Print Friendly and PDF

Can Kuşum


24





7+7=14





Can kuşun her zamân ezkârıdır vâridât,
Akl u hayâlin hemân efkârıdır vâridât.
 





İşidicek Hakk adını duydu cânım hub dadını,
Bildim kamu âriflerin esrârıdır vâridât. 





Sıdk ile gönlüm sever görmeğe hem cânım iver,
Anın içün kim Hakk’ın envârıdır vâridât. 





Ol dürr-i yekdânenin kadri bilinmez anın,
Bu dil-i vîrânenin mi’mârıdır vâridât. 





Gerçi kütüp çok yazar ilm-i ledünden haber,
Cümlesi bir bahçedir gülzârıdır vâridât. 





İlm-i Füsûs’la tamu odları söyünür kamu





Anın yerinde biten ezhârıdır vâridât





Muhyiddin ü Bedreddin ettiler ihyâ-yi din,
Deryâ Niyâzî Füsûs enhârıdır vâridât.  





Can kuşun her zamân ezkârıdır vâridât,
Akl u hayâlin hemân efkârıdır vâridât. 





Her zamân can kuşun zikirleridir, vâridât,
Akıl ve hayâlin hemân fikirleridir, vâridât. 





Vâridat: Osmanlıca bir isim olan “varidat” kelimesi, Arapça bir sıfat olan وَارِدْ veya وَرِدَ kelimesinin çoğuludur. Kelime anlamı; gelir, hatıra gelen, içe doğan şeylerdir.Gelen, varan, inen, gelenler, varanlar, inenler. (Tasavvufta) Kulun kasdı olmaksızın gaybten (Hakk’dan) kalbe gelen manalardır.





Hem maddiyât hem maneviyâtta kullanılır. Maddiyâtta, hazine-i devlete yahut bir kimseye gelen nakit ve hâsılat mânâsında; maneviyatta ise fikre vârid olan şeyler hakkında kullanılmaktadır.[1]





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bu ilahide geçen vâridât lar ile Şey Bedreddin kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Varidât’ını kasdettiği gelecek beyitler ile anlaşılmaktadır. Ancak şu husus unutulmamalıdır ki, varidâtlar ehl-i tasavvufun meyveleri ve huzur kaynağı olan meselleridir. Bu şekilde kabz halleri bast, havf halleri ünsiyete sebep olur.





İşidicek Hakk adını duydu cânım hubb[2] dadını,
Bildim kamu âriflerin esrârıdır vâridât. 





Hakk adını işitince cânım duydu tadını,
Bildim ki bütün âriflerin esrârıdır vâridât. 





Sıdk ile gönlüm sever görmeğe hem cânım iver,
Anın içün kim Hakk’ın envârıdır vâridât. 





Sıdk ile gönlüm sever görmeğe cânım iver,
Onun için kim Hakk’ın nurlarıdır vâridât. 





Ol dürr-i yekdânenin kadri bilinmez anın,
Bu dil-i vîrânenin mi’mârıdır vâridât. 





O biricik incinin kadri bilinmez,
Bu yıkık gönlün mi’mârıdır, vâridât. 





Yukarıdaki beyitte geçen “dürr-i yekdâne” den murad dürr-i yetimdir (Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizdir).  





Gerçi kütüp çok yazar ilm-i ledünden haber,
Cümlesi bir bahçedir gülzârıdır vâridât. 





Gerçi kitaplar ilm-i ledünden haber çok yazar,
Hepsii bir bahçedir, ama gül bahçesi vâridâttır. 





İlm-i Füsûs’la tamu odları söyünür kamu





Anın yerinde biten ezhârıdır vâridât





Füsûs Hikem ilminde cehennem ateşlerinin hepsi söyünür (söner)





Onun yerinde biten çiçekleridir vâridât





Niyâzî-i Mısrî Şeyh Bedreddin’in Vâridât’ını anlatırken, İbnü’l-Arabî ve meşhûr eseri Fusûs’a da temas ederek, Fusûs’un ilmiyle cehennemin bütün ateşlerinin söneceğini ve onun yerine Vâridât gülleri biteceğini bildirir.





Cehennemin veya azabının ebediliği hususunda dört farklı görüşten bahsetmek mümkündür:





1. Cehenneme giden kişi ebedi olarak cehennemde kalır. (Havaric ve Mu’tezile)





2. Cehenneme gidenler ebedi olarak orada kalırlar. Fakat bir sure sonra azaba bağışıklık kazanırlar. (Hişam b. Hakem, Ebu’l-Huzeyl el-Allaf, Muhyiddin ibn’ül Arabî)





3. Cehennem azabı ebedi değildir. (Cehm b.Safvan)





4. Mu’minler cehennemden çıkarılarak cennete yerleştirilirler. Kâfirler ise ebedi olarak cehennemde kalırlar. Bu da Ehl-i sünnetin görüşüdür.[3]  





Muhyiddin ü Bedreddin ettiler ihyâ-yi din,
Deryâ Niyâzî Füsûs enhârıdır vâridât.  





Muhyiddin Arabî ve Şeyh Bedreddin dini dirilttiler ve hayat verdiler,
Niyâzî Füsûs-u Hikem okyanus vâridât nehirlerdir.  





[Tasavvuf tarihinde sûfîlerin yapıp ettiklerini izah etmek için ikili bir tasnif kullanılmıştır.





1. Tahalluk: Ahlakî kemâl peşinde koşmak.





2. Tahakkuk: Gerçeği yakalamaya çalışmak.





Birinci terim sufîlerin ahlakçı olduklarına işaret etmekte, insan ahlakı için, insan eğitimi için ortaya koydukları esasların geliştirdikleri tekniklerin altını çizmektedir. İkinci ıstılah ise, bu hayatın tefekkür ve felsefe boyutu için kullanılmaktadır. Bu düşüncenin yakın dönem mimarları olan İbn Arabî, Mevlânâ ve Yunus kaddese’llâhü sırrahumü’l azîzan aynı zamanda İslâm medeniyetinin üç dilini temsil etmektedir. İbn Arabî Arapça, Mevlana Farsça ve Yunus Türkçe ile bu felsefeyi işlemiş, geliştirmiş ve dünyaya sunmuştur. Bu üç ehlu’llah hayatlarının bir bölümünü Orta Anadolu'da geçirmiştir. İbn Arabî'nin Fusûsu'l-Hikem'i Mevlana'nın Mesnevîsi, altı asır boyunca okunmuş, okutulmuş, şerh ve tercüme edilmiş, Yunus'un Dîvân'ı ise dilden dile aktarılmıştır. İnsan ve kâinatı bizim terimlerimizle ifade eden bu üç eser, o gün bu gün değerinden hiçbir şey kaybetmeden hâkimiyetini sürdüre gelmiştir. Osmanlı döneminde yaşayan sufîler bu geleneğin bu silsile ve zincirin bir devamı olduklarının her zaman farkındadırlar. Niyazî-i Mısrî'nin İbn Arabî'nin Fusûs'unu denize Şeyh Bedreddin'in Vâridât'ını nehre benzeten ifadesi de buna işaret etmektedir.][4] 





 





FUSÛS-UL HİKEM





Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz Füsus’ül Hikem’i Hakka’a yürümeden on bir yıl önce olgunluk çağında yazmıştır. Kendi ifâdesiyle, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi rüyasında görmüş ve bâzı hakikatleri halka açıkla işâretini alarak yazmaya başlamıştır.





Eser yirmi yedi bölümden oluşmaktadır. Her bir bölümde bir Resule verilen en belirgin hikmeti yorumlamaktadır. Hikmetler farklıdır. Fakat tüm hikmetleri varlığın sadece Allah Teâlâ’ya ait olduğu bilinciyle açıklamaktadır.





 





ŞEYH BEDREDDİN





Osmanlı fakıh ve mutasavvıfı, önemli bir isyan ve ihtilâl hareketinin başlatıcısı olarak ün kazanmıştır. Edirne yakınlarında bugün Yunanistan topraklarında bulunan Simavna kasabasında doğdu. Doğum yılı olarak 740/1339 ile 770/1368 arasında değişen tarihler gösterilir.





 Şehzadeler mücâdelesinde Yıldırım Bayezıd’in oğullarından Mûsâ Çelebi’nin kardeşi Süleyman Çelebi ile yaptığı savaşta Edirne’yi ele geçirmesi üzerine Bedreddin, kazaskerliğe tâyin edildi ve böylece aktif siyâsî hayatı başlamış oldu. Daha sonra Mûsâ Çelebi kardeşi Mehmed Çelebi’ye yenilince Şeyh Bedreddin 1413’te ailesiyle birlikte İznik’e sürüldü, göz hapsine alındı. Ancak siyâsî ihtirasları yüzünden bu durumu kabullenmedi ve görünüşte dînî tasavvufî, gerçekte ise siyâsî teşkilatlanmayı sağlamak üzere harekete geçti. Şeyh Bedreddin ve müridlerinden Börklüce Mustafa, Torlak Kemal gibi ihtilâlcilerin başarılarından kaygılanan Çelebi Sultan Mehmed, Şeyh’in üzerine büyük bir kuvvet gönderdi. Bayezıd Paşa komutasındaki devlet güçleri Şeyh’in adamlarını dağıtmaya ve kendisini ele geçirmeye muvaffak oldular. Pâdişâhın huzuruna götürülen Şeyh, kurulan heyet kararıyla 1420’de Serez’de îdâm edildi.[5]





ŞEYH BEDREDDÎN’İN DÜŞÜNCE YAPISI, FİKİRLERİ VE VARİDAT [6]





Şeyh Bedreddîn (d.760-1359; hyt. 2 Ocak 1416)) gibi büyük bir âlim ve sûfiyi Osmanlı merkezi yöneti­mi tarafından idama mahkûm ettiren gerekçenin zendeka ve ilhad suçla­ması olmadığı hem torununun ifadesinden, hem de olayların gelişmesin­den açıkça ortaya çıktığı halde, neden Şeyh Bedreddîn daha sonraları Os­manlı merkezi yönetiminin ve bazı ulema ve sûfı çevrelerin nazarında bir zındık ve mülhid olarak damgalanmış ve böyle kabul edilegelmiştir?





Şeyh Bedreddîn’in idamından 16. yüzyıla kadar, Rumeli’de eskiden isyan sahasını içine alan Dobruca ve Deliorman bölgelerinde, Bedreddîn’e bağlılıklarını giderek kuvvetlendirip kendi heterodoks İslam yorum­larıyla ilgili pek çok öğeyi onun adına sürdürerek varlıklarını koruyan ge­niş bir kitle vardır.





Bedreddînlüler veya Simâvenîler diye anılan bu kitlenin İslam’la bağdaşmayacak bir hayat tarzları ve inançları bulunduğu konusunda hükümet merkezine sık sık ihbarlar yapılmakta, zendeka ve ilhad ile itham olunan bu insanlar, bu yüzden sürekli gözaltında tutulmaktaydılar. Bu kitlelerin belirtilen hete­rodoks İslam anlayış ve yaşayışları, Şeyh Bedreddîn’i pîr tanıdıkları için dolaylı olarak onun da bir zındık ve mülhid olarak düşünülmesine yol açı­yordu. Hiç şüphe yok ki onun İslam’ın temel inanç esasları ve kavramları hakkındaki -kısmen Varidat aracılığıyla bize kadar gelebi­len- yorumları, anlayışları ve düşünceleriydi. İşte, biz burada bu ikinci se­bebi teşkil eden Vâridat’ı incelemeye çalışacağız.





insanların bu “cirmi küçük cürmü büyük” ri­sale hakkındaki kanaatleri, duygu ve düşünceleri, hiç şüphesiz kendi bilgi seviyeleri ve tasavvuf anlayışlarıyla doğru orantılıdır. Bu sebeple pek çok kişinin anlamadan okuduğu Vâridat’tan çıkardığı anlamlar doğrultusun­da söyledikleri sözlerin, yaptıkları hareketlerin sorumluluğunun zaman içinde Şeyh Bedreddîn’e yıkıldığı, dolayısıyla belki onun aklına bile gel­meyen yorumlar yüzünden zındık ve mülhid damgasını yediği de bir ger­çektir.





Nitekim bu belirttiğimiz sebeple, fazla sayıda olmamakla bera­ber, gerek resmi, gerekse özel kütüphanelerde bazı nüshalarına rastlanabilen bu küçük Arapça risalenin, daha o devirden itibaren bütün bir Os­manlı tarihi boyunca ulemanın ve sûfiyyenin ilgisini çektiği, müspet veya menfi bazı tepkilere yol açtığı gözleniyor.





16. yüzyılda Sofyalı Bâlî Efendi’nin, 17. yüzyılda ünlü Celvetî şeyhi Aziz Mahmud Hüdâyî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin, dö­nemlerinin padişahlarına verdikleri layihalarda, Varidat yüzünden Şeyh Bedreddîn’i





“Şeyh Bedreddîn el-maslûb indallâhi’l-mağdûb” (Allah Teâlâ ka­tında gazaba uğramış olması sebebiyle asılmış Şeyh Bedreddîn) olarak ni­telendiriyorlardı. Vâridat’ın bir kısım ilmiye mensupları arasında aforoz edilmiş bir kitap olduğunu, 16. yüzyılda Taşköprülüzâde ilginç bir anek­dotla belgelediği gibi,[7] bu yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde, şüphe­siz Vâridat’takı düşünceleri dolayısıyla Şeyh Bedreddîn’in ve ona bağla­nanların zındık ve mülhid olduklarına dair fetvalar verilmekteydi. Hatta 19. yüzyılda dahi Vâridat’ın hâlâ büyük tedirginlik yarattığını, insanların inançlarının bozulmasına sebebiyet vereceği endişesinin yaşandığını, bu yüzden toplatılıp yakıldığını da Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sından öğreniyoruz.





İşte, bu farklı tepki ortamında her şeye rağmen Vâridat’ın değişik çevrelerin olumlu ve olumsuz anlamda ilgi odağı olmaktan kurtulamadı­ğı, çevirisinin yapıldığı, içindeki düşünceleri tasdik veya ret makamında, birbirinden çok farklı yaklaşımlarla üstüne bazı şerhler de kaleme alındığı görülüyor. Mesela son devir şeyhülislamlarından Mûsa Kâzım Efendi’nin bir Varidat çevirisinin bulunduğunu biliyoruz. Kâtip Çelebi Keşfu’z-Zunûn’da, Vâridat’-a yapılan şerhleri sıralar. Ondan öğrendiğimize göre, Vâridat’ı olumlayan şerhlerden ilki, üstelik Nakşibendiyye târikatını Anadolu’da ilk tanıtan ve yayan, Molla İlâhî diye meşhur Şeyh Abdullah-ı Simavî’ye (hyt. 1491) aittir. İkincisi, bizzat şeyhülislam Ebussuud Efen­di’nin babası Şeyh Muhyiddîn Muhammed Yavsî’nindir (hyt. 1514). Bir üçüncü şerh ise, 19. yüzyılda yaşamış olup Üçüncü Devre Melâmîliği’nin kurucusu olarak tanınan Seyyid Muhammed Nûr el-Arabî (hyt. 1888) tara­fından kaleme alınmıştır. Ünlü Halveti şeyhi Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzde Vâridat’ın çok mühim bir eser olduğunu dile getirmiştir. Vâridat’ın sırf eleştir­mek, daha doğrusu reddetmek maksadıyla kaleme alınan malum tek şerhi ise, aslında kısmi bir şerh olup 16. yüzyılda yaşamış Nureddînzâde Şeyh Muhyiddîn Mehmed (hyt. 1573) tarafından yazılmıştır. Molla İlâhî ve Şeyh Muhyiddîn Yavsı’nin gözünde “Dinin parlak ayı, ariflerin güneşi” olan Şeyh Bedreddîn, eserini insanları “sapkınlıktan kurtarmak” amacıyla yaz­dığını belirten Nureddînzâde’nin gözünde tam bir zındık ve mülhid ola­rak değerlendirilmiştir.





Hakkında birbirine bu kadar zıt değerlendirmeler yapılan, belki daha hacimli kitapların koparacağından daha büyük, üstelik daha sürekli bir gürültü koparan bu yirmi beş-otuz varaklık küçük risale gerçekte nedir, nasıl bir eserdir, içinde nelerden bahsedilmekte, ne gibi konulara yer ve­rilmektedir?





Bilindiği gibi varidat, tasavvuf terminolojisinde “ilahi ilhamlar” anla­mına gelen çoğul bir kelime olup yalnızca Şeyh Bedreddîn’in bu küçük eserinin ismi değildir. Tasavvuf tarihinde zaman zaman bu ismi taşıyan, içinde bazı sûfiyâne düşünce ve görüşler dile getirilen eserler görülmekte­dir. Hatta bu adı taşımamakla beraber, 13. yüzyılda Şems-i Tebrizî’ye ve Hacı Bektaş-ı Velî’ye ait bulunduğu söylenen Makalât (Sözler) isimli eserlerle, Mevlânâ Celâleddîıvi Rûmî’nin Fîhi Mâ Fîh 17. yüzyılda Sunullah Gaybî’nin kaleme aldığı, Melâmî şeyhlerinden Oğlan Şeyh İbrahim’in sözlerinden oluşan Sohbetnâme’si de bu türden sayılabilir. Burada dikkat edilmesi ve özellikle unutulmaması gereken husus, bu eserlerin bizzat ait oldukları söylenen kişilerin kaleminden çıkma olmayıp, sohbet­lerinde şu veya bu vesileyle söylenmiş sözlerinin yahut kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevapların bazan yerinde ve anında, bazan daha sonra, hatırda kaldığı kadarıyla müridleri tarafından yazıya geçirilmek suretiyle meydana getirilmiş bulunduklarıdır. Bunlar eli kalem tutan müridlerce çoğaltılarak yine müridlere dağıtılır ve okunmaları sağlanırdı. Nitekim Şeyh Bedreddîn’in Vâridat’nın şöyle basitçe bir gözden geçirilmesi bile, standart bir kitabın düzeniyle ilgisiz bulunması, sistemsizliği, konuların rastgele, bir orada bir burada ele alınışı, böyle derleme bir risale olduğu­nu çok açık sergiliyor.





Bu derleme ne zaman yapılmıştır? Bu konuda Vâridat’ın görebildiği­miz nüshalarının hiçbirinde müstensih kaydı bulunmadığı gibi, bir tarih kaydı da mevcut değildir. Bunun dışında, kesin olmasa bile yaklaşık bir tarih belirlemeye yardımcı olacak bilgiler de yoktur. Her ne kadar A. Gölpınarlı içinde geçen bir kere 808/1405-1406, bir kere Safer 810/Temmuz 1407 ve bir kere de evâil-i Cumâdelâhire 810/ 2-12 Kasım 1407 ta­rihlerinden, en azından bu zikredilen tarihler dolaylarında düzenlenmiş olabileceği görüşünü ileri sürerse de, bu mümkün değildir. Çünkü bu ta­rihler, Şeyh Bedreddîn’in yaşadığını naklettiği bazı mistik müşahedelerinin vuku bulduğu tarihleri göstermektedir.





Vâridat’ın bazı yerlerinde şeyh için kullanılan “Rahimehullâh” (Allah ona rahmet etsin) ibareleri, meçhul derleyicinin risaleyi Şeyh Bedreddîn’in vefatından sonra kaleme aldığını açıkça gösteriyor. Bununla birlikte, Vâridat’ın Şeyh Bedreddîn’in bizzat kaleminden çıkan bir nüshasına henüz rastlanmadığı gibi, o devirde kopye edilmiş herhangi bir nüshası da bugüne kadar ele geçmemiş olup, halen kütüphanelerde mevcut nüshaların en eskisi, görülebildiği kadarıyla 16. yüzyıldan daha geriye gitmemektedir. Bu itibarla, mevcut nüshaların bile henüz bir tenkitli metin neşri yapılmadığından, aralarında ciddi fark­lar bulunup bulunmadığını, varsa bunların neler olduğunu iyi bilmiyoruz. Kanaatimizce Vâridat’ın bu durumu onun güvenilirliğini ciddi olarak sorgulamak gerektiğini gösteriyor, Bu mesele, bizce Şeyh Bedreddîn’in düşünce dünyasını doğru tanıyabilmek açısından kanaatimizce büyük bir önem taşıyor. Bu halledilmedikçe, bizim burada söyleyeceklerimiz dâhil, onun düşünceleri üstüne söyleneceklerin bilimsel değerlerinin kesinlik ka­zanacağı görüşünde değiliz.





Her ne kadar Vâridat’ı en iyi ve tarafsız gözle değerlendirmiş birkaç bilim adamından biri olarak A. Gölpınarlı, bizzat Şeyh Bedreddîn eliyle kaleme alınmış olmasa bile, kitabın derlendikten ve Arapçaya çevrildikten sonra onun tararından görüldüğüne, hatta bizzat kendisi tarafından Arap­çaya çevrilmiş olabileceğine, kısaca şeyhin bizzat kontrolünden geçtiğine, dolayısıyla itimada şayan bulunduğuna kani olduğunu belirtiyorsa da, bu­na getirilecek bazı itirazlar bulunduğunu da göz önüne almak lazımdır. Bir defa merhum Gölpınarlı bu kanaatini, Vâridat’ın Şeyh Bedreddîn ha­yattayken düzenlendiğini varsayarak dile getirmektedir. Oysa yukarıda da gösterildiği üzere bu doğru olmadığı gibi, asıl önemlisi, ölümünden kaç yıl sonra düzenlendiğinin de belli olmamasıdır. Aradan geçen zaman içe­risinde acaba Şeyh Bedreddîn’in sözleri ne kadar aslına uygun korunabilmiş, ne kadar bozulmaya uğramıştır? Eğer Şeyh Bedreddîn gerçekten Vâ­ridat’ı gözden geçirmiş, hatta bununla da kalmayıp gerçekten bizzat Arapçaya çevirmişse, o zaman Vâridat’ın sistemsizliğini ve içindeki çeliş­kileri nasıl açıklamalıdır?





 Üstelik Şeyh Bedreddîn gibi, sistem gerektiren bir bilim dalı olan fıkıh formasyonu da almış, sistematik bir kafa yapısına sahip ve öteki eserlerinde bunu göstermiş olan büyük bir âlimin, hem de gözden geçirdiği yahut bizzat Arapçaya çevirdiği bu mühim risaleyi dü­zenlemeden, iyi bir tasnife tâbi tutmadan, en azından başına diğer kitap­larda da normal olarak bulunması gereken bir giriş kısmı eklemeden, hat­ta çelişkili kısımları açıklığa kavuşturmadan, önüne getirildiği gibi bırak­mış olması doğrusu zor açıklanabilir bir durumdur. O halde Varidatın Şeyh Bedreddîn’in kontrolünden geçtiği varsayımı bizce çok zayıf bir var­sayım olarak düşünülmelidir. Bu itibarla, bu risalenin yalnızca, göründü­ğü şekliyle müridlerden biri tarafından şeyhin ölümünden sonra hatırda kaldığı gibi derlenerek oluşturulduğu düşüncesi ağırlığını kaybetmiyor Bu ise bizce, tıpkı Hacı Bektaş-ı Velî’ye izafe edilmekte olup, yine üzeride o kadar çok spekülasyon üretilen Makalât gibi, Vâridat’ın da bugünkü durumuyla, Şeyh Bedreddîn’in düşüncelerinin orijinal biçimlerini yansıtan tam anlamıyla güvenilir bir belge olarak kabul edilmesini güçleştir­mektedir. Risalenin Osmanlı döneminde, daha sonraki yüzyıllarda kopya edilen nüshalarına bakarak o devirde hiç sorgulanmadan doğrudan doğ­ruya ona ait kabul edilişi de bizce bu durumu değiştirmez.





Her durumda, bugünkü haliyle Varidat; fikrimizce Şeyh Bedreddîn’in düşüncelerini doğrudan yansıtmak bakımından, vaktiyle haklı olarak Ce­mil Yener ve Bilal Dindar’ın da söyledikleri gibi, oldukça şüpheli bir kay­naktır. En azından biz bunu böyle kabul edeceğiz ve içindekileri ihti­yat kaydıyla değerlendirmeye tâbi tutacağız. Burada şunu da belirtelim ki, Şeyh Bedreddîn gerçekte temel espri itibariyle Vâridat’ın yansıttığı imaja fiilen uygun olabilir; hatta bu çok muhtemeldir. Ama bunu kesin bir veri olarak değerlendirmenin doğru olmayacağını düşünüyoruz.





İşte, belirtmeye çalıştığımız bu endişelerle, özellikle de Varidat gibi uzun yüzyıllar Osmanlı toplumundaki okumuş kesim içinde Şeyh Bed­reddîn’in bir eseri olduğuna inanılarak okunmuş, önemli polemiklere yol açmış bir kitabın, mutlak surette tenkitli bir metnine ihtiyaç olduğunu söylemeliyiz. Hâlbuki bugüne kadar Varidat, üzerinde inceleme yayımla­yıp çevirisini neşredenler tarafından bile, belirtilen özelliği göz önünde bulundurulmak suretiyle tarihsel bir kaynak olarak herhangi bir eleştiriye tâbi tutulmamış, herhangi ciddi bir muhteva bitiğine ve analizine konu olmamış, İslam’ın temel inanç kavramları hakkında burada ileri sürülen görüşlerin, İslam tasavvuf ve düşünce tarihinde daha önce de yazılanlarla ilgisi, benzerlikleri veya ayrılıkları hususunda hiçbir irdeleme, tahlil ve karşılaştırma yapılmamıştır. Bu ise onun en az metin kritiğine olduğu ka­dar, belirtilen yönde ciddi bir muhteva kritiğine de ihtiyacı olduğunu is­pat eder. Ancak bu takdirde Vâridat’ın tasavvufi veya felsefi değeri ciddi­yetle söz konusu edilebilecektir. Biz şu kadarını söyleyelim ki, dikkatle bakıldığı zaman, Vâridat’ta bulunan hemen hiçbir görüşün orijinal olma­dığını, Abbasi döneminde zendeka ve ilhad ile itham olunmuş bir kısım mutasavvıf veya feylesoflarca da bunların yüzlerce yıl evvel dile getirildiği­ni gördüğümüz gibi, Hurûfîlik’teki aynı kavramlarla ilgili anlayışlarla karşılaştırıldığında da aralarındaki bağı yakalamak zor değildir.





Vâridat’ı orijinal bir düşünce eseri olarak görmek bilimsel açıdan biz­ce mübalağalı bir yaklaşımdır. Zaten Vâridat’ı Osmanlı döneminde ve günümüzde tartışma konusu yaparak öne çıkaran özellik, bir düşünce eseri olarak orijinalliğinden veya yüksek niteliğinden değil, kanaatimizce içindeki görüşlerin, resmi İslam anlayışı karşısındaki aykırı konumundan ileri gelmektedir. Ama Şeyh Bedreddîn’in kişiliği açısından önemli olan bu değildir. Zamanının ve mekânının ilim ve âlim anlayışı çerçevesinde olmak kaydıyla, Şeyh Bedreddîn’in bir İslam âlimi olarak değer ve önemi, bize göre mutasavvıf kişiliğinden daha orijinal ve daha ileridedir. Çünkü Şeyh Bedreddîn, Fusûsu’l-Hikem üzerine şerh yazmış biri sıfatıyla, yukarı­da da söylendiği üzere, tasavvufta Muhyiddîn-i Arabî mektebinin panteiz­me kayan bir takipçisidir. Hatta bu o kadar açıktır ki, Ahmed Cevdet Paşa Varidat için “Fusûs’u taklid yollu yazılmış bir risaledir” der. Böylece Ahmed Cevdet Paşa da Vâridat’ın orijinal bir eser olmadığını dolaylı ola­rak belirtmiş olmaktadır. Ama bu onun bir mutasavvıf olarak önemsiz ol­duğu anlamına kesinlikle gelmez.





Görüldüğü kadarıyla Vâridat’taki sözler iki gruba ayrılır:





1) İslam’ın temel inançlarına dair kavramlar hakkındaki görüşler, düşünceler ve yorumlar:





Esas itibariyle en çok tepki çekmiş olup ulema ve sufiyye arasında Va­ridat’ın mahkûm edilen yönleri bu kısımla ilgilidir. Bunlar sistemli bir şe­kilde sıralanmış olmayıp şuraya buraya dağılmış vaziyettedir. Bu görüşler­de İslam’ın temel inanç esaslarının, dönemi için çok cesur sayılabilecek bir üslup ve açıklıkla tartışıldığı görülür.





Bunların başında “Allah” kavramı gelir. Vâridat’ta bu konuda ilk dik­kati çeken şey, bir ikilem içinde bulunulmasıdır. Bazı yerlerde bu âlem­den ayrı soyut bir “Allah” kavramına inanıldığını gösteren şeyler anlatılır. Ayetlerden bahsedilirken, “Yüce Allah buyurmuştur ki” ifadesi kullanı­lır. Allah Teâlâ’nın nebiler gönderdiği ve bu nebilerin ve onlara gelen vahyin hak olduğu ifade edilir. Bazı yerlerdeyse, Allah Teâlâ’nın bu âle­min kendisinden başka bir şey olmadığı fikri yansıtılır. Ezeli ve ebedi olan bu âlemde, her şey O’dur, O da her şeydir. Bu sebeple biri “Ben Al­lah’ım” dese, her şey O’nun cevherinden meydana geldiği için doğru söylemiş olur. Görünürde her ne kadar âlemdeki varlıklar sonradan ol­muş gibi algılanırlarsa da, aslında O’ndan başka bir şey olmadıklarından, kadîm ve ezelidirler, yaratılmamışlardır. Görünen “mutlak varlık”, fiil ve tesir itibariyle- yaratıcı ilâh, o fiil ve tesirden etkilenen olarak da yaratılmış olan mevcudattır. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın zuhura, yani görünmeye meyli vardır. Allah Teâlâ’nın zuhuru ise insandadır. Çünkü en güzel suret insanındır. Nasıl insanın tek tek organları insan olmayıp ancak hep birlikte insanı teş­kil ediyorsa, bu âlemdeki tek tek hiçbir şey de Allah Teâlâ değildir, ama bütünü Allah’tır. Bu yüzden Allah’ın iradesi, âlemdeki varlıkların kabiliyetleri çer­çevesinde cereyan eder. Yani Allah, ancak olabilecek olanları diler, olma­yacak olanları dilemez. Böylece Allah Teâlâ’nın iradesi, varlıkların istidatlarıyla sı­nırlı olmaktadır.





İşte, bu suretle âlemin, yani kâinatın ezeli ve ebedi olduğunu kabul noktasından yola çıkılarak Kıyamet denilen olayın da meydana gelmeye­ceği, yani kâinatın yok olmayacağı söylenir. Daha önce Kıyamet’in zamanıyla ilgili pek çok tahmin yapılmış, ama hiçbiri çıkmamıştır. Bundan son­ra da binlerce yıl geçse bile, yine böyle bir şey olmayacaktır. Zaten esa­sında Kıyamet, insanın ölümü demektir. Ölmüş olan beden toprağa karı­şıp dağılınca, bir daha sanıldığı gibi bir araya gelip dirilmez. Böyle olunca Haşir-i ecsâd denilen şey, halkın zannettiği gibi gerçekten cesetlerin mad­deten dirilmesi değildir; Zât’ın (ilahi tecellinin) zuhuru ve sıfatların salta­natının yıkılıp gitmesi demektir. Bu meseleyle bağlantılı olarak Vâridat’ta ruh konusunda da ilginç dü­şünceler dile getiriliyor. Buna göre ruh, bedenin yaşama kabiliyetinden başka bir şey değildir. Allah Teâlâ’nın bedeni yaratmasıyla ruh da hâsıl olmuş olur; ölüm olayıyla bedenin yaşama kabiliyetini kaybetmesi sonucu, ruh da yok olur. Kısaca ruh bedenle kaimdir, onun dışında müstakil bir varlık değildir. Böyle olunca Cennet ve Cehennem, huriler, nehirler, köşkler vs cahil halkın sandığı gibi değildir. Çocukları bir işe sevk etmek için nasıl onların hoşuna gidecek birtakım semboller kullanılırsa, bunlar da öyle temsili kavramlardır. Esasında ise Cennet, insana sürür, huzur veren hal­lerdir, Cehennem ise ona sıkıntı, acı ve keder veren durumlardır. Dolayı­sıyla ayrıca bir Cennet ve Cehennem yoktur, ikisi de bu dünyadadır. İn­sanlar doğru yoldan sapmasınlar, kötülüğe meyletmesinler diye bu kav­ramlar konulmuştur.





Vâridat’ta. Melek, Cin, Şeytan hakkındaki fikirler de dikkat çekicidir. İnsanı doğruya, iyiye, gerçeğe sevk eden kuvvetler Melek, kötülüğe, zara­ra, ahlâksızlığa, gerçeklerden yüz çevirmeye yönlendiren şeyler ise Şeytan’dır. Cin denilen varlıklara gelince, bunlar aslında insanların kendi hayallerine göre tasavvur ettikleri mevhum şeylerdir. Bu sebeple insanlar bunları kendi istidatlarına göre şekillenmiş olarak görebilirler veya göre­mezler, ama bu onların gerçekte var oldukları anlamına gelmez.





Şu kısa özetten anlaşıldığı üzere (Vâridat’ın, Şeyh Bedreddîn’in diğer eserleri gibi kendi kaleminden çıkma düzenli bir telif eser olmaması sebe­biyle onun fikirlerini yüzde yüz kendi ağzından yansıtmadığı, dolayısıyla tahrif edilmiş olabilecekleri ihtimalini her zaman için saklı tutmak kaydıy­la) bu görüşlerinin, tam anlamıyla materyalist bir yaklaşımın ürünü oldu­ğunu söylemek gerekir. Eğer bunlar hakikaten Şeyh Bedreddîn’in ifade ettiği biçimde, bozulmadan kaydedilmişlerse, bu takdirde yalnızca bunlar dikkate alındığında karşımıza, hakikaten İslamiyet’in telkin ettiği bir bi­çimde ne Allah, ne de ahiret hayatına inanan bir Şeyh Bedreddin çıkar. İşte, onu çoğu Osmanlı ulemasının, hatta sûfiyyesinin bile gözünde asır­larca zındık ve mülhid yapan bu fikirlerdir. İşin tuhaf yanı, yüzyıllar boyu Şeyh Bedreddin denildikçe hatıra Letâyifü’l-İşârât ve Câmiü’l-Fusûleyn yazarı âlim Şeyh Bedreddîn’den çok, Varidat yazarı “zındık ve mülhid” Şeyh Bedreddîn gelecektir. Şeyhülislam Arif Hikmet Bey işte bunun için bulabildiği Varidat nüshalarını ucuz pahalı demeden satın alıp yakıyor­du.





Şeyh Bedreddîn yalnızca bu mudur? Şüphesiz ki hayır. Bu materyalist kişiliğin yanında, spiritüalist de diyebileceğimiz, koyu mistik karakterde bir ikinci kişilik daha vardır ki, o da şu görüntülerle kendini açığa vurur:





2) Değişik zaman ve mekânlarda yaşandığı söylenen bazı mistik haller, müşahedeler, keşif ve kerametler:





Bu grupta yer alan anekdotlar bizim için Şeyh Bedreddîn’in mistik şahsiyetini ve özellikle psikolojik yapısını anlamak bakımından fevkalade değerlidir. Çünkü bunlar akılcı, hatta materyalist bir feylesof izlenimini kuvvetle veren birinci kişiliğe rağmen zaman zaman öne çıkan güçlü mis­tik karakterdeki bir ikinci kişiliği, kuvvetli cezbe halini yaşayan bir başka şahsiyeti yansıtmaktadır. Varidattaki bu mistik müşahedelerden bazıları­nı şöyle sıralayabiliriz:





Bir kere Şeyh Bedreddîn velayete, evliyanın gösterdiği keşif ve kera­mete inanmakta, bunları reddetmemektedir. Bir gün gaybdan gelen yeşil elbiseli iki kişi, Şeyh Bedreddîn’e Hz. İsâ’nın ölü bedenini gösterir­ler. Şeyh Bedreddîn’e göre bu olay, Hz. İsâ aleyhisselâmın bedenen ölü, ama ruhen diri olduğunu anlatmaktadır.





Bir başka gün, yanındaki adamlardan bi­rini birdenbire bir başkası olarak görür, biraz sonra o adam tekrar asıl ki­şiliğiyle görünür. Bu ise ona göre, söz konusu iki kişinin ruhen ne kadar birbirine yakın olduğunun göstergesidir. Bazen kitap okumakta iken birden hayalinde tanımadığı herhangi biri canlanır. O kişi ertesi gün canlı bir kişi olarak onu ziyarete gelir. Bir gece, yan uyanık bir haldeyken, ruhunun ocakta yanmakta olan bir odunun çıkardığı sesin aynısını çıkar­dığını duyar. Kendine geldiğinde hakikaten orada yanmakta olan odunun aynı sesi çıkardığını gözler. Ona göre bu, kendi varlığıyla odunun aynı ilahi cevheri taşımasından ileri gelmektedir. Yine bir gece hafif bir uyku halindeyken, birdenbire bütün kâinatın Allah olduğunu fark eder; coşar ve “Ya Allah!” diye haykırır; dili Allah Teâlâ’nın kelamı olmuştur.





Bir başka gece ise hastalanmış, ölmek üzere olduğu izlenimine kapılmışken, kendini kur­tarması için Allah Teâlâ’ya yalvarır. İşte tam bu sırada Allah Teâlâ’nın kendisine “Seni bu hastalıktan kurtaracağım” dediğini duymuştur.





 Bir perşembe gecesi de, sabaha doğru karşısında Muhyiddîn-i Arabî’yi görür. Bu büyük şeyh kendisine Şeytan’ı bu âlemden başka bir âleme attığını, bu âlemde yalnız izinin kaldığını söylemiştir.





Vâridat’ta, Şeyh Bedreddîn’in son derece güçlü mistik ve cezbeci ya­nını yansıtan bunlara benzer daha başka anekdotlar da vardır. Dikkat edi­lirse bu müşahedeler, onun hep yarı uykulu yarı uyanıkken gördüğünü söylediği şeylerdir. Bunlar eğer rüya iseler, rüyaların düşüncelerin birer yansımasından başka bir şey olmadığını söyleyen akılcı Şeyh Bedreddîn’in bunları birer keramet olarak önemsemesi gerçekten tuhaftır. Bütün bun­ları değerlendiren A. Gölpınarlı, bizce de haklı olarak Şeyh Bedreddîn’in inançlarında bocalayan bir ruh hali içinde oluşuyla yorumluyor. Ona göre şeyh, bütün akılcılığına rağmen, kendisini mânâ âleminden kurtaramamış, o âleme de inanmış bir adamdır.





İşte Vâridat’ı bir problem yapan hususlardan biri, belki en önemlisi, bu iki Şeyh Bedreddîn’i birlikte yansıtmasıdır.





NETİCE





Yukarıda kısaca tahlilini ve değerlendirmesi yapılmış olan Şeyh Bedreddîn’le ilgili bütün bu meseleler bir arada düşünüldüğünde, eserleri ve giriştiği isyan hareketiyle karşımıza hem bir bilim ve düşünce, hem de aksiyon adamı olarak Şeyh Bedreddîn’in dört cephesi çıkarıyor:





1)  Sünni İslam’ın Hanefilik yorumuna bağlı olmakla beraber, daha akılcı ve daha rahat düşünüp içtihad yapabilen “âlim Bedreddîn” (Bu imaj, fıkıhla ilgili eserlerinin ve kısmen Vâridat’ta yer alan, ibadetlerle il­gili fetvalarından çıkıyor),





2)  İslam’ın bazı temel inanç esaslarını, bu arada ahiret ve ona bağlı kavramları tam anlamıyla akılcı, hatta bir ölçüde maddeci bir görüşle yo­rumlayan “materyalist feylesof Bedreddîn” (bunu, Şeyh Bedreddîn’in Vâridat’taki bir kısım fikir ve görüşleri düşündürüyor),





3)  Sık sık cezbeye giren, gayba ait bir takım durumlara vakıf olduğu­na, hiçbir aracı olmadan Allah Teâlâ’nın doğrudan hitabını işittiğine, ölü hayvan­ları diriltebilme gücüne sahip olduğuna, kısaca kendi keşif ve kerametleri­ne samimi olarak inanan koyu “sûfi Bedreddîn” (bu imajı da Varidat çi­ziyor),





4)  Ve nihayet, bu sayılan üç Bedreddîn’in hiçbiriyle uyuşmayan, za­manın Mehdî’si sıfatıyla, düzenin bozukluğunu ve toplumsal rahatsızlık­ları düzeltmekle görevli bulunduğuna inanarak siyasal iktidara talip “ihti­lalci Bedreddîn”.





İşte, Şeyh Bedreddîn’i henüz çözülemeyen bir problem yapan, böyle dört cepheli bir kişilik ve kimliği temsil eden gerçekten müstesna bir tari­hi sima oluşudur. Bununla beraber, dikkat edilirse, bu dört cepheli kişili­ğin temelde biri materyalist, akılcı, diğeri spiritüalist, mistik olmak üzere iki zıt yönü bulunduğunu görmemek mümkün değildir. Bu iki yönün de aslında başlangıçta gizli bir eğilim olarak Şeyh Bedreddîn’de mevcut bu­lunmakta oluşu bizce son derece kuvvetli bir ihtimaldir. Bunlardan han­gisi gerçek Şeyh Bedreddîn’i yansıtmaktadır? Bu ikili görüntü Şeyh Bed­reddîn’in şahsında birbirini takip eden iki ayrı aşamayı mı gösteriyor? Bu aşamalardan hangisi önceki, hangisi sonraki Şeyh Bedreddîn’i temsil et­mektedir? Yoksa Şeyh Bedreddîn bu ikili şahsiyet arasında zaman zaman gidip gelen, başka bir ifadeyle her ikisini de bir arada barındıran bir karak­teri mi yansıtmaktadır?





Ahmet Yaşar Ocak, B. Nusret Kaygusuz ve A. Gölpınarlı gibi Şeyh Bedred­dîn’de bu iki zıt kişiliğin bir arada olduğunu düşünürler.  Böyle bir durum pekâlâ pek çok insan için mümkündür. Üstelik İbn Hacer’in ver­diği bilgilere bakılırsa, hocası Şeyh Hüseyn-i Ahlâtî’nin de aynı çizgide bulunduğu anlaşılıyor. Hatırlanacağı üzere o da kendisinin Mehdî oldu­ğuna inanmaktaydı. Çok muhtemeldir ki Şeyh Bedreddîn felsefeyle uğra­şan bu zatla olan uzun ve yakın teması süresince gerek yaptıkları konuşma ve tartışmalar yoluyla, gerekse okuduğunu kuvvetle tahmin ettiğimiz, İbnü’r-Râvendi, Ebû Hayyân et-Tevhîdî ve Ebûbekir Zekeriyyâ er-Râzî gibi eski İslam filozoflarının kitaplarının şevkiyle, içindeki materyalist eğili­mi geliştirmiş ve tıpkı hocası gibi materyalizme eğilimli bir mistik olmuş olsun.





O, döneminin önde gelen bir Hanefî fıkıh âlimi olarak bu formasyo­nunun ve statüsünün gerektirdiği bir üslup ve yaklaşımla fıkha dair eserle­rini kaleme almıştır. Bunu yaparken sorumluluk taşıyan, kazaskerlik yap­mış bir bilim adamının psikolojisiyle hareket etmiş, statüsünün gerektirdi­ği davranışı sergilemiş, belki o materyalizme eğilimli yanını öne çıkarmak­tan kendisini alıkoymakla beraber, onda çok belirgin bir biçimde var olan akılcı yanını yazdığı fikıh eserlerinde, ele aldığı konulara yansıtmaktan da geri kalmamıştır. Bu sebeple daha önceki fikıh âlimlerinin hüküm ve içti­hatlarını sorgulayarak onlara alternatif hükümler üretmekten de çekinme­miştir. Ama eninde sonunda o bu eserleri çerçevesinde Hanefilik çizgisi­nin dışına çıkmamış Sünni bir fıkıh âlimidir.Diğer yandan Şeyh Bedreddîn’deki bu akılcılığın ve materyalist eğili­min onun İslam inançlarıyla ilgili telâkki ve yorumlarına, algılamalarına yansıyacağı da muhakkaktı. Onun, içindeki bu güçlü eğilimin önüne geç­mesi, bu yaratılışta olan bütün insanlar gibi mümkün değildi. Bu güçlü akılcılığı onu kanaatimizce, İslam’ın, Melek, Cin, Şeytan, Kıyamet, Haşir, Neşir, Cennet ve Cehennem gibi, akıldan çok imanı gerektiren, en azın­dan duyularla algılanamayacak kavram ve konularını da, kendinden çok önce bu meselelerde aynı yola girmiş bazı eski İslam filozoflarının eserle­rini okumaya yöneltmiş, onlar üzerinde uzun uzun düşündürmüş ve hiç şüphe yok ki Şeyh Hüseyn-i Ahlâtî ile de bunlar üzerine konuşturmuştur. İşte Vâridat’taki Şeyh Bedreddîn, içinde artık iyice olgunlaşmış bu eği­limle Allah Teâlâ kavramını da zaman zaman materyalist bir yorumla, panteist bir çerçevede ele almıştır. Hatta Vâridat’ın temel çizgisinin Vahdet-i Vücûd’çu değil, panteist (Vahdet-i Mevcûd’çu) kavrayış olduğu söylenebilir.Bununla beraber bu Materyalist, akılcı Şeyh Bedreddinin içinde kuvvetli cezbe sahibi mistik bir Bedreddin vardır. Bu iki kuvvetli güç arasında gelip gidereken kendini tayin edemeyip sukûnete erememesi onun ve müntesiplerinin sıkıntıya düşmesine sebep olmuştur.  Bu iki kişilik onun ayrılmaz bir parçasıdır. Harîrîzâde Şeyh Bedreddin’e,  Bedriyye adlı bir târikat nisbet etmekteyse de Şeyh’in vefatından sonra böyle bir târikatin olmadığı görülmektedir. Ancak onun sempatizanlarından olup Bedreddin sûfîleri diye anılan bir zümre zamanla Alevî-kızılbaş kesime karışarak erimiştir.[8] Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bile bu durumları yaşadığından hayatında sıkıntılara düçâr olmuştur.










[1] (ÇETİN, 1999), s. 1





[2] Hubb: (Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek.   Hulus, lüzum ve sübut.   Muhafaza ve imsâk.





[3] (BAKA, 2008), s. 13; Topaloğlu, Bekir, “Cehennem” DİA, VII, 232





[4]Geçersiz kaynak belirtildi. ,s.276





[5] (ÇETİN, 1999), s. 8





[6] (OCAK, 1998), 186-202 Kısımdan özetlenerek yazılmıştır.





[7] Bkz. Taşköprülüzâde, Şakayık, 174. Burada, Fatih Sultan Mehmed devri ulemasın­dan Halep’ten gelme Alâeddin Alî-i Arabî isimli zattan bahsederken, şöyle bir olay anlatıyor: Bir gün Alâeddîn Alî-i Arabî”nin meclisine kendisini ziyaret için bir köy imamı gelir. İmam tam oturmaya hazırlanırken Alâeddîn Alî-i Arabî ona vücudun­dan necaset kokusu geldiğini, temizliğine dikkat etmesi gerektiğini söyler, imam büyük bir mahcubiyet içinde elbisesinin ötesini berisini yoklarsa da bir şey bula­maz ve tekrar oturmaya yönelir. Tam bu esnada koltuğundan yere Şeyh Bedred­dîn’in Vâridat’ı düşer. Kitabı hemen fark eden Alâeddîn Alî-i Arabî, imama kötü kokunun bu kitaptan geldiğini, onu derhal yakması gerektiğini bildirir. İmam yak­maya yanaşmayınca beriki ısrar eder ve bu kitabın kendisine felaket getireceğini söyler. Tam o sırada imamın köyü tarafından yükselen bir ateş, köyde yangın çıktı­ğını gösterir, imam hemen köyüne döner ve evinin yanıp kül olduğunu büyük bir acıyla görür.





[8] (ÇETİN, 1999), s. 8


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar