Print Friendly and PDF

Merhaba

Bunlarada Bakarsınız


3

مَرْحَبَا اَهْلاً وَ سَهْلاً مَرْحَبَا                                             

 “Merhaba ehlen ve sehlen merhaba

 يَا بَشِيرَ الْعَدْلِ مِنْ سُلْطَانِـنَا     

   Ya beşira-l’adli min sultânina                                                      

َلـيْسَ مَنْ قَتَلَ اْلاَ عَادِى فَرْحَتِى

Leyse men gatele-l’eâdî ferhartî                                                 

بَلْ بِمَا اَحْـيَـيْتَ شَرْعَ الْمُصْطَفَى  

Bel bimâ ehyeyte şer’a-l’Mustafa 


   اِنَمَا الَّّذِينَ َاتَى ضَـيْفًا لَكُمْ

İnnema’llezîne etâ dayfen lekum                                                     


مَا اشْتَهَى اِلاَّ لُحُومُ َاهْلُ الشِّقَا

Maştehâ illâ luhûmu ehl’üş-şiga                                                   

وَ مَا نِظَامُ الْعَالَمِ اِلاَّ بِالْعَدْلِ

Vemâ nizâm’ül-âlemi illâ bi’l-adli                                                     

مَا قِيَامُ الْعَدْلِ اِلاَّ بِالدَّمَا

Ma kıyam’ül-adli bi’d-demâ                                                                 

كَاشِفَاتُ الضُّرِّ آ يَاتُ الْكِتَاب

Kâşifâtü’d-durri âyâtü’l-kitâbi

  اِنْ اَقَامَ الْحَاكِمُونَ اَوْزَانُـهَا

İn ekâme’l-hâkimûne evzânuhâ    

    مَنْبَعُ اْلآفَاتِ في÷ الدُّنْيـَا الْقُضـَاةِ

Menbâü’l-afâti fî’d-dünya el gudâti  

 مَعْدَنِ اْلاِفْسَادِ فِيهَا اْلاِرْتــِشَا    

 Meğdeni’l-ifsâdi fîhâ’l-irtişâ

مِنْ يَدَى السُّلْطَانِ لاَ زَالَ العَدْلِ

Min yedi’s-sultâni li ezâli’l-adli                                                    

مَا اِسْتِدَارَتْ في÷ السْمَا شَمْسِ الضُّحَى

Mâ istidâret fî’s-semâ şemsi’d-duha                              

مَرْحَبَا اَهْلاً وَ سَهْلاً مَرْحَبَا

Merhaba hoş geldin merhaba


"Merhaba" aslında farsça kökenli olup "benden size zarar gelmez" anlamına gelmektedir.


İlâhinin yazıldığı dönemde padişahtan gelen elçiye karşı söylenmiş ilahi olabilir. Padişahın IV. Mehmet[1] olma ihtimali yüksektir. Bu dönemde rüşvet, jurnal vb. kötülükler artmıştır. Niyâzî-i Mısrî Efendimiz elçiye hakkında yapılan iftiralara inanılmaması için gelen elçiyi uyarıyor. Çünkü kötülük yapan kişiler Niyâzî-i Mısrî’nin manevî hallere vukufiyetini çok iyi bilmektedirler.

“Ey seçilmiş, ey Allah Teâlâ’dan razı olmuş ve Allah Teâlâ rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.” [2]



يَا بَشِيرَ الْعَدْلِ مِنْ سُلْطَانِـنَا



Sultanımızın adalet müjdecisi



َلـيْسَ مَنْ قَتَلَ الا عَادِى فَرْحَتِى



Sevincim düşmanlarımı öldürenden değildir.



Niyâzî-i Mısrî haksızlıkların giderilmesi açısından sevincini ızhar ederken altta gelen mısra ile adaletin tesisinin devlet için gerekli olduğunu açıklamaktadır.



بَلْ بِمَا اَحْـيَـيْتَ شَرْعَ الْمُصْطَفَى



Aslında sevincim Şeriatı Mustafa’nın ihyasından dolayıdır.



Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yolunda olmanın ve getirdiği yolun ihya edilmesi konusundaki niyeti ile dünyevi bir rütbe veya menfaat düşüncesinin olmaması onun ehli hakikatten oluşunun emaresidir. Bütün evliyanın niyetide hep bu minval üzeredir. Şemsi Tebrizi kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz buyurdu ki,



“Kureyşî ile Kuşeyrî (465/1072)  ve daha başkaları da yüz binlerle yıllar geçse yine tatsız, yine zevksizdirler. Onlarda bir zevk ve bir mâna bulunmaz.” [3]



Buradaki mana hayatın tatlığı ve güzelliği ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle olacağıdır. Bütün kâinat O’na medyun ve meftundur. Ehli hakikatte bütün niyetler O’nun çevresinde gelişir.



اِنَمَا الَّّذِينَ َاتَى ضَـيْفًا لَكُمْ



Sonra size misafir olarak gelenler.



Niyâzî-i Mısrî kendisi hakkında devlet erkanına jurnal yapanların isimlerini isteyen elçileri Lût aleyhisselâma gelen meleklerle eşleştirdi. Yani Burada anlatılmak istenen bir sonraki beytin işaretiyle belki Lût aleyhisselâma misafir gelen meleklerin kavmini helak için ondan izin istemeleridir. Çünkü Allah Teâlâ cemiyet ile ilgili olan günahlarda azabı genellikle ahirete bırakmamıştır. Ferdin tek yönlü günahı ile Allah Teâlâ afv kapısını daha açık tutarken cemiyetlerin durumunda azabı ilahiyi erken göndermiştir.



مَا اشْتَهَى اِلاَّ لُحُومُ َاهْلُ الشِّقَا



Şekavet[4] ehlinin etlerini istemişlerdir.



Lût aleyhisselâmın kavmi Sodom halkı küfür ve ahlâksızlıkta çok aşırı gitmişti. Onla­rın arasında her türlü ahlâksızlık yaygındı ve üstelik bunlar ale­nî olarak yapılıyordu. Bu kavim mensupları, daha önce hiç bir kavmin işlemediği büyük bir kötülük de İcat etmişlerdi. Lût kavmiyle birlikte anılan bu önemli kötülük, bilindiği gibi, livata, yani homoseksüellikti.



 Lût kavminin helaki için gö­revlendirilen ve güzel yüzlü üç delikanlı kılığına giren melekler ve ona misafir gitmişlerdir. Her biri oldukça yakışıklı bir de­likanlı kılığındaki meleklerin kendisine misafir olması, Hz. Lût aleyhisselâmı son derece sıkmıştı. Çünkü o, tanımadığı misafirlerinin melek olduğunu bilmediğinden, erkeklere düşkün olan kâfirle­rin, bu güzel yüzlü delikanlılara sarkıntılık yapmasından korku­yordu. Bu sıkıntı içinde misafirlerini sapıklardan nasıl koruya­cağını düşünüyordu. Korkusu boşuna değildi; nitekim onun evine genç delikanlıların geldiği kısa sürede duyuldu. Pek çok sapık, onlara sarkıntılık niyetiyle onun evinin etrafında toplan­mıştı. Onların iğrenç niyetlerini anlayan Hz. Lût aleyhisselâm, misafirle­rini onların tecavüzünden korumak için, onlara kızlarını nikâhlamayı teklif etti. Aklı başında olanları kendisini anlamaya ve yardıma çağırdı. Ancak Sodomlu sapıklar, onun bu teklifine razı olmadılar. Ona, kızlarıyla evlenmek gibi bir isteklerinin olmadı­ğını, ne istediklerini de kendisinin iyi bildiğini söylediler. Ahlâk­sızlıkta ne derece ileri gittiklerini, en iğrenç günahı işlemekte ne derece arsızlaştıklarını ortaya koyan bir cevap verdiler.



Hz. Lût aleyhisselâm, kendilerini kuşatan tehlikeyi genç misafirle­rine bildirmek zorunda kalmıştı. Onları savunmaktan âciz oldu­ğunu, kendisini destekleyecek bir taraftar kitlesinin bulunmadığını ve kendilerini koruyacak sağlam bir sığnağın mevcut olmadığını açıkladı ve çaresizliğini dile getirdi.



Bu kavim sapıklıkta o derece ileri gitmişti ki, şehirlerine güzel yüzlü yabancı delikanlıların geldiğini duyunca, sevinç içinde Lût'un evinin etrafına koşuşmuşlardı. İçlerinden bu ah­lâksızlığa karşı çıkan hiç kimse yoktu. Böylesine iğrenç bir iste­ği, temizliği ve iffetiyle ma'ruf Hz. Lût'a söylemekten çekinmemeleri, bu suçun onların arasında ne kadar yaygın ve ne kadar normal sayılan bir davranış haline geldiğini ortaya koymaktadır. Onların cinsî sapıklıklarının derecesi, bu iğrenç fiili işlemek için büyük bir sevinç içinde hem de toplu bir şekilde gelmelerinden anlaşılmaktadır. Bu ahlâksızlıklarını açıkça yapmaktan çekinmemeleri, normal insanın düşünüp hayal edemeyeceği bir ahlâ­ki çöküntüdür.



Diğer taraftan Cenab-ı Hak, bu sırada elçisi Hz. Lût aleyhisselâm'ı dinlemeyip onun evine girerek misafirlerine sarkıntılık yapmaya kalkışan kâfirlerin gözlerini kör ediverdi:



“And olsun ki, onlar Lût'un konuklan olan melekleri elde etmeye kalkıştılar, bunun üzerine gözlerini kör ediverdik. Azabımı ve ikazlarımı dinlememenin sonucunu tadın, dedik.” [5]



Sonuçta Lût Kavmi helak oldu.



Niyâzî-i Mısrî’nin  bu konuyu burada zikretmesinin sebebi ne olabilir diye düşünürsek mecmuâsından anlaşılmaktadır.



“..suâl  ey mısri sana emn nedendür bize söyle tâ ki bize yakin hasıl ola cevab egerçi emn vahy iledir velakin hasmı iskât içün delil getürelüm ayet budur “Lût, Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam” [6] dedi. İmdi benüm adım da Lût’dur beni livâtaya sa’y etdükleri içün Allah ve resûlü Lût ile zikr etdiler. Her sonra gelen evvelkini câmi'dür lâsiyyemâ hatmun ma'nası odur ki cemi peygamberleri ve velileri câmi'dür her birinün  sırrı onda bulunur dimekdür….”[7]



Yukarıdaki dördüncü mısraın işaretiyle Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-azizin Limni sürgününde çektiği sıkıntılarını ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan kuvvetli bağı ile telâfi edebildiği anlaşılmaktadır.



وَ مَا نِظَامُ الْعَالَمِ اِلاَّ بِالْعَدْلِ



Dünyanın düzeni adaletle mümkündür.



“Kendine gel de o kötü dalı kes, buda. Bu güzel dala su ver de tazelendir.



Şimdi ikisi de yeşil ama sonuna bak.



Bu sonunda bir şeye yaramaz, öbürüyse meyve verir.



Bağın suyu buna helaldir, ona haram.



Aralarındaki farkı sonunda görürsün vesselam. Adalet nedir?



Ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, her su çeken tohumu sulamak değil. Zulüm nedir?



Bir şeyi yerinde kullanmamak, yeri olmayan yere koymak. Bu da ancak belaya kaynak olur.



Tanrı nimetini cana, akla ver, iç ağrısına uğramış, düğümlerle, sıkıntılarla dopdolu olmuş tabiata değil.”  [8]



مَا قِيَامُ الْعَدْلِ اِلاَّ بِالدَّمَا



Adaletin tesisi ise kanla mümkündür.



Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;



“Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun.  Yaranın altındaki eti yer. Yarı faydası olsa elli tane ziyanı olur.   ” [9]



“Şeriatta ihsan da var ceza da. Padişah, başköşeye geçer; at ahıra bağlanır.



Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak.



Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak.



Allah Teâlâ’nın yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile... hepsi doğrudur. Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. Aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir. Her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi vaciptir, faydalıdır.” [10]



كَاشِفَاتُ الضُّرِّ آ يَاتُ الْكِتَابِ



Gam ve kederi giderende Kur’an-ı Kerim ayetleridir.



Kur’ân-ı Kerim gönüllere şifadır. Allah Teâlâ şöyle buyurdu;



“Kur’an’dan, mü’minler adına şifa ve rahmet olan ne varsa onu indiririz. O, zalimlerin ancak zarar/kayıplarını artırır.” [11]



اِنْ اَقَامَ الْحَاكِمُونَ اَوْزَانُـهَا



Şayet hâkimler şartlarına riayet ederlerse



Kur’ân-ı Kerim, İslâm toplumunun başvuracağı yegâne yol gösterici (=hidayet rehberi)dir. Hâkimler hükümde onun kıstaslarını alırsa hükümde yanılmaları olmayacak kadar az olur. Kur’ân-ı Kerim’in kapsadığı ahkâm içinde insanlığın zararına sebep olacak bir hüküm bulmak mümkün değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:



“Cahiliyye(t) yargısını mı istiyorsunuz? Akleden bir kavim için Allah’tan daha iyi hükmeden kim olabilir!” [12] Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:



“Ey inananlar; Allah’a itaat edin, Resûl’e ve kendinizden olan yöneticilerinize de itaat edin! Herhangi bir şey hakkında tartışacak olursanız, onu Allah’a ve Resûl’üne götürün. Eğer Allah’a ve Ahiret gününe inanıyorsanız, bu (yol) sizin için daha hayırlı ve yorum bakımından da en güzel olanıdır.” [13]



مَنْبَعُ اْلآفَاتُ في÷ الدُّنْيـَا الْقُضـَاةِ



Dünyada belaların kaynağı yargıçlardır.



 [Kendi hâlinde ebedî bir muhalif olan Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz hikemiyat diliyle sosyal hayattaki sıkıntının birini perde arkasından zamanında da görmüş birisidir. Lisan-ı hâl ve kâl ile bunları söylemiş: Dünyada ne belâ varsa kaynağı yargıçlar ve kadılardır. Bozgunculuğun sebebi de rüşvettir.



Bu satırlar yöneticelerin rüşvetle ilgili şikâyetini hatırlatır. Yani rüşvetin bir türlü üstesinden gelemediklerinden yakınırlar ve bunun suçunu da başkalarına yüklerler. Acaba gerçekten de rüşvetin üstesinden gelemezler mi, yoksa gelmek istemedikleri için rüşvet mi onların üstesinden gelir?



Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, dönemindeki kadılardan ve dolayısıyla Osmanlı yargıçlarından şikâyet eder ve mizacı onlarla elbette ki imtizaç etmez. Bununla birlikte onun bu ifadesi aslında adil yargıçların azlığına ve kibriti ahmer gibi yokluğuna işaret etmektedir. Bu da bir hadis-i şerifi doğrulamaktadır: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:



“Kadılar üç sınıftır. İki sınıfı cehennemlik, bir sınıfı da cennetliktir. Cehenneme gideceklerden biri bilerek haksız hüküm veren kadı, öteki de bilmeyerek haksız hüküm veren kadıdır. Cennetlik olanı ise, hakkıyla hüküm veren hâkimdir.[14] ][15]



Bu konu hakkında Hazreti Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin adaletsiz hâkimlerin kazançları hakkındaki düşüncesini bilmek yerinde olacaktır.



Bir şahsa, karısı “Ne söylersem onu yapacaksın ve eğer yapmazsan üç talâk ile boş olayım” diye yemin ettirdi. Kocası razı oldu. Kadın: “Bir batman domuz eti yemen lâzımdır” dedi. O Müslüman bu vaziyet karşısında şaşırıp kaldı. Hiçbir bilgin onun bu müşkülünü halledemedi. Kalkıp Mevlânâ hazretlerine geldi. Ağlayıp sızlayarak durumunu bildirdi. Mevlânâ



“Kadı-nın (Yargıç) mahkemesinden bir batman ekmek satın alıp ye de boşanma vâki olmasın” buyurdu. [16]



مَعْدَنِ اْلاِفْسَادِ فِيهَا اْلاِرْتــِشَا



Bozgunculuğun kaynağıda rüşvettir.



Rüşvet



Sözlük anlamı Kamus'a göre ücret'tir (cu'l). Reşa rüşvet verdi, irteşa rüşvet aldı, isterş rüşvet istedi anlamlarına gelir. [17]



«El-Misbah» a göre; rişvet, bir kişinin hâkime veya başkasına, lehine hüküm verilmesini sağlamak veya bir isteğine taraftar etmek karşılığında verdiği maldır.  Çoğul olarak rişa, rüşa şeklinde kullanılır.



Rüşvet kitap, sünnet ve icm'a göre haramdır. 



Kur'an-ı Kerim’de Allah Teâlâ buyuruyor ki:



“Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin; bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere aktarmayın.”[18]



Bu konuda pek çok hadis vardır.  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;



 “Hükümde rüşvet alan ve rüşvet veren ve aracılık eden kimseyi lanetlemiştir.” [19]  



Rüşvet dört kısımdır;



1) Her iki tarafa da haram olan rüşvet, yargıç olmak için verilen rüşvettir. Rüşveti veren yargıç olamaz. Bu şekilde verilen rüşveti alana da rüşvet haramdır, bu yolla yargıç olmak da haramdır.



2) Bir davada lehinde bir hüküm almak için yargıca verilen rüşvet de, bu münasebetle verilen karar haklı olsun olmasın, her iki taraf için haramdır.



3) Can veya mala bir zarar gelmesinden korkularak verilen rüşvet, alan için haram, veren için değildir.



4) Bir kimse malına göz dikildiğini anlayarak bu malın bir kısmını rüşvet olarak verirse, rüşvet veren bakımından helâl, alan bakımından haramdır.  



Rüşvete girmeyen hediyelerde vardır. Buna göre



 



Hediyelerde üç çeşittir.[20]



1) Hediye elden ve hediye alan bakımından helâl olan. Dostluk ve sevgi için verilen hediyeler bu meyandadır.



2) İki taraf bakımından da haram olan hediye. Zulme yardım için verilen hediyeler bu durumdadır.



3) Yalnız veren bakımından helâl olan hediye bir zulmün önünü almak için verilen hediyedir ki alan için haramdır.



مِنْ يَدَى السُّلْطَانِ لاَ زَالَ العَدْلِ



Sultanın elinde kudret olunca adalet gitmez.



Sultanın güçlü olması adaletin tesisi için gereklidir. Sultanın güç bulabilmesi içinde devletin kurulması ve bulunması gereklidir. Devletleşmenin önemli olduğunu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Medine’ye hicretinden sonra ilk uygulamasından anlamaktayız.



İslam Devletinin temeli 620 ve 622 yıllarında yapılan Akabe biatleriyle başlar. 620 yılında 12 Medineli Müslüman ellerini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin avucuna koyarak



“gerek sıkıntı ve müzayaka ve gerekse sevinç ve sürur halinde (söz) dinlemek ve itaat etmek (başta gelir) ve (sen) bizim üzerimizde bir tercihe sahip olacaksın ve biz emretme yetkisini taşıyan âmire – bunu kim elinde bulundurursa bulundursun- itiraz ve muhalefette bulunmayacağız.



Allah Teâlâ yolunda, bizi küçük gören ve horlayan kimsenin bizi ayıplamasından çekinmeyeceğiz.



Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmayacağız, aramızda hiçbir iftirada bulunmayacağız ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz”



demişlerdir. Bu biatle, sağlam bir devletin doğabilmesi için gerekli olan ortamın oluşmaya başlamıştır. İki yıl sonra bu kez yetmiş kişi tarafından ikinci kez biat yapılmıştır.



Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin uygulamasıyla anlaşılan icranın kudreti bulmuş sultan ile olacağıdır.



مَا اِسْتِدَارَتْ في÷ السْمَا شَمْسِ الضُّحَى



Tâki kuşluk güneşi semâda kaldığı müddetçe



Şems’üd Duha kuşluk güneşi demektir ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhâniyeti güneşin en güzel parladığı zamandaki durumuna benzetilmiştir. Sultana eğer Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tabi olursa kıyamete kadar hükmünün süreceği işaret etmiştir. Fakat tarihi açıdan bakılınca böyle olmadığını görmekteyiz.



Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında Allah Teâlâ’nın büyük ihsanları vardır. Her halükarda Kur’ân-ı Kerim’de dile getirilmiştir. Bunlardan birisi olan Duhâ suresi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hakkında inmiş ve Allah Teâlâ katında O’na verilen değeri anlatmaktadır.



Fakih Kâadı İyaz (Allah onu muvaffak kılsın) der ki: “Bu sure altı yönden pey­gamberimizin büyüklüğünü, Allah Teâlâindindeki yüksek mevkiini belirtmiştir.



1Allah Teâlâ onun mevkiini belirtirken, “And olsun kuşluk vaktine, insanların sükûna vardığı dem geceye ki,”[21] diye yemin etmiştir. Tabiî bu, derecelerin en büyüğüdür. Ona verilen payenin ulviyetini belirtmektedir.



2—Nezdindeki yerini, huzurundaki değerini: “(Habibim)” Rabbin se­ni terketmedi. (Sana) darılmadı da.” [22] kavli ile belirtmiştir. Yani, bu şu demektir: Allah Teâlâ seni bırakmadı, sana kızmadı, seni kendisine elçi edin­dikten sonra asla ihmal etmedi.



3—Cenâb-ı Hak; “Elbette âhiret senin için dünyadan hayırlıdır.” [23] buyurmuştur.



İbn İshak'ın tefsiri: “Allah Teâlâ'ya dönüşünde, dünyada sana verdiklerinden daha iyileri ve daha üstünleri vardır. Seni b. Abdullah-Tusteri: “Yani gerek şe­faat ve Makam-ı Mahmut gibi payelerden yanımda sakladığım şeyler senin için dünyadan daha hayırlıdır.” diye tefsir etti.



4—”Muhakkak ki Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın!” [24] kavl-i celîlinde belirtilen husustur. Bu âyet (her iki cihanda da) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bahş edilen birçok lütuf, ihsan, saadet ve Çeşitli ni'metleri camidir.



İbn İshak: “Dünyada başarıya erdirmek, âhirette de, ona bol sevab ver­mekle onu hoşnut kılacaktır” diye tefsir etti. Bazılarına göre: “Ona şefaat ve Havz-ı kebiri vermekle hoşnut edecektir” diye tefsir olunmuştur.



Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin âlinden diye bazıları tarafından rivayet edil­miştir.



“KUR’ÂN-I KERİM'DE BUNDAN ÇOK ÜMİT VEREN BİR ÂYET DAHA YOK­TUR.” Allah Resulü, tabiidir ki, ümmetinden hiç kimsenin ateşe atılmasına razı olmayacaktır...



5— Bu surenin sonlarına doğru (gelen âyetlerde sayılan) Allah Teâlâ’nın ona hazırlamış olduğu nimetler:



Onu hidâyet etmiş... Malı yokken kendisini zengin etmiş...



İnsanları irşat etmeye onu muvaffak kılmış...



Yahut kalbine tüken­meyen bir hazineyi andıran kanaati vermekle onu zengin etmiş..Yetim­ken onu dedesinin terbiyesine vermiştir... Yahut da Allah bizzat onu hima­yesine almıştır. [25]



Hulâsa; buna benzer manalar verilmiştir, müfessirler tarafından bu sûre­nin âyetlerine, Kimisi de şu manayı vermiştir:



“Senin sayende, dalâlette olanları hidayete erdirmiştir. Senin sayende fa­kir ve yoksulları zengin kılmıştır. Yetim ve kimsesizleri de yine senin sa­yende himaye ettirmiştir.” Evet, Allah ona, bütün bu ihsanlarını hatırlatmıştır. Yine bilinen şeylerdendir: Onu küçüklük, yetimlik anında yalnız bı­rakmayan Allah Teâlâ elbette ki büyüdükten, hele hele rasullüğe erdir­dikten sonra da yalnız ve yardımsız bırakmamıştır.



6— O'na vermiş olduğu bunca nimeti açıklamasını ve ondan bahsetmesini, Allah Teâlâ ona emretmiştir. Ve şöyle buyurmuştur:



“Bununla beraber Rabbinin nimetini durmayıp söyle (anlat).” [26]



Kişinin kendisine yapılan in'amdan veya iyilikten bahsetmesi, bir nevi şükür sayılır elbette. Bu hitabı, şüphe yok ki; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme has olmakla bera­ber onun şahsında tüm ümmetine şamildir. [27]






[1]  IV. MEHMET DÖNEMİ (1648 – 1687 )    (Köprülüler Dönemi)
   Ülkede isyanların sürdüğü, rüşvet ve iltimasın yaygınlaşdığı ve sadrazamlığa getirilen devlet adamlarının başarılı olamadığı, bunalımın olduğu dönemdir. IV. Mehmet, devleti içine düştüğü bunalımdan kurtarması için Sadrazamlığı ihtiyar vezir Köprülü Mehmet Paşayı getirerek yıkımın önüne geçmeye çalışılmıştır. Bu dönemde Köprülü Mehmet Paşa’dan başka aynı aileden Fazıl Ahmet Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Fazıl Mustafa Paşalar sadrazamlık yaptılar.



Niyâzî-i Mısrî’nin Fazıl Mustafa Paşa ile mektuplaşmaları devlet ile sorun yaşadığını göstermektedir.



[2] Mesnevi: c. I, b. 99



[3]  (Şems-i Tebrizî, 2007), (M. 277), s. 367



[4] Haydutlar, eşkıyalar



[5]Kamer, 37; ( Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 279-282)



[6] Hud, 80



[7] (Niyazî-i MISRÎ, 1223), v. 60b



[8] Mesnevi: c. V, b. 1086-1093



[9] Mesnevi, c. VI, b. 2605-2606



[10] Mesnevi, c. VI, b. 2595-2599



[11] İsra, 82



[12] Maide, 50



[13] Nisa, 59



[14] Ebû Dâvûd, Akdiye; 2 (3573)



[15] ÖZCAN, Mustafa, YENİASYA, Jüritokrasi ve Fitne, 08.04.2008



[16] (YAZICI, 1995), s. 656-(380)



[17] (SAHlLLİOĞLU)



[18] Bakara, 188



[19]Tirmizî, Ahkâm 9, (1336); Ebu Dâvud da bu hadisi sadece İbnu Ömer radıyallahu anh'tan tahric etmiştir (Akdiye 4, (3580).



[20] (SAHlLLİOĞLU)



[21] Duhâ, 1-2



[22] Duhâ, 3



[23] Duhâ, 4



[24] Duhâ, 5



[25] Duhâ, 6-10 ayetleri



[26] Duhâ, 11



[27] Fakih Kâadı İyaz, Şifâ-i Şerif, trc: Naim ERDOĞAN- Hüseyin S. ERDOĞAN, Bedir Yay. İstanbul, 1975, s. 43-45


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar