İncim Dudakların Tadımdır
ث S
29
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Bağrım pür-hûn eder şol çeşm-i mestâniyle bahs,
Dağıtır aklımı şol zülf-i perişân ile bahs.
Leblerin feyzine mu’tad eyledin çün ağzımı,
Dilemez kim eyleye şol âb-ı hayvân ile bahs.
Dürr-ü yâkut-ı dehânın seveli dilber senin,
Gelmez oldu dile hergiz la’l-ü mercân ile bahs.
Vechin üzere yazılan ma’nâyı Kur’ân gören,
Eylemez evrak içinde lafz-ı Kur’ân ile bahs.
Cümle fitne kaşın ile kirpiğinden olduğun,
Bilen eder mi cihandan nefs ü şeytân ile bahs.
Şol ruhunla hattının sırrını zâhid anlasa,
Kürsî üzre eylemezdi küfr ü îmân ile bahs.
Pertev-i nûr-i cemâlin aksidir şems-i cihân,
Ne münâsib ide ol nûr mâh-ı tâbân ile bahs.
Zerre iken sen Niyâzî Rûh-i âzam nûruna,
Haddini bil kılma ol şems-i dırahşân ile bahs.
Cem-ü tafsilin neydügin rumûzun anladınsa epsem ol,
Etme andan sonra aslâ kul ve sultân ile bahs.
Bağrım pür-hûn eder şol çeşm-i mestâniyle bahs,
Dağıtır aklımı şol zülf-i perişân ile bahs.
Onun sarhoş gözüyle bahsederek göğsüm kanla dolar,
Onun dağılmış saçlarının bahsi aklımı dağıtır.
Sevgilinin saçı gönülleri avlamak için kurulmuş tuzaktır. Kuş avlanırken iplik ya da saç teli kullanılır. Saçın ucundaki kıvrımlar, halkalar ilmiktir. Sevgilinin yanağında ki ben de danedir. Bu şiirde çok kullanılan bir benzetmedir.
Âşıkların gönülleri sevgilinin saçlarına asılmıştır. Gönül, ağırlığı olmayan soyut bir kavramdır. Beyitte gönüllere ağırlık verilmiş. Saçlar taranınca, ya da rüzgâr esince dağılır, perişan olurlar. Saçlar ağırlaşınca dağılmaz ve gönüller de perişan olmaz; vahdet olan yanak üzerinde kalırlar.[1]
Leblerin feyzine mu’tad eyledin çün ağzımı,
Dilemez kim eyleye şol âb-ı hayvân ile bahs.
Ağzımı dudaklarının tadına alışık eyledin,
Dilemez kimseyi ölümsüzlük suyu ile bahsden.
Beyitte geçen lebden murad edilen İlâhi hayattır. Tasavvufta dudak ve ağız ise küçük ve ince olmalarıyla yokluk, yani fenâfillâhtır. İstenen çokluktan kurtulup birliğe, vahdete ermektir. Vahdet olan dudak konuşmaya, yani söz sahibi olmaya başlayınca, kirpikler sihirle onu susturup fenâfîllaha engel oluyorlar.
Âb-ı hayat, kutsal bir su olmakla birlikte dünyaya aittir. Bütün kutsal şeyler Allah Teâlâ aşkını kazanmak ve Allah Teâlâ'ya ulaşmak için birer araçtır. Allah Teâlâ 'yı kendi varlığında duyanların artık Âb-ı hayatı istememeleri doğaldır.[2]
Dürr-ü yâkut-ı dehânın seveli dilber senin,
Gelmez oldu dile hergiz la’l-ü mercân ile bahs.
Dilberin kırmızı ağızlı incisini öpeli,
Hiçbir zaman kırmızı yakut ve mercân ile bahis dile gelmez oldu.
Vechin üzere yazılan ma’nâyı Kur’ân gören,
Eylemez evrak içinde lafz-ı Kur’ân ile bahs.
Yüzün üzerine yazılan ma’nâyı Kur’ân gören,
Mushaf içindeki Kur’ân lafz-ı ile bahs eylemez.
Yüz, tasavvufta vahdet, yüz güzelliği: Cemâl-i mutlaktır. Canlar ve gönüller, yani maddî ve manevî bütün varlıklar Kâbe gibi ona yönelir, onun çevresinde dönerler. Vechin üzere yazılan Kur’an-ı Kerim’in manâları ki, bu zâhirde görülen suretler Kur’an-ı Kerim’in sûretleridir. Bu sûretler nelerdir? Bu suretler:
Hakk’ın Ef’al, Sıfât, Zât’ından ibârettir. Kur’an-ı Kerim’in her bir âyeti ya ef’âli, ya sıfâtlerı, ya da zâtı beyân eder. Meselâ, “Biz bu Kur’ânı bir dağa indirseydik..” [3] Dağ burada bir sûrettir. Bu sûretlerde her ne varsa Kur’an-ı Kerim’de mevcûddur. Bu sûretlerde Kur’an-ı Kerim’i okuyan kimse Kur’an-ı Kerim’in lâfzîyle bahsetmez. Bununla beraber hayrı ve şerri Allah Teâlâ’dan bilen nefis ve şeytân ile bahsetmez. Çünkü âyeti celîlede: قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Söyle Yâ Muhammed, her şey Allâh’dandır”[4] vârid oldu.
Yüzündeki hatları Kur’ana teşbih etmelerine gelince; şöyle anlatabiliriz:
Burada yüzden murad; dıştan görünen yüz değildir, mürşidin gönül yüzüdür. Kur’an-ı Kerim’den murad ise ahlak-ı ilahiyedir. Ki o mürşid:
“Ahlak-ı İlahiye ile ahlaklanınız” Hadis-i Şerifinin manasında özünü bulmuştur. O büyük zatların yukarıda geçen işaretli sözlerden muradları; işte bu ahlak derecesini bulmaktır.[5]
Cümle fitne kaşın ile kirpiğinden olduğun,
Bilen eder mi cihandan nefs ü şeytân ile bahs.
Bütün fitne kaşın ile kirpiğinden olduğundan,
Bunları bilen cihan, nefs ve şeytândan bahs eder mi?
Tasavvufta göz ve kirpik kara ve çok olmalarıyla kesret, yani çokluk manasına geldiğinden sıkıntıların varlığından konu açmaktadır. Bu sıkıntıların hepsinin Allah Teâlâ’dan olduğunu bildiğini bahsediyor.
Şol ruhunla hattının sırrını zâhid anlasa,
Kürsî üzre eylemezdi küfr ü îmân ile bahs.
Şu ruhunla hattının sırrını zâhid anlasa,
Vaaz kürsüsünde küfr ve imandan bahs eylemezdi.
“Arafatta Âdem aleyhisselâm yaratıldıktan sonra melekler onun vechine secde ile emrolundular. İblis ve cinin kâfirleri secde etmediler. Sonra zürriyeti (nesli gelecek ahfâdı) zahrından (sırtından) çıkarıldı, dört saf meydana geldi.
Birinci saf Enbiyâ,
İkinci saf Evliyâ,
Üçüncü saf Mü’minler,
Dördüncü saf Eşkiyâ.
“Elest-ü bi-Rabbiküm”, “Rabbınız değil miyim?” [6] diye hitab edildi. Cümlesi “Belî”, “Evet” dedi. Kâfirler hitâbı işitmedi, ancak mü’minleri taklîden anlar da evet dediler. İşte o zaman “Âlem-i zerre” yani herkes orada suver-i latîfe (latif suretlerle) ile idi. Hatta kâfirlerin o zerre âlemindeki durdukları arafattaki mahalde bugün bile hacıları durdurmazlar.”
‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ sorusuna çekinmeden “evet!” dediği için insan teklif edilen binlerce belâ ve azabı seçmiştir.
Pertev-i nûr-i cemâlin aksidir şems-i cihân,
Ne münâsib ide ol nûr mâh-ı tâbân ile bahs.
Cihân güneşi cemâlin nûrun ışığının aksidir,
Parlak ayın nurundan bahs uygun olmaz.
Güneş, gerçek sevgili olan Allah Teâlâ'dır. Kıyamete kadar ilahî aşkın ve tecerrüdün kokusunu verir. Şems ve cihân nûru cemâlinin aksidir, yani güneş ve cihan cemâli nûrunun yansımasıdır. Çünkü güneşe nûr ismiyle tecellî olundu. Ancak nûrun keyfiyeti malum değildir. nûrlu olmak ve parıldamak güneşin nitelikleridir. Bu şemse, yani güneş İlâhî nûr ile mukâbil ve benzer olabir mi? Olamaz.
Cem makâmında (tevhidin) hepsi birdir, çünkü Sultan da kul da Hakk’ın mazharlarıdır. Ancak tafsîlde kul kuldur, Sultan Sultandır, kul sultan olmaz, Sultan da kul olmaz.
Zerre iken sen Niyâzî Rûh-i âzam nûruna,
Haddini bil kılma ol şems-i dırahşân ile bahs.
Niyâzî Rûh-i âzam nûruna göre sen zerre iken,
Haddini bil o parlayan güneşten bahs kılma.
Niyâzî-i Mısrî, bizim anlatığımız şeyler yanında anlatamadığımız çok şey vardır. Bu nedenle çok şeyden sizi haber edemeyiz, demektedir.
Cem-ü tafsilin neydügin rumûzun anladınsa epsem ol,
Etme andan sonra aslâ kul ve sultân ile bahs.
Cem ve tafsilin ne olduğun rumûzun anladınsa dilsiz ol,
Etme ondan sonra aslâ kul ve sultândan bahs.
[1] (İPEKTEN, 1986)
[2] (İPEKTEN, 1986)
[3] Haşr,21
[4] Nisa, 78
[5] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, ONUNCU SUAL VE CEVABI
[6] “Ve o zaman ki, Rabbin âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı. Ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tuttu. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi, (onlar da) “Evet. Şahidiz” dediler. (Bu da) Kıyamet günü, “Biz bundan muhakkak ki gâfiller idik,” demeyesiniz içindir.” Araf, 172
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar