Print Friendly and PDF

NAKŞÎ HÂLİDÎ HÂKÎ TARİKAT VAZİFESİ VE DERS ADABI

Bunlarada Bakarsınız






1-DERSLER





Tarîkat dersleri konusunda bir gizlilik olmasına rağmen zamanımızda insanların bazı konulara ulaşması zor olduğundan bu konuları açarak zikir adab-ı üzerinde tafsilatlı duracağız. Çünkü zamanımız da bu konu hakkında noksanlıklar vücuda gelmiştir. Mürşid geçinen çok kişi dahi dersler hakkında yeterli bilgi ve tecrübeye sahip değildir.





Zikir dersinden önce ihvanın yapacağı üç bölüm vardır.





a—HEDİYE BÖLÜMÜ:





5 adet İstiğfar





3 adet Salâvat-ı Şerife





1 adet  “Rabbena Atina Min Ledünke Rahmeten ve Heyyi’lena min emrina raşedâ”





ربَّناَ آتِناَ ِمنْ َلدُنْكَ رَحْمَة ً وَهَــِّئْ لَــنَا ِمنْ اَمْرناَ رَشَدًا





1 adet Fatiha-ı Şerif





1 adet Âyet-el Kürsi





1 adet Elemneşrahleke Suresi





3 adet İhlâs-ı Şerif





3 adet Felâk suresi





3 adet Nas Suresi





3 adet Salâvat-ı Şerife





Bu sureler ve dualar okunduktan sonra, hediye yapılır.





İlahi Ya Rabbi!





Bu okuduklarımdan hâsıl olan sevabı iki cihanın sultanı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhaniyetine hediye eyledim. 





Andan hâsıl olan sevabı Âdem aleyhisselâmın ruhaniyetine hediye eyledim. 





Andan hâsıl olan sevabı Efendimiz ile Âdem aleyhisselâm arasında geçen nebilerin ruhaniyetine hediye eyledim.





Andan hâsıl olan sevabı Ebubekir Sıddıkı- Azam Efendimizin ruhaniyetine hediye eyledim. 





Andan hâsıl olan sevabı Ehli Beytin ruhaniyetlerine hediye eyledim. 





Andan hâsıl olan sevabı Sahabe-i Güzin Efendilerimiz, Tabiin, tebauttabiîn Efendilerimiz’in ruhaniyetlerine hediye eyledim. 





Andan hâsıl olan sevabı silsile-i Nakşibendiyeye ve hassaten Şah Bahâeddîn Nakşbend kuddise sırruhu’l-azîz Efendimizin ruhaniyetlerine hediye eyledim. 





Andan hâsıl olan sevabı İmam-ı Rabbani kuddise sırruhu’l-azîz Efendimizin, Mevlana-i Halid kuddise sırruhu’l-azîz Efendimizin ruhaniyetlerine hediye eyledim. 





Andan hâsıl olan sevabı Şeyhim ……….Efendimin ruhaniyetine hediye eyledim. 





Andan hâsıl olan sevabı ihvan kardeşlerimin ruhaniyetine, müslüman ve müminlerin ruhaniyetine, hayatta bulunanların defteri amallerine hediye eyledim.  Kendi gelmiş ve geçmişlerimin ruhaniyetine hayatta bulunanların defterlerine hassaten anne ve babamın ruhaniyetlerine hediye eyledim.





b—FEYZ TALEB BÖLÜMÜ:[1]





Her dersin başında duruma göre değiştirilerek yapılır.





“İlâhi Ya Rabbî Hazine-i gaybi ilâhiyyenden Füyüzat-ı Rahmeti İlahiyyeni Fahr-i Kâinat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Efendimiz Hazretlerinin ruhaniyeti Şerifelerine inzal ve irsal buyurmanı;





 Andan Âdem aleyhisselam ruhaniyetine,……[2] Sıddîk-ı Azam Efendimizin ruhaniyetine ve andan şeyhim ……. kuddise sırruhu’l-azîz Efendimin kalbine………, andan benim kalbime…… inzal ve irsal eyle Yâ Rabbî” denir ve râbıtaya geçilir.





c—RÂBITA BÖLÜMÜ





Derslerin evvelinde yapılır.





Râbıtada gereken fiziksel durumlar şunlardır.





— Abdestli olmak:





—Günde bir veya iki defa uygulamak. Râbıta günde bir defa yapılıyorsa ikindiden sonra veya sabahtan sonra yapılmalıdır.





—En az yir­mi dakika kadar olması gerekir.





— Fiziksel ve zihinsel rahatlık. Gerekirse gusül abdesti almak





—Râbıta yapabileceğiniz, ortam dikkati da­ğıtabilecek şeylerden yeteri kadar uzak bir yer olmalıdır.





—Yemekten en az iki saat sonra yapılmalıdır. Yemeğin hemen ardından yapılan râbıta rahat olmaz.





—Gözleri kapayarak mürşidin huzurunda O’na yönelmektir.





—Dikkat iki gözün arasına toplanarak hareket edilmelidir.





—Ufak rahatsızlıklar varsa râbıtanın huzurunu bozabilir. Bu gibi durumlarda kısa tutulmalıdır.





—Sakalın göğse dayanması ve rahat bir oturma şekli ile oturmak gerekir. Mesela; ters teverruk oturuşu[3] ile veya rahat edebileceği şekilde oturmak:





—Râbıta süresince dilin ucu damağa değmeli, diğer­lerine göre üst dişlerin arkasına veya alt dişlerin arkasına değmeli ve dil ağız­da düz yatmalıdır. Dilin ucunun alt dişlerin arkasına dayanması en doğal şekil gibi görünüyorsa da dil en uygun gelen şekilde tutmak gerekir.





—Sessiz, yavaş, yumuşak ve düzenli bir solunum yapılmalıdır. Solunum sayısı azaltılır. Eğer burun tıkalı değilse, ağız kapatıp burnundan solunmalıdır.





Normal şekildeki solunum düzensiz ve endişelidir. Kişi havayı akciğerlerdeki tam devrini tamamlamaya bırakmak yeteneğine sahip olmadığından havanın bir kısmı tam dışarı verilemeden akciğerlerde kalır. İradeli olmadan çok zorunlu olarak solunum yapar. Râbıta yapanların kalb atışı, ortalama, dakikada üç atış azalır. Vücudun oksijen tüketimi yüzde yirmi kadar azalırken, yük­sek olan tansiyonda düşer.





Mürşidi Râbıta Çeşitleri





Râbıta mürşide değil, Allah Teâlâ’yadır. Hakikâtte mürşidler insanları kendilerine bağlayıp ve bey’at ettirmezler. Allah Teâlâ’ya bağlarlar ve bey’at ettirirler.





Kendisine rabıta olunacak mürşidin tavır ve ahlâkı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ahlâkına tâbi olmadıkça rabıtadan beklenen feyzin zuhuru imkânsız­dır. Rabıta eden sâlikin ise, şeyhinin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ahlâkı ile ahlâklandığını, şeriat sünnet ve tarîkat ölçüleriyle tahkik eylemesi de mürid üzerine vâcibtir. Yoksa rabıta eden de ettiren de perişan olurlar.[4]





Buna göre;





1- İhvanın kâmil şeyhin suretini karşısında tasavvur edip hayal yoluyla iki kaşı arasına bakmak ve suretteki ruhaniyete yönelmek. Kendinden geçme (Gaybet) ve kaybolma hali başlayıncaya kadar râbıtayı sürdürmek.





—Gaybet iki türlüdür.





a-Bu teveccühte gaybet hâsıl olana kadar veya cezbe açığa çıkana kadar.





b-Mürşidin suretinin etrafını kaplaması ile gaybet ve cezbe hâsıl olana kadar.





Bu hallerden biri hâsıl olduktan sonra râbıtayı keser.





2- İhvanın kendini mürşid kıyafet ve heyetinde görmesidir. Bu râbıta şekline telebbüs (giyim) râbıtası ismi verilir.





3- Mürşidin suretini karşısında görüp, onu kalbinin ortasına indirmek, kalbini uzun ve geniş bir dehliz farz ederek mürşidi o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru geliyor hayal eylemek.





Râbıta Adabı





Mürşidini her yerde hazır görmesidir. Mürşidin kemâlatını ve ruhaniyetini fark edememesi, öyle ki mekânla kayıtlayamamasıdır. Mürşidin tasarrufunu Allah Teâlâ’nın tasarrufundan görmesidir. Eğer mürşidin muhabbetini muhafaza eder ve nisbetini kaybetmezse bütün vakitlerde râbıtaya devam eder ve fark edemez olur.





Mürid Allah Teâlâ’dan gelecek feyze vasıtasız ulaşabilecek kudretine ulaşıncaya kadar râbıtaya devam eder.





Yukarıda anlatılan durumda dahi râbıtaya devam eder. Râbıta meşguliyeti terakki makamlarını çıkıncaya ve müşahedeye erişinceye kadar perdeleri aralamak için gereklidir. Fakat mürşide muhabbetini terk etmez. Çünkü nispet ve muhabbeti muhafaza müşahedeyi artırır. İhvan râbıtayla ünsiyet yakınlık kazanır.





—ZİKİR





Zikirde dikkat edilecek hususlar





Temiz bir mekânda abdestli olarak kıbleye karşı oturarak, elleri (göğüs üzerinde)[5] gözler yumuk derisi üzerinde zikir darbelerinin titreşimi olmadan bütün gücünü toplayarak zikretmelidir. “Allah” ismi şerifini zikrederken Arapça ses uyumuna dikkat etmelidir. Gelen düşüncelere itibar etmeyecektir. Şiddetli cezbe veya gaflet hali olursa kendini koy vermeyerek onun gitmesini bekleyecektir. Zikir anında göğüste şiddetli vuruşlar olduğu zamanda gitmesini bekleyecektir. Fakat kalbin atışıyla uyumlu bir hal zuhur ederse o zaman uyum içinde zikre devam edilmeli ve kesilmemelidir.





Bütün olan halleri mürşidine haber vermelidir. Müride gereken halini haber vermesidir. Düşünceler ve zevkler haber edilirse şeyh onu terbiye eder. Eğer bedende zikir halinde sarsılmalar, terlemeler, kalbte hafakanlar (sıkıntı-çarpıntı) olursa yazın soğuk ile kışın sıcak su ile gusül abdesti almalıdır. Bütün gücü ile bu haller gidip zikir kalbte sakin olup yerleşinceye kadar çalışmalıdır.





Zikirde havâtır ve düşünce çoğalırsa abdest almalı ve ‘Ya Kadîr’ veya ‘Ya Feğğâl’ esmasını veya istiğfar çekmelidir. Bunlar netice vermez ise, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme salâvat getirmeli veya mürşidini râbıta etmelidir.





Zikrin ve letâiflerin nurlarını keşfeder ise, başka nurlara itibar etmemelidir. Yinede nurlara itibar etmekten kendini koruması müride uygundur. Çünkü Allah Teâlâ zatına layık olmayan her şeyden uzaktır.





Bir sebepten dolayı zikri bırakmak gerekirse kalbini zikrin manası üzerinde sabit bırakmalıdır. Masivâyı zikre dönene kadar, kalbe yakın kılmamalıdır.  Zikre başlayacağı zaman Allah Teâlâ’ya dua etmeli sığınmalıdır. Allah Teâlâ, dua edilirse zakirin kalbini muhafaza eder, masivânın zararını ondan uzaklaştırır. Zikir usulüne uygun yapıldığı zaman bir eseri meydana gelir. [6]





İlahi ente maksudî ve rızaike matlubî her yüzüncüde kalben söylenmelidir. Bu kalpteki havatırı yok eder. Gaybet hali olunca zikri terk eder. Bu hal bitince zikre döner. Zikir bitince hemen yerinden kalkmaz. Kalbine nazar eder. Bu bekleme 15 dakika ve bir saat arasında olabilir. Bu beklemede gaybet hali, varidat beklemesi olur. Her latîfe bir öncekinden daha latiftir. İnsana hoş gelir kavuştum diye kendini kaptırmamalıdır. Kalb makamı ile başlayan ihvan o latîfenin halleri hâsıl olunca bir üst latîfeye geçer. İkindi seherinde ders yerine râbıta tercih edilir.





LETÂİFLERDE ZİKİR





Zikir dersleri ilk önce latifeler üzerinde uygulanır. Letâif kelimesi latifenin çoğuludur. İnsanın maddî kalbiyle alakası bulunan, ruh ve nefs gibi manevi varlığının özellikleri için kullanılır.





“Lâtif” Allah Teâlâ’nın esma-i hüsnasındandır. Lütufkâr anlamına geldiği gibi, ince, cismi olmayan, gözle görülmeyen anlamına da gelir. Nitekim: “Gözler O’nu idrak edemez. O gözleri idrak eder. Latif’dir. Habîr’dir.”[7] Âyetindeki “Latif’ bu anlama, yani gözle görülmeyen ama her şeyden haberdar olan anlamındadır. “Latîfe” de aynı kökten olup gözle görülmeyen anlamı taşır.





Letâiflerin Yerleri





Letâifler Âlem-i sagîr ve Âlem-i Kebir olmak üzere iki yerdedir.





—Âlem-i sağîr yani küçük âlem insana denir.





—Âlem-i Kebir insandan başka her şeydir.





Âlem-i sagîr, on parçadan meydana gelmiştir. Bu da ikiye ayrılır.





1-Âlem-i halk beş letâiftir.  Nefs, hava, toprak, su ve ateş.[8] Asılları da Âlem-i kebirdedir. Yerin dibinden arşa kadar, âlemi halkdır. Onun üstü âlem-i emirdir. 





Arşın içindeki mahlûklar maddeden yapılmıştır. Zamanlı ve hacimlidirler. Onun için Âlem-i halk’a ölçü âlemi de denir. Mahlûklar, âdemle (yokluk) vücudun (varlık) birleşmesinden meydâna gelmiştir. Âdemle vücudun birleşmesi, beş aslın sonuna kadardır.





2-Âlem-i emir beş letâiftir. Kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ’dır. Asılları, arşın dışında görülür. Âlem-i emir, maddesiz, hacimsizdir. Bunun için, Âlem-i emre Lâ-mekânî de denilmektedir.





Letâifler





Kalb latîfesinin yeri, sol memenin iki parmak altıdır.





Ruh latîfesi sağ memenin iki parmak altındadır.





Sır latîfesi sol memenin iki parmak üstü ve göğsün ortasına yakındır.





Hafî latîfesi sağ memenin iki parmak üstü göğsün ortasına yakındır.





Ahfâ latîfesi göğsün ortasındadır.





Nefs latîfesinin yeri alındır.





Beden (ateş, hava, su ve topraktan) meydana gelmektedir. Bu unsurları ayrı ayrı sayarsak, latîfeler on olur. Onun için bunlara letâif-i aşere (on latîfe) denilmiştir.





MAKAMIYERİNEBİ’SİNURUNUN RENGİ ve UNSURU
KALPSol memenin iki parmak altıÂDEM aleyhisselâmSARI-YEŞİL Toprak
RUHSağ memenin iki parmak altıNUH aleyhisselâm İBRAHİM aleyhisselâmKIRMIZI Hava
SIRSol memenin iki parmak üstüMUSA aleyhisselâmSU RENGİ Su
HAFÎSağ memenin iki parmak üstüİSA aleyhisselâmSİYAH Ateş
AHFÂGöğsün ortasıMUHAMMED sallallâhü aleyhi ve sellemYEŞİL Toprak
NEFS-İ NATIKAİki kaşın arasıdırVÜCÜD-Ü KÜLHER RENK VAR (Yani renksiz)




“ALLAH” ZİKRİN YAPILIŞ ŞEKLİ





En güzel ders vakti sabah namazından sonra işrâk vaktinde olandır, denilmiştir. Kısa bir özet olarak letâif merhaleleri şu şekildedir.





“Zikredecek kimse taharet eder, abdest alır. Temiz bir yer­de iki rekât namaz kılar, dizüstüne oturur, sonra dudaklarını birbirine yapıştırır. Dilini dahi damağına tespit eder, gözlerini yumar, azasını hareketten men eder. Bütün kuvvetlerini ve hasselerini ta’til eder ve mürşidin ruhaniyetine gönlünü çevirip ondan yardım umar, sonra sol memesinin altında kalbine ism-i celâli, nuranî harflerle ve tasavvur kalemi ile nakşeder. (“Allah” الله   ismi şerifini yeşilli sarılı nur ile yazılı görür gibi düşünür.) O mü­barek lâfzın manası olan Allah Teâlâ’ya teveccüh eder. Bu teveccüh ile öyle meşgul olur ki, kendini unutur, dünya kaygısı ve işlerini bir yana atar.





 “Euzü billahi mineş şeytanirracim bismillahirrahmanirrahim. İlâhi ente maksudi verizâike matlubî, efdaluzzikri fağfirlena ya “Allah” “Allah” “Allah” diye bin defa “Al­lah” denir Her yüz defa “Allah” deyince yüz başında. “Lailâhe illa’llâh Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ilâhî ente mak­sudî ve rızâike matlubî, “Allah” “Allah” diye devam eder.





İşte zikir bu suretle zikre devam kalbini arındıra arındıra asıl çevirip olgunlaştıra olgunlaştıra yolunu bulur. Bundan sonra mürid, kalbini zikirden çekip çevireyim dese bile muvaffak olamaz. Bu hâlin zuhurunda mürşidin izni ile zikri, ruha nakleder ve ruh ile dahi sağ memenin altında zikirle meşgul olur. Ruhta olgun­laşma ve asıl niteliğine dönüp istenilen menzile erişme kud­reti hâsıl olur. Mürid yine mürşidin izni ile zikri, ruhtan sırra nakleder ve sır ile sadrın sol tarafında meşgul olur. Bundan sonra yine mürşidin izni ile zikri hafiye nakleder. Hafi göğsün sağ tarafındadır. Bu merhalede de muvaffak olan mürid, mürşidin izni ile zikri ahfâya nakleder. Bundan sonra mürşid izin vererek müridin zikri, nefs-i natıkaya intikal eder. Bundan son­ra zikir, vücudun her zerresine sirâyet eder. Tabiatın zulmeti, anasırın kudreti, cismâniyetin kesafeti tamamıyla yanıp peri­şan olur. Bedenin cüzlerinden zikir o derece zuhur eder ki, mürid vücudunda her zerrenin Allah Teâlâ’yı zikrettiğini duyar ve han­gi azası ile zikredeyim dese muvaffak olur. Daha sonra ha­riçteki varlıkların da Allah Teâlâ’yı zikrettiğini duyar.





Bu ahvalin zuhurunda mürşid, ihvâna kelime-i tevhidi habs-i nefes suretiyle telkin eder ve mürid habs-i nefes ile kelime-i tevhid ile meşgul olur. Mü­rid her mertebede, o mertebenin nurunu müşahede eder.





“Mürid, ism-i celâli zikir ile letâifte müşahede ettiği nur­ları Allah Teâlâ’nın nurları zannedip, onlar ile meşgul ol­mamalıdır. Zira müşahede ettiği nurlar, ilâhî nurların hicaplarındandır. İlahî nurlar, müşahede ettiği nurların ötesindedir. Letaifte müşahede edilen nurlarla meşgul olup kalmak müridi Allah Teâlâ’nın tecellisinden mahrum eder.





Bir de şunu bilmelidir ki, letâif nurlarının her müride zu­hur etmesi lâzım gelmez. Bazı mürid, işin başlangıcında beşerî vücudu mahvedip, siyah nur müşahede edebilir, ondan başkası zuhur etmez. O siyah nurdan geçerse Allah Teâlâ’nın nurunu müşahede eder. Bu letâif nurlarının zuhuru ve aslî saffetlerinin husulü bu şart iledir ki, eğer mürid zikrini huzur ile îfa ve kalbini her türlü kayıttan soyarak farzları ve sün­neti kemâli ile edâ eder ve bütün vaktini zikre hasrederse, zuhurat olur. Yoksa olur olmaz zikir ile bu hassalar zuhur edivermez. Eğer zikri nakle bir veçhile izin mümkün olmazsa, batında mürşidin ruhaniyetinden izin alıp, bir sonraki letaife öyle nakleder.”





1.DERS:





 Kalb [9]





Kul bu kalb ile Allah Teâlâ’yı hakkıyla zikredebilirse, kendi kalbiyle, küllî kalb arasındaki perdeler kalkar. O zaman kal­biyle Allah Teâlâ’yı zikreden kul, bütün varlıklarla da Allah Teâlâ’yı zikretmeye başlar.





Eğer rûh bu sırra erememişse muhakkak kalb âleminde işlenen günah ve isyanlar sebebiyle paslanmalar ve kirlenmeler olmuş, kal­bin üzeri günah tabakalarıyla örtülmüş bazı kalbler ise demirden bir parça gibi sertleşmiştir.





Bu sebeple evvelâ kalbi zikre çok devam edilerek kalb ile zikir irtibatını tesis ve temin ettikten sonra ruhî zikre geçilir.





Kişi lâtife-i kalb ile Allah Teâlâ’yı zikretmeye başlamadan önce hediye yapılır. Bundan sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hz. Âdem aleyhisselâmın kalbi saadetine andan da meşayih-i î’zâm hazretlerinin kalbi saadetine ulaştırdığın gibi şeyhimin kalbi saadetine ve bu âciz kulunun da kalbine ulaştır” diye duâ ve niyaz eder ve kalb tarafına başın eğerek oturur ve kalbi ile bin defa zikre başlar.





Kalbe teveccüh ve zikir lâfzını doğru söyleyerek, “Allahümme (İlâhi) ente mak­sudi ve ridake matlubi” “senin zât-ı pâkinden başka hiç maksut yoktur” manâsını mülâhaza etmek ve gönlü başka düşüncelerden korumak manâsı taşıyan Vukûf-i kalbî ye [10]  devâm edilir.





Durumuna göre eğer ihvânda sarı-yeşil nur [11] omuzları hizasında çıkıp yükse­lirse veya kendisini ızdırap veya depreşme kaplarsa ruh latifesiyle telkinde bulunulur.





2.DERS:





Rûh





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hz. Nûh ve Hz. İbrahim aleyhisselâmın ruhu saadetlerine, andan da meşâyıhı ızâm hazretlerinin ruhu saadetleri vasıtası ile şeyhimin ruhu saadetlerine ve bu âciz kulunun da ruhuna vâsıl eyle,” der





Sonra kişi kalb dersinde oturduğunun aksi yönde oturur boynunu ruha doğru büker; “Allah” lafzını üçbin defa ruh ile zikretmeye devam eder.





Kulun ruhuna tecellî eden feyzin rengi kırmızıdır. Ruhuna akan bu feyz akınları devam ederken kul, kalbindeki feyiz akınlarından da gafil olmamaya gayret eder.





Kul rûh ile Allah Teâlâ’yı zikretmeye başlayınca, damar­larındaki kan ve vücudundaki hücrelerde zikrin zevkini alır. Muhâbbet-i ilâhi kalbimizde dirildiği gibi bütün hücrelerimizde dirilir ve “Allah” “Allah”demeye başlar. İşte buna “zikr-i can”, “zikr-i rûh” denilir.





3.DERS:





Sır





Bundan sonra kula sır dersi tarif edilir. Sır, sol göğsün iki par­mak üstündedir





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hz. Musa’nın aleyhisselâmın sırr-ı saadetine ulaştırdığın gibi, meşâyıh-ı kiram hazretlerinin sırr-ı saadetleri vasıtasıyla, şeyhimin sırr-ı saadetlerine ve bu âciz kulunun da sırrına vâsıl eyle” der, gözlerini kapatır, sır makamı olan sol göğsün iki parmak üstünden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sırrından, Hz. Musa aleyhisselâmın ve andan da diğer meşâyıhlardan sır makamlarından feyzin, beyaz bir nûr gibi sır makamından kalbine doğru indiğini, aktığını düşünerek:





“...O’nun zâtından başka her şey helak olacaktır...” [12] âyet-i celîlesinin manâsını on, on beş dakika kadar tefekkür ve rabıta ederken kalb ile dörtbin adet zikreder. (Bazıları sır ile desede bu makamlar birbirine yakın olduğu için sır ile zikretmek için kendini zorlamamalıdır. Vukuf kalbe yapıldığından sırrın zikri kalbin zikrinden ayrı olmayacağı kesindir.)





Bu makam Hz. Mûsâ’aleyhisselâmın kâdem-i şeriflerinin[13] altındadır. Ya­ni bu makam Hz. Musa aleyhisselâmın adım attığı bir makamdır.





 4.DERS:





Hâfî





Hâfî makamı sağ göğsün iki parmak üstündedir. Hâfî dersi hediyeden sonra ihvân “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hz. İsa aleyhisselâmın hafî-i saadetine, andan da meşâyıh-ı kiram hazretlerinin hafî-i saadetlerini ulaştırdığın gibi, şeyhimin hafî-sine ve bu âciz kulunun da hafî-sine inzal ve irsal ey­le” der ve gözlerini kapar. İhvân feyz nurunun Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin hafi-i saadetinden, Hz. İsa aleyhisselâmın hafi-i saadetine, andan da meşâyıh-ı îzâm vasıtasıyla kendi hafî makamına aktığını düşünerek:





“...O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.’’ [14] âyet-i celîlesinin manâsını tefekkür ederek on, on beş da­kika kadar bu düşünce ile o hâli yaşar.





Allah ismi sağ göğsün üstünde düşünerek ruh ile beraber beşbin adet zikir eder. Bu arada kalbde zikir ve vukufta vardır.





5.DERS:





Ahfâ





Ahfâ göğsün ortasındaki makamdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem makamı olan bu makam “mahbubiyet makamıdır.”





Bu makamda hediyeden sonra: “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetinin ahfâsına inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin ahfâsına ve andan benim ahfâma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.





Cenâb-ı Hak’tan feyz nurunun bizatihi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahfâsına tecellî edip andan da ihvânın ahfâsına yeşil bir nûr şeklin­de tecellî edînce ihvân:





“Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”  [15] âyet-i celîlesinin manâsını on on beş dakika tefekkür ettikten sonra feyz nûrunun kalbe akışını hissedince kalb ile beşbin defa Allah’ı zikreder.





6.DERS:





Nefs-i Natıka





Nefs-i natıka makamı iki kaşın arasındadır. Bu makamda hediyeden sonra: “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der. Rabıta yapar.





Hediyeden sonra, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Sidre-i Müntehâ’ya, andan da imkân dâiresinin üstüne yükseldiği gibi, ihvânın ruhunun basîret gözü alnından sonsuzluğa doğru yükselir, imkân âleminin üstünden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin Sidre-i Müntehâdan bakışı gibi kâinata bakar.





İşte o zaman sonsuz feyz deryasından, sağ kaşının üstünden; feyz ve letâif makamları denilen ahfâ, hafi, sır, rûh ve kalbe doğru beşerî bünyenin kaldıramayacağı kadar feyz akmağa baslar. İhvân bu feyzin zevkleri içerisinde sağ kaşından sola doğru sür’atle yan­kılanan “Allah” “Allah”  sedasını duyar gibi olur ve bu sedayı kalb ve basireti ile birleştirerek beşbin defa Allah’ı zikreder.





İhvân bu makamda her şeyinden ayrılmış, çekilmiş varlıkla yok­luğun birleştiği bir ânı yaşar. Artık bu makama kadar seyretmiş, il­miyle tesbit etmiş olduğu Arş’tan, yerin altına doğru bütün varlıklar bir anda zerrecikler hâline, yok hâline gelir. Cenâb-ı Hakk’ın gerçek varlığı karşısında aklın alamayacağı kadar büyük varlıklar ve ken­disi güneşin yüzünde yüzen bir zerrecik hâline gelir. Bu makama ulaşan bazı ihvâna “nefs-i cüz” dersi verilir.





(İlave ders)





Nefs-i Cüz Dersi





Hediyeden sonra kâinatın Allah Teâlâ’nın varlığı içeri­sinde bir zerre olduğunu, biz de o zerrelerin zerresi hâlinde olduğu­muzu düşünerek bütün letâiflerle beraber feyz kaynaklarına olan bağlılığımızı düşünüp bu hâlimizi muhafaza ederek kalble Allah’ı beşbin defa zikrederiz.





İhvân bu haliyle Allah Teâlâ’yı zikrederken, zerre hâlindeki kâina­tın da bütün zerreleri ile Allah Teâlâ’yı zikrettiğini tefekkür edip, his­sederek Allah’ı zikre devam eder.





Bu hâlde iken yapılan zikir, ihvânı ve bütün kâinatı ihata eder, kucaklar: zikreden ihvân kendi varlığını ve Allah Teâlâ’dan başka bütün varlık ve düşünceleri unutarak Allah’ı zikretmeğe başla­yınca ona “Zikr-i kül” dersi verilir.





7.DERS:





Zikr-i Kül (Zikr-i Sultan)





Bu makamda hediyeden sonra: “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der. Rabıta yapar.





“Allah” “Allah”  sedasını bütün yaratıklardan duyar gibi olur ve bu sedayı kalb ve bütün azalar letâifler ile beraber beşbin defa Allah’ı zikrederek onların sultanı olur.





Mânevî mihrab olan kalbte en büyük isim olan Lafza-i Celâl belirdiğin­de Allah Teâlâ’nın mânevî huzurunda öylece durulur. Bu zikir bazı Allah Teâlâ yolcuları için letâif (dersin)i tamamladıktan sonra ortaya çıkar. Bu şekilde letaiflerin zikri bittikten sonra Zikr-i Sultan’a gelmiş olur ve bütün cüzler ile zikir yapılır.





8.DERS:





Tevhîd-İ Hakiki (Haps-i Nefes İle Nefy-u İsbat)





Sâdât-ı Nakşibendiye büyüklerinden gelen ikinci bir zikir şekli nefy u isbât ile yapılmasıdır. Mürid, kelime-i tevhid ile cezbe kıvamının aslını tahsil eder ve murakabeye istidat kazanır.





 Nefy u isbât “Lâ-ilâhe İlla’llâh” tan ibaret olan kelime-i tayyibe ile meşgul olmaktır. Bu durumda hapsi ne­fes (nefesi tutma) ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden geldiği şekilde zikretmek, tek sayıda durmaya riâyet ve bilinen sekiz şarta uyularak yapmaktır. (Bu derste nefesi tutup, kalb diliyle tevhîd okurken Allah Teâlâ’dan başka her şeyi atıp Allah Teâlâ’nın zâtını düşünmektir.





Haps-i nefes hakkında Urvetü’l-vüskâ Muhammed Ma’sûm kuddise sırruhu’l-azîzden suâl edilmiştir ki;





“Haps-i nefes ile amel bid’at midir, değil midir? Eğer bid’at ise, hasene midir? Müceddidîn indinde bid’atte hasen yoktur. Şu halde bid’atten kurtuluşa çâre nedir? Zi­kir ise, hadd-i zâtında hasendir ve mesnundur!” denilmiştir. Ce­vaben;





“Zikirde habs-i nefes, sadr-i evvelde sabit olmamış ise, de, sonra, haps-i nefes ile zikri, Hızır aleyhisselâm, Hoca Abdülhâlik Gucdüvnânî kuddise sırruhu’l-azîze ta’lim ettiler ki, Hızır aleyhisselâmın ameline bid’at ile hükm olunamaz.”





Yapılış Şekli





Hediyeden sonra: “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der. Rabıta yapar.





Nefy ü isbât “Lâ İlâhe İlla’llâh” kelime-i Tevhîdi ile yapılır. Tesbihin 21 adedi sayılır. Nefes tutmada hedef 21 Kelime-i Tevhide ulaşmak hedeftir. Gücü yetemeyenler 3,5,7,9. . . . da karar kılabilirler. Hastalığı varsa bu zikir yaptırılmaz.





Yukarıda açıklandığı şekildeki gibi, dil damağa yapıştırı­lır, göbeğin altında nefes hapsedilir, sonra hayal edilerek dimağın sonuna kadar “Lâ” yı çeker, andan “İlâhe” sağ omzuna; “İlla’llâh” da kalb-e devredilir. Kalb, şeklini ve yerini bildiğimiz, sol taraftaki en kısa kaburga kemiğinin altındaki kalbdir. “İlla’llâh” lafzı bütün kuvvetiyle kalbin en derinliklerine işleyecek, ha­rareti bütün vücudu saracak derecede kalbe devrolur.





“Lâ İlâhe” derken bütün mâsivâyı, Allah Teâlâ’dan gayrı ne varsa sonradan olmuş ne ki, mevcut ise, hepsini nefyeder, her birinin fânî oldu­ğunu tefekkür eder ve onlara o gözle bakar.





“İlla’llâh” söylerken de, Allah Teâlâ’nın zâtına, bekânın ancak O olduğunu kalbine nakşeder. Bunu bütün letâifiyle yapar, yani bu işe bütün letâifi iştirak eder. “Lâilâhe İlla’llâh” ın yazısının şeklini düşünür. Manasını tefekkür eder ki, Allah Teâlâ’nın zâtından başka maksû­dumuz yoktur, demektir.





“O’ndan başka maksûdunun olmadığını” söylemek, “O’ndan başka ma’bûdumuz olmadığını” söylemekten daha geniş manalıdır.[16] Çünkü her ma’bûd aynı zamanda maksûddur. Aksi olamaz. Bunun so­nunda kalbiyle:





“Muhammedün Resûlullâh”





Der. Bunu söylerken, Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ittibâ’ etmeye kendini şartlandırır. Bunu böyle tamamladıktan sonra, nefesinin kuvvet derecesine gö­re bunu tekrar eder. Bunu tek sayıda bırakır. Buna “Vukûf-i kalbî” denir.





“Her an ihvânın için­de nefsini tazyik ettiğinde, tellerden bir tel üzere vakfedip “Muhammedün Rasûlüllah” ı dahi mülâhaza etmelidir. Ve on­dan sonra nefesini serbest bırakarak zikre devam etmelidir. Nef­esini bırakırken, “ilâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî” cüm­lesini düşünmelidir. Ve “Muhammedün Resûlullah”ı Allah Teâlâ’ya vesîle kabul edip kendisinin kontrol altına olduğunu kastetmelidir. Bu cümleyi mülâhazanın faydası, iki nefesin arasını muhafaza e­dip, kalbini havatırdan kurtarmaktır. Eğer bu minval üzere ihvânın tavırda duruş 21 adet zikir sayısına ulaşırsa, zikrin neticesi hâsıl olur ve zikrin neticesi nefy tarafında beşeriyet vücudunu nefyi hâ­sıl ederek kalbe indirir, nefesini Allah Teâlâ sevgisi ile kalbe vurup bu tasav­vurunu isbat tarafından meydana çıkararak cezbe ile ezeli ve ebedî halini hisseder olmak­tır.





Eğer 21 adede ulaşılıp zikir neticesi hâsıl olmamışsa muhakkak ki, ihvan, zikrin adabında kusur etmiştir. Zikre baştan başlaması lâzımdır.





İhvân, zikrini huzur içinde yapmak manasını düşünmekte titizlik göstermelidir. Bütün mâsivayı gönülden çıkarmalı ve bü­tün ilim ve amilleri nefy tarafından mülâhaza etmelidir. Ve fânî şeyleri nefye ziyadesi ile çalışmalıdır. Hayır, şer ne gibi havâtır varsa kalbinden söküp atmalıdır. İsbat tarafında Allah Teâlâ’nın birliğini mülâhaza edip, nefsini bu mülâhazada fâni kılmalı ve tevhid ile aynı zamanda akla nazar eylememelidir.





Farz ve sünnet namazlarını vaktinde tam bir huzur ile kılmalıdır. Bundan son­ra halktan uzlet edip, bütün vakitlerini kelime-i tevhidin zikrine harcamalıdır.





Eğer buna hakkiyle çalışır, nefyedilecek olanı nefyeder, isbât edilecek olanı isbât ederse neticesi zahir olur. Murakabeye başlayacak hâle gelmişte olacaktır.





Bu derse günlük yarım saat, on veya duruma göre onbeş gün çalışılır ve bitirilir.





Tevhîd-i hakiki (Nefy ü isbât) dersinin dokuz şartı vardır.





1- Vukuf-u kalbi: Yani kalbde hatıra gelen bütün şeyleri tama­mıyla boşaltıp kalbi hazır bir vaziyete getirip; Allah Teâlâ’nın huzurunda, kontrolde olduğunu düşünmek.





  • Nefesini çekip hapsederek Allah Teâlâ’nın dışındaki bütün var­lıklardan ve düşüncelerden kurtularak bir an nefes tuttuktan sonra vermek.
  • Kelime-i tevhîdin yazısını vücudunda mülâhaza etmek: Bu düşünceyi göbeğin altından başlayarak beyninden dolaştırıp kalbe inmesini mülâhaza etmek. Yani “Lâ ilâhe” derken “lâ” nın telaffuzu­nu göbeğin altından başlatıp sağ kulağının hizasından beyin kubbe­sini dolaştırıp “ilâhe” yi sağ omuzuna getirip “İlla’llâh” diyerek kalbde “lâ İlahe İlla’llâh”ı hem yazısını hemde nurunu düşünerek kalbde zikri tamamlayıp devam etmesi.




4-Kelime-i tevhîdin göğüsteki nakış şeklini mülâhaza etmek, zikrin tesirini duymak içindir.





  • “Lâ ilâhe İlla’llâh” kelimesinin sonsuz, manalarını tefekkür et­mek.
  • “Lâ ilâhe İlla’llâh” kelimesinin manasını kalbe kararlı bir şe­kilde yerleştirerek; mâsivâyı, evhamı ve hayâlâtı kalbden çıkarmak.
  • “Lâ ilâhe” kelimesini bu şekliyle göbekten beyine, beyinden sağ omuza getirerek tamamlayıp “İlla’llâh” ı da kalbe vurarak nefes almadan 3, 5, 7, 9, 11. ... 21 e kadar tekrarlamaya gayret eder. Tek sayılarda sağ göğsün altındaki rûh makamında “Muhammed’ün Rasülüllah” diyerek zikrini tamamlar.
  • Yapılan zikrin sayılarını mülâhaza ederek, düşünerek tek sa­yılarda durmaya alışkanlık kazanmak
  • Nefesini alınca “ilâhi ente maksûdî ve rızake matlûbî.” Allahûmme atini muhâbbetüke ve rızake ve mağrufeteke” (Allah’ım, gayem sensin, aradığım da rızandır. Allah’ım, bana sevgini, rızânı ve seni tanımayı lütfet.) deyip nefesini aynı şekilde göbeğin altından alarak aynı düşüncelerle zikrine devam ederek bin adet “Lâ ilâhe İlla’llah” diyerek nefiy ile isbât dersine devam eder.




“La ilâhe illa’llah”ın sonsuz manâlarını düşünerek Allah Teâlâ’dan başka gerçek manâda sevilecek sayılacak, korkulacak ve yardımına sığınılacak bir varlığın olmadığını düşünerek kalbindeki Allah Teâlâ’dan başka varlık ve düşünceleri çıkarmak üzere mücâdele yapma­ya ve dersine devam eder. İhvân bu dersler sayesinde zikru’llâhın asıl gayesi olan “kelime-i tevhîdîn” gerçek manalarını kalbine yerleştirerek mağrifet-i ilâhiye kavuşmaya gayret eder.





Zikrin bu şeklini Şeyh Abdûlhâlîk Gucdüvânî kuddise sırruhu’l-azîz, Hazreti Hızır aleyhisselâmdan almıştır. Ona suya dalmasını emre­derek bu şekil zikri öğretmiştir. Suya dalmasını emretmesinin sebebi nefesini tutmak içindir. Çünkü başlangıçta en ihtiyatlı yol budur.





Mi’râcu’s-Saâde kitabında demiştir ki, :      .





“Şeyhimiz bize zikrin bu şeklini yapmamıza izin verdiği zaman “İlla’llâh”ı omuzdan çıkarıp kalbine verirken bu hayalî vuruş esnasın­da başı biraz hareket ettirmemizi söyledi. Bu, bunun tesirini meydana çıkarır.”





Yine ondan işittik ki;





Bu zikri, sâlik ilk defa yaparken yirmi bir yahut yirmi üç adedine ba­liğ oluncaya kadar mânâyı tasavvur etmeden yapar. Bunu yapmağa yalnız bir nefeste muktedir olabilir. Bu dereceye geldiği zaman ona (yukarıda anlattığımız) manayı tasavvur etmeyi ve zikri birinci yol üzere devam ettirmesini emreder. Bir nefes hapsinde sayılı adede vasıl oluncaya kadar böyle devam eder, Bundan sonra bu zikre devam ederse cidden güzel olur ve neticesi görülür. Ancak bunu emredi­len miktar yapmakla gereğini yerine getirmiştir. Bundan sonra Allah Teâlâ’ya tahsis-i nazar eyler.”





Yine Şeyh İsmail el-Hâlidî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinden işittik ki;





“Adede riâyet hafıza ile yapılacaktır. Parmakla veya tesbihle de­ğil.” buyurdu.





Yine buyurdu ki;





“Zikir çokluğa bağlı olarak habs-i nefesden aciz kalır ve yapa­mazsa ne yapmak lâzımdır? Sorusuna buyurulur ki;    





“Nefesini bırakıp yukarıda anlatılan zikre habs-i nefes yapma­dan devam eder, bu da aynı şekilde faydalıdır.” [17]





9-DERS:





SÜLÛK[18]





İhvanın bir üst seviyeye geçtiği çalışma





Eğer ihvanın durumu müsait ise, Sülûk adı verilen bir inzivaya geçirilir.[19] Bu inziva duruma göre Hâlidî Hakî’de en fazla 10 gündür.[20] Gavs’ül âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi Hazretlerinden önceki pirler yani Çorumlu Mustafa Rumî kuddise sırruhu’l aziz 30 veya 40 gün, Tokatlı Mustafa Hakî kuddise sırruhu’l aziz 20 gün sülûk çıkarırlardı. Zamanla bu gün sayısında azaltılma olmuştur. [21]





Duyduğumuza göre bazı işte çalışan ihvanlar işleri ile beraber bu sülûkü yapmışlardır.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yapılır. Nefy ü isbât “Lâ İlâhe İlla’llâh” kelime-i Tevhîd ağzı kapatmadan hem ağız hem dil ile gizli sesle (namazda Kur'ân-ı Kerim'i okur gibi) mülahaza-i nakış ile kendi vücudundaki yazılı olan “lailâhe illa’llah” kelimesini okur.





Günde on bin en geç yedi günde bitmiş olacak şekilde okunacak. Bu günlerde oruç tutulacak bitiminde ruhaniyate hediye edilecek





Bu şekilde sülûk günlerinde 70 000 kelime-i tevhit kâmilen bitmiş olur. Gerekirse fazlalaştırılır veya azaltılma yapılabilir. Burada dikkat edilecek husustan biri kabiliyetin şeyh veya vekili tarafından tayini gerekir ki, bu çok önemlidir. Sülûkten çıkarılan ihvan kardeşlerine yemek ziyafeti verir bu onun vilâyet yolundaki en güzel hatırasıdır.





MÜLAHAZA-İ NAKIŞ





 ﻻ deyince ﻻ bütün letâifleri dolaşarak içine alarak nefsi natıkada birleşir. ﻞ ruh ile hafinin yanındadır tekrar ﺍﻞ diyince göğüs istikametinde ﻫ diyince ta ahfayı içine alırki, ﻫﻭ ismi şerifi göğüsden çıkar. ﺍﻻ diyince kalbin yanındadır sır ile kalbi arasındadır.  اللهdiyince kalbin içinde yeşil sarı nur ile yazılıdır- Böyle kendi vücudundeki Rabbin   denilen kısım olan nefy u isbatın yapıldığı kısımdır.





KELİME-İ TEVHİD HATİMİ





700 fasulye veya taş hazırlar. Sonra eûzü ve Besmele’yi çeker veفَاعْلَمْ اَنَّهُ  لاۤ اِلـهَٰ اِلاَّ ٱلله ُ      





Okunarak zikre başlar. Ele alınan tesbihin her bir tanesi için “Lâ İlâhe İlla’llâh”   لاۤ اِلٰهَ الاَّ ٱللهُ denir ve her tes­bih yüze tamamlandıktan sonra





“Lâ İlâhe İlla’llâh Muhammed-ür Rasûlüllah”





لاۤ اِلـهَٰ اِلاَّ ٱللهُ  مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ





Denir. Her fasulye için 100 Kelime-i Tevhit okunur.





Neticede 70.000 adet söylenmiş olur.





70 BİN KELİME-İ TEVHİDİN FAZİLETİ





“Bir kimse, kendisi veya başkası için yetmiş bin adet kelime-i tevhîd (kelime-i tayyibe) okursa, günahları afv olur.” [22]





“Hatm-i tehlîl yapıp, sevabını ölülerin ruhlarına hediye etmek çok faydalıdır.” [23]





Mazhâr-ı Cân-ı Cânân Hazretleri, bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre yüzünü dönüp, hatırına başka bir şey getirmeyip; yalnız onu düşündü.





“Bu mezarda Cehennem ateşi var. Kadının imanlı olmasından şüphe ediyorum. Ruhuna, hatm-i tehlîl sevabı bağışlayacağım. İmanı varsa, afv olur” buyurdu. Hatm-i tehlil’in sevabını bağışladıktan sonra; “Elhamdülillah imanı varmış, kelime-i tayyibe tesirini gösterip azabtan kurtuldu” buyurdu.





FAİDELİ BİLGİ





ÜVEYSİ OLANLAR İÇİN LATİFELERDEKİ LAFZÂ-İ CELÂL ZİKRİ SÜLÛK ÇIKARMADAKİ USÛL





Bu zikirlere zaman tayin etmek yanlış uygulama olur. Çünkü her kişinin kabiliyeti ve istidâtı farklı olduğu gibi mânevî durumuda ayrıcalık gösterir. Büyükler içerisinde bir anda sülûk derslerini ikmal etmiş kişiler, Lafzâ-i Celâl Zikr-i yapmadan kelime-i tevhid zikrine geçenler çok olmuştur. Dersini aldığı saatin akabinde hemen bir üst derse geçen olduğu gibi senelerce aynı derste müdâvim olanlar da bulunmaktadır. Bu konuda önemli olan insan olabilmektir.





Mehmet Şen Veli kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Efendinin yazdığı Evrad-ı Bahaiye açıklamasındaki kitapta zaman ile kayıtlı zikir adetleri vardır. Bu konuyuda almayı uygun gördük. Çünkü bazı ihvan eğer bu türlü kitaplar ile zikir talim ederse usül konusunda bî-haber olmasın. Çünkü zamanımızın iptilaları arttığı gibi hileside kuvvetlenmiştir.





Kabiliyyet kazanana kadar kalbte bin defa “Allah” de. (Çünkü diğer letaiflerin nazarları (bakış) yerleri makamları olduğu halde ruhun dışındakileri zikirleri kalpdedir.)





En az 2 ay kalbde 2 bin defa “Allah” denir.





En az 3 ay sonra kalbten ruha nazar et. Ruh da 3 bin defa “Allah” denir.





En az 4 ay sonra sırra nazar et. 4 bin defa kalbde “Allah” denir.





En az 5 ay sonra hâfiye nazar et. 5 bin defa kalbde “Allah” denir.





En az 6 ay sonra ahfâya nazar et 6 bin defa kalbde “Allah” denir.





En az 7 ay sonra nefsi natıkaya nazar et, 7 bin defa “Allah” de 40 gün böyle çalış.





40 gün sonra nefesini topla nefsi natıkaya nazar et. 7 bin defa “Allah” de





40 gün nefesini topla ruha nazar et. 3 bin defa “Allah” de.





4 ay sonra nefesini topla hafîye nazar et. 4 bin defa “Allah” de.





5 ay sonra nefesini topla ahfâya nazaret 5 bin defa Allah de.





(Mürşid kabiliyetli ihvana bir derste bu letâifleri fasılalarla tarif ederek ve uygulatarak da geçirtebilir.)





40 gün nefesini topla olduğu halde bir nefeste 21 defa “lailâhe illa’llah” de. Sayısız yirmi birer defa çok çok gece gündüz vakit buldukça de.





21 günde böyle de­vam et.





 Bu yirmi 21 günden sonra tenha bir evde selamet yerde yetmiş bin defa “lailâhe illa’llah” de.





Bundan sonra mülahaza-i nakış ki kendi vücudundaki yazılı olan “lailâhe illa’llah” kelimesini nefy u isbat dersindeki tarif üzere oku.





On günde böyle de­vam et sayısız fasılasız oku.(Sülûk çıkarma)





On gün sonra bol yemek yap ihvanı yarana ziyafet ver dostlarına komşularına düğün gibi sürurlu semaver yak muhabbetli hayatta en mukaddes bir günün olduğuna se­vin bütün hayatın bedeli bir günün olduğuna inan ve bil ona göre Rabbine şükret ve hamdü senada ol...[24]





10.DERS:





MURAKABE-i EHÂDİYYET





(Birinci kat semanın üstünde bin defa kelime-i tevhid okunması ve ondan sonra aynı yerde murakabe yapılması)





Hediye, feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Birinci kat semanın bütün makamlarında kelime-i tevhidi yazılı olarak gör. Burada bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder.  Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Ehâdiyyet Murakabesi





Zikir bitince





“Ya Rabbi nefsimi ve on sekiz bin âlemi Şah-ı Nakşibend Efendimizin ruhaniyetinde fani bildim.  Şah Efendimizin ruhaniyetini Ebûbekir radiyallâhü anh Sıddîk’ul Azam radiyallâhü anh Efendimizin ruhaniyetinde fani bildim. Siddîk’ul Âzam radiyallâhü anh Efendimizin ruhaniyetini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhaniyetinde fani bildim.  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin ruhani­yetini Ehadiyyet-i İlâhiyyende fani bildim, Ya Rabbi!” duasını eder ve murakabe yapar.





وَهُوَ ٱللهُ اَحَدٌ  [25]





âyet-i kerîmesini düşünür.





Murakabe, bir yokluğa düşmek kendini İrade-i İlahiyyede yok etmek demektir. Kâinatın hal ve hareketlerini Allah Teâlâ’dan bilmek ve tefekkür ve düşüncelerinle O’nu bulmak ve bilmektir. İhvan mürşit vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya teveccüh ederek; ihsan ve lütuf denizinden feyz talebiyle sanki Allah Teâlâ huzurunda, Allah Teâlâ’ya yönelmesidir.





11. DERS:





SEYRİ MÜSTETİR





 (Yedinci kat gökte üstünde bin defa kelime-i tevhid okunması ve ondan sonra aynı yerde murakabe yapılması)





Hediye, feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat semanın bütün makamlarında kelime-i tevhidi yazılı olarak gör. Burada bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder.  Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Seyr-i Müstetir Murakabesi





Yedinci kat sema’nın bütün makamlarda Kelime-i Tevhidi yazılı olarak düşünüp ruhun ileriki tevhid makamlarında yükselme iştiyakı ve kabiliyetini artırarak Allah Teâlâ’nın yarattığı kâinatın büyüklüğünü ve gizli örtülmüş sırları müşahede etmektir. (Müşahede ettiğini düşünmektir)





12. DERS:





SEYRİ MÜSTEDİL





Hediye, feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema üzerindeki fezâ-i tevhid meydanına gir her “lailâhe illa’llah” ke­limesinde dönerek ve yükselerek bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. . Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Seyri Müstedil Murakabesi





Fezâ-i tevhid meydanında dönerek, yükselerek ve bütün makamlarda Kelime-i Tevhidi bütün makamlarında yazılı olarak düşünüp makamlarında Allah Teâlâ’nın yarattığı kâinatın büyüklüğünü ve gizli örtülmüş sırları müşahede etmektir. (Müşahede ettiğini düşünmektir)





VİLÂYETİ SUĞRA ( Küçük Velâyet)





Velâyeti suğrâ (küçük velilik) dai­resi Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatının gölgesindeki mânevî yolcu­luğa denir.





Velâyeti suğrâ’nın alâmeti, melekût âlemine yönelişin yok olma ve o âlemi altı yön (doğu, batı, kuzey, güney, alt ve üst) ile kuşatıp, kalbi, velâyeti suğra dairesine kavuşmaktır. Temsili bir düşünce ile beşeri vücudun ve bütün varlığın Allah Teâlâ’nın varlığı ile beraberliğini görmek de esma ve sıfatın gölgesinde seyr’in işaretidir.





Esma ve sıfat’ın gölgelerinin dairesi, nebiler ve veliler hariç, bütün varlığın var oluşlarının başlangıç noktası­dır. Allah-ü Teâlâ’nın, yarattığı bütün varlığa varlık tecellisi, esmâ ve sıfatının gölgelerinin tecellilerinden ulaşır. O gölge tecelliler, kendi zatî varlığı ile bütün yarattıkları arasında bir vasıtadır. O’nun esma ve sıfatının tecellilerinin gölgesi olmasa varlık meydana gel­mez, O’ndan başka her şey daha önceden olduğu gibi âdem (yok­) olurdu.





Kemâl sıfatlar sahibi Allah Teâlâ, yarattıkla­rından hiç bir şeye muhtaç değildir. Kâinatı var edişi de ona muhtaç oluşundan dolayı değildir. Kur’an-ı Kerim’de de ifade buyurdu­ğu gibi:





“Allah Teâlâ, yarattıklarından hiç bir şeye muhtaç değildir” [26]





Her şahsa Allah Teâlâ’nın feyiz ve kemâlâtı, o şahsın yaratılışındaki şahsına ait hakikâti vasıtasıyla gelir. Tasavvufî terbiyede Necmeddin Kübra kuddise sırruhu’l-azîzin “Allah Teâlâ’ya giden yol­lar, mahlûkatın alıp verdiği nefeslerin adedi kadar çoktur” [27] sözü, esma ve sıfat’ın tecellilerine ait gölgelere işarettir.





Buradaki “mahlûkatın nefesleri kadar” tabiri, yolların çokluğundan kinaye olarak kullanılmaktadır. Dolayısı ile esma ve sıfatın göl­gelerinin tecellilerindeki çokluğu da ifade etmektedir.





Bir lâtife, velâyeti suğra dairesine dâhil olduğu zaman, aslının aslında ve hakikâtinde fena bulur. (Yani: esma ve sıfatın tecellilerinin gölgeleri, bu tecellilerin bizzat kendilerinde fena bulur (yokluğa erer) demek­tir). İşte o zaman hakikâtinde yok olmakla bekaya ulaşmış olur.





13. DERS:





TECELLİ-İ SIFAT-I EF’ÂL DAİRESİ





Âdem aleyhisselâmın tahtında ve Kalb‘in arş-ı âlâ’daki aslı  ve karşılığıdır.





Hediye, feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”   der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da kalbin karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Tecell-i Sıfat-ı Ef’âlin Murakabesi





وَ ٱللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Allâh sizi ve amelinizi yarattı.” (Saffat, 96) âyet-i celîlesinin manâsını murâkebesinde tefekkür eder.





Allah Teâlâ fiillerinde birdir. Görünen ve görünmeyen mülkünde O’ndan başka fail yoktur ve her şey ilâhî takdiri üzerine yürümektedir. Bu makamı zevk edenler neticede tevekkül sahibi olur, halka karşı ihtirası olmaz. Kendi nefislerine fark, âleme ise, cem’ nazarı ile bakarlar.





Fiillerin birliği anlamına geldiğinden şeriat ve tarîkat gerekleri yerine getirilir. Bu mertebeye gelebilmek için ihvan, her şeyden önce dış ve iç temizliğini sağlaması gerekir. Dış temizliğini su ile yaparken (abdest, gusül gibi), iç temizliğini de devamlı zikir ile gerçekleştirir.





Bundan sonra hakikât bilgilerinin elde edilip uygulanması gelmektedir. Fiillerin hepsini yani bize nisbetle iyisini de kötüsünü de Hakk’a nisbet etmek esastır. Çünkü onların iyiliği ve kötülüğü bize göredir. Yoksa Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi hayırdır ve isimlendirilmemiştir. Fiillerin iyiliği ve fenalığı, kula nisbet edildiğinde belirlenir ve bu zamanda, iyi ve kötü diye adlandırılır.





Ehlullâh, fiilleri Hakk’a nisbet eder. Meselâ; Allah zina etti demez. Zîra zîna ismini ortaya çıkaran bu fiilin kula nisbet edilmesidir. Eğer bu fiil kula nisbet edilmeseydi, o fiilin adı belli olmaz, iyilik ve kötülükten biriyle hükmolunmazdı.





Fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu şu âyet-i kerimelerden anlaşılır.





İhvanın bu zevki devamlı müşahede edebilmesi için, kendisine telkin edilen Tevhid zikrinde bir rabıta verilir. Bu mertebenin rabıtası Lâ Fâile illallâh’tır. (Gerçekte bütün işleri yapan, ancak Allah Teâlâ’dır) Eğer ihvan, nefisle olup fiilleri Allah Teâlâ’ya nisbet etmeyip kendisinde görürse, o zaman ayrılıkta yani ikilikte kalır.





Ef’al derslerinde aşkın halleri vardır. Hakiki iman, tevhidi ef’al makamından başlar.





14. DERS:





TECELLİ-İ SIFAT-I SUBÛTİYYE DAİRESİ





İbrahim aleyhisselam ve Nuh aleyhisselam tahtında ve Ruh’un arş-ı âlâ’daki aslı  ve karşılığıdır.





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da ruhun karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Tecell-i Sıfat-ı Subûtiyyenin Murakabesi





Kalb âleminde kulun işleri, ef’al-i ilâhi karşısında yok olduğu gibi, rûh âlemimizde de işitme, görme, duyma, ilim ve benzeri sıfat­larımız, Allah Teâlâ’nın sıfatları içerisinde mahvoluncaya kadar murakabesine devam eder





Sıfat, gayba aittir ve meydana gelmeden öncedir. Meydana gelince, dünya âleminde isimlenir. Ruh latifesinin fenâsı, Allah Teâlâ’ya mahsus bulunan Sıfatı Sübûtiyyenin tecellilerinde olur.





Hayat, ilim, irade, kudret, semi’, basar ve kelâm Hakk’ındır. Yani; diri olan, işiten, gören, söyleyen, irade eden ve yegâne kudret sahibi Allah Teâlâ’dır. Burada ihvan, zevken bu sıfatlar ile mevsuf olanın ancak Allah Teâlâ olduğunu bilecektir.





Böylelikle kul işitme, görme, gibi bütün sıfatların gerçekte, mut­lak mânâları ile Allah Teâlâ’ya âit olduğunu kabul eder.





Artık insan ruhu “fenâfîs-sıfât” (Allah Teâlâ’nın sıfat makamların­da yok olma) denen makama doğru yükselmeğe başlar.





Ruh yükselirken, Allah Teâlâ’nın velilerinin rûh makamlarından. Hz. İbrâhîm ile Hz. Nuh aleyhisselâmın rûh makamına doğru yükse­lir. O zaman inancı kemâle erer ve kul Hz. İbrahim aleyhisselâmın ateşe atı­lırken yardımına koşan Cebrâil aleyhisselâma “Çekil, Rabbimle benim arama gir­me. Beni benden iyi bilen, senden de daha çok güzel yardım eden­dir” makamına adımını atar. Böylelikle o makamdaki nebi aleyhimüsselâm ve diğer varlıkların rûhanıyetiyle birlikte Allah Teâlâ’yı zikret­me şerefine nail olur.





Bu ruh makamındaki kul Allah Teâlâ’yı hakkıyla zikre­dince Allah Teâlâ’ya olan muhabbeti damarındaki kana ve vücudundaki zerrelere intikal eder ve sahip olduğu muhabbet duy­gusu, içine sığmaz hale gelir ve İçindeki arayış yeniden tazelenir.





Kul sevdiğini en güzel sıfatlarıyla öğrenip tanıyınca: “âh sesini duysam, zâtını görsem, eserlerinde onu müşahede edebilsem!” diye arayışa geçer. Mutlak sevgiliye onu götürecek delil­leri ve elinden tutup yol gösterecek olanları arar.





Tıpkı Hz. Mûsâ aleyhisselâmın Fir’avun’un şerrinden kaçıp Medyen’de Hz. Şuayb aleyhisselâma sığındıktan sonra, kışın karlı ve soğuk günlerinde geri dönerken çölde yolunu kaybetmiş. Nasıl kurtulacağını düşü­nürken kendisine uzaktan bir ışık görünmüş ve onu ateş zannetmiş. Aile efradına “Oturun bana bir kıvılcım parıltısı gibi bir ışık görün­dü. Gideyim, ya ışığın yanında yolu bilen birini bulurum ya da bir miktar ateş alır gelirim, yakıp ısınırız.” gibi.





Tıpkı Hz. Mûsâ aleyhisselâmın gördüğü ışığın yanına giderken ışık da bir ağacın içine doğru girer. Hz. Mûsâ aleyhisselâm ağaçtan gelen “İşte ben Al­lah’ım” sedasını duyduğu an rûh âleminin derinliklerinde mü­şahedeler tecellî eder, gibi.





Rabb’ini duymanın, O’na kavuşmanın ve O’nu görmenin mu­habbeti, kulun ruhuna hâkim olunca Hz. Musa’nın aleyhisselâm sır makamı­na adım atma fırsatını Allah Teâlâ’nın lütfü ile elde etmiş olur ve ihvân ruhunda Allah Teâlâ’dan tecellî eden ilim ışığına doğru azimle yaklaşmaya gayret eder.





İhvan, varlığa ait bulu­nan bütün bu sıfatların Allah Teâlâ’ya ait sıfatlar olduğunu mü­şahede eder. Varlığın aslı bütün sıfatların da aslıdır. İhvan, zikrederken sıfat-ı subûtiyyenin Allah Teâlâ’nın olduğunu tefekkür ederek kemal sıfatları Allah Teâlâ’ya nisbet eder ve iç âleminde istikrar sağlar.





Bu makam Tufan (karışıklık) ve narî (yakıcı) dır. Durum böy­le olunca, ihvan bu makamda hem kendi varlığını, hem de Allah Teâlâ’dan başka varlığı iddia edilen her şeyin varlığını reddeder.





Bu makamdan ihvâna da, İb­rahimî meşrep (İbrahim aleyhisselâm meşrebinde) denilir.





15. DERS:





TECELLİ-İ ŞUÛNÂT-I ZÂTİYYE[28] DAİRESİ





Musa aleyhisselam tahtında ve Sır’ın arş-ı âlâ’daki aslı  ve karşılığıdır.





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da sırrın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Tecell-i Şuûnât-ı Zâtiyyenin Murakabesi





 “...O’nun zâtından başka her şey helak olacaktır...” [29] âyet-i celîlesinin manâsını murâkebesinde tefekkür eder.





Bu makam Hz. Mûsâ aleyhisselâmın aleyhisselâmın kâdem-i şeriflerinin[30] altındadır. Ya­ni bu makam Hz. Musa’nın aleyhisselâmın adım attığı bir makamdır. Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de:





“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabb’i onunla ko­nuşunca “Rabb’im! Bana (kendini) göster; seni göreyim!” dedi. (Rabb’i): “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o ye­rinde durabilirse sen de beni göreceksin!” buyurdu. Rabb’i o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” [31] Buyurmaktadır.





Nasıl ki Hz. Mûsâ aleyhisselâm âyet-i kerimede beyân edildiği üzere “Ya Rab! zâtını bana göster, seni göreyim” deyince Allah Teâlâ  “Beni fâni gözlerinle göremezsin; dağa bak, dağı görürsen, beni de görürsün.” der. Hz. Mûsâ aleyhisselâm dağa bakınca, nazarından her şey kayboldu. Çünkü tecellî-i ilâhinin karşısında bütün âlemler bir zer­re kadar olmadığı için, tecellî-i irâde zuhur edînce, bütün varlıklar kendi küçüklüğünü idrâk ederler.





Kul, bu büyüklük karşısında zerre misâli olan kâinatında idrâk edilemeyecek zerreler, parçacıklar hâline geldiğini anlayınca, her Şey ona yok hâlinde görülür. Yıldızlar geceleyin görülür, ama güneş doğunca görünmez hâle geldikleri gibi, bu makama yükselen insan­larda tecellî-i ilâhî nuru altında iken var olanlar, yok hâline gelirler ve “fenâfillâh” denilen makam zuhur eder.





İhvân, bu makamda bütün zerrelerle Allah Teâlâ’yı zikretmeğe başlar ve her şeyin sıfât-ı ilâhî içerisinde mahvolduğunu id­râk eder.





Artık ihvân, büyük bir hayranlık içerisinde seyrettiği zerrelerin zikir zevklerinin idrâkıyla Allah Teâlâ’yı zikreder. Bu zevk sarhoşluğundan ayılınca Hz. Musa aleyhisselâmın kendine geldiğinde yaptığı gibi, Cenâb-ı Hakkı müşahede ederek, Allah Teâlâ’nın zât-ı ilâhîsinin sonsuz ve sınırsız olduğunu gerçek manada id­râk edip; Hz. Musa’nın aleyhisselâmın:





“Ya Rab, ben tevbe ettim, senin varlı­ğının hakikatini gözler ihata edemez, görmenin sınırı içine alamaz olduğuna ben iman ettim.” dediği gibi kul da Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarının sınırsız olduğunu idrâk etmeğe başlar.





Sonsuz bir zikir ile Allah Teâlâ’yı zikreden kul, hayran­lıklar içerisinde kalır. Kul bu makamda; Hz Musa’nın aleyhisselâmın Medyen’den gelirken çölde yolunu kaybedip soğuk bir havuda kurtulu­şu için bir yol veya yol gösterecek olan birisini ararken, uzaktan kendisine bir ışık görüldüğü gibi zikir ehli olan sâlikde de lutf-u ilâ­hi olarak, ilâhi tecellîler zuhur etmeye başlayabilir. Bu tecellîyâtın nereden, nasıl olacağını tesbit etmek mümkün olmaz.





Hz. Mûsâ aleyhisselâm etrafa bakarken ailesine, “Bana bir ışık görünü­yor, ben oradan ya biraz ateş alıp buraya gelirim, ateş yakar sizi ısı­tırım veya yol gösteren birisini bulurum.” deyip ışığa doğru gider­ken; ışık da ondan uzaklaşıyordu. Nihâyet ışık bir ağaçtan ona gö­rünür ve kendisine “ben senin Rabb’ınım” der. Bu hitapla Hz. Mû­sâ aleyhisselâm ilâhi kelâmın tecellîsine mazhar olduğu gibi, bu makamda­ki ihvân de manevî zevkin muhabbet cezbelerinin hayranlıkları içe­risindeyken, Allah Teâlâ hakikatlerin yüzünden perdeleri kaldırır ve hakkı hak olarak, bâtılı da bâtıl olarak görmeyi ona na­sip eder.





Hz. Musa aleyhisselâmnın Rabb’ıyla yaptığı bu konuşmanın ardından Fır’avun’a davetçi olarak gönderildiği gibi, ihvân de hakikatleri nefsine tebliğ etmek üzere bir mücadeleye bir davete başlamış olur.





Bu mücadelede insan ruhu şahit olduğu hayranlıklar içerisinde mücadelesini sürdürürken ay ve güneşi bulutların kapattığı gibi hakikatlerin üzerini de dalâlet ve şaşkınlık bulutları gelir kaplar.





Bu durumdaki kulun keşf-i hakikiye geçmesi için mevlâsını çok zikretmeye ihtiyacı vardır. Kul Cenâb-ı Hak’kın sıfât-ı selbiyelerinin tecellîsine mazhar olamayınca hakikatin yüzündeki cehalet bu­lutlarının uzaklaşması mümkün değildir. Bu bulutların dağılması bir sonraki derste olur.





16. DERS:





TECELLİ-İ ŞUÛNÂTI SIFAT-I SELBİYYE DAİRESİ





İsa aleyhisselâmın tahtında ve Hafî’nin arş-ı âlâ’daki aslı  ve karşılığıdır.





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da hafî’nin karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Tecell-i Sıfat-ı Selbiyye Murakabesi





 “...O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.’’ [32] âyet-i celîlesinin manâsını murâkebesinde tefekkür eder.





İhvân bu makamda şaşkınlıklar ve hayretler içerisinde, Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla diğer varlıkların sıfatlan arasında hiç benzerlik olmadığını, gerçek manâda idrâk eder.





İnsan görür, Allah Teâlâ’nın da görme sıfatı vardır. Ama bunlar birbirlerine hiç benzemezler; İnsan bir tarafa bakarken meş­gul olduğu için, diğer yönleri göremez. Allah Teâlâ’nın görmesi ise, böyle değildir. O her şeyi bir anda ve birbirine karıştırma­dan görür.





Allah Teâlâ’nın işitmesi de bizim gibi değildir. Bizi, din­lediğimiz herhangi bir ses meşgul eder, diğerini duymaya veya id­râk etmeye gücümüz yetmez. Allah Teâlâ’nın duyması ise böyle değildir. O, bütün sedaları birbirine karıştırmadan, bir anda dinler. Allah Teâlâ’nın bütün sıfatları bu misâllerde belirtil­diği gibi şümullüdür.





İhvân, bu makamda, bu düşünce ile Allah Teâlâ’yı tefekkür edînce, Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla, kendi arasındaki cehalet bulutları yavaş yavaş dağılmaya başlayarak Allah Teâlâ’nın zâtında benzeri olmadığı gibi, sıfatlarında da benzeri olmadı­ğının hakikati, kalbinde yerleşir.





Bu makamda zuhur eden nûr siyah bir renktedir. Çünkü kul ya­şadığı karanlıklar ve hayranlıklar içerisinden kurtulması için yine zikrullaha muhtaçtır.





Bu makam Hz. İsa aleyhisselâmın kâdem-i şerifi altındadır. Yani bu makamda hakkıyla Allah Teâlâ’yı zikreden Hz. İsa aleyhisselâmdır. Hz. İsâ aleyhisselâmın bu makamda mazhar olduğu haller, bu makama yükselen in­sanlarda da zuhur edebilir.





İhvân bu makamlardan yükselirken mevlâsını sıfatlarıyla tanıyıp hakkıyla zikretmeye başlar. Mevlâsını hakkıyla zikredince, Rabbi de onu sever, o da mevlasının muhabbet cezbelerine kapılır. Çünkü Allah Teâlâ kulunu sevince kul da o muhabbet cezbeleri ile Allah Teâlâ’ya doğru yaklaşır. Kafesteki bülbüller gibi, Allah Teâlâ’nın varlığını azamet ve kudretini tefekkür ederek zikretmeğe başlayınca, ihvânın ruhu mânevi zevklerin merkezi hâli­ne gelir.





Kul (zakir) kalbine yerleştirdiği ve sığındığı diğer ilâhları terk ederek gerçek Mevlâsına teveccüh eder. Dünyanın süslenmiş, yal­dızlanmış malı, mülkü, makamı, mevki’si ve aile yuvası Rabbi’yle arasına girerek onu Rabb’inden ayıramaz. Artık kulun mi’râç gece­si yaklaşır. Rûh mi’râç etmek, mevlâsına kavuşmak için bütün gü­cünü kullanmaya azim ve gayret sarf etmeye karar verir.





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz mi’râç gecesinde muhabbet cezbeleri ile yanıp kavrulmuş olarak Beytullahın karşısında hâzin hâzin beklediği gibi; kul da Rabb’ul İzzetin muhabbet kapısında kalbi muhâbbetullahla pişmiş, kebap olmuş bir şekilde, imkânsız­lıklar içerisinde beklemeğe başlar.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sabırsızlık ve imkânsızlıklar içerisinde beklerken Cebrail aleyhisselâm geldi. Burağı getirdi ve:





“Sevdiğin, gerçek manâda dostun olan Allah Teâlâ seni davet ediyor. Kalk Burağ’a bin,” dediği an Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz yola çıktığı gibi, etrafındakileri görmek için sağa sola başını çevirmeyip Kâbe-i Muazzama’dan Mescidi Aksâ’ya doğru giderken sağına ve soluna değişik varlıklar geldi canlandı, ağladılar, güldüler, süslendiler ve: “Ne olur lütfet ve bize bak,” dediler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise ba­şını hiç bir tarafa çevirmeden maksuduna ulaşmak için yoluna de­vam ettiği gibi; ihvâna da Allah Teâlâ’nın yardımı yetişir ve Mevlâsı ona bir dostunu, mürşid olarak gönderir. O mürşid Cebrail aleyhisselâm gi­bi, ihvâna hizmetçi olur ve ihvâna kendisini Hakk’a ulaştıracak en kısa yolu gösterir. İhvân; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mescidi Aksa’da bü­tün enbiyâların ervâhlarıyla buluştuğu gibi, bu makamdaki ihvânda enbiyâların ve evliyâullahın ervâhıyla buluşur.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke’den Mescidi Aksâ’ya kadar Bu­rak üzerinde, Mescidi Aksâ’dan Sidre-i Müntehâ’ya kadar değişik vasıtalarla giderken Cebrail aleyhisselâmın ona rehberlik ettiği gibi; ihvânın da bu yolculuğu tamamlayabilmesi için bir yol göstericiye, mürşide ihtiyacı vardır.





İhvân; hâfî makamında beden vasıtasını bırakır, mürşidin yerini de muhabbeti ilâhi alır. Sevgililer sevgilisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem rûh yolculuğu yapma kemâlâtına erince ihvâna bir sonraki verilir.





17. DERS:





TECELLİ-İ ŞAN-I CAMİ-İ İLMİ İLAHİ DAİRESİ





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tahtında ahfâ’nın arş-ı âlâ’daki aslı  ve karşılığıdır.





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da ahfâ’nın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder.  Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Tecelli-i Şan-ı Cami-i İlmi İlâhî’nin Murakabesi





Murakabesinde Cenâb-ı Hak’tan feyz nurunun bizatihi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahfâsına tecellî edip oradan da ihvânın ahfâsına yeşil bir nûr şeklin­de tecellî ettiğini ve “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”  [33] âyet-i celîlesinin manâsını düşünür.





Bu makamda kul gerçek rûhâni mi’râç makamına yükselmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Cenâb-ı Hak “Sen” diye seslendiği gi­bi, ihvân da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin karşısında “Sen” hi­tabına muhâtap olarak oturmuş olur.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nuru. Cenâb-ı Hak’kın sıfatlarının bir te­cellî aynası olduğu için ihvân, burada feyzi vasıtasız olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden alır.





İhvân, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tam olarak ittiba etmenin yollarını bü­tün imkânlarıyla araştırır. Çünkü bu makam, hakikat makamı olup burada ilim Hakk’a intikal eder, îmân; taklitten tahkike doğru yöne­lir.





Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mi’raç gecesinde, bütün âlemleri cennet ve cehennemleri görerek ilm-i yakînden, aynel yakîn maka­mına geçmişti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “ayn’el-yakîn” makamından bakarak; Allah Teâlâ’nın, kâinatın yaratılışı için; “ol” dediği sedayı duymuş, kâ­inatın yaratılışını ve yok oluşunu, “hakk’el-yakîn” olarak müşahede etmiştir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gerçek manâda ittiba’ edip ahfâ makamı­na çıkan, bu makamda muhabbet cezbeleri ile Allah Teâlâ’yı zikreden ihvân da “rûh-î cüz’den rûh-î kül’e” doğru sefer yapmış olur.





“Rûh-î kül,” Rûh-î Muhammed’dir (sallallâhü aleyhi ve sellem) Arş, Kürs, Levh, Ka­lem, zerre ve kürre o ruhtan yaratılmıştır. İhvân artık yıldızların gü­neşin ışığında kaybolduğu gibi rûh-i küllün içerisinde yok olup muhâbbetullah ve muhâbbet-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem içerisinde fânî olmayı arzuladığı bir makama gelmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Cebrail aleyhisselâm ile sidre-i müntehâya var­dıkları zaman, Cebrail aleyhisselâm Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’e;





“Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ben buradan Öteye geçemem. Buradan ile­ri geçmek istersem mahvolurum.” der. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem





“Ey Cebrail aleyhisselâm, buraya kadar beni sen mi götürdün ki? Beni buraya muhabbet cezbeleri götürdü. Sen olmasan dahî benim başka bir tarafa gitme kudret ve imkânım yoktu” der. Bu noktada rehber olarak gelen Cebrail aleyhisselâm, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden ayrılır.





Bu makama yükselen kemalât sahibi zikir ehlini mürşidler muhâbbetullaha teslim ederler. Yûnus Emre’yi, şeyhinin dergâhtan uzaklaştırması gibi. Çünkü muhabbette de ihvân Allah Teâlâ’yı hakkıyla tevhîd etmeye mecburdur. Ne yazık ki rehberler ve mürşitler çok sevilince; ihvân. muhab­bette Allah Teâlâ’yı hakkıyla tevhîd etmeyi unutur ve gönlü­ne insanların muhabbeti yerleşir. Yûnus’un şeyhi, Yûnus’da bu hâ­li keşfedince müridânına “Yûnus’u dergâhtan kovun, dışarıya atın”demiştir.





Tarihlerde kaydolduğu gibi Yûnus kaddese’llâhü sırrahu’l azîz dergâhtan şeyhi tarafından kovulmuş ve uzaklaştırılmıştır. Yûnus, yeryüzünde gezip dolaşır­ken gerçek mahbûbun, gerçek dostun yalnız Allah Teâlâ Hazretleri olduğunu bütün hakikati ile kavrayarak kemâlâtını ta­mamladı. İhvân bu düşünceye varınca muhabbetin gerçek manâda yalnız Allah Teâlâ’ya ait olduğunu kavrar ve tevhîd inancı­nın gerçek manâsını idrâk ederek hakikat yolunda adımlarını atma­ya başlar.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’den aleyhisselâm ayrılınca yalnız başına, değişik vasıtalarla mahbubuna doğru yaklaşmaya başladığı gibi; mürşidler de ihvâna arşta karşılığı bulunan “nefs-i natıka” dersini verirler. Çünkü “nefs-i natıka” karar veren gerçek bir güç, gerçek bir kuvvet ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz gibi mahbûbun muhab­bet cezbelerine kapılmış, vuslat isteyen gerçek bir varlıktır.





18. DERS:





MERTEBE-İ ZİLÂL-İ ESMA-İ SIFAT DAİRESİ:





Nefsi Nâtıka’nın arş-ı âlâ’daki aslı  ve karşılığıdır.





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da Nefsi Nâtıka’nın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.





Mertebe-i Zilâl-i[34] Esma-i Sıfat Dairesinin Murakabesi





Nefs-i natıkanın bedendeki makamı iki kaşın arasındadır. Ancak ihvan çalıştığında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Sidre-i Müntehâ’ya, oradan da imkân dâiresinin üstüne yükseldiği gibi, ihvânın ruhunun basîret gözü alnından sonsuzluğa doğru yükselir, imkân âleminin üstünden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin Sidre-i Müntehâdan bakışı gibi kâinata bakar.





İşte o zaman sonsuz feyz deryasından, sağ kaşının üstünden; feyz ve letâif makamları denilen ahfâ, hafi, sır, rûh ve kalbe doğru beşerî bünyenin kaldıramayacağı kadar feyz akmağa başlar.





19. DERS:





MURAKABE-İ MA’İYYET VE HÜVİYET DERSİ





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da zamansız ve mekânsız bir halde Murakabe-i Ma’iyyet dersini yapar. Daha sonra hali zuhur edince zamansız ve mekânsız halde  bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Ma’iyyet bir süre kalır ve yeryüzüne inilir.





MURAKABE-İ MA’İYYET VE HÜVİYYET





Murakabede اِنَّ ٱللهُ مَعَنَا   [35]     âyet-i kerimesini ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke’den hicret ederken sığındıkları Hira Mağarasında Ebû Bekir-i Sıddîk radiyallâhü anh Hazretlerine:





“Ya Ebû Bekir, mahzun olma Allah Teâlâ bizimledir” buyur­duğu hadis-i şerifini düşünerek Allah Teâlâ’nın her an bizim­le beraber oluşunun tecellî sırlarına mazhar olmak İçin ma’iyyet der­si olan tevhidin sırrına ermektir.





Bu dersin gayesi varlığın Allah Teâlâ ile oluşudur. Allah Teâlâ’dan başka varlıklar müstakil bir varlık değildir. Yalnız müstakil varlık vâcîbul vücûd olan Allah Teâlâ’nın varlığıdır.





Çünkü kâinat yokken Allah Teâlâ var idi. O yokken bir zerrenin varlığını dahi düşünmek mümkün değildir. Bu varlık yok olacak olsaydı O’nun varlığı hüviyeti asla değişmez olduğunu bilmektir. Bu sır ve perdelerinin kalkması için mai’yyet ve hüviyet murakabe dersi olur.





MEVLÂNA HALİD BAĞDÂDİ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZİN 33. MEKTUBU





Allah Teâlâ bizleri kendi edebiyle ahlaklanan ve doğru yolu üze­rinde sabit olanlardan kılsın. Bu mektup müceddidiye meşrebine göre murakabe ve murakabeden doğan kudsî hakikatleri beyan eder.





Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,





Hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur. Salât ü selam Allah Teâlâ’nın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem üze­rine olsun.





Bilmiş ol ki maiyyet murakabesinden sonra, akrabiyyet murakabesi gelir.





Cenab-ı Hak Sübhanehü:





(Biz ona şah damarından daha yakınız) [36]âyet-i celilesiyle bu murakabeye işaret eder.





Akrabiyet murakabesi velâyet-i kübra dairelerinin birinci dairesidir. Velâyet-i kübranın üç tam bir de yarım dairesi vardır. Bu yarım daireye GAVS denir, ikinci, üçüncü ve GAVS dairelerinde muhabbet murakabesine geçilir. Bu murakabeyi tasdik eden âyet-i celile "Allah onları sever, onlar Allah'ı sever."[37] âyet-i kerimesidir.





Velâyet-i kübrada doğru bir idrake sahip olanlar için ilk gördüğü hal­den başka haller görünür. Bu velâyet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin velâyetidir, Daha sonra toprak unsurunun dışındaki üç unsurdan BATİN isminin musemmasının rabıtası yapılır. Buna 'velâyet-i ulya' denilir.





Sonra toprak unsurundan, nübüvvet kemallerinin murakebesi vardır.





Sonra risalet kemalinin murakebesi vardır.





Sonra da Ulul-Azm'in kemalinin murakabesi vardır,





Ondan sonra da heyet-i vahdaniye'nin murakabesi gelir. Heyeti vahdaniye letâif-i aşere birleşmesinden meydana gelir. Beşi âlem-i emirden kalb, Ruh, Sır, Hafa, ahfâ’dır. Beş tanesi de halk âlemindendir. Nefs ve ana-r-ı erbaa denilen Toprak, Hava, Su ve ateştir. Hepsi kemale erince bir latife i olur. O vakit kalb Allah (c.c)'in feyizlerinin indiği yer olur.





Sonra Hz. İbrahim aleyhisselâmın dostluk makamının murakabesi gelir.





İbrahim aleyhisselâmın dostluk makamı ve hakikatinin kaynağı Allah Teâlâ zat-ı Akdesini bizzat murakabesidir.





Sonra muhabbet-i zatiyenin dairesi gelir. Bu daireye, muhabbeti zatiye ve hakikat-ı Museviyye'ye kaynak olması itibarıyla 'Makam-ı Musevi' ve 'Murakabe-i Zat'da denir.





Sonra hakikati Muhâmmediyye'ye kaynak olması itabarıyla murakabe-i zat ve muhbubiyyeti zatiyye ile iç içe bulunan muhibbiyeti zatiyenin dairesi gelir. Sonra hakikat-ı Ahmediyye'ye menşe olma kaynak olması itibarıyla zat murakabesi ve halis hubb-i zat dairesi gelir. I





Sonra la tayn (tayinsiz), mutlak Hazret-i Zat mertebesi vardır.





Sonra güzel Kâbe’nin hakikati gelir. Bu hakikat Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyasının zuhurundan ibarettir. Burada bütün mümkinatın, Allah Teâlâ'ya secde ettiği itibarıyla zat'ın murakabesi vardır.





Bunların akabinde Hakikat-ı Kur'aniyye mevcuddur. Bu, zat-ı Aliyye'nin benzeri olmamak ve hakikat-ı Kur'aniyyeye menşe'e olduğu mulahazasıyla vüs'at'in mebdei (genişliğin başlangıcı)nden ibarettir.





Bunu takiben oruç ve namazın hakikati gelir. Bunlar oruç ve namaz hakikatine kaynak olduğu itibarıyla zat-ı Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin misli olmamasının kemal-i vusa'tından (mutlak büyüklük)  ibarettir.





 İki yerde vus'at kelimesini kullanmamız, bu manaları izah etmekde, ifade sahalarının dar olmasından ileri gelmektedir. Bu hakikatlerin yaşanması esnasında Kur'an-ı Mecid'in okunması ilerlemeye ve yükselmeye vesile olacağından faidelidir.





Sonra sırf ma'budiyyet bakımından halis mabudiyyet ve seyr-i nazari­nin hâsıl olma dairesi gelir. (Nazar ve görüş seyr-i sülük manasında kulla­nılmıştır). Bu seyr, kademi değildir. Çünkü kademi seyr abdiyyet makamlarındandır.





Bütün bunlar tarikat-ı aliyye-i Nakşibendiyye'deki murakabe ve ma­kamların isimleridir. Bu hususta Müceddidiye Mektubatında (İmam-i Rabbani'nin mektubatı) geniş açıklamalar mevcuttur.





Bu gibi makamlarda murakabe ile meşgul olanlar anlatılanlardan pa­yını alacaktır. Mürşid olan şeyhin teveccühü ile de ilerleme ve yükselmeler hâsıl olacaktır. Muvaffak kılan Allah Teâlâ’ dır.[38]





AÇIKLAMA





Yukarıdaki mektubda murakabe muamelelerinin kısımları anlatılmaktadır.





Cenab-ı Allah: “Allah herşeyin gözeticisidir[39] diğer bir âyet-i celilede “Sen gözet.” [40] buyurmuştur.





Bazı büyükler; "Kim kendi ile Allah arasındaki mukarabeyi sağlamlaştırmazsa keşif ve müşahadeye ulaşamaz." buyurmuşlardır.





Büyüklerden birisi de: "Murakabe; kulun bütün hallerinde Allah Teâlâ’nın  kendisine vakıf ol­duğunu devamlı olarak düşünmesidir." buyurmuştur.





Bir diğer büyük de "Kim düşünceleri ile Allah'ı murakebe ederse; Allah da onun uzuvlarını günaha girmekten muhafaza eder." buyurmuştur.





Şeyh Murtaiş kaddese’llâhü sırrahu’l azîz "Murakebe; bütün bakış ve konuşmalarında, Allah'ı düşünmek için sırrını korumaktır." derken: Şeyh'ül İslam Abdullah Herevi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz:





"Murakebe devamlı olarak maksadı mülahaza etmektir." demiştir.





Başka birisi de:





"Murakebe; sırrına Allah'tan başkasının girmesini engellemek, hata ve günah işle­mekten utanmaktır." demiştir. Yine bir başkası da:





"Murakabe; sıfatları mülahaza ederek, vakitleri muhafaza etmektir." demiştir. Bir Allah Teâlâ dostu da:





"Murakabe: kalbe gelen hatıralara kontrol altına almak ve sırrı muhafaza etmektir." buyurmuştur.





Murakebe birkaç mertebedir. Birinci derece, kâinatı seyredip devamlı Hak Teâlâ'ya seyr-ü suluk edenlerin mertebesidir. İkinci mertebe Allah Teâlâ'ya itiraz ve ona ters düşmekten sakınmak, Allah Teâlâ'nın devamlı seni gözettiğini düşünmek suretiyle yapılan murakabedir. Bunun derecesi birinciden daha yüksektir.





BİRİNCİ MERTEBE kalbin Allah Teâlâ ile hazır olmasıdır.





İKİNCİ MERTEBE Allah Teâlâ'nın devamlı sana baktığını düşünmendir. Bu durumda sen kendi fiilinle onun fiiline kendi iradenle onun iradesine ters düşmezsin. Sonra da senin fiilin O'nun fiilinde ve senin iraden O'nun iradesinde fani olacaktır. Bu fenaya hazırlık manasında olan şuhudî mu-rakabe; ancak Bari Teâlâ'nın tecellisinin nuru ile olur.





ÜÇÜNCÜ MERTEBE ise Tevhid ilmine yönelmek için ileriye bakan gözünün mütalasıyla fezeli murakabe etmektir. Ezel manasını hazır bulundurmak; Hakk Teâlâ'nın herşeyden önce olduğunu mütalaa etmektir. Ezelin ezeliyetini kıdem-i zati ile müşahade ederek bu şuhudla birlikte tevhid-i zati ilmine yönelip Allah Teâlâ'nın herşeyden önce olduğunu bilmektir. Öyle ki gerek zamanın içinde, gerek evvelinde, gerekse sonrasında; her şeyin Zat-ı Bari Teâlâ'dan sonra olduğunu bilir.





Ezeli olan her mananın ebedi vakitlerden bir vakit zahir olacağını görecektir. Ezelin uhudunu ebed ile birleştirecektir. Kendi şahsını da Allah Teâlâ'nın ezelde tecilli ettiği manalardan bir mana olarak görecektir. O'nu görmekle de nefsini yok edecektir. Çünkü şuhud; Hakk’ın Hakk için Hakk ile görülmesidir. Bu durumda kul murakabe bağından kurtulur. Zira murakabe demek; kendini Allah-u Teâlâya bağlamak demektir. Bu durumda zaten kendi sureti fena bulup bütünüyle Hakk'a bağlanır.





Bunu bilince ortaya çıktı ki; murakebe; ihsanın gereğidir. İhsan makamının kemalatı Nakşî Tarikatı'yla elde edilir. Cibril aleyhisselâm hadis-i şerifinde bu murakebeye işaret edilmiştir, Şöyle ki;





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cibril-i Emin'in ihsanın ne olduğunu sorduğu zaman O: Allah Teâlâya Onu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsanda, Onun seni gördüğünü düşünmendir.[41] diye murakabeyi tarif ederek cevap vermiştir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu hadis-i şeriflerinde; Allah Teâlâ'nın murakebesinin ve yüceliğin tasavvurunun iki kısımdan olduğuna işaret etmiştir.





Birinci Kısım: Hakk'ın müşahadesinin galip gelmesidir.





İkinci Kısım: Hakk'ın kendisini daima kontrol ettiğini müşahade etmektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, her iki halde de kulun yaptığından haberdardır.





Allah Teâlâ her nefsin yaptığını ve bütün mahlûkatın hareket ve sükûnetlerini görendir. Kul birinci halde ibadetlerinde kusur yapmaya yaklaşmadığı gibi ikinci halde de, kusur yapmaya yaklaşmaz. Allah Teâlâ'nın ona vakıf olmasını, kendini gördüğünü, kemal-i azametini ve açık Celalini bilmesi, her iki durumda da aynıdır.





Murakebe her hayrın aslı ve Hakk'tan kopan için Allah Teâlâ'ya bağlanma vesilesidir.





Nakşibendî Sadatı'na göre murakabe bir kaç mertebe ve bir kaç derece üzerindedir.





Birinci derece: Allah Teâlâ'nın marifetinde seyrü sülük sırasında devamlı Hakk Teâlâ'yı gö­zetmektir. Bu şekildeki murakebeye “Ehadiyet Murakebe'si” denir. Âlem-i emirdeki beş lati­fenin makamlarını geçip, kalbin teveccühü yükseldikten sonra bu murakebe ile meşgul olur­lar. Âlem-i halktan olan beş latife artık nefs-i natıkanın seyrine girmişlerdir. Bu şuhudda âlem-i halktan olan latifeler nefs-i natıkanın ta kendisidir.





İkinci derece “akrabiyet murakabesidir.” Allah Teâlâ’nın nefsinden daha fazla sana yakın ol­duğunu bilmen ve düşünmendir. Bu murakebenin delili, "Biz insana şah damarından daha yakınız."[42] âyet-i celilesidir. Cenab-ı Hakk’ın bütün haretek ve sekenatında takdiriyle sana baktığını düşünmekle birlikte nefsinden daha fazla sana yakın olduğunu biimendir. Bunun delili:





"Gözler O'nu idrak etmezler. O gözleri idrak eder.[43] âyet-i celilesidir.





MURAKEBENİN DÖRDÜNCÜ MERTEBESİ “ilmiye murakebesi” dır. Bu murakebede Allah Teâlâ’nın her an kalbe geleni bildiğini düşünmen ve bu şekilde kalbini bütün kötü ve çirkin hatı­ralardan muhafaza etmendir. Bunun delili "Allah kaiblerin içindekini hakkıyla bilir."[44] âyeti celilesidir. Daha sonra





BEŞİNCİ MERTEBESİ olarak “failiyet murakabesi” gelir. Zatının ve fiillerinin Allah Teâlâ’nın fiillerinden olduğunu murakebe etmendir. Bunu düşünmekle, zorlukta ve bollukta Allah Teâlâ’nın bütün fiillerine rıza göstermen mümkün olur. Bunun delili; "Muhakkak senin Rabbin dilediği­ni yapandır."  [45] âyet-i celilesidir.





Sonra ALTINCI MERTEBE gelir. Bu mertebede 'mülkiyet murakabesi' yapılır. Zatının ve sahip olduğun herşeyin Allah Teâlâ’nın mülklerinden bir mülk olduğunu düşünerek mülkünde ona karşı gelmeyeceksin. Bütün işlerini kendisine bırakacaksın. Her halinde ona tevekkül edeceksin. Bu murakabeye delil:





"Hak onun dediğidir. Mülk de onundur." [46] âyeti celilesidir.





YEDİNCİ MURAKEBE MERTEBESİ “Hayatiyyet murakebesidir. Ebedi hayat âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ tarafından ihata edilmiştir. Böylece kendi sıfatını O'nun sıfatında zatını O'nun zatında fena etmiş olursun. Nefsinin varlığı yok olmuş olur. Bütün işlerini Hayy ve Kayyum olan Allah Teâlâ’ya bırakırsın. Bunun delili: " Ebedi hayat sahibi O'dur, O'ndan başka hiç­bir ilah yoktur." [47] mealindeki âyettir.





SEKİZİNCİ MURAKEBE MERTEBESİ “Mahbubiyyet Murakabesi dır. Nafile ibadetlerle çok fazla meşgul olmakla Allah Teâlâ'ya yaklaşarak, onun muhabbetinin sana hasıl olmasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ’nın hadis-i kudside: "Kulum nafile ibadetlere devam ede ede bana yaklaşır ve ben de onu severim..." buyurduğu hakikat gerçekleşir. Kulun nafile ibadetlerle Allah Teâlâ’ya yaklaşması Allah Teâlâ’nın kulu sevmesine sebeb olmuştur. Mükâfat amelin cinsine göredir. Bu murakebenin delili;





"Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever." [48] âyeti kerimesidir.





DOKUZUNCU MERTEBE 'tevhid-i şuhudi'nin murakabesi” dır. Bu ne tarafa yönetirsen yönel basiret gözüyle Allah Teâlâ'yı önünde görmendir. Ebu Bekir Sıddık radiyallâhü anh "Ne gördüysem, Al­lah'ı o gördüğümün evvelinde gördüm" buyurmuştur. Bu hale delil de:





"Siz ne tarafa yönelirseniz, orası Allah Teâlâ’ya ibadet yönüdür." [49]âyeti keri­mesidir.





Salik mücahede ile bu murakabelerle meşgul olmaya devam ederse, müşahade mer­tebesine yükselir. O zaman bütün hallerinde seyr-i enfusi başlangıcı olan murakebe-i maiyyet ile meşgul olması vacip olur. Seyr-i enfusi arşın üstünde olup Allah Teâlâ’nın  'Zahir' isminin başlangıcıdır. Burada telkin edilen maiyyet murakabesi Allah Teâlâ’nın zatına yönelmektir. Bu mer­tebede Allah Teâlâ’nın:





"Siz nerede olursanız olun Allah (ilmiyle kudretiyle) sizlerledir." [50] âyetinin hakikatına vakıf olunur. Artık nimet ve ihsan sahibi Allah'dan feyiz bekleyecektir. Buradaki feyzin kaynağı, nefisten başka yalnız diğer dört latifenin zikirleridir.





Bu makamda önce fena fi'ş-Şeyh makamıyla müşerref olunur. Bu makamın birçok faydaları vardır. Ancak tadanlar bilir. Sonra hakikatta ve nefsü'l-emirde kevn âleminden Hakk Teâlâ'nın aynası fena fi'r-resul makamıyla müşerref olur. Sonra da fena fülah ve Beka billâh makamlarıyla şereflenir.





Varlık âlemindeki eşyaların nasıl Allah Teâlâ ile birlikte olduğu hakikati kendisine lütfedilir. Yalnız bu beraberlik mahlûkların birbirleriyle olan beraberliği gibi değildir. Başka şeylerin biribirine girmesine benzemez. Bu beraberlik velâyet-i suğra ile şereflenmiş hal sahibi ile Allah Teâlâ arasındaki Rabbani sırdır.





Güneşin gündüz zahir olmasından daha fazla bu hal salik için zahir olur. Dünya ve içindekiler, gökler, arş, cennet, cehennem, hâsılı bütün mevcudat, salikin basireti yanında güneşin ışığında görülen bir zerre hükmündedir. Bu makamda şu tehlikeden korkulur. Salik kendini terbiye eden mürşidini unutup kendini de kâmil görebilir. Zira nefsini bütün mülkün maliki ve bütün tasarrufların kendi emir ve iradesine göre olduğunu görür. Hâlbuki nefs bü­tün fiillerin kemalatıyla ve zahiri isimlerle müzeyyen olmuştur. Riyaset ile kaim ve enaniyet ile daimdir. Bu durumda yapılması gereken, kendisini tamamlayan mürşidi ile ruhani irtibatı­nı kuvvetlendirmektir. Böyle yaparsa mürşid-i kâmil onu bu hallerden kurtarır.





O kimse hâlâ daha nefsin berzahına bağlı, dildeki zikr-i tehlilin kafesine mahbustur. Bu makam, zikrinde ve tehlilinde 'la mevcude illallah'a' doğru terakki etmeye kuvvetli bir sebebtir. O zaman kendisine tevhid-i şuhudi zahir olur. İnâyet-i ilahi cezbe ve sülük ile kendisine refakat eder. Nefs fena bulup enaniyeti yok olur. Daha sonra konumuzun başında zik­rettiğimiz üç mertebenin üçünde de zahir olan murakabelere göre enaniyyet ve nefisten bir şey bırakmamak üzere kalbin Allah Teâlâ’nın zikriyle sükûn bulması hâsıl olursa, o mertebelerdeki zahiri isimlerin hakikati batını isimlerin başlangıcı olan noktaya yetişmekle enbiya-ı izamın velâyeti ki bu velâyet-i kübrâdır- kendisine hoş geldin der.





Allah Teâlâ’nın ihsan kaynağından kendisine refref-i vücud hediye edilir. Salikin varlığından yok olma ve onunla birleşme meydana geldikten sonra ortak nübüvvet kemalatının seyrine başlamaya hak kazanır. Bu makam salikin içine yansımak suretiyle kendisine devamlı tecelii-i zât hâsıl olur.





Bu makam, kemalat-ı nübüvvet île tabir edilir. Bu aziz makamda salikin terakkisi, farzları eda etmek, Allah Teâlâ’nın kadim kelamını okumak, bütün âleme rahmet olarak gönderilen Fahr-i Alem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme mutabaat ve sıfatların kaydından sıyrılıp Allah Teâlâ’nın zat murakebesiyle mümkün olur.





Bu makam avamda toprak unsuru ile olur. Bu makamdaki bütün varlıklar ve renkler gözlenir. Keyfiyyet ve misliyyet diye bir şey kalmadığından tam bir hayret ve şaşkınlığa dü­şer. Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin "Ey Rabbim benim sendeki hayretimi artır." [51]mealindeki hadis-i şerifine mazhar olunur.





Burada nefsin hiç alakası kalmaz. Delil gerektiren konular kendisi için açık olur. Zanni olan şeyler yakîne dönüşür. Kurân-ı Kerim'deki mukatta harflerin sırlarının manası bu makamda insan için açılır. Bundan dolayı Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin işaret ettiği gibi mukaddes hakikatların sırlarının manaları kendisine zahir olur.





Bu Allah Teâlâ’nın fazl u ihsanıdır. Allah dilediği kişiye verir. Allah Teâlâ büyük fazilet sahibidir.[52]





ESAD SAHİB





VELÂYET-İ KÜBRÂ( Büyük Velâyet)





Velâyeti Kübrâ, Allah Teâlâ’nın Esma, Sıfat ve Zat’ına mahsus olan dairede seyirden ibarettir.





Ne zaman ihvan Tevhîd-i Vücûdî ve Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına (maiyyet murakabesi)  ererse, o zaman nefsinde Arşı Mecid’den, hatta Arş’tan daha yüce bir makamdan zeminin altına kadar uzanan âlem­lerde, zerreler de dâhil olmak üzere, her şeyi kuşatmış olarak yayılan bir nur görür. Bu nurun renkle ilgisi bulunmamakla beraber, semavî ve koyu bir görünüşte olduğu söylenebilir.  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadîsi kutside “Allah Teâlâ Âmâ’da idi.”[53] buyurmaktadır.





Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına eren ve Tevhîd-i Vücûdî’nin şereflisi olan kimse o nur’u, güneşin doğuş anındaki netliği gibi, gö­rür. O zamana kadar bir benzerini görmediği bu nur’a karşı





“Acaba bu gördüğüm Allah Teâlâ mıdır?” diye şüpheye düşecek kadar bu tecellinin tesiri altında kalır. Nihâyet bu nur da ihvanın murakabesinden çekilir ve eseri bile kalmaz. Bu nur ile yok olan imkân âlemi, bu nu­run yok olması ile tekrar meydana gelir. Bir nur tecellisi ile diğer bir âlemin yok olması, birinin diğerini yok ettiği için değil, tıpkı güneşin doğması ile aslında var olan yıldızların gündüz görülemediği gibi, bir şeydir. Fakat kalbe ait seyirdeki görüş, maddî gözle olan görüş gibi, sınırlı olmadığı için, bu makamın yolculuğunda olan zat, yolculuk esnasında gördüğü varlığın, varlığı vâcib olanın (Allah Teâlâ’nın) tecellisi midir, yoksa mümkün olan bir varlık belirtisi midir, onu ayırt ede­bilir.





Varlığı vacib olan Allah Teâlâ’nın tecellisini görme haline  “O’nunla olma” hali denilir. Allah Teâlâ’nın lütuf ve kereminin eseri olan, ihvanda bu görme hali, Velâyeti Kübra’da seyreden velilere mahsus bir iltifatıdır ki; Bu makamın velâyeti peygamberlere mahsus bir velâyettir.





 İhvan, mânevî sarhoşluktan ayılma ve uyanma makamında var­lığı olduğu gibi, yerli yerinde görür. Fakat gördüğü şeylerin, Allah Teâlâ’nın varlığını gösteren şeylerden ve O’nun varlığının gölge­sinden başka bir şey olmayan şeyler olduğunu anlar. Yine bu ma­kamın sırlarına eren zat görür ve anlar ki; Varlığın görünüşü Allah Teâlâ’nın sıfatıdır ve katiyyen aslı değildir. Tevhîd-i Şühûdînin manası işte budur. Öyle bir tevhîd-i Şuhûdî ki, nefis latifesinden müşa­hede edilir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının manası bu makamda anlaşılır.





“O’nunla beraber olmak ve O’na yakın olmak” arasındaki fark’a gelince: Beraber olmanın sonu “Bir” olmaya ve sonunda ikiliği kal­dırmaya gider. Her ne kadar mümkün olanın varlığı ayrıca müşa­hede edilirse de, varlığı kendi zatından değil, Allah Teâlâ’nın varlığındandır. Yine mümkünün sıfatının varlığı da O’nun sıfa­tının varlığındandır.





Beraberliğin ve birliğin hakikâti yokluktur. Yaratılmış olanın Allah Teâlâ’da yok olmasıdır. Bu hususu bundan daha fazla açmak mümkün değildir. Buraya kadar yapılan izahattan anlaşılmıştır ki;





Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böy­ledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.





Ekrabiyyet “Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın oluş” hâlini satırlara intikal ettirmek mümkün değildir.





Aklın gücü de bu makamı anlamak ve anlatmak için çok noksan ve kifâyetsizdir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının, kulun kendi kendine olan yakınlığından daha yakın olduğunu kavramak hususunda, idrâk susmuş ve akıl acze düşmüştür. Bu mesele aklın ötesindedir. Bu sırrı meydana koyma yetkisi sınırlı tutulmuştur.





Velâyet-i Kübrâ dairesi, Gavs’ı da içine alan üç dai­reden meydana gelir. Velâyet-i Kübrâ’ya mahsus bulunan bu üç dai­reden âlemi emirden olan beş letâifeye (kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ) mahsus bulunan dairelere kadar uzanır. Bu dairede yükselme yeri ve feyiz kaynağı beş lâtife ile birlikte, nefis lâtifesidir. Bu dairede murakabe Allah Teâlâ sevgisi (muhabbet) murakabesidir. Bu murakabeyi Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade buyurur.





“Allah Teâlâ onları sever, onlar da Allah Teâlâ’yı” [54] Muhabbet murakabesinde feyiz kaynağı, nefis lâtifesidir.





Bu dairelerin her birisinde murakabe yolu, ihvanın kendi varlığını, içinde bulunduğu daireden silkip atmaktır. Bundan sonra da muhabbetullah (Allah Teâlâ sevgisi) feyzinin, esma ve sıfatın aslı dairesinden, nefis latifesi olan (ene-ben) latifesine sevk edildiği düşünül­melidir. Gerçekte muhabbetullah feyzi aslın aslı dairesinden (enâniyyet-benlik) latifesine sevk olunmaktadır. Gavs’a ait dairede de, muhabbetullah feyzi enâniyyet latifesine gönderil­mektedir.





Buradan da aslın aslı dairesine yükselir. İhvanın yükseldiği aslın aslı dairesi gavs’ın bulunduğu dairededir. Bu dairenin sırrına eren gavs’tır. İşte bu iki daire (asıl dairesi ile aslın- aslı kül dairesi) ile bahsi gecen ve mahalli yüce olan yarım dairede bulunan kimselerde, gerçekten Ruh-i küll’e yakınlaşma meydana gelmektedir. Sonuncu dairenin yarısında Ekrabiyyet ve Tevhîd-i Şuhûdî’nin sırrı meydana gelmektedir. Bu dairede Ekrabiyyet (yakınlık)  Murakabesi (Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın olma sırrı) hayalî olarak hissedilir. Bu hususa dair Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurur:





“And olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin kendisine fısıl­dadıklarını bile biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.”[55]





Ekrabiyyet makamından daha yücelere seyretme imkânı hâsıl olunca, bu defa seyir asıl (Zât) dairesinde meydana gelir.





Velâyeti Suğra’da meydana gelen yok olma hali yine bu dairelerdedir. Ancak, Velâyeti Suğrada meydana gelen bu hal, yok olu­şun aslı değil suretidir.





Bu dairelerde Allah Teâlâ’nın birliğinin, manası düşünülerek lisan ile yapılan tahlillerle ifade edilir.





Bazı dairelerin kesilmesi ve bazılarının tamam olması me­selesine gelince: Bu dairelerden her biri ihvana güneş kadar açık ve net olarak görünür. Eğer dairede zayıflama ve kopma ihtimali belirmişse aslında güneş gibi parlak görünen o dairenin tecellisi, ihvana biraz sönük, daire kopma durumuna gelmişse tutulma esnasındaki güneşin nurunun sönüklük hali gibi, görünür.





Velâyeti Kübra dairelerinin alâmetleri:





Bu alâmetler, iç âlemine ait feyiz muamelelerinden başka bir şey değildir. Bu ise, insanda dimağ ve göğüs ile ilgilidir. İşte di­mağdan göğse açılan bu yolla ihvanda Şerh-i Sadır (Göğüs açılması) meydana gelmekte, bundan da izahına imkân olmayan göğüs genişliği hâsıl olmaktadır.





Her ne kadar kalb latifesinin, seyrinde meydana gelen, şerh-i sadr’ın izahı mümkün değil ise, de, bu durumdaki ihvan, kalbinde nice semavî yücelikler görür. O semavî yücelikler de, nice kalblere şahit olur. Bu genişleme aynı zamanda beş lâtife içerisinde kalbe ait bir genişleme olup, diğer latifelerle bir ilgisi yoktur.





Velâyeti Kübrâ’da hâsıl olan şerh-i’sadır’a gelince; Bu genişlemenin hali göğüsün tamamını kaplar. Şerhi sadır halinin meydana gel­diği yer, Velâyeti Kübra’da ahfâ latifesidir. Şerhi sadr’ın işareti gönül yolu ile meydana gelir ki, bu da kaza (kader) hükümlerine karşı îtirazda bulunmamaktır. İhvanın mutmain olduğu (Allah Teâlâ ile birlik oluşun zevkine erdiği) makam, bu makamdır. İhvan buradan da rıza makamına yükselir. Kulun Allah’tan gelen her şeye rıza gösterdiği makam da bu makamdır.





20. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ ÂDEMİYYET





Velâyet-i Kübrâ dairesi, Gavs’ı da içine alan üç dai­reden meydana gelir. Velâyet-i Kübrâ’ya mahsus bulunan bu üç dai­reden âlemi emirden olan beş letâifeye (kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ) mahsus bulunan dairelere kadar uzanır. Bu dairede yükselme yeri ve feyiz kaynağı beş lâtife ile birlikte, nefis lâtifesidir.





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde kalbin karşılığı olan yerde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Ademiyyet’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





MURAKÂBE-İ ÂDEMİYET





Allah Teâlâ'nın güzel isimleri (Esmâu'l- Hüsna) zatları itibariyle âlemin varlığını gerektirirler. Bundan dolayı yüce Allah Teâlâ bu âlemi normal, düzgün bir beden olarak yarattı ve Âdem aleyhisselâmı da bu bedenin ruhu olmasını öngördü.





Âdem derken insanî âlemin varlığı kast edilir.





 "Allah Teâlâ Âdem’e bütün isimleri öğretti." [56] Çünkü bedeni yönetip yönlendiren, sahip olduğu güçler itibariyle ruhtur. Nitekim isimler İnsan-ı kâmil için güçler konumundadır. Bu yüzden "âlem büyük insandır" denilir. Ancak âlem, içinde insanın var olmasıyla bu niteliği kazanır. İnsan, ilâhî huzurun bir özetinden ibarettir. Allah Teâlâ'nın özel olarak ona suret vermesinin nedeni de budur.





Hadiste " Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretinde yarattı.", bir rivayette "rahman'ın suretinde" denilmiştir. Allah Teâlâ onu âlemin gayesi olan öz/aynı kendisi kılmıştır. Tıpkı nefs-ı natıkanın (konuşan nefis) insan şahsının varlığının maksadı olması gibi. Bu nedenle kâmil insanın yok olmasıyla dünya harap olur ve insan ahirete taşındığı için de ümran/bayındır hayat ahiret yurduna intikal eder. Dolayısıyla insan maksat itibariyle ilk (evvel), varoluş itibariyle son (ahir), suret itibariyle açık (zahir) ve menzil itibariyle gizli (batın)dir.





İnsan Allah Teâlâ'nın kulu, âleminse rabbi (idarecisi)dir. Bu yüzden onu (Âdem’i/insanı) halife, soyunu da halifeler kılmıştır. Nitekim âlemde insandan başka hiçbir varlık rablık iddiasında bulunmamıştır. İnsanın bu iddiada bulunmasının nedeni de içinde bulunan bazı güçlerdir. Yine âlemde insandan başka hiçbir varlık kulluk vasfını nefsinde bu kadar sağlam bir yere oturtmamıştır. Varlıkların en düşük menzilinde bulunan taşlara, ağaçlara dahi kulluk etmiştir. Yani rabblığı itibariyle insandan daha aziz, kulluğu itibariyle insandan daha zelil bir varlık yoktur. İnsanın varlığıyla kast edilen husus budur. [57]





21. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ NUH VE İBRAHİMİYYE





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde ruhun karşılığı olan yerde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Nuh ve İbrahimiyye’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





Murâkabe-i Nuh





Tenzih edenin tenzihi tenzih edilen için bir sınırlandırmadır. Çünkü onu tenzih kabul etmeyen şeyden temyiz etmiş olabilir. Şu halde bu vasıfla nitelenmesi gereken için bu vasfı kullanmak kayıtlandırmadır. Şu halde mutlak olarak kayıtlanan yüce varlıktan başka bir şey söz konusu değildir.





Kullarından kendisini tanımalarını isteyen Allah Teâlâ, indirilen şeriatların lisanıyla vasıfları açıklanan zattır. Şeriatlar indirilmeden önce akıl marifetin bu düzeyine ulaşamamıştı. Dolayısıyla Onu bilmek, hadis (sonradan olma) özelliklerden Onu tenzih etmek demektir. Buna göre arif, Allah Teâlâ hakkında iki marifete sahip kimse demektir. Biri şeriatların indirilişinden önceki marifet, biri de şeriatlardan edinilen marifet. Ama bunun şartı getirilen ilmin Allah Teâlâ'a döndürülmesidir. Eğer bu yolla bir ilim keşfedilirse, işte bu, ilâhî bağışların zatî olanları kapsamına girer.





Murâkabe-i İbrahimiyyet





Kulun aynını (gerçekliğini) ispat etmek gereklidir. Ancak o zaman Hakkın onun kulağı, gözü, dili, eli ve ayağı olması sahih olabilir. Hakk şanına yaraşır şekilde hüviyetiyle onun bütün güçlerini ve organlarını kapsar. Bu nafile ibadetler kulluk sevgisinin bir sonucudur. Farz ibadetlerin sevgisinde ise, Hakkın seninle işitmesi ve seninle görmesi söz konusu olur. Nafileler neticesinde ise sen Onunla işitir ve Onunla görürsün. Senin nafile ibadetlerdeki derecen, mahallin kapasitesinin derecesine göre belirginleşir. Farzlar aracılığıyla idrâk edilen her şeyi kapsar.





22. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ MUSÂVİYYE





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde sırrın karşılığı olan yerde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Musâviyye’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





Murâkabe-i Musâviyye





Firavun'un Musâ aleyhisselâmı öldürmek niyetiyle katlettiği çocukların hayatı Hz. Musâ'ya geçmişti..





Musâ aleyhisselâmın korkup kaçması, öldürülenlerin hayatlarını kurtarmaya yönelikti. Bir bakıma başkaları hakkında atılmış bir adımdır. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona risâlet, kelâm (aracısız Allah Teâlâ ile konuşma) ve hükmetme yetkisi olan imamlık görevini verdi. İhtiyacı olmadığı halde Allah Teâlâ içindeki kederini gidermesi için onunla doğrudan konuştu. Bu şekilde öğrendik ki topluluk etkili olur ve toplu davranış himmetle hareket etmektir. Böyle bir şeyi bilenlerin bu bilgisini öğrenince, başkası kendisiyle yolunu bulurken o yolunu yitirdi. Bunun üzerine Allah onu bir darb-i meselde olduğu gibi Kur'ân-ı Kerim'de buyurdu. " Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Allah bununla ancak fasıkları saptırır."[58] Fasıklar onda bulunan hidayet yolundan çıkan kimselerdir.





23. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ ÎSEVİYYE





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde hafînin karşılığı olan yerde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Îseviyye’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





Murâkabe-i Îseviyye





Ruhun bir özelliği nereden geçerse orayı canlandırmasıdır. Ancak bir şey canlandığında artık tasarruf kendi mizacına ve yeteneğine göre olur, ruha göre değil. Çünkü ruh kutsidir. Görülür ki, şekil verilmiş, düzgün cisimlere üflenen ilâhî nefhanın, münezzehliğine ve huzurunun yüceliğine rağmen, tasarrufu üflenilen şeyin yeteneği oranında belirginleşir. Samiri'nin ruhların etkisini öğrendikten sonra nasıl ruhun geçtiği yerden bir avuç toprak aldığını ve bunun etkisiyle buzağı heykelini nasıl böğürttürmüştür. İşte mizaçların yeteneği budur.





24. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ MUHAMMEDİYYE





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde ahfânın karşılığı olan yerde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Muhammediyye’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





MURÂKABE-İ MUHAMMEDİYYE





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mucizesi Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'ân-ı Kerim, her şeyiyle cemiyetiyle tek başına bir icâzdır. Bu cemiyet değişik hakikatleriyle de bir insandır. Nitekim Kur'an da mutlak olarak Allah Teâlâ'nın kelamı olması hasebiyle farklı ayetlerden meydana gelmektedir. Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın kelamı ve anlatmasıdır. Mutlak olarak Allah Teâlâ'nın kelamı olması hasebiyle mucizedir ve cemiyettir. Bu itibarla da himmetin cemiyetidir.





"Arkadaşınız mecnun değildir." [59]





"Ondan hiçbir şey gizlenmiş değildir, "cimri değildir..." Size ait bir şeyi de sizden esirgemez. Allah'tan aldığı ve sizin için olan bir şeyde cimrilik etmekle suçlanmaz, demektir.





 O sizin sapmanızdan endişe duyar.





"Arkadaşınız sapmadı ve batıla inanmadı." [60] Hayret içinde iken korkmadı. Çünkü hakkın son noktasının hayret olduğunu bilenlerdendir. Ona doğru yol gösterilmiştir. O hayreti ispat bakımından hidayet ve beyan sahibidir.





25. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ AKRABİYYET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübra Dairesinin Akrabiyye Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Akrabiyyet’i yapar ve yeryüzüne inilir.





MURAKABE-İ AKRABİYYET





Allah Teâlâ’ya ilmî yakınlık elde etmek ve zuhuratlardan istifâde sağlamak içindir.





وَهُوَ ٱللهُ اَقْرَبُ اِلَيْنَا “VEHUVALLAHU EKRABÜ İLEYNA”





“...Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf, 16) Bu âyet-i kerimenin manâsını tefekkür etmeğe başlar.





Biz âlemi, maddî âlemi idrâk edebildiğimiz halde maddenin içindeki manâ âlemini idrâk etmekten âciz kalmaktayız.





Eğer biz maddenin içerisindeki manâ tecellîlerini idrâk edebil­seydik, o vakit maddeyi tozlar dumanlar hâlinde görür ve madde ile manânın birbirlerinden yerle gök arası kadar uzak olduğunu idrâk ettiğimiz gibi, mananın insana maddeden daha yakın olduğunu da idrâk edebilirdik.





Çünkü ihvân Allah Teâlâ’nın sıfatlarının kula; kulun sahip olduğu sıfatlardan daha yakın olduğunu idrâk etmenin tecellîlerine mazhar olur. Kul, anlar ki benim yapacağım işlerden evvel, Allah Teâlâ istediklerini yapar. Çünkü Allah Teâlâ bir şeyi yapmayı murat edince o şey “ol” demeden meydana gelir. Onun için Allah Teâlâ bize, bizden daha yakındır. Allah Teâlâ dilerse senin ve bütün beşerin irâdesinden evvel, kendi irâdesi tecellî eder. Beşer kâinata zarar vermek istese “O”nun izni olmadan, hiç bir zarar veremez. Bir iyilik yapmak iste­seler, “O” müsaade etmezse, bir şey yapamazlar.





Bu düşünceyi gerçek manâda idrâk edip kalbe yerleştirmek için “lâ ilâhe illa’llâh” ı “Bize Allah’dan daha yakın hiçbir varlığın olmadığı,” manasıyla düşünmek lazımdır.





Kul bize bizden daha yakın olan Allah Teâlâ Hazretlerinin sıfatları ile beşerî sıfatların yakınlıkları arasındaki sonsuz fark­ları idrâk ederken; her ihsanın önünde Allah Teâlâ’nın ihsan elini, her güç ve kudretin önünde Allah Teâlâ’nın güç ve kudret elinin bulunduğunu anlar.





Allah Teâlâ’nın ihsanının bir kâse suyu içmek için kaldırdığının elinin önünde oluşu, ağaçların dallarındaki meyvelerin, topraktan yetişen hububat, sebze, karpuz ve benzeri ni’metlerin beşerin eli değmeden kudret eliyle hazırlanıp bizlere ihsan eliyle uzatılması, bizleri muhabbeti ilâhiye ye getiren en büyük yol olduğu için ihvâna “mahbûbiyet dersi” verilir.





26. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ ESMÂ-İ SIFAT- MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübra Dairesinin Esmâ ve Sıfat Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET





(Gavs’a ait Muhabbet Dairesindeki Murakabe)





Bu murakabe Allah Teâlâ sevgisi (muhabbet) murakabesidir. Bu murakabeyi Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade buyurur.





“Allah Teâlâ onları sever, onlar da Allah Teâlâ’yı” [61] Muhabbet murakabesinde feyiz kaynağı, nefis lâtifesidir.





Onun için mahlûk ve eşyanın sevgisinden daha çok sevilmeye lâyık olan Zat-ı ecel ve âlâ olan Allah Teâlâ’yı sevmek ve kalbde “O”nun muhabbetini artırmak için mahbûbiyet dersi olan zi­kir dersine devam edilir.





بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ





“ Allah Teâlâ onları sever onlar da Allah Teâlâ’yı sever...” (Maide, 54) âyet-i kerimesini tefekkür eder.





Şunu bilmeliyiz ki, bizim Allah Teâlâ’yı sevebilmemiz için, evve­lâ Allah Teâlâ’nın bizi sevmesi lazımdır. O bizi sevmeden bizim onu sevmemiz ezelî ve ebedî olmayan bir taklitçilik ve geçici bir sevgi gösterisi olur. Bu sebeple Allah Teâlâ’yı zikretmeyi çok sevip bu zik­re devam etme mecburiyetindeyiz.





Allah Teâlâ zâtında, fiillerinde ve sıfatlarında hiçbir suret­le eş ve ortak kabul etmediği için, herhangi bir sıfatında kendisine başkalarını ortak kabul etmeyi şirk, şirki de bir pislik kabul ettiği için kul bu makamda, “lâ ilahe illa’llâh” derken kalb ile “Senden başka her varlığın muhabbetini reddediyorum, ancak Senin muhab­betini kabul ediyorum,” şuur ve idrâki içerisindedir.





İhvân “muhabbette tevhîd” yarışmasını kazanmak için beşerî güç ve irâdesini kullanınca kürre-i arzdan, Arş kubbesine benzeyen göğüs âlemine geçer. Göğüs âleminde ne kadar fiil, sıfat, makam, mevki’ hevesleri varsa hepsinden çok Allah Teâlâ’yı sevdiğini düşüne düşüne tevhîd-î muhabbete yükselir.





O vakit kul mahlûka muhabbetin esaretinden kurtularak hürri­yetine kavuşur. Bülbül gibi kafeslerde değil de tevhîd-i muhabbet bahçesinin mübarek, güzel gül kokulan arasında “lâ ilahe illa’llâh” der.





İhvân artık bahçelerdeki gül ve kokusunun değil gülü ve koku­ları yaratanın dostu olmak için gayret etmektedir ve bilmektedir ki güller ve güzel kokular Rabb’ine giden yolda birer perdedir. Artık muhabbetin gül misâli kokuları vücudundan yayılmağa ve muhabbetten hâsıl olan güzel ahlâklar kendisinden seyredilmeğe başlar. Bütün mal, mülk, evlât, makam, mevki’lerden oluşan esaret zincirlerini birer birer kırıp hakîki dostuna kavuşmayı can-ı gönül­den arzulamağa başlar.





27. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ ASLİYYE- MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübra Dairesinin Asliyye Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





MERTEBE-İ ASLİYYE





Bu âlem bir gölgedir. Bu sûretler, birer hayâl (aslî vücûd olmayan birer gölge)den ibarettir. Onun için görünen bu sûret şekillerden zâtını bulmak gerekir.





Sûretler, dünya; hayâller de misâl (berzah) âlemine aittir. Her iki âlem de gayb (zât) âlemine engel ve perdedir. Bütün bu âlemler ise, sıfatlar âlemidir.





Sıfatlar, (görüntüler, renkler, desenler, şekiller) âleminden geçip zata yönelmelidir. Gerçekte, her sûret bir geçittir, geçilmesi gerekir.Asliyye Mertebesinde eşyanın hakikatini bulmak ile bir sonraki mertebede asl-ın aslı olan Allah Teâlâ’yı müşahede etmek kolay olur.





28. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ ASL-I ASL- MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübra Dairesinin Asl-ı Asliyye Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





MERTEBE-İ ASL-I ASL





Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da, onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böy­ledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.





İbn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hakk ve kâinat ilişkisini açıklarken “Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”





Bu mertebenin bir önceki mertebe ile olan farkı  Meselâ,  bir adamın güneşin nûrundan gölgesi yere yansır.   İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır.





Bu adamın gölgesi asli mertebesi, yansımasını sağlayan güneş ise aslı asliyesi yani irâde-i külün kendisidir.





Burada gölgenin sıfatlanması aslı, varlığı ise asl-ı aslı olan zâttır.  Sonuçta bu âlem de Hakk’ın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur.





29. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ ASL-I KÜL - MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübra Dairesinin Asl-ı Kül Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





MERTEBE-İ ASL-I KÜLL





Sıfatlardaki hakikatin Allah Teâlâ’da olan karşılığıdır. Hakk ehli olan zatlar kendi hakikatlerini Allah Teâlâ’nın sıfatlarına mazhar ve ayna olduklarını müşahede etmeleridir. Allah Teâlâ’nın sifât-ı zâhiriyyeleri ve bâtinelerini fark ederek kendinde bulmalarıdır.





30. DERS:





VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ RÛH-İ KÜL ZÂT-I BAHT - MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübra Dairesinin Ruh-i Kül[62] Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.





Murakabenin muhabbet üzere yapılması ile mahlûkatın Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde yani kül’ün (her şeyin) özünde ve cevherinde bulunuşu ve bu hakikate ulaşmada sevginin esas olmasıdır.





 Mertebe-i Ruh-u Küll Zât-ı Baht





Hakk ehli olan zatlar kendi hakikatlerinin Allah Teâlâ’nın zât-ı ile ayrılmaz bir bütün olarak müşahede ederek tevhid ve vahdet etmeleridir. Yani kulun ayrılıktan kurtulmasıdır.





VİLÂYET-İ ULYÂ  (Velâyetin en yüce mertebesi)





Kısaca makamları tekrar hatırlamak gerekirse;





Velâyeti suğrâ: Büyük nebiler ve meleklerin dışında kalan velilere mahsus olarak görülen haller, Allah Teâlâ’nın isim ve sı­fatlarının gölgeleridir. Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının görünüşü­nün gölgeleri olan bu mertebenin seyridir.





Velâyeti Kübrâ: Büyük nebîlere mahsus olarak görülen haller de Allah Teâlâ’nın esma ve sıfatları ile yine O’nun maksadına ait bir takım iradelerin görünüşüdür.





Velâyeti Ulyâ; Melâike-i Kiram’a ait olarak görülen hallere ki, bu haller taayyünâtın[63] parçalarıdır. Bu makamlara Unsurların Sey­ri adı verilmektedir. Toprağa bağlı unsurlar bu unsurlara dâhil de­ğildir.





Mürşid-i Kâmil, ihvana himmet ve merhamet murat edince, ona Velâyeti Kübra dairesi içerisinde yönelişte bulunur ve her daireye ait halleri ihvanın latifelerine himmetiyle doldurur.





Yine Mürşid-i Kâmil ihvanda Şerhi Sadr meydana gelmesi için yönelişte bulunur, ihvan bu himmet eseri yönelişle beyin faaliyetinin göğüsle yakın ilgisini görür. Bu himmetin eseri olarak göğsünde genişleme hali bulur. Bunun neti­cesi olarak da toprak, su, hava ve ateş gibi unsurları için ilâhî cez­beler (kendinden geçme) idrak eder. İşte bu cezbelerden de yücelme ve yükselmeler meydana gelir. Bu arada ihvana renkle ilgili güzel haller gelmeye devam eder. Batına müsemma olan zat’ında ihvanın fanî olması böylece kolaylaşır. Varlığı yok olur. Yüce makama eren ihvanın baka mertebesine ermesi kolaylaşır ye artık melâike-i kiram ile münasebetler meydana gelir.





Velâyeti Kübrâ’nın seyri Allah Teâlâ’nın “Zahir” ism-i şerifinde, Velâyeti Ulyâ’nın seyri ise, “Batın” ism-i şerifindedir.





Zahir ism-i şerifin seyrinde, Zat’a ait olan düşüncenin dışında, yalnız sıfat’a ait tecelliler vardır. Batın ismi şerifinin seyrinde ise, her ne kadar esma ve sıfatlara ait tecelliler meydana geliyorsa da, ba­zen de Zat’ının tecellisine şahit olunmaktadır.





Bazen temsili olarak ve evvelki tecellilere ilâveten ihvan bir su­ret keşfeder ve keşfettiği bu sureti dıştan görür. Fakat ihvanın gör­düğü bu sureti, Allah Teâlâ’nın esma ve sıfatları kaplar. Bu kap­layış, güneşin ışınları ile bir şeyi kaplayışı gibidir. İhvan bazen gördüğü bu sureti tecellî çizgisi olmadan görür. Böyle bir görüşte dahi, gördüğü suretin renkleri yine mükemmeldir. Suret üzerinde meydana gelen tecelli hatları böyle bir görüşte bilahare gizliliğe döner.





Velâyeti Ulyâ öz, Velâyet-i Kübrâ bu öz’ün kabuğu gibidir. Buna göre bir üstteki bir derecelerin bir alttaki derecelere nisbetle durumu da yine böyledir. Bir üstteki öz, bir alttaki, o özün kabuğu durumundadır.





Nübüvvet kemâlâtı için durum böyle değildir. Velâyet makamlarına nisbetle, nübüvvet makamları arasındaki münasebetler nebilerden başkası için tasavvuru bile mümkün olmayan şeylerdir. Onlar, Bâtın ism-i şerifi ile isimlenmiş Zât’ın murakabesini bu makamdan yaparlar.





Nübüvvet Velâyetinde feyzin kaynağı, toprak unsuru dışında ka­lan üç unsurdur. (su, hava ve ateş) Bu makamda lisanen yapılan zikir ve uzun kıyamlarla edâ edilen nafile namaz­lar yükselme vesilesidir. Yine bu makamda şerîatın ruhsat olarak saydığı şeylerle amel etmek doğru değildir. Belki, faydalı olabile­cek amel, şeriatta azimet olarak kabul edilen amellerdir. Bu husustaki inceliğe gelince:  Ruhsatla amel etmek insanı insanlığın gereği olan nefsaniyyet yönüne çeker. Azimet olan şeyle­rin amel olarak yapılması ise, meleklik, hasleti ile bezenmesi ve melekliğe yaklaşmayı ortaya koyar. Ne zaman insanda melekliğe ait hizmetler fazlalaşırsa bu velâyet mertebesinden süratle daha yüce mertebelere yükselme kolaylaşır. Bu velâyette (Nübüvvet Velâyeti) meydana gelen sır, Tevhîd-i Vücûdî ve Tevhîd-i Şuhûdî sır­ları gibi, değildir. Tevhîd-i Vücûdî ve Tevhîdi Şûhûdî’nin sırlarını an­lamak ve anlatmak bir dereceye kadar mümkündür. Hâlbuki velâyetin (Nübüvvet Velâyetinin - Velâyeti Ülyâ’nın) sırları gizlenmeye daha lâyık olup, söz ve yazı ile ifadesi mümkün değildir.





31. DERS:





VELÂYET-İ ULYÂDA DERECE-İ HAVASS-I  MELÂİKE





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulya Havass-ı Melâike Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Havass-ı Melâike’yi yapar ve dersten çıkar.





Havass-ı Melâike





Melâike-i Kiram’a ait olarak görülen haller anasıra ve letaiflere inişi mülahaza olunur ve münasebetler meydana gelir.





32. DERS:





VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I HAVASS-I NÜBÜVVET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Nübüvvet Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi nübüvvet kemaliyle yapar ve dersten çıkar.





Mertebe-i Kemâlât-ı Havas-ı Nübüvvet





Mürşid-i Kâmil, ihvana merhamet edip, onun fazilet ve derecesini yükseltmek istediği zaman, ondaki toprak unsuruna teveccüh buyurur ve ihvana latifesine yapılan bu yöneliş ile Nübüvvet Velâyetinden feyiz gelir. Bu öyle bir kemaldir ki, bu kemal, Zat’î ve daimî tecelliden ibarettir. Bu makamın bilgisi bütün bilgileri yitirmektir. Yine bu makamda zaman, keyfiyet ve renkler —gizli olan haller dâhil— bir işe yaramaz hale gelirler. Bu makamda itikat ve imana taallûk eden şeylerin kuvveti meydana çıkar. Allah Teâlâ’yı bulmak için delil araştırmak yerine, akıl ve muhakeme delil yerine kaim olur. Bu makamın bilgisi, bütün nebilerin şeriatlarıdır. Bu makamda ihvanın gizli hallerinde genişleme meydana gelir.





İster Velâyeti Suğra, ister Kübrâ, isterse Ulyâ olsun, bu velâyet makamlarında derece derece ihvanda şerhi sâdır meydana gelir. Gizli hallere nisbetin yanında, göğüs darlığı ve ona benzer bir hal asla bulunmaz. Velâyetin her basamağında, bir basamağın diğer basamakla gerek surette gerekse hakikâtte bir alakası vardır. Yine bu makamda ihvanda kusuru kendinde görebilme, ümitsiz­liğe yakın bir halde kusurlarından dolayı kendi kendine darılma, ma­nen fazilet olan hallerin kendisinde kalmadığını sanma veya hizmet­lerinden bir fayda temin edememiş olmanın üzüntüsü içine dalma halleri meydana gelmeye başlar. İhvan bu hususlarda o duruma ge­lir ki; Kendisini manen bomboş ve hiç bir işe yaramaz halde zanne­der. Hatta zamanla kendisini bir kâfirden bile aşağı görür.





İhvanın bu halleri, daha önceleri kendisine ait bulunduğuna inan­dığı ve fazilet dolu sandığı hallerinin, (Susuz kimsenin, serabı su zannedip, yaklaştıkça hiçliğini anladıkça, düştüğü ümitsizlik ve peri­şanlık haline benzer). Benimdir diye inandığı ve güvendiği ve varlık­larını kabul ettiği şeylerin hepsi bu makamda ihvana birer hayal olur.





Ne zaman ki, mürşid-i kâmilin yönelişi ile bu makam ihvana keşfolur. Bu arada görme haline benzer bir hal de yine ihvan için kolay­laşır. Bu görme hali her ne kadar Allah Teâlâ’yı âhirette görme ha­line benzemezse de —biz âhirette meydana gelecek bu görme haline şimdiden inandık— bu görüş velâyet mertebelerindeki gözet­leme hallerine nisbetle daha rahat, daha engin ve daha kolay bir görüştür.





Âhirete mahsus bulunan görüş, âlemi halk’a mahsus olan gö­rüşlerdendir. Orada yapılan işler de yine âlemi halktan nasibi bulu­nan işlerdir. Nitekim âlemi emr’in latifeleri bu makamda âdeta (lâ-şey) dir. (Yani hiç bir şey değildir.) Nefis latifesinde ve unsurlara ait bulunan latifelerde de durum yine böyledir. (Yani bunlara ait latife­ler de (lâ-şey=yok) durumundadır.)





Bu muameleler toprak unsuru ile ilgili latifeye mahsustur. Her ne kadar diğer unsurların da toprak unsuru ile alâka ve bağlantıları dolayısı ile bu muamelelerden nasipleri varsa da ehemmiyeti yoktur.





Bu makam, şeriat hükümleri ile Allah Teâlâ’nın varlığından ve sıfatlarından haberler, kabir, haşir, cennet, cehennem ve bunlara ben­zer ne varsa en doğru haberci olan Allah Teâlâ’nın Rasûlünün haber ver­diği şeyler olup, hepsi de gözle görülen akıl ve mantığın kabul ettiği şeylerin makamıdır.





Bu makamda Hakk’ın kendi varlığı eşyaya ayna durumundadır. O’ndan başka ne kadar varlık varsa, hepsi de o aynada görülen su­retler gibidir. Aynadaki suretin yarlığı gerçek varlık değil, gerçek varlığa nisbetle bir hayaldir. Fakat hayal de olsa (yok) değildir. Gerçek varlığın gölgesi olarak vardır.





Suret gösteren bir aynada, ilk görülen şey ayna değil, resimdir.





Ayna, kendisine bakanın dikkatini üzerine çeker. Fakat bu makamdaki durum bu kaidenin tamamen aksinedir. Bu makamda aynanın varlığı ilk bakışta görülür. Eşyanın varlığı ise, tetkik neticesinde görülebilir, işte bunun içindir ki, Allah Teâlâ’nın varlığı bedihîdir.[64] O’nun varlığına nisbetle eşyanın varlığı nazarîdir. Bu makam yüceliği, yaygınlığı ve ortaya koyduğu meseleleri itibarîyle çok acâip bir makamdır. Bu manadaki acâibliklerin meydana gelmesi, yine bu makama bakışın karşılığıdır. Bundan daha acâibi ise, sofiye tarafından yapılan zikir­lerin bu makamda yalınız başına bir şey ifade edemeyişidir. Tilâvet esaslarına uyularak okunan Kur’ân-ı Kerim, edep ve erkânına dikkat gösterilerek eda edilen namaz, hadîsi şeriflerle sıhhati tespit edilen duâ ve niyazların hepsi bir arada bulunmak suretiyle bu makamda yükselmeye vesile olurlar.          





Hadis ilmi ile meşgul olmak, sünnet-i şeriiyye’ye hakkiyle bağlı­lık göstermek, bu makamı hem nurlandırır, hem de kuvvetlendirir. Böylece ihvana  “Kâbe kavseyni ev edna sırrı” (iki yay arası ve daha yakın olma) keşfettirilir.





Bu mer­tebede murakabe Zat’a yapılır. Zat’a yapılan murakabe nübüvvetin kemalinin kaynağıdır. Zâtın tecellîsinin dereceleri vardır. İlki nübüvvet kemâlâtıdır. Burada itibârları da araya katmadan zâtın murâkabesi yapılır. Burada feyzin geldiği yer, toprak unsuru latîfesidir. Kur’ân-ı Kerim okumak terakki hâsıl eder. Bâtın hâllerinin belirsizliği, anlatılamayan ve nasıl olduğu bilinemeyen hâller ele geçer. Devamlı olarak niyyet ve akideler kuvvetlenir. İstidlâli olan şeyler bedîhî olur. Kur’ân-ı Kerim’deki mukattaa harflerine ait sırlar, bu derecelere kavuşanlarda hâsıl olur.





Murakabe-i Zatiyye





Allah Teâlâ’nın ef’âl, sıfat ve zâtını kendisine layık olan şekilde düşünmektir. Diğer murakabelerin hepsini cem eder. Allah Teâlâ’ya hayran ve idraksizlik içinde bulunup, kulluğunun farkına varmaktır.





33. DERS:





VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I HAVASS-I RİSÂLET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Risâlet Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi risalet kemaliyle yapar ve dersten çıkar.





Mertebe-i Kemâlât-ı Havas-ı Risâlet





Bu merte­bede de murakabe yine Zata yapılır. Zat’a yapılan murakabe risaletteki kemalinde kaynağıdır. Bu makamın feyiz ye bereketi, ihvanda meydana gelen birlik heyeti üzerine gönderilir.





34. DERS:





VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I ULÜ’L AZÎM





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Kemalat-ı Ulü’l Azîm Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Kemalat-ı Ulü’l Azîmile yapar ve dersten çıkar.





KEMALAT-I ULÜ’L AZÎM





Bu maka­mın feyzi, ilmin bu mertebede kemale ermiş olması ve yine bu mertebedeki nurların diğer mertebelere nisbetle daha çok tecelli ile bes­lenmiş bulunması dolayısı ile Vahdaniyyet heyeti üzerine varid olur:





Bu makam­da Kur’ân-ı Kerim’deki Huruf-u Mukattaa diye bilinen harflerle, müteşâbih olan âyetlerin sırları anlaşılır hâle gelir. Bu makama ulaşan kimseler, sır sahibi kılınarak, sevenle sevilen, arasındaki, yalnız fa­ziletten nasip olan bu muhabbeti, Allah Teâlâ’nın Rasûlünün yoluna uymak suretiyle dağıtırlar. Risâlet kemalâtından, Vahdâniyyet heyeti üzerine gizliye ait muamele olduğu zaman, o gizlinin yükselişi sade Allah Teâlâ’nın kendi fazlı kereminden olur. Bütün ilerle­meler amelle değildir. O’nun fazlı keremi olarak, meydana gelmişler­se de ihvanın Ülü’l Azim makamının velâyetine ulaşması, bilhassa Allah-ü Teâlâ’nın fazlı ve ihsanıdır. Meyda­na gelen terakkinin kazanılmasının asla akıl ve amelle bir ilgisi yok­tur. Ameller bu hususta ancak birer yükseliş sebebi olabilirler.





Ülü’l Azim makamının velâyetine nail olmada sebepten bahset­mekte abestir.





35. DERS:





VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ HEYET-İ VAHDÂNİYYE





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Heyet-i Vahdâniyye Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Heyet-i Vahdâniyye ile yapar ve dersten çıkar.





Heyet-i Vahdâniyye; Âlemi emir (Kalb, Ruh, Sır, Hafî, Ahfâ) ve âlemi halk’ın (Nefis, Toprak, Su, Hava, Ateş) hepsine birden verilen bir isim­dir. Gerek âlemi emir ve gerekse âlemi halktan olan tecellilerin bir araya gelmelerinden ve gerekli temizlik ve ayıklamadan sonra di­ğer bir heyet daha meydana gelir.





Meselâ: Bir kimse muhtelif cins ilaçları bir araya getirmek suretiyle bir tek ilâç meydana getirmek isterse, her ilacın belli bir ölçüde olması ve hepsinin birbirine iyice karıştırılması icap eder. Böyle imal edilirse ilaçtan beklenen fayda sağlanır. Birçok ilacın bir arada birbirine iyi karıştırılmasıyla da yeni bir ilaç ismi meydana gelmiş olur.





Letâifi aşere denilen o lâtife de aynen böyledir. Bu latifelerden her birisi için de birer heyet hâsıl olur. Yine bu makamda bu on lâtife için nice yücelme ve yükselmeler meydana gelir. Bu latifelere olan tecellilerin sonundaki yükselme, nurlanma genişleme ve renk­lenme daha evvel bahsi geçen makamlardakilere nisbetle çok daha fazladır. Bahsi geçen makamların hepsinin bu makama nisbeti ka­buğun öz’e nisbeti gibidir.





36. DERS:





MERTEBE-İ UMUM KEMÂLATI CÂM-İ ZAT-I MUHABBET-İ ULUHİYYET





Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;





Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî”  der.





Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Umum Kemalat-ı Cami Zât-ı Muhabbeti Uluhiyyet Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Muhabbetiyeyi yapar ve dersten çıkar.





UMUM KEMALAT-I CAMİ ZÂT-I MUHABBETİ ULUHİYYET





Müridin gayretleri ile beraber kavuşacağı Ülûl Azim velayetinin kemâlâtından sonra, sâlikin sülûkü iki tarafa vuku bulur. Bu da mürşidin ihtiyarına bağlıdır. Mürşid ne tarafa isterse sâliki o tarafa sülük ettirir.





Bu iki taraftan bi­risi: Hakaiki İlâhiyye tarafıdır ki; bu taraf Kâbe’nin, Kur'ân-ı Kerim'in ve na­mazın hakikatinden ibarettir.





İkinci taraf da: Hakâiki Enbiyalarından ibarettir.





Mürşid, sâlike Kâbenin hakikatinde yönelince, bu makamda Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğüne şahid olunur. Onun heybeti Bâtın üzerini kuşatır. Bu makamda sülük edenler zat' murakabesini yerine getirirler. Kendisine murakabede bulunulan zat, bütün varlı­ğın secde kıldığı Halik-i kâinattır. Nice kimselere bu kudsî makamda yokluk ve ebedîlik hali ikram edilir de, sâlik nefsini bu ikrama ulaş­mış ve sahib olmuş olarak bulur. Kâinatta var olan her şeyin yöne­lişi O'nun tarafınadır. Bu teveccüh her ne kadar kemâlâtta (olgun­lukta) hâsıl olan bir yöneliş olup renkle ilgisi olan bir teveccüh ise de burada bahsedildiği kadardan ibaret değildir. Batınî nisbetin yü­celiği ve genişliği bu makamlarda daha fazladır, (ziyade üstüne zi­yadedir)





Nebilere âit hakîkatlarda görüntüler renksiz meydana gelip, bu tecellîlerin yücelik ve genişliklerine rağmen, ilâhî hakîkatlerdeki te­cellîye nîsbetle tecellîleri daha azdır.





Bu halin sırrına gelince: Sâlike zat mertebesinde fena ve baka hali ikram edilir. O da, bu mertebenin ahlâkı ile ahlâklanınca, idraki kuvvet kazanır ve üstte olup âlemi emirden bulunan nisbeti idrak eder. Yani, eriştiği yüceliğin idraki kendisine bildirilir. Yine böylece sâlik erdiği bu makamlardaki renkten soyulmuşluğu kendi idraki ile bulamaz. Zîra bilir ki; kemâlâtın, âlemi emirden olan yüceliklere göre nisbeti, ikisinin de letafetleri itibariyledir ve her ikisinde de le­tafet cinsleri aynıdır. İsterse bu benzeyişleri gösterişten ibaret ol­sun. Kemâlât nisbetinde renksizliğin ayırımı sebebine gelince: Mu­hakkak ki sâlik sıfat ve şüûnat (haller) mertebesinden, fenafillâh ve bakabillâh sebebiyle nail olduğu velayetlerde, kendisine ikram edi­len tecellî kadar idrak kuvvetine sahiptir. Bunun için de Zat merte­besindeki hallerin idraki güçtür. Muhakkak ki, velâyete âit kemâlât diğer bir velayet mertebesinden meydana gelmektedir. Nübüvvetin kemalâtı daha başka bir kapıdan girer. Velayetin kemalâtı ile nübüv­vetin kemalâtı arasında —suretin bile olsa— hiç bir benzerlik yoktur.





Bazı tasavvuf ehli diyorlar ki: “Evliyalık makamı, nüvüvvet makamının gölgesidir diyenler hata ediyorlar. Gerçek olan böyle de­ğildir. Her iki kemalâtın birbiri ile katiyyen bir ilgisi yoktur.”





Kemalât mertebesi hususunda, yukarıdan beri ifade edilenlerin dışında, daha nice münasebetleri vardır. Velilerden bazılarının ifade ettiklerine göre; kemalâta nisbet edilen hakikatlar, denizlerin dalga­ları durumundadırlar. Bu demektir ki, kemalât ne zaman fevkani (âlemi emre mahsus tecellîlerden meydana getirse) olursa, o kema­lâtın tecelli kaynağı, tecellînin daimî olduğu zatın makamıdır. Bun­dan: anlaşılmaktadır ki, hangi tecellî fevkani (âlemi emirden gelen bir tecellî) ise, o tecellî Zat mertebesinin dışına çıkamaz. Çünkü te­cellî kaynağı, o mertebenin dışında değildir. Böyle bir duruma, (de­nizin dalgaları) tâbirini kullanmak isabetlidir. Bu hal eşyayı haki­katine nisbet etmede meydana gelmektedir. Yoksa kemalâta nisbetle değil. Meselâ, Kâbe-i Muazzamanın hakikatinde azâmet, kibriya ve mümkünat için secde edilen yer meydana gelmektedir. Buradaki sırrın inceliğini kavramaktan akıl acze düşmüştür. Hattâ bir mür­şidin teveccühü olmadan bu mertebelere erişmek ve anlamak müm­kün değildir.





SEYR ÇEŞİTLERİ





36 Ders bittikten sonra seyrler başlar.





Sulûk eden ihvanda seyr iki kısımdır:





Cezbe ve sülûk.





(Sülûk), uğraşarak ilerlemektir.





(Cezbe) çekilip götürülmektir.





Seyr-i âfâkî’ye “sülûk,” seyr-i enfüsî’ye “cezbe” adı verilir.[65]





Bunlara tasfiye ve tezkiye de denir. Sülûktan önce olan cezbenin, yani tezkiyeden önce olan tasfiyenin kıymeti yoktur. Sülûk tamamlandıktan sonra olan cezbe yani tezkiyeden sonra olan tasfiye lâzımdır ve seyr-i fi’llah da hâsıl olur.





Önce olan cezbe ve tasfiye, sülûkü kolaylaştırmağa yarar. Sülûk olmadan, maksada kavuşulamaz. Yol tamam gidilmedikçe, cemâl-i ilâhî görünmez. Önceki cezbe, sonra olan cezbenin suretinin numunesi gibidir. Hakikâtte, birbirinden başkadırlar. Büyüklerimizin, “Sonda olan şeyler, başlangıçta yerleştirilmiştir” sözünden maksat, “Sonda kavuşulacak suretin görünüşü yerleştirilmiştir” demektir.





Seyr ve sülûkten maksat ve cezbe ve tasfiyeden beklenilen şey, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir. Bu çirkin sıfatların başı, nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmaktır. O hâlde, Seyr-i enfüsî lâzımdır. Kötü sıfatlardan güzel sıfatlara dönmek lâzımdır. Seyr-i âfâkî lüzûmlu değildir. Maksat ve gaye bu seyre bağlı değildir. Çünkü zahirî şeylere düşkünlük, nefse düşkün olmaktan ileri gelir. İnsan, her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek, onlardan istifade edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah Teâlâ’nın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için evlat ve mal sevgisi de, bununla beraber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır. Seyr-i âfâkî, buna bağlı olarak, maksadı müyesser olur. Nebilerin “aleyhimüssalevâtü ve-t’teslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i enfüsî idi. Seyr-i âfâkî, bununla berâber yapılıyordu.





Sülûk konaklarını ve cezbe makamlarını geçtikten sonra, anlaşıldı ki, seyr ve sülûktan maksat, yani tasavvuf yolculuğundan maksat, ihlâs makamına varmaktır. İhlâs makamına kavuşabilmek için, enfüsî ve âfâkî mabutlara tapınmaktan kurtulmak lâzımdır.





Seyr-i enfüsî, bu yolun nihâyetinde ele geçer. Behâüddîn-i Nakşibend Hazretleri buyurdu ki, “Ehl’u-llâh, Fenâ ve Bekâ makâmına kavuştuktan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur. “Kendinizdedir, görmüyor musunuz?” [66] Buyruldu.





Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin yani ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçtir. Yani, aranılana göre hiç sayılır. Ancak şuhûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Seyr-i âfâkîde, sanki kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde, iyi ahlâk ile ahlâklanmak vardır. Çünkü kötülüklerden ayrılmak, Fenâ makâmına uygundur. İyiliklere kavuşmak, Bekâ makâmına uygun olur. Bu seyr-i enfüsînin nihâyeti yok demişlerdir. İnsanın ömrü sonsuz olsa, bu seyr bitmez denilmiştir. Çünkü mahlûkun sıfatlarının nihâyeti yok demişlerdir. Yani Allah Teâlâ’nın sonsuz sıfatları, sâlikin latîfeleri aynasında tecellî etmekte, O’nun kemâlâtından bir kemâl görünmektedir. O hâlde, bu seyr bitmez ve sonu gelmez.





Bu konuda büyükler buyuyurdular ki;





Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr kuddise sırruhu’l-azîz;





“Allah Teâlâ’ya kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yani seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fi’llah gerekir”demiştir.





Ebû Saîd-i Harrâz kuddise sırruhu’l-aziz;





“Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı, matlûbdan (Allah Teâlâ’dan) uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba kavuşturur” demiştir. Seyr-i enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesidir.”





Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz,





“Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah Teâlâ’nın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır”





Efendi Hazretleri buyurdu ki;





“Gardaşım! Sülûk görmeyen ihvan listesine kayıt olmaz. Her amelin edebi var. Tarikatın edebi de sülûkünü tekmil etmektir.”





SEYR MERTEBELERİ





Hakîkat erbabına göre sefer, müridin Allah Teâlâ’ya yönelmesi sırasında kalbin geçirmiş olduğu seyirler­de takip edilen Seyr-u Sülûkün dört makamı vardır.[67]





 “Seyr-i İlâ’llah”; “Seyr-i Fi’llâh ,” “ Seyr-i Ani’llâh Billâh” “Seyr-i Fil- Eşya.”





1-SEYR İLÂ’LLAH [68]





Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır.





Seyrin birincisi mertebesi hakkında kul­lanılan bir tabirdir. Buna “sefer-i evvel” de denir. (Seyr-i ilâ’llah) demek, aşağı bilgilerden, yüksek bilgilere ilerlemek, ilimde durmadan yükselmektir. Bu şekilde mahlûklara ait bilgiler bilindikten sonra, Allah Teâlâ’nın ilmine kadar varılır. Bu bilgiler başlayınca, mahlûklara ait bilgilerin hepsi unutulur. Bu hâle (Fenâ) denir.





Allah Teâlâ’nın, lütfu ve ihsanı ile mâsivânın hepsi, kalb gözünden silinince, isimleri bile unutulunca, (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilâ’llah) tamam olur.





Sâlik, yaradılışında Muhammedî ise, Âlem-i emrin beş latîfesini, sıraları ile geçtikten sonra, bunların Âlem-i kebîrdeki asıllarında seyr eder. Yani ilerler. Allah Teâlâ’nın lütfu ile bu beş aslın her birini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, imkân dairesini (Seyr-i ila’llah) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Vilâyet-i suğrâ) makamına başlamış olur.





Hakikî Fenâ ise, sıfât-i ilâhînin ve isimlerinin ve hiçbir bağlılığın, ayrı bir görünüşün de, tamamen görülmediği zaman hâsıl olur. Zât-ı ilâhîden başka hiçbir şey görülmez ve düşünülmez. Seyr-i ila’llah Allah yolculuğu, işte burada sona erer.





2-SEYR Fİ’LLÂH





  Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır.





Seyrin ikinci mertebesi hakkında kul­lanılan bir tabirdir. Buna “sefer-i sani” (cem) de denir.





Allah Teâlâ’nın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme, Allah Teâlâ’nın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fâni olma (yani O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun sevdikleri kendine sevgili olmak) seyr-i fi’llah diye isimlendirilir. Böylece anlatılamayan, işaretle bildirilemeyen ve isim verilemeyen, bir şeye benzetilemeyen, kimsenin bilemediği, anlayamadığı mertebeye varılır. Bu seyre (Bekâ) denir.





 Bu makamda, sülûkten sonra, cezbe hâsıl olur. Bu seyre, seyr-i fi’llah da denmesine sebep, ihvan bu seyrde, Allah Teâlâ’nın sıfatları ile sıfatlanır. Bir sıfattan bir sıfata geçer. Çünkü aynadaki suretlerin sıfatlarının bazısından aynanın da nasibi olur. Bundan dolayı, sanki Allah Teâlâ’nın isimlerinde seyr etmiş gibidir.





 (Seyr-i fi’llah) hâsıl olmadıkça, tam ihlâs elde edilemez. (Seyr-i fi’llah) denilen (İsbât) makamına kavuşmak için çalışılır. Bu makamda, kalb yalnız Allah Teâlâ’yı hatırlamaktadır. Bu makama (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakikâtte bekâ makâmına kavuşan ihvan, vilâyete kavuşmuş, Velî olmuştur. Nefs-i emmâresi, nefs-i mutmainne olmuş, küfürden, inkârdan kurtulup, yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuş ve Rabbinden razı Rabbi de ondan razıdır.





Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî kuddise sırruhu’l-azîz; “Seyr-i ila’llah ve seyr-i fi’llah yani Allah Teâlâ’nın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allah Teâlâ’nın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sahiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz” demiştir.





Fenâ fi’llah makamı zahir olunca, dil ile her gün beşbin kere tehlil de yani ‘Lâİlâhe İlla’llâh’ zikrinde bulunduktan sonra, Allah Teâlâ’yı murakabede olmak gereklidir ki, Allah Teâlâ’ya karşı fena-i küllî (tümüyle kendinden geçme hali) elde edilsin.





3-SEYR ANİLLÂH-BİLLÂH





Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır.





Üçüncü seyre, (Seyr-i ani’llah-i billâh) denir. Bu da, ilmin hareketidir. Yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece, mahlûkları bilmeğe kadar inilir. Bütün vücûd mertebelerinin bilgisi unutulur.





Üçüncü ve gelecek olan dördüncü seyrler, davet makamını elde etmek içindir. Allah Teâlâ’nın kullarına yardımı gelip fetih müyesser olunca (Nasr,1) vahdet kapısı açılır. Mutlak fenâ ve istiğrakla “‘ayn-ı cem’”de zâtî şühud ve birlik nûru Allah Teâlâ’nın yardımı ile veri­lince irşat seccadesi helâl olur. Bu da şeyh hazretlerinden icazet ve “hazret-i ‘izzet” ten işaret ile olur.





Aynü’l-cem Allah Teâlâ’nın birliğini (Ahadiyyetini) zahirî ve bâtını olan iki zıtta bağlı kılmamaktır. Ahadiyyet makamı, “Kâbe kavseyn”[69] makamıdır. İkilik artık kalmaz. Bu makam geçilince de “Ev Ednâ” makamına ulaşılır ki, bu makam velâyetin son makamıdır.





Seyr-i bi’llah’a kadar her makamda, en kâmil Allah Teâlâ dostları­nın hepsine göre zikirde sayıyla meşgul olunmalıdır. Lakin beşbin sayısıyla kayıtlanmak seyr-i ila’llah’ın tamamlanmasına ve ondan az sonrasına kadar gereklidir ki, maksat ve meram bulunabil­sin.





4-SEYR-İ EŞYÂ





Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır.





Bunlardan sonra, dördüncü seyr başlar. Buna (Seyr-i eşyâ) denir. Birinci seyrde unutulmuş olan, eşyanın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyr, birinci seyrin tersidir. Üçüncü seyr de, ikinci seyrin karşılığıdır.





“Bu makam da Hakk’tan halka dönme makamıdır. Bu ise, cem’ ve fark birliği de­mektir. Hakk’ın halka dâhil olması ve onda yok olmasıdır ki, kesrette vahdet, vahdette de kesret görülebilsin. Bu da Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya dönmedir. Bu makam, fenadan sonra beka, cem’den sonra fark makamıdır.” [70]





Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sahip olması, Seyr-i fil-eşyâ diye isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuştur ki;





“Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde etmek içindir. Davet makamı, nebilere mahsustur.”





SEYR U SÜLÛK HALLERİ





Sayılan bu dört seyirdeki ikidir:





Urûc





[yükselmek]



, Hakk’a dönmeye derler. Nüzûl [iniş], halka teveccühe [dönmeye] derler.





1— Urücî (Yükselme): “Sâlikin Allah Teâlâ’ya mağlup (yok) olmak için seyridir. Bu; cüz’ün külle seyridir. Buna seyr-i şuurî de denilir. Bu seyr; insan mertebesinden Allah Teâlâ’ya kadardır.  Bu seyrde mebde’den[71] ne kadar uzaklaştırılırsa damlaların denize düşmesi gibi, daha ziyade mücerred[72] olur.”[73]





Seyr-i ila’llah ve seyr-i fi’llah, urûc ederken olur.





2—Nüzulî (İnme): Sâlikin vücudunun zuhuru için mutlak vücudun (Allah Teâlâ’nın) seyridir. Va­cibin imkân mertebesine, mutlakın mukayyede, küllün cüz’e nüzulü de seyr-i inbisatî[74] ve zuhûri de derler. Bu seyr; akl-ı külden[75] insan merte­besine kadardır. Bu seyrde asıldan ne ka­dar uzak düşülürse denizin sahile seyri gibi, daha zahir ve cami’ olur.





Seyr-i ani’llahı bi’llah ve seyri eşya billah, nüzûl yaparken olur.[76]





Mutlak fetih denen “es-seyrü bi’llahi ani’llah”ta vahdet kapısı açılmayınca kimse şeyhlik makamına ye­tişmez. Feth-i karîb denen es-seyrü ilallah’ta apaçık ufka ulaşıp feth mey­dana gelmeyince, yani nefis makamından yükselip “Allah Teâlâ’nın yardımı” ve­rilmeyince pek çok ganimetler ve yakın bilgisi meydana gelmeyince, kudsî gerçek keşifler gerçekleşmeyince, yüce ufuklara ulaşmak kesinleşmeyince; “es-seyrü fi’llahi”de gönül fethi olan ruh nurlarının ortaya çıkmasıyla olu­şan feth-i mübîn karanlıklardan, nurlardan ve kazançlardan muhakkak ol­mayınca kimse hilâfete lâyık olmaz. Ancak burada büyük bir tehlike vardır; çünkü kalb sırrın kontrolüne yükselince nefs, kalb makamına yükselir. Ön­ceki sıfatları kalbî nurlarla örtülür. Bil ki, nuranî görünüşlerden, renklerle ortaya çıktığından kalb makamı tamam ve kâmil olmaz; ancak ruh makamı­na yükseldikten sonra olur.Tasavvuf büyüklerinden İbrahim bin Şeybân-i Kazvînî buyurdu ki;





“Fenâ ve Bekâ bilgileri, Allah Teâlâ’nın bir olduğuna hâlis inananlarda ve ibâdetlerini doğru yapanlarda bulunur. Başkalarının Fenâ ve Bekâ olarak söyledikleri, hep yalandır ve zındıklıktır.”





“Bir müride bütün ömründe





 bir teveccüh yeter.”





TEVECCÜH





Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri halifesini teveccüh'e itina göstermeyi, cuma ve salı günleri şeyhin ruhaniyetine yönelip kalbine gelecek feyizleri ve mürşidinin de değerli nazarlarını beklemeyi tavsiye etmiştir.





Teveccüh ise beş çeşittir:





1-) Sadık olan mürid hayal gözüyle mürşidinin ruhani ve manevi nisbetine yönelerek mürşidi isterse vefat etmiş olsun, mürşidini hazır bilerek kalbine gelen feyizleri beklemesidir.





2-) Mürid hazır olmayan şeyhini kalbinde hayal edip mürşidini kendisi ile Allah Teâlâ ara­sında vasıta etmesidir.





3-) Mürid hayalinin bulunduğu yer olan kafasına yönelerek mürşidini orada tasavvur etmesidir. Bu tür kötü düşünce ve hayallerin defi için faydalıdır. Cezbenin tahsili için de çok tesirlidir.





4-)Mürid nefsini ortadan çıkararak mürşidini kendisinin yerine koymadıdır. Bu türlü teveccüh belaların defi için daha etkilidir.





5-) Mürid kalbini silsiledeki şeyhlerinin kalblerinin tasarrufuna tutar. Şeyhinden başalayarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize kadar teker teker hepsinin tasarrufu altına koyar. Kendisi ile Allah Teâlâ arasına vasıta yapar.





Beş duyusunu tek duyu haline getirir. Zira bu duyular kalbin dağılmasına sebeb olur. Hepsini âlem-i emirden olan birleştirici hakikate yöneltir. Hakikatin yuvası olan kalbine derinliğine bütün hissiyatıyla yönelir. Mürid bu şekildeki teveccühe devam ederse gaybet, şuhud ve ağyarın kalbten çıkması mümkün olur. O zaman Hak Teâlâ’nın cezbeleri kendisine akar. Zati tecelliler kalbini kaplar. Vesveseler ve bütün batıl düşünceler kalbinden sıyrılıp gider Bari Teâlâ kendisine zatıyla tasarruf eder.





Bu makamda hakiki zikir ve ism-i azam olan lafza-i celalin manası kendisine tecelli eder: Hakikat ve vakıada bütün âlemin kendisi de ortadan yok olur.





Artık tevhid denizinde istiğrak hâsıl olur. Suya dalan bir kimsenin sudan başka bir şey göremediği gibi tevhid denizine gark olan salikte Allah Teâlâ'dan başka hiç bir şey göremez.





 Bayezid-i Bestami kaddese’llâhü sırrahu’l azîzden ism-i âzamın ne olduğunu sormuşlar. Şöyle buyurmuş;





"İsm-i azam'ın belirli bir sınırı yoktur. Yalnız sen kalbini her şeyden boşaltarak vah­daniyet temin et. Sonra dilediğin isimle onu zikret."





Bayezid-i Bestaminin bu sözünden şu anlaşılır. Allah Teâlâ'dan gayrısından gaybet hasıl olduktan sonra, Allah Teâlâ'nın hangi ismiyle olursa olsun, kişinin yaptığı zikir ism-i âzamdır.





Ey kardeşim sen de çok çalış ve çabala. Kalbini masivadan boşalt. İsm-i âzamı bulursun. İsm-i âzam; çağırdığında Allah'ın sana icabet ettiği isimdir.





Nakşî tarikatının imamlarından Muhaddis Şah Abdülaziz b.Şah Ahmed Veliyullah Dehlevi "Kavlu'l-Cemil" risalesinin açıklamasında der ki;





Nakşibendîlerin kendi aralarında teveccühte kullandığı bazı haller ve ayrı keyfiyetleri vardır. Onları kendi aralarında kullanırlar.





Nakşibendîlerin nezdinde teveccühün hikmeti, Kadirilerin zikir vuruşuna riayetiyi aynı derecededir. Nakşibendîlerin teveccühlerde çok acayip tasarrufları vardır. Himmetin toplanarak arzu edilen şeyin ele geçirilmesi, hastalardan hastalığı defetmek, günahkâr kimseyi tevbeye getirmek, insanların kalbine girmek, sevimli olmak kalbde yaşanan büyük hadiseler, kalblere tasarruf etmek, hayattaki veya vefat eden ehlullahın nisbetine vakıf olmak, insanla­rın düşündüklerini bilmek, gelecek olayları keşfetmek, belaları defetmek ve bunlardan başka birçok tasarrufları vardır.





Fena ve beka makamına sahip olmayanlara, teveccüh ile tesir şöyle olur.





Şeyh önce sadık olan müridin nefsine teveccüh eder. Nefsindeki vesveselerle, tam bir himmetle mücadele eder. Sonra kendi kalbindeki cemiyyete gark olur. Mürşidde eğer tarikat ehlinin nisbeti bulunuyorsa ve nisbette sabit, köklü bir melekesi varsa ondaki nisbet talibin kabiliyetine göre ona akseder. Bazıları mürşidin yapacağı tevec­cühle talibin kalbine vurmasını birlikte yapıyorlar. Talib hazır ise teveccühü bu şekildedir. Eğer hazır değil de gaib ise şeyhler talibin suretini tasavvur ederek teveccüh ederler.





Himmet, düşünceyi toplamak, arzu ve temenni ettiği şeyi azim ve istekle taleb etmek­tir. Susamış kimsenin maksadının su olması gibi. Bir şeyi elde etmek isteyen kimsenin kal­binde de talebinden başka bir şey bulunmayacaktır. Güvendiğim bazı kimselerden şunu duydum; Mürşid teveccüh yaparken nefy-ü isbat zikrini çekerek; ilahi rehmeti celbeder ve şöyle düşünürler: Allah Teâlâ her işinde ve fiilinde tektir. Her iş onun izin ve yardımıyla olmaktadır. Biz birer vesile ve vasıtayız. Şu müridi ıslah eden de aslında Allah'dır.





Şeyhin müridine gelen hastalığı def etmesi şöyle Olur: Şeyh kendini hasta olan kimse gibi kabul eder. Hastalığın aynısını kendisinde düşünür. Kalbine bu fikirden başka bir fikir gelmemesi için himmeti toplar. Bu şekilde hastalık müridden şeyhe geçer.





Günahkâr olan kimseyi tevbeye yöneltmek için yapılan teveccüh şu şekildedir. Şeyh günahkâr adamın nefsini ve suretini tasavvur eder. Nefsinin kendisinden ayrılarak günahkârın nefsiyle birleştiğini kabul eder. O günahkâr nefis için pişman olur istiğfar eder. Bu tevec­cühle günahkâr kimse de kısa zamanda pişman olur ve tevbe eder.





Ehlullahın nisbetini çekmek şöyle olur: Nisbetine yönelenlerin önüne diz çökülür vefat etmişse kabrinin önüne oturulur. Bütün hayal ve düşüncelerden sıyrılınır. Ruh nisbeti elde edilmek istenen ehlullahın ruhuna yönelir. Ehlullahın ruhuyla birleşme hâsıl olur. Sonra kendi nefsine döner. Bulacağı nisbet o yöneldiği zatın nisbetidir.





Kalblere muttali olmak şöyle olur: Nefsini bütün hayal ve hatıralardan boşaltarak, nefsini kalbindekileri öğrenmek istediği kimsenin nefsiyle birleştirir. Bu arada kalbe bir söz veya hayal meydana gelirse o adamın hayali ve düşüncesidir. O kimseden kalbine yansımıştır.





Gelecekteki bir hadiseye keşif yoluyla vakıf olmak isteyen kimse: Nefsini bütün hayal ve düşüncelerden boşaltıp bütün gücüyle öğrenilmek istenilen hadiseyle ilgili bilgiyi bekler. Bütün hayal ve vesveselerden uzaklaşarak susamış kimsenin suya olan talebi gibi hadiseyi öğrenmeyi ister. Kendi kabiliyeti ve istidadına göre nefsini, melaikelerin veya yerdeki velile­rin cemaatine gönderir. Onlarla birlikte her şeyden mücerret olur. Bu şekilde devam ederken rüya âleminde veya manevi vakıada bir durumda veya tanımadığı bir kimse tarafından hafif­ten gelen bir sesle hadiseyi keşfetmek mümkün olacaktır.





Belaların defedilmesindeki teveccüh şekli ise şöyledir:





Belayı misal şekliyle düşünür, kendisinin belayı şiddetle kovduğunu ve onunla çar­pıştığını tasavvur eder. Bütün himmetini belanın kovulmasına harcar. Kabiliyetine göre zaman zaman nefsini yukarıdaki melaikelerin ve aşağıdaki velilerin cemaatine gönderir. Ken­disinden sıyrılarak onlara katılır. Allah Teâlâ'nın kudret ve iradesiyle, bela uzaklaşıncaya kadar bu şekilde devam eder. Allah Teâlâ her şeyin hakikatini herkesten daha iyi bilir.





Bu tasarrufların ve onların yerine geçebilecek diğer tasarrufların şartı, etkileyen kimsenin nefsinin, etkilenen kimsenin nefsiyle birleşebilmesidir. Varlık perdelerinden kurtulan kimseler bu birleşmenin nasıl olacağını bilirler ve buna güçleri yeter.





Şimdiye kadar söylediğim teveccüh seçtiğim yollardır. Pederim Mahmut Sahib kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bu değişik yolları mektûbatında zikretmiştir. Oraya da müracaat edilebilir.





Allah dilediği kimseyi hidayete erdirir.[77]





ESAD SAHİB





MÜRŞİDİN TEVECCÜHLERİ





(KUR'ÂN-I KERİM'İN HAKİKATLERİNDE TEVECCÜH)





Allah Teâlâ’yı Esma-i Hüsnâsı ile zikretmek, kalpteki tecellilere mâni olabilecek her türlü fazlalığı ve yaramazlığı atmaya ve onun nurlanmasına vesiledir. Fakat zikrullâhın kalbte meydana getirdiği bu huyların görünüşü sonunda, mutlaka şu veya bu makam veri­lir veya şu dereceye erişilir diyebilmek mümkün değildir. Meselâ, bir kimse Zat’ının ismi olan Allah ismi şerîfi ile zikret­meye devam etse veya nefy ü İsbat olan kelime-i tevhid (Lâ ilâhe illallah) ile zikir faaliyetini devam ettirse, bu yapılan zikirler, zikre­denin Allah Teâlâ yolunda bulunduğunu ifade etmekle beraber, mutlaka yukarı makam ve derecelere yükseleceğini göstermez. Fakat keli­me-i tevhid olan (Lâ ilâhe illallah) kelimesini (Muhammed ün Rasûlüllah) ilâvesi ile zenginleştirir. Allah İsmi şerifini Allah Teâlâ’nın Rasûlüne salâvat-ı şerife ile takviye ederse, daha yüce mertebelere yükselmek için, ihvan durumunu daha çok kuvvetlendirmiş olur. Zikir esnasında tarif edilen aralıklarla kelime-i tevhide (Lâ-ilâhe illallah kelamına) (Muhammed ün Rasûlüllah) lafzını ilâve etmek, göğüs kafesinin genişlemesine de vesile olur. Bu ifadenin ilâvesi ile meydana gelen mânevî tesir, Allah ismi ile zikirden sonra yapılacak salâvat-ı şerife ile takviyeden daha fazladır. Yukarıdan beri ifade edilen makamların hepsinde, tilâvet kaide­lerine uygun olarak okunan Kur’an-ı Kerim yükselişe vesiledir. İhvanın ulaştığı bütün makam ve mertebeler Kur’an-ı Kerim vasıtasıyladır.





Bir mürşid, sâlike ne zaman Kur'ân-ı Kerim'in hakikatinde teveccühte bulunursa, Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyasının çadırı altında, o teveccüh bereketiyle bir takım sırlar meydana çıkar. Ken­disine teveccühte bulunulan sâlik, misal âleminde, Kâbe’nin hakîkatini ve keyfiyyetini görür de tâ ki gördüğü bu hakikatten, Kur'ân-ı Kerim'in hakikatine erer. Mürşidin teveccühü neticesinde, sâlikte meydana gelen bu hal her şeyi muhit olan (kuşatan) Zat-ı Kibriya'nın sâliki kuşatmasının başlangıcıdır. Bu makâmda, sâlik üzerinde. Allah Teâlâ'nın her şeyi kuşatmasına benzer bir kuşatma meydana getir. Burada (Allah Teâlâ'nın kuşatması) sözünün kullanılmasından maksat, O'nun saltanatına nisbetle kulun sahasının darlığından kinayedir.





İşte bu makâmda sâlik Kurân-ı Kerîm'in Batınını, (içyüzünü- sırlarını) anlamaya başlar. Yine bu makâmda sâlik, Onun bir harfinin mânâsını bile denizler kadar coşkun ye engin bulur Ondaki bir harfin sırrının, insanı maksadının kâbesine kavuşturacak, kadar zengin olduğunu görür.





 Burada acâib bir nükte vardır. Bu nükte de: Kur'ân-ı Kerim'deki muhtelif kıssalar, birbirine benzemeyen muhtelif emirler ve yine bir­birine zıt görünüşte birtakım nehiyler; birtakım eşyanın sırlarının ve inceliklerinin bulunuşu, maddî ve manevî mânâda nur ve zulmetin gösterilmesi... Allah Teâlâ'nın hikmet ve kudretini sergileyen hi­taplardır.





Çeşitli kıssalar ve enbiya (aleyhimûsselâm) ait hayat hikâyeleri; cahil tabakanın bilgi ve görgüsünü artırmak ve insanların hidayetine vesile olacak, şerîat hükümleri ile irşad'da bulunmak içindir. Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'in ibaresini meydana getiren harflerin gizliliğinden acâib keyfiyetler, garip muameleler meydana gelmektedir. İnsan, Kur'ân-ı Kerim'i bu makâmda okudukça- hayretten hayrete düşer, her harfinde ayrı ayrı hikmet-parıltıları görür. O'nu okumaya devam edenlerin kalbi, O'nda mevcut olan kudsî sırlar sebebiyle kuvvet bulur.  





Kur'ân-ı Kerim'i okuyan kimsenin lisanı tıpkı meyve ağacı gibidir: Hatta bunu hakkıyla okuyan kimsenin bütün azaları lisan kesilir. Burada ilimler Kur'ân-ı Kerim'e nisbet edilmektedir. Bu nisbet her olgunluğun yüceliğe nisbetine benzer. Nitekim. Kâbe-i Muazzamanın hakikatinin, azamete nisbeti de-böyledir.





Allah Teâlâ'nın büyüklüğü, O büyüklüğün altında bulunanla­rın varlığına delâlet eder., Kur'ân-ı Kerim'in hakîkati mertebesinde Kur'ân-ı Kerim'e ait genişliğin ancak ufak bir parçası murakabe ve müşahede edile­bilir. Allah Teâlâ'nın Zât'ının kelâmı olan Kur'ân-ı Azimüşşan-ı hakkıyla murakabe mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerim'in hakikatleri makâmının feyiz kaynağı ve Vahdâniyyet heyetidir.





MÜRŞİDİN NAMAZ HAKİKATİ DAİRESİNDEN TEVECCÜHÜ





Kur'ân-ı Kerim'in hakikati dairesinde teveccühten sonra, mürşid-i Kâmil olan zât sâlike namazın hakîkati dairesinde teveccühte bulunur. Bu teveccüh buyrulan makâmda sâlik şerhi sadır'ın (gö­ğüs genişliğinin) olgunluğunu seyreder ve yaşar. Bu madamdan her şeyi müşahede etmek mümkün olmakla beraber; ancak Allah Teâ­lâ'nın Zât'ının görülmesi mümkün olamaz.  Zira Zât'ının, sırrını yine Zât'ı bilir.





Bu makâmda Allah Teâlâ'nın sonsuz iltifatına boğulmaktan ve O'nun katında yüceliklere ermekten daha açık bir iltifat olur mu ki, bu iltifatlar Kur'ân-ı Kerim'in hakikatlarından gelen nice iltifatlardan ancak bir tanesidir. Kâbe’nin hakîkatlerindeki iltifatlar da aynen böyledir.





Bu makâmda seyreden, kimseler Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ını değil, iltifatının çokluğunu ve tecellî sahasının genişliğini murakabe ederler.





Sâlik, namazla gelen tecellî hakikatlarından zevk almaya başlayınca edâ ettiği namazları hep bu zevk içinde yerine getirir, na­maz içerisinde dünya zevk ve düşüncelerinden tamamiyle kurtulur. İçini âhiret neş'esi kaplar. Sanki âhiret zevklerini görür ve yaşarcasına manevî hazla dolu bir hâlin içine girer. Kemdisinde bu durum hâsıl olan sâlik, iftitah tekbiri için ellerini kulaklarına doğru kaldırırken, iki cihana (dünya ye âhirete] ait her şeyden ellerini yıkamış olarak kaldırır. Allah Teâlâ’dan, başka her şeyi elinin arkası ile arka tarafa atar. Melik ve Celil olan Allah Teâlâ'nın huzuruna (Allahü Ekber) diyerek durur. Bu duruş esnasında huzuruna durduğu Yüceler Yü­cesi Allah Teâlâ'ya karşı hiçliğini, acizliğini, fakirliğini ye hakîrliğini gözü­nün önüne getirir. Nesi varsa o anda gerçek sevgili olan, huzurunda durduğu Allah Teâlâ'ya fedâ eder. Kur'an-ı Kerîm'i okumaya başlayınca, sanki Cenab-ı Hak yânında imiş de O'nunla konuşuyormuşcasına kendine dikkat eder. Okuyuşunu ve duruşunu bana göre tanzim eder. O esnada Kur'ân-ı Kerim'i okuyan dili, sanki Tûr-u Sina'da Allah Teâlâ ile mükâlemede bulunan Hazret-i.Musa aleyhisselâmın dilidir. Kur'ân-ı Kerim'i bu dikkat ve hassasiyet özerinde okumaya çalışır.  Kur'ân-ı Kerim'i okuyan kimsenin dilinin, bir nevî, Turu Sina'da Allah Teâlâ ile doğrudan mükâlemede bulunan Hazretti Musa aleyhisselâmın diline benzer





Sâlikkıraatten sonra rüküa eğildiği vakıtte huşûnun içine dalar. Bu noktada Allah Teâlâ’ya olan yakınlığın artması ile O'ndan başka her şeye veda eder, ayrılır, tesbîh dualarını (Sübhâne Rabbiyelâzîm) okumaya başlayınca, daha başka demlerle karşılaşır ve daha başka zevklerin içine dalar. Daha sonra nâil olduğu bunca iltifat karşısında, Allah Teâlâ’ya hamdve sena etmekten kendisini alamaz ve (Semiallâhü limen hamideh) diyerek basını yukarıya kaldırarak doğrulur. Yine Allah Teâlâ'nın huzurunda saygıyla durur. Rükûdan sonraki doğrulmanın sırrı ve hikmeti ise, sâlik namaz esnasında kıyamdan secdeye gi­derken Allah Teâlâ'nın azameti karşısında nefsini yerlere atarak, küçülme ve tevâzuun ve boynu büküklüğün zirvesine ulaşmış olmasıdır.





Kul, secde esnasında aldığı zevki başka hangi ibadetinden ala­bilir? Akıl, secdenin yüceliğini ve kutsallığını idrakten âcizdir. De­nilebilir ki: Secde namazın özü ye hülâsasıdır., Bu hususa Kur'ân-ı Kerim'den şu âyet-i kerîme ile İşaret olunmuştur;      





 “Ey doğru yolda olan! Sakın ona (Ebû Cehil’e) uyma. Sen secde et ve Rabbine yaklaş,”[78]                                                             





Bu hususta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de bir hadîsi şeriflerinde şöyle bu­yuruyor:





“Secde eden kimse, yaptığı secdeyi (sanki) AllahTeâlâ’nın ayaklarına yapar.” [79]





Sâlik, secdesinde maksadına ermenin zevki içinde bulunur. Bun­dan sonra da (Allah'ü Ekber) diyerek başını secdeden kaldırır. Burada okunan (Allah'ü Ekber) lafzı, ibâdete lây'ık O’ndan büyük ilâh bulunmadığının ifadesidir. O'na hakkıyla ibâdet etmek mümkün değildir. O kuluna, kulunun O'na ve bizzat kendisine olan yakınlığından daha yakındır. İki secde arasındaki oturuşta, sâlikin O'ndan bağış­lanmasını dilemesi, O'na hakkıyla kulluk edememenin ve gereği gibi yakın olamamanın eziklik ve eksikliğinden dolayıdır. Bundan, sonra yakınlığını dileyerek kul ikinci secdeye varır. Burada da teşbihlerini ve temennilerini tamamladıktan sonra, tahiyyat için oturur. Kendi­sine, namaz gibi yakınlığına vesile olan bir iltifatı layık gördüğü için, O'na ve ikramına şükür ve teahiyyeleri okur. Arkasından da kendisine ve habîbine olan imânına karşı iki şehâdet getirir. Böyle bir iltifata nâiliyyet ve yakınlığının devletine lâyık görülmek, tevhîd ve şehâdet kelimeleri ile tasdik etmeden huzurundan ayrılmamayı icab ettir­mektedir. Habibi Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem üzerine salât ve selâm oku­maya gelince: Bütün bu nimet ve iltifatlara kul, Habîbinin vasıtasıy­la sahib olduğu İçindir. (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bağlı olmayan kimsenin Allah Teâlâ'ya bağlanabilmesi, Habibine uyamayan kimsenin Allah Teâlâ'ya uyması mümkün değildir. Allah Teâlâ'ya giden kulluk yolu Efendimize ümmetlîk yolundan geçer.)





Allah Teâlâ namazı İbrahimiyyet makâmı olarak seçtiği için, Rasûlüne getirilen salât ve selâm da Haliline (Hz. İbrahim aleyhisselâma) de salât ve selâm getirilmektedir. Zira namazda gerçek sevgili olan Allah Teâlâ ile halvet olma hali vardır. Ayrıca Halîlinin saltanat makâmı olan namazda Allah Teâlâ'ya niyaz vardır, O'nunla başbaşa sohbet var­dır, kaynaşma ve sevgi vardır. Habibine de ayrıca salât ve selâm okurken, Halili ile kendi arasındaki dostluktan nasib istenir. Öyle dostluğa lâyık olma temenni ve niyaz edilir. Hami gibi gözde olmak için yalvarılır. Gerçekten de namazı dosdoğru kılan kimse Allah'ın gözdesi olur.





Ey sâlik                                                             ,





Bilmiş ol ki: Sâlik namazını sünnet ve edeplerine riâyet ederek eda eder. Hakkıyla eda edilen namazda, namazı kılan kimse kıyam­da iken secde edeceği yere, rükü'da ayaklarının üzerine, secdede burnunun iki yan taraflarına, oturuş halinde kucağına ve uylukla­rının üzerine bakar. Diğer edep ve rükünlerin hepsine de böylece riâyet eder.





Namaza âit ne kadar hakikat varsa, hepsini de açıklamak lâ­zımdır. Huzuru te'min ve dikkatleri bir araya toplamak için, teveccühle birlikte gözleri de yummak zikir; rabıta ve murakabe esnasında gerekli olduğu halde, namaz kılarken gözlerin yumulması caiz değildir. Latifelerin huzura kavuşması için icap edeni yapmak lâzımdır. Fakat rûhânî bir tecellî, için göz kapamaya da mutlak ihtiyaç bulunduğu söylenemez. Namazda yalnız latifeler değil, bütün azaların huzur ve sükûna kavuşması lâzımdır: Öyleyse azaların huzuru, gözü yummakla değil, namaz içerisindeki edep ve sünnetlere riâyet etmekle temin edilir. Tasavvuf ehlinden bazıları (huzuru temin ve dikkatleri toplamak için —namazda bile bile— gözün kapanması faydalıdır demişlerse de bu doğru değildir.





Hülâsa namaz içerisinde gözleri yummak bid'âttir. Kur'ân-ı Kerîmi namaz içerisinde dinlerken de durum böyledir. Eğer O'nu güzel sesli bir okuyucudan dinlerseniz velayete mahsus huzur, tecellî ve cezbe halleri meydana gelir. Eğer tecvid kaidelerine hakkıyla uyarak okuyan ve fakat sesi güzel olmayan bir okuyucudan dinlerseniz yine Kur'ân-ı Kerim'e âit olan manevî hakikatler ortaya çıkar. Hakkıyla, eda edilen bir namazın ise kalp ile ilgisi olduğu kadar, velayete mahsus bulunan hallerle de ilgisi vardır,





Kur'ân-ı Kerim, harflerin çıkış yerlerine riâyet edilerek ve tecvid kaidelerine uygun bir biçimdede okunursa (isterse okuyucunun sesi yeterince güzel olmasın) okuyan ve dinleyen kimselerin birtakım hakîkatilara mazhar olmalarına vesîledir.





MÜRŞİDİN SIRF MUKADDES MA’BUDİYET





DAİRESİNDEN TEVECCÜHÜ





Mürşidi Kâmilin (Sâlike) namaz dairesinde teveccühünden son­ra, bu sefer de teveccühünü Sırf Mukaddes Ma’budiyet mertebesi­ne çevirir. Bu makâm öyle yüce bir makâmdır ki burada Sâlikin ayaklarının bağı çözülür; Makâmın zirvesinde aczin doruğuna çıkar."Yine bu makâmda sâlikin seyri(manevî yolculuğu) sona erer. Sâlik burada kulluk makâmlarını bir bir dolaşır. Bu makâmın yolcu­luğu görerek meydana gelir. Ne zaman mürid bu mâkamda Sâlike yönelişte bulunursa; bu yönelişle sâlik kendi nefsini görür. Sâlikin nefsini gördüğü yer çok yü­ce, çok nurlu bir makâmdır. Ne zaman nefsinin bulunduğu o yüce ve nurlu makâma seyretmek (gitmek) İstese, bir türlü gidemez: Netice­de anlar ki bu makâm gidebilmesi mümkün olmayan Sırf Mukaddes Ma’budiyet (kulluk) makâmıdır, Bu makâmda yolculuk ancak nazarla (bak­makla) yapılabilmektedir, O nazaar ki sâlik onunla seyrine açık olan istediği yere bakar. Bu makâmda (Lâmâ'bûde illallah) mübarek kelimesinin sırrı or­taya çıkar. Bundan anlaşılmaktadır ki, Allah Teâlâ’dan baş­ka kulluk yapmaya lâyık ve müstahak bir ilâh mevcut değildir. Nasıl olur da mahlûk, Hâlik yerine geçebilir? Bu makâmda seyreden kim­sede şirkten eser kalmaz. Kulluk ile İlâhlık, bu makâmda birbirinden ayrılır da kulluk ve ibadete yegâne lâyık olan Allah Teâlâ'ya, sırf ibadete lâyık ve müstahak ilâh olduğu için yapılır.





HAKAİKİ ENBİYAİYYE





(Nebilerin hepsine dair müşterek hakikatler)





Bütün nebilere âit hakikatler Hz. İbrahim, Hz. Musâ, Hz. Muhammed ve Hz. Ahmed aleyhisselâm [80] ile ilgili hakîkatlardan ibarettir.





İlâhî hakîkatlarda yükselebilme, sâlikin faziletinin derecesine bağlıdır. Nebilere âit hakikatlarda yükselebilme ise sâ­likin muhabbetinin derecesine göredir.





Ne zaman mürşid sâlike İbrâhimî hakikat dairesinden teveccühte bulunursa, sâlik bu dairede zatî olan murakabeyi yapmalıdır. Zira zatî olan murakabe İbrahimî hakîkatların kaynağıdır. Bu dairede yapılan mürakabede, mürşidin teveccühünün bereketi ile sâlike bü­yük sırlar ve mühim gerçekler ikram edilir. Bundan sonra da Allah Teâlâ'nın dostluğundan ibaret olan bu makâmın tecellîler sâliki nu­ra boğar. Yine bu makâmda Allah Teâlâ ile kul orasında husûsî surette bir dostluk ve yine O'nun dostluğu ile beraber, husûsî halvetler mey­dana gelir. Bu makâmda meydana gelen tecellî tezahürleri ve daha bir takım hususiyetler, başka makâmlarda görülmemekte ve kaza­nılan lütuflar da başka makâmlarda kazanılmamaktadır. Yine bu makâmda sıfat'a âit mahbûbiyyet meydana gelmekle, Hakîkatı Muhammediyye ve Hakikati Ahmediyye makâmında ise zatî olan sevgililik ortaya çıkmaktadır. (Allah Teâlâ Hazretleri Zâtına mahsus olan tecellîlerini sevdiği gibi sıfatına âit olan tecellîleri de sever) demektir.





Birinci kısma Haki­kati Muhammediyye ve Hakikati Ahmediyye denilir.





İkinci kısım ise, her ne kadar Hakikati ibrahimiyye kısmına girerse de, Haliliyyet (dostluk) İsmi bu kısımdan meydana gelmiştir. Bu makâmda sâlike Allah Teâlâ'nın Zâtı ile beraberlik ünsiyyeti ve muhabbeti hâsıl olur. O'nun Zât-ı ile ünsiyyet ve muhabbete nail olan kimse, yine onun Zât'ından başkasına yönelmez. Salikin O'nun sıfatından esmâsından veya mürşidi kâmilin himmetinden beklediği tecellî ziya­retleri bile Olsa...





Yine o kimse için O'ndan (Allah Teâlâ’dan) başkasından yar­dım istemek, O'ndan başkasına sığınmak ve O'ndan başkasından bir şeyler beklemek doğru olmaz. İsterse bu isteyeceği şeyler bir­takım mukaddes varlıkların ruhları ve hatta melâikeler olsun.Bu makâmda sâlikin ilerlemesi için en müsâit olan şey İbrahimiyyete mahsûs bulunan salâvatı şerifeleri çok çok okumakladır.





KÂMİL MÜRŞİDİN SIRF ZATÎ MAHBUBİYYET DAİRESİNDE TEVECCÜHÜ





Kâmil mürşidin sırf mukaddes mâbüdiyyet mertebesi dairesin­de teveccühünden ve neticelerinin izahından sonra, yine kâmil olan mürşid Sırf Zâti olan sevgi dairesinde teveccühte bulunur da, bu dairede seyreden sâlike, zatî olan murakabe emir ve tavsiye edilir.





Bu daire, Mûsâviyyat hakikatinin kaynağıdır. Ayrıca: Zatî olan, Zâtına mahsus sevginin kaynağı bu­lunmaktadır. Bu makâmın keyfiyeti tam bir kuvvet ve iktidara birlikte; sâlike ikram edilmiş bulunmasıdır.  Hakk Teâlâ’nın Zât'ının ecrine itaat ve icâbeti bu makâmda ortaya çıkar, Hakikat-ı Mûsâvîyye işte bu dostluktan ibarettir.





Musâ aleyhisselâma olan dostluğun isbatından bahseden bazı ta­savvuf büyüklerine gelince: Onlar diyorlar ki; Eğer sâlikin muhab­betten maksadı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan muhabbet ise, bu kimsenin muhabbeti, O'nun dostluğundan meydana gelmektedir.





Gerek nübüvvet, gerek risâlet, gerekse ülûl Azîm velayetleri mertebeleri dostluk olmadan kazanılmaz.  Büyük nebilerin hepsi, Allah Teâlâ'ya dost olmuş ye sevilmiş kimselerdir. Onların yolları dostluk yolu olup, bu tâbir maksadımıza uymayan bir ifâde değildir. Muhakkak ki, Hakîkati Musâviyyenin de hakîkati Hakikati Ahmediyye makâmında, Zât'ı Ulûhiyyetine mahsus bulunan mahbûbiyyetten ibarettir.





Bu husus üzerinde durulmalı Ve düşünülmelidir.. Bu makâmda husûsî bir durum ortaya çıkmakladır. Kendi ihtiyarı ve dilemesi ol­madan Musâ aleyhisselâmın dilinden şu ibâre aynen ifade edilmektedir:





Ey benim Rabbim! Kendîn göster de Sana (doya doya) ba­kayım.”[81]





Buradaki dostluğun hususiliği mahbûbiyyet makâmında cere­yan etmiş olmasından dolayıdır. Yine burada hayret edilecek diğer bir hususta Zât'ı Uluhiyyetine mahsus olan muhabbetin bu makâmda meydana gelmesiyle, varlığı zât'ı Ulûhiyyetinden olan mu­habbet için kimseye muhtaç bulunmamasıdır. Bu durum ise iki zıddın bir araya gelmesi gibi bir şeydir. Zira Allah Teâlâ hem yarattıklarından hiç bir şeye ve hiç bir kimseye muhtaç de­ğildir. Hem de kaynağı Zât'ı ülûhiyyeti olan muhabbeti, enbiya ve kullarından muhabbetin aldığı kimseler ile karşılıklı olarak alış veriş halindedir.





Bazı yerde Musâ aleyhisselâmdan sadir olan ve Zât'ı ülûhiyyeti ile Musâ aleyhisselâm arasındaki muhabbete delâlet eden ifadelerin, sırrı, böylece bilinir ve anlaşılır hale gelmektedir. Meselâ bu hususta Kur'ân-ı
Kerîm' de:





“Bu ancak Sen'in bir imtihanındır”  [82] buyurulmakta ve yine Kur'âm Kerîm'de:





“.. beni öldürmelerinde korkuyorum”[83] buyrularak, Musâ aleyhisselâmın dostuna sığınışı dile getirilmektedir. Şu, salâvatı şerîfe, bu makâmda bir yükselme vesîlesidir.





(Allahümme sali alâ Muhammedin ve alâ âlîhı ve eshabihî ve âla cémîlenbiya-i velmûrselîn)





MÜRŞİDİN HAKİKATLER HAKİKATİ OLAN





HAKİKATİ MUHAMMEDİYE DAİRESİNDE





TEVECCÜHÜ





Cenab-ı Hakk'ın Zatî dostlusunun görünmesinden sonra, kâmil mürşid olan zat hakikatlerin hakikati dairesinde teveccühte bulu­nur. Bu daire, Hakikati Muhammediyye dairesidir. Bu makâmda Zatî murakabe ile emr'e gelince; Habîbinin zatî varlığı, ken­di Zatî varlığının sevgilisi olup, o'nu kendisine dost kabul etme­sinden dolayıdır.





Hakikati Muhammediyyenin kaynağına gelince: Dostlukla beraber, o dostluğa uyumluluğun sâlikte meydana gelmiş bulunması­dır. Şu makâmda iki ayrı hâlin bir arada meydana gelişi, hakikati Muhammediyye için husûsî bir durumdur. Bu meseleyi yazı ile isabetli bir şekilde anlatabilmek mümkün değildir. Bu makâmın tecellîsinin şereflisi olan zât için, mukaddes bir derece olan bu makâmda gerek fena ve gerekse baka hali hâsıl olur ve husûsî olarak bu makâmda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile beraber olması ve birleş­mesi kolay hâle gelir. Yine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tabî olmakla, sâlik bu mertebeye; (Hakikati Muhammediyye mertebesine) vâsıl olur. Muhabbetin dışa taşan sırlarından fitneye sebep olacak lâfızların sırları bü makâmın teveccühüne eren kimseye keşfolur. Yine bu makâmda bazı tasavvuf büyüklerinin muhabbetle ilgili halleri dikkati çeker. O dikkati çeken hâlin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile beraberliğe ve ne­ticenin tek sevgiliye âit ye dönüşü bulunduğuna yine neticede şâhid olunur. Muhabbet (sevgi) lerin hepsi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin muhabbeti (sevgisi) ile meydana gelir. Bütün muhabbetlerin kaynağı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hakikatidir. Bütün bu anlatılanlardan sonra, tarikatın imâmı ikinci bin yılın yenileyecisi, Ahmed Farûkî-ı Serdendi kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin şu sözü daha İyi anlaşılabilmekledir.





“Ben Allah Teâlâ'yı Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Rabbi olduğu için çok seviyorum.” Bu ifâdelerde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme benzemenin ve O'na mensup olmanın isabeti işaret edilmektedir. Gerçekten de (az olsun, çok olsun; dünyaya âit otsun, âhirete mahsus olunsun), bütün işlerde, bilhassa Kitap ve Sünnet ile emel hususunda, her ikisinden de kuvvet bulmak için, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme hakkıyla uymak ve bağlanmak lâzımdır.





Ey sâlik, bu hususta gözünü iyice açmalısın.





MÜRŞİD-İ KÂMİLİN AHMEDİYYE DAİRESİNDE SÂLİKE TEVECCÜHÜ





Mürşid-i kâmil, hakikati Muhammediyye dairesinden sonra, hakîkat-i Ahmediyye dairesinde teveccühte bulunur da, yine zatî olan murakabe ile emreder. Çünkü o zât, O'nun Zât'ının ve menşeinin mahbûbudur. Bu dairede bir takım nurların parıltıları ile beraber yüce bir nisbet hâsıl olur. Bu nisbet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Bu dairenin içerisinde de bir takım sırlar vardır. Bu makâmda, sâlikte zatî olan mahbûbiyyet gelişir. Nitekim sıfata mahsus olan mahbûbiyyetin inkişafının dostlukta olduğu gibi





Zât'a; mahsus bulunan mahbûbiyyetin manasına gelince: Mah­cubun sıfatındaki güzelliğe rağmen, onun manevî şahsiyyeti olan Zât'ına âit mahbûbiyyettir. Bu durumun hali, haz ve dostluktan mey­dana gelen neş'e gibi şeylerden ibarettir. Gerek neş'e, gerekse haz muhabbet icabı meydana gelen hallerdir.





Aşkın icâbından olan bir şey, muhabbetin de îcâbındandır. Bu makama münasip olan salâvatı şerîfenin okunması sâlikin terakki (yükselme) sine vesile olur:





“Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihli ve eshabihi efzalü salâvatüke adede, malûmatîke ve bârik veselllim.”





SIRF (CENAB-I HAKKIN) ZÂT'(IN)A MAHSUS OLAN MUHABBET





Kâmil mürşidin, sâlik (mürid)e Hakikati Âhmediyye dairesinde teveccühünden sonra, sırf zâtî olan muhabbet dâhilinde tevec­cüh eder, Bu makâmda, sırf zatî olan sevginin murakabesini emre­der. Yine bu makâmda nisbeti bâtihiyye (gizli), maddî renklerden ayrılış ve filce yüce kemâlât sırlarının görünüşleri meydana çıkar. Bu mertebe, aynî olmayan Mutlak Hazret'e daha yakındır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme âit olan makâmlardan bazıları ile diğer enbiya-i izâma (Aleyhimüsselâm) âit olan hakikatler bu makâmlarda tesbit ve zapt edilememiştir.





İmâmn Rabbanî'ye göre, mânânın, evvelî aynî olmayan Mutlak Hazrete katılan mânâdır ki, o da muhabbetin teayyünüdür. Mücedidid bu birinci teayyûnü, hakîkatî Muhammediyye (sallallâhü aleyhi ve sellem) içinde ifâde etmiştir.





KÂMİL MÜRŞİDİN SÂLİKE LATEAYYÜN





MERTEBESİ DAİRESİNDE TEVECCÜHÜ





Mürşid-i kâmilin sâlike sırf zâti olan dostluğa yönelişinden sonra, bu defa da Lâteayyün mertebesi dâhilinde teveccühte bulu­nur. Bu makâm da, yine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin makâmlarından birisidir. Bu makâmın seyri, devamlı yolculuk değil, seyr-i nazarîdir. Fakat bu makâmın yokluğunda nazar ne tarafa olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme mahsus olan bu nazarı (olan manevî yolculuğun) yön ve he­defini yine kendisinden başka kim bilebilir.  





MÜRŞİD-İ KÂMİLİN SALİK (MÜRÎD)E SEYFİ KAT’İ DAİRESİNDE TEVECCÜHÜ





Kâmil, mürşidinin sâlike, Lâteayyün makâmında gözükmesinden sonra, bu sefer de Seyfi katı makâmı dairesinde yönetişte bulunur.





Ey sâlik!





Bilmiş ol ki: Bu seyfî kâtı makâmı, velayeti kubra makâmının hizasında bulunmaktadır. Bu makâma Seyfi Kâtî denilmesinin sebebine gelince Sâlik ayağını bu makâma basınca, keskin bir kılıçla keser gibi varlığını keserek, manasından ayırır ve vücudunun manasından arta kalan kısmını yok eder. Yalnız vücuda âit olan isim ile eser kalır, işte bunun içindir ki bu makâma Seyf-i Kat’i makâmı denilmiştir.





MÜRŞİD-I KÂMİLİN SALİK (MÜRİD) E KAYYUMÎYYEÎ MAKÂMINDA TEVECCÜHÜ





Kâmil mürşidin sâlike Seyfi Kat’ı mertebesi dairesinde teveccü­hünden sonra, bu defa da Kayyûmiyyet makâmında yönelişte bulunur. Kayyûmiyyet makâmı ise, Ülûl Azim (Enbiyanın) kemâlâtı dairesinde meydâna gelmektedir. Bu makâmın sırrına gelin­ce:





Kayyûmiyyet makâmı; Ülül Azim derecesinde bulunan nebilere âit bir saltanat mertebesidir, Allah Teâlâ bu saltanatın mirasını, bu ümmet içerisinde yalnız, ikinci bin yılının yenileyicisi, Ahmed Farûkî-ı Serhendi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretlerine. O'nun mânevi evlât ve halifelerine, husûsî surette vermiş bulunmaktadır. Nitekim büyük Mürşid Abdullah Dehlevî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri bu makâma erişmiş kimselerdendi. Zamanının manevî hizmetçisi ve kutbu idi. Her kime ki, Allah Teâlâ bu kayyûmiyyet saltanatının makâmını ikram ederse, o kimseye bir mürşidin tevec­cühünün vasıta olmasına ihtiyaç katmaz, kayyûmiyyet makâmına âit bulunan sırlar ve haller, Allah Teâlâ ile bu makâma erişen zât arasında vasıtasız olarak alınır ve verilir. Bu makâmın hallerini ve sırlarını dil ile anlatmaya kalkışmak doğru olmaz,





Bu yüce daireden husûsî surette feyiz alma şerefine nail olan zât'ın derecesinin yüceliğini anlatabilme hususunda akıl yeterli ola­mamaktadır.





MÜRŞİD-İ KÂMİLİN SÂLİKE ORUCUN HAKİKATİ MAKÂMINDA TEVECCÜHÜ





Kâmil mürşidin sâlike Kayyumiyyet dairesinde görünmesinden sonra, bu sefer de orucun hakikati dairesinde teveccühte bulunur. O oruç hakikati ki, manevî mertebesi, Kur'ân-ı Kerim mertebesi hizasındadır. Kâmil mürşid sâlike merhamet ve himmet ederek, oruç makâmından teveccühte bulununca, ölçü ile ifâde edilemeyecek kadar küçük, zerre misâli, merhamet ve himmet sâlik için kifayet eder.





Bu yüce hakikatin eserleri, nurları, acaib görünüşleri ve halleri aklın sınırlarını aşmaktadır. Bu makâma eren sâlikte hususi bir yok­luk meydana gelir ve husûsî bir samediyyet makâmı zahir olur. Gene bu makâmda sâlikte erişilmesi çok güç olan manevî zevkler meydana gelmiş, bu makâmın seyrinde olanlar, dibi bulunamaz de­rinlikte denize dalmışlar, açıklanabilmesi ve anlatılması mümkün olmayan sırların sahibi olmalarıdır.





İşte bu anlatılanlar, yüce tarikat makâmlarındaki manevî yolcu­luğa dâir izahlardır. Allah Teâlâ Hazretleri nihayetsiz lütuf ve ke­remi île bu yolda sadakat gösterenleri, bahsi edilen derece ve makâmlarla şereflendirsin. Bir kimse ömrünün tamamını böyle bir lütuf ve ihsana nail olduğundan, dolayı şükretmekle tüketse ve nef­sinin tamamını bu yolda harcasa varlığını, şan ve şerefini, toprak gibi hor hakîr kılarak ayaklar altına verse, yine de bu lütfün şük­rünü hakkıyla edâ etmiş olamaz. Ancak binlerce insandan birisidir ki, lütuf ve kerem sahibi olan Allah Teâlâ'nın yardımı ile şükrünü edaya muvaffak olur. Yoksa insanoğlunun vücudundaki her kıtın ayrı ayrı dili olsa da, hepsi birden kendisine ikram edilen lütufların şükrünü edaya çalışsa, belki Allah Teâlâ'nın sonsuz nimet ve il­tifatından ancak birisinin şükrünü edaya muvaffak olabilir. Gerçek olan bundan başkası değildir.





El eman, el eman, el eman... (Allah Teâlâ’m. Her hususta Sana gü­veniyor ve sana sığınıyorum.)





Senden hakikî iman ve hakkiyle iman etme gücü istiyorum.





Ey Aziz, Lâtif ve çok acıyan Yüceler Yücesi Rabbim! Rahman ismi şerifinle isimlenen Rahman sûresi hürmetine (dualarımızı ka­bul eyle.)





Sonsuz Rahmetin ve sayısız nimetinden dolayı şükür ve minnetin tamamı ve devamı sana'dır. Gerek gizli, gerekse açıktan ve lâyık surette yapılan bilcümle salât ve selâm yaratılmışların en değerlisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olsun.





Amîn, Yâ Muin, bi hurmeti Seyyidil mürselin...[84]





NİSBET-İ HIFZIN KEYFİYETİ





Nisbetin hıfzı, Nakşibendîlikte büyük şart olmasının se­bebi şudur:





Nisbetin manası, mürşidin müritten aldığı ahid ve tâlim eylediği zikr ve ubûdiyyetten ibarettir. Bu manaca nisbet, tarîkatın aynîsidir. İhvan bu nisbeti hızf etmezse, tarîkatı hıfz etme­miş olur. Tarîkatı hıfz etmeyen ise, tard olunur. Bu veçhile Allah Teâlâ’ya yakın olamaz.





“Fikrini zikre, zikrini kalbe, kalbini de mürşide ayna yapıp, Hakka rapt edesin ki, bu şekilde varlığını verip, intisap sahibi olasın”





Mürid, mürşid ile yaptığı ahd ü misakın ve öğrendiği zikir ve ibadet âdabının icaplarını yerine getirmekte sebat edecek ve bu âdâb ve ibadetlere tamamen alışıp, mânevi haz duymuş olacaktır. İhvan vazifesinden en küçük bir hususu terk etmeyecek ve mürşid tarafından kendisine verilen derse hiç bir şeyi ziyade kılmayacak ve mürşidi her hâl u kârda kendi­sine kılavuz bilecek, aynı zamanda her türlü feyz ve fütuhatın mürşid vasıtasıyla olabileceğine inanacaktır. Eğer ihvan, mürşidden aldığı bir emri terk ederse ahdini bozmuş, sözünden dönmüş ve dalâlete düşmüş olur.  O takdirde mürid, mürşide karşı özür dileyecek ve yeniden ahd ü misak edecek ve nisbeti yenileyecektir.





“Sâlik başlangıçta inancını tam teslimiyetle bir pîre teslim edip her emrine itaat ve hizmet ve ihtimam ile çalışırsa yolu Hakk’a gider. Lâkin otuz, kırk günde pîrim himmetiyle irşâd olurum deyip azm ile zikri ve fikir ile çalışır ve gönlü acele ile Hakk’tan tecellî-i cemâl ümit eder. Lâkin istediği gibi, nefsin muradı hâsıl olmayıp zamanla zikr ve fikrini terk eder, sonra şeyhine gücenip birkaç gün bu hâle sabır edemeyip şeyhin mahremle­rine ve hadimlerine şeyhten şikâyet ettikte, o -azîze onun şikâyetinden haber ver­diklerinde tebessüm edip cevap vermez. Sonra bir zaman geçtikten sonra şeyhinden yüz döndürüp ahbaplarına, akrabasına ve akranına söyler ki,





“Bizim şeyhimizi ben tasarruf sahibi bir mürşid-i kâmil zannederdim. Lâkin zannım gibi değil imiş. Bende bu ilim, fazilet ve ciddi çalışma, amel ve kabiliyet var iken, beni terbiye edip insân-ı kâmil edemedi. Şimdi bildim ve anladım ki, onlar dahi benim gibi âciz ve zayıf imiş. Abes yere zAhmed verip gönlümüze ağırlık verdiler” dedikte, onun küstahlığına nazar etmeyip yine onun ıslâhına hüsn-i teveccüh olurlar. Bu esnada o mürit, şeyhi ziyaretine vardıkta, onun bu makama uğradığını bildiğinden dolayı lutf ile muamele edip nasihat ile rıza makamına delil olup Hakk yoluna rağbet ettirip ve bazı hizmet teklif edip onu imtihan eder. Ama o sâlik kulağına girmeyip nasihati kabul etmez ve hizmetini görüp rızasında bulunmaz. Huzurunda ve arkasından küstahlık edip şeyhe itiraz ve atma tutma yapıp aklî deliller ve naklî ile -azîzi töhmet altında bırakmaya çalışır. O, onun hâlini ilhâm-ı rabbaniyle bildikte, Hakk’ın izni ile onun terbiyesinden fariğ olup gönlünden çıkarıp nefret eder. O sâlik meclisten gidip evvelki fitne ve fesadına koşarak nefsine tâbi olup gider.





 “Saadet sahibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin or­taya çıkışında, Ashâb-ı Kiram Hazretleri radiyallahü anhüm bir­likleri tam ve noksansız idi. Ama nübüvvet kemâl buldukça hepsinde kalplere kabiliyetler geldi. Birbirine rekabet lâzım geldi. Aralarında neler neler oldu. Siyer kitaplarında bunlar yazılıdır. Okuyanlar durumu bilirler. Üç ve belki de dörtte biri aynî mü­min. Diğerleri münafıklığa düştüler. Benzetme olma­sın da, bizim de bugünkü hâlimiz böyle. Her gün fu­kara (dervişler) arasında uydurma, düzme ve yalan sözler zuhur etmektedir ki, işiten hayrette kalır. Hâlâ içimde gizli olan, tekkede olanların hepsini def edip, dışarıdan görevle bir imam ve müezzin tedarik ede­rek ve avam şeklinde bir hizmetkâr bulmak. Hakkı arayanlar da, rüyası ve derdi olduğunda gelsin; ha­berini alsın; gitsin. Başka çaresini bulamadım. Kime gönül bağlıyayım?”





“Ne hâldir bilinmez.  Zamane müridleri kendi hâllerini ve gayretlerini bilmeyip, mürid iken mürşid gibi davranırlar, batınî ve mânevî zevkimiz yok derler. Subhânallah! Hastasın; hastalık sıfatı, illetle mey­dana gelir. Hastalık olmasa, hasta olma hâli nasıl be­lirirdi? Behey deli! Akıllıyım dersin, mürşidin işle­rine tarizde, itirazlarda bulunursun. Ya Hazret-i Allah Teâlâ’dan utanıp, evliyâullahtan hayâ etmez misin? Halife-i zatî, işinde kimseye bağlı değildir. Doğru yan­lış sorulmaz. O’nun işi zâtını ilgilendirir. Soru ve cevap kendisinden kendinedir. Çünkü mürîd oldun. İhtiyarî ölüm tahsil et. Bu suretle nefsini bilip, sıddık sıfatıyla nitelenmiş ol. Yoksa mecâzî hayatta ne yola çıkarsın, behey gafil. Adın Ahmed, Mehmed; Musta­fa diye onurlanırsın. İşin ise, gafil işi. Utanmaz mısın? Gaflet sahiplerinin yanında ne söylersin? Onlar hayrı şerri bilmezler, ihtiyarî ölüm (Ölmeden evvel ölünüz hadis-i şerifine işaret ediyor.) sahibi olup, bu mecâzî varlıktan kurtulup, gafletten uyanmamışlardır. Uy­kuda konuşan, sayıklar. Onun sözüne itibar olunur mu? Uyanık (kalıp gözü açık) olanlar, saçma sapan söz­ler söyleyenlere gülerler. Uyanıklık kılığına bürün­müşsün. Hakikâten uyanık olanlara merhamet etmez misin? Bu halini ârif-i billâh olanlar görüp: “Taş atan bizden, attıran bizden değil” demişler.”










[1] Makamına göre ihvanın hangi makam ve nebinin tahtı kademinde (kontrolünde) ise, oradan feyiz talebinde bulunur. 15 veya 20 dakika kadardır. Feyz talebini şeyhe râbıta ile yapar





[2] Makama göre ileriki derslerde Hz. İsa aleyhisselam, Hz. Musa aleyhisselam, Hz. Nuh aleyhisselam, Hz. İbrahim aleyhisselam





[3] Sol ayak dik tutulur; (yâni topuk yukarıda, parmak uçları ise, yerdedir.) sağ ayağın parmak uçları da köprü gibi duran sol bacağın altından biraz dışarı çıkarılır. Eller namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde bulundurulur.





[4]  Muhammed Hikmet Efendi, Marifet-i İlahiyye Tarîkat-ı Aliyye, İst, s. 57





[5] İhvan mahviyette olması gerekli olduğu için tesbihini dışarıdan kimsenin görmeyeceği şekilde saklı tutması için en uygun olanı dizleri arasında bir elide üstünde kapalı olması daha uygundur. Efendi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin ihvanı bu yolu tercih etmiştir.





[6] Hacı Osman Üsküdarî Nakşibendî Efendi,Tarîkat Risalesi trc, İsmail Hakkı Altuntaş





[7] En’am, 103





[8] Bedeni saymayanlarda vardır. Fakat zikr-i sultan beden ile yapıldığı için bedenin de letâiften sayılması uygundur.





[9] Bu kısımdan sonraki yerlerde (RAHMİ Serin, Veliler Ve Tarîkatlerde Ûsul, İst. S.285-298; YAŞAR, Ahmed, Çam Kozalağındaki Sır, İst.1999, s.329-367) faydalanılarak yazılmıştır.





[10] Kalbe yönelerek ve Allah Teâlâ’nın yüce zatına teveccüh ederek ve hatırına bir şey getirmeyerek ve doğru telaffuzla zikrin manasını düşünmek, zikr ve bâz-geşt (senin zât-ı pâkinden başka hiç maksûdum yoktur) manâsını veyâ “Ey Allah’ım! Benim maksudum sensin ve senin rızandır” manasını düşünmelidir. Bu esnada kendi yokluğunu Allah Teâlâ’nın zâti pâki ile düşünmelidir.





[11] Bu nurların renklerinde ihtilaf vardır. Mesela “kal­bin nuru kırmızı, ruhun nuru sarı, sırrın nuru beyaz, hafinin nuru yeşil, ahfânın nuru siyah ve bazen beyaz, ümmi dimağda zuhur eden sultan-ı zikir, nefs-i natıkanın nuru mavi olur.” Bu da gösteriyor ki, insanın meşreplerine göre sınıflandırılma ve değişim vardır.





Adetler izafidir. Her mürşidin usülünde sayılar değişir artar veya azalabilir.Bazı büyükler bu sayılarda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünneti takip etmek daha uygundur, demişlerdir.





[12] (Kasas, 88)





[13]  Burada geçen (kâdem-i şerif) ayaklardan mak­sat sünnet ve tarikattır.





[14] (Şura,11) 





[15] (Kalem, 4)





[16]  Zira tarîkat ehli, kelime-i tevhide üç mana verdiler: Acemi için “Lâ mabude illa’llah,” orta halli için: “Lâ maksûde illa’llah” ve gelişmişler için: “Lâ mevcude illa’llah”dır. Bu makama, lâ mak­sûde illa’llah manası münasip olup, zikirde bu manayı mülâha­za etmek lâzımdır ve mülâhazaya ziyade ihtimam etmelidir. Zira ihvânda mülâhaza olmazsa fayda yoktur. Belki zarar var­dır. Zira ekseri zâkirlerin perişan olup, maksûda vâsıl olma­dıkları, zikri, gaflet üzere etmelerindendir.





[17] Muhammed b. Abdullah Hani, Âdâb, trc. Ali Hüsrevoğlu, İstanbul, 1980, s.245–247





[18] İhvan arasında inziva ve halvete girmenin adı olarak kullanılan bir terim olması açısından bu şekilde anlatmak zorunda kalındı. Çünkü terbiye yolunun hepsine birden Seyr-i sülûk denir.





[19] Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki; “hayatında bir defa olsun erbâin yapmayan kimse ben Nakşibendiyim demeye utansın” demişti. Şeyhliği bırak derviş olacak adamın hiç olmazsa ömründe bir defa erbâin (kırk gün süren husûsi ibâdet) çıkarması lâzımdır. Erbain ikidir;





1 Recep ayının başından şaban aynın onuna kadar gadâbı nefsâniyi mahkûm etmek içindir.





2 Zilkâde ayının başından Zilhicce ayının onuna kadardır ki, şehvâni kuvveti kontrol edecek kuvveti eline alabilmek içindir. (Şeyh Nazım Kıbrısî, Hakdost Sohbetleri, 2004)





[20]  Hâce Bahâeddîn Nakşbend kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz nafile oruç tutan mürîdi Ya’kûb Çerhî’ye de orucunu bozup yemesini tavsiye etmiş ve:“Nefsin arzularına hâkim olma konusunda yemek, oruç tutmaktan daha iyidir, biz bunu tecrübe ettik” demişti. Çünkü o, riyâzat ve per­hiz sonucu oluşan hallere îtimâd etmiyordu. (TOSUN, Necdet; Bahâeddîn Nakşbend / Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İst. 2002, s.113)





[21]  Şeyh Hasan-ı Basrî radiyallâhü anh der ki; Şeyh Bâyezîd-ı Bestâmî kuddise sırruhu’l azize kadar tüm şeyhler altmış günde bir lokma yemek yerler, bu altmış gece gündüz de uyumazlardı. Allah Teâlâ’yı zikredip, göz açıp kapanıncaya kadar bile olsa zikirden ayrı kalmazlar, sonra gönül âlemleri açılırdı. Şeyh Bâyezid-ı Bestâmî radiyallâhü anh Hâce Ahmed Yesevî kuddise sırruhu’l azize kadar diğer şeyhler kırk günde bir lokma yemek yediler ve kırk gece gündüz uyumadılar. Uyuyup zikir­den uzak kalmadılar. Sonra gönül âlemleri açıldı. Hakîm Süleyman kuddise sırruhu’l aziz kırk gün böyle yaptı. Mahmûd Hâce radiyallâhü anh yirmi dokuz gün ve Zengi Ata radiyallâhü anh on dokuz gün böyle yaptılar.(Yesevilik Bilgisi, a.g.e.s.439, Mir’âtü’l-Kulûb,” s. 41–85)





[22] (Hadîs-i Şerîf-Makâmât-ı Mazhariyye)





[23] İmam Rabbânî Ahmed Farukî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz





[24] Şen, Mehmet Veli, Evrâd-ı Bahaiye, Sivas, 1976, s. 15





[25]   “O Allah bir tektir.” (İhlâs, 1)





[26]  (Ankebût,6)





[27] Hazinî, Cevahiru’l Ebrâr min Emvâc-ı Bihâr, Yesevî Menâkıpnâmesi, Cihan Okuyucu, Kayseri, 1995, s.56





[28] “Hakk’ın zatı,  bütün bağlılıklardan,  itibardan tecerrüdü,  kendisinin hiçbir şeye, hiçbir şeyin de kendisine münasebeti olmadığı mertebe hakkında hiçbir şey söylenemez. Hakk’ın halka, halkın da Hakk’a bağlı bulunduğu mertebede ise, Allah Teâlâ’nın zatına haller ve sıfatlar nisbet edilir. Çünkü halk, Hakk’ın görünme ve meydana çıkma yerleridir. Rıza, gazap,  icabet, sevinç vb. gibi şeyler ki, bunlara şuun denmiştir. Her müessirde birtakım sıfatlar vardır ki, bunlar, O’ndaki ülûhiyyet mertebesidir. Bu mertebenin kabz, bast, yaşatma, öldürme,  kahr vs. gibi şeylere mahsus halleri vardır. Bunlar mertebenin hükümleridir. Bu genel mukaddimeyi bil ki, Allah Teâlâ’nın izniyle yararlanasın.” (Sadrettin Konevi’nin Fatiha Tefsirinden) (İrfan sofraları,  19. sofra,  Niyazi Mısri,  Süleyman ATEŞ,  1971, s.53) 





[29] (Kasas, 88)





[30]  Burada geçen (kâdem-i şerif) ayaklardan mak­sat sünnet ve tarikattır. Bu latifelerden biriyle ken­disinde bir terakki hâsıl olup adı geçen hal ve durum­lardan biri zuhur ederse aynı latifeyi ayağı altında bulunduran nebînin meşrebi üzerinde sayı­lır.





[31] ( A’raf, 143)





[32] (Şura,11) 





[33] (Kalem, 4)





[34] Gölge. Perde. Zıll; dünyada görünen varlıklardır. Bu varlıklar bir gölgedir. Zatın isimleri ve sıfatlarının gölgelerinin tecellilerini seyr ederek Allah Teâlâ’yı gördüğünü zan ederek bir yokluğa düşer.





[35]   “Allah Teâlâ bi­zimledir” (Tevbe, 40)





[36] Kaf, 16





[37] Maide,54





[38] Esad Sahib, t. D.-K. (Mayıs-2008). Mektubat-ı Mevlâna Halid. İstanbul: Semerkand, s.190-191





[39] Ahzab,52





[40] Duhan,59





[41] Buhari, İman,37; Müslim, İman, 57





[42] Kâf, 16





[43] En'am, 103





[44] ÂI-i İmran, 154





[45]Hud, 107 





[46] En’am,73





[47] Müminun, 65





[48] Maide, 54





[49]Bakara, 115





[50] Hadid, 4





[51] Tâhâ, 114





[52] Esad Sahib, t. D.-K. (Mayıs-2008). Mektubat-ı Mevlâna Halid. İstanbul: : Semerkand, s.192-196





[53]   “Her şey yokluk halinde iken ve kâi­natta hiç bir şey var olmadığı zamanda Allah Teâlâ, varlığı kendi Zatı ile idi.”





[54] Mâide, 54





[55] Kaf,16





[56] Bakara, 31





[57] Bu murakabelerdeki ilâhî hikmetler için bkz: (İsmail Ankaravî. (1981). Muhyiddin-i Arabî- Nakş El- Fusus. İstanbul: trc:İlhan KUTLUER .)





[58] Bakara, 26





[59] Tekvir, 22





[60] Necm, 2





[61] Mâide, 54





[62] Büyükler, ruh külli olduğu vakit yetmişbin surette zahir olabilir demişlerdir. Bu dünyada böyledir, berzah âleminde ise suretlere girmesi daha kolaydır. Zira berzah âleminde ruh cesetten ayrıldığı için daha kuvvetli ve müstakil olur. (Mektubatı Mevlanâ-i Halid, 4 Mektup)





[63] Görünmek. Belirmek. Anlaşılma. Zâhir ve aşikâr olma. Meydana çıkmalar. Belli olmalar.





[64]  Aklın ve mantığın kabul edeceği bir gerçektir





[65] PAKALIN, Mehmed Zeki, Tarih Deyimleri Ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul,1972, c.3, s.198





[66] Zariyat,21





[67] Bu sınıflandırmalar değişikte olabilir. Neticede hepsi aynı neticeye varmaktadır.





[68] Bu seyirler ile dersler kırk sayısına ulaşır.





[69] Necm, 9





[70] Sefine-i Evliya, c.II, s.177 deki Dip not.





[71] Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök. Temel. Esas.





[72] Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına Müşahhas olmayan. Vücuda gelmiş eşya ve ef’âlin şekil ve suretlerinden ayrı olarak düşünülen her keyfiyet ve mefhuma veya nisbet mefhumuna denir. Bunun zıddı müşahhasıdır ki, eşyanın bütün vasıfları ile zihinde husulüdür.





[73] ERGİN, a.g.e. s: 31





[74] Yayılma, genişleme





[75] Akl-ı Kül: Kâinatta görülen umumi ahenk. Her şeyi kavrayan akıl.





[76] Nüzûl, urûctan (inmek, çıkmakdan) fazla vâki’ olması için “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tehlîlini çok söylemek ve Yüz defa “Lâ ilâhe illallah” dedikten sonra, “Muhammedün Resûlullah” söylemekle olur. Urûcu fazla olan ihvan, dil ile kelime-i tehlîli söylerken her defasında “Muhammedün Resûlullah” diye de ilâve ederse, nüzûl ziyâde olur. Urûcu ve nüzûlü müsâvî olan, on veyâ on beş defa “Lâ ilâhe illallah” dedikten sonra, “Muhammedün Resûlullah” der. Bu usûl, urûc ve nüzûlün hâsıl olması için çok fâydalıdır.





[77] Esad Sahib, t. D.-K. (Mayıs-2008). Mektubat-ı Mevlâna Halid. İstanbul: : Semerkand, s.284-285





[78] Alak, 19





[79] Burada, secde mahallinin Allah Teâlâ'nın ayaklarının üzerine yapılması temsilî bir teşbihtir. Secdedeki kul kendisini böyle bilme­lidir demektir. Yoksa Kâinatın yaratıcısı ve sahibi bulunan Allah Teâlâ'ya mekân isnad edilemez





[80] Muhammediyet ve Ahmediyyet sırları ayrı olduğu için iki defa zikredildi.





[81] Â’raf, 143





[82] Â’raf, 155





[83] Kasas, 33





[84] Gümüşhanevî, A. Z., & trc: RahmiSERİN. Camiu'l Usul Veliler ve Tarikatlarde Usul. İstanbul, 301-315


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar