Print Friendly and PDF

Meyhanede O Güzel Başını Göğsüme koysan


27





7+7=14





Bakup cemâl-i yâre çağırıram dost dost,
Dil oldu pâre pâre çağırıram dost dost.
 





Aşkın ile dolmuşam zühdümü yanılmışam,
Mest-i müdâm olmuşam çağırıram dost dost. 





Mescid ü meyhânede hânede virânede,
Kâ’be’de puthanade çağırıram dost dost. 





Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım dağ u dağ,
Hayran bana sayr-u sağ çağırıram dost dost. 





Geldim cihâna garib,  oldum güle andelib,
Her dem ciğerim delib çağırıram dost dost. 





Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,
Âşk
 ile dâim uçup çağırıram dost dost.. 





Aradığım candadır canda ve hem tendedir,
Bilür iken bendedir çağırıram dost dost. 





Gâh düşerim mutlaka gâh asl u geh mülhaka,
Bakup kamûdan Hakk’a çağırıram dost dost. 





Dolanmaz ol hâlü had minel-ezel tâ ebed,
Onulmaz aslâ bu derd çağırıram dost dost. 





Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü,
Gitmez dilimden sözü çağırıram dost dost. 





Deryâ olunca nefes pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost. 





Gökler gibi dönerem gün gibi dolanırım,
Devr ile eğlenirem çağırıram dost dost. 





Ne yerdeyim,  ne gökte,  ne mürdeyim,  ne zinde,
Her yerde her zamanda çağırırım dost dost. 





Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden çağırıram dost dost. 





Bakup cemâl-i yâre çağırıram dost dost,
Dil oldu pâre pâre çağırıram dost dost. 





Bakıp yârin cemâline çağırırım dost dost,
Gönül oldu parça parça çağırırım dost dost. 





Aşkın ile dolmuşam zühdümü yanılmışam,
Mest-i müdâm olmuşam çağırıram dost dost. 





Aşkın ile dolmuşam zühdümde hata etmişim.
Devamlı mestin olmuşum çağırırım dost dost 





Zühdde yanılma





Buna ilk olarak İblis misal olabilir. Şöyleki;





Asıl adı “Azâzil” olan ve Hz. Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce 600 bin sene ibadet eden İblis meleklerin hocası idi. Fakat daha sonra kendisinden üstün olan Âdem aleyhisselâm yaratılıp ona secde ile emredilince, başlangıçtaki mütevâziliğin aksine mazharı olduğu “celâl” sıfatı tezahür etmiş, büyüklenip kibirlenmiş[1] ve Allah Teâlâ’nın, Âdem’e secde etmesi emrine itaat etmemiş, dahası bu gurur, kibir ve itaatsizliğinden asla pişmanlık duymamış ve Allah Teâlâ’nın affını talep etmemiştir.





Bazı ehl-i tasavvufa göre İblis, âhirette de Allah Teâlâ’nın celâl sıfatının mazharı olacak, korkmayacak, pişmanlık duymayacak ve yine Allah Teâlâ’nın affını talep etmeyecektir. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın dilediğini yapacağını, O’nun dilediğini değiştirmeye çare olmadığını bilir. (Alûsî, c.I, s.230). [2]





“İblis” ismi hakkındaki görüşler şöyledir: İblis’e, ilâhî rahmetten meyus kılındığı için “İblis” denilmiştir. Esasen ismi süryanice “Azâzil” ve arapça “Haris”dir. Fakat isyanını izhâr edince ameline göre ismi değişmiş ve sureti tebeddül etmiştir. Nitekim Kur’ân da, İblis’i, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelen bir âsi olarak tavsîf eder. İlk tefsîrcilerden bazıları ise, “İblis” isminin, hayırdan ümidini kesmek ve kederli olmak manalarına gelen “îblâs” masdarından Arapça bir isim olduğunu söylerler. İblis’i de, isyanına karşılık olarak Allah Teâlâ, “bütün hayırlardan ümidini kesmiş, taşlanmış bir şeytan” kılmıştır. Şu halde “İblis” ismi, hayırdan son derece ümitsiz demektir.





Elmalılı tefsirinde ise, İblis ile cinlerin ortak hususiyetlerinden bahisle İblis’in de cinlerden olduğu vurgulanmakta ve “İblis, cin denilen gizli yaratıklardan idi ki, bunların kâfirleri de vardır.”  Cin” esasen lügatte, gizlenip saklanarak görünmeyen her şeydir. Buna karşılık gizli olmayıp da meydanda olana da ‘ins’ denilir”, denilmektedir.





 Alûsî de, tefsirinde, “İblis” hakkında Ebû Ubeyde ve bazılarının “İblâs”dan müştak ve “hayırdan uzak olma” veya “Allah’ın rahmetinden ümidini kesme” manasında Arapça bir kelime olduğunu söylemelerine rağmen, “İblis”in acem bir isim olduğunu söyleyenlerin de bulunduğunu zikreder ve Züccâc’ın; “İblis, âlem olmak üzere gayr-ı munsarif acem bir isimdir”, dediğini kaydeder.





 “İblis’in ismi Azâzîl idi ve varlıkların yaratılmasından binlerce sene evvel Allah Teâlâ’ya ibadet ederdi. Allah Teâlâ ona, “Ya Azâzîl, benden başkasına ibadet etme!”buyurdu. Ne zaman ki Allah Teâlâ Âdem aleyhisselâmı yarattı ve meleklere O’na secde etmelerini emretti. Bu emir İblis üzerine mültebis oldu, yani şüpheli geldi. Zannetti ki, eğer Âdem’e secde ederse, Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmiş olacak. Hâlbuki bilmedi ki, Allah’ın emriyle secde eden kimse, muhakkak Allah Teâlâ’ya secde etmiş olur. İşte bunun için secdeden imtina etti ve o, kendi hakkında vâki olan bu telbis (şüphe) nüktesinden dolayı “İblis” ismiyle müsemmâ oldu”( A. Avni Konuk, Mesnevi Tercüme Ve Şerhi, c.II/3, s.738.) [3]





Ehl-i tasavvufun anlayışına göre İblis, “Azâzîl” iken meleklere dâîlik (rehberlik) yaptığı gibi “İblis” iken de, insanlara dâîlik yapmaktadır.”  Azâzîl”in hali hakkında çok söz söylenmiştir” diyen Hallâc’ın ifadesiyle “o, hem göklerde hem yerde dâî idi. Gökte meleklere dâîlik yapar, onlara iyilikleri, güzellikleri gösterirken yerde ise, insanların dâîsidir. Fakat onlara fenalıkları, çirkinlileri göstermektedir” (Yaşar Nuri Öztürk, Hallac-ı Mansûr ve Eseri (Kitâbü’t-Tavâsîn), s.114-115.). Şeytanın dâîlik yaparak insanlara gösterdiği çirkinlikleri iradesiyle aşabilen insan, yine iyiye, güzele ulaşır. Böylece şeytan, menfi yönden insanlara dâîlik yaparak onları müsbete yönlendirmektedir. Mevzuyla ilgili olarak A. Avni Konuk’un “Mesnevi Şerhi”nde de şu izaha yer verilir: Mevlânâ bir beyitinde şöyle der;





“Her nerede meyveli ağaç görürsem;





Ben dâyeler gibi terbiye ederim.” 





Burada, “meyveli ağaç”tan murâd irfan sahibi zâtlar, “iblis’in terbiyesinden murâd ise, onun gösterdiği dalâlet yoludur. Zira ehl-i irfan zevken çirkin gördükleri hallerden kaçarlar. (Konuk, Mesnevi Tercüme Ve Şerhi, c.II /3, s. 756.) [4]





Mescid ü meyhânede hânede virânede,
Kâ’be’de puthanade çağırıram dost dost. 





Mescid ve meyhânede, hânede virânede,
Kâ’be’de puthanade çağırırım dost dost. 





Kâbeden, puthaneden maksadım sensin!





Benim puthaneden maksadım senin yanağının hayali ve cemalindir. Bu şiirin kelimeleri, istediğim o mânaları vermek bakımından gönlüme yar değilse elbet de bar olacaktır. Şimdi nereye gidelim? Kendimizi nerede kurtaralım. Bir ayranın içine düşmüşüz. O nasıl ayrandır ki, ucu bucağı yok. Onu çevreleyen bir kâse de yok. Ta ki ayrandan bir kenara çıkalım. Yahut bal içindeyiz. Kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz. Ebu Necip'e (Sühreverdî) dediler ki:





Mademki sen Allah Teâlâ’yı göremiyorsun, bu sana müyesser olmuyor, bari çileyi boz da dışarı çık. Her tarafı dolaş. Ola ki o seni görür; onun nazarına uğrarsın da çetin işlerin kolaylaşır. [5]





Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz “Tanrı” kavramını izah ederken bu hakîkata her milletin kendi diliyle bir karşılık bulduğunu ama mananın delâletinin hepsinde de ortak olduğunu belirterek şöyle der:





“O’nun muhtelif esmâ’sı olduğu gibi mahlûkâtının dillerinde de farklı farklı isimlerle çağrılır. Meselâ Araplar “Yâ Allah!” diye O’na nidada bulunurlar. Fârisîler “Ey Hüdâ!” derler. Rumlar “İyşâ!”, Ermeniler “Ey Asfâh! [Asdvâz]”, Türkler “Ey Tengri!”, Franklar “Ey Kreyetûr! [Creator]”, Habeşliler “Vâk!” derler. Bunların hepsi bir tek mânânın muhtelif lafızlarıdır. Bütün mahlûkâtın maksûdu birdir. Bundan dolayı O’na “meçhûlu’l-esmâ” da denilir. Sevilen sevdiğini hangi isimle çağırırsa çağırsın O buna icabet eder” (Bkz. el-Fütûhât, II/360, 683, III/300). [6]





“Kalbin puthâneye benzetilmesi; beşerin peşinde olduğu “hakikatlerin” Allah’a tapmanın yerini almasından dolayı onların sanki birer put olmasına binâendir.’ (Bkz. İbnu’l-Arabî, Zehâirul-a’lâk fî şerhi Tercümânil-eşvâk, 40).





“Kalb ulvî ruhlar tarafından kuşatılınca Kâbe adını alır. O ulvî ruhlara şeytandan bir pislik dokunacak olursa bu sefer bunlara melekî âfetler denir.”  (Bkz. İbnu’l-Arabî, Zehâirul-a’lâk fî şerhi Tercümânil-eşvâk, 40).





“Bu tecelliyât neticesinde kalbde ibrânî-mûsevî bir ilim hâsıl olacak olursa kalb de bu ilmin levhaları hâlini alır.” (Bkz. İbnu’l-Arabî, a.g.e.. 40).





“Eğer kalb, mükemmel muhammedî marifetlerin vârisi olacak olursa bu sefer bu marifetler onu mushâf hâline getirir ve makâm-ı Kur’an’ı onda ikâme eder” (Bkz. İbnu’l-Arabî, Zehâirul-a’lâk fî şerhi Tercümânil-eşvâk, 40). [7]





Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım dağ u dağ,
Hayran bana sayr-u sağ çağırıram dost dost. 





Sular gibi dağdan dağa çağlayarak dolaşırım,
Hasta ve sağ bana hayran çağırırım dost dost. 





Geldim cihâna garib,  oldum güle andelib,
Her dem ciğerim delib çağırıram dost dost. 





Cihâna geldim garib,  bülbül oldum güle,
Her zaman delip ciğerimi çağırırım dost dost. 





Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,
Âşk
 ile dâim uçup çağırıram dost dost.. 





Dünya gamından geçip yokluğa kanat açıp,
Devamlı âşk ile uçup çağırırım dost dost.. 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





 “Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardı. Tevhid hariç işe yarar hiç hayırlı bir ameli yoktu. Bir gün ailesine dedi ki; öldüğüm zaman beni yakınız. Ke­miklerimi havanda döverek toz ediniz. Sonra rüzgârlı bir günde bu tozun yarısını karaya, yarısını denize atınız. Vasiyet yerine getirildi. Allah teâlâ rüzgâra ve su­ya “Dağıttığınız tozları toplayın “ buyurdu. Su ve rüzgâr tozları toplayıp ilâhî huzu­ra getirdiler. Hak teâlâ adama bunu niçin yaptığını sorunca adam; “Senden hayâ ettiğim için” dedi. Bunun üzerine Allah adama; “Seni bağışladım” buyurdu.”  [8]





Bir kimse bu niyetle bedenini yaktırsa, bugün bu şekilde yaktıranların cennetlik olma ihtimalleri vardır. Bu fiilin bize işareti yokluğun kıymetinin takdiri Allah Teâlâ katında bütün amellere denk olduğunu gösterir.





Aradığım candadır canda ve hem tendedir,
Bilür iken bendedir çağırıram dost dost. 





Aradığım candadır canda ve hem tendedir,
Bilir iken bendedir çağırırım dost dost. 





Gâh düşerim mutlaka gâh asl u geh mülhaka,[9]
Bakup kamûdan Hakk’a çağırıram dost dost. 





Gâh ilhaka gâh asıla ve gâh mutlaka düşerim,
Hakk’a her şeyden bakıp çağırırım dost dost. 





Allah Teâlâ’nın yarattığı idrâk sahibi varlıkları üç sınıf olarak değerlendirebiliriz:





Birinci sınıf, “Allah’a âsî olmazlar” [10]âyetiyle mutlak itaat halinde oldukları beyan olunan ve Allah Teâlâ’nın cemâl sıfatlarının mazharı olan meleklerdir ki melekler, mazharı oldukları cemâl sıfatının ve yaratılışlarının gereğini yerine getirirler. İdrâkleri ve iradeleri Allah Teâlâ’ya itaat yönünde olup isyan yönünde iradeleri yoktur.





İkinci sınıf ise, “Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım”[11] âyetiyle beyan edildiği gibi; “Allah Teâlâ’ya kulluk, itaat ve ibadet” için yaratılan varlıklardır. Bunlardan, yani “cin ve insan”lardan özellikle ilgi odağımızı oluşturan “insan”, yaratılışı itibariyle ne birinci sınıfı oluşturan melekler gibi masum, ne de üçüncü sınıf olarak zikredeceğimiz İblis ve tebaası gibi âsi bir varlıktır. İnsan, Cenâb-ı Allah’ın “İki elimle yarattığım....”  [12]diye beyan buyurduğu veçhile her iki sınıfın vasatında, itaat ve isyana kabiliyetli bir varlık olarak yaratılmıştır.





Rûh ve bedenden müteşekkil bio-psişik bir varlık olan insanın ruhî ve melekî yönü cemâl sıfatının mazharı, nefsî ve beşerî yönü ise celâl sıfatının mazharıdır. Âdem aleyhisselâmın ezeldeki yaratılışı bu esas üzerine idi.”  Tedbîrat-ı İlâhiyye” de beyan olunduğuna göre, vuslat makamına eren ehl-i tasavvuftan bazıları halifeye “Hakk’ın Ayinesi” yani, Hakk’ın sıfatlarının temsilcisi demiştir. Zira onun hakkında Allah Teâlâ, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım”, [13]buyurmuştur ve halîfe, halîfe tayin edenin tam temsilcisidir.





Üçüncü sınıf ise, celâl sıfatının mazharı, gurur, kibir ve itaatsizliği hâvî, isyan yönünde bir iradeye sahip olan iblis ve tebaası ki, Allah Teâlâ’ya kulluk için yaratılan ve bu yaratılış gayesine uygun hareket edecek mi diye imtihan edilen insana, bu imtihanda meleğin ilhamına karşılık iğva vermek suretiyle insanın olumsuz tarafını değerlendirmeye yardımcı olan bir imtihan aracıdır. Yaratılış maksadı ve yaratılışının gereği olarak misyonu, insana münkerâtı göstermek ve insanı ma’siyet işlemeye sevk etmektir. Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz bir beyitinde bunu, İblis’in dilinden şu şekilde ifade eder.





“Ben şahidim; şahide hapis nerededir?





Zindan ehli değilim, Yezdan şahiddir!”





Mana: “Ben ezelde şekavet ehli olanların fiillerinin şahidiyim ve şahidlerin şahadetinde bir kabahati olmadığı için onu hapse koymazlar. Binaenaleyh hapis ehli değilim, zira ben vazifemi yapıyorum, buna halikım şahiddir” (Konuk, Mesnevi Tercüme Ve Şerhi, c.3, b.n. 2683) Yaratılışlarındaki ilâhî sıfatların tezahürünü nazar-ı itibara almadan bu üç sınıf varlığa baktığımızda şunu müşahede etmekteyiz:





İblis; Allah’ın emrine itaatsizlik etmiş, Âdem aleyhisselâma ta’zîmi kerih görmüş, bu yüzden ilahî huzurdan uzaklaştırılmıştır. Sicili temiz olmasına rağmen, işlemiş olduğu bu hatadan dolayı tevbe edip af dilemek yerine gurura kapılmış ve hatasında diretmiştir, İblis’in bu tavrı ayet-i kerîmede şöyle ifade edilir:





“o yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu”[14] Âyetten anlaşıldığına göre İblis işlediği hatadan dolayı değil, takındığı tavır ve büyüklük taslaması nedeniyle kâfir olmuş ve lanetlenmiştir. Zahirde bütün bunlara sebep olarak gördüğü Âdem aleyhisselâmı, kendisine düşman belleyen İblis, İtaat ve isyana, iyilik ve kötülüğe kabiliyetli olan insanı, kalbine iğva vermek suretiyle isyan ve kötülüğe sevk etmek, böylece kurduğu tuzaklarla onun ayağını kaydırıp imtihanı kaybetmesine sebeb olmak için Allah Teâlâ’dan mühlet istemiş ve Allah tarafından da kendisine bu mühlet verilmiştir.





Meselenin zahiri böyle olmasına rağmen, bir diğer açıdan baktığımızda şu husus ortaya çıkmaktadır: Mahlûkattaki “hüsn” ve “kubh”, yani eşyanın tabiatındaki güzellik ve çirkinlik izafi olup, bize göredir. Oysaki yaratma açısından Allah Teâlâ’nın nazarında böyle bir çelişki söz konusu değildir. Yani yaratma cihetiyle Allah Teâlâ’nın nazarında her şey müsâvî olup bir farklılık yoktur. Bu hususu Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz şu şekilde izah eder:





“Biz deliller arz etmek suretiyle mevcudatta zahir olan her şey haktır dedik. Bu deliller, her şeyin hak olduğunu izah etmektedir. Fakat bu delillere muarız olarak birisi zihinde beliren şöyle bir soru sorar ve derse; ‘Bu âlemde kelb, hınzır ve neces gibi hasîs şeyler vardır, bunlara da mı hak diyelim?’ Bu sualleriyle delillere muarız şüpheler ortaya koyar. Hâlbuki bu sualler hakikate muttali olamamaktan neş’et eder. Zira mevcudatta hasâset ve şerâfet ‘itibarî ve nisbî bir şeydir. Mesela, gül dediğimiz çiçek insanlara nazaran şeriftir, fakat necaset böceğine nisbeten hasistir. Zira onun kokusundan bu hayvan helak olur. Binâenaleyh insana nazaran neces ne ise, bu hayvana nazaran da gül öyledir ve diğer şeyler de buna kıyas edilir. (Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye, s.85).





Şu halde her şey yaratılışının gereğini yerine getirirken, yukarıda da zikredildiği gibi bu üç sınıf varlıktan melekler sırf itaat yönünde bir iradeye sahiptirler ve onlardan isyan sadr olmaz. Allah Teâlâ’ya kulluk için yaratılan varlıklar olan cin ve insan ise, iradesini yaratılış gayesi yönünde kullanabileceği gibi, aksi yönde de kullanabilir, zira cüzi iradesi buna imkân vermektedir. İblis’in durumuna gelince; imtihan için yaratılan insanın hem itaata, hem de isyana irâdesi olduğuna göre, hadiselerin cereyan edişi ve şeytanın etkinliği, bu irâde dengesine etki ederek imtihan ortamı oluşturmaktan başka bir şey değildir. Nitekim onun insanla olan münasebeti, insana münkerâtı yapmasını telkin ve onu isyana teşvik etmek suretiyle, insanın imtihanında rol oynamaktan ibarettir. Şayet böyle bir etkiye lüzum olmasaydı, İblis’in insanları saptırmak için mühlet istemesi ve Allah tarafından ona bu mühletin verilmesi söz konusu olmazdı.





Ancak İblis’in meleklerden mi yoksa cinlerden mi olduğu hususunda ihtilâf söz konusudur. Onun cinlerden olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, kendisinde “celâl” sıfatının tezahürünün ağırlıklı olması gibi bir yaratılış hususiyetine sahip olmakla birlikte “Ben cinleri ve insanları sadece ve sadece bana kulluk etsinler diye yarattım”[15]âyetinin hükmü gereğince kendisi de itaat ve kullukla mükellef olduğundan İsyanında her hangi bir mazeret söz konusu değildir, itaasizlik ve isyan etmiştir.[16]





Dolanmaz ol hâlü had minel-ezel tâ ebed,
Onulmaz aslâ bu derd çağırıram dost dost. 





Ezelden tâ ebede o hâli sınırı dolanamaz,
Bu derd aslâ şifa bulmaz çağırırım dost dost. 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Bil ki, (takdir-i ilahiye göre) başına gelmeyecek olan şey sana isabet
etmeyecektir. Sana isabet edecek şeyden de sen kurtulamayacaksın...” 
[17]





Bu nedenle üzerimde cereyan eden her şeyin bende üzüntü verecek hali yoktur, demektir. Eğer bu rıza haline kavuşmamışsa bir insan iblisin düştüğü hataya düşerek yorum yapar. Bu şekilde helak olmaktan kendini kurtaramaz.





İblis, Allah’ı inkâr ettiği için değil Allah’ın emrine itaat etmediği için kâfir olmuş ve buna nazaran farz olan her hangi bir vazifeyi yapmayanın küfrüne hükmedenler bulunmuştur. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, sadeleşmen; İsmail Karaçam, Emin Işık, Nusrettin Boleli, Abdullah Yücel, İstanbul 1993, c.I, s.272.).





Ancak dikkat edilmesi gereken bir husus var ki İblis, Zahirde Allah’ı inkâr etmemekle birlikte, Allah’ın emrine hata nispet etmiş ve bu yönüyle kâfir olmuştur. Yoksa emri kabul edip muhalif davranmaktan, yani secde emrinin hak bir hüküm olduğunu kabul etmekle birlikte, emre itaatsizliğinden dolayı kâfir olmuş değildir. [18]





Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü,
Gitmez dilimden sözü çağırıram dost dost. 





Hep görünen dost yüzü ondan ayırmam gözü,
Sözü dilimden gitmez çağırırım dost dost. 





Ehli tasavvufun anlayışında, mahlûkatın yaratılışı Allah’ın “cemâl” ve “celâl” sıfatlarının tezahürü şeklindedir. Yaratılanların tümü İlahî sıfatların tezahürü olduğundan ve de hasislik ve üstünlük izafî şeyler olduğundan ister şerîf isterse hasîs şeyler olsun kâinatta bulunanların hepsi haktır.”  Butlan” ve eşyadaki “şer” ise izafî şeylerdir, çünkü tasavvuf düşüncesinde yaratılmış olan her şey, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hakikatinden yaratılmıştır. Ehl-i tasavvuf tarafından “Hakikat-i Muhammediyye” olarak ifade edilen Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hakikati, bütün hakikatleri kuşatmıştır. Yaratılış seyrinde bir mertebe, varlık planında bir tenezzül kabul edilen “Hakikat-i Muhammediyye”nin cami’ olduğu hakikatlerden biri de “İblis’in hakikati”dir ki; “Rûhu’l-Meâni” tefsirinin sahibi Alûsî, bu hususta şöyle der:





“Bütün mahlûkat ulvîsiyle, süflîsiyle, saîdiyle, şakîsiyle Hz. Muhammed’in hakikatinden yaratılmıştır. Bunları kuvvetlendirecek deliller vardır. Ulvî melekler (sema melekleri) cemâl yönünden, iblis ise celâl yönünden Hz. Muhammed’in hakikatinden yaratılmıştır. Bundan da şu sonuca varılır; İblis, Allah’ın “celâl” sıfatının mazharıdır”“( El-Alûsî, Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l- Meânî, Beyrut, 1985, c.I,s.230). Onun varlığını oluşturan unsurları ateş ile havadır ve onun en büyük unsuru olan ateş ise, “celâl” sıfatının zuhurgâhıdır. Şu halde İblis, hem zahirî yönüyle, hem de bâtinî yönüyle “celâl” sıfatının mazharı olduğundan “yed-i Şimal” yani “sol el” tabir olunan “celâl” sıfatları ile mahlûktur. (A. A. Konuk, Fusûsü’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Hazırlayan: Mustafa Tahralı - S. Eraydın, M.Ü.İ.F.Y. No: 25, İstanbul 1989, al, s. 166 ). İşte, İblis’in secde ile emredilmesi ve büyüklük taslayıp secde etmemesi, İblis’in “celâl” sıfatından yaratılmış olmasından dolayıdır.





Bazı ehl-i tasavvuf çevrelerinde İblis’in mazhar-ı celâl, yani “celâl” sıfatının zuhurgâhı bir varlık olarak yaratılmış olmasından dolayı onun bu hususiyetinin tavır ve davranışlarına yansıdığı ve dolayısıyla İblis’in masum olduğu anlayışı mevcuttur. Süleyman Uludağ, Feridüddin Attar’ın eserlerinden bahsederken “îlâhînâme” hakkında şu bilgileri verir: “İlâhînâme”deki hikâyeler zühdî ve tasavvufi mahiyette olup, bunların en önemlisi İblisle ilgilidir. Attar, şeytanı vefakâr bir muhib, sadık bir âşık ve fedakâr bir yiğit olarak tasvir eder ve Hak’tan başkasına boyun eğmeme ve secde etmeme uğrunda ebedî azabı göze alan bir âşk kahramanı olarak tanıtır. Şu ifadeler de Attar’a aittir:





“Bir gece Mûsa aleyhisselâm Tur dağına gidiyordu. İblis uzaktan, Mûsa aleyhisselâmın yanına çıkageldi.





Mûsa aleyhisselâm, o laîne





“Neden Âdem’e secde etmedin ki’! Dedi. Laîn O’na,





‘Ey Allah Teâlâ tapısının makbulü dedi, ben hiç bir sebep yokken Allah Teâlâ kudretinin merdudu oldum. Eğer secde edebilseydim, bu elimde olsaydı ben de senin gibi Allah Teâlâ kelimi olurdum. Fakat Ulu Allah Teâlâ böyle diledi’..., dedi. Kelim ona dedi ki;





‘Ey bağlara düşmüş, bukağılara mübtela olmuş kişi! Hiç Allah Teâlâ’yı anar mısın?’ Laîn dedi ki;





‘Hiç benim gibi bir âşık, bir dost, O’nu bir an bile unutabilir mi? (Feridüddin Attar. îlâhînâme, Çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1988, s. 191-192.)”.





Artar ve o’nun gibi bazı sûfiler tarafından söylenen; “Gel! Eğer hakiki er isen, hakiki aşkı İblis’den öğren!” (Attar, îlâhînâme, s.183.), gibi ifadelerden belagat yoluyla şu manalar da anlaşılabilir:





Gel! İlâhî âşka bağlan! Kendini ilahî iradeye teslim et, mutmain ol ve sebat et! Eğer müspet yönden buna ulaşamıyorsan, menfi yönden yaklaş! İblis kadar da mı olamıyorsun? Onun inkârdaki inat ve sebatına bak da ibret al!





Ehl-i tasavvuftan bazıları nazarında İblis, yine de celâl sıfatının mazharı olan ve yaratılışının gereğini yerine getiren, Allah Teâlâ’nın yarattığı bir varlıktır ve hiç bir zaman bizatihi kötü değildir. Dolayısıyla Allah’ın taht-ı kudretinde, insanların imtihanı için gerekli bir araçtır.”  İblis, önce niyaz etmiş, Hakk’ın yoluna çağırmıştı, lâkin sonunda kendi gücüne sığındı” diyen Hallâc’ın ifadesine bakılırsa İblis, başlangıçta mütevazı, Allah Teâlâ’ya yakın, niyaz ediyor ve hakka davet ediyor, çünkü kendisinin üstün olduğunu iddia edecek bir durum söz konusu değil. Ancak Hz. Âdem aleyhisselâm yaratıldıktan sonra ona secde ile emredildiğinde bu mütevazılıği kaybolup gurur ve kibirle dolmuş, “batıl’a davet etme yolunu seçmiştir. [19]





Deryâ olunca nefes pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost. 





Deryâ olunca nefes parçalanınca kafes,
Bu ses kesiline kadar çağırırım dost dost. 





Kafes





Farsça olan kafes kelimesi kuşları ya da küçük hayvanları kapalı tutmak için kullanılan telden ya da tahta parmaklıklardan yapılan taşınabilir bir barınaktır. Ayrıca vücudun etsiz, kemiklerden ibaret iskeletine de kafes denir. Kafes, edebiyatımızda daha çok bülbül, tûtî ve tavus gibi kuşlarla birlikte zikredilir. Çok zaman da gönül, göğüs kafesinin arkasında esir olarak zikredilir. Tasavvuf açısından bakıldığında da, ruh beden kafesinin içinde tutsak olarak görülür. Bu dünyada hep birlikte, beraber olan şeyler vardır. Bunlar onların birlikte olduğu veya olmak zorunda kaldığı şeylerdir. Bu kaderdir, nasiptir; buna üzülmemek gerek çünkü bu dünyanın kanunudur: Gül dikenlerle bir arada olmak zorunda olduğu gibi bülbülün yeri de kafestir. [20]





Gökler gibi dönerem gün gibi dolanırım,
Devr ile eğlenirem çağırıram dost dost. 





Dönerim gökler gibi dolanırım gün gibi,
Devr ile eğlenirim çağırırım dost dost. 





Eğlenmek kısa müddetli haller olduğu için devir nazariyesine işaretle bir kararda durmamaya işaret edildi.





Devir ve Devriyye





Bilindiği gibi varlıkların Hakk'tan zuhur edip tekrar Hakk'a ulaşmasını izah eden mistik görüş “devr” kavramıyla anlatıla gelmiştir.





Devr, varlığın maddeden insan mertebesine ve oradan Allah Teâlâ’ya ulaşması; devriyye bu tekâmül fikrini işleyen mensur veya manzum eserlere verilen isimdir.





Devir anlayışı, İslâm mutasavvıflarının ledünnî anlam verdikleri,





“Sizi topraktan yarattık, oraya döndüreceğiz ve başka bir sefer yine oradan çıkaracağız.” [21]





“Oysa O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır.” [22]





“Onlar Allah'tan geldiler ve yine Allah'a dönerler” [23] gibi âyetlerde dayanak bulmaktadır.





Bu anlayışa göre, Hakk'ın zatından tecellî eden ilahî nûr, cisimler âleminde manevî bir tertip dâhilinde, madenlerden bitkilere; bitkilerden hayvanlara; hayvanlardan insana ve bu makamdan da insan-ı kâmil mertebesine ulaşarak, yine ilk zuhur ettiği aslına, yani Hakk'a rücû edecektir.





Varlık ve nesneleri sudur ve tecellî fikrine göre izah eden sûfilere göre Cenab-ı Hak'tan zuhur eden bir sıfat, çeşitli merhalelerden geçtikten sonra toprağa iner. Buradan tekrar yükselerek Cenab-ı Hakk'a ulaşır.





Mutlak vücuttan tecellî ile nüzul eden bir sıfat sırasıyla küllî akıl, dokuz felek, dört tabiat ve dört unsur a gelir. Buradan itibaren yükselerek madenlerden bitkilere, hayvanlara ve Sûfiler bir sıfatın Hak'tan tenezzül edip Hakk'a ulaştığı bu yolculuğa devir derler.





Devir fikri bir daire (yuvarlak bir çizgi) ile açıklanır. Bu dairenin sol kısmı baştan orta noktaya kadar kavs-i nüzul (mebde'), sağ kısmı da orta noktadan başa kadar kavs-i urûc (meâd) şeklinde isimlendirilir. Sûfi müellifler tarafından kaleme alman “Nokta Şerhleri” veya “Mebde' ve Meâd Şerhleri” söz konusu daireden kinaye yazılan eserlerdir.





İslâm sûfilerinden başka mistiklerde devir fikrine benzeyen tenasüh ve benzeri tekâmül görüşleri varsa da, bunlar İslâmî devr anlayışıyla çelişmektedirler. Bu çelişkilerin en önemlisi şudur:





Devir, bir devr-i daimî olmadığı halde, tenâsühî görüşler, daimî bir devri kabul ederler. Diğer taraftan devirde geriye tekâmül yoktur. Tenasüh ve benzerlerinde bu durum söz konusudur.





Devir fikri, ilk (klasik) dönem mutasavvıflarınca ele alınıp işlendiği gibi, Türk mutasavvıfları tarafından da değerlendirilen ve hakkında pek çok eserler kaleme alınan yaratılış düşüncesiyle ilgili önemli bir konudur.   İhvan-ı Safa Resail’inde,   İbn Miskeveyh Tehzibü'l-Ahlâk'ında, İbn’ül Arabî Fütuhat ve diğer bazı eserlerinde konuyla ilgili düşüncelerini yazmışlardır. Daha sonraları Sadreddin-i Konevî, Mevlanâ Celaleddin-i Rûmî, Nâsır-ı Husrev, Feyzî-i Hindî, Yunus Emre ve bunları takip eden birçok mutasavvıf Kur'anî bir tekâmül anlayışı üzerinde durmuşlardır. Edebiyat tarihimizde tasavvuf edebiyatı bünyesi içinde değerlendirilen bu tür eserlerin, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Nesimî, Eşrefoğlu, Ahmed-i Sarbân, Eroğlu Nuri, Vâhib Ümmî,   Ümmî Sinan,   Seyyid Seyfullah,   Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Niyâzî-i Mısrî, Gaybî, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Bursalı İsmail Hakkı gibi onlarca mutasavvıf tarafından yazılan örnekleri vardır. Diğer taraftan Üsküdarlı Hâşim Baba'nın kavs-i nüzulü anlattığı Devre-i Ferşiyye'si ile Niyâzî-i Mısrî'nin Devre-i Arşiyye'sinin önemi edebiyat tarihçilerimiz tarafından vurgulana gelmiştir.





Türkiye'de, dinî-tasavvufî bir anlayış ve edebî bir tür olarak devriyyeleri ilk defa dikkati çeken ve bu konudaki ilk mukayeseli araştırmaları yapan bilim adamları, Rıza Tevfik ve Fuat Köprülü'dür. Daha sonra bu konu Abdülbaki Gölpınarlı, Süleyman Ateş, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Amil Çelebioğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa Tatcı, İsmail Yakıt ve Ahmet Yaşar Ocak gibi bilim adamları tarafından çeşitli yönleriyle incelenmiştir.[24]





Her Nokta'dan bir devir başlar; Hem kendisi merkezdir, hem de çarkta dönen...





Eğer bir zerreyi yerinden alsan, Baştan başa bütün âlem bozulur!..





Her şey'in başı dönmüş ve onlardan bir tek parça bile, Olabilirlik sınırının dışına adım atmamıştır..





Somutlaşma, her birimi hapsetmiş. Bütünün parçası olmaktan yana ümitsiz kılmış.





Sanki dâima seyir halindeler.. Ki, sürekli soyunup giyinmedeler...





Hepsi dâima hareket hâlinde ve dâima dinlenmede... Hiçbirinin başı da sonu da belli değil!..





Her biri haberdardır, Zâtından her zaman Oradan dergâha yol bulmada...





Her zerreyi perdenin altında gizlemiş, Cananın cana cân katan güzelliği!.. [25]





Ne yerdeyim,  ne gökte,  ne mürdeyim,  ne zinde,
Her yerde her zamanda çağırırım dost dost. 





Ne yerdeyim,  ne gökte,  ne ölüyüm,  ne sağlam,
Her yerde her zamanda çağırırım dost dost. 





İnsan bilmelidir ki her halinde Allah Teâlâ’nın tasarrufu altındadır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Akıl ve acze varıncaya kadar her şey kaza ve kader iledir.” [26]





Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden çağırıram dost dost. 





Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden çağırırım dost dost. 





Yukadıdaki beyitte geçen “Geldim o dost ilinden” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı Allah Teâlâ’dır. Onun için Hazreti Resul: “Hubb-ül vatan min-el îmân”,  “Vatan sevgisi Allâhtandır” buyurdu: Yani Allah Teâlâ’ya muhabbet (sevgisi) imandandır demektir. 










[1] Allah Teâlâ Âdem’i kokuşmuş ve zaman içinde kurumuş bir balçıktan yarattı. Âdem kırk gece veya kırk sene boyunca cansız bir beden (ceset) olarak kaldı. Bu zaman zarfında İblis onun yanına gelip ayağına vuruyor, Âdem’in henüz cansız olan bedeni de “tın, tın” ses çıkarıyordu. Yine İblis Âdem aleyhisselâmın kâh ağzından girip makatından çıkıyor, kâh makatından girip ağzından çıkıyordu. Bunu yaparken de Âdem’e,





“Sen aslında hiçbir şeysin! Zaten ne olduğun ortada! Eğer ben musallat olursam seni kesinlikle helâk ederim. Şayet sen bana musallat olursan hiç şüphesiz seni bir isyankâr yaparım.” diye meydan okuyordu. Derken, Allah Âdem’e ruhundan üfürdü. İlâhî ruh Âdem’in bedenine baş taraftan girip bütün vücuduna yayıldı. Böylece Âdem’in çamurdan bedeni et ve kana dönüştü. Taberî, Câmiu’l-Beyân, I. 291, 293; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, I. 111-112. (Öztürk, Mustafa, (2004). Âdem, Cennet ve Düşüş, Milel ve Nihal, 1 (2),151-186.)





[2] (ÇAKMAK, -1994), s.9





[3] (ÇAKMAK, -1994), s.28





[4] (ÇAKMAK, -1994), s.28-29





[5] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.250), s.339





[6] (KILIÇ, 1995), s.70





[7] (KILIÇ, 1995), s.126





[8] Buhârî. Enbiya. 54; Müsim. Tevbe. 24; İbn. Hanbel. I/398





[9] Mülhak: İlhak olunmuş. Sonradan katılmış, zam ve ilâve olunmuş, eklenmiş.





[10] Tahrim, 6





[11] Zariyat, 56





[12] Sâd, 75





[13] Bakara, 30





[14] Bakara, 34





[15] Zariyat, 56





[16] (ÇAKMAK, -1994), s.7-12





[17] Heysemî, I/55





[18] (ÇAKMAK, -1994), s.19





[19] (ÇAKMAK, -1994), s.7-8





[20] (ESKİGÜN, 2006), böüm 5.4





[21] Tâhâ, 55





[22] Nuh, 14





[23] Bakara, 156





[24] (Mustafa TATCI-Cemâl KURNAZ-YaşarAYDEMİR, 2000), s.25-27





[25] (Şeyh Mahmûd Şebüsterî), b. 158-164





[26] İmam Malik, Kader, 4; Müslim, Kader, 18; İbn. Hanbel, II/ 10


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar