem de başkasını yakar.





BİLMEDİLER ZEVKİMİ CÜMLE İNS-Ü CİN VE MELEK





DERDİNE DÜŞTÜM BANA NELER ÇEKTİRDİ FELEK





HAL-İ HAKKÎ BULMAYA BEYİM ZİKRİN DAİM GEREK





ZİKR-Ü HAK SEYR-İ SEBAKLA DERS-İ YEKTÂ OLMUŞUZ [397]





Bilmediler zevkimi cümle ins-ü cin ve melek





Derdine düştüm bana neler çektirdi felek





Allah Teâlâ Âdem aleyhisselâmı yaratırken keder yağmurlarını balçığı üzerine kırk gün yağdırdı. İnsanın mayasında üzüntülerin hoş geleceği bir yaratılış vardır. Onun için terbiye yolunda olan sâlik üzüntüler perdesinden bir bir geçerek yol alır. Bu usul ağır ve elemlidir. Sevinçli olan sâlikten gaflet kokusu gelir demişlerdir. Ancak mahzun ve kırık kimseden huzur ve cemiyet kokusu gelir. Hâcegânın nisbeti genellikle hüzün ve inkisar olarak görünmüştür.





Kıssada geçer ki, Mecnun,  Leylâ’nın yemek dağıttığı yere gelir. O’na sıra gelince Leylâ yemek vermez ve tabağına vurur. Mecnun sevinince, 





“O’na; sevdiğin bak sana neler yapıyor.” Dediler. Mecnun, 





Eğer size yaptığını bana yapsa idi; işte o zaman ben üzülürdüm” dedi.





Hal-i Hakkî bulmaya beyim zikrin daim gerek





Zikr-ü Hakk seyr-i sebakla ders-i yekta olmuşuz





Bu yolun esaslarından biri, devamlı zikirdir. Efendi Hazretleri,  ihvan-ı kiramı uyararak,  sermayenin çekilen dert ve zikir olduğunu söylemiştir. 





Bu riyazetler, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir. İyinin kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir. [398]





Seyyah Musulî, Davud Nebî aleyhisselâmın şöyle dediğini ifade etmiştir:





“Ya Rab! Hizmet için elini ve yüzünü yıka, buyurdun, şimdi beni sohbete davet ediyorsun, sohbet için gönlümü ne yıkayabilir.” Hakk Teâlâ buyurdu: “Dert ve hüzün!.”





Şeyhülislâm, “Bu yolda bu hususun mevcudiyeti, zaruridir” demiştir.[399]





Binâenaleyh ihvan vazifesini yaptıktan sonra Efendisini başında bir koruyucu olarak bulunduğunu bilmelidir.





Tarîkat yol alış sisteminde geri dönme gibi bir şey yoktur. Verilen hal ve makamdan şeyhi tarafından mahrum etme yoktur. Ancak müridin terk etmesi ve yoldan düşmesi vardır.





Allah Teâlâ ihlas makamına ulaştırırsa ihlas sahibi kurtulur, emniyet makamına varır. Hiçbir ayna yoktur ki, ayna olduktan sonra tekrar demir haline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki, tekrar harmandaki buğday şekline dönsün.[400]





Bu yolda şeyh bile müridi ile yol alır. Efendi Hazretleri de bu konuyu böyle açıklamıştır.





Efendi Hazretleri Seyr-i sebakla sözü ile müride şeyhinin eskiden geçtiği yolu kolaylıkla seyrettirmesidir. Biz kabul görmüş olan seyrimiz ile sabikûn menzilinde ders-i yektâ eşsiz dersi bulduğumuz için sizde bulmalısınız, demektir.





Mesnevî’de geçen bir kıssada da, aynı mesele şöyle anlatılmıştır: Hızır ile İskender, zulmette Âb-ı Hayâtı aramaya çıkarlar. İskender maiyeti ile beraber içenlerin ebedî hayâta kavuştuğu Âb-ı Hayât’ı bul­mak üzere yollara düşer; fakat pek çok araştırmasına rağmen bulama­dan ve içemeden geri dönerler. Yalnız, Hızır’ın tavsiyesiyle, yolda ayak­larına ilişen bir takım taşlar toplarlar. Bir kısmı ise, bu tavsiyeye aldı­rış etmeyip taşlardan almazlar. Almış olanların bir kısmı da, bunlar bi­zim ne işimize yarayacak, diyerek yarı yolda atarlar.





Fakat karanlıktan aydınlığa çıktıkları vakit, taşları alıp muhafaza edenler, bunların pırlanta, zümrüt, yakut gibi kıymetli mücevherler ol­duğunu görerek sevinirler. Hiç almayanlar ile alıp da atanlar ise, piş­man olup kederlenirler.





Mecazlar ile dolu olan bu hikâyede, zulmetten yani karanlıktan maksat, dünyadır. Âb-ı Hayat’tan maksat da, ilim ve irfandır. Hızır’ın Âb-ı Hayat içtiği, onun için de ölümsüzlüğe erdiği söylenir. Pek tabiî ki, ilim ve irfan ile zinde olan kimse ebediyen zeval bulmaz ve ölmez.





Taşlardan maksat da, ibadet ve tâat mücâhede, hayır, hasenat gi­bi mânevî sermayelerdir ki, dünya karanlığından nura çıkınca, bunla­rın kıymet dereceleri anlaşılıyor.





O taşlardan hiç almamış olanlar, bu dünyada, sâde gaflet, zevk ve sefa ile vakit geçirenler, evvelce alıp da sonra atanlar ise, muhitleri­nin tesiriyle ilk zamanlarında Hakk’a itaat ve ibâdette bulunup da, sonra şeytanın yani nefislerinin kandırış ve aldatışlarıyla, bunlara lü­zum olmadığına hükmederek dünyâya dalan kimselerdir.





Şair de bu kıssadaki manaya işaret ederek:





Olmayan mâye-i âb-ı ezelîden sîyrab





Âb-ı Hızr’ı gene Hızr olsa da rehber bulamaz





Der. Yani eğer bir kimsenin ezel yapısı, suya teşne olacak kabiliyette değilse, vaktin Hızır’ı olan bir kâmil insanı bulsa da yine Âb-ı Hayât’ı bulamaz.[401]





Merd-i Hakk’a hizmet eyle al sebak





Hakk ehline, Hakk dostuna, insan-ı kâmile, hizmet eyle ve ondan sebak al. Buradaki sebak, bir icazet, bir yetki manasına olduğu gibi mânevî teveccüh anlamına da gelir.





Eşsiz ve benzersiz ders yolun başında şeyhi, ortasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sonunda Allah Teâla olarak çıkar.





Neticede aslı toprak olan kıymetsiz insan seyr-i ile Kâbe’den ekrem, faziletli ve Allah Teâlâ’nın halifesi olur. Vesselâm.





Aşık oldur kim, kılar canın feda canânına





Meyl-i cânân etmesin her kim ki, kıymaz canına





Canını, cânâne vermektir kemâli âşıkın





Vermeyen can, itiraf etmek gerek noksanına





-----





Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dil,





Ne niza eyleyelim ol ne senindir ne benim!





Fuzuli





3- MEKTUPLARINDAN ÖRNEKLER





Gavs’ül âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak kuddise sırruhu'l-âlî Efendi Hazretlerinin, Şeyh-i Hacı Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendimizin mahdumu Bahâeddîn Efendi’ye yazdığı mektubdur..





به





Seni sevmek benim dinîm imânım





İlâhî din- ü imandan ayırma





İşte öteden beri derd-i muhabbetinizle nâlân olan kalbîm, nâle-i efgânını baştan aşırmakla giryân u sûzan olarak kâlemi elime aldım. 





Sultanım, ne buldum ise, sizden buldum ve bu fenâda ne gibi bir zevke erdimse, mutlaka sizinle erdim. 





Bende-i peder-i büzürg-vârımız sırr-ı insanü’l ayn, aynü’l-insan min-haysül-kühliyye maksûd-u vücud iken Seyyidinâ Hâkî kuddise sirrıhü’l-âli Efendimiz sultanımızdır.   Onun derd-i rûhâniyetinin perver derdi bezminden bir an hâlî olamam.   Ne çare ki, her an tahtı gâh-ı saltanatlarına varamam.   Nâdiren varabilsem de, kendilerini bulamam.   Eğer görsem nîm-ü nazarla mazhar-ı iltifat olsam bir zevki huzur tuma’nînet bulurum ki, âdeta kendimi bu âlemden çıkmış ve cânâna dâhil olmuş bilirim. 





İşte bu te’sirin icrâ-yı ahkâmından olmalıdır ki, sizi hiç unutamam.   Aks-i timsâlinizi gözlerimden ve sûr-i hayâlinizi gönlümden çıkaramam.   Her nerede bir çeşm-i siyâhın füsunkâr bakışını görsem yüreğim çarpar ve dîde-i kalbim size bakar.   Bu zevk ile geçirdiğim günlerimi feleğe değişmem. 





İşte bunların ulviyeti-pesendânesinden olmalı idi ki, arada nezd-i âlinize gelir, envâr-ı cemâl ve ahvâl-i bî-melâlinizden bî-hâd ve bî-gaye feyzler alırım.   Şimdi o nazar-ı kimya-eserinden dûr mu oldum? 





Ey name! Git, mazhar-ı füyüzât-ı âlem-yan olan bir payeye kemâl-i tazim ve muhabbetle hâl-i pür-melâlimi Hazret-i Bahâ’ya husûsan arz et. De ki;   Sizin feyz-i nazarınızdan şâh-ı râh-a yol gider.   Lütfen bu nazarlarını üzerimizden dirîğ etmesinler.   İşte ahkaru-l vücud şu tarzda dergâh-ı Bârî’ye arz ve ilticâ ediyorum ve diyorum ki, 





 Ey Hüdâ!





Nazar-ı iltifât-ı yârdan sâkıtım.   Fakat hâlâ ümit dâr-ı lutfunum.   Aczimi muhabbetine bu âr u varımı sana ve seni sevenlerin rahına sarf eden bir kulun değil miyim? 





Elbette bir gün olur, mazhar-ı iltifatın ve nâil-i mükâfâtın olurum. Lütfet, kerem et, beni o zümre-i dil-ferîbden ayırma.” 





                      15 Rebîu’l-evvel 1347 (M. 1928)





İsmail Hakkı TOPRAK





--





Günümüz Türkçesiyle





به





Seni sevmek benim dinîm imânım





İlâhî din- ü imandan ayırma





İşte öteden beri muhabbetinizin derdiyle sızlayan kalbimin figanların iniltisi  beni baştan çıkarırken, içim yanarak, gözyaşı dökerek kâlemi elime aldım. 





Sultanım, ne buldum ise, sizden buldum ve bu fenâda/dünyada ne gibi bir zevke erdimse, mutlaka sizinle erdim.  





Büyük/ ulu babanızın bendesi olarak [yazıyorum.].





 O, kamil insanın sırrının, ta kendisidir.





Gözümüze sürme çektiğimiz gerçek insan, varlığımızın gayesi olan  Seyyidinâ Hâkî kuddise sirrıhü’l-âli Efendimiz, sultanımızdır.  





Onun rûhâniyetinin derdiyle beslenen sevgimizin meclisinden sohbetinden bir an ayrı duramam.   Ne çare ki, her an manevi makamlarına  saltanatlarına varamam.   Nâdiren varabilsem de, kendilerini bulamam.   Eğer görsem kesik/küçücük bir bakışını,  lütfuna kavuşsam, bir huzur, bir zevk ile mutmain olurum ki, âdeta kendimi bu âlemden çıkmış ve cânâna (Allah Teâlâ/Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem/Şeyhime) kavuşmuş olduğumu bilirim. 





İşte bu etkinin  hükümlerinin tesiriyle olmalıdır ki, sizi de hiç unutamam.   Suretinizin görüntüsünü gözlerimden ve bedeninizin hayâlini gönlümden çıkaramam.   Her nerede bir büyüleyici bir siyah gözlünün bakışını görsem yüreğim çarpar ve kalp-gözüm size bakar.   Bu zevk ile geçirdiğim günlerimi dünyaya/ âleme değişmem. 





İşte, bunların beğenilen yüceliğinden olmalı ki, arada yüksek/ulu makamınıza yaklaşmaya  çalışırım, cemâl nurlarınızı ve can sıkıntısını gideren hallerinizle beklemediğimiz kadar sonsuz feyzlere kavuşurum.  





Şimdi o kimya eden bakışın tesirden uzak mı düştüm? 





Ey mektubum!





Git, sıkıntısı çoğalmış halimi, âlemlere feyzler saçılmasına sebep olan bir rütbeye, kemali hürmetimle ve sevgilerimle, Hazret-i Bahâ’ya husûsen arz et. De ki;  





Sizin nazarınızın feyzinden  Şâha/Hakk katına  yol gider.   Lütfen bu nazarlarını üzerimizden esirgemesinler.   İşte pek âciz ve değersiz varlığımızın haliyle, güzel yaratıcı Allah Teâlâ’nın dergâhına arz ve yönelerek sığınarak diyorum ki, 





 Ey Hüdâ!





Yârin lütfeden bakışlarından uzak kaldım. Fakat hâlâ lutfundan ümitvârım   Acizliğimi sevgine, âr ve namusumu  Sana ve Seni sevenlerin yoluna sarf eden bir kulun değil miyim? 





Elbette bir gün olur, lütfunla şereflenmiş ve mükâfatına  kavuşmuş olurum. Lütfet, kerem et, beni o nurlu kıldığın gönül cemaatinden ayırma.”





                      15 Rebîu’l-evvel 1347 (M. 1928)





İsmail Hakkı TOPRAK





Not: Günümüz Türkçesiyle tam bir uyum sağlanılamadığından ifadede eksiklikler oluşmaktadır. Mefhum bu mana üzeredir. Özür dileriz.





2-Efendi Hazretlerinin ihvanlarına nasihat babından yazdığı mektup





      Bismilahirrahmanirrahim





      Gardaşlarım!





Bu dünya fanidir, ahiretin tarlasıdır.30 gün Ramazan-ı Şerif 300 gün eder. 6 günde şevval-i Şerif 60 gün olur. Bir senede 360 eder. Biz bunu böyle yaparsak gecesi kaim gündüzü saim olmuş olur. Biz Şevval-i Şerifin 9 unda oruca başlıyoruz 15 inde bayram ederiz.





Sen seni sevdiklerinle bil.





Gardaşlarım!





Ruhlar, ezel-i ervahta böylece bir arada olmuşlar. Burada bir olduk, biriz beraberiz. Her rasülün ve evliyanın bir turu vardır. Herkes ister ki, Mekke’ye ve Medine’ye gidip orada kalmayı bizde, bizde istiyoruz. Ama sizleri de bırakıp gidemiyoruz. Biz Mekke ve Medine’yi bura yaptık. Biz cennete gidersek bilesiniz vazifenizi yaptıkça sizin hiçbirinizi almadan gidersek cennet bize haram olsun. Biz sizi bırakmayız siz bizi bırakmadıkça. Hadisi şerifte “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” Nefsini bilen rabbini bilir. Ezeli ervahta ruhlar işte böylece bir arada görüşmüşler, burada görüşüyoruz. Ehl’u-llâh derler. İşte Allah’ın ehlisiniz





Bize Allah için uzaktan yakından geliyorsunuz. Tarik-i Halid-i Hâki Nakşibendisiyiz. Evveli şeriat, ortası tarîkat, ahiri yine şeriattır. Bizim şeyhimiz Hacı Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleridir. Biz de sizin gibi Allah için ziyaretine gider gelir idik Türbe-i şerifleri İstanbul Fatih Cami-i Şerif haziresindedir. Yine gidip geliyoruz. Biriz beraberiz İşte böyle Allah ehlisiniz. Allah diyene Ehl’u-llâh denir. Ne yazık ki, çalışmıyoruz. Nasıl yaşıyorsanız öyle ölür, yaşadığınız gibi öyle haşr olursunuz. Buyrulmuştur. Dünyada hangi makam üzere iseniz o halde vefat edersiniz.





Vesselam-ü ala men’ ittebea’l Hüdâ





                                                                             İsmail Hakkı TOPRAK





3-  Dil-gamı ha-hed cüda-i zi-tu amma çu-kunem





Derd-i eyyam bir faide-i dil hahest





Hayali Yar ile her-dem benim rüyalarım vardır





Kemend-i buy-i zülfünden uzun sevdalarım vardır.





Gardaşlarım!





Dâhil ve hariçten bunca hücumlara rağmen mücahede yolunda bulunmak, meyus olmamak icap eder.[402] Kabz ve bast ikisi birer kanat olduğu ve sâlikin onlarla ikmal-i hal ve makam eylediği birçok zevatın zahir ve batın birçok iptilalara göğüs gerdikleri meşhurdur.[403]Siz de muhabbet ve muhalasat yolunda devamla her biriniz büyük azim ve ihtimam edesiniz.[404] Vukuat-ı âlemden mükedder olmamak lazım.[405] Çünkü bu cihan muvakkat bir zıl-dan ibarettir.[406] Âlemi-ukba ise, ebediyettir. [407]





Dünyanın fani olduğunu yakinen bilenler nîk-u bednine aldanmazlar.[408] Zenginlik ve fakirlikte böyle olmak lazımdır.[409]Talib-e zat-ı ahadiyet gerektir ki, değil bu faninin iyş-u nuş-u izz-ü cah-ı hatta bir cümle müşahedat ve tecelliyattan geçip  “Lâ” (yok) tahtında idhal eyle ki, anın kâffesi zılâlen müstesnadır.[410]Yani esma ve sıfat arifin melhuzu olmaya ancak zikr-i kesir ve murakabe-i dil ve hayr ile meşgul ola, her kesin halini hoş görüp, insan kendi yakınlığını temine çalışmayı adet etmelidir.[411] Vesselam-ü ala men-i’ttebea’l Hüdâ [412]   





İsmail Hakkı Toprak





4-





Es-selâmü aleyküm ve alâ men ledeyküm.





Mehmed Ağanın mektubunu aldım.





Mehmed, Raife’yi boşamak istermiş.





Bî-çâre kadın nerede kalacak? Ne yapalım?





Hüsn-i niyyet ederek belâya tutulduk.[413]





Orada Hafız İbrahim Efendi ve Mehmed Ağa üçünüz müzâkere ve hangi cihet münâsib ise, ona göre hareket ediniz.[414]





Delil Efendi’ye vekil vesaire iki bin lira tedârik edildi.





Biz de niyyet ettik. Hele Hacı Ahmed meselesi kalsın.





İleride icâb ederse muhabere ve icâbına göre hareket ederiz.[415]





Şimdilik bu kadarla iktifa ve cümlemiz cümlenize çok selâm ve duâ ederiz.[416]





Ve minallâhi’t-tevfik.[417]





27 Haziran, Sene 1951





İsmail Toprak





Adres: İhramcıoğlu İsmail Toprak





Örtülüpmar Mahallesi Taşlı Sokak





Numara: 21 Sivas










[1] İhramcızâde M. Kâzım Toprak’ın anlattığına göre bu kitapların büyük bir kısmı inceleme amaçlı olarak Darendeli Hulusi kuddise sırruhu’l-azîz Efendi tarafından alınmıştır. Fakat bu kitapların dönüşü olmamıştır. Şimdi bu kitapların Darende’de Efendi Hazretlerinin diğer şahsi eşyaları ile muhafaza edilmesini de Hulusi kuddise sırruhu’l-azîzin bir hizmeti olarak görmek gerekir.





[2] Hafız Şirazi





İranlı Şair Şiraz d.?-h.y.t. m.1390 Gerçek adı Şemsettin Muhammed’dir.





Kur’an-ı Kerim’i ezberlemesi ona hafız unvanını kazandırmıştır. Şiirini besleyen Arapça, Cahiliye dönemi Arab Şiiri hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf kaynakları da hem bilgisini hem eğilimlerini aydınlatır. Sanatına ilgi duyan yöneticilerce korunmasına karşılık özgür düşünce  yapısı nedeniyle bu gibi yardımlara pek ilgi göstermemiştir. Eski Arab Şiir bilimindeki Kaside içinde bulunan duygusal şiir bölümünü (tegazzül) geliştirerek Divan edebiyatında gazel diye ünlenecek birimi olgunlaştırmıştır. Kendinden önceki ustaların Firdevsi’nin (930–1020) en iyi örneğini verdiği destan (Şehname), Muallakatü’l Sab’a şairlerinin olgunlaştırdığı kaside, en seçkin deyişler ile Ömer Hayyam’ın (1044–1136) yoğunlaştırdığı rubai, örneğin Mevlana ile (1207–1273) Sadi-i Şirazi(1213–193) ve Genceli Nizami’nin(1150–1214) önde geldikleri düşünsel ve bilgice öykücülerce dolu mesnevi gibi nazım biçimleri yerine gazelde derinleşen Hafız, bu türün en eksiksiz örneklerinin sahibi oldu. Dünya güzelliklerini, yaşam tatlarını, tükenmez bir aşk duyarlığını, aşkın getirdiği doğal bir özlem, ayrılık, acı, yalnızlık, kıskançlık gibi yan duyguları insanca işledi. Beyitli  ana birim ve bağımsız sayacak ilerdeki sakat anlayışa karşın Hafız gazelde tam bir konu bütünlüğü yanı sıra ses ve uyum etkisi sağladı. Bu etkide ahiret inancına uzak kaldı. Dünya ve doğa güzelliklerini coşkuyla diler getirirken yer yer gerçek zaman zaman simgesel bir gücü şarabı yüceltti.





Hafız yüzyıllar boyu süregelen ününü, tek yapıtı olan Divan-ı ile sağladı, Yapıt, birçok eski şairlerinki  gibi aşk, şarap, sarhoşluk, ikiyüzlülük, şikâyet gibi konuları içerir. Diğerlerinden farklı, bu konulardaki duygularını çok güzel bir biçimde dile getirmesidir. Şiirlerinde duygusallığın yanı sıra felsefi ve mistik bir hava da egemendir. Bütün bu üstün nitelikler karşısında Divan’ın henüz yüzde yüz onun gazellerini içeren bir nüshası ele geçmemiştir. Söylentiye göre Hafız’ın şiirlerini ilk kez Gülendam adlı bir öğrencisi bir divan’da topladı, Gülendam’ın bir de önsözünü içeren bu nüshalardaki gazel sayısı 650–1000 arasında değişir.      





[3] İran Edebiyatının önemli şair ve yazarlarından biri olarak kabul edilir.





Asıl adı, Ebu Abdullah Müşerrifûddin bin Müslih eş- Şirazi’dir. (1213–1292)





Rivayetlere göre; hayatının ilk üçte birinde tahsille meşgul olmuş, ikinci üçte birini seyahatle geçirmiş, kalanını da ibadete hasretmiştir.





Bilginler yetiştiren bir soya mensup olduğu bilinir. Tahsiline Şiraz’da başlamış, Bağdat’ta Nizamiye medresesinde devam etmiş, çağının büyük simalarıyla tanışmıştır. Dini terbiye almış, bu konuda tanınmış kişilerle konuşmuştur. Hayatı daima öğretici, düşündürücü ve çekici bulmuştur. İnsanlarla konuşmak ve seyahat etmek onun sevdiği şeylerdir. Çok kez Hac’ca gittiği de rivayet edilir.





Ebu Bekir ve oğlu Sad için “BOSTAN ve GÜLİSTAN” isimli yapıtlarını yazdı. Güneydoğu Anadolu ve Azerbaycan’ı gezdi. Karışık ve hareketli hayatının nihayetinde tekrar Şiraz’a gelerek, burada yerleşir ve ölümüne dek, tenha bir yerde yaptırdığı tekkede, vaktini okuyup yazarak, ibadet ederek ve ziyaretleri kabul etmekle geçirir. Birçok büyükler ona saygı göstermişler. Büyük bir tevazu ile her zaman içinde yaşadığı halk, hayatının sonlarına doğru, onu ermişlerden biri olarak tanımıştır. Sâdi, 1292 yılında Şiraz’da Hakk’a yürüdü. Mezarının bulunduğu semt O’nun adı ile anılır. Kusursuz bir anlatış biçimi olan Sâdi’nin üslubu basit gibi görünür, ancak kolay taklit edilemez. Eserlerinden başlıcalar: “Takriz-i Dibace,” “Mecalis-i Pençgane,” “Gazeliyet”





En meşhur eseri “ Bostan ve Gülistan” İslâm dünyası medreselerinde okunmuş, açıklamaları yapılmış ve çeşitli dillere çevrilmiştir.





[4] Mehmet Niyazi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





II. Osman devrinde, hicri 1027, milâdi 1617 yılında Malatya’da doğmuştur. Babasının (Ali Çelebi) bir Nakşibendî tarîkatı mensubu olmasına rağmen, henüz 21 yaşında genç bir vaiz iken Halvetî Tarîkatı şeyhi Malatyalı Hüseyin kuddise sırruhu’l-azîz Efendiye intisap etmiş, Kadirî bir mutasavvıftan istifade etmiş olan bu şair sufinin kabiliyetlerini geliştirebilecek kişileri bulabildiği söylenebilir.





Diyarbakır ve Mardin’de mantık ve kelam okudu, o zamanlar hocası yalnız Mısır’da bulunan “Miftah-ı Ulum il Gayb” (Gayb ilimleri anahtarı) ilmini öğrenmek üzere Mısır’a gidip Ezher Camii civarında Kadirî bir şeyhe bey’at etti. Bir gün şeyhi ona “Zahir ilim talebinden tamamen vazgeçmedikçe tarîkat ilmi sana açılmaz” dediğinde niyaz ile Allah Teâlâ’ya istihare ettiğini, rüyasında Abdülkâdir-i Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin Niyâzi’ye nasibinin bu şehirde olmadığını ve “Senin şeyhin bu şehirde değildir” diye Anadolu tarafını işaret ettiğini Mevaidu’l-irfan (İrfan Sofraları) adlı eserinde anlatmaktadır.





Bunun üzerine şeyhinden ısrarla izin ister, rüyasını duyan şeyhi, kendisine hilafet vermeyi teklif eder ise, de o gitmede ısrar eder ve izin alıp Mısır’dan ayrılır Anadolu yoluyla İstanbul’a gelir. Sokullu Mehmet Paşa Medresesi’nde bir hücrede irşada başlar (1646).





İstanbul’dan Bursa’ya gidip orada Veled-i Enbiya Camii kayyımı Ali Dede’nin evinde ve Ulu Cami yakınındaki medresede oturan Niyazi-i Mısri kuddise sırruhu, yine bir rüya üzerine Uşak’a giderek Halvetiyye’nin Elmalılı Yiğitbaşı Ahmed Efendi kolundan ve Ümmi Sinan Halifelerinden Şeyh Mehmed’e intisab eder. “Akıbet şeyhim, gözbebeğim, kalbimin devası” olarak ifade ettiği Şeyh Ümmi Sinan Elmalı kuddise sırruhu’l-azîz ile Elmalı’ya giderek şeyhinin dergâhında imamlık, hatiplik ve şeyhinin oğluna hocalıkta bulunur. Kırk yaşına ulaştığında Mısri, Ümmi Sinan’dan hilafetini alarak irşada başlar. İşte onun mücadele hayatı bundan sonra başlar. Uşak, Çal ve Kütahya’da bulunmuş; Bursa, Edirne’den sonra bir müddet İstanbul’a yerleşmiştir. Üsküdar’da Azîz Mahmud Hüdâyi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri ile komşu olmuştur.





1669 tarihinde Bursa’ya gelmiş, Bursa’da Ulu Camii civarında bir hücrede irşad, camide vaazlara devam etmiş; bir yandan da geçimini temin ve yoksullara yardım maksadıyla mum yapıp satmıştır. Abdal Çelebi adlı bir tüccar Niyâzi’ye bir dergâh yaptırır. Bursa’da Ulu Cami’nin kıble tarafında şu anda postanenin bulunduğu köşede, dergâh 1080 (1669–1670) tarihinde merasimle açılmıştır. Bursa’da tekkesini kurduğu yıllar tekke– medrese tartışmalarının en yoğun olduğu yıllara rastlar; sesli zikir meclisleri yasaklanmıştır. Mısri bu karara uymamış ve açıkça mücadele etmiştir. Hacı Mustafa adlı birinin kızı ile evlenir. Bir kız çocuğu olur.





Sadrazam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye giden Niyâzi, cifre dayanarak bazı sözler söylediğinden 1087 (1673)’ te Rodos’a sürülür. Dokuz ay sonra affedilerek Bursa’ya döner. Dönüşte Bursa’da çalışmaya devam etmiş, 1677’de Rusya seferi için halkı cihada davet etmek amacıyla 300 kişilik bir derviş grubuyla Edirne’ye geçmiş, Selimiye Camii’ndeki bir hutbesinden dolayı bu kez Limni Adası’na sürgün edilmiştir. İki sene sonra affedilmesine rağmen dönmez ve Limni’ de Mısrî dergâhını kurar. On beş yıl sonra tekrar Bursa’ya gelir.





Padişah II. Ahmed’ in, şeyhe mahsus bir koşu araba, dervişler için de para gönderdiği bilinmekte olup, Niyâzi’yi çok saydığı anlaşılmaktadır. Niyazi Mısri kuddise sırruhu’l azizin padişaha, işbaşında bulunan hainleri keramet ile birer birer haber vereceği şayiası, devlet adamları arasında telaş uyandırır. Sadrazam Bozok’lu Mustafa Paşa, Mısri Efendinin duasını almak isteyen ve sonra sefere çıkılmasını münasip gören II. Ahmed’i, bu zat geldiği takdirde büyük bir fitne zuhur edeceği yolundaki telkinleriyle fikrinden vazgeçirdi. Niyâzi, 26 Şevval, 1104 (30 Haziran 1693) Salı günü Edirne’ye gelip vaaz etmek üzere Selimiye Camii’ne indiği zaman, halk caminin etrafını almış, kalabalıktan içeriye girilemez olmuştur. Bu durum karşısında Sadrazam, Niyâzi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin eğer derhal sürgün edilmezse büyük bir karışıklık çıkacağını padişaha telkin ederek, Niyâzi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin Limni’ye gönderilmesi hususunda bir ferman alır. Tekrar Limni’ye sürülür (1693). Orada, bir müddet sonra 20 Recep 1105 (16 Mart 1694)’te, 78 yaşında Hakk’a yürümüştür.





[5]   “Meselâ yine Ahmed Âmış kuddise sırruhu Efendi buyururlarmış ki;





Tasavvuf kitabı okumayın. Onlar sizi idlâl (yanlışa götürür) eder. Yalnız Niyazi Divanını okuyun. Zira O, sülûkü bitirdikten sonra söylemiş ve yazmıştır.” (ERGİN, a.g.e. s. 75)





[6] Bu konuda Necmeddin Kübra kuddise sırruhu’l-azîzin hali ayrı bir görüş açısı vermektedir.





 “Bir gün halvette yalnız olarak zikirle meşgul olurken şeytan geldi. Halvet ve zikir hayatımı karıştırıp bozmak için hile ve tuzaklarını artırdı. O anda elimde bir himmet kılıcı hâsıl oldu. Ucundan kabzasına kadar üzerinde: “Allah,” “Allah” kelimeleri yazılı idi. O kılıçla, insanı meşgul eden ve Allah Teâlâ’yı zikirden alıkoyan hatıraları kovuyordum.





O anda kalbime “Hıyelu’l-merîd ale’l-mürîd” (Azgın şeytanın mürid için kurduğu tuzaklar) ismi ile halvette bir kitap yazmak hatırıma geldi. Şeyhim izin vermeden böyle bir eser yazmam sahih olmaz, dedim. Benimle şeyhim arasındaki rabıtanın sıhhatli olması sebebiyle sesini işittim. Şöyle diyordu: “Bu hâtırı (düşünceyi) bırak..” Şeyhime gaibte (rabıta yolu ile) danıştım. Allah Teâlâ bundan uzaktır bu hâtır şeytandandır. Şeytan, kendisine merid (azgın ve inatçı gibi çirkin ve kötü) bir isim verdi. Böylece şeytan kendine sövmez (kötü isim vermez) zannettin onun böyle yapacağını uzak bir ihtimal saydın. Gayesi seni (kitap yazmakla) meşgul edip Hakk’ı zikirden alıkoymak ve işini sarpa sarmaktır.” (Necmeddin Kübra kuddise sırruhu, Tasavvufî Hayat, trc. Mustafa KARA, İstanbul, 1996,s.103)





[7] Hacı Bayram Veli kuddise sırruhu’l-azîzin müridlerinden Yazıcızade Mehmet kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, Muhammediye adındaki büyük manzum eserini yazıp mürşidine takdim ettiği zaman:





Böyle kocaman bir eser yazacağına bir sine hak etseydin, Mehmet.” Demiş ve bununla, bir adam yetiştirseydin, bu suretle canlı, nâtık bir kitap yazmış ve daha iyi etmiş olurdun,   demek istemiştir.





Nitekim bu fikri taşıyan Hacı Bayram Velî kuddise sırruhu’l-azîzin iki, nihayet üç küçük manzumesinden başka kâğıt üstüne konulmuş eseri yoktur. Fakat yetiş­tirdiği insanların, yâni canlı kitapların sayısı çoktur ve bu canlı kitap­lar asırlarca okunmuştur; şimdi de okunmaktadır ve ilâ nihâye inşâallah da okunacaktır.





Türbedar Ahmed Âmış kuddise sırruhu Efendi, tenevvürü ve yüksek hakikatlere erişmeyi kastederek:





Bu iş kitapla olmaz; fakat kitapsız da olmaz”   buyururlarmış. Yine bu zat, daha ileri giderek Muhyiddin Arabî kuddise sırruhu’l-azîze atfen:





Allah Teâlâ benden ne istersin dese: Ya Rabbi, beni tekrar dünyaya gönder, yazdığım kitapları toplayıp yakayım” demiştir.” (ERGİN, a.g.e. s. 74)





[8]  Evrâd-ı Bahâiyye





Manen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Şah Muhammed Bahâüddîn Nakşibend kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine ta’lîm ettirdiği rivayet olunan, seçilmiş dua ve virdlerden oluşan bir tesbihat evraddır.





Evrad-ı Şerif, bir mürşid-i kâmilden izin alınarak okunmalıdır. Fakat Efendi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin kendine bağlı yeni ihvana, yâni sülûk derslerini ikmal etmemiş bile olsa izin vermiş olduğu rivayeti meşhurdur. (Mustafa Takî kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin arkadaşı olan Hasan Basri Çantay Evrâd-ı Bahâiyye için okuma izni istemiştir. Fakat uzun bir müddet bu izni alamamıştır.)





Evrad-ı Şerifi okumak için kıbleye karşı diz çöküp şu şekilde okunur:





3 adet Salâvat-ı Şerife





5 adet Estağfirullah





1 adet Fatiha Suresi





3 adet Kehf Suresinin 10. ayeti





3 adet İhlâs Suresi





7 adet Salâvat-ı Şerife





Okunduktan sonra, okunan sure ve dualardan hâsıl olan sevap silsile yo­luyla Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden itibaren bütün pîrana ve akraba-i taallukata bağışlanır, daha sonra da Evrad-ı Şerif okunmaya başlanır.





Bu evrâdın içinde İsm-i Âzam olduğu için okuyanın istekleri Allah Teâlâ’nın iradesinin takdiriyle icâbeti muhakkaktır. 





[9]  Kitabın kapağı şu şekildedir.





Yâre Yadigâr





İbrahim Yılmaz - Ali Altın (Uğur Terzi,  Mehmet Bayrak eliyle Taşköprü) (Bekir Sarı ve Basmacı Mehmet Efendi eli ile)





 Osmanlıca ve Türkçe yazılmıştır.  İçinde silsile,  hediye etme şekli, Efendi kuddise sırruhu’l-azîzin birkaç sohbetten alınmış kelâmları yazılmıştır.





Sayfalar ayrı ayrı numaralanmış Türkçe 24 sahife. Osmanlıca 29 sahifedir.





[10] Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem





[11] Çokça, fazlaca





[12]  Öncekiler ve geçmişler.





[13] Öncekilerin yolu





[14]  Sık sık





[15] Şiirin yazıldığı tarih Hicri 19 Rebi’ul –evvel 1352 Çarşamba- 11 Temmuz 1933 Salı (İkindiden sonra Çarşamba sayılır) Efendi Hazretleri bütün hayırlı işlerine Çarşamba günü başlamıştır.





[16] Çarşamba





[17] Dizdim





[18] Ayak





[19] Şükür, binlerce şükür





[20]  Gündüzleyin





[21] Öğle uykusu





[22] Uykumda





[23] Güzel bir insan





[24] Allah Teâlâ’nın yardımıyım





[25] Emrine hazır.





[26] İnci dizisi gibi mısralar





[27] Ay yüzlü Sevgili





[28] Nesir ile yazılmış inci gibi satırlar





[29]  Düzyazı, nesir,





[30] Hediye





[31] Utanma





[32] Mahcupluk ve eziklik ile





[33]  (Vefir-den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir.





[34] Kerem sahibi





[35] Vefalı Efendim





[36] Taşısa





[37] Hayale sığabilecek (Gerçekte olması düşünülemeyecek kadar büyük)





[38] Parlaklık ve aydınlık





[39] Kıyamet günü.





[40] Büyük lütuf





[41] Dünya’ya Teşrifi





[42] Âşıklara





[43]  Melekler





[44] Birlik kadehi





[45] Açılır, feth olur





[46] Saçılır





[47] Birlik incileri





[48] Açık





[49] Hicri üçüncü ay, Rebî’ul-evvel ayı,





[50] Kıymeti Yüksek ve yüce





[51] Şefaatçi





[52]   “Seni başka değil, bütün âlemlere bir rahmet olmak için gönderdik.” (Enbiya, 107)





[53] Parçalandı





[54] Put isimleri





[55] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin doğduğu gece, İran kralı (Kisrâ’nın) sarayı sallandı ve on dört burcu yıkıldı.





[56] Büyük Mecusi Ateşi





[57] Save gölü kurudu.





[58] Kabir toprağına





[59] Güzel kokan bahçesini





[60] Sulanırlar, içerler





[61] Allah Teâlâ’ya şükürler olsun Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi beşer olarak gönderdi.





[62] Sonra en önce seçilmiş nebi olana salât ve selam olsun.





[63]  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize ebediyete kadar selam olsun.





[64]  Bütün yaratılmışların en hayırlısı Allah Teâlâ’nın sevgilisine olsun.





[65] Babası Hz. Abdullah radiyallâhü anh





[66] Hizmetçiliğini





[67] Ay parçası





[68] Bilenler müjde ederdi





[69] Zaman zaman





[70] Ulvî âlemler





[71] İsimlendirilmemişti önceden





[72] Olabilir mi diye araştırmaya düştüler.





[73] İnci dizileri





[74] Baştanbaşa





[75] Alnında





[76] Yüzünü kaplayan





[77] Rebî’ul-evvel ayının 12 si





[78] Dünyevî harikalar





[79] Korkuttu





[80] Zaman zaman





[81] Müjde





[82] Güzeller





[83] Doğu batı





[84] Pay veren





[85] Allah Teâlâ’nın arşı





[86] Doğuda





[87] Batıda





[88] Çok yeni





[89] Cam fanustaki şerbet





[90]  Dünya ve ahiret, insanların ve cinlerin Efendisi





[91] Arap ve Acem fırkasının Efendisi





[92] Cam fanustaki şerbet





[93] Mübarek karınları





[94] Teşrif et Ya Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem





[95] Allah Teâlâ’nın izniyle





[96] Ümmetlerin şefaatçisi





[97] Beşerin baş tacı





[98] Mahlûkatın özü





[99] Yaratılışı büyük ruh





[100] Dünya âlemine





[101] Tekbirler





[102] Tehliller





[103] Bütün





[104] Selamlar





[105]   (Türkçe Açıklaması)





Gün, O’nun varlığı ile parladı. Gece O’nun heybetinden karardı.





Diğer rasüllerden fazilet ve ululukta üstün oldu. Hidayet yolları O’nunla bulundu





Kerem hazineleri ve Allah Teâlâ’nın nimetlerin sahibi, şeriatı ile ümmetleri hidayete erdirdi.





En temiz nesebli, en yüce soyluya; bütün Araplar hizmetkâr oldu.





O’nun işaretiyle ağaç yürüdü, taş konuştu, ay yarıldı.





Cebrail aleyhisselâm İsra gecesi gelip,





Allah Teâlâ’nın huzuruna çağırdığını müjdeledi.





Şerefe nail oldu; Allah Teâlâ O’nun ümmetinin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti.





Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bizim Efendimizdir.





Şerefimiz bizi ümmetliğe kabul etmesidir.





[106] Temiz





[107] Kemerli büyük bina





[108] Fışkırdı





[109] Şam’da bir mevki adı





[110] Bekçisi





[111] Bir tanesin





[112] Müjdelemede ve korkutmada





[113] Erkek evlatların erkek ve kız çocukları arasından doğmuş nurlu güneş





[114] Nurlandırdı





[115] Aydınları





[116] İnsan, erkek demektir. Yardım edeni olmadan





[117] Rütbe





[118]  Atmosfer





[119] Bakış





[120] Gagaları





[121] Yardım





[122] Dünya





[123] Şerefi





[124] Koydular





[125] Yiyecekle





[126] Gagasıyla





[127] Saadet ağzı





[128] Bilerek





[129] İlâhi şarabı





[130] İnsanlık âlemi





[131] Dünya ve ahiret, insanların ve cinlerin Efendisi





[132] Araplar ve Acem fırkasının Efendisi





[133] Hareketli





[134]  Adamlar





[135] Yıkanılacak emin bir çadır





[136]  Mutlu, temiz





[137] İpek





[138] Nebilerin ruhları





[139] Bütün Nebiler ve seçme ruhlar





[140] Sağlam ip, dayanak





[141]  Öğünür





[142] Öncekiler





[143] Omuz, kürek kemiği





[144] Mecalsiz âşık oldular





[145] O Allah Teâlâ’nın sevgilisidir ki, şefaat ancak O’ndan umulur.





[146] Korkulacak bütün hallerde sığınılacak yer O’dur.





[147] Ruhanî adamlar





[148] Şerefli zatlar





[149] Nurlu bulutlar





[150] İlâhî bir ses





[151] Âdem aleyhisselâmın sıfatı: Berrak, temiz





[152] Nuh aleyhisselâmın sıfatı: Yücelik





[153] İsmail aleyhisselâmın sıfatı: Fasih, güzel konuşmak





[154] İbrahim aleyhisselâmın sıfatı: Allah Teâlâ’nın dostu





[155] Yusuf aleyhisselâmın sıfatı: Cemal güzelliği





[156] Yakup aleyhisselâmın sıfatı: Müjdesi





[157] Eyyüb aleyhisselâmın sıfatı: Sabrı





[158] Davut aleyhisselâmın sıfatı: Sesi





[159] Yahya aleyhisselâmın sıfatı: Takva ve zühd





[160] İsa aleyhisselâmın sıfatı: Şeref, ululuk ve güzel işler sahibi





[161] Yaratılmışların en kıymetlisi





[162] Açıldı





[163] Sonra tekrar





[164] Uzaklaşıp kayboldu





[165] Fazlaca





[166] Hz. İsa aleyhisselâmın makamında





[167] İpekler





[168] Tatlı su





[169] Ortamına





[170] Elverişli alışarak





[171] Döndü





[172] Sevgi ile





[173] Allah Teâlâ’ya şükürler olsun Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi beşer olarak gönderdi.





[174] Sonra en önce seçilmiş nebi olana salât ve selam olsun.





[175] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize ebediyete kadar selam olsun.





[176] Bütün yaratılmışların en hayırlısı Allah Teâlâ’nın sevgilisine olsun.





[177] Yeni doğmuş





[178] Son nebi





[179] Fetihler





[180] Efendilik, sultanlık





[181] Müjdesi





[182] Dünyaya teşrif





[183] Bulunduğu yerin tavanı





[184] Teşrif ettiği vakit





[185] Büyük kutlu doğum





[186] Parçası





[187] Yeni doğmuş sultan





[188] İlâhî ses





[189] Nebilik zamanı





[190] Bekledi





[191] Açıkladı





[192] Kavmini güzelce övdü





[193] Gönlü razı





[194] Tam olarak





[195] Nurlu





[196] Dünya ve ahiret, insanların ve cinlerin Efendisi





[197] Araplar ve Acem fırkasının Efendisi





[198] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize ebediyete kadar selam olsun.





[199] Bütün yaratılmışların en hayırlısı Allah Teâlâ’nın sevgilisine olsun.





[200] Ulu Âmine radiyallâhü anh





[201] Güzel yaratılışlı kadın





[202] Yaklaştıkça





[203] Sanki çıkmış





[204] Sevgili dost





[205] Korktu





[206] Korkudan ödüm yarıldı





[207] Hediye





[208] Sert bakışlı





[209] İnsanlara





[210] Ata, dede





[211] Dilsiz





[212] Bekledi





[213]  Falcılar





[214] Gürültü





[215]  Mecusiler, Hıristiyanlar ve Yahudiler





[216] Ulu doğum günü





[217]  O Allah Teâlâ’nın sevgilisidir ki, şefaat ancak O’ndan umulur.





[218] Korkulacak bütün hallerde sığınılacak yer O’dur.





[219] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize ebediyete kadar selam olsun.





[220] Bütün yaratılmışların en hayırlısı Allah Teâlâ’nın sevgilisine olsun.





[221] Yazılmış





[222] Doğuş gecesi





[223] İbretler





[224] Olaylar ve haller





[225] Yeryüzüne





[226] Müjdeler





[227] Eşyası mülkü





[228] Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından





[229] Sarsıldı





[230] Korktu





[231] O gece Sava Gölü battı. Onun yerine bir deniz çıktı. Şöyle ki; Kufe yakınında bulunan Fırat suyu taştı. Dımışk ile Irak arasında bulunan çölü doldurdu deniz gibi eyledi. (Yazıcıoğlu Muhammed, Muhammediye, İstanbul, 1984, s,145)





[232] Düşmesi





[233] Âlemi susturdu





[234] Büyük putlar





[235] Hepsi birden





[236] İran Şehirleri





[237] Ateşe tapan Mecusiler





[238] Harika olaylar





[239]  Öncekiler geçmiş olayları





[240] Kısalttım





[241] Yüce Şeref Sahibi’ni





[242] Fatiha Suresi





[243] Af ve mağfiretine





[244] Zengin olan Allah Teâlâ





[245] Öncekiler ve sonrakiler





[246] Sona erdirdim





[247] Bütün Nebilere selam olsun





[248]  Fatsa, Mehmet, Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 165





1949 yılında rahmeti rahmana kavuşan büyük islam alimi Fatsalı Tarakçı Hamid Hoca kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin yine Hacı Hamit Efendi namında bir arkadaşı vardır. Sivas'a Efendi Hazretlerini ziyarete gider gelirdi. Hacı Hamit Efendi bir gün Ordu'nun Fatsa kazasında metfun bulunan Tarakçı Hamid Hoca'nın kabrini ziyaret ederek





"Hocam, hep seninle Efendi Hazretlerini ziyarete giderdik, dünya fani, yalnız kaldım. Fakat şimdi Sivas'a Efendi Hazretlerini ziyarete gideceğim ve selamını ona ileteceğim" diyerek Sivas'a gitmiş ve dergahın ortalarında bir yere oturmuştur. O sırada sohbet eden İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendi;





"Bugün peygamberlerin, şehitlerin, sıddıkların, salihlerin ruhaniyyetleri burada, bugün Hamid Hoca'nın ruhaniyeti de burada” demiş ve hemen ardından:





“Gardaşım! Hacı Hamit nerdesin?” deyince, Hacı Hamit Efendi ayağa kalkmış ve:





“Efendim cennetin ortasındayım”, demiş ve Efendi Hazretleri de:





“Ve aleyküm selâm, Gardaşım! Otur” diye karşılık vermişler.





[249] Tasavvufta buluğa erme yaşı intisap ve kemâlat ile ilgilidir.





“Bâyezid Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîze sordular.





 Kaç yaşındasın?





 Dört.





 Nasıl olur?





 Şöyle. Yetmiş yıl dünya perdelerinde (maddî hicaplar arsında) bulundum. Ama dört senedir ki, O’nu görüyorum, nasıl gördüğümü de sorma gitsin. (Anlatamam) perdeli geçen zaman ömürden sayılmaz ki!”(Tezkiretü’l-Evliya s.235)





[250] Sivas ziyaretinde Fatsalı Hamit Hoca Hazretlerine bir arkadaşı Sivas şehrin sınırları içinde bir sual sormuşlar. Fakat Fatsalı Hamit Hoca Hazretleri soruya cevap vermemiş. Ta ki, Tokat sınırlarına girince





“Ne sordun ki? Şimdi cevap vereyim.” Diye arkadaşına sorunca arkadaşı “Niye önce cevap vermediniz Efendim?” diye sorunca,





“Efendi Hazretlerinin makamında nasıl cevap verebilirim.” Buyurmuştur. (Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)





[251]  Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)





[252] Damlamızdan hisse al sonsuz bir okyanus olmuşuz.





Bütün yaratılmışlara, bir nazarla maddi manevi irşad merkezi olmuşuz.





Her ne kadar insanlar arasında, onlar gibi görüşüp konuşuyorsak da;





Batıni taraftan bakılırsa, bedenden ve dünyadan tamamen soyunmuşuz.





[253] Mesnevi, c.V, b. 3579





[254] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 31





[255] Mesnevi c.II, b.1362





[256] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 189





[257] YARDIM, M. Nuri, Safiye Erol Kitabı, İst, 2003, 88





[258]  ‘Lâ edri’, söyleyenin bilinmediği, anonim





[259] Hz. Aişe, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem Efendimize,





“Ey Allah Teâlâ’nın Resulü, nereyi bulursan orada namaz kılıyorsun, seccade yaymıyorsun” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz





“Şunu bil” buyurdu, Allah Teâlâ, “Büyüklere pis şeyleri temiz kılmıştır. Veli zehir yese bal olur, Başkası bal yese, o esnada zehir olur.”





İki kişi Şeyhleri hakkında konuşuyorlardı. “Biri ben onu şarap içerken gördüm” dedi. Öbürü “sen onu gece ibadet ederken gör” dedi. Yâni gündüz silahlı gece külahlı desene...





Gündüz evine gittiler, Şeyhin elinde kadeh vardı. “Sen bize kadehe şeytan pisler, elinize almayın, demez miydin” deyince,





“Zaruret halinde pis temiz olur, hastayım şarap içmem lazım. Bana şarap bulun getirin” diye, müritleri meyhaneye gönderdi.





Hangi meyhaneye gittilerse, meyhaneciyi ağlar buldular. “Ulu Şeyh meyhanemize uğradığından beri şaraplar bal şerbeti oldu” diye dövünüyorlardı....





“Cihan baştan aşağı kan olsa, Veli yine helal yer...”





Hacı Bayram Veli kuddise sırruhu’l-azîzi, İkinci Murad’ın vezirlerinden biri, öldürmek istedi. Yemeğe çağırdı. Yemeğine zehir koydu. Hacı Bayram Hazretleri kuddise sırruhu’l-azîz;





“Yemeği biz yiyelim, zararı size dokunsun.” Diye yedi. Yemek bitince, vezir öldü. (AYTANÇ, Gönül, Sözce, İst. 2005, s.63)





[260] Abdullah İbn’i Mübarek Hazretleri buyurur ki;





“Mürşidi Kâmil gelen ihvanın kabiliyetine göre tarîkatı tarif etmeli,  eğer bu yolda nasibi yoksa onun için sanat ve diğer mesleklere yönlendirmeli ve onun geliştirebileceği yöne yönelmesini sağladıktan sonra dini bilgilerden yeteri miktarda bilgiye haiz kılmalı, sonra onu oyalamamalıdır. Eğer bu şekilde olmazsa vebale dûçar olur.”





Bu kaderi ilahinin tecellisi demektir. Ancak Mürşidi Kâmiller sofralarını açık tutmakla emr olunduklarından dolayı bu kapıda ‘Yok’ kelimesi telaffuz edilmez. Kâmillik bu ince yolu kırka yararak götürmektir.





[261] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.184





[262] a.g.e. s.151   





[263] a.g.e. s.152  





[264] a.g.e. s.535





[265] Mürşid olan kişi sayılacak makamları ikmal etmiş ve mürid terbiye etmek için de sahih icazet sahibi olmalıdır. Bu şekildeki müridin hali, bakışı ve kelamı mürid için terbiye için maya teşkil eder.





Terakki (Yükseliş) makamları: Tevhidi Ef’al, tevhidi sıfat, tevhidi zat’tır.





Tedalla (İniş) makamları: Cem, Hazret-il cem, Cem-ül Cem’dir.





Son makam; Ahâdiyet Makamı ki,  Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme aittir. Tevhidi Zat’ta insan kâmil olur, bu makama erişinceye kadar insan noksandır.





[266] İsmail Ankarâvî, Minhâcu’l-Fukara, İst, 2005, s. 55





[267] Mesnevi, c.II, b. 1323





[268] Mesnevi c.I, b.423–424





[269] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 322





[270] a.g.e. s.101





[271] Mehmet Zahid KOTKU, Tasavvufî Ahlak, İst, 1998, s.119





[272]  Allah Teâlâ kudsî bir hadiste şöyle buyurur:





“Kul, sürekli olarak nafilelerle bana yaklaşır, nihayet ben onu severim, onu sevince, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, be­nimle yürür, benimle konuşur.”





[273] Bu beyitin Azîz Mahmud Hüdâyi kuddise sırruhu’l azizin olduğu söylenmektedir. (ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatler, İstanbul,1994, s, 15)





[274]  (Açıklama)





Allah Teâlâ var iken, eşya yoktu.





Önceden olduğu gibi şimdi de böyledir.





[275] (Açıklama)





Bir alay müflis olarak geldik ihsan kapına





Allah Teâlâ rızası için parlak yüzünün güzelliğini bekleriz





[276] Rahmetli annem benim için kutlu bir dilek tutmuştu.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrini ziyarette, Allah Teâlâ’ya yalvarmış ve demiş ki;





Burada yatan sevgilin hürmetine, bana dünya ve âhirette üzüntüsü olmayan bir oğul ver.





O’ndan getirdiği elbiseleri, maddî âlemde giymişiz





[277] Abdülmuttalib sıcak bir yaz günü Kâbe’nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyasında bir zât kendisine şöyle seslendi:





 “Kalk, Tayyibe’yi kaz!” Sordu: 





“Tayyibe nedir?”  Fakat o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti. Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. “Tayyibe” ne demekti? Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün geceyi geçirdi. Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi:





“Kalk, Berre’yi kaz.”  Rüyasında şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu:





“Berre nedir?”  Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti. Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mana veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyanın tesirinde geçirdi.  Ertesi günü yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine,





“Kalk, Mednûne’yi kaz.”  Derin uykuda, Abdülmuttalib, adama 





“Mednûne nedir?” diye sordu. Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.





Abdülmuttalib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyanın boş olmadığını elbette biliyordu. Ama manasını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi. Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:





“Zemzem’i kaz!” Abdülmuttalib, 





“Zemzem nedir, nerededir?” diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:





 “Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır.”





Uyanan Abdülmuttalib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü rüyayı manalandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem’in ismi var, kendisi yoktu.





Abdülmuttalib, artık Zemzem’in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.





Senelerden beri gizli kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tespit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir daire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdeta gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da, inanmasa da görünen bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: “Allah-ü ekber! Allah-ü Ekber!”





Abdülmuttalib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu fark edince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib’e, “Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmail’in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et” dediler. Abdülmuttalib,





“Hayır, yapamam” dedi. “Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir.”





Abdülmuttalib’in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu: “Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?”





Bu söz, Abdülmuttalib’in âdeta içini yaktı. Çünkü Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:





“Ya, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?”





Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve





“Yemin ederim ki,” dedi. “Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğim.” Abdülmuttalib’in bu sözleri hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adaktı.





Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tesbit ettiler: Şam’da oturan Sa’d bin Hüzeym. Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yola çıktı. Ne var ki, henüz Şam’a varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeli idi.





Abdülmuttalib’in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri,





“Suyumuz ancak bize yeter” diyerek red cevabı verdiler. Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.





Fakat her şeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı. İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı. Çünkü devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu.





Abdülmuttalib ve arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi:





“Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin.”





Kureyşliler mahcup mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile doldurdular.





Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib’e dönerek,





 “Ey Abdülmuttalib,” dediler. “Artık sana diyecek bir sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz.”





Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.





Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya çıkardı. Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem’i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib’e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib’in başına dikildiler.





“Ey Abdülmuttalib,” dediler.





“Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var.” Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce,





Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok” diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu.





“Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur’a çekelim.”  Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri,





“Peki, bu kur’ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?” diye sordular.  Abdülmuttalib, kur’ada takip edilecek usûlü anlattı:  “İki kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır.”





Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davranışını takdir ettiler: 





“Doğrusu,” dediler. “Pek insaflı davrandın.”  Kâbe’nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib’e düştü. Onların payı ise, mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.





Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları dövdürüp saç haline getirdikten sonra, bununla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe’yi altınla süsleyenlerden oldu.





Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib’in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı vaadini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.  Abdullah, Abdülmuttalib’in on erkek çocuğundan sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmişti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.





Oğullarının on’u da büyümüştü.  Vaadini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular:





“Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?”  Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:  “Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!”  İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe’ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti… Böyle durumlarda Kureyş bu usule başvururdu.





Kâbe’nin yanına varan Abdülmuttalib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerparesinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.  Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu:





“Abdullah!”  Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: 





“Abdullah.”  Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an “Olamaz” diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah Teâlâ’ya verdiği sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah’a çevirdi ve şöyle dedi:  “Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti.”





Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu: 





“Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?”  Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmail aleyhisselâmın teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.





Abdülmuttalib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada bir takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi:





“Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?” Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi:  “Onu kurban edeceğim!”





Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler.





“Ey Abdülmuttalib,” dediler. “Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke’nin büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi?





Bütün kalabalık Abdülmuttalib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da… Lehinde olan tek şey, çelikten iradesi idi. Allah’ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü Allah Teâlâ O’nun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek O’na karşı nankörlük olurdu. Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve  “Ey Abdülmuttalib,” dedi. “Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!”





Abdülmuttalib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.  Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular: 





“Ey Abdülmuttalib! Abdullah’ı al, Şam’a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok, eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin.”





Bu fikir, Abdülmuttalib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber’de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhin kadını buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı. Kadın sordu: 





“Sizde bir insanın diyeti nedir?”  Abdülmuttalib,  “On deve” dedi.





Bunun üzerine kâhin kadın, 





“Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise, on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz” dedi.  Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib, sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdülmuttalib, ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi. Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur’a çekilecekti.  Abdülmuttalib sevinç içinde, memura,





“Çek” dedi. Çekilen ok Abdullah’a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.





Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu.  Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı. Herkes gibi Abdülmuttalib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:





“Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâki, kalbim mutmain olsun.” Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü üç seferinde de ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib,





“Allah-ü ekber, Allah-ü ekber!” diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu. Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.  Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.





O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.   Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.





Bir de İsmail aleyhisselâmın kurban edilme hadisesi vardır: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nesebi İsmail aleyhisselâma dayandığı için;





“Ben, iki kurbanlığın oğluyum” buyurmuştur.





[278] VESİLE: Lügat olarak bir büyüğe yaklaşmayı sağlayan vasıta, aracı manasına gelir. Hadislerde bununla cennetteki yüce bir makam kastedilmiş olmaktadır. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem “O (el-vesîle), cennette bir makamdır...” buyurmakta, bu makamı Allah Teâlâ’nın bir kişiye vereceğini belirtmekte ve tevâzu olarak bu kimsenin kendisi olması hususundaki temennisini ifade etmektedir. Buna göre daha net ifade ile el-Vesîle, cennetteki en yüce makamdır, bu makam tek bir insana verilecektir, O da Allah Teâlâ katında insanların en yüce olduğunu Mi’rac ve Kur’an-ı Kerim gibi mucizelere mazhariyetini ispat eden Eşref-i Mahlûkat ve Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizdir. Bu yüce makama vasıl olan, Allah Teâlâ’ya yakındır. Böylece Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, günahların affı dâhil her çeşit ebedî şart olan lütuflara kavuşmuş ilâhî yakınlığı elde etmeye vesîle olmuş olur.





Gözleri kapanan bir  adam Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelerek:





“Ya Rasûlallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur.” Demişti. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem:





“Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra da şöyle de:





Allah Teâlâ’m Nebi’n Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah Teâlâ’m, O’nun hakkımdaki şefaatini kabul buyur.” Demiş ve ardından Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle ilave etmişti: “Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısını yap!” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştı. (bkz. Tirmizi, Deavat, 49; İbn Mace, İkame, 5; İbn Hanbel, IV, 138)





[279] ALTUNTAŞ, İsmail Hakkı, Muhammedî Dua, İstanbul, 2004, s.118





[280] a.g.e. s.2





[281] a.g.e. s.131





[282] Uhûdü’l Kübra, a.g.e. s.676–677





[283]   “İşlerinizde şaşkınlığa düşünce ehl-i kubûrdan yardım (istiane) isteyiniz.” (Keşfu’l-Hafâ, I, 85, hadis: 213)





[284]  Şeyh Bâyezid-i Bestâmî rahmetullahi aleyh, bir gün Bağdat şehrinde müritleri ile bir yere gidiyordu. Şat ırma­ğının köprüsü üzerinde birkaç oğlan çocuğunun oynadıklarını gördü. Çocuklar, mini mini bebekler yapmışlar, birine Muhammed ve birisine de Aişe adı vermişler, düğün ediyorlardı. Çocuklar, şeyhi görünce hemen önüne çıktılar ve:





 Ya şeyh! dediler. Bizim düğünümüze buyur. Hazreti Muhammed’i evlendiriyoruz. İşte, bu Muhammed’dir bu da Aişe..





Hazret-i şeyh, çocukların bu oyunlarını beğenmedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Aişe radiyallahü anha validemizin mübarek isimlerinin böyle be- beklere verilmesi ona kerih geldi ve asasının ucuyla her iki bebeği de köprünün kenarından aşağı suya attı ve müritle­riyle yoluna devam etti.





Evine vardı, halvethanesine girdi, oturdu ve murakabeye daldı. Murakabesinde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gelip geçtiğini gördü, davrandı ayağını öpmek istedi. Resûl-ü zişân, şeyhe hiç bakmadı. Bâyezid-i Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz, niyazda bulundu:





Ey iki gözüm nuru Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem... Ben kulunuza hiç nazar buyurmazsınız. Hâtırı şerifiniz bana melûl mudur?”





Fahr-i kâinat aleyhi ve âlihi efdal-üt-tahiyyat saadetle şöyle buyurdu:





Beni oğlancıkların elinden aldın, hiç itibar etmeden asanın ucuyla suya attın. Şimdi, benden itibar mı istersin? Bilemedin mi ki, adıma hürmet, bana hürmettir. Sünnetime hürmet, bana hürmettir.”





Şeyh Bâyezid-i Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz, büyük bir hata işlemiş olduğunu anladı ve derhal çocukların oynadıkları yere giderek, onlara hediyeler vermek suretiyle gönüllerini aldı. (Eşrefoğlu Rumî, Müzekkin Nüfus, İst, s.51)





[285] Duvarda asılı resmin açıklamasını soranlara Ord. Prof. Ahmed Süheyl Ünver Hoca Efendi şu şekilde yapmıştır.





Âh mine’l aşk ve hâlâtihî





Ahrâka kalbî bî-harâretihî





Adam âşıkmış âşık,” dedi.





Âşık bir âh çekmiş dağı eritmiş,”





Dağ eriyince ırmak olmuş,” (SIR, a.g.e. s. 135)





[286] Ah! Aşk ve hallerinden çektiklerime





               Kalbim hararetleri ile yandı





               Allah Teâlâ’ya ve O’nun ayetlerine yemin ederim ki,





               Gözüm senden başkasına bakmadı.  





[287] Vücudum mübtelâyı derdi hicran oldu baştan ayağa





               Bana ağlayın ki, yârin kapsından ayrı düştüm





               Acep mi dökülse gözümden gözyaşım, böyle mahzundur





               Ciğerde onulmaz bir derde mübtelâyım ben.





[288] Leylâ Hanım





Bir kazasker kızı olan Leylâ Hanım, Keçecizâde İzzet Molla’nın yeğenidir. Çocuk denecek yaşta evlendiyse de bir hafta üzerine, daha ilk geceden kabalıklarına tanık olduğu eşinden ayrılmıştır. Saray kadınlarıyla yakın ilişkisi olduğu bilinen, iyi eğitimli ve çok kültürlü bir şairdir. Hazır cevaplığı ve nüktedanlığı ile de tanınmıştır.





Leylâ Hanım, Mevlevî tarîkatına mensup olup Mihrî Hatun kadar olmasa da kadın duygularını biraz olsun terennüm etmesiyle ve zamanına göre bir kadın için serbest sayılabilecek söyleyişleriyle dikkat çeker. Edebî bir çevrede yaşamış ve yazmaktan hiç uzak kalmamış olan Leylâ Hanım’ın şiir dili açık ve sâdedir. Bir Divan’ı vardır. 1847 yılında ölmüştür.





               [289]  Ayrıca elbise giymenin sosyal etkileri de vardır.





               “Büyük müctehid İmâm Mâlik Hazretleri, kendisinden dinî bir mesele sorulduğu zaman veya bir âyet okuyacağı yahut bir hadîs ri­vayet edeceğinde abdestli olmasının yanında bu maksat için hazırladığı özel kıyafetlerini giyinir, tam bir edeb tavrı içinde vazifesini yaparmış. (Istılâhat-ı Fıkhiyye Kâmûsu cild: I, İmam Mâlik’in Ha­yatı) Camide sarık - cübbe giymeden vazetmek ve hutbe okumaktan da sakınmak lâzım. Bunun cemaat üzerinde pek menfi tesiri oluyor. Ayrıca cenaze merasimlerinde bazı hoca efendiler sarık - cübbe giy­meyi ihmal ediyorlar ki, bu da yanlıştır, bindiğimiz dalı kesmek de­mektir. Bir imam efendi, kılık-kıyafeti ve bütün yönleri ile bir bü­tün arz eder, bunu hiç unutmamalıdır. Bu münasebetle bazılarımız­da görülen bir yanlış anlayıştan da bahsetmek isterim.” (ÇOŞKUN, Ahmed, Sohbetler, Hatıralar, İst, 1982, s. 34)





[290] Bunun üçü, seyri sülûk’un fena mertebeleri olup sırasıyla fiillerin birlenmesi, sı­fatların birlenmesi ve zâtın birlenmesi demektir. İfadesi, enfüste ve afakta zuhu­ra gelen her ne kadar fiil (iş ve hareket varsa hepsinin işleyicisi (faili) birdir, her ne kadar sıfat varsa bunlarla sıfatlanan birdir, her mevcudun zâtı birdir, o da Hakk’ın zâtıdır diye bilmektedir. Yâni: “Fâil Allah Teâlâ, mevsuf Allah Teâlâ, mevcud Allah Teâlâ” demektir.





[291]   “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretlerinin ashabından birine sofiyye arasında bilinen suret üzere hırka giydirmesi ve ashabından birine böyle emretmesi vâki değildir sözü asılsızdır. Bunun gibi Hazret-i Ali Kerremâllahu veche’nin Hasan-ı Basrî radiyallâhü anh’a hırka giydirmesi de asılsızdır. Hadîs imamlarının araştırmasına göre Hasan-ı Basrî radiyallâhü anhın Cenâb-ı Murtazâ’dan (Hazret-i Ali’den) işitmesi sabit değildir, nerede kaldı ki, hırka giydirmesi sabit olsun.” (İbn Dıhye, İbni’s-Salâh, İbn Hacer, Sehâvî, İbn Diyba, İbni’s-Seyyid Derviş)





Bununla beraber Suyûtî, bir cemaatin Hasan-ı Basrî radiyallâhü anhın hırka giydirme meselesi­ni isbat ettiğini beyan ediyor. Kendisi de bu ciheti tercih ediyor, bunu diğer gö­rüşten üstün tutuyor. Bu hususta bir de risale yazmıştır. (Siyer-i Celîle-i Nebevi­ye, İzmirli İsmail Hakkı Bey)





[292] İrade hırkası, müridin ve mürşidin karşılıklı irade antlaşmalarını temsil eden hırka demektir ki, mubayaa ve muahede bahislerinde görüldüğü üzere müridin mürşide şeriatın emirlerine, tarîkatın usûl ve ilkelerine, şeyhin irşat ve tembihlerine kulak verip gereğini yapacağına dair söz vermesi, mürşidin de mürid bu sözünde durduğu takdirde





“Allah Teâlâ’nın izni ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem’in feyzi ile kendisini yetiştirme yollarından yürüterek fânî beşeriyet elbisesini soyup baki ruhaniyet el­bisesini kendisine giydireceğine” söz vermesini temsil eder.





O halde tâc, hırka, kemer gibi şeyler asıldan olmayıp her biri birer mânâyı temsil eden bir takım temsilî şekillerden ibarettir. Bunların olması veya olmaması tasavvufun insan-î hayvanı, insan-ı kâmil mertebesine eriştiren yüce hizmet ve himmeti yanında hiç mesabesinde kalır.





[293] AYNÎ, a.g.e., s.255–257 Sühreverdi, Avarif-ül Me’arif (Tasavvufun Esasları)





[294] (En-nâdiru kel-ma’dûm) “yok gibi nadir bulunan kimya, kıymetli şey”





[295] ALTUNTAŞ, a.g.e. s.168





[296] Kâinatın Efendisine ruhlar âleminde intisab ettiğim için,





Ruhum bedene konduğu andan beri onu aşkına düştüm.





Sevgiliyi çok aradım. Hakkın kendine yönelip çok yalvardım, ağladım





Biz böylece şu dönüp duran âlemler içinde Allah Teâlâ’nın sevgilisi olmuşuz





[297]   “Allah Teâlâ yeryüzünde halife yaratacağım derken burada kast edilen hakikat Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´dir. Halifeden kasıt, aslın makamına bakabilen demektir. Allah Teâlâ’nın yerine vekil olacak yoktur. Buradaki mana Allah Teâlâ’nın esrarını müşahede kabiliyetine sahip olmak demektir. 





Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ile Âdem aleyhisselâmla karşılaşınca “beşerî yaratılış yönünden evlâdım, hakikat yönünden babam olan Fahr-i Âlem sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize salât ve selâm olsun” demiştir. Onun için Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize “Ruhların Babası” denilmektedir.





Miraç gecesi, Peygamberimiz Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî´ye, Âdem aleyhisselâm “Ey Salih Oğul” diğer peygamberler ise, “Ey Salih Kardeş” dediler. Beşeriyet itibarı ile Âdem aleyhisselâm baba sıfatını kullandı. Fakat diğer peygamberler bu konuda nesep yönü ile bir babalık iddiasında bulunmadılar.” (ALTUNTAŞ, a.g.e.52)





[298] ALTUNTAŞ, a.g.e.139





[299] Hikâye: Zamanın padişahı dervişlerin arasına istihbarat için görevli gönderdiği kişinin içine aşkın sinmesi gibi. Oysa görevlinin gayesi istihbarattır. Fakat aşkın bulaşıcılığı onu da kendine çekmiş ve sinesine ateşini düşürmüştür.





O kişi, dergâhta yedi sene kalmış, kâmil bir derviş olmuştur. Fakat padişaha rapor götürmek için söz vermiştir. Yedi sene sonra dergâhtan çıkıp kendisine görev veren padişahın huzuruna çıkmıştır.





Sultanım, bu kulunuzu yedi sene evvel bir kese altınla şu dergâha görevli gönderdiniz. Orada ne oluyor, ne geliyor? Bana rapor getirin, demiştiniz. Bu kulunuz, raporunu getirdi ve görevini yaptı,” demiş. Hünkâr:





Söyle bakalım” deyince





Hünkârım, onu sonra alırsınız. Rapor dilimin altında yazılıdır. Fakat size daha önce daha başka bir şey söylemek istiyorum” demiş.





Nedir o?”





Böyle süslü püslü, bin bir türlü tecessüsün, hasetlerin bulunduğu dünya çarkının içindeki üç beş günlük dünya sultanlığı size gurur vermesin. Eğer gerçekten padişah olmak istiyorsanız siz oraya gidin, derviş olun. Oradakiler sultan. Onların sultanlıklarının dokunulmazlığı var. Öyle üç beş günlük babadan intikal eden bir hükümdarlık bir padişahlık değil. Oradakilerin hepsi sultan. Lütfen oraya gidin ve derviş olun,” demiş. Padişah;





Cellât!” diye cellâdı çağırır. Derviş olan görevli;





Tamam, ben gönüllü geldim. Cellâda başımı teslim edeceğim. Ne olur hünkârım, gelin bu üç günlük yaldızlı elbiselerin altından, binlerce etrafınızda sizden bir şeyler bekleyen müraî insanların içinde kendinizi sultan zannetmeyin. Oraya gidin. Sultanlık orada,” demiş.





Cellât, bu arada mübarek başını gövdesinden ayırır. Ağzını açarlar ve dilinin altından bir kâğıt çıkar. Kâğıdın üzerinde şu yazılıdır:





“Seri (Baş) verdi, sırrı vermedi Server Baba” (SIR, a.g.e. s. 583)





[300] Mesnevi c.II, b.1770





[301] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 25





[302] Mesnevi c.VI, b.4020–4024





[303] Şeyh Sâdi-i Şîrazi, Bostan, trc., Kilisli Rıfat Bilge, İst, 1968, s.132





[304] AYVERDİ, Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.42





[305] Menkabe





İstanbul’da Koca Mustafa Paşa civarında bir berber var imiş. Bu zat, müslüman ve muvahhit, beş vakit namazındadır. Lâkin öyle dervişliği olmayıp ancak Pîrân-ı İzâm kaddesallâhu esrârahum Hazretlerinin ism-i şerifleri zikr ve söylenince, elinde her ne var ise, derhal yere bırakıp baş kesip





“Kaddesallâhu sırrahu’1-azîz” der imiş. Bunun bu hâli insanlar arasında meşhur olmuş. Meselâ bir adamı tıraş eder iken, diğer adam tarafından





“Ya Hazret-i Mevlânâ!” denir imiş. O berber derhâl elindeki usturayı yere bırakıp baş kesip “Kaddesallâhu sırrahu’1-azîz” der imiş. Tekrar usturayı alıp meşgul olurmuş. Bu sefer de diğer adam tarafından





“Ya Hazret-i Abdülkâdir Geylânî!” de­nir imiş. Yine derhal elinden usturayı bırakıp anlatıldığı şekilde takdis eder imiş. Yine tıraşa meşgul olup bu sefer de diğer adam tarafından





“Ya Hazret-i Ahmed er-Rufaî!” denir imiş. Yine berber elinden usturayı bırakıp





 “Kaddesallâhu sırrahu’1-azîz” der imiş. O tıraş olan adam da başı açık öylece bekler imiş ve ara sıra bunlara rica eder imiş ki,





“Canım biraderler, etmeyin, bırakın şu adamın yakasını tıraş olayım” der imiş. İşte bu berberin hâli böyle imiş. Bir zaman sonra berberin eceli gelip Hakk’a yürümüş. Bu zatı götürüp defnetmişler. O gece ahbablarından bir zat bu berberi rüyasında görmüş. Sual etmiş ki,





“Birader nasıl ettin, münker ve nekir meleklerinin sualine cevap verebildin mi?” O berber, bu adama demiş ki,





“Vallahi birader, bir acep hâl oldu, münker ve nekir melekleri ile beraber on iki kimse hazır oldular, lâkin bunlar bildiklerim zatlar değildir. Yüzleri şems gibi parlar; hiçbir adam erenlerin yüzlerine nazar edemez, gözleri kamaşır. Bunlar birbirleriyle mücadele ederler ki, münker ve nekir meleklerinin sualine cevap ben vereceğim diye. Diğeri der ki, yok ben vereceğim, öbürüsü der ki, yok ben vereceğim. İşte bu mücadele ile hepsi sorulara cevap verdiler. Sonra bunlardan sual ettim ki,





“Siz kimsiniz?” Onlar buyurdular ki,





“Biz on iki tarîkin pirleriyiz. Sen dünyada iken, bizim ismimiz zikr ve anıldıkça, bize tazim edip takdis eder idin, işte ona mukabil biz de bu günde sana imdat ettik” buyurup gittiler” diye berber olan zat o ahbabına söylemiş olduğunu ertesi günü o zat, berberin ahbaplarına böylece söyleyip müjde vermiştir. rahmetullâhi aleyhi.( Aşçı İbrahim Dede, Aşçı Dede’nin Hatıraları, hzl. Mustafa KOÇ-Eyüb TANRIVERDİ, İstanbul, 2006, c. II, s.741–742)





Menkabe





Hazret-i Mevlânâ kaddesallâhu sırrahu’1-azîz Efendimizin hayâtında Mevlevî fukarasından bir zat, bir sefer esnâsında gider iken haramiler gelip bu dervişi soymuşlar, kamilen elbisele­rini ve akçesini almışlar. O haramilerden birisi de başında olan sikke-i şerifi alıp kendi başına koyup alay yolu ile;





“Ne tuhaf külah!” demiş. Bir müddet sonra çıkarıp dervişe vermiş. Bir gün Hazret-i Mevlâna Efendimiz mürîdânına ders okutur iken murakabeye varmışlar. Bir müddet murakabede durup, sonra başını kaldırıp yine ders ile meşgul olmuşlar. Dersten sonra, bazı yakın müridler bu esrardan sual etmişler. Buyurmuşlar ki,





“Bir tarihte bizim fukaramızdan bir dervişi haramîler soymuş idiler. Onlardan birisi alay olsun diye bizim alâmet-i şerifimizi alıp başına koyup bir müddet başında kalmış ve sikkemiz altına girmiş idi. Şimdi o adam rûhunu teslim ediyor idi. Şeytan gelip onun imanını çalmaya çalışıp gayret ediyordu. Onun imanını koruyarak şeytanı uzaklaştırıp ve kovdum ve imanla ruhunu teslim etti. Zira ki, bizim alâmet-i şerifimizi az bir müddet başına koyup durdu, bize lâyık olan budur ki, o zamanda ona imdat edelim” buyurmuşlardır.( A.İbrahim Dede, a.g.e. c. II, s.742 )





[306] Mesnevi c.I, b.2236–2237





[307] Seyyid Nigârî kuddise sırruhu’l-azîz Divanı, hzl: Doç. Dr. Azmi Bilgin, İst. 2003, s.297





Bî-nevâ: Aç susuz





Pâmal: Ayakaltında kalmış





Gedâ: Dilenci





Halka-i ridâ: Örtüsü altında





Melâmi: Hayrını, ibadetini gizleyen





Bî-kin: Kinsiz





Memlû: Dolu





Rengin: Güzel renkli, tabiata hoş gelen.





Sahn-ı meyhane: Meyhane içinde





Seccade-nîşîn: Seccadede oturmuş





Zümre-i rindân: Dünya işlerine aldırış etmezler gurubu





Sâriban: Deveci, kervancı





Rehnümâ: Kılavuz





[308] Aslımı öğrenmek istiyorsan, toprak gibi, özüm Şeyhim Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîzdir.





Benim bütün söz ve davranışlarım onun aynıdır





Her neye baksam şeyhimin gözü ile görürüm.





Çünkü tâ evvelden onunla buluşup baş başa kalmışız.





[309] Genellikle Sivaslı Âşık Veysel’in Kara Toprak şiirini ilahi formunda okutturup ihvanlara derunundaki sırrın beyanını yapmıştır. 





[310] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.205





[311]   “Üveysî sûfîler içinde hiç şüphesiz en dikkate değer olanlardan biri, Büyük Selçuklular devrinin meşhur şeyhle­rinden Ebu’l-Kasım Cürcânî (veya Gürgânî, öl. 1076)’dir. Silsile itibariyle Cüneyd-i Bağdadî (öl. 909)’ye vasıl olan bu şeyh, Feridüddin Attar’ın belirttiğine göre, bizzat Veysel Ka­rânî’nin ruhaniyetinden feyiz almıştı ve zikrederken “Allah Allah Allah” yerine “Üveys Üveys Üveys” diyordu.” (OCAK, Ahmed Yaşar, Veysel Karâni ve Üveysîlik, İst.2002, s.115)





[312] Tezkiretü’l-Evliya s. 696 -NİCHOLSON, Reynold A, İslâm Sûfîleri, Trc. Yücel BELLİ- Murat TEMELLİ, İst, 2004, s. 92–93





[313] ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s.133–134





[314] Lâmiî Çelebi, Nefâhatü’l-Üns Tercümesi Abdurrahman Camî, hzl. Süleyman ULUDAĞ-Mustafa KARA, İst. 1998, s.51





[315] ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s.127





[316] ÖLÜM





Tasavvufta ölüm hiçbir zaman, genellikle bizim ona verdiğimiz olumsuz manayı taşımaz. Tasavvufî çaba ve gayretin büyük bir kısmının, Allah Teâlâ aşkı ile yakından ilgili olan ölüme hasredildiğini söyleyebiliriz. Gerçekten çaba ve gayretlerini bıkıp usanmaksızın ölüm arayışı olarak tarif eden sûfilerin sayısı pek çoktur.





Ölmek ise, iki kısımdır.





Birincisi; Zaruri ölüm, İkincisi; İhtiyarî ölümdür.





Zaruri ölüm; Her şeyin ölümüdür. Kur’ân-ı Kerim’de “Her canlı ölümü tadıcıdır” ayet-i kerimesi bu gerçeği açıklar. Kâmil olmayanların ölümleri ancak zaruri ölümdür.





İhtiyarî ölüm ise, kâmil insanlara mahsustur. “Ölmezden önce ölünüz” sözü ihtiyarî ölüme işarettir. Bu ölümle ölenlerin haşir ve neşirleri, dünyada olur. Zarurî ölümleri ise, dünyadan ahirete göçmeleridir. Buna göre ihtiyarî ölüm dört türlüdür.





1-Mevt-i ahmer (Kızıl ölüm): Bu ölüm, nefsin arzularına muhalefet ederek, onu zayıflatmaktır.





2-Mevt-i ebyaz (Beyaz ölüm): Az yemek, sık sık oruç tutmakla kalbin berraklaşmasını ve saflaşmasını temin etmektir.





3-Mevt-i ahdar (Yeşil ölüm): Nefsin hoşlanmadığı sâde ve mütevâzî hayâtı ihtiyar etmek.





4-Mevt-i esved (Kara ölüm): Her şeyin Allah Teâlâ’dan geldiği inancına kavuşmak, olan şeylerde O’nu görmek veya hissetmek; yaratılanda O’nu müşahede etmektir. Bu dört ölümü tadan kimseler şuhûd makamında olurlar.





[317] Bakara, 189





[318] Ben sülûk şeyhim Mustafa Takî kuddise sırruhu’den çok kıymetli ibret dersleri aldım.





Öğrenmek istiyorsan sana da söyleyeyim





Çok değerli şeyh (Takî Hazretleri) bütün ilimleri pirimden almıştı.





Biz de onunla hem hal olup manevi yolda birlikteliğimiz olmuştur.





[319]  Çünkü bu kapıda kıtmir olduğum günden beri.





Her işi Allah Teâlâ’nın iradesi ile bildim ki, tâ ezelden takdir olunmuş.





Bunun için kimseyi küçük görmeyiz, herkese saygı duyar değer veririz





Böylelikle bütün insanlar içinde, Hak vergisi bir güzellik bulmuşuz.





[320]  Köpekte Bulunan On Güzel Haslet





1-Sadakat: Köpek sahibini terk etmez, kovsa da bırakmaz, küsmez, hizmet eder.





2-Kanaat: Ne verilirse razı olur. Sofraya sokulmaz, bulduğu ile iktifa eder. Yerine biri gelse onu oradan kovmaz.





3-Tevazu: Yattığı ve gezdiği yer, alelade yerlerdir. Kendi için yüksek yer aramaz. Ne yedirilirse yer.





4-Tevekkül: Yarını düşünmez, yerini yermez, erzak biriktirmez.





5-Teslimiyet: Sahibini bırakmaz. Dövse de, ayağını kırsa da yine çağırınca gelir. Kuyruğunu sallayarak teslimiyet gösterir. İyilik edeni bilir ve unutmaz.





6-Zühd: Kendisini umumi zuhurata bırakmıştır. Gelecek için bir düşüncesi ve hazırlığı ve esaslı bir bakımı yoktur.





7-Miskinlik: Her yeri dolaşır. Bir şey verilirse alır, vermezlerse bakar geçer. Kendine dokunmazlarsa bir şey yapmaz, yoluna gider.





8-Uyanıklık: Çok az uyur. Şehirlerin, köylerin sokaklarında gece bekçisidir. Hırsızları tanır, evleri, bağları, bahçeleri, sürüleri korur.





9-İstiğna: Çekingendir. Başkalarının nasibine tecavüz etmez. Kedi gibi sofralara sokulmaz kabları bulaştırmaz.





10-Edeb: Köpek haddini bilir. İnsanlar arasında ve hayvan cinsleri içinde insanlara en çok hizmet edenlerdir. Emredilen işi tutar. Terbiyeyi kabul eder. (Ribat Dergisi, yıl 1, sayı 2, 1982.)





[321] Kösec Ahmed Dede, Es-Sohbetü’s Sâfiyye, trc. Ahmed Remzi Dede, hzl. Şeyh Galib- Prof. Dr. Ali ALPARSLAN Kültür ve Turizm Bak. Yay. No: 964–1988





[322] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.152  





[323] AYTANÇ, Gönül, Sözce, İst. 2005, s.222





[324] ORUÇ, Ayşe, Babam Mehmet Oruç’tan Öğrendiklerim, İnsan ve İslâm Olmak, İst.2003, s.101





[325] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 41





[326] İsmail Ankarâvî, Minhâcu’l-Fukara, İst, 2005, s. 259





[327] Mesnevi c.III, b.1738





[328] Şeyh Sâdi-i Şîrazi, Bostan, a.g.e., s. 146





[329] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 57





[330] a.g.e. s. 60





[331] KÜÇÜK, a.g.e., s. 57





[332] Hz. Ali kerremallâhü veche Divanı, trc, Müstekımzâde S. Saadettin Ef., İst. 1981, s. 665





[333] Mesnevi c.III, b.2426–2438





[334] Açıklama:





“Ey ham sofu, meyhanede oturup burayı mesken edinenlere cehennem azabından, çekecekleri cezalardan söz etme. Bunlar vaktin oğlu oldular, geleceğin akıntısını çekmezler.”





Ebu’l-Vakt: Vakti babası





İbn-ü’l-Vakt: Vaktin çocuğu. Kalbi halden hâle değişen veli.





Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bazen şuurlu, bazen şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir.





İbnü’1-vakt, zamanın oğlu, yaşadığı zamana uyup, gereklerini yerine getiren insan demektir. Tasavvuf terimi olarak da, geçmiş ve gelecekle uğraşmayan geleceği düşünmeden Allah Teâlâ’nın her hükmüne, her emrine itiraz etmeden uyan gerçek sofi anlamındadır. Çıkarcı, dalkavuk anlamında ise, İbn-ü’z-zaman sözü kullanılır.





[335] Seyyid Muhammed Nûr kuddise sırruhu’l-azîze göre kevnî kerâmet gösteren, Ebu’l-Vakt’tır. İbnü’l-Vakt ise, keramet göstermekten hoşlanmaz.  Efendi Hazretleri bu nedenle zamanın getirdiği mecburiyetlerde melâmet yolunu tutarak hareket etmişlerdir. (Mesela, sarığı terk ederek irşad vazifesini devam etmeleri gibi. Çünkü hakikat, her zaman Allah Teâlâ tarafındadır. Bazı şeylerin terki ile daha güzel şeylerin yapılması mümkün olacaksa o menfaat yolu aranmalıdır.)





“Ey Hüseynim, eğer gurbete ve yabancı bir memlekete yolculuğa çıkarsan, o ülkenin âdet ve geleneklerine göre hareket et.”    (Hz. Ali kerremallâhü veche Divanı, trc, Müstekımzâde S. Saadettin Ef., İst. 1981, s. 60)





[336] Şevki Koca- Murat Kaçış, Neyzen Tevfik Külliyatı, İst. 2000, s.339, BAŞTUNÇ, Yüksel, Yangın Adam Neyzen Tevfik, İst. 2000





[337] Bazıları bu ibareden dolayı şaşırıp kalacaklar. Fakat bir hakikattir ki, Efendi Hazretleri Neyzen’in bu kıtasını mütemadiyen söylerdi. Çünkü O, Neyzen’i  pek çok kimsenin tanığından daha iyi tanıyordu. Neyzen’in sırlı hayatı, kendi dilinde şu şekilde anlatılır.





“….Senelerce ayık gezdiğimi bilmiyorum. Esasen haya­tımda bir kere sarhoş oldum. İçim bir kere (maya) tut­muştu. Birgün Üsküdar’daki evimizde bermutad çakıyor, sabah rakısı içiyordum. Babam seslendi, tuz almak için bakkala yolladı. Tuzu aldım, fakat tamam bir buçuk sene sonra eve dönebildim!.





Umumi harbe kadar (1868) okka rakı içtim. Bütün gazeteler de yazdı ya.. Ondan sonrasını hesap etmedim. Bir mandalinle, bir dilim portakalla bir okka rakı içtiğim çok olmuştur. Aylarca değil yemek, bir lokma ekmek bile ağzıma koymadım.





Ben mideme rakı doldurmakla sarhoş olmayı sevmem, gözüm doymalı, gözüm sarhoş olmalı, gözüm!





Rakıdan başka üç dört ton esrar içtim. Bir o kadar da (afyon) yuttum. Bu üç azametli hükümdar, kafamın üstünde saltanat kurdular, senelerce kımıldamadılar. Bu üç büyük kuvvetin sayesinde her renge girdim, her boyaya boyandım. Sürttüm, sefil oldum, serserilerle gezdim. Parasız gezdim. Sokaklarda, Yeni Cami’nin arkasındaki merdivenlerin üstünde köpeklerle koyun koyuna yattım. Taş, soğuk, yağmur, bana hiçbir şey yapmadı. Sapasağlam gezdim. Fakat bazen tımarhaneyi de boyladığım oldu, hem kaç kere. Mazhar Osman Bey’le bunun için aramız çok iyidir. Velhasıl her ne tür­lü şekli hayat varsa hepsinin üstüne çadır kurup otur­dum.” (Şevki Koca- Murat Kaçış, Neyzen Tevfik Külliyatı, İst. 2000, s.17–18)





Arkadaşı ve sırdaşı Bandırmalı Ali Öztaylan Efendi Neyzen hakkında buyurdular ki;





“Neyzen Tevfik Hakk’a yürüdükten sonra kanında alkol taraması yapılmış. Ancak kanında bir damla alkol çıkmadığı görülünce, insanlar şaşırıp kalmışlar.”





“Serseridir defter-i isyanımın serlevhası





Ben melâmet postunu kaalû belâ’dan seçtim”





Neyzen Tevfik kuddise sırruhu’l-azîz





               Burada anlatmak istediğimiz mana, zahirin aldatıcılığından kendimizi korumaktır.





[338]   “Sana güzellikten her ne şey nâsib olursa, şüphesiz Allah Teâlâ’dandır. Sana kötülükten her ne şey isabet ederse, kendi nefsindendir.” (Nisa,79)





[339] Dokuzuncu yüzyılda, iki ünlü tasavvuf bilgini, İbrahim Ethem ile Şakik-i Belhî, şöyle konuşuyorlar. Şakik Belhî kuddise sırruhu soruyor:





Sizin yaşama ilkeniz nedir?” İbrahim Ethem diyor ki,





Bulunca şükrederiz, bulmayınca sabrederiz” Şakik Belhî  





Onu bizim Horasan’ın köpekleri de yapar. Bulmayınca şükretmeli, bulunca dağıtmalı.” Diye karşılık veriyor. (Nefahâtü´l Üns)





[340] Mesnevi c.II, b.64–68





[341]  “İmanları ileride olanlar, Allah Teâlâ’ya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir.” (Vâkıa: 10)





[342]  YARAR, Cezair, Mektubât-ı Hasan Sezâî, İstanbul, 2001, s.74, 34. mektup





[343] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.123 





[344] Bu tarîkat âleminde sende saadete ermek istiyorsan





Sende bu hali kazan, dedikoduyu, nasıl’ı, niçin’i bırak, dilini tut          





İşte budur benim âcizane, Allah Teâlâ’nın sevgisi için sana nasihatim





Biz dünyanın en hayırlı hakanı, zümrüd-ü Anka (Kuşu) olmuşuz.





[345] ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s.126





[346] ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s.141





[347] İsa aleyhisselâm bir gün hastalandı. Bir ot ona:





Ey İsa aleyhisselâm, Ben senin derdine dermanım.” dedi. İsa aleyhisselâm:





“Dermanı veren Allah Teâlâ’dır.” dedi. Allah Teâlâ Hz. İsa aleyhisselâma şifa verdi, iyi oldu. Sonra tekrar hastalandı. Gitti o ot ile derman aradı. Şifa buldu. Sonra tekrar hastalandı. Gitti o ot ile derman aradı bulamadı. Allah Teâlâ’ya şikâyet etti. Allah Teâlâ:





“Doktora git. Onun söylediklerini yerine getir.”dedi.





İsa aleyhisselâm doktora gitti. Doktor da, o otu tavsiye etti. Otu kullandı ve bu kez şifa buldu. Bunun üzerine:





“İlâhî! Bu ne hikmettir?” diye sordu. Kendisine şöyle vahy edildi:





“Ey İsa! Önce hasta oldun şifa verdik ki, bizim her şeye kadir olduğumuzu bilesin. Bu kez hasta oldun, ot ile şifa verdik ki, bizim yarattığımız şeyleri hikmetle yarattığımızı, faydasız bir şey yaratmadığımızı bilesin. Üçüncü defa hasta oldun. Şifanı o ottan kılmadık. Belki hastalığını daha da artırdık ki, kahrımız ve heybetimizi bilesin. Sonra doktora gönderdik ki, kendi acizliğini bilesin. Şifa veren benim. İstersem şifa veririm. Doktor ve ot şifa için birer vesiledir. Bütün işler benimdir. Bunu iyi bil.” (Erzurumlu Darir Mustafa, Kırk Hadis Kırk Hikâye, trc. Dr. Selahaddin Yıldırım- Dr. Necdet Tılmaz, İstanbul, 2004, s.91–92)





Maddî hastalıkların tedavisinde nasıl doktorlar varsa, Allah Teâlâ ve mürşidi kâmiller de mânevî terbiyenin doktorlarıdır.





[348] İsmail Ankarâvî, Minhâcu’l-Fukara, İst, 2005, s. 271





[349] Mesnevi, c.II, b. 3074–3076





[350] Simurg-u anka: Simurg = Kaf dağında olduğu söylenen masal kuşu Anka; “Öz”





S i mu r g





Kaynaklarda verilen Simurg’la ilgili bilgiler büyük ölçüde Anka için verilen bilgilerle benzerlik göstermektedir. Çünkü Simurg Anka’nın Farsça’daki adıdır. Simurg, Anka adı verilen hayalî büyük bir kuş olarak tanımlanmakta olup Simurg kelimesi de “otuz kuş büyüklüğünde” anlamındadır.





Anka kelimesi İbranice ‘anak’ kelimesinden türemiştir. Anak, isim olarak gerdanlık, uzun boyunlu dev anlamlarına, fiil olarak ise, gerdanlık takmak, boğmak, boğazı sıkmak anlamlarına gelir. Anka; ‘uzun boyunlu’ ismi olup cismi olmayan büyük bir kuştur. Simurg, Zümrüd-ü anka adlarıyla da bilinir. Cennet kuşuna benzer yeşil bir kuş olduğu için bu ad verilmiştir.





Bu adların dışında Anka, Semender, Devlet Kuşu, Phoenix, Tuğrul, Hümâ adlarıyla da bilinir. Bulunduğu yerdeki kuşları avlayarak batıya doğru uçtuğundan Anka-yı muġrıb de denir. İslâm, tasavvuf veAnka ile ilgili olarak divan şiirinde kullanılan tamlamalar arasında “Kaf-ı Kanâat, Kaf-ı istiğna” tamlamalarıyla birlikte “Ankâ-yı âli-şân, ‘Ankâ-yı âlî-himmet, ‘Ankâ-yı himmet” gibi tamlamalar da bulunmaktadır. “Ankâ-yı lâ-mekân” ise, tasavvufta Allah Teâlâ anlamında kullanılmaktadır.(Türk Kültürü İncelemeleri Der. I, H.Dilek Batîslam, İstanbul 2002, 195–202.)





Dil beytini pâk eden, dervişi anka eden,





Âlem-i ilâhiye giden, mevlâ zikridir zikri.                                                                Nûreddîn Cerrâhî  





[351] NİCHOLSON, a.g.e. s.78





[352]  Mesnevi c.III, b.189–207





[353] YARAR, a.g.e. s.28, 3.mektup





[354] Tezkiretü’l-Evliya s.92 (Bazı namaz vb. dinî ibadetten yoksun kimselerin iyi ahlaklı görünmesine fazla itibar etmemek lazımdır. Çünkü onlar için şeytanın vesvesesi yoktur. Şeytanın tasallutu olmayınca insanda fıtrat gereği bazı iyi huylar açığa çıkar.  Fakat çok müslümanın ahlakında birçok eksiklik hemen yüz göstermektedir. Bu konuda tahrik şeytanın isteklerinin ve azdırmasının büyük etkisi vardır. Yazan)





[355]  YARAR, Cezair, Mektubât-ı Hasan Sezâî, İstanbul, 2001, s.36, 9. mektup





[356] Aşçı İbrahim Dede, a.g.e.  c. IV, s.1495





[357] AYVERDİ, Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.264





[358] Birçok ilme göz nuru dökmekle de, arif-i billâh olunmuyormuş





Allah Teâlâ takdir ederse her murada erilmez mi? Söyle;





Lâkin Allah Teâlâ, kul ile iç içe geçer demekten son derece sakınmalısın, aman





Bak biz hakikatler ikliminin, bülbül yuvalarını yapan mimar olmuşuz.





[359] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 41





[360] Cemal KURNAZ -Mustafa TATCI, Türk Edebiyatında Şathiyye, Ankara, 2001, s.26





[361] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.214





[362] SUNAR, Cavit, İslâm’da Felsefe, Ankara, 1972, s.30





[363] GAZZALİ, er-Risaletü’l-Ledünniye, trc. Yaman Arıkan, İst, 1972, s.87–88.





[364] Gölpınarlı, Abdulbaki, Melâmîlik ve Melâmîler, İst. 1931, s. 290





[365] Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e., s.75





[366] Selim Divane, Ariflerin Delili Müşkillerinin Anahtarı, Mustafa TATCI-Halil ÇELTİK, Ankara, 2004, s. 80





[367] KEKLİK, Nihat, El-Futuhât El- Mekkiyye Kriterleri, İst, 1990, s. 188





[368] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 23





[369] Bu mertebedeki “sen ve ben” i  Muhyiddîn Ârabi kuddise sırruhu’l-azizin getirdiği yorum ile ancak anlayabiliriz. Bahsedilen makama geldikten sonra Allah Teâlâ ile kulu bir görmektedir. “Attığın zaman sen atmadın Allah Teâlâ attı.” Ayeti tecelli eder.





Ayette: “Kulum, faili olmadığın şeyi yap. Yaptığın işin faili benim. Ben de ancak seninle yaparım. Çünkü onu kendi kendime yapamam, onu yapmak için sen lazımsın. Senin yapman için de ben lazımım.”  “Böylece işler bana ve Ona bağlı oldu. Ben de hayret ettim, hayret de şaştı. Hayret içinde hayret oldu.” Diyen Muhyiddîn Ârabi kuddise sırruhu’l-aziz şu şekilde devam eder:





“Nice zamanlar olmuş ki, şöyle demişimdir:





“Rab Haktır, kul Hakk’dır, ah bilseydim, mükellef kimdir?





Kuldur dersen o yoktur, Rabb’dir dersen o nasıl mükellef olur ?”





Nice zaman da şöyle demişimdir:





“Kendisinin yaptığı bir şeyi bana teklif etmesinde hayret ettim. Benim yaptığım bir iş yok bende o iş hep  O’nun yaptığını görüyorum. Ah bilseydim mükellef kim oluyor? Her yerde ancak Allah var, Ondan başkası yok.” 





“Böyle söylemekle beraber bana denildi ki, yap.”





Hülâsa, birlik halinin zuhur etmesi insandan kulluk vazifesini düşürmediği gibi bir manada artırması gerektirdiğini hatırlatıyor.





[370]  Aziz Mahmud Hüdâyi Uluslararası Sempozyum Bildiriler, İst-Üsküdar Beld. 2006, c. II, s.250 





[371] Bekri Alâeddin, Abdulgânî Nablusî Hayatı ve Fikirleri, çvr. Dr. Veysel UYSAL, İst, 1995, s.112–114





[372] Dinde güzel şeyleri öğretme ve yaptırmak, günahlardan ve kötülüklerden nehyi bilmez miyiz?





Onlarla biz amel etmez miyiz?





Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin güzel ahlakını bilmez miyiz?





Şimdi, gizli bir yol tutarak, mana âlemine yol bulmuşuz.





[373] Mesela; İbnu Teymiye (ö. 728/1328) Şeyh-ül Ekfer (En büyük Kâfir) diyenlerdendir.





[374] Hikâye: “Mürid bir zaman çalışıp keramet ehlinden oldu. Fakat mürşidini rabıta edince, onu merkep suretinde görmeye başladı. Durumuna vakıf olan mürşidi;





“Bu sefer ki, rabıtanda o merkebin kulaklarını tut,” dedi. Mürid rabıtasında merkebin kulaklarını tutunca gözlerini açtı. Birde ne görsün tuttuğu kulaklar kendi kulakları idi. Mürşidi dedi ki;





“Senin bizde gördüğün noksanlık, senin eksikliğindir.”





[375]   “Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklü eşeğin durumu gibidir. Allah Teâlâ’nın ayetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah Teâlâ zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Cuma, 5)





[376] Herkesin ihlâs ve sadakati ne kadarsa, kazancı o kadar olur.





Sen iyi çalış sadıklardan ol, senden kusur çıkmasın.





Başkalarının hatalarını görürsen onu ört, gizle, bundan zevk al.





Biz bu güzel davranışı adet edindiğimiz için en değerli inci olmuşuz.





[377]  Kasas, 55





[378]  Allah Teâlâ’da cemal ve celâl tecellileri vardır. Küfrü de, imanı da yaratan O’dur. Bununla beraber küfre razı değildir. Muhammediyet mer­tebesi ise, yalnız cemal tecellisidir. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem   ancak küfür olmayan şeyleri yapmakla mükelleftir; bu ise, zordur. Zama­nının en büyük velisi ve mürşidi olan gavs-ül â’zam, Hakikat-ı Muhammediye’ye mazhar olmuş insandır.





O zatı zatına mir’at eyledi can





Celaliyle Cemali oldu seyran





Hem onun âyinesinden o Sübhan





Nikap açtı kemâli oldu ilan





Nikaplardan geçip Hakk’a gidelim





Cemâl-i bâ-kemâle seyredelim





O’nun nuru cemâlinden bu alem





Düzüldü hem vücuda geldi adem





Onun feyzi kemâlinden bu alem





Zuhur buldu bilindi sırr-i âdem





Hicaplardan geçip Hakka gidelim





Cemâl-i bâ-kemâle seyredelim





Çün Oldur nokta-i ba-i sırr-ı Yezdan





Göründü mir’atından vech-i Sübhan





O’dur hem bahri rahmet kenz-i Rahman





Bilindi miratından sırr-ı Deyyan





Gururlardan geçip Hakk’a gidelim





Cemâl-i bâ-kemâle seyredelim





Ledün deryasının sultanı oldur





Hakikat sırrının bürhânı oldur





Cemi enbiyanın hanı oldur





Cemi evliyanın canı oldur





Füturlardan geçip Hakk’a gidelim





Cemâl-i bâ-kemale seyredelim





Muhammed enbiyaya nisbet Ey can





Nebiler katre Ahmed bahr-i umman





Veliler enbiyadan farkı bürhan





Vezirdir evliyalar enbiya han





Nübüvvet mâyesiyle gel gidelim





Cemal-i bâ-kemâle seyredelim





Ve lâkin bahre düştü katre baran





Anın çün fark olunmaz sırr-ı irfan





Çün katre bahre gark olunca Ey can





O katre mahvolur derya olur Can





Velâyet mâyesi bul gel gidelim





Cemal-i bâ-kemâle seyderelim





Anınçün enbiyanın hep kemâli





Muhammed bahrinin feyzi cemali





Hakikatte O’dur zübde meâli





Muhammed’le bulundu Hakk visali





Muhammed bahrine gel dal idelim





Cemal-i bâ-kemâle seyredelim





Şeriat mahzenidir Şah-ı Ahmed





Tarikat menbâıdır Mah-ı Ahmed





Maarif madenidir Rah-ı Ahmed





Hakikat mebdeidir cah-ı Ahmed





Bu deryaya düşüp Hakk’a gidelim





Cemal-i bâ-kemâle seyredelim





Görünmez gayrı mirattan o mahbub





Bulunmaz gayrı yerde vasl-ı matlub





Mutî ol emrine ta ede mahsub





Seni esrarına hem ede mensub





Hevalardan geçip Hakk’a gidelim





Cemal-i bâ-kemâle seyredelim.





RİSALE-İ KUDSİYYE (Rasûlüllah sallallâhü aleyhivesellem’in Mükemmelliği ve Yüceliği)  





[379] Yevme la-yenfeu: kimsenin kimseye faydası olmadığı gün, hesap günü





Kalb-i selim: Temiz gönül, Berzah: İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası, Havf ü reca: Korku ve ümit, Nakdm: Sermayen olup, Dem-i âher: Ahiret, Bim: Korku, Nadan: Bilmeyen, Bezm-i vahdet: Huzur-u İlâhî, Harem-i mani: Mâneviyatın kıymetli sahası, Bigâneye: Lakayt, Yar-ı kadim: Ezeli sevgili, Cürm: Günah, Muterif: İtiraf, Sakîm: Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan, Nedim: Arkadaş





[380] Dert, belâ âlemde var, eksikleri tamamlar boşuna uğraşma.





Her kula nasip etmez onu, şanı yüce, celâl sahibi Allah Teâlâ.





Sana bir belâ gelirse, onu eşi bulunmaz bir nimet ve devlet bil.





Biz onu görmüş, geçirmiş, tertemiz, arı, duru, saf bir hale gelmişiz.





[381] Bakara,155





[382] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.86





[383] AYVERDİ, Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.10





[384]  Şevki Koca- Murat Kaçış, Neyzen Tevfik Külliyatı, İst. 2000, s.379





[385] Tezkiretü’l-Evliya s. 738





[386]   “Belalardan çoğu, nebilere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, zaten beladır.”                                                            Mevlana kuddise sırruhu’l-azîz





[387] Anlatıldığına göre, hapishanede Efendi Hazretlerini görmek isteyen mahkûmların, Allah Teâlâ’ya duaları neticesinde bu istenilmeyecek durum zuhur etmiştir.  Efendi Hazretleri konu hakkında buyurur ki;





“Hapse girmemiz, orada ihvan olacak kardeşlerimizin çıkmaları mümkün olamadığından biz onlara misafir olduk. Har (Diken) gülistan oldu.”





Bu durumun bir benzeri de Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî kuddise sırruhu’l-azîzin başından geçmiştir.





 “Menemen Hadisesi” sonrasındaki birkaç yıl içerisinde, ülkemizde hâkim olan havanın tesiri ile hemen bütün tasavvuf büyüklerine yapılan takibat esnasında Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî ve yakın bağlıları da soruşturmaya uğramış ve birkaç müridi ile birlikte Şeyh Şerâfeddin de, Eskişehir cezaevinde gözetim altına alınmıştır. Yapılan mahkeme süreci esnasında yaşananların bir kısmı cezaevinde aynı koğuşta birlikte kaldıkları Konyalı maneviyat adamlarından; tasavvuf ehlinden merhum Ali Kemal Belviranlı’nın (vefatı: 2003) babası merhum İsmail Hakkı Belviranlı (vefatı:1969) kanalıyla günümüze intikal etmiştir.





Cezaevi günlerinde yaşanan fıkralardan birisi zahiri görünüm ile batın arasındaki ilişkiye işaret etmesi açısından dikkat çekicidir. Birlikte kaldıkları ve zahiri şekli kurallar konusunda hassas olan bir tutuklunun bıyıklarının üst dudağını biraz örtmesi konusunda rahatsızlık hissettiğini manevi olarak anlayan Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî kuddise sırruhu’l-azîz, bu kişiyi sözleriyle uyarmıştır:





“Deniz kenarına gittiğinde dalgaların kenara attığı çer-çöp gözüne ilişse de sen denizin enginliklerine yönelt bakışlarını… Denizin enginliğine göz atarsan kenardaki çer-çöp gözlerinden kaybolacaktır…”





Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz ile Eskişehir cezaevi günlerinde görevi gereği tanışan ve cazibesine kendisini kaptırarak intisab eden ve 1994’de yaklaşık 100 yaşlarında vefat eden Yusuf Efendi adlı müridi Eskişehir cezaevi günlerine ilişkin olarak aşağıdaki vakıayı anlatmış ve önemli tarihi ilişkilere işaret eden bu anılar kayıt altına alınmıştır:





“Bir zamanlar Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz Eskişehir cezaevinde diğer bazı Nakşbendî şeyhleri ve İslâm âlimleri ile birlikte, Menemen hadisesi ile ilgili olarak tutuklanmıştı. Ben de cezaevinde muhafız olarak görevliydim. Tutukluluk halindeki  bir diğer önemli kişi ise, ünlü  Said-i Nursi kuddise sırruhu’l-azîz idi. Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî kuddise sırruhu’l-azîz, halifesi Abdullah ve diğer bazı ileri gelen müridleri ile beraber tutuklanmıştı. Said-i Nursi de bazı yakın şakirdleri ile birlikteydi. Said-i Nursi, Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîzin de aynı hapishanede tutuklu olduğundan haberdar olunca şakirdlerini  herhangi bir şeye ihtiyaçları olup olmadıklarını sormak ve yardımcı olabileceklerini teklif etmek üzere nezaketen Şeyh Efendi’ye yolladı. Şeyh Şerâfeddin, bu yardım teklifine





“Teşekkür ederim, ancak biz “Hiç”iz ve “Hiç” in de hiçbir şeye ihtiyacı yoktur” diye oldukça manidar bir cevap yolladı. Daha sonraki günlerde  Said-i Nursi’nin şakirdleri, yine Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîze gelmeğe ve bir ihtiyaçları olup olmadığını sormağa devam ettiler. O her defasında bu talepleri olumsuz olarak cevaplıyordu.





Bir gün, Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz, Said-i Nursi’nin şakirdlerine Said-i Nursi’ye





“Neden burada tutukluyuz?” diye sormalarını istedi. Said-i Nursi’nin şakirdleri gitti ve bu soruyu ilettiler. Said-i Nursi, bu soruyu 





“Biz Hz. Yusuf aleyhisselâmın derecesi olan “Suskunluk Orucu” makamına ermek üzere bu medrese-i Yusûfîyye’deyiz” diye cevapladı. Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîzin bu soruyu sorması ve Said-i Nursi’nin de bu cevabı vermesi aralarındaki tartışmaların sonu oldu. Ancak bu soru-cevap teatisi benim için çok kafa karıştırıcı oldu ve derinlemesine düşünmeğe başladım. Kendi gayretimle bu konunun içinden çıkamayınca, bu defa ben Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîze





“Sizin ve bu diğer şeyhlerin burada bulunuşunuzun sırrı nedir?” diye sordum. Cevaplaması için ısrarımın sonucunda, diğer tutuklular ile bir araya geldikleri bir sırada  Şeyh Efendi şunları söyledi:





“Ben buraya  sebebsiz yere tutuklanmış olan  birçok kişiye manevi sırlar iletmek üzere gönderildim. Manevi desteğe ihtiyacı olan  bu kişileri himmetimle destekliyorum. Allah Teâlâ beni buraya bu destek için gönderdi, çünkü bu kimseler buraya toplatılmıştı ve burada olmasa bir araya toplamam da zor bir şeydi. Sizinle vedalaşmak için buradayım, çünkü kısa bir süre sonra bu dünyadan göçeceğim. Sizin sırlarınızı size teslim edeceğim. Tutuklu olmamız, gerçekte bizim için tutsaklık değildir, çünkü  daima ilahi varlıkta müsteğrak haldeyiz ve  biz buradan asla bir tutsak olarak  etkilenmeyiz. Bir süre sonra, sizin hepiniz buradan çıkarılacaksınız ve önemli bir şahsın ölümünden sonra tekrar bir araya geleceksiniz. Şeyh Efendi’yi dikkatli bir şekilde dinleyen diğer tutuklu ve mahkûmlar arasında Said-i Nursi’nin şakirdleri de vardı ve bütün bunları işittiler. Yaklaşık 3 aylık tutukluluktan sonra Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz ve Said-i Nursi de dâhil tutukluların çoğu serbest bırakıldılar.” (http://www. naksibendi. net) (http://www.geocities.com/tasavvufvesufiler) 





[388] Mâide,120; Hûd, 4. “Allah Teâlâ her şeye kadirdir.”





[389] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 15





[390] NİCHOLSON, a.g.e. s.11





[391] Hakk’ın hikmetlerini her şeyde açıkça görmüş ve bilmişlerdeniz.





Onun için Allah Teâlâ katında manevi âleminin hakikatini gözleriz.





Üzüntü ve sevinç veren her şeyi Allah’tan olduğu için hoş karşıladım.





Hamd olsun Allah’a ki, onun lütuf ışıklarıyla parlayan bir gönüle sahip olmuşuz





[392] Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de  وَقُلْ رَبِّ زِدْنى عِلْمًا   (Ta-Ha 114) “Sen de ki, Ya Rabbi benim ilmimi ziyadeleştir.” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurur ki; “Allah Teâlâ’m hayretimi arttır.”





İnsanların son varacakları menzil hayrettir. İlmi idrak edemediği yerde hayret başlar. Çünkü ilim, aklın bir mahsulüdür. Akıl nasıl hudutlu ise, ilimde böyledir. Fakat hayret sonsuzdur. İlim bir yere kadar gelir oradan ileriye geçemez, bundan sonra gelen ise, hayrettir. Hayret denilen zevk, yaşamaktan ibarettir. Hayret, görmemiş birisine anlatmaya kalksan ne o anlayabilir ne de sen anlatabilirsin. Bunu ancak yaşayanlar bilir.





[393] Nefahâtu’l-Üns, s. 156





[394] Mesnevi c.II, b.1514–1525





[395] Mesnevi c.II, b.1528–1530





[396] Orhan Baba Ağır ceza Hâkimi Fahri Efendi’den nakletmiştir.





[397] Bütün insanlar, cinler ve melekler bilmediler zevkimi.





Öyle bir derde düştüm ki, bana neler çektirdi felek





Beyim bendeki bu hali bulmak için Hakkı devamlı zikretmen gerek.





Biz ki, geçtiğimiz yolculuktaki seyr ile hakkın zikriyle, sonunda eşi bulunmaz biricik ders olmuşuz.





[398] Mesnevi c.I, b.232





[399] Nefahatü’l Üns, s. 159





[400] Mesnevi c.II, b.1316–1317





[401] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.141  





[402] Gardaşlarım!, içten ve dıştan bunca hücumlara rağmen mücahede yolunda bulunmak, mahzun olmamak icap eder.





[403] Sıkıntı ve genişlik ikisi, birer kanat olduğu ve salikin onlarla ikmal-i hal ve makam eylediği birçok zevatın zahir ve batın birçok iptilalara göğüs gerdikleri meşhurdur.





“Bir yandan korkuya, bir yandan ümide düştün mü iki kanadın olur. Bir kanatlı kuş katiyen uçamaz acizdir.” (Mesnevi c.II, b.1554)





[404] Siz de muhabbet ve muhalasat yolunda devamla her biriniz büyük azim ve ihtimam edesiniz.





[405]  Âlemin olaylarından üzülmemek lazım.





[406] Çünkü bu cihan geçici bir gölge ibarettir.





[407] Ahiret ise, ebediyettir.





[408] Dünyanın fani olduğunu yakinen bilenler iyiliğine kötülüğüne aldanmazlar.





[409] Zenginlik ve fakirlik de böyle olmak lazımdır.





[410] Talib-e Zat-ı ahadiyet gerektir ki, değil bu faninin zevk ve sefasına makam ve mertebesine hatta bir cümle gördüklerinden ve olaylardan geçip  “Lâ” yok tahtında idhal eyle ki, anın hepsi gölge gibidir- Hâkikat değildir





[411] Yâni esma ve sıfat arifin düşünce ve meşguliyeti olmaya ancak çokça zikir ve rabıta ve hayr ile meşgul ola, herkesin halini hoş görüp, insan kendi yakınlığını temine çalışmayı adet etmelidir.





[412] Selam Allah Teâlâ’ya tabi olanlar üzerinedir.





[413] Hüsn-i niyyet ederek belâya tutulduk.





[414] Orada Hafız İbrahim Efendi ve Mehmed Ağa üçünüz müzakere ve hangi cihet münâsib ise, ona göre hareket ediniz





[415] Delil Efendiye vekil iki bin lira temin edildi. Biz de niyyet ettik. Hele Hacı Ahmed meselesi kalsın. İleride gerekirse haberleşir ve gereğine göre hareket ederiz.





[416] Şimdilik bu kadarla yetinip ve cümlemiz cümlenize çok selâm ve duâ ederiz.





[417] Başarı Allah Teâlâ’dandır.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar