Print Friendly and PDF

MÜRŞİD-MÜRÎD MÜNASEBETLERİ






Mürşid; rehber, kılavuz ve yol gösteren demektir. Tasavvufta şeyh ile aynı anlamdadır.





Mürşid-i kâmil doğru yolu gösteren, dalaletten hidayete sevk eden kişidir. Tarîkatta seyr u sülûkünü tamamlayıp irşada ehliyetli olan kişiler için kullanılır bir tabirdir.





İlmî ledün sahibi olan mürşidler, kalpte sabit olan ilmin sahipleri,   nebilerin vârisleridir.[1]





Şeyh Ebû Râfi radiyallâhü anh rivâyetiyle Şerh-i Tarîkat’ isimli kitapta gelen hadisi şerifte buyruldu ki; “Bir kavmin şeyhi, ümmetin nebisi gibi­dir.”





RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN SIRTINDAKİ MÜHÜR HAKKINDA





Hâtem-i Nübüvvet Hakkındadır





Celaleddin es-Suyuti , Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Mucizeleri ve Büyük Özelliklerinden bahsederken buyurdular ki; [2]





Buhari ve Müslim, Sâib bin Zeyd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir:





"Ben, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'in tam arkasına dikilip O'nun iki omzu arasındaki Nübüvvet Mührü denilen kısma dikkatle baktım; gördüğüm, keklik yumurtası büyüklüğünde idi."





Müslim ve Beyhakî'nin Câbir bin Semura'dan rivayeti ise şöyledir:





"Ben Resûlüllâh Efendimiz'in iki omzu arasındaki nübüvvet mührünü, tıpkı bir güvercin yumurtası şeklinde gördüm. Rengi de, kendi cesedinin rengine yakındı."





İmâm Tirmizî ise bunu:





"Güvercin yumurtası büyüklüğünde ve kırmızımtırak bir bez idi" ifadesiyle vermiştir." [3]





Müslim, Abdullah bin Cercls'in şöyle dediğini rivayet eder:





"Ben, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omzu arasındaki nübüvvet mührüne baktığım zaman onu; sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında ve üzerinde siyahımsı benler bulunan bir yumru hâlinde gördüm."





İmam Ahmed ve Beyhakî de Kurre'nin şöyle dediğini nakleder:





"Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, omzunuzdaki mührü bana gösterir misiniz?" Peygamberimiz buyurdu ki: "Elini uzat!" Elimi uzattım baktım, omuzu ucunda, yumurta büyüklüğünde bir şeydi."





Yine İmam Ahmed, Beyhakî ve İbn-i Sa'd, çeşitli tarikler ile Ebû Ramse'den şöyle rivayet ederler:





"Ben babamla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gitmiştim. O'nun iki omzu arasındaki mühre baktığımda onu, (güvercin yumurtası büyüklüğünde) bir ur şeklinde gördüm."





İmam-ı Buhârî'nin Tarih'inde, Beyhaki’nin Sünen'inde Ebû Saîd'den rivayetlerine göre, o şöyle demiştir:





"Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzları arasındaki mühür, bir et çıkıntısı idi" Tirmizi de:





"Arkasında, yumru hâlinde bir et parçası idi" şeklinde rivayet eder.





Yukarıda geçen bir bahiste görüldüğü veçhile ve Beyhakî'nin rivayeti ile Selmân-ı Fârisî de bu hususta şunları söylemektedir:





"Ben Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gittiğim zaman, ridâsını omuzundan biraz sarkıtıp:





"Ey Selmân, sana söylenen mührü görmek istersen bak!" buyurdular. Baktığımda, iki omuzu arasında, güvercin yumurtası büyüklüğündeki mührü gördüm."





Ahmed, Tirmizî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Ebû Ya'lâ ve Taberânî Ulba bin Ahmed'den o da Ebû Zeyd'den şöyle rivayet ederler:





"Resûlüllâh Efendimiz bana dediler ki: "Ey Ebû Zeyd, bana yaklaş ve elinle arkamı meshet!" Yaklaştım ve elimle arkasını meshedip parmaklarımı mühür üzerine koydum."





-Yanındakiler Ebû Zeyd'e: "Mühür nedir?" diye sordular. O da: "Omuzundaki toplu olarak bitmiş olan kıllardır" cevabını verdi."





Taberanı ile İbn-i Asâkîr ise Ebû Zeyd bin Ahtab'dan şöyle rivayet ediyor:





"Ben Peygamber Efendimizin iki omzu arasındaki mührü; kan alma şişesinin vurulduğu yer kadar büyüklükte, bir et çıkıntısı olduğunu gördüm."





İbn-i Asâkîr ve Târih-i Nisabur adlı eserinde Hâkim, İbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Hâtem-i Nübüvvet, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin arkasında fındık büyüklüğünde bir et parçası olup üzerinde "Muhammedün Resûlüllâh" yazısını andırır bir şekil vardı."





Ebû Nuaym ise, Selman'dan şöyle rivayet etmektedir:





"Bu nübüvvet mührünün bâtınında: "Allah birdir, O'nun ortağı yoktur, Muhammed ise Allah'ın Resulüdür! " diye yazılı idi. Zahirinde ise "Nereye isterse oraya teveccüh et! Bil ki sen, mansûr ve muzaffersin!" diye yazılıdır[4]





الله وحده لا شريك له، محمد رسول الله، فإنك منصور، توجه حيث شئت فإنك المنصور  





Taberâni ve Ebû Nuaym El-Ma'rife adlı eserinde Abbâd bin Ömer'den şöyle rivayet ederler:





"O'nun iki omzu arasındaki nübüvvet mührü, küçük bir oğlağın diz kapağındaki mühür gibiydi ve Resûlüllâh bu mührün görülmesinden pek hoşlanmazdı."





İbnü Ebî Hayseme tarihe dâir yazdığı eserinde, Hz. Aişe radiyallâhü anhadan naklen der ki:





"Nübüvvet mührü, siyah bir ben idi, biraz sarıyı andırıyordu... Benin etrafında, at yelesi gibi sık kıllar vardı..."





Açıklama:





Alimlerimiz dediler ki; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzu arasında bulunduğu rivayet edilen nübüvvet mührü hakkındaki sözler; birbiriyle farklı bulunmaktadır. Fakat aslında bu, mühim bir ihtilaf sayılmamalıdır. Zira bu râvîlerden her biri, bir benzetme yoluyla rivayet etmekte ve rivayetleri arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Râvîlerden biri: "Bir keklik yumurtası büyüklüğünde idi" derken biri: "Güvercin yumurtası kadardı" demekte; bir diğeri de: "Bir keçi yavrusunun dizindeki mühür kadardı" demektedir. Biri: "Bir et yumrusu idi" derken, biri: "Bir et çıkıntısı idi" demekte; biri "Siyah bir bendi" derken bir diğeri: "Şişenin kan almak için vurulduğu yerde bıraktığı iz gibiydi." demektedir. Yâni, bunların hepsi birbirine yakın şeylerdir. Ve gerçekten o, bir et parçasından ibaret idi. İşte, âlimlerimiz böyle izah etmektedirler. Bunlar arasından İmam-ı Kurtubî ise şöyle demektedir:





"Sabit ve sahih olan hadisler delâlet eder ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzu arasındaki mühür; sol omuz yanında kırmızımtırak renkte ve çıkıntı halinde bir şey idi. Küçülüp azaldığı zaman güvercin yumurtası şeklinde oluyor, büyüyüp şiştiği zaman da yumruk kadar oluyordu... (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatı zamanında ise, şişkinlik kaybolmuştu...)





Süheylî de demiştir ki:





"Nübüvvet mührü, sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında idi. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şeytanın vesvesesinden masum bulunuyordu. Mührün bulunduğu yer de; kalbin karşısında olup şeytanın vesvese vermesine engeldi..."





Alimler,





"Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzu arasındaki mührün doğuştan mı, yoksa doğduktan sonra mı vurulduğu üzerinde ihtilaf ettiler. İkinci şıkkı tercih edenler, yukarıda geçen ve O'nun süt emmesi ile ilgili bulunan Şeddâd bin Evs hadisini, delil tutarlar. Az önce işaret ettiğimiz gibi, bu mühür, Resûlüllâh'm vefatın­dan sonra da kaybolmuştu... Bunu, ayrıca O'nun vefatı bölümünde anlatacağız... Bu konuda, Hâkim'in Müstedrek'inde, Vehb bin Münebbih'ten şu rivayeti vardır:





"Cenâb-ı Hakk'ın gönderdiği bütün peygamberlerin sağ elleri içinde bir peygamberlik nişanı vardı. Ancak, bizim peygamberimiz müstesna. Zira O'nun peygamberlik nişanı, iki omuzu arasında idi[5]





İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Mûsâ bin Yâkâb el-Zemeî tarikiyle Guseyme'nin âzadlısı Sehl'den rivayet ederler, Sehl, Murays kabilesine mensub bir nasrânî idi ve amcası evinde büyüyen bir yetimdi... O demiştir ki:





"Bir gün ben, İncil’i elinden aklım ve okumaya başladım... Derken birbirine yapışık iki yaprak vardı. Onları ayırarak okumaya başladım ve orada Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin sıfatlarını gördüm. O'nun boyundan, renginden, oturuş şeklinden, iki omuzu arasındaki mühürden, sadaka kabul etmemesinden, hilim ve tevâzuundan haberler vardı... Orada, kendisinin İsmâil aleyhisselâmın soyundan olduğu ve isminin Ahmed olduğu da yazılı idi... Ben, bu kısımları okumakla idim ki, bu sırada amcam geldi ve bana: "Niçin o yapışık olan kısmı açıp okuyorsun? Sen kim oluyorsun ki bunları okuyasın?" diye şiddetle çıkıştı ve beni dövdü... Ben dedim ki: "Ey amcacığım, bak bu kısımlarda Ahmed adındaki peygamberle ilgili haberler var!" Amcam bana, yine öfkeyle: "O peygamber henüz gelmedi!" diye bağırdı..."[6]





Nihayet yine bir pazar günü halkın huzuruna geldik. O aynı şekilde bir konuşma yaptı ve dedi ki: "...Biliniz ki ben artık iyice ihtiyarladım, ölümüm yakındır. Ben yıllardır Kudüs'e gitmek hasretiyle yanmaktayım ve mutlaka gitmeliyim." Böyle dedi ve yola çıktı. Ben de kendisinden ayrılamayacağımı söyleyerek onunla birlikte çıktım. Nihayet Beyt-i Makdis'e geldik. O, mescid'e girip ibâdet etmeğe başladı. O bana demişti ki:





"Ey Selmân, Allah yakında bir peygamber gönderecek, adı Ahmed olacak, Mekke'den çıkacak... O, hediyeyi kabul edecek, sadakayı kabul etmeyecek... İki omuzunun biraz sol tarafında mühür bulunacak, işte şu içinde bulunduğumuz zaman, onun gelmesinin yaklaştığı zamandır... Bana gelince, sanmıyorum ki ben ona yetişeyim! Zira iyice ihtiyarladım. Eğer sen ona yetişecek olursan, ona inan ve tabî ol!" Ben kendisine dedim ki: "Efendim, eğer o peygamber, bana sizden öğrendiğim ve şimdi üzerinde bulunduğum dinimi terketmemi emrederse, yine ona tabî olayım mı?" Cevabında:





"Evet, benden öğrendiğin dînin terkedilmesini istese dahî, ona uy!" dedi... Sonra Beytü'l-Makdis'ten çıktı. Onun kapısı Önünde bir adam oturuyordu. Onun elinden tutarak: "Kum bismillah Allah'ın adıyla kalk!" dedi ve o kötürümü ayağa kaldırdı. O da bir şeyi yokmuş gibi kalktı... Sonra üstad, kimseye bakmadan çekip gitti. Ben de hemen arkasından koşturmak istedim, fakat oradaki adam bana:





'Yardım et de eşyamı sırtıma alayım, ben de yoluma gideyim" dedi. Ben de kendisine yardım ettim. Sonra üstadın peşinden koştum... Fakat bir türlü kendisine yetişemedim. Kime rastlasam onu soruyordum. Aldığım cevaplarda hep "İleride, ileride!" oluyordu... (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443 ve Beyhaki’nin diğer tarîkten rivayetlerinde böyle tasrîh edilmiştir.)





Yine Ebû Nuaym'ın Ebû Seleme bin Abdurrahman'dan nakline göre, Hz. Selmân radiyallâhü anhın önceki üstadlarından birinin kendisine şöyle dediği anlatılmaktadır:





- "...Ey delikanlı, Meryem oğlu İsa'nın kim olduğunu biliyor musun?" Ben:





- "Hayır, bunu işitmedim" dedim. O dedi ki:





- "İsâ, Allah'ın Resulüdür. Kim İsa'nın ve ondan sonra gelecek olan Ahmed adındaki zatın peygamberliğine inanırsa, Allah o kimseyi dünyanın gamından âhiretin ferahlığına ve nimetine eriştirir..."





Ben bu üstadın çok iyi bir insan olduğuna şahit olmuştum. Onun bana ilk öğrettiği şey şu idi: "Allah'tan başka ilâh yoktur, Meryem oğlu İsa Allah'ın resulüdür. Ondan sonra gelecek olan Muhammed de Allah'ın resulüdür. Öldükten sonra dirilmek de haktır." O bana, namaz kılmayı da öğretmişti ve demişti ki:





"Namaz kılacağın zaman kıbleye dön! Ateş sana ürperti verse dahi ona iltifat etme. Sen farz olan namazı kılarken, anan veya baban sana çağırsa bile, namazını kesme! Ancak bir peygamber çağırırsa kesersin. Çünkü Allah'ın Resulü, ancak Allah'ın vahyi ile seni çağırır, kendiliğinden değil... Eğer sen, Tihama dağlarından (Mekke'den) çıkacak olan Muhammed bin Abdullah'ın zamanına yetişecek olursan, muhakkak ona imân et ve kendisine benim selâmımı söyle." Ben de kendisine dedim ki:





- "Efendim bana Muhammed'in sıfatını anlatır mısın?" O dedi ki:





- "O, âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden kendisine "Nebiyyü'r-Rahme" yâni rahmet peygamberi denilecektir, babasının adı Abdullah olacaktır... Tihama dağlarından çıkacaktır... Son derece mütevazı olup deveye, merkebe, ata ve katıra da binecek; hür olanla köle olan yanında eşit olacaktır... Rahmet, O'nun hem kalbinde hem de uzuvlarında dopdolu olacaktır... İki omuzu arasında güvercin yumurtası büyüklüğünde bir mühür bulunacaktır. Bunun zahirinde: "Her nereye teveccüh etsen, Allah'ın yardımı seninle olacaktır" mealinde bir yazı; bâtınında ise: "Allah birdir, O'nun hiçbir ortağı yoktur! Muhammed de O'nun resulüdür!" diye yazılmış olacak... O, hediye olandan yiyecek, sadaka olandan yemeyecek... Ne bir muâhide, ne de bir müslümana, asla zulüm etmiyecek..."





(Nübüvvet mührünün, zahirdeki ve bâtındaki yazılarından söz eden bu rivayet, münker sayılmıştır.)  [7]





Hafız Ebâ Zekeriyyâ Yahya bin Aiz, Resûlüllâh'ın doğumuyla ilgili olarak yazdığı "Mevlid" kitabında, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini-kaydeder:





 "Amine, doğum yaptığı güne dâir konuşur ve şöyle derdi:





"Ben büyük bir hayranlık içinde iken, ansızın üç kişi geldi; sanki güneş onların yüzünden doğmuştu... Birinin elinde gümüş bir ibrik vardı, içinde misk gibi bir koku bulunmakta idi. İkincinin elinde dört köşeli ve yeşil zümrütten bir tepsi vardı ve her köşesinde beyaz inciler bulunmakta idi. Biri ansızın şöyle diyordu:





"İşte dünyâ! Bütün denizleri ve karası, doğusu ve batısı ile! Ey Allah resulü, ne tarafını almak istiyorsan al." Ben bu sıra, Rasulullah'ın hangi tarafım tutacağını görmek için baktım ve gördüm ki O, tepsinin ortasından kavrayıp aldı. Biri şöyle, nida etti: "Hiç şüphesiz Muhammed Kabe'yi ve onun işaret ettiği mânayı almıştır! Sımsıkı Tevhîd'e tutunmuştur. Şüphesiz Allah Kabe'yi  O'na kıble  olarak vermiş  ve  O'na mübarek bir makam kılmıştır!,.." O gelen güneş yüzlü zatlardan üçüncüsünün elinde ise, iyice durulmuş beyaz bir ipek vardı. Onu açtı ve içinden bir mühür çıkardı. Mühür, görenleri hayretler içinde bırakacak güzellik ve parlaklıkta idi. Sonra o zât, bana doğru yaklaştı ve elindeki mührü, elinde tepsi tutmakta olan zâta verdi. Bu sırada elinde gümüş ibrik tutmakta olan zât ibriği dökerek mührü yedi defa yıkadılar. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzu arasını mühürlediler. Tekrar mührü beyaz ipek parçasına iyice sardılar. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin omuzun u mühürleyen zât, O'nu kanatlan arasınaa alarak bir müddet tuttu... Sonra O'nun kulağına birşey söyledi, fakat ben ne söylediğini anlayamadım... Sonra O'na hitaben dedi ki:





"Sana müjdeler olsun yâ Muhammed! Senden önceki peygamberlere verilmiş bulunan bütün ilimler de sana verilmiştir! Peygamberler içinde ilmi en çok olan, şecaat ve kahramanlıkta da en  ileri bulunan sensin! îlâhî nusretin ve zaferlerin anahtarı seninledir! Senin adını duyan her bir asker veya kumandanın, mutlaka kalbine bir korku ve saygı dolacaktır. Senden korkacaktır, ey Allah'ın halîfesi!....





(Hadis bilginlerinden ibn Dıhye bu rivayet hakkında et-Tenvir adlı kitabında: "Bu garib bir rivayettir" demiştir. Suyûtî.) [8]





Kaynak:
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/248-250.





*****************





Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi isimli eserindeki açıklamalarında şöyle söylemektedir.





İlk asrın müslüman tarihçilerine göre, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtında, biyografisinde müteaddit defalar bahsedilen bir çeşit “ur” (veya “ben”) vardı. (İbn Hişâm, s. 141) Selmân Farisi radiyallâhü anhın ve Heraklius’un elçisinin bunu arayıp sorması (lbn Hanbel, IV, 74–75) Yine bir Arap tabip bu­nunla alâkadar olmuştu (İbn Sa’d, l/II, s. 132–3)





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk’a yürüyüşünden sonra, kendisini son defa yıkayanlar, bu “ur”u bulamadılar. Bunun Risâlet Mührü olduğuna inanılmıştır; ölümüyle nübüvvet son bulduğundan bu mühür geri alınmıştır. (Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İst, 2003, c. II, s. 1102)





*****************





Kettani, Hz.Peygamber’in Yönetimi, Et-teratibu’l-idariyye, İz Yayıncılık: 2/211-219.





İbn Ebî Usaybia Tabakâtu'I-etibbâ'da bir bâb başlığı açarak şöyle der: "İslâm'ın zuhurunun ilk zamanlarındaki Arap ve diğer tabiplerin taba-katına dair yedinci bâb."[9] Burada Haris b. Kelede,[10] oğlu Nadrb. Haris [11] ve İbn Ebî Rimse et-Temîmî'nin biyografilerini verir ve bu sonuncusu ile ilgi­li olarak şöyle der: Resulullah (sav) zamanında tabipti, cerrahlık yapıyordu. Nuaym, İbn Ebî Uyeyne'den, o İbn Ebcer'den, o Ziyâd'dan, o Lakît'ten, o da İbn Ebî Rimse'den şöyle dediğini rivayet eder:





Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme geldim, iki omuzu arasında mühürü gördüm.





"Ben tabibim, bırak onu tedavi ede­yim" dedim, şöyle buyurdu:





"Sen mahir ve latif bir kimsesin, tabip ise Al­lah'tır," Süleyman b. Hassan şöyle dedi:





Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun el maharet ve hafifliğine sahip (iyi bir cerrah) olduğunu fakat ilimde üstün olmadığını bilmiş olup bu da onun "tabip Allah'tır" sözünden anlaşılmaktadır.[12]





*******************





Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtında bulunan mühr-ü şerif  hakkında geniş bir inceleme yapmış olan Yrd. Doç. Dr. Erdinç AHATLI açıklayıcı bilgiler sunmuştur.





Özet olarak;





Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki kürek kemiği arasında bulunan ve herhangi bir insandaki normal bir benden daha büyükçe olan "ben", ilgili kaynaklarda genellikle O’nun nübüvvet alâmetlerinden birisi olarak değerlendirilmiş ve "nübüvvet/ peygamberlik mührü" anlamına gelen "hâtemü’n-nübüvve" diye isimlendirilmiştir. Bu nedenle nübüvvet mührü, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetini konu alan ilim dallarından şemâil, delâil ve hasâis türü eserlerin mutlaka yer verdikleri temel konulardan birisi olmuştur.





Kaynaklarda güvercin veya keklik yumurtası/gerdek çadırının düğmesi, yum­ruk halinde veya insan bedeninde çıkan siğile vedaha başka şeylere benzetilerek yapılan bu tasvirlerin ortak noktası, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtında iki kürek kemiği arasında, sol kürek kemiğine yakın irice bir et parçasının bulunduğudur. Bu çalışmanın hedefi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kürek kemikleri arasında bulunan bu benin hadis kitaplarında ve ilgili diğer eserlerde nasıl tasvir edildiğinin dökümünü yapmak değildir. Nitekim nübüvvetmührü bahis konusu olduğunda verilen bilgilerin neredeyse tamamının, mezkur benin ilgili kaynaklarda yapılan tasvirleri etrafında odaklaştığı müşâhede edilmektedir. Bu çalınmanın asıl amacı, sözkonusu “ben”in hangi özelliği sebebiyle "nübüvvet mührü” ismini aldığı ve bunun tarihî süreçte nasıl algılandığı ve anlamlandırıldığı sorularına cevap aramaktır. Bir başka ifadeyle nübüvvet mührü, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin peygamberliğini ne yönüyle kanıtlayan bir delildir?





Bu soruya ilgili rivayetler ve yapılan değerlendirmeler ışığında iki tür cevap verilebilir.





Birincisi, kadîm semavî kitaplarda ileride gelecek son peygamber Hz. Muhammed’in tanınmasını sağlayacak alâmetlerden birisi olarak, onun fizik süretini resmeden bilgiler sadedinde iki kürek kemiği arasında irice bir benin bulunduğundan bahse dilmesidir. İkincisi ise, birinci cevabı dışlamamakla birlikte anılan bu benin nor­mal bir insanda bulunandan ayrı ve mucizevî bir özellik arz ettiğidir.





Birinci cevabın tahlilini çalışmanın son kısmına bırakarak İkincisinden başlamak ve konunun boyutlarını bu merkezde ele almaya çalışmak daha isabetli olacaktır. Meseleye bu açıdan bakıldığında karşımıza yine bir soru çıkmaktadır:





Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kürek kemikleri arasındaki bu benin olağanüstülük yönü nedir?





Bu ben hangi ayırıcı vasıflarıyla peygamber olmayan diğer insanlarda da bulunabilecek benlerden ayrılmaktadır?





Konuyla ilgilenen İslâm âlimlerinin ki bu yönüyle konu üzerinde az durulmuştur- bu soruya verdikleri cevap nübüvvet mührüne yükledikleri anlamda kendisini belli etmektedir. Buna göre, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki kürek kemiği arasındaki bu et parçası doğuştan meydana gelmiş tabiî bir ben değil, melekler tarafından onun peygamberliğinin delili olmak üzere sonradan, âdeta bir mühür gibi mühürlenmek suretiyle oluşmuş mucizevî bir bendir. Bu nedenle anılan benin doğuştan olduğunu bildiren haberler hep zayıf kabul edilmiş ve itimâda şâyan bulun­mamıştır.





Bu benin doğurtan olmayıp sonradan melekler tarafından gerçekleştirilen bir ameliye ile meydana geldiği İleri sürüldüğünde de problem tam olarak çözüme kavuşmamakta ve "ne zaman” sorusu gündeme gelmektedir. İşte burada konu "şakku’l sadr" veya "şerhu’s-sadr” ismi verilen, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin göğsünün yarılıp kalbinin çıkarılması ve temizlendikten sonra tekrar yerine konması ile ilgili rivâyetlerle direkt olarak irtibatlı hale gelmektedir. Ne var ki şerhu’s-sadr olayını anlatan rivâyetler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında bu hadisenin dört ayrı zamanda gerçekleştiğini bildirmektedir. Bunlar; sütannesi Hz. Halîme’nin yanındayken dört beş yaşlarında, on küsur yaşlarında, ilk vahiy inmezden önce ve Mîrâc’a çıkmadan önce olmak üzere zikredilen rivâyetlerdir. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kürek kemikleri arasına nübüvvet mührünün vurulmasını şerhu’s-sadr rivayetlerindeki bilgilerle açıklamaya çalışan âlimler, anılan rivâyetlerin bizzat kendilerinden kaynaklanan farklı malumat dolayısıyla konuyu izah etmeye gayret etmişlerdir.





Öyle anlaşılıyor ki, zaman içerisinde bu bene mucizevî bazı anlamlar yüklenmiş ve Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetini ispat eden kamtiar arasında, bu yönü ağır basan bir manada sayılmıştır. Dolayısıyla sözkonusu olağanüstülük anlayışının bir uzantısı olarak, bu benin doğuştan olmadığı ve Mat genellikle şerhu’s sadr rivâyederiyle irtıbatlandırılarak sonraki bir dönemde melek tarafından âdeta bir mühür şeklinde vurulduğu kabul edilmiştir. Halbuki bu iddiaya delil olarak getirilen rivâyetler tahlil edildiğinde, bunların hem sened hem de metin açısından pek çok zaaflarının bulun­duğu ve itimâda şayan olmadıkları görülmektedir. Aynı şekilde bu benin doğuştan olduğunu gösteren rivayetler de sahih olarak nitelendirilemez. Ancak konuyla ilgili bütün sahih rivâyetlerde, bu benin olağanüstülüğünü gösteren Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ağzından bir ifadenin bulunmaması, mezkur benin doğuştan gelen tabii bir fizyonomik durum olduğu kanaatini haklı çıkarmaktadır. Nitekim bu konuya dair sahîh rivâyetler, sadece nübüvvet mührünün çeşitli tasvirlerini içermektedir. Ayrıca Ebû Rimse et-Temîmî hadisi de bunun tabiî bir ben şeklinde algılandığım destekler mahiyettedir.





Tüm bu anlatılanların ışığında bu çalışmada varılan sonuçlar hakkında şunlar söylenebilir: Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki kürek kemiği arasında, görgü şahitlerinin algılama ve anlatma kapasitesine göre değişik şekillerde tasvir ettikleri bir et parçası veya irice bir benin olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Bu ben, kaynaklarda genellikle nübüvvet mührü anlamına gelen "hâtemü’n-nübüvve" diye isimlendirilmiştir. Bu tabirin ne ifade ettiği hususu beraberinde farklı anlamaları ve anlamlandırmaları tevlîd etmiştir. Selmân-ı Fârisî’nin hayat hikâyesinden bâriz bir şekilde ortaya çıkağı üzere, önceki kitap ehlinin Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtındaki bu benden haberdâr olduk­ları anlaşılmaktadır. Selmân-ı Fârisî radiyallâhü anhın, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Medine’ye hicret eder etmez, hemen onun yanına gelip müslüman olmasından hareketle, nübüvvet mührüne ilişkin bilginin Medine döneminin başından itibaren yaygınlaştığı söylenebilir.





Öyle anlaşılıyor ki, zaman içerisinde bu bene mucizevî bazı anlamlar yüklenmiş ve Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetini ispat eden delilller arasında, bu yönü ağır basan bir manada sayılmıştır. Dolayısıyla sözkonusu olağanüstülük anlayışının bir uzantısı olarak, bu benin doğuştan olmadığı ve fakat genellikle şerhu’s sadr rivâyetleriyle irtibatlandırılarak sonraki bir dönemde melek tarafından âdeta bir mühür şeklinde vurulduğu kabul edilmiştir. Hâlbuki bu iddiaya delil olarak getirilen rivâyetler tahlil edildiğinde, bunların hem sened hem de metin açısından pek çok zaaflarının bulun­duğu ve itimâda şayan olmadıkları görülmektedir. Aynı şekilde bu benin doğuştan olduğunu gösteren rivayetler de sahih olarak nitelendirilemez. Ancak konuyla ilgili bütün sahih rivâyetlerde, bu benin olağanüstülüğünü gösteren Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ağzından bir ifadenin bulunmaması, mezkur benin doğuştan gelen tabii bir fizyonomik durum olduğu kanaatini haklı çıkarmaktadır. Nitekim bu konuya dair sahîh rivâyetler, sadece nübüvvet mührünün çeşitli tasvirlerini içermektedir. Ayrıca Ebû Rimse et-Temîmî hadisi de bunun tabiî bir ben şeklinde algılandığım destekler mahiyettedir.





Diğer taraftan, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtındaki bu ben, bir yönüyle onun peygam­berliğini ispat eden delillerden sayılabilir. Bu cihet, kitap ehlinin söz konusu ben hakkında bilgisinin olması yönüdür. Onlara, ileride gönderilecek son peygamberin fizîki suretinden bahsedilirken, onu tanımaya yarayacak ayırıcı bir özellik olarak, iki kürek kemiği arasında irice bir benin olacağı bildirilmiştir. Zira bu tür bir ben insan­lar arasında çok sık görülmez. Dolayısıyla bu benin, Hz. Peygamber hakkında mümeyyiz bir vasıf olduğu söylenebilir. Diğer bir ifadeyle, sırtında bu ben bulun­mayan birisi, asla geleceği bildirilen son peygamber değildir. Ancak çok nadir de olsa, sıradan herhangi bir insanda Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemde bulunan bu bene benzer bir ben bulunabilir. Fakat sadece bu ben, o insanın peygamberliği için yeterli bir delil değildir. Netice itibariyle, "nübüvvet mührü" kavramının içinin, yukarıda uzunca değerlendirilmeye çalışılan olağanüstülük anlayışıyla izah edilen rivayetlerle değil; önceki kitap ehline geleceği bildirilen son rasülün, fizik süretinde tanınmasını sağlayacak tabiî bir ben şeklinde doldurulmasının daha doğru bir yaklaşım olacağı söylenebilir.





[Daha geniş bilgi için bkz: Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana  Bilim Dalı Öğretim Üyesi, Yrd. Doç. Dr. Erdinç AHATLI, NÜBÜVVET MÜHRÜ,  (Târihî süreçteki algılanması ve anlamlandırılması) Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 3/2001]





MÜHR-Ü ŞERİFİN ÜZERİNDE KUDRET ELİYLE YAZILAN METİN HAKKINDA





Arapça kaynaklarda hatem ile ilgili rivayetler zayıf kabul edilse de





“الله وحده لا شريك له، محمد رسول الله، فإنك منصور، توجه حيث شئت فإنك المنصور” Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtında iki omuzları arasındaki bende şu ibarenin yazılı olduğu konusunda genel bir kanaat vardır.





لو قسمت بين الدنيا كلها لم يكن لها مكان ، بين كتفيه كبيضة الحمامة عليها مكتوب باطنها





 : الله وحده لا شريك له ، محمد رسول الله ، وظاهرها : توجه حيث شئت فإنك المنصور





"Bu nübüvvet mührünün bâtınında: "Allah birdir, O'nun ortağı yoktur, Muhammed ise Allah'ın Resulüdür! " diye yazılı idi. Zahirinde ise "Nereye isterse oraya teveccüh et! Bil ki sen, mansûr ve muzaffersin!" diye yazılıdır[13]





***************





Yakın dönem Türk kaynaklarında ise, توجه حيث شئت فإنك المنصور ibaresine muttasıl olarak





تَبَحْبَحْ اَنْتَ هَيْصُورٌ   ilavesi bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda değişik veya hatalı sanılan okunuş  ve yazılı bulunan mühürler yanında doğruya en yakın olan üç nüshadan biri, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî kaddesellâhü sırrahu’l azizin talebelerinden olan Mustafa Fevzi Efendi [14] tarif ettiği şekildir.





Mustafa Fevzi Efendi, şeyhi  Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî  hazretlerinin işaretiyle hazırladığını söylediği mühür-ü şerifi  bir eserinde[15] şu şekilde tarif eder.





Mührün sağ cihette “Lâ ilahe illallah” sol cihette “Muhammedürresulullah”





Ortada “Tebahbah[16] Ente Heysûrun”[17]





Altta ise “Tevecceh haysu şi’te inneke Mensurun”





Yazarak tarif etmiştir.





Meâlen:





“(Ya Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem!) Rahat ol! Yücelikler bağışlanmış biri olarak Senin eriştiğin mertebeye kimse erişemedi.





Nereye yönelsen ve yapsan Allah Teâlâ’nın yardımıyla galipsin.”





Mühr-ü şerifin diğer bir  terkibi ise aşağıdaki şekilde yazılmış olarak bulunmaktadır.





Mührü şerifin Orta yazısı:





“Lâ ilahe illallah Muhammedürresulullah”





Üst yazısı:





“Tevecceh haysu şi’te feinneke Mensurun”





Alt yazısı:





“Tebahbah Ya Muhammed Ente Heysûrun”





Meâlen anlamı şöyledir:





“Rahat ol! Ya Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) Yücelikler bağışlanmış biri olarak Senin eriştiğin mertebeye kimse erişemedi.





Nereye yönelsen ve yapsan Allah Teâlâ’nın yardımıyla galipsin.”





**********





Değişik bir okumada şu şekilde yapılmıştır.





Mührü şerifin Orta yazısı:





“Lâ ilahe illallah Muhammedürresulullah”





“Tebahce Ya Muhammed Ente Heysûrun” “Tevecceh haysu şi’te feinneke Mensurun”





Meâlen anlamı şöyledir:





Gurur duyup sevinebilirsin Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve sellem) Sen nebîlerin en cesurusun. Hiç bir kimse senin eriştiğin mertebeye erişmedi.





Nusret anah­tarları sana verildi. Nereye yönelsen Allah Teâlâ’nın yardımıyla galipsin.”





تَبَحْجَ : Gurur duyup sevinebilirsin





Mühr-ü şerifin istimali hakkında bazı rivayetlerde bulunmaktadır. Tirmizî radiyallâhü anh Hazretleri rivayet eder ki:





“Bu Mühr-ü şerifin faydalarından biri, her kim abdestli olarak sabahtan Mühr-ü şerife baksa akşama kadar, ayın evvelinde baksa ayın sonuna kadar, yılın evvelinde baksa yılsonuna kadar, yola çıkarken baksa gittiği yerden dönünceye kadar geçen zamanlar, kendisi için hayırlı ve mübarek olur. Mühr-ü şerife baktığı sene içinde ölürse, imân ile âhirete göçer.”





(BURGAY, Hasan; Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in Varisleri, Ankara, 1994, s.18)





“Kim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvet mührünü yazıp Ramazan ayının yarısı gelince onun suyu ile iftar ederse Hakk’a yürüyeceği zaman can acısını görmez.”





(İslam Tarihi, Erzurumlu Mustafa Darir, İst. 1952, c.6, s.741)





Mürşid-i kâmil o kimsedir ki, sözü özüne uygun olur. Kuv­vet ve doğruluk sahibidir. Nitekim Allah Teâlâ “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” [18] buyurmuştur. Bast ve kabz sahibi olup gerektiği zaman dervişin sülûkunu bast eder (açıp genişle­tir) ve gerektiği zaman kabz eder (daraltıp kapatır). İddia sahibi olmaz. Çünkü tasavvuf, davayı terk edip ilâhî sırlan söyleme­mektir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Tasavvuf davayı terk edip mânâları gizlemektir.” buyurmuştur. Mürşid-i kâmil çalışkan ve gayret sahibi olur. Şehvet, şöhret ve tabiat esiri olmaz. Zühd ve takva ile süslenir. Dünya ve âhiret muhabbeti yoktur. Sözün kı­sası Allah yolunda olur ve başka bir şey hedefleyip istemez. Şe­riat elbisesini sırtına giyip eline muhasebe asasını alır. Allah’ın tecellîsi ile fenâ fi’llahta tamamen mahvolur ve bekâbillaha ulaşıp cemden farka gelir. Dinin emir ve yasağını gereği gibi, yerine getirir. Dört kapısı (şeriat, tarîkat, marifet ve hakikât) mâmur olur. Bunlardan birisi eksik olsa mürşit olamaz, kimseyi irşat edemez.





Şimdi ey benim canım, mürşid-i kâmil bulmak son derece güçtür. Bir âşık, mürşid-i kâmil bulduğu zaman onun işi tamam­dır. İnsan-ı kâmil, isterse bir âşığı göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede irşat edip Hakk’a ulaştırır.[19]





“Kelime-i Tevhidi kalbiyle tasdik ve diliyle ikrar eden her mümine gereken; inanç ve ihlâsla, kapıcısı olduğu Allah Teâlâ’nın hazinesi olan kalbe hevâ ve şeytanı koymamağa, kâmil bir mürşid bulup elini tutarak tevbe etmeğe gayret etmelidir. Zira delilsiz yola çıkılmaz.





Kâmil mürşid o yoldan gidip gelmiştir. Tehlikeli olan yerlerini bilir. Delâlet ederse müridini de kolaylıkla geçirir.





Yalınız, “şimdi böyle kâmil mürşid nerede?” denilirse, bu söz yerindedir; amma yine bunda nefsin hilesi vardır. Eksiklik sendedir. Hemen araştırmaya bak. Bir kul ki, ihlâsla rızâ yolunu isterse, sebepleri yaratan Allah Teâlâ onu mahrum etmez. Belki sen onu ararken o senin elinden tutar.





Mürşidi Kâmil olduğunu nasıl bileyim? Dersen, alâmeti pek çoktur fakat şu üç husus sana yeter:





Birincisi: Huzuruna girince bütün üzüntün gider, içinde bir ferahlık ve sevgi duyarsın.





İkincisi: Meclisinden ayrılmayı istemezsin. Sözlerinden içinin şevk ve muhabbeti artar.





Üçüncüsü: Ziyaretine gelen büyük küçük herkes elini öpme zorunluluğu duyar, hayır duasını ister.





Bütün hareketleri, davranışı hali Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. İşte üç alâmet ki, riyadan, gösterişten uzak, bunları kimde görürsen hiç durma, git kendisine tam bir teslimiyetle teslim ol.[20]





Usûle göre şeyhler





Üç kısımdır: Ta’lim şeyhi, sohbet şeyhi ve tarîkat şeyhi.





Ta’lim şeyhi: Tasavvufi konularda bilgi veren öğretmen konumundaki ihvandır.





Sohbet şeyhi: Sohbetine herkesin katılıp sözlerini dinlediği hal ve hareketleriyle örnek olan kişidir. Bunlardan ilki sadece öğretici, ikincisi ise, haliyle etkileyicidir.





Tarîkat şeyhi: İhvanını bir annenin yavrusunu terbiye etmesi titizliği ile yetiştirmeye çalışan şeyhtir. Buna terbiye, irşad ve sülûk şeyhi de denir. Böyle bir terbiye şeyhi, mürid ve müntesiplerinin beden ve ruhları üzerinde mutlak söz sahibidir. Mürid ne diliyle, ne de kalbiyle böyle bir şeyhe itiraz etmemeli, aksine gassal önünde meyyit gibi, teslim olmalıdır. Böyle bir şeyh, Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vekili, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde halifesidir.





Sen demedin mi ki, “Körü, yolda tutup götüren Allah Teâlâ’dan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer!





Kim bir körü kırk adım götürürse günahları bağışlanır, doğru yolu bulur!” [21]





Hakikâtine göre şeyhler,





Hal, kâl, yol veya yal şeyhi olmak üzere de üçe ayrılır.





Hâl şeyhi gerçek anlamda tarîkat ve tasavvufu yaşayıp yaşatan Allah Teâlâ dostu.





Allah Teâlâ dostları o kişileridir ki, insanlar dünyanın görünüşüne baktıkları zaman onlar, dünyânın içyüzünü görürler. İnsanlar hemen-elde edilecek dünya işleriyle uğraşırlarken onlar, bir müddet sonra gelecek âhireti elde etmek kavgasına düşerler. Ahiret işlerine koyulurlar. Kendilerini öldürecek zevklerden geçerler, o zevkleri öldürürler. Terk edecekleri şeyleri bilirler de daha önce terk ederler.  Bilirler ki, başkanının dünyâdan elde ettikleri çok şey pek azdır. Onların dünyayı elde etmeleri ellerinden yitirmelerinden başka bir şey değildir.





Allah Teâlâ dostları insanların uzlaştıkları şeylere düşmandırlar. Onların düşman oldukları şeylere dostturlar. Onlarla Kitabın hükümleri bilinir; onlardır Allah Teâlâ’nın kitabıyla bilenler. Onlarla Kitabın hükümleri yürütür; onlardır Kitabın hükmüyle yürüyenler. Umdukları şeyin üstünde umulacak bir şey görmezler onlar. Korktuklarının üstünde korkulacak bir varlık tanımaz onlar.[22]





Kâl şeyhi sözde şeyh, işin sözlü tarafını bilen;





Yol veya yal şeyhi ise, menfaatçi şeyh; mensuplarını bir takım çıkarlar için çevresinde tutan sahtekâr. Sakınılması gereken kişidir.[23]





Şeyhülislâm Kemalpaşazade kuddise sırruhu’l-azîz (d.1468-h.y.t. 15 Nisan 1534) göre şeyhlerin vasıflarını Müniretü’l-Islam[24] adlı kitabındaki açıklamaları bu durumu çok güzel ortaya koymuştur. Özet olarak;





Şeyhin dört alameti vardır:





1) Müridinin dinî ve dünyevî şüphelerini giderecek kadar âlim olması,





2) Hübbü’d-dünya (dünya sevgisinden) uzak durması ve kendisini heva ve arzulardan uzak tutması,





3) Diğer insanların ve müridlerinin elinde bulunan imkânlara tamah etmemesi,





4) Bütün fiil ve sözlerinin şeriata muvafık olması.





Eğer bu dört vasıf bir kişide yoksa ve o kişi de şeyhlik davasında bulunuyorsa o yalancıdır. Yalancı ise, sadıklara şeyh olamaz. Şeyh ve müridin ilk vazifesi şeriatı bilmektir. Şeriat ise, Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emir ve yasaklarıdır.





“Kendisini şeyh ilan eden kişi için iki durum söz ko­nusudur. Eğer o kişi ilim ve hilm sahibi, dünya sevgisin­den yüz çevirmiş, şüpheli şeylerden uzak duran, söz ve fi­ilen şeriatın muktezasına uygun, talimi ve nasihati delil ile olan birisi ise, işte o kişi Allah Teâlâ’nın ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gerçek halifesidir. Ama o kişide bu hususiyetler yok ise, o zaman o kişi şeytanın halifesidir. Şeytanın halifesi ise, şeriatın hük­müne göre hem sapmış hem de doğru yoldan insanları sap­tırmış biri kişidir. Zira meşru olanı inkâr etmiş ve onun yerine batıl deliller koymuş demektir. Kadı, müftü ve di­ğer din âlimlerine düşen bu kişinin şerr ve fesadını ehl-i İslâm’ın yolundan kaldırmalarıdır....”





“Devlet idarecileri ve dünya ehli zamanımı­zın şeyhlerini severler. Zira onlar rablerine onların sahip oldukları mansıb ve devletlerinin artması için dua ederler. Hâlbuki dünya mansıbları onları Allah Teâlâ’dan uzaklaştırmak­tadır. Zamanımızın şeyhleri de idarecileri ve ehl-i dünyayı sever, onların gönüllerini celb etmek, mallarını almak için önlerinde küçüklük gösterirler... Eski zamanın şeyhleri kendilerini sevenlerin Allah Teâlâ’ya yakınlaşması ve onun katındaki derecelerinin yükselmesi için dua ederler ve insanların ellerindeki mal mülkten yüz çevirirlerdi. Gü­nümüzün şeyhleri ise, (sanki) kendilerini sevenlerin Allah Teâlâ’dan uzaklaşmaları ve helak olmaları için dua ediyor, insanların mallarını almak istiyorlar...” [25]





Mürid; lügatte irade sahibi ve dileyen anlamınadır.





Tasavvufta ise, iradesini Allah Teâlâ’nın ve mürşidin iradesine teslim etmiş, iradesi olmayan kimse demektir. Bu anlamda şeyh ile mürid arasındaki ilişki çok yüksek düzeyde; bir sevgi ve teslimiyet ilişkisidir.





Kamil bir mürşide bağlanmak gerekli midir?





İnsanın manevi yolculuğa çıkmadan önce bir mürşid araması gerekir.





Sâlik, tasavvuf imamlarından, nasihati kendisini etki­leyeceği, sohbetinde yetişeceği bir mürşid arar. Bu arayışında nef­sinin ve halkın tüm arzularım bir kenara bırakır, yalnız arayıp tabi ol­duğu şahsın hükmünce gitmeği amaçlar. O arayıp bulduğu hekim (imam, mürşid’i kâmil), buna nazar ederek hastalığının sebebini bilir devasını da ona gösterir. Böylece derdine derman bulur, yüce Allah Teâlâ’nın izniyle iyileşir. Şayet mürşide, (dünya) sebeplerinden bir şey için gitmiş ise, boş yere vaktini zayi etmiştir, ona hekimin sözü tesit etmez. Ebu Yezid-i Bestamî kuddise sırruhu’l-azîz şöyle demiş:





“Sen hiçbir şeysiz ol ki, her şey senin için olsun.” [26]





Maraşi Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Her müridin bir mürşidi vardır. Mürşitsiz mürid olmaz. Her mürid dünyaya iki defa doğar. Birinci doğuş ana rahminden gelmekte, ikinci doğuş mürşide mülâki olmaktır.” [27]





Nakşibendiyye tarîkatında Abdûlhâlîk  Gucdevânî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz tarafından konulan on bir prensipten biri olan “Sefer der-vatan” ın bir anlamı da mürşid aramak için yolculuğa çıkmak demektir. Bu konuda üç türlü hal vardır.





—Bir mürşide bağlanmadan nefsinin şerrinden kurtulamayacak ve harama düşecek kimseler için, farz;





—Manevi derecesinin yükselmesine yardımcı olacak kimseler için müstehab;





—İntisap kendilerine bir şey kazandırmayacak olanlar için mubahtır.





Her terbiyede olduğu gibi, mürşide bağlanmadan tasavvufi bir hayatın gerçekleşmesi mümkün olmaz. Tasavvufi hayata giren kimse de, bu yoldan geçmiş ve sonuç almış olan kimseden, elinde kitaplar, eserler ve bilgiler bulunan kimseye nazaran, daha çok istifade eder. Çünkü tasavvuf nazari bir ilim değil, tatbiki bir ilimdir. Mürşide bağlanmayan kişi, böyle bir yolda önemli bir rehberden mahrum olarak yola çıkmış demektir.





Ebu Bekir Şiblî kuddise sırruhu’l-azîz buyur ki;





“Vasıtasız olarak Allah Teâlâ ile oturmak güçtür.” [28]





Mesela; bir kişi geceleyin bir şehre girmek isterse, yolu bilmezse,  yol üzerinde haydutlar olduğu bildirilse veya bilse, iki şeye muhtaç olur.





Biri fener, ikincisi rehber’dir.[29]





Buna göre nefis yolunda; fener esaslar, yol usul, rehber yol gösteren dir. Terbiyede gideceği şehirde hakikât şehri yani insan olmanın sırrına kavuşmaktır.





Eğer feneri olsa, rehberi olmazsa isteğine kavuşamaz. Fenersiz gidecek olursa bu sefer de yolunu kaybedip telef olur. Rehberi olsa feneri bulunmazsa, rehberini göremez yolu kaybeder.





Mürşidin nefes ateşinden, telkin çakmağı ile talibin kalbin kavına bir kıvılcım yetişmezse veya büyüklerin billur nazarına talip kendini tam teslim ile gelmezse emeği hebadır. Her ne kadar çalışsa da boştur. Ol ateşi bulup ciğerini pişiremez. Nitekim yönün ocağa dönmeyen her ne kadar üfürse ocağı yakamaz ve yemek pişirmez.[30]





Eğer bu yola giren hakikî üstada yolu uğramazsa, o zamanda hak olana ulaşması da mümkün değildir.[31] Çünkü şeytanın ve nefsin hak yolundan görünüp azdırmaları çok olmaktadır.[32] İnsan terbiye edilmeden önce şeytanın ve nefsin yönlendirmelerine karşı istekli olduğundan hataya düşme ihtimalleri çok olmaktadır. Çünkü dış âlemdeki kötülüklerin bir benzeri insanın içinde de bulunmaktadır.





[Cenâb-ı Allah Teâlâ buyurur: “Rabbinize yönelin”[33] yani Rabbinize bey’at edin demektir. “Ve O’na ulaşmaya yol arayın.”[34] Yani Hakk’a ulaştırıcı isteyin demektir. Hakk’a ulaştırıcı olan mürşidi kâmildir. Yani mürşidi kâmile bey’at ediniz, ona bağlanınız, o sizi Hakk’a ulaştırır, demektir.





“Ve doğrusu Allah dilediğini saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola eriştirir. Onlar inanmışlar, kalpleri Allah Teâlâ’yı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah Teâlâ’yı anmakla huzura kavuşur.” [35] Allah Teâlâ murat ettiği kimseyi dalâlette bırakır ve kendine bağlanan yani bey’at edenlere hidayet eder. O hidayet bulanlar bey’at ehli olup imana gelen ve Allah Teâlâ’nın zikri ile kalpleri huzura kavuşan âşıklardır. Batın manası demektir ki; “Bey’at edip zikir ehli olan âşıklara Allah Teâlâ hidayet eder. Hidayetten murat Hakk’ın cezbesidir yani bir kimse bey’at edip zikir ehli olursa Allah Teâlâ onun gönlüne kendi tarafından bir cezbe bırakır, o cezbe ile Hakk’a ulaşır. Kalbi huzur bulur. Çünkü Hakk’a ulaşmadıkça kalp huzur bulmaz. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem





“Allah’a ulaşmadıkça müminler için huzur yoktur”  [36]buyurdu.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi:





“Kur’ân’ın bazı âyetleri, bazı âyetlerini tefsir eder.” Yani Kur’ân’ın bazı yerleri, diğer yerlerini tefsir eder. “Ey Muhammed, şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler, Allah Teâlâ’ya baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.”  [37] Ve “Ey Muhammed, Allah müminlerden, ağaç altında sana baş eğerek el verirken yemin olsun ki, hoşnut olmuştur.” [38]  Yani, ey Muhammed, şu kimseler ki, sana bey’at ettiler, onların elleri üzerindeki el, Allah Teâlâ’nın elidir, kudretidir ve yine ey Muhammed, Allah Teâlâ inananlardan razı oldu. Çünkü onlar sana bey’at ettiler, diye rızasının bey’atta olduğunu bildirdi. Ve kadınlar hakkında





“Ey nebi, inanmış kadınlar, Allah Teâlâ’ya hiç bir ortak koşmamak şartıyla sana bey’at etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et, onlara Allah Teâlâ’dan bağışlanma dile.” [39] Buyurdu. Yani ey Muhammed, kadınlar sana bey’at etmeye geldikleri zaman, onlara bey’at verip tevbe ettir ki, Allah Teâlâ’ya ortak koşmasınlar, buyurdu.





Şimdi bu ayetlerden anlaşıldı ki, Allah Teâlâ’nın rızası bey’atta imiş. Bey’at etmeyip şeriat makamında kendiliğinden bin yıl ibadet etsen, olgunluğa ulaşamayıp tarîkat, marifet ve hakikât sırlarından mahrum kalıp nefsini ve Rabbini bilemezsin. ][40]





MÜRİDİN (İHVÂNIN) DURUMU





* Mürid ben oldum olgunlaştım dememeli, yokluk içinde olmalıdır.





“En büyük sermaye, sermayesizliktir. En büyük bilgi, bilgisizlik­tir. Keza, en büyük âlet, âletsizliktir.





(Henüz bir yaşında olan küçük torununu göstererek:) Bak görü­yorsun bu çocukta ne sermaye var? Fakat herkes ona sermaye yetiştiri­yor. Bir şeye kadir olmadığı için ona bakıyor, yediriyor, giydiriyor, istirâhatını düşünüyor. Âleti yok, fakat âletler içinde...





Ne mutlu o kimseye ki, acz ve hayret, kuvvet ve gıdasıdır. O, iki dünyada da dostun gölgesinde uyur.





Acz ve hayret gibi sermâye mi olur? deme. Hazret-i Musa aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’a:





“Yâ Rabbî bu zamanda benim gibi, bir kulun var mı?” Deyince Cenâb-ı Hak da Musa’ya:





“Git Hızır’a... Sana göstersin...” dedi. Musa git­ti ve bakınca elinde yüz bin asa ile yüz bin Musa gördü. İşte o zaman: Rabbi zidnî fîke tehayyüren





“Yâ Rabbî, senin hakkında hayretimi ziyâde et,” dedi.”[41]





Hakk’ı anlamak kolaydır. Yaramaz huyları iyi huylara de­ğişmek güçtür. Onun için geçmişteki âşıklar kırkar, ellişer yıl sülûk eylediler. Bir âşık hayvan huyunu terk edip insan huyu ile huylanmazsa her ne kadar ledün ilmi bilse, hakikâte ulaşmış değildir, yalancıdır. Çünkü ben insanım der; ama sîreti hayvandır. Hayvan iken insanlık davası etmek, göz göre göre yalan söylemektir.[42]





“Tecellî, herkesin istidat ve kabiliyetine, yani kabına göredir. Bu kaplardan meselâ bir fincanın, bir bardağın üstünden deryayı da geçir­sen, istiabı kadar alır ve dolunca da, hal diliyle; doldum, diyerek geri kalan akıp gider. Keza bir kazan, bir havuz ve ilh... için de aynı kânun hâkimdir. Tâ deryaya varıncaya kadar...





Gerçi her kabın dolunca, doldum, demesi tabiîdir. Fakat bir finca­nın bir kazana nisbetle doldum diyip övünmesi ne kadar gülünçtür.





İşte, bu alış ve istidat sebebiyle, herkese kabiliyetine göre tecellî vâki’ olur. Fakat azamet-i ilâhiyyeye nihayet yoktur. Öyle olmamış ol­sa, Hazret-i Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem:





Yâ Rabbî senin marifetini hakkıyla bileme­dik” buyurur muydu?”[43]





Şunu da bilmelidir ki, müridler bazen pirleri hakkında bir tevehümme kapılıp, pirlerin makamına kavuştuklarını, onunla beraber ve eşit olduklarını düşünürler. İşin hakikâti anlattığımız gibidir. Onunla eşit görmesi, ancak o makamlara kavuşması halindedir, o makamların hâsıl olmasında değildir. Zira hâsıl olan, tufeyli olmakla hâsıl olmuştur. Buradan, müridin mürşidi derecesine çıkamayacağı, onunla aynı seviyeye gelemeyeceği de anlaşılmasın. Öyle değildir. Aynı seviyeye gelmek mümkün ve caizdir. Hatta vaki’dir. Lakin fark, o makamın hâsıl olması ile o makama vasıl olmakta olup, çok incedir. Her mürid bunu anlayacak dereceye ve hale kavuşamaz. Bu farkı anlayabilmekte sahih keşf ve sarih ilham şarttır. Allah Teâlâ en doğrusunu ilham edicidir. Hidayet üzere olanlara selam olsun. (14. Bölüm) [44]





Sadreddîn-i Konevî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz  hazretlerinin mürîdlerinden birisi izinsiz halvete girer. Bu nedenle bir kaç gün or­tadan kaybolur. Hz. Şeyh onun nerede olduğunu arkadaşlarından sorar. Hal­vette bulunduğunu haber verirler. Cenâb-ı şeyh onun halvet-hânesine gi­der. Birçok yazılar yazmakla meşgul bulur.





“Bu yazdığın nedir?” diye sorar. Mürid cevaben der ki:





“Şeyhim, vaktaki halvete girdim, önümde biri­si zahir olup Hz. Cibril olduğunu söyledi ve sana ledünnî ilimleri öğreteceğim dedi, ve ağzıma tükürdü. Bu hâlin peşinden bende bir çok mânalar kalbime doğdu. Şimdi kaybolmaması için o ilimleri tespit ve yazmakla meşgûlüm.” Hz. Şeyh tebessüm edip buyurdular ki:





“Sen Cibril’in gelmesinden önce ne ile meşgüldün?” Mürîd:





“Zikrullâh ile meşgul idim” dedi. Hz. Şeyh irşâden buyurdular ki:





“Hiç Hz. Cibrîl, Hakk’a teveccüh edip zikrullâh ile meşğûl olan bir kimsenin kalbini ayırmak ister mi? Zuhur eden Cibrîl değil, seni Hakk’tan ayırmak isteyen şeytân-ı laîn idi. Sen benim iznim olmaksızın halvete girdiğin için bu fitneye mübtelâ oldun. Şimdi halvetten çık, ve bu şeytânî ilhâmları dahi imha et!” [45]





*Mürid beni efendim yetiştirmedi dememelidir.





Mustafa Özeren kuddise sırruhu’l-azîz insanın mânevî durumunu, hâlini, nereye kadar terakki etmiş olduğunu bilememesi gibi, müşkil meselelerinde şöyle buyurdular ki;





“Bazı kimseler gidecekleri yere perdeler ile kapatılmış arabalarda giderler. Onları kimse görmez, kendileri de nereye gittiklerini bilmezler. Varacakları yere vâsıl olunca, kapıcılar koşar, perdeleri açar, onları karşılarlar” ve sonra da şunları ilâve etmişlerdi: “Acele etmemeli. Aksi halde insan ya benliğine kapılır veya meczûb olur.”[46]





Unutulmamalıdır ki, “halka eğride olsa kapıdadır.” Bu yola talip olan kendini kapıya bend ederse, hedefine varmış demektir. Çünkü kapı kulpu büyük ve küçükler tarafından kabul edilmiş demektir.





*Mürid vaktini iyi geçirmeli, itiraz etme­melidir.





Allah Teâlâ dedi ki; Çocuk, anası kendisine kızsa bile yine anasına sarılır! Ondan başka birisinin varlığını bile bilmez... Ondan mahmurdur, ondan sarhoş. Anası ona bir sille indirse yine anasına gelir, ona sokulur. Ondan başka kimseden yardım istemez... Bütün şerri de odur, bütün hayrı da o.





Senin hatırında da hayırdan, şerden bizden başka kimse yok... Başka yerlere dönüp bakmıyorsun bile! Benden başka ne varsa sence taştan, kerpiçten ibaret... İster çocuk olsun, ister genç, ister ihtiyar, hiç kimseye aldırış ettiğin yok.





Namazda “İyyake na’büdü- yalnız sana taparız” ve bela vakitlerinde “Sensen başkasından yardım istemeyiz” demek de buna benzer. Bu “İyyake na’büdü” sözlükte hasrdır ve ancak ziyanı gidermeye münhasırdır.





“İyyake nestain” de hasr içindir ve yardım istemeyi yalnız Allah Teâlâ’ya hasreder. Yani bu ayetin manası şudur: Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz. [47]





* Mürid şeyh­ten bir işaret gelmeyince herhangi bir işe başlamamalıdır.





Nuri Atasoy isimli ihvandan dinledim.





“Efendi Hazretlerini ziyaret için Taşköprü’den babam, ben ve ihvanlar on iki kişilik minibüs ile Sivas’a gittik. Bu arada sahra sohbetlerine Efendi Hazretlerini de götürüp getiriyordum. Babam tarîkata biraz muarızdı. Artık canı sıkılınca gitmemiz için izin istemek mecburiyeti hâsıl olmuştu. Bu arada Şarkışla Höyük Köyü’nde bulunan Hasan Hüseyin Şahin adlı asker arkadaşımı da ziyaret etmek istiyordum. Efendi Hazretlerine izin için müracaat ettik. Fakat “Gardaşım! Taşköprülüler bugünde kalsınlar, yarın giderler” dediyse de ısrarımız karşısında, bizi yola vurmak için minibüsün yanına geldi şöylece her tarafına, altına, üstüne dahi baktı. Sonra arabanın sol farını eliyle sıvazladı. Sonra “Haydi, Gardaşım Allah’a emanet olun” diyerek bizi uğurladı. Biz yola düştük ama ciğerimizde bir yangın bir üzüntü peyda oldu. Yol artık bizim için sıkıntıdan başka bir şey vermiyordu. Efendi Hazretlerinin sözünü tutmamak ağır gelmişti. Bu düşüncelerle köyü fark edemeyip üç kilometre geçmiş Şarkışla’ya vasıl olmuşuz. Geri dönmek içinde babam razı olmuyordu. Arkadaşımı da ziyaret edemeden Kayseri yoluna revan olduk. Yolda aniden önümüze bir at çıkmasın mı? Attan minibüsü kurtardık, meğer tayı da varmış. Minibüsün sol farına çarptı ve yolun kenarına savruldu. Bu hal üzere bir sarsıntı geçirdik ama, Allah Teâlâ’ya çok şükür Efendi Hazretlerinin nazarının ve sıvazlamasının sırrı açığa çıktı. Bizlere bir şey olmadı. Ancak bu hadise ihvan kardeşlerimiz ve bize ders oldu.”





Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.





Korgan’dan iki kişi ile Efendi Hazretlerini ziyaret ettiğimizde yanımızda Kiraz Hoca vardı. Kiraz Hoca, Efendi Hazretlerine “Beni vekil hacca göndermek istiyorlar, ne buyurursunuz” dedi.  Efendi Hazretleri;





“Ben bu işte yokum, taş atsan bana değmez.” Buyurdu.





Daha sonra Efendi Hazretlerinin yanından ayrıldıktan sonra Kiraz Hocaya dedim ki;





“Hem adamdan parasını aldın, şimdide izin istiyorsun. Hemen parayı iade et” dedim. Fakat iade olmadığı gibi, hacca da gitti. Bu işten Efendi Hazretleri razı olmamıştı.





*Huzurda ve gaybette onun işaretiyle gitmeli gelmelidir.





Tokatlı Kuzum Dede anlatmıştır.





           Efendi Hazretleri Ulu Camii’ye yardım toplamak için Tokat’a birkaç defa geldiğinde hizmet ettiğini, atının yularından tuttuğunu köy köy dolaştıklarını anlatırken,





“Bir gün Efendi Hazretlerinin atının yularını tutuyordum. Fakat yerdeki taşların üzerinde Lâ ilâhe illallah yazılarını görmeye başladım ve tedirgin oldum, yürüyemedim.” Efendi Hazretleri





“Gardaşım! Ne oldu?” bende durumu anlattım. Efendi Hazretleri





“Gardaşım! Dersini değiştirelim” dersimi değiştirdi ve bendeki hal kayboldu.





Şeyh Süleyman-ı Dârâni kuddise sırruhu’l-azîzin bir sadık müridi vardı, aynı zamanda ekmekçisi idi. Her ne iş görse, şeyhe danışmadan işlemezdi. Bir gün şeyhe gelip:





Hamur yoğurayım mı? Diye sordu. Hazret-i şeyh:





Yoğur, buyurdu. Biraz sonra, tekrar geldi:





Fırın yakayım mı? Diye sordu. Hazret-i şeyh:





Yak, buyurdu. Gitti, hamuru yoğurdu, fırını yaktı ve tekrar geldi:





Şeyhim, dedi. Hamur yoğuruldu, fırın yandı, şimdi ne yapayım?





Şeyh kendisine kızdı ve:





Git, içine gir, buyurdu.





Derviş gitti, yanan fırının içine girdi ve bağdaş kurup oturdu. Zikrullah ile meşgul olmağa başladı.





Bir müddet sonra, şeyhin aklına geldi. Fırının bulunduğu yere gidip baktı ki, derviş kızgın fırının içinde zikrediyor. Mü­barek elini uzattı:





Ey derviş, gel dışarı çık.. Sıdkın seninle beraberdir. Ateş bile sana gülistan olmuş, buyurarak onu dışarı çıkardı, arkasını sıvadı ve himmet etti derviş muradına erdi ve o teslimiyyeti yüzünden büyük bir şeyh oldu.[48]





*Mürid kendinde oluşan mânevî olgunluk keşf keramet vb. şeyleri mürşidinin ikramı olarak görmeli, kendinden bilmemelidir.





                        “Mükâşefe, bir kâmil mürşide el veren dervişin, iptidaî hâlinde olur ki, mürşidin kalbi feyzinden, sâlikinin kalbine ilham olunan feyzdir. Hatta Zaman-ı Saadet’te Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin vahiy kitabetine kadar çıkmış Abdullah ibni Şerh ismindeki adam, gelen vahyi yazar­ken bilmedi ki, kendi kalbine akseden Efendimizin nuru idi. Fakat bu­nu bilmedi ve dergâh-ı ilâhîden kovuldu, ölünceye kadar da tövbe nasip olmadı. Öyle ki, Efendimiz İbni Serh’e Âdem’in teşekkülünü izah eden ayeti söyleyip sükût buyurdukları sırada İbni Şerh: Fetebârek’Allâhü ahsenü’l-hâlikîn ( Müminûn 14) “Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!”  dedi. Efendimiz de ayettir, yaz!” Buyurunca vahiy kâtibi bu feyzin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden kendisine aksetmiş olduğunu bilmeye­rek: Bana da vahy oluyor, dedi ve işte bu suretle tardedildi.[49]





“Kâmil, Allah Teâlâ doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler!   Hattâ sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile görürler” [50]





* İçinin süslenmesi için acele etmemelidir. Çünkü mürşid terbiye etmek için niyet edince bir daha vazgeçmez.





Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“ Biz bir binayı tamir ederken, kiremitlerini bile sallamayız.” [51]





* Mürid mürşidine karşı tereddüt içinde, şaşkınlık içinde olmamalı, kendi meşrebini bilmelidir.





Mürit, önden giden, kılavuz olan şeyhi sınamaya kalkışırsa eşektir. Din yolunda onu sınamaya kalkıştın mı hakikâtten haberi olmayan, sen sınanmış olursun... Senin cüretin, senin bilgisizliğin çırçıplak olur, âleme yayılır... Yoksa o, bu araştırmayla nereden anlaşılır; nasıl meydana çıkar?





A yiğidim, bir zerre, kalkar da dağı tartmağa girişirse terazisi parçalanır gider! Onlarda kendi akıllarınca bir terazi düzenler de Allah Teâlâ erini o teraziyle tartmağa kalkarlar! Hâlbuki o, akıl terazisine bile sığmaz... Akıl terazisini bile kırar, parçalar! Onu sınamak, ona emrine göre hükmetmek gibidir... Öyle bir padişaha buyruk buyurmaya kalkışma sakın! [52]





Zamanın kutbunun sözüne karşı nakli ilim, bil ki, su varken teyemmüm etmeye benzer! Kendini aptal yerine koy, ona uy da yürü...ancak bu aptallıkla kurtulabilirsin!





Babam, insanların padişahı, bunun için “cennetliklerin çoğu aptaldır” dedi. Akıl ve zeka sana kibir ve gurur verir... aptal ol da gönlün doğru kalsın! Aptallık dediğim halka iki kat maskara olan adamın ahmaklığı değildir... bu aptallık, ona hayran olan adamın aptallığıdır!





Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar... bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar aptaldır! Aklı, dost aşkında kurban et...akılların hepside o taraftandır, odur! Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgili olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!





Hayretle şu baştan aklın gitti mi başındaki her saç, bir baş, bir akıl kesilir! O tarafta akla, beyne düşünce zAhmedi yoktur... Çünkü orada her ova, her bahçe akıl ve beyin bitirir! Bu ovadan geçer, o taraftaki ovaya gelirsen nükteler duyarsın... Oradaki bağlara, bahçelere gelirsen hurma fidanın sulanır, yeşerir!





Bu yoldaki köşkü, sayvanı, şöhreti şanı terk et... Kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme! Başsız hareket eden, kuyruk olur... Böyle adamın hareketi akrebin hareketine benzer! Eğri gider, geceleri görmez, çirkindir, zehirlidir... İşi gücü, temiz bedenleri dalamak, sokmaktır!





Başını ez onun... Huyu hep budur, ahlakı hep bu... Bu huyundan vazgeçmez o! Onun için en iyi şey, başının ezilmesidir... Çünkü bu suretle can kırıntısı da o kötü tenden kurtulmuş olur! Delinin elinden silahı al da adalet ve sulh, senden razı olsun! Fakat elinde silahı olur, aklı da bulunmazsa bağla elini... Yoksa yüzlerce zarar yapar.[53]





* Mürid mürşidinin haliyle zahir ve batında amel etmelidir.





İbrahim Düsûkî kuddise sırruhu’l-azîz şöyle buyurdu:





“Şeyhine bağlılık hususunda cehd-ü gayret göstermeyen kimse nihâyetinde mürid olup felaha eremez. O mürşid ki, kendisi uyur talebesi de uyur. Kendisi kalkar, talebesi de kalkardı.”





* Mürid sırrını şeyhin işareti olmadan söylememelidir.





Gözlüler önünde haberden bahsetmek hatadır... Çünkü bu bahis bizim gafil olduğumuza noksanlığımıza delalet eder. Gözlünün önünde susmak, sana fayda verir. “Kuran okunurken susun, dinleyin” emri, bu yüzden gelmiştir. Can gözü açık olan kâmil, sana söyle derse güzelce, edeplice söyle, sözü uzatma! Uzat diye emrederse yine emre uy, utanarak söyle! [54]





*Mürid Allah Teâlâ’nın rızasına aykırı hiçbir düşünceye gönlünde yer vermemelidir. Şayet olursa defetmeye çalış­malı muhaliflerin sohbetinden de kaçmalıdır.





“Tecellî, vaktîdir devamı olmaz. Aniden gelir ge­çer. Tecellîye gönül vererek zuhurat için “Bu da geçer ya hû” diyerek basiret üzere olmalı. Zuhurata gönül bağlayanlar, akıl karışıklığından kurtulamazlar. Böy­lece zuhurat vakte bağlıdır ve tecellîlerin olma zama­nıdır. Vaktin kıymetini bilip, “Bu niçin böyledir” demeyip rıza kapısında sabit durmalıdır.”[55]





*Mürid batın huzuru ile müşahede lezzetinden başka bir şeyle meşgul olmamalıdır.





“Fîhimâfîh’te der ki; Zamanın güzellerini bir yere topladılar ve Mecnun’a





“Bak, Allah Teâlâ kudretiyle neler yapmıştır”dediler. Mecnun başını kaldı­rıp bakmadı. Bakması için ısrar ettiler. O zaman dedi ki; Leylâ’nın sevgisi başımın üzerinde keskin bir kılıç tutmaktadır; başımı kaldırdığımda boynu­mu vurmasından korkarım. Mürid şeyhin cemalinin vilayetine âşık olup si­yaset vilayetinin saltanatı gönlüne iz bırakmayınca mânevî ilgi ortaya çık­maz ve şeyhin batınından müride bir yardım ulaşmaz.”[56]





*Mürid manevi kazancını toplamalı ve mürşidine götürmeli, onun hesabıyla meşgul olmamalıdır. Çünkü topladıklarını toplayacaklarını kendisi bilemez ve onun izni olmadan kullanamaz. Neyin ne olacağı ve olduğunu bilmek ancak Allah Teâlâ’nın ikrâmıdır. Zahirin şekliyle batının rengini bulmak yok gibidir.





* Mürid işine bakmalı, işin hesabını yapmamalı; ibadetle meş­gul olmalı, göze getirmemelidir.





“Mürid mürşidine dost olana dost, düşman olana düşman olmalıdır. Dostluğun belirti­si olarak dostun dostunu dost, düşmanını düşman tutmaktır. Çünkü iman, Allah Teâlâ’nın düşmanlarına olan sevgi ile bir arada olmaz. Kim bir kimseyi sevmezse onun düşmanını da sevmesi şu iki yönden yasaklanmıştır: Kalbte Allah Teâlâ’nın düşmanına karşı sevgi varsa kişi ya münafık olur ya da büyük bir günah işlemiş olur. Sahih iman ve halis tevhide ulaşanlar mübtedîlerle bir arada oturmaz, yiyip içmezler, denilir.[57]





Mürid Allah Teâlâ’nın rızasına aykırı hiçbir düşünceye gönlünde yer vermemelidir. Şayet olursa defetmeye çalış­malı muhaliflerin sohbetinden de kaçmalıdır.[58]





*Mürid “gel senin için ders alalım, ihvan ol” dememelidir. Eğer teklif ile birisi ihvan olursa büyüklerin ifadesi ile “bir hava ile gelen, başka bir hava ile gider” hükmüne uygun düşmüştür.





Şeyhin biri, söz arasında dâima: “Pır ile gelen zır ile gider” dermiş. Bunun sebebini kendisinden sormuşlar. Benim Derviş Mehmet isminde bir dervişim vardır. Her zaman:





“Efendim, bakın herkesin etrafında yüzlerce müridi bulunuyor. Sizin ise, benden başka dervişiniz yok”. Diye üzülür dururdu. Bir gün KaracaAhmed’ten geçerken, iki çocuğun kavga ettiklerini gördüm. Birinin elinde bir kuş başı, diğerinin elinde bu ku­şun gövdesi vardı. Çocukların kavgasına netîce vermek üzere birinden başı, diğerinden gövdeyi alıp, Allah’ın izniyle başı vücûda yapıştırarak uçurdum. Kuş pır diye gidince kavga da kesildi ve bu hâdise de bütün memlekete yayılarak pek çok keramet düşkünü gelip bize mürit oldu.





Bir gün Derviş Mehmet’e: “Cuma namazını bütün ihvanla beraber kırda kılalım, dedim. Fakat kimseye hissettirmeden uzunca bir bağır­sak parçasına su doldurup düğümleyerek belime sardım ve yine bir ta­vuk kursağını da şişirerek yanına bağladım. Böylece imamete geçerek namaza durduk. Fakat az sonra su dolu bağırsağın ucundaki düğümü çözdüm, aynı zamanda kursağı da ses çıkaracak surette oynattım. Bu suretle namazda abdest bozacak iki hatanın zahir olduğu hissini ver­dim.





Bu halden sonra namaza devam etmekte oluşuma şaşıran ihvan, birer ikişer cemaatten ayrılarak kaçtılar. Sade Derviş Mehmet kaldı. Nihayet ona: Herkes gitti, sen neden buradasın? Benden zuhur eden halleri görüp işitmedin mi? dedim. Gördüm ve duydum Efendim. Fakat senin her yaptığında bir hikmet olduğunu bilirim. Bunu öğrenmiş olduğum için susmayı uygun buldum, dedi. İşte, dedim, bir pır ile gelenler zır ile böyle gider.” [59]





* Müridin manevi hayatını ilgilendiren her konuyu mürşidiyle istişare etmelidir. Bunun ölçüsü tarîkatlara ve mürşidlerin usûllerine göre değişebilir.





Mesela bazı tarîkatlarda seyr u sülûkta manevi yükseliş rüya yoluyla olur. Bu tür tarîkatlarda sâlikin gördüğü rüyaları mürşidine anlatması gerekir. Nakşibendiyye tarîkatı ve Efendi Hazretlerinin kurduğu Hâki yolunda ise, rüya fazla bir önem taşımaz. [60] Fakat birçok Nakşî meşâyihinin rüyaya önem verdiği bilinmektedir.





Rüyada esas olan İslâm’ı güzel şekilde yaşamak ile özdeştirip salihlerin rüyasına itibar etmek gerekir. Çünkü İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri kendi rüyalarına da itibar etmemiştir. Belki bir başka mana istikametin rüya dümenine bırakılmamasıdır. Yine buradaki mana rüya görmek değil, rüyayı yoranın yanlış yönlendirmesine mânî olmak olsa gerektir.[61]  Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ashabı ile sabahları sohbetlerine başlarken “içinizde rüya gören var mı?” ile başlamıştır. Buna göre;





Rüya Cihetiyle İnsanlar Üç Kısımdır





İslâm âlimleri, bu mevzuda vârid olan hadisleri değerlendirerek insanları üç gruba ayırırlar:





1- Nebiler: Bunların rüyalarının hepsi doğrudur. Bazen da tâbir gerektiren şeyler görebilirler.





2- Sâlihler: Bunların rüyaları çoğunluk itibarıyla doğrudur. Bunlar da bazen tâbire muhtaç olmayacak açıklıkta görürler.





3- Diğer insanlar: Bunlar, doğru ve doğru olmayan her ikisini de görürler. Bunlar üç kısımdır.





a) Mestur (hali kapalı) olanlar: Bunların rüyaları halleriyle muvazi gider.





b) Fâsıklar: “Bunların rüyası çoğunlukla edğâs (karışık, mânasız)dır. Doğru kısmı pek azdır.





c) Kâfirler: Bunların rüyasında sıdk iyice azdır. Bu duruma:  “Rüyaca en doğruları, sözce en doğrularıdır”  hadisi işaret eder.





RÜYA ÜÇ KISIMDIR





Bazılarınca mevkuf,  bazılarınca merfu olarak rivâyet edilen bir kısım hadislere göre rüyalar üç kısımdır:





1-Hak rüya: Bu, hadislerde “rüyayı sâliha,” “rüyayı sâdıka,” “rüyayı hasene” gibi, farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Bu isimlerle zikredilen rüyalar, edğâs’tan uzak ve halistirler. Bu, kişinin mazhar olacağı yakın bir hayrın habercisidir. Bu sebeple Allah’tan büşra (müjde) kabul edilmiştir.





2-Kişinin nefsine konuştuğu rüya: Bu kişinin uyanık halde zihninden geçen vehimlerin tesiriyle gördüğü rüyadır.





3-Şeytanın üzüntü verdiği rüya: Hoşa gitmeyen, can sıkıcı rüyalar buraya girer.





Bu üç kısma, İbn-u Hâcer dört kısım daha ekleyerek 7’ye çıkarır. Mamafih bunları da yukarıdakilerden birine dâhil ederek üçü asıl kabul etmek mümkündür.





4-Hadisu’n nefs: Nefsin konuşması, yani arzuların te’siriyle görülen rüya.





5-Şeytanın eğlenmesi: Hadiste, “Şeytan birinizle rüyada eğlenirse bunu başkasına anlatmayın” denmiştir.





6-Uyanıkken yapmaya alıştığını rüyada görmek. Belli saatlerde yemeyi itiyad edinen o saatte uyursa, kendini yemek yer görmesi gibi.





7-Edğâs: (Karışık, yalancı rüyalar). [62]





Rüya ve rüya ta’biri hakkında bu kısa açıklamadan sonra konu ile ilgili İmam-ı Rabbani kuddise sırruhu’l-azîzin 273. Mektubu buraya koymak uygun oldu.





“Sual: Rüyada, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem görülürse, o rüya doğrudur. Şeytanın aldatmasından korunmuştur. Çünkü şeytan, onun şekline giremez. Böyle bildirildi. Onun için, kardeşlerimizin rüyalarının doğru olması lazımdır. Şeytanın aldatması olmaz değil mi?





Cevap: (Fütûhat-i Mekkiyye) kitabının sahibi, yani Muhyiddîn-i Arabî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, şeytan, Medîne-i Münevvere’de metfun bulunan Muhammed aleyhisselamın kendi şekline giremez diyor. Başka suretlerde de, Rasûlüllah olarak görünemez diyenleri kabul etmiyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendi şeklini ve hele rüyada tanıyabilmek çok güç olacağı meydandadır. Bunun için, rüyalara nasıl güvenilebilir? Âlimlerin çoğunun dediğine uyarak ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yüksek şanına yakışacak üzere, şeytanın hiçbir şekilde o Serverin ismi ile görünemeyeceğini söylersek, o şekilden emirler almak ve onun beğenip beğenmediğini anlamak kolay değildir. Mel’ûn şeytan düşmanlığını burada da gösterebilir. Araya karışarak, olmayan şeyi olmuş gibi gösterebilir. Rüya göreni şaşırtır. Kendi sözlerini ve işaretlerini, o şeklin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sözleri ve işaretleri imiş gibi gösterir.





Çoğumuzun bildiği gibi, bir gün Seyyid-ül-beşer “aleyhi ve ala alihi ve eshabissalatü vesselam” Ashabı ile oturuyordu. Kureyş’in ileri gelenleri ve kafirlerin şefleri orada idiler. Seyyid-ül-beşer “aleyhi ve ala âlihissalatü vesselam” onlara (Ven-necmi) sûresini okudu. Onların putlarını anlatan ayet-i kerimeye gelince, mel’ûn şeytan putları öven birkaç sözü, o Server’in “aleyhi ve ala alihissalatü vesselam” sözüne ekledi. Dinleyenler, bunları da o Server’in sözü sandılar. Şeytanın sözlerini ayet-i kerimeden ayıramadılar. Orada bulunan kâfirler bağırmaya başlayarak, Muhammed “aleyhissalatü vesselam” bizimle sulh yaptı, putlarımızı övdü dediler. Orada bulunan müslümanlar da, okunan sözlere şaşakaldılar. O Server “aleyhissalatü vesselam” şeytanın sözlerini anlamadı. (Ne oluyorsunuz?) diye sordu. Ashab-ı kiram, siz okurken bu sözler de araya karıştı dediler. O Server “aleyhi ve ala alihissalatü vesselam” düşünceye daldı ve çok üzüldü. Hemen Cebraîl-i emîn “ala nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam” vahy getirdi. O sözleri şeytanın karıştırdığı, bütün Nebilerin sözlerine de karıştırmış olduğunu bildirdi. Allah Teâlâ, o sözleri ayet-i kerîme arasından çıkardı. Kendi kelamını sapsağlam yaptı.





Görülüyor ki, o Server “aleyhi ve ala alihissalatü vesselam” hayatta iken ve uyanık iken ve Ashab-ı kiram arasında, şeytan-ı laîn o Server’in “aleyhi ve ala alihissalatü vesselam” sözüne kendi bozuk şeylerini karıştırıyor ve hiç kimse bunu ayıramıyor. O Server “aleyhi ve ala alihissalatü vesselam” vefat ettikten sonra bir kimse uykuda hisleri çalışmaz iken ve yalnız iken, nasıl olur da, rüyanın şeytanın karışmasından korunduğunu ve onun değiştirmediğini anlayabilir?





Şunu da söyleyelim ki, mevlid okuyanların ve dinleyenlerin zihinlerinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu işten razı olduğu yerleşmiş bulunmaktadır. Çünkü övülen kimseler, övenleri beğenir. Bu düşünce, hayallerinde yerleşerek, hayallerindeki şekli, sûreti rüyada görebilirler. Bu rüya doğru olmadığı gibi, şeytan da karışmış değildir.





Şunu da bildirelim ki, rüyalar doğru olsa bile, arasıra göründüğü gibi çıkar. Mesela, rüyada birisi görülürse, o kimsenin kendisi anlaşılır. Doğru olan rüyalar, çok olur ki, görüldüğü gibi çıkmaz. Bundan başka bir şey anlamak, yani tabir etmek lazım gelir. Mesela, rüyada Ahmed görülür. Ahmed ile Mehmed arasında sıkı bağlantı olduğundan, bu rüyadan Mehmed anlaşılır. Bu bildirdiklerimiz gösteriyor ki, oradaki sevdiklerimizin gördükleri rüyalara şeytan karışmamış olsa bile, bu rüyaların, görüldüğü gibi, olduğu nereden anlaşılır? Bunları tabir etmek lazım olmadığı ve başka şeyleri göstermedikleri nasıl söylenebilir? Demek ki, rüyalara kıymet vermemelidir. Her şey, insan uyanık iken vardır. Bunları uyanık iken görmeğe çalışmalıdır. Uyanık iken görülen, bulunan şeylere güvenilir. Bunlar, tabir etmek istemez. Rüyada ve hayalde görülen şeyler de, rüya ve hayaldir. [63]





*Mürid, edebini tarîkat usûlünü muhafaza etmelidir. Büyükler bu konuda “Usûlü zayi eden vusûlü kaybeder” buyurdular.





*Bir kusur işleyince veya mürşidin tazirinin sebebini kendinden bilmelidir.





Âdem aleyhisselâm, kabahati nefsinde gördü ve:





“Yâ Rabbî nef­sime zulmettim” [64]dedi. Cenâb-ı Hak:





“Yâ Âdem, bu hal benim kaza ve kaderim îcâbı olduğunu bildiğin halde niçin kendini suçlu tutuyorsun?buyurunca:





“Biliyorum Yâ Rabbî... Fakat sendendir demeye edebim bı­rakmadı,” diye cevap verdi. İşte Âdem aleyhisselâmın bu kendisini hor hakir edip ac­zini bilmesi, onu tekrar kendine, âlâ mevkiine yükseltti.





Şeytana gelince, Cenâb-ı Hakk’a:





“Bana dalâleti sen verdin!” demek suretiyle Hakk’ın dergâhından kovuldu.





Allah Teâlâ, iki cihanda da edebi tevfık etsin. Çünkü edepsiz kimse, iki dünyada da hüsrandadır.”[65]





Ebu Osman el-Hîrî de şöyle dedi:





“Kim nefsini terbiye ederse herkes ondan terbiye öğrenir; edeb ehline aykırı hareket eden yasakları çiğner ve kendisine uyanlar yoldan çıkarlar.”Yusuf ibn el-Hüseyn şöyle dedi:





“Her amel edenin değeri, edebidir. Edebin bir kısmını terk edenin değeri yoktur.” Muhammed ibn el-Fadl da şöyle dedi:





“Kim zahirin âdabını kullanırsa zahir arkadaşları, onun âdâbıyla edeplenirler, kim bâtının âdabım kullanırsa halkın kalblerine onun heybeti düşer.” [66]





*Mürşidinin her şeyini canına minnet, bütün  âsarını ve alakadar nesneleri mübarek, nefsi için feyz, huzur ve sıhhat bilmeli gaflet etmemelidir.





* Mürşidinin mekânında izinsiz oturmamalı ve elbisesini giymemelidir. Onun huzurunda kölenin efendisi huzurundaki oturuşu gibi oturmalıdır.





* Mürşidin bir şey yapmayı emrettiğinde, emr ettiği şeyi bilmek için, hemen acele etmemeli ki, emrettiği şeyi anlamayarak hata yapmamalıdır.





* Mürşidin emrettiği şeyin sebebini sormamalı ona bir iş hakkında söz söy­lediğin vakit, ondan o söze cevap istememelidir.





*Onun düşmanını bildiğin vakit, o düşmanı Allah Teâlâ yolunda terk etmeli ve onunla beraber oturmamalıdır. Onu seven ve ona sena eden kimseyi gördüğün vakit onu sev ve yardım etmelidir.





* Mürşidinin boşadığı hanımını almamalı, yatak odasına girmekten sakınmalı ve onun evinde onun­la beraber yatmamaya çalışmamalı, mecbur kalırsan ayık olarak bulunmalıdır.





*Dünya işini onunla müşavere etmekten kaçınmalıdır. Çünkü işi mürşide sormadan ve onun murâdını bilmeden yaparsan mazur olunur. Eğer yaptığın şekilden başkasını mürşidin bir şey beyân ederse, belki yapamazsın. Onun için müşavere sakıncalı olabilir.





*Yapacağın bir iş hakkında sana bir fikir gelir ve mürşidin sana bir yol gösterir ise, onu kabul etmeli ve onu beğenmezlik etmemelidir.





*Mürşidinin senin üzerine takdim ettiği her bir kimseye hizmet etmelidir. Yolda gecenin dışında onun önünde yürümemelidir. (Gece yol aydınlık olur ve yolda bir mania olmadığı görülürse müridin yine şeyhinin önünde yürümesi caiz değildir.) devamlı ona bakmamalı ve meclisinde çok oturmamalıdır.





* Mürşidinin mekrinden hazer etmelidir. Zira onlar talibe bazı vakitlerde mekr ederler.





*Eğer mürşidin sefere gider ve seni mekânında terk ederse, sen her gün oraya gittiğin vakitlerde, oradaymış gibi, onun oturmakta olduğu mevzi’e, ona selâm vererek devam etmeli ve onun gaybetinde, huzurundaki riâyet ile hürmetine mürâî olmalıdır.





* Mürşidinin hazır olduğu vakit arkan ona isabet eden bir mevzi’de na­maz kılmamalıdır.





       *…….





KADIN İHVANIN DURUMLARI





Tasavvuf kitaplarında âdablar yazılırken genellikle erkekler üzerinde daha çok durulmuştur. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz konu kadının terakki etmesinin sırlarını beyan etmektir.





*Kadın ihvan, mürşidini kocasından zahiren üstün tutmayacaktır.[67] Mürşidin üstünlüğü mânen mevcut olduğu muhakkaktır. Fakat şeriatın koyduğu hükme göre ise koca kadın üzerinde bir derece üstündür. Bu nedenle kocasını da maddi ve manevî konularda kendine tercih etmelidir.[68] Çünkü manevi yolda ilerlerken perdelenmek vardır. Cemal perdeleri dahi terakkisine mani olur. Kadında celal perdesi ile perdelenmek yoktur. Eğer celal sıfatı onlarda zahir olsa idi yaratıcılık sıfatı olan anneliği taşıyamayacağı gibi, bir erkek ona bağlanamazdı. Erkek ise, celal ve cemalin sıfatlarına haizdir. Kadının racul (erlik) sıfatını bulması ise, izafi olup, birçok kadında zuhur etmez. Bu nedenle celal sıfatının özellilerini kocasından aldığında istikamet üzere olur.





*Kadın ihvan eğer kocası başka bir şeyhe veya cemaate bağlı ise, kocasının tarafındaki mürşidi veya üstadı tercih etmelidir. Eğer tercih edemiyorsa tartıştıkları ve anlaşamadıkları konularda şeriatın koyduğu esasları baz almalıdır. Çünkü şeriatın esasları tarîkatten önce gelir.





*Kadın ihvan kocasına karşı olan görevlerini ihmal edip ibadetlerinde aşırıya gitmemelidir. [69]





*Kadın ihvan, kocasına isyan etmemelidir.[70]





İnsan kötü huyun oluşma sebebini bilirse yanlış yapmaktan kendini korur. Mesela; Aliyyü’l-Havvas kuddise sırruhu’l-azîz buyurdular ki;





“Karı ve kocanın ahlakını inceleyince kadınının ahlak ve davranışı erkeğinki gibidir. Çünkü kadın ondan yaratılmıştır. Bir kimse kendi huyundan habersiz ise, kendi eşinin huy ve ahlakına bakmalıdır. O zaman kendi huy ve ahlakını aynada görmüş gibi, kendisine göz kırpıp baktığını görür.”





Hadîs-i şerîfte de: “Allah Teâlâ´nın dilediği oldu, dilemediği de olmadı” denilmiştir.





Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem´e biri gelip saliha bir kadınla evlenmek için dua talebinde bulundu. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem “melekler arasında dua etsem onlar âmin deseler bile kaderin değişmez” buyurdular. Bu hadisler gösteriyor ki, sabır en güzel işarettir.





*Önce ihvan olan kadının kocası sonradan bu tasavvuf yoluna gireceği muhakkaktır. Çünkü ayeti kerimede Allah Teâlâ buyurur ki;





“Er olanlar kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir kerre Allah Teâlâ birini diğerinden üstün yaratmıştır” [71]





Bu sebepten dolayı kocasının bu yola girmesi için ikna yoluna gitmeye zorlamamalıdır. Çünkü mümin ve ahlaklı kadın, aile hayatının gerçek ilacıdır.





Ebu Ümame radıyallahu anh’ın rivayetine göre: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:





“Mü’min, Allah Teâlâ’ya takvadan sonra en ziyade saliha bir zevceden hayır görür. Böylesi bir kadına emretse itaat eder. Ona baksa sürur duyar, bir şeyi yapıp yapmaması hususunda yemin etse, kadın bunu yerine getirerek onu yeminden kurtarır, kadınından ayrılıp uzak bir yere gitse, kadın hem kendi namusu ve hem de adamın malı hususunda hayırhah ve dürüst olur.”





Abdullah, İbnu Amr radıyallahu anhüma anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;





“Güzellikleri sebebiyle kadınlarla evlenmeyin. Çünkü güzelliklerinin onları kibir ve gurur sebebiyle alçaltacağından korkulur.





Onlarla mal ve mülkleri sebebiyle de evlenmeyin, zira mal ve mülkün onları azdıracağından korkulur.





Fakat onlarla diyaneti esas alarak evlenin. Yemin olsun, burnu kesik, kulağı delik siyahi dindar bir köle dindar olmayan hür kadınlardan efdaldir.”





*Kadınlar derslerini tamamlarken eksiklikleri Efendi Hazretleri tarafından tamamlanacağı için ailesinin isteklerini ön planda tutmalı eşine ve çocuklarına karşı şefkatli olmalıdır. Bu arada aile bireyleri olumsuz bir tutum sergiliyorlarsa sabır da göstermelidir. Çünkü maneviyatta haklı olan kadının istekleri en az ret edilen hallerdendir. Çünkü yaratılışlarındaki latif sıfatının zayi olmaması için Allah Teâlâ manevi yardımını çabuk gönderir.





*Kadın ihvanların sohbetleri feyz yönünden kuvvetli olsa da terakki yönünden zayıf kaldığı için kocasının terakki etmesini dileyerek onun sohbetlere gitmesine mani olmayacaktır. Kocasının kazandığı manevi hali kadın evinin içerisinde ondan alır ve kazancına ortak olur. Bu şekilde de kendisinin yol almasına kolaylıklar ihsan olur.





Kadın ve erkek karışık yapılan sohbetlerden, kadın ve erkek ihvan sakınmalıdır.[72] Çünkü bu tür sohbetlerin fuyuzatı fazla olması yanında tehlikesini bertaraf edecek manevi kudret her zaman bulunmadığı için dikkatli olunmalıdır. Bu türlü karışık sohbetleri büyükler tercih etmemişlerdir. 





*Mürşidinin ziyaretine muhakkak kocası ile beraber gitmelidir.[73] Kocası ihvan değilse mürşidini gönül ziyaretleri ile ziyaret kılmalı ve onu üzmemelidir.[74] Eğer yalnız başına veya bir kadın cemaatle ziyaret turlarına iştirak ederse, bilmelidir ki, bu ziyaretlerin neticesinde fazla bir terakki bulamaz.[75] Yalnız zevk ve feyz alır. Bu istenen hedef değildir. Çünkü tasavvuf nefsi terbiye içindir.





*”Kendini yetiştirmek isteyen kadın ihvan yalnız kaldığı zamanlarda onun terbiyesi ile kim nasıl meşgul olacaktır? “





Bu soru için verilecek cevap şudur. Tarîkat şeriatın dışında değildir. Tasavvufun inceliklerine kavuşmak içinde kitaplar okumalı ve izinsiz derslerini değiştirmemelidir. Senelerce yalnız başlangıç dersini çekmiş (yirmi yıl geçmiş hiç kimse ile görüşmemiş) bir ihavana Efendi Hazretleri ona sülûku (yüksek dersleri) geçmiş ihvanın dersini vermiştir. Bu şu demek oluyor. Ders vasıta. Önemli olan yola sadâkat ve devam etmektir.





*Kadın ihvanın kendi aralarında yaptıkları sohbetlerde genellikle sükût üzere, biri tarafından Kur’ân-ı Kerim, ilâhi ve ilmihal, menâkıp kitapları okumaları uygun olacaktır.





*Kadın ihvan gördüğü rüyaları birbirlerine anlatmamalıdır. Yalnız kocasına anlatmalıdır. Çünkü kadınların birbirlerine anlattıkları rüyalar sonuçta kadın ihvanlar için sorun teşkil etmektedir.





*Kadın ihvanda bazı zaman mürşidine karşı sevgisinde aşırıya gittiğini hissederek yanlış bir halim vardır, şeklinde üzüntü olur. Unutulmamalıdır ki; mürşidin kadın müridi ile izdivacı tarîkat şeriatında men edilmiş hususlardandır. [76]  Kadın bu hali yenmek için, üzülmek yerine kocasına karşı hizmetini artırmalıdır. Çünkü bu vesvese şeytandır. Evli insanlardaki üzüntülerin hepsi şeytandır. Bu erkek ve kadın içinde aynıdır. Çünkü kadın ve erkek evlenince vahdet sıfatı ile Allah Teâlâ rahim sıfatından tecelli eder. Bu rahim sıfatıylada nesiller devam etmektedir.





*Kadındaki velâyet sonucunda mürşitlik sıfatına kavuşan çok nadirdir. Bu zamanda ise, pek mümkünde görülmemektedir. Onun için şeytan bazılarına çok yüksek makamlara erdin gibi aldatmaları olursa dikkat ederek bu hali terk etmeye çalışmalıdır. Kadınlarda halife, vekil, hatim hocası ve ders tarifi yapmak vazifesi olmaz.





*Kadın ihvanın örtü konusunda dikkatli olması en önemli hususlardandır.[77] Çalışması zaruri olanlar için ise, Allah Teâlâ’ya dua ederek bu halden kısa zamanda kurtulup maişetini giderecek rızık için kocasına dua etmelidir. Rızkının kocasının tarafıyla temini yoluna gitmelidir. Ancak bu konuda en önemli husus aile bireylerinin birbirlerini anlamaya çalışmaları huzursuz bir ortam içine de düşmemeleridir. Eğer geçim sıkıntısı nedeniyle boşanmalar olursa bunun manevi hiçbir tedavisi yoktur. Maddiyat insana ancak üzüntü verir.





*Kadın ihvanın mescidi, sohbet yeri, vb her şeyi evidir. İhtiyacını dışarıda aramaya çalışmamalıdır. Eğer evinde huzur bulursa kocası onun emrinde olacağı muhakkaktır.[78] Çünkü Allah Teâlâ karı-koca mücadelesinde kadın tarafına yardım eder. Ancak kadın isteklerinde nefsânî ve dünyevî şeyler için kendini zorlamamalıdır.





*Kadın için itaatın sınırlarını belirlerken unutulmamalıdır ki, Allah Teâlâ’nın yasaklarını aşan kocası için itaat etme mecburiyetide yoktur. Çünkü kadının kocaya itaati Allah Teâlâ’ya itaat gibi olduğundan Allah Teâlâ kötü şeyleri emretmez. Allah Teâlâ zulüm sıfatı ile tecelli etmez. Zulüm sıfatı şeytanî sıfatlardan olup mümin kadından şeytana itaatte beklenilmez.





Gah su döker, gah tuz eker. Gah tandıra yayar, ateşle onu mihenge vurur.
İstekli ve istenen, bu çeşit dürülüp bükülür, Alt olan ve üst gelen, bu oyundadır işte. Bu oyun yalnız kocayla karı arasında olmaz. Her âşıkla her sevgili de bu oyunu oynar. Evveli olmayanla sonradan olanın, varlıkla var olup suret kabul edenin Vise ve Ramin gibi, bükülüp ezilmesi farzdır. Fakat her birinin oyunu başka bir çeşittir. Her birinin ezilip büzülmesi başka bir hünerdendir. Kocaya karısı için “ey koca karını kötü tutma, hoş tut” demek için misal olarak söyledim. Gerdek gecesi yengesi onun elini tutup hoş bir emanet olarak senin eline vermedi mi? Ey güvenilir kişi sen iyi kötü ne yaparsan Allah Teâlâ’da sana onu yapar. [79]





*Kadının kavuşacağı en yüksek makam aşk makamı olan Hz. Hatice radiyallâhü anhanın makamıdır. Bu makam çok ibadet ile elde edilmeyip kadının itaat ile önce kocasına  sonra mürşidine fedayı can ve hizmet etmesidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kadınlar arasında en çok değer verdiği de Hz. Hatice  radiyallâhü anhadır.  





Hz. Fatıma, Hz. Aişe radiyallâhü anhümanın makamları daha sonra gelir. Bu nedenle kocasına aşık olmayan kadının mürşidinden alacağı hiçbir şey yoktur. Kocasının çilesine katlanmak bin yıllık riyazattan  faziletlidir. [80]





KADIN NİÇİN “ÖRTÜN EMRİNE”  MUHATAP KILINDI?





İnsan kutsîdir. Erkek ve kadın bu kutsîliğin bireyleri olarak bir bütündür. Allah Teâlâ yaratılışı latif olan bir cüz’ü yani kadını muhafaza için örtülü tutmak istedi. Çünkü bütün içerisinde çıplaklık ile kadının ezilen taraf olarak kalmasını istemedi. Ancak kadınların büyük bir kısmı kendine verilen güzelliği etrafı ile paylaşmak arzusuna düşmüştür. Bu nedenle çeşitli sebepler bularak gizli defineyi açığa çıkartmak istediler. Her kadın eşi olan kocasının bir kısmını oluşturduğunu bilmelidir. Bu şu demek olur. Yaratılışındaki bazı zayıf noktaları ancak eşi ile tamamlayacaktır. Her insan gibi, kadında hayatı boyunca bu eksikliği tamamlamak için gayret göstermektedir. Bunu bulmayınca kendince çareler arayarak dışa açılır. Sonuçta bulmak istediği şeyi de bulamaz. Erkek ise, bu türlü bir zorlama içerisinde değildir. Çünkü hakim sıfatı ile bu noksanlığı hiçbir şekilde hissetmez.





Allah Teâlâ kadına cazibe vermiştir. Fakat kapatmayı da yanında emretmiştir. Örtüdeki sınırı tek parça [81] elbise ile emretmiştir. Tek parça vahdetin (birliğin) temsili olduğundan ruhâni yükselişin emâresidir. Örtü aslında bir olan Allah Teâlâ’nın kadında görülen zuhurâtının ifnâsını sağlayan mühim bir eşyadır. Bu muhafazadaki sınırı Hz. Aişe radiyallâhü anha şu şekilde tesbit etmiştir.





Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “her nebi vefat ettiği mekanda defnedilmiştir” buyurduğu için kendisi de Hakk’a yürüdüğünde kabir olarak Hazreti Aişe radiyallâhü anhanın hücresinde yattığı döşeğin serili olduğu yerde sırlanmıştır. Hazreti Ebu Bekir radiyallâhü anh Hakk’a yürüdüğünde Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yanında sırlanmıştır. Hazreti Aişe radiyallâhü anha buyurdu ki;





“Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve babamın sırlandıkları [82] evime girerdim. Efendim ve babam der, dış elbisemi çıkarırdım.”





Hazreti Ömer radiyallâhü anh Hakk’a yürüyüp babasının yanına sırlanınca Aişe radiyallâhü anha cilbabını giyinmeye başladı ona: “Annemiz size ne oluyor? Neden cilbabınızı giyiyorsunuz denildiğinde” şöyle buyurdu:





“Şu efendim, şu da babamdı Hazreti Ömer radiyallâhü anhdan hayâ ederek giyindim.”





İmamı Malik radiyallâhü anh şöyle söylemiştir:





Hazreti Aişe radiyallâhü anhanın evi iki kısma ayrılıp bir duvarla bölünmüştü. Bu iki bölümden birinde kabir vardır. Bir kısmın da Hazreti Aişe radiyallâhü anha bulunuyordu. Arada sırada kabir tarafına geçerdi. Hazreti Ömer radiyallâhü anhden sonra da geçerdi. Fakat bu defa üzerine bir örtü alıp ona bürünerek girerdi.





Yine Hazreti Fatıma radiyallâhü anha tesettüre son derece ehemmiyet verirdi. Vefat ettiği zaman yıkanmasında iki kişinin bulunmasını (Esma binti Umeys ve Hazreti Ali Kerremallâhü veche) ve küçük bir çadır içinde yıkanmasını, cenazesinin kimse tarafın­dan görülmemesi için geceleyin sırlanmasını vasiyet etmiş ve öyle yapılmıştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onun bu hassasi­yetine uygun olarak “kıyamet günü olunca perde gerisinden bir münadi şöyle seslenecek:





“Ey mahşer halkı gözlerinizi kapayın Fatıma bint-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem geçecek.”





Mıknatıs demiri çeker. Bu nedenle örtüsü, kadını koruması yanında cazibe kuvvetini de artırdığı gibi, kontrol altında tutmaktadır. İnsan bilmediği şeyin peşine gitmekten heyecan duyar. Açık olan şeyde sır düşünülemez. Çünkü tedbiri yanındadır. Çok kişi aşık olduğu kişide gördüğü, belki hayalidir. Vuslat olunca da hayalini bulamayınca üzülür. Fakat çaresini de kaybetmiştir. [83]





Hâsılı insan, vuslata erdi mi vasıta olan kadın, adamın gözüne soğuk görünmeye başlar.[84]





Eğer kadın, murad verecek bir vasfa erişmiş olup bir erkeği kendine bağlamışsa, bu sefer başkasını da aynı etkiye almaması için kendini koruma altına alması lazımdır. Çünkü vuslata kavuşmuş olanın soğukluğu zamanla artar iken, diğerlerinin ateşi harlanmaktadır. Buna ancak kadın engel olacaktır. “Kadın tencere gibidir” denilmiştir.





Züyyine linnâs,[85] hükmünce Allah Teâlâ’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?





Allah Teâlâ; kadını erkeklere munis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan ayrılabilir?





Kişi yiğitlikte Zâloğlu Rüstem bile olsa Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.





Âdemî sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bile “Kelliminî yâ Humeyrâ” (Benimle konuş) derdi.





Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.





İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir.





Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikâtte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.





Böyle bir hassa ancak Âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.





Kadınlar, akıllı kişiye galebe ederler, fakat cahil kişi onlara galip olur





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dedi ki; “Kadınlar; akıllı kişilere ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar. Fakat cahiller, kadına galebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaradılışlarında hayvanlık üstündür.





Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse... hayvanlık vasfıdır.   Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil... Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değildir! [86] 





Erkek kadındaki ilâhî sırrı kendinde bulamadığı için kadına olan isteğini dizginleyemez. Bu nedenle “Bakmak zinadır” desende gözünü kadından ayıramaz. Onun için örtünmesini isteyen Allah Teâlâ’dır. Çünkü erkekte ve kadında karşı cinse meyil vardır.





Bir kadının kocasını yahut bir kocanın karısını alıp bir yere götürsen eşi de koşa koşa mutlaka onun yanına gelir.[87]





Bu birlikte âlem bekâ bulsun diye Allah Teâlâ erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi. Her cüz’e de, diğer bir cüz’e meyil verdi… İkisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücud bulur.[88]





Allah Teâlâ zahirî ve batınî örtünmeyi beraber istemiştir. Yani örtünme yalnız vücudun da örtünmesi değildir. Ruhun örtünmesi de gereklidir.





Nice namuslu, örtülü kadın vardır ki, ferciyle, boğazının şomluğundan rüsvay olmuştur.[89]





Kadının bakışı fitnedir. Fakat bu fitne, sesi de duyuldu mu bir katken yüz kat olur. Sesini yüceltmesine imkân bulunmazsa kadının bakışı, yalnız başına fayda etmez.[90]





Bu nedenle kadın örtüsüyle sırrını korur. Bu sırrı ise, erkeğinin aynasıdır. Ayna eğer açıkta olursa gelen giden bakmak ister. Erkek ise, bir zaman sonra gelenin gidenin bakarken nefesi ile islediği aynayı temizlemek yerine, ya kırarsa? Aynanın islenmemesi için evde örtü örtersin. Bu örtü sürekli aynanı temiz tutar. Erkek bakmak için açtığında çirkin yüzünü dahi güzel görür. Bunun için hususî güzellik umumîleştiğinde değersizleşir. Talibi bile olmaz. Allah Teâlâ hususî güzelliklerin paylaşılmasını bazı yerlerde yasaklamıştır. Bu güzelliklerin başında kadının güzelliği vardır.





Kadın kendinde olanın saklamaya alışırsa onu erkekten daha fazla korumaktadır. Açarsa Allah Teâlâ’ya dahi isyan edebilecek gücü kendinde bulur. Çünkü kadın yaratma sıfatının tecelligâhıdır. Bu nedenle örtünen kadına açılmayı, açık olan kadına örtünmesi istenirken zorlama yolu ile değil ikna yolu ile teklif etmelidir. Zayıf denilen kadının çok güçlü olduğu bilinen bir gerçektir. [91]





Hülâsâ kadın örtüsüyle cazibe gücünü kontrol altına almaktadır. Çünkü kadın karşısında galip olan erkek yok gibidir.





“Bu iş, siz kadınların tuzağındandır. Gerçekten de sizin tuzağınız çok büyüktür.”[92]





Çünkü kadının isteği karşısında erkek aciz kalmıştır. Aciz kalan erkekte kadının safiyetini bozup kadına zarar vermekten kendini kurtaramamıştır. Onun için erkekteki acziyeti kadının açığa çıkartmaması gerekir. Çünkü erkeğin tabiatı buna müsaade etmez. Bu nedenle çok zaman huzur bozulmuştur. Huzurun olmadığı ortamda iyilik ve kötülük vasfı kaybolur. İyiliğin ve kötülüğün değersizleştiği toplum ilâhî gazabı celp eder.





E- İHVÂNIN PSİKOLOJİK DURUMLARI       





Kitabın içerisinde dolaylı olarak bu konunun izahları geçse de ihvâna faydalı olacağı düşüncesiyle bir başlık altında incelemek ihtiyacı hâsıl olmuştur. Genellikle dikkat edilecek hususlar şunlar olabilir.





*Asıl hedefin ahiret hayatı olduğu dünyada göreceği ve kazanacağı şeylerin geçiciliğini unutmayıp, gerekirse terk etmede kararlı olmalıdır.





Eğer bir deniz yolculuğunda bindiğin gemi bir limana uğrar da seni kıyıya su almak için yollarlarsa, yolda midye kabuğu veya mantar bulursan bunları toplayabilirsin. Fakat aklın daima gemide olmalıdır. Sık sık başını gemiye çevirerek kaptanın seni çağırıp çağırmadığını araştırmalısın. Eğer kaptan çağırırsa seni eli ayağı bağlı bir hayvan gibi, gemiye atmalarına meydan vermemek için elindekilerinin hepsini atıp hızla geriye dönmelisin.  Hayat yolculuğunda da durum aynıdır. Bir midye kabuğu veya bir mantar yerine bir kadın veya bir çocuk nasibin olursa, bunları benimsersin. Fakat kaptan seni çağırınca arkana bakmadan her şeyi bırakıp gitmen lâzımdır. Eğer yaşlı isen yetişememek korkusuyla, gemiden pek uzaklaşmamalısın. [93]





*İsteklerini dizginlemeyi bilmelidir.





Bir çocuk; ağzı dar, içinde fındık incir bulunan bir kaba elini sokar, avucunu alabildiği kadar doldurur ve bu kadar, şişince, elini dışarıya çıkaramayarak ağlamağa baş­lar. Yavrum onun yarısını bırak. Elini yine oldukça dolu dışarıya çıkarabilirsin. Sen işte bu çocuksun. Çok istiyorsun ve hepsini elde edemiyorsun. Daha az iste, o zaman istediğin senin olur. [94]





*Her şeyden önce yalnızlık denen korkulardan kendini kurtarmalı paylaşmayı öğrenmelidir. Tasavvuf terbiyesi aslında insanı yalnızlıktan kurtarmaktır. Nakşî usûlündeki rabıta uygulaması bu nedenledir. Kendini yalnız hisseden kişi duygularını ve fikirlerini olgulaştırmada yeterli olamayacağı muhakkaktır. “Yalnızlık Allah Teâlâ’ya mahsustur” denir. Allah Teâlâ yeterlilik ve hiç bir şeye muhtaç olmamak açısından yalnızlıkla vasıflıdır. “Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” [95] Ayette geçen “li-ya’büdûn”(kulluk) için “li-ya’rifûn” (bilinmek) manası verilmiştir. Çünkü bilinmeyene ve bilmeyenin kulluk etmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ mahlukâta kendini rasüller vasıtasıyla tanıtmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ yalnızlığı kendi nefsi içinde istememektedir. [96] Yaratıcının yaratılmışlar ile bir ilişkisi olduğuna göre ihvân her halükârda hayatını bir kimse ile paylaşacaktır.





*Güven duygusunu ileri seviyede tutmak gerekir.





Seni sürgüne gönderecekler!





— Dünyanın ötesinde beni gönderecekleri bir ülke var mı? Gittiğim her yerde gök­leri, güneşi, ayı, yıldızları bulamayacak mıyım? Rüyalarım ve bir talihim olmayacak mı? Allah Teâlâ ile sohbete imkân bulamayacak mıyım? [97]





*Kitapta da geçtiği gibi, zamanını değerlendirirken olgunlaşma sürecinin herkes için aynı olamayacağını da unutmamalıdır.





*Hiçbir şekilde insanüstü özellikleri (kerâmet) hedef tayin etmemeli ve kerâmet gibi şeyleri hedefleyen kişilerden uzak durmalıdır. Çünkü bu kişiler genellikle sorunlu kişilerdir.  Onlar hayâli şeyler ile hayatın gerçeklerinden uzaklaşmışlardır.





Sık sık düşüp kalktığımız kimselerin üzerimizdeki tesiri az değildir. Biteviye bir sefih ile düşüp kalkarsan, çok kuvvetli bir şahsiyetin yoksa senin onu yola getireceğini ümit etmekten çok onun seni bozmasından korkmalıdır. Mâdemki kültürsüzlerle temasta bu kadar tehlike vardır, onlarla ancak büyük bir ihtiyat ve anlayışla düşüp kalkmalıdır. [98]





*Mürşidini insanlık vasfından dışarı çıkarmamalıdır. Eğer bu şekilde düşüncelere kendini yönlendirirse ileriye dönük karşılaşacağı sorunları çözemediği zaman bunalıma düşeceğine kesin gözle bakılır. “Niçin böyle oluyor? Benim efendim bana niye yardım etmiyor?” vb. soruları ile inancında sarsılmalar olur ki, sonuçları olumsuz olmaktadır.





*Üzülmemelidir.





Dünyada olup biten şeylerin bir kısmı elimizdedir. Bir kısmı da elimizde değildir.





Elimizde olanlar düşüncelerimiz, ya­şayışımız, isteklerimiz, eğilimlerimiz, iğrenmelerimiz; bir keli­meyle bütün hareketlerimizdir.





Elimizde olmayanlar ise, eşya, mal, şöhret, mevki bir kelime ile hareketlerimiz arasında olmayan şeylerdir. Elimizde olanlar tabiatları dolayısıyla hürdürler. Hiç­bir şey onları durduramadığı gibi, onlara engel de olamaz. Elinizde olmayanlar ise, güçsüz, esir, boyunduruk altında, binlerce engel ve terslik içinde olup bütün bütün bize aykırıdırlar. O halde hatırla ki, tabiatları dolayısıyla esir olanları hür ve başkasına bağlı olan şeyleri sana ayrılmış sanıyorsan her adımda engellere rastlayacak, kırılacak, üzülecek ve Allah Teâlâ’dan ve insanlardan da şikâyet edeceksin. Buna karşılık senin olanı be­nimser ve başkasının olanı da başkasının iradesinde sayarsan; o zaman kimse sana istemediğini yaptıramadığı gibi, istediğini de yapmana engel olamaz. Dolayısıyla kimseden şikâyet etmez, kimseyi suçlandırmaz ve istemeden hiçbir hareketi yapmağa zorlanmazsın. Kimse sana bir fenalık edemez, düşmanın ola­maz ve başına kötü, zararlı bir şey de gelmez.[99]





*Aşk cihetiyle zuhur edecek hallerin çabuk geçilmesini tercih ederek bir sonraki makam olan vuslatın bekâsını bulmak istemelidir. Çünkü aşk terbiyesi elemli ve bu deryâda boğulan çok olduğundan, geçilmesi ile terbiye edilmek ve mürebbi olmak mümkün olur.





Aşkta delilik halleri insana arızdır. Vuslatta ayıklık ve menfaat vermek vardır. Mevlâna kuddise sırruhu’l-aziz Mesnevî Şerifini vuslata erdikten sonra yazmıştır. Eğer bu şekilde olmamış olsa idi, okuyana hoş gelmezdi. Bazıları eserlerini seyr halinde yazarlar. Tatlı ve hoş görünse de verimli olmaz. Çünkü her insanın terbiyesi aynı yoldan olmadığı bilinen gerçektir. Seyr halinde yazanların eseri ve sözleri o yola muvafık düşene zevk verir. Bu nedenle Mesnevî gibi, her kesime hitap eden eserler az olmaktadır.





*Neye ne kadar sahip olduğunu bilmelidir..





Her ne hakkında olursa olsun: “Onu kaybettim!” deme. Fakat “Onu geri verdim!” de. Çocuğun mu öldü? Onu geri verdin. Karın mı öldü? Onu da geri verdin. Tarlanı mı elinden aldılar? İşte yine bir geri verme. — Lâkin onu elimden alan kö­tü bir adamdı! — Onu sana verenin falan veya filân yolu ile geri almasının ne önemi var? Onu sende bıraktığı sürede, yol­cuların otellerden faydalandıkları gibi, âdeta sana ait bir şey değilmiş gibi ondan faydalan. [100]





Allah Teâlâ hayatın her cephesinde kulunun yanındadır. İrâde-i külliyesi ile takdir ettiklerinden başka olarak kullarına şerri bile verse rahmetindendir. Çünkü ilâhtır. Kula düşen kulluk gerçeğini unutmamasıdır. Acizliğini bilmesi insan için bir özür beyanıdır ve affa sezâ olur. Allah Teâlâ rabliğini en güzel şekilde îfa kıldığından insan kulluk mecburiyetini unutmamalı sorumluluğunu üzerine almalıdır.





* Allah Teâlâ’nın dünyada kişi için takdir ettiğine razı olmalı, gereğini en güzel şekilde icra etmelidir.





Hatırla ki, uzun veya kısa bir piyeste rejisörün sana verdiği rolü oynayacak bir aktörsün. Eğer senin bir dilenci rolü oynamanı uygun görmüşse, elinden geldiği kadar iyi oynaman lâzımdır. Eğer bir topalın yahut bir prensin veya ayaktakımından birinin rolünü oynamanı uygun görürse,   yine başka türlü hareket edecek değilsin. Zira verilen rolü iyi oyna­mak sana düşer. Lâkin bu rolü seçmek Allah Teâlâ’nın elindedir. [101]





*Her şeyde tabiatının gereğinden başka özellik beklememelidir.





Seni eğlendiren, ihtiyaçlarını doyuran, bir kelimeyle sevdiğin her şey karşısında, kendi kendine, onun ne olduğunu sormayı unutma. İlkönce en küçüklerinden başla.  Bir çömleği seviyorsan, topraktan yapılmış bir çömleği sevdiğini bil. Eğer kırılırsa üzülmezsin. Çocuğunu veya karını seviyorsan kendi ken­dine geçici bir varlığı seviyorum de. Eğer ölüverirlerse ıztırap çekmezsin. [102]





*İnsanlar ile arasındaki köprüleri yıkmamalı, yanlış hallerde önce kendini düzeltmeye çalışmalıdır.





Hatırla ki, ne sana söven, ne seni döven, ne de sana hakaret eden vardır. Fakat bu işleri yapanların sana hakaret ettiklerine inancın onları sana böyle göstermektedir. Şu halde ne zaman biri seni kırar veya kızdırırsa. Bil ki, seni kızdıran o adam değil, senin inancındır. [103]





*Muhakkak her insanın bir güzel tarafı olduğundan, yolun erbâbından istifade etmeye çalışmalıdır.





Her şeyin iki kulpu vardır: biri onu taşımağa elverişli olan kulp, öteki taşmağa elverişli olmayan kulptur. Şu halde kardeşin sana bir kötülük ederse, onu sana kötülük yap­tığı yandan alma. Bu onu götürüp gitmeğe elverişli olmayan kulptur. Fakat öbür yandan yani senin kardeşin olduğu taraftan al. Bu suretle onu sana, tahammül edilebilir gösteren sağlam taraftan tutmuş olacaksın. [104]





*Ezel taksimatında irâde-i külliyenin taksimine razı olmalı ve sahip olduğu sınırlarının ne olduğunu tespit etmelidir.





Sana senden gelmemiş olan özelliklerle asla öğünme. Bir at gururla: “Ben güzelim!” dese buna tahammül edi­lebilir. Fakat sen böbürlenerek “Güzel bir atım var!” dersen bilki güzel bir ata sahip olmakla öğünüyorsun. Bunda cana ait olan nedir? Muhayyileni kullanman! Bunun için muhayyileni kullanırken tabiatı kolla. İşte o zaman kendindeki meziyetle öğünebilirsin. [105]





*Kabz (keder) hallerinde şükrünü, bast (sevinç-zevk) hallerinde istiğfarını artırmalıdır.





*Hallerin geçiciliği fitnesinden kendisini kurtaramadığında hal kendini terk ettiğinde üzüntüye düşeceğini bilmelidir.





Ruh su ile dolu bir havuz gibidir. Onun kanatları bu havuzu aydınlatan ışıktır. Havuzun suyu dalgalandıkça ışığında dalgalandığı sanılır. Hâlbuki ışık olduğu gibidir. İnsan içinde bu böyledir. O bulanık ve üzüntülü iken, faziletleri bulanık ve perişan değildir. Onun özündeki kuvvetler harekete gelmiş­tir. Bu kuvvetler durgunlaşınca her şey durgunlaşacaktır. [106]





*”Kendi ken­dime asla engel olmayacağım!” demelidir. [107]





*Söylenen kötü sözlerden etkilenmeyip sabrını artırmalıdır.





“Bir taşa küfret, neye yarar? O seni duymaz. Onun için taşı taklit et ve sana söylenen küfürleri duyma!” [108]





*Başarısızlıktan korkmamalıdır.





Ne fakirlikten, ne sürgünden, ne zindandan ne de ölümden korkmamalıdır. Fakat korkudan korkmalıdır. [109]





*Duyguların esiri olmamalıdır.





Küçük ve büyük esirler vardır. Küçükler küçük şeyler için, bir yemek, bir ev, ufak tefek yardımlar için esir olanlardır. Büyükler ise, müdürlük, valilik gibi şeyler için esir olanlardır. Vilâyet makamının sembolü olan baltaların ve okların kimin önünde taşındığını görüyorsun, o vali öbür esirler­den daha esirdir. [110]





*Çalışmanın sonucunu beklerken, olayların yönünü ve sonucunu tayin etmeyi bilmelidir.





Savaşta Allah Teâlâ’ya dayanmaktan ne fayda çıkar ki? Bu tavla oynayan acemilerin Allah Teâlâ’ya dayanmasına benzer. Donup kalmamış olan keskin bakışlarsa, ileriyi delip gider, perdeleri yırtıp görür. Bu bakışa sahip olanlar, on yıl sonra olacak şeyi şimdiden, hem de gözleri ile görürler. Böylece herkes bakışı ve görüşü miktarınca gaybı da görür, geleceği de... Hayrı da görür şerri de. Gözün önünde ardında bir engel kalmadı mı bütün dünya dümdüz olur, göz, gayp levhasını bile okur. Gözünü ardına çevirdi mi varlığın başladığı zamandan itibaren bütün macera ve âlemin yaradılışı gözüne görünür! [111]





*Hatalı durumların pişmanlığı duymaktansa terk makamı olan tevbeyi nimet bilerek unutmaya çalışmalıdır. Tasavvuf ehli unutkanlığı çok olan kişi demektir. Hatasını ve sevabını hep unutur. Gaflet ile geleceğini ve gönülleri imar eder. Bu gaflet ayıklığın üzerinde olan bir gaflettir.





O anda bu dünya harap olurdu, insanların içlerinde hırs kalmazdı. Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir. [112]





*Danıştığı şeylerde tarif edilene uymalıdır. Sözünü tutmayacaksa sormaktan kaçınmalıdır. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ashâb-ı kirâm lüzumsuz soru sormaktan kaçınırlardı.





*Azlığın fitnesi çokluğun fitnesinden hafif olduğundan ibadet veya zikir olsun her şeyde en azıyla yetinmelidir.





Buraya kadar sayılan maddeler çoğaltılabilir. Önemli olan razı olmayı âdet haline getirip kendini korumakta kolay yolu tercih etmelidir.





F—EHL-İ BEYT’İ SEVMEK   [113]





Sevgi ve buğz ezeli ve gizlidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını seven kişinin sevgisi,  kendisinden sonra çocuklarına, Ehl-i Beyt’e düşmanlık edenin düşmanlığı da çocuklarına geçmiştir.  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını sevenlerde bu sevgi meydana çıkmıştır.  Cenabı Hakk şöyle buyurmuştur:





“Onlar, ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rablerinin bir takım alametlerinin gelmesini gözetliyorlar. Rabbinin bazı alametleri geldiği gün, önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir yarar sağlamaz. De ki: “Gözetin! Çünkü biz de şüphesiz gözetiyoruz.” [114]





Allah Teâlâ’nın bazı sözü tıpa tıp Hasan ve Hüseyin’in sayısına tekabül ediyor.  Ayet, onların iki ayet (mu’cize) olduklarını gösteriyor.  Kim onları inkar ederse, Allah Teâlâ’nın ayetini inkar etmiş olur.  Sevenler ve sevmeyenler hakkında bütün söylediklerim,  Mecâlısü’z-Zuhri’den alınmıştır.  Allah Teâlâ gerçeği söyler, O, doğru yola iletir. Mecalisü’z-Zühri’de şöyle deniliyor:





“De ki; “Bu (tebligatım karşılığında) sizden bir ücret istemiyorum. Ancak yakınlara muhabbet istiyorum.” [115] sözünde geçen Kurba kelimesi, karabet manasına mastardır. Yakınlık taşıyan kimse murad edilmiştir. Yani: “Ya Muhammed, ümmetine söyle, size getirdiğim hakikat karşılığında sizden bir ücret istemiyorum, sadece yakınlarımı sevmenizi ve onlara eziyet etmemenizi istiyorum.”





Rivayet ediliyor ki; Bu ayet nazil olduğu zaman: “Senin yakının kimdir ki, muhabbeti bize farz oldu ya Rasûlallah sallallâhü aleyhi ve sellem?” dediler. Buyurdu ki;





“Ali-Fatımatuz-Zehra ve evlatlarıdır.” Keşşâf’ta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur, deniliyor:





“Muhammed’in Ehl-i Beytine muhabbet üzerine ölen, şehittir.” Uyanık olun, Âl-i Muhammed’e sevgi üzerine öleni, önce ölüm meleği, sonra Münker ve Nekir cennetle müjdeler.





Dikkat edin, Ehl-i Beyt’e muhabbet üzerine ölen, gelin kocasının evine teslim edildiği gibi, cennete teslim edilir.





Dikkat edin, Âl-i Muhammed’e muhabbette sebat üzerine ölen kimse, imanı garantili bir mümin olarak ölür. Âl-i Muhammed’e muhabbet üzerine ölen kimsenin kabrinden cennete iki pencere açılır. Muhakkak Âl-i Muhammed’e muhabbet üzerine ölen kimsenin, Allah Teâlâ kabrini rahmet meleklerinin ziyaretgâhı yapar. Muhakkak, Âl-i Muhammed’e muhabbet üzerine ölen, sünnet ve cemaat üzere ölür, kim Âl-i Muhammed’e buğz üzerine ölürse, kıyamet gününde iki gözü arasına “Allah Teâlâ’nın rahmetinden umutsuzdur” ibaresi yazılı olarak haşr olunur. Âl-i Muhammed’e buğz üzerine ölen, kâfir olarak ölür.





Dikkat edin, Âl-i Muhammed’e buğz üzerine ölen, cennetin kokusunu koklayamaz.” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:





“Bizim kapımıza gelenin hakkı, üzerimize vacib olur” Bu hadisin söylenişine sebep şudur: “Tarikus-Salat bir adam, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında ölmüştü. Ashab, Resul-i Ekrem’in: “Namazı kasden terk eden kâfir olur.” hadisinin dış manasına dayanarak bu adam üzerine namaz kılmamak ve onu Yahudi kabristanına gömmek istediler. Ali Kerremallâhü veche geldi, 





“Ya Resulallah! Bu adam:Ya Ali, Allah’ın Resulünü ve evladını seviyorum.” diyerek beni bu sözüne şahid tuttu.” dedi. O zaman Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yukarıdaki hadisini söyledi. Hz. Ali kerremallâhü veçhe’de o adamın namazını kıldırdı” ve müslüman kabristanına defnetti.





Hikaye olunur ki; Ali Kerremallâhü veche Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize geldi ve insanların kendisine çok haset ettiklerinden şikayet etti. Aleyhisselam buyurdu ki;





“Cennete ilk giren dört kişinin dördüncüsü olmak istemez misin? Ben, Sen, Hasan ve Hüseyin, zevcelerimiz sağımızda solumuzda, zürriyetlerimiz zevceleri-mizin arkasında olduğu halde Cennete gireceğiz.”





Muhibbu’d-din at-Tabari Ebu Hureyre radiyallâhü anhın şöyle dediğini rivayet ediyor:





“Ebu Leheb’in kızı Sebia: “Ya Rasûlallah sallallâhü aleyhi ve sellem, bana “Sen Hatabu’n-Nar: Ateş odununun kızısın.” diyorlar diye şikayet etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Benim akrabama eziyyet eden bir kavmin hali nice olur? Benim akrabama eziyet eden, bana eziyet eder. Bana eziyet eden de, Allah Teâlâ’ya eziyet etmiş olur.”





Şifa-i Şerifte şu hadise kaydedilmiştir: “Muhammed’in Âli’ni (evladını) tanımak, cehennemden kurtulmadır. Muhammed evladını sevmek, sırat (köprüsün) den geçmeye ruhsattır. Âl-i Muhammed’e dostluk, azaptan emandır.” Yine orada deniliyor ki;





“Ulemanın bir kısmı: Onları tanımak yerlerini ve nebiye yakınlık cihetlerini bilmek demektir. Bir insan onları bu şekilde tanırsa onlar hakkında neler yapılması gerektiğini bilir ve bu bilgisi sebebiyle onlara hürmet ve muhabbette kusur etmez.” Yine orada şu söz de vardır:





“Ebu Bekir Sıddik radiyallâhü anh demiştir ki; “Muhammed’i, Ehl-i Beytinde gözetleyiniz.” ve demiştir ki;





“Nefsim, elinde olan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, benim için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin akrabası, benim kendi akrabamdan daha sevgili ve ileridir.”





Hayret, hayret ki, insan, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını sevmez, hatta onu kötüleyerek, haset ederek ona eziyet ederse, Allah Teâlâ katında nasıl mertebe, makam ve şeref talep edebilir? Sadece yememek, içmemek, aç kalmak, uyumamak ve ibadet vazifelerini yapmakla bir makam elde edilemez. Zavallı bilmiyor ki, göklerle yer arası kadar ibadeti olsa, Allah Teâlâ’ya kavuşamaz. İblis’e bak ki, bu kadar ibadeti varken Allah Teâlâ’nın lanetini uğramıştır.





Rivayet ediliyor ki; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin şehrinde kendisine komşu olup orada elde ettiği sevaplara karşın, İmam Mâlik radiyallâhü anhı, Cafer ibn-u Süleyman dövmüştü. İmam Mâlik, dayaktan bayıldı. İnsanlar gelip kendisini ayılttıkları vakit şöyle dedi:





“Beni dövene hakkımı helal ettiğime sizi şahit tutarım.” Sonra kendisine bunun sebebi sorulduğunda şöyle dedi:





“Öldüğüm zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile karşılaşırsam, benim yüzümden evlad-ı Resülullah’tan birinin Cehenneme gitmesinden utanırım.” “Kim bir iyilik ederse, onun iyiliğini artırırız.” [116]





Süddi’den rivayet edildiğine göre, bu ayette geçen hasene (iyilik) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehl-i Beytine muhabbettir. Bu ayet, Ebubekir Sıddik radiyallâhü anhın Ehl-i Beyti çok sevmesi hakkında nazil olmuştur. Zahir olan umum iyiliktir. Hangi iyilik olursa olsun. Ama şu var ki,  “Yakınlara sevgiden” sonra zikredilmesi, bu sevginin, ayetin işaret ettiği iyilik olduğu düşüncesini kuvvetlendirir. Diğer iyilikler de buna tabi’dir. 





“Allah Teâlâ tevbe edeni affeder. İtaat edene şekur’dur” sevap verir, nimet ve keremini artırır. Kurtubi ve başkaları Süddi’nin şu ayet hakkında şöyle dediğini naklederler: “Allah bağışlayıcıdır, şekurdur” yani Âl-i Muhammed’in günahlarını bağışlayıcıdır. Onların iyiliklerine teşekkür edicidir. Sa’lebi’de:





“Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kötülüğü gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” [117] ayetindeki Ehl-i Beyt ile bütün Haşim oğullarının kast edildiğine kânidir. Savaiku’l-Muhrika da bunu zikretmiş ve demiştir ki, 





“İmam Mâlik radiyallâhü anhaya göre, Ehl-i Beyt’e farz ve nafile sadakanın haram oluşu da onları temizleme içindir. Çünkü sadaka ve zekât, insanların kirleridir. Alan insanı küçük düşürür. Vereni üstün yapar.” ve demiştir ki;





“Müfessirlerden bir cemaat “Selâmün alâ İlyâsin: Selam İlyas’a” ayetinden maksat, Muhammed evladı olduğuna kail olmuşlardır.” Kelbi de böyle demiştir. Yine Kelbi’den bir kavilde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde evla bi-t’tarik ayetin şümulüne dahildir. Fahrüd’din Râzi şöyle diyor:





Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem, Ehli Beyti, beş şeyde kendisine müsavidir: Selam da. Çünkü “Esselamü aleyke eyyühennebiyyü: Selam sana ey peygamber” ve: “Selamün ala İlyâsin: İlyas’a selam olsun.” [118]  buyurmuştur,  O’na salâtta ve şehadette vardır. Allah Teâlâ buyurmuştur:





“Tâ Hâ: yani Ey Tahir” ve buyurmuştur: “Yuridullahu li yuzhibe ankumu’r-ricse: Allah Teâlâ sizi temizlemek istiyor.” Sadakanın hürmetinde ve muhabbette: “Bana tabi olun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin” [119]  “Sizden bir ücret beklemiyorum, ancak yakınlara muhabbet etmenizi istiyorum.” ayetleri bunu amirdir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde:





“Yıldızlar gök ehline emândır. Ehli Beytim, ümmetime emândır.” demiştir. Savaik sahibi bu hususta şöyle demiş:





“Cenabı Hakk dünyayı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için yaratmıştır. Onun devamını Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin devamına ve Ehl-i Beytinin devamına bağlı kılmıştır. Çünkü onlar, Fahr-i Razi’nin zikrettiği hususlarda onunla müsavidirler. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Allah’ım, onlar benden, ben onlardanım.” demiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir parçası olan Hz. Fatıma radiyallâhü anhadan doğmaları sebebiyle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir parçasıdırlar.” (Savaik)





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:





“Aranızda Ehl-i Beytim, Nuh’un gemisine benzer. Binen kurtulur.” (Müslim’in rivayetinde: geri kalan boğulur) bir rivayette helak olur cümlesi de vardır. Bu hadisin manası şudur: Onları seven, onlara hürmet ve tazim eden, onların âlimlerinin gösterdiği yolda giden muhalefet etme karanlığından kurtulur. Bundan geri kalan, küfür denizinde boğulur, azgınlıkta helak olur. Yine bu hususta Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin:





“Allah Teâlâ’nın üç hürmeti vardır: Allah Teâlâ, bunlara riayet edenin dinini, dünyasını korur. Bunlara riayet etmeyen kimsenin Allah Teâlâ ne dünyasını, ne ahiretini korumaz: İslam’a hürmet, bana hürmet ve benim rahmime (soyuma) hürmettir.”





“Ben, tevbe eden, inanan, salih amel işleyip hidayete eren kimseyi elbette bağışlayanım.” [120]  ayetinde Sabitü’l-Bennai:





“Yani Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehl-i Beytinin velâyetine erdi.” demiştir. Bu Savaik’te zikredilmiştir. Kurtubi orada İbnu Abbas’tan:





“Rabb’in sana razı oluncaya kadar verecektir.” ayeti üzerinde şu tefsiri yapmıştır:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin rızası, Ehl-i Beytinden hiçbirinin cehenneme girmemesidir.” Hakim şu hadisi çıkarmış ve sahih görmüştür:





“Rabbim, Ehl-i Beytimden Allah Teâlâ’nın birliğine inanan ve benim nebiliğimi kabul edene azab etmeyeceğini bana va’detti.”





“Rabbimden, Ehl-i Beytimden hiç kimseyi ateşe sokmamasını niyaz ettim; bunu bana verdi.”





Ahmed, Menâkıbında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin şöyle dediğini kaydediyor:





“Ey Haşim oğulları, Beni hak rasul olarak gönderen Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Cennet halkasını tutsaydım, önce sizinle başlardım.” Tabarani Ali Kerremallâhü vecheden şu sözü derlemiştir:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden işittim,  diyordu ki;





“Havz-ı Kevser’e ilk gelenler, Ehl-i Beytim ve ümmetimden onları sevenlerdir.”





“Ehl-i Beytim ve onları sevenler, Cennette şu iki (parmak) gibi (yan yana) dır.”





“Biriniz beni kendisinden fazla sevmedikçe, bana kendisinden çok hürmet etmedikçe, Ehl-i Beytimi kendisinden çok sevmedikçe, onları kendine tercih etmedikçe iman etmiş olmaz.”





“Evladınızı üç huy üzerine yetiştiriniz: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgisi, Ehl-i Beytinin sevgisi ve Kur’ân-ı Kerim okumaktır.”





“Benim, Ehl-i Beytimin, Ansar’ın ve Arabın hakkını itiraf etmeyen ya münafıktır, ya şiddet ve sıkıntı içindedir, ya da annesi kendisine cünüp iken hamile kalmıştır.”





“Ehl-i Beytimi ancak mümin ve müttaki olan kişi sever. Onlara ancak münafık ve şaki olan buğz eder.”





“Ehl-i Beytime buğzedeni Allah Teâlâ cehenneme atar.”





“Haşimoğullarına ve Ensara buğz küfürdür. Arab’a buğz ise, nifaktır.”





Kadı İyaz Şifa’da özetle şöyle demiştir: “Bir kimse Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zürriyetinden birisinin babasına söver ve Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi istisna ettiğine bir delil getiremezse o adam katlolunur.” Savaikte şöyle diyor:





“Ehl-i Beytim hakkında bana eziyet eden kimseye Allah Teâlâ lanet etsin. Ehl-i Beytim hakkında bana eziyet edeni Allah Teâlâ incitir. Allah Teâlâ, Ehl-i Beytime zulmeden yahut onları öldüren, yahut öldürene yardım eden veya onlara sövene Cenneti haram kılmıştır.”





Bu Hadisi şeriflerden, Ehl-i Beyte muhabbetin farz olduğu ve onlara buğzun haram olduğu anlaşılmaktadır. Beyhaki, Bağavi, Ehl-i Beyte muhabbetin lüzumunu tasrih etmişler, Şafii de şu sözüyle bunu ifade etmiştir:





“Ey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehl-i Beyti, sizi sevmek, Allah Teâlâ’nın inzal buyurduğu Kur’ân-ı Kerimde bize farz kılınmıştır. Size şu büyük şeref yeter ki, size salâvat-i şerife getirmeyen kimse namaz kılamamış sayılır. (zira namazın her oturuşunda Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle beraber âline salavat getirilir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve soyuna rahmet istenir.)  Bundan dolayı Ehl-i Beytten, bir bid’at ve sair şeyi işleyip fasık olan kimsenin zatına değil, fiillerine buğz edilir. Çünkü O, aralarında zaman olsa da yine Allah Teâlâ’nın Elçisinin bir parçasıdır. An-Nakiyyu’l-Makrizi şöyle diyor:





“Onlara dil uzatmaktan sakının. Çünkü salih de olsa, facir de olsa, yine O’nun evladıdır” Şeyh Muhyiddin Arabi kuddise sırruhu’l-aziz, Fütuhat’ında şöyle diyor:





“Bana Mekke’de inanılır bir kimse dedi ki; Ben, Mekke’de şeriflerin halka yaptıkları işleri kötü görürdüm. Rüyamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kızı Hz. Fatımatu’z-zehra radiyallâhü anhayı gördüm. Benden yüz çevirdi. Selam verip, yüz çevirmesinin sebebini sordum. 





“Sen şeriflere dil uzatıyorsun.” dedi. 





“Ey Seyyide’m, dedim, onların insanlara neler yaptıklarını görmüyor musun?”





“Onlar benim oğullarım değil midir?” dedi.  “Bu andan itibaren tevbe ettim.” dedim.”





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır: “Kim bana kavuşmak ve kıyamet gününde kendisine şefaat elimi uzatmamı isterse, Ehl-i Beytime salat etsin, onları sevindirsin.” (Savaik).





İmam-ı Şafii şöyle demiş: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladı, benim vesilemdir. Onlar benim için Allah Teâlâ’ya vesiledir. Onlar yüzü hürmetine kıyamet gününde sahifemin sağ tarafımdan verilmesini umarım.” Rivayet edilir ki; İbnu Ömer radiyallâhü anh Zübeyr’e





“Gidip Hasan İbn-i Ali’yi ziyaret edelim” dedi. Zübeyr biraz ağır aldı. İbnu Ömer:





“Bilmiyor musun ki, Haşim oğullarının halini sormak farzdır. Ziyaret nafiledir.” (Savaik) Hatib, bu konuda merfu’an şu hadisi çıkarmıştır:





“Bir adam diğerine kıyam eder (önünden kalkar); ancak Haşim oğulları müstesnadır. Onlar, hiç kimseye kıyam etmezler.”





Hikaye olunur ki, Kurra’ (iyi Kur’ân-ı Kerim okuyanlar) dan biri boş kaldıkça Timurlenk’in mezarına gider, başı ucunda:





“Tutunuz onu, bağlayınız, sonra cehenneme atınız, sonra boyu yetmiş arşın olan zincirlere vurunuz.” [121]  ayetini okurmuş. Bu adam demiş ki; “Birden uyumuşum. Bir de baktım ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz oturmuş, Timurlenk de yanında. Kendisini azarladım:





“Ey Allah’ın düşmanı, buraya da mı geldin?” dedim. İstedim ki, elinden tutup Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin yanından kaldırayım. Efendimiz;





 “Bırak onu, dedi, çünkü o benim zürriyetimi seviyordu.” ağlayarak uyandım. Artık o ayeti Timur’un kabrinde okumaktan vazgeçtim. Cemalü’l-Mürşidi veş-Şihabu’l-Kuzani haber vermiştir ki;





Timur’un oğullarından biri şöyle nakletmiş: Timur, ölüm hastalığına yakalandığı zaman birkaç gün ıztırap çekmiş, yüzü simsiyah kesilmiş, rengi değişmişti. Sonra uyanmış. Kendisine o halini haber vermişler. Demiş ki;





“Azap melekleri bana gelmişlerdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gelip onlara:





“Onu bırakın gidin, çünkü o, benim akrabamı sever ve onlara iyilik ederdi.” dedi. Onlar da bırakıp gittiler. İbnu Hacer diyor ki;





“Onların hakkına riayet, insanların en zalimi olan, Timurlenk’e bile fayda verirse artık başkasına nice olur”





Hikaye olunur ki;





Yemen salihlerinden biri çoluk çocuğuyla beraber deniz yoluyla Hacca gitmiş. Cidde’ye kavuştukları zaman gümrükçüler, kadının iç çamaşırlarına varıncaya kadar hepsini aramışlar. O salih adam bu muameleye çok kızmış. Mekke Şerifi es Seyyid Muhammed ibnu Berekat (Allah ona rahmet etsin) i Allah Teâlâ’ya şikayet etmiş. Rüyasında Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görmüş. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinden yüz çevirmiş. 





“Niçin ya Rasûlallah? diye sormuş. Buyurmuş ki;





“Benim şu oğlumdan daha zalim hiç kimse görmedin mi?” Adam hemen korku içerisinde uyanmış. Şerif hakkında Allah Teâlâ’ya tevbe etmiş ve artık ne yaparsa yapsın, hiçbir şerife dil uzatmamaya ahdetmiş.” (al-İkdu’l-Lai)





Ey Allah Teâlâ’nın Rasulü’nün Ehl-i Beyti, ey kendilerini methetmek için Kur’ân-ı Kerim ayetleri inen kimseler!





Ey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehli Beyti, sizi sevmek farzdır. Siz bütün ümmetlerden üstünsünüz. Ey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehli Beyti, sizi Kur’ân-ı Kerim öğmüştür. Artık benim öğmemin, benim sözümün ne kıymeti kalır?





Şiir:





“Nebiler, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi alâmet yaptılar.





Alâmet, meşhur olmayanın işidir.





Nübüvvet nuru, o Ehl-i Beytin güzel yüzlerindedir.





Onlar Tıraz-ı Ahder’den daha şereflidirler.”     










[1] Bu ilmi iki türlü yolla elde etmişlerdir





 Kalpte sabit olan batın, ledün veya maneviyat ilmidir ki, Allah Teâlâ bu ilmi dilediğine verir,   çalışmakla kazanılmaz.    Bu ilmin sahipleri Allah Teâlâ’nın hücceti, halkın mürşidleridir.





 Lisan ilmi olup okuyup çalışmakla elde edilir. Kitap ve sünnet
bu ilmin iki kaynağıdır. Arifler bu iki ilmi de elde edip hazmetmiştirler. Bun­lara uyan da Hakk’a vasıl olmuştur.





[2] Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: üçüncü bölüm





[3]  İmam, aynı zamanda: "Bu hadis, hasendir, sahihtir" demiştir. Bakınız, hadis no" 3644





[4] (Mevahib ve Şerhi Zerkani, 1156). 





[5]  Hafız, Allâme eş-Şâmî bu rivayet hakkında tevakkuf gösterip; "Ben, bu rivayetin sahih olabileceğini zannetmiyorum! Lütfen senedine nazar kılınsın... Bu rivayet Vâkidî tankından gelmektedir. Vâkidî ise metruktür Hattâ hadîs ilmi âlimlerinden bir topluluk; onun yalancı olduğunu söylemişlerdir" demektedir. (Bakınız, Şerhu'z-Zerkânî Alel-Mevâhibı'l-Le-dünniye, 1/156).





Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/115-117.





[6] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/26-40.





Yukarıda adı geçen kaynakların bu tespitine göre, Selmân-ı Fârisî hazretleri, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kubâ'dan ayrıldıktan sonra müslümanlığı kabul etmiş oluyor...





Selmân'a gelince: O dâima İslâm'a hizmet etmiş, hakkın hak olarak bilinip yaşanmasına, bâtılın bâtıl olarak bilinip ondan kaçılmasına yardımcı olmuş; Ebüd-Derdâ gibi bir sahâbîye yazdığı mektubunda bile: "Bak kardeşim, eğer sen gerçekten hekim isen dikkatli ve açık konuş; zira senin sözün (vehim ve vesveselere) şifâ olacaktır..." diye yazmıştır (Kûtül-Kulûb, 1/147).





Ashâb-ı Kiram arasındaki lakabı ise hep "Selmanü’l-Hayr" olmuştur. (Üsdü'l-Gâbe, 2/328). Gerçekten ashabın en büyük ve en hayırlılarından olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, hayrı çok sever ve çok sadaka verirdi. Hazîneden kendisine tahsis edilen yıllık maaşının tamâmını sadaka olarak fakirlere dağıtır, kendisi ise, el emeği ile kazandığından geçinirdi. (Hurma liflerinden hasır örüp satardı).





"Nesebin nedir, kimin oğlusun?" diye soranlara, "Ben, İslâm oğlu Selmân'ım" diye karşılık veren ve gerçekten de "Müslümanlığın Çocuğu" olan bu büyük sahâbî; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemın müjdelediği "Cennetin iştiyakla kendilerini beklediği üç bahtiyardan..." da biri olmak şerefine m az har bulunuyordu... Bu üç bahtiyar: Hz. Ali, Ammâr ve Selmân idiler... (İbnü'l-Kayyim, El-Fevâid, 38-Beyrut, 1393).





Çok abid ve zâhid olan bu mübarek zât hakkında Hz. Ali kerremallâhü veche demiştir ki:





"O, öncekilerin de, sonrakilerin de ilmine vâris olmuştur. O, dibi bulunamaz bir deniz idi..." Aynı zamanda, Ehl-i Beytin bir üyesi de sayılan Selmân-ı Fârisi hazretleri-, uzun ömürlü olmakla tanınır ise de en sahih kavle göre seksen sene yaşamış olup hicretin 35-36 yıllarında Hakk’a yürümüştür. (Şerhû'l-Mevâhib ül-Zerkânî, 3/309). Ve ondan bize, bir büyük nasihat:





"Ey müslümanlar, ilmi ilerletiniz, öldürmeyiniz!





Biliniz ki, İnsanlar kendileri ölmeden önce sahibi bulundukları bilgileri yeni nesillere aktardıkları müddetçe, hayır ve hidâyet üzere bulunurlar... Aksi takdirde hepsi hayır ve hidâyetten uzaklaşıp helak olurlar..." (Sünenü'd-Darimî, 79-lst. 1401)





[7] I. Bölüm





[8] Hadîs İlimleri ıstılahında Garîb rivayetten maksat; Bir şahsın, sevkettiği rivayetinde teferrüd etmesi, yâni yalnız kalmasıdır ki, böyle olan rivayetin, diğer rivayetlerde benzerine rastlanmadığı yahut diğer rivayetler ona muhalif olduğu için, o bu adı almıştır. Garîb haberlerin, sahîh, hasen ve zaîf gibi nevileri bulunmakla beraber pekçoğu zayıf olduğundan, ihtiyatlı davranmak yerinde olur. Nitekim başlıca hadîs İmamlarının tavsiyeleri; hu merkezde olmuştur. (Bakınız: Tecrîd Tercemesi, 1/111. Nuhbetü'l-Fiker, 13. Ulûmü'l-Hadîs, 93, Kemâleddin Taî, Bağdad, 1391).





[9] Uyûnul-enbâ, s. 161. Usaybia kelimesi metinde Udaybia şeklinde geçmiştir.





[10] age, 161-167.





[11] age, 167-170.





[12] age, 170-171. Metindeki hata ve düşükler aslından düzeltilerek tercüme edilmiştir.





[13] Bunu, bu şekilde Hakîm-i Tirmizî dahi rivayet etmiştir. Fakat tahkîk ehli âlimlerimizden İmam Kastalânî El-Mevâhibü'l- Ledünniye adlı kitabında, Şeyhu'l-İslâm İbn-i Hacer el-Askalâni'den naklen derki:





"Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin omuzundaki mühür; kan alma şişesinin izi gibiydi, siyah bir bendi, yeşil bir bendi, üzerinde Muhammed Allah'ın Resulüdür diye yazılı idi." gibi rivayetlerden hiç biri, sabit değildir!





Bilakis bunların bâzısı büsbütün batıl, bâzısı da zayıf rivayetlerdir. Bu gibi rivayetleri sükûtla geçiştirmek, doğru değildir. Hafız İbn Hibban’ın Sahih’inde bu gibi rivayetlerin bulunduğuna bakarak sakın aldanma! Çünkü o, bu rivayetleri sahih saymakla fahiş bir hataya düşmüştür. Ayrıca, Hafız Nureddin el-Heytemi’nin de bu konuda “Bazı raviler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzu arasındaki mühür ile yazı ve mektuplarını mühürlediği mührü, birbirine karıştırmışlardır” dediğini bildirmektedir. (Mevahib ve Şerhi Zerkani, 1156).





Faydalı olur diye bu alıntılara bakmanızı dilerim.





فصلي داؤد علي محمد فخاطبة الطير وسبحت معه الجبال. وجاء وصفه في التوراة محمدٌ عبدي ورسولي ليس بفظ ولا غليظ آهب له كل خلق كريم وأجعل السكينة حياته والبرّ شعاره والصدق طبيعته والعفو والمعروف خلقه والعدل سيرته والحق شريعته والإسلام ملته وآمته خير آمة اُخرجت للناس نؤمن بما آمن به الرسول من ربه لا نفرق بين أحدٍ من رسله وكتبه ودعاة الطاغوت وآهل الكتاب يسبون حبيب الله وآ إسلاماه ياكرار وآ إسلاماه يا خطاب وآ إسلاماه يا مغداد ماذا يقول أعداء الله وعندهم وصف خاتم النبوءة بين كتفيه مكتوباً عندهم نجيح حيصور توجه حيث ما شئت فإنك منصور ، ماذا يقول أعداء الله في أكمل خلق الله والقول فينا والنقص فينا إذ لم نعتصم بحبل الله وإحياء سنة رسول الله






http://www.arabgb.com/gb.php?a=show&id=3117&page=10




*********************





 وقال في النهاية: معناه اللهم لا ينصرون ويريد به الخير لا الدعاء. وقيل إن السور التي أولها حم سور لها شأن فنبه أن ذكرها لشرف منزلتها مما يستظهر بها على استنزال النصر من الله. وقوله لا ينصرون كلام كأنه حين قال قولوا حم قيل ماذا يكون إذا قلناها فقال لا ينصرون. كذا في مرقاة الصعود. قال المنذري: وأخرجه الترمذي والنسائي، وذكر الترمذي أنه روى عن المهلب عن النبي صلى الله عليه وسلم مرسلاً.‏أهـ.





فعند سيدي أحمد الرفاعي "تنجنج حيصور توجه حيث شئت فإنك منصور"





وعند سيدي عبد القادر الجيلاني "تنجنج حيصور نجيح" ،





 وعند سيدي أحمد البدوي "طهور بدعقٌ محببهٌ صورهٌ محببة سقفاطيس سقاطيم صيلاصيم" ،





 وعند سيدي أبي الحسن الشاذلي "طهور بدعق محببهٌ صورهٌ محببه سقفاطيس سقاطيم آدونّ حمّ هاءٌ آمين"





، وسيدي إبراهيم الدسوقي "وما وجده الإمام الشاذلي"





http://www.rayat-alizz.com/current/page3.htm





NECİH: Galip ve muzaffer. Sabırlı. Sağlam rey.





[14]Babası Nûmân Efendidir. 1871 (H.1288) târihinde Eğin`de doğdu. 1924 (H.1343) târihinde İstanbul`da Fâtih-Çarşamba`da Hakk’a yürüdü. Edirnekapı`dan Eyüb`e giden yol üzerinde Mustafa Paşa Dergâhı civârına defnedildi. Kabri, torunlarından Nûmân Efendi tarafından Edirnekapı Şehidliğinde Recep Peker Caddesine nakledildi.





[15] Şümusü’s-safa fi evsafi’l-Mustafa. / Mustafa Fevzi bin Numan. -- Dersaâdet : Tevsi-i Tıbaat Matbaası, 1331. 80 s. ; 18 cm.





[16]تَبَحْبَحَ :Rahat hisseden, rahatlamış hisseden





 تَبَحْبَحَ الرَّجُلُ :adam girip yerleşti





تَبَحْبَحَ الدَّارَ : evin ortasına vardı , ortasında durdu    





تَبَحْبَحَ : تَبَحْبُحا : girip yerleşmek , bir hane veya mekanın ortasına kadar varmak veya ortasında bulunmak           





[17] Mustafa Fevzi Efendi eserinde هَيْصُور       el hattı ile     هَيسُور yazmışken matbu olan nüshada هَيْصُور olarak kayda geçmiştir. Bu nedenle bu kelime üzerinde lugatlarda daha geniş bir arama yapılmalıdır.





[18] Hud, 112





[19] Selim Divane, Ariflerin Delili Müşkillerinin Anahtarı, Mustafa TATCI-Halil ÇELTİK, Ankara, 2004, s. 28





[20] KUYUMCU, Fehmi, Evliyanın Dilinden, , Nur Yayınları,1978, s.33–34





[21] Mesnevi, c.IV, b. 1468–1469





[22] Hz. Ali kerremallâhü veche, Nehc’ül-Belaga, hzl: Abdülbaki Gölpınarlı, İst. h. 1390, s. 395





[23]   “Necmü Dâye kuddise sırruhu der ki; Şayet şifa dağıtan doktor hasta olsa kendi kendini tedavi edemez. Çünkü hastalıktan dolayı artık eski doktor değildir. Ona sağlıklı, iyi görüşlü bir doktor gerek. Şayet bulunmazsa hasta doktorun tedavisi pek fayda vermez. Müride bir yardım ulaşmaz.





Seni bilen uyumakta sen uyumaktasın





Uyuyan uyuyanı nasıl uyandırsın





Artık hata ile nefse ve şeytana aldanmamak, kendi ilmine ve aklına güvenmemek gerektiği iyice anlaşılmış olmalı. İstek tohumu gönüle düşün­ce, gaybın hizmetçilerine saygı göstermeli, onları bir ganimet olarak görme­lidir. Meşâyih bu konuda, kendi tasarrufunda olmaktansa bir kedinin tasarrufunda olmak daha iyidir, “Nefsimizle bir an baş başa bırakma” demişlerdir. Ayrıca demişlerdir ki, Kaf dan Kaf’a uçmaktansa bir sivrisineğin kanadı altında olmak daha iyidir. Bu sözlerin hepsi şöhret afetinden kaçınmak gerektiğine işaret et­mektedir.” (ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s.137)





[24] Müniretü’l-İslâm, Süleymaniye Ktp. Bsad Efendi, nr. 1188, vr. 29b. vd.- SARAÇ, M. Ali Yekta, Şeyhülislâm Kemalpaşazâde, 1999, s.26–28





[25] Süleymaniye Ktp. Esad Efendi, nr. 1188, vr. 33b.vd.- SARAÇ, M. Ali Yekta, Şeyhülislâm Kemalpaşazâde, 1999, s. 28





[26] Ebu Abdurrahman Sülemî, Risâleler, trc. Süleyman ATEŞ, Ankara, 1981, s. 7





[27] KÜÇÜK, a.g.e., s. 57





[28] Tezkiretü’l-Evliya s. 666





[29] Rehber konusunda beyinin çalışması hakkında şu olayın unutulmaması gerekir.





“Beynimiz sadece mümkün olduğuna inandığımızı gösterecek şekilde çalışır. Örnekleri daha önce içimizde var olanlarla şartlanma yollu eşleştiririz. Doğru olduğuna inandığım harika bir hikâyeye göre Kızılderililer Karayip Adalarındaki yerli Amerikan Kızılderiler Columbus’un gemilerinin yanaştığını gördükleri zaman onları hiçbir şekilde görememiş. Çünkü daha önce gördükleri hiçbir şeye benzemiyormuş görememişler. Columbus’un donanması Karayiplere vardığı zaman hiçbir yerli gemileri göremedi ufukta var olmalarına rağmen. Gemileri göremeyişlerinin nedeni beyinlerinde yelkenlilerin var olduğuna dair bir bilgi ya da deneyim bulunmamasıydı. Bu yüzden bakan, okyanusta dalgalanmalar olduğunu fark eder. Fakat hiç gemi görmez. Sonuca ne sebep oluyor diye merak etmeye başlar. Böylece her gün çıkıp bakar bakar ve bakar. Ve belli bir zaman sonra gemileri görebilir. Ve bir kez gemileri gördüğü zaman gemilerin orada var olduğunu herkese anlatır. Çünkü herkes ona inanmıştır ve güvenmiştir onlar da görürler.” (Kuantum Fizik Belgeseli)





Onun için bilgiyi verenin bulunması ile gerçek hakkındaki doğruya tam olarak ulaşabiliriz. Rasüllerin gelmesi bunu en güzel şekilde açıklar.





[30] Arif, Hüseyin, Yunus Emre, İstanbul, 1977 s.52





[31] Onun için terbiye yolunda önderlere ihtiyaç vardır. İhtiyacın sırrını bilmeyenler, “Allah Teâlâ insanı kimseye muhtaç etmesin” diye dua ederler. Hâlbuki bu âlemde ihtiyaçsız kimse bulunmaz. Büyük bir ayet olan insan dahi ana ve babaya muhtaç olarak yaratılmıştır. Bu nedenle öğrenci öğretmene, öğretmen öğrenciye, Efendi hizmetkâra, hizmetkâr Efendiye muhtaçtır. Öğrenci olmasa öğretmen kimi irşat edebilir. Yaratılmış şeyler için ne gerekli ise, onu Allah Teâlâ yaratmıştır.





[32]   “Uzlete çekilmiş bir kimse, dışarıda davullar ile asker çağrıldığını işitmiş. Nefsi ona: “Kalk, ne duruyorsun? Din uğrunda harbe git... Ya gazi olursun ya şehit!” demiş. Nefsinin bu teşvikine karşı bu zat:





“Ey nefsim, hayır için beni teş­vik etmezsin. Bu işten maksadın nedir?” diye sorunca, nefsi:





“Eğer muharebede ölürsen, ölüm bir keredir, kurtulurum. Çünkü sen beni her an yerden yere vurmakla durmadan öldürüyorsun!” demiş.”(Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 23)





[33] Zümer, 54





[34] Mâide, 35





[35] Ra’d, 27–28





[36] Keşfü’l Hafâ, C. I, s. 362





[37] Fetih, 10





[38] Fetih, 18





[39] Mümtahine, 12





[40] Selim Divane, Ariflerin Delili Müşkillerinin Anahtarı, M. TATCI-H.ÇELTİK, Ank, 2004, s.33





[41] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.286





[42] Selim Divane, Ariflerin Delili Müşkillerinin Anahtarı, Mustafa TATCI-Halil ÇELTİK, Ankara, 2004,s. 76





[43] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 17





[44] İmam-ı Rabbani, Mebde’ ve Me’ad, İst. 2000, s. 35





[45]― KONUK, Ahmed Avni ,"et-Tedbîrâtü'l-İlâhiyye fi Islâhı Memleketi'l-İnsâniyye" Tercüme ve Şerhi, hzl: Mustafa TAHRALI, İst. 1992, s. 273





[46] GÜNEREN, a.g.e., s. 36





[47] Mesnevi c.IV, b.2923–2933





[48] Eşrefoğlu Rumî, Müzekkin Nüfus, İst, s. 485





[49] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 538





[50] Mesnevi, c.4, b:1800





[51] GÜNEREN, a.g.e., s. 84





[52] Mesnevi c.IV, b.374–380





[53] Mesnevi c.IV, b.1418–1435





[54] Mesnevi c.IV, b.2071–2074





[55] YARAR, a.g.e. s.136, 136. mektup





[56] ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s.137–138





[57] a.g.e. s.137





[58] a.g.e. s.139





[59] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 508





[60]   “Rüyaların kıymeti olsaydı, rüyada görülenlere güvenilseydi, müridlerin rehberlere hiç ihtiyaçları olmazdı. Allah Teâlâ’nın marifetlerine kavuşmak için, tarîkatlardan birine bağlanmak lazım olmazdı. Çünkü her mürid, rüyada gördüğüne göre, işini yoluna kordu. Yaşayışını, rüyalarına göre düzenlerdi. Rüyaları, rehberin yoluna uygun olsun, olmasın, rehberi beğensin beğenmesin, onlara uyardı. Böyle olunca, rehberlik müridlik zinciri kopar, her cahil, her ahmak, kendi görüşüne göre hareket ederdi. Sadık olan bir mürid, rehberi varken, binlerce rüyaya on paralık değer vermez. Akıllı, uyanık olan bir talib, pir nimetine kavuşmuş iken, rüyaları hayal sayar, hiçbirini hatırına bile getirmez. Mel’ûn şeytan, güçlü bir düşmandır. Sona varanlar bile, onun aldatmasından korkusuz değildirler. Onun yalanlarından korkmakta, titremektedirler. Sondakiler böyle olunca, yolun başlangıcında ve ortasında olanları artık anlamalı. Hâlbuki Allah Teâlâ, sondakileri korumaktadır. Şeytan bunları aldatamaz. Başlangıçtakiler ve yoldakiler ise, böyle değildir. İşte bunun için, onların rüyalarına güvenilmez. Düşmanın aldatmasından korunmuş değildirler.” (İmam Rabbanî, Mektubat, trc, H.Hilmi Işık, İstanbul, 1977, s.449- (273. Mektub)





[61] Genç Os­man namıyla meşhur II. Osman Avusturya mağlubiyetinden sonra kendisini kızlar ağası ile hocası Ömer Efendi hacca teşvik ediyor. Hacca gitmesini, orada tevbe istiğfar etmesini söylüyorlar. Kendisinin de gönlünde var, ancak mağlubi­yetin akabinde hac tarafına ve özellikle Suriye-Arabistan tarafına gidilesi ordu cenahından padişahın o bölgeden yeni bir asker devşireceği ve yeniçeri ocağını lağv edeceği şeklinde yorumlanıyor. Bu haber İstanbul’da çalkalanmaya başlı­yor. Azîz Mahmud Hüdâyî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri başta olmak üzere bazı zevat II. Osman’a nasihat ediyorlar:





“Sultanım! Sizin mülkün bekası açısından burayı bırakıp hac­ca gitmeniz iktizâ etmez. Siz devletin başında olun, halkın başında olun, aske­rin başında olun. Azîz Mahmud Hüdâyî kuddise sırruhu’l-azîzin bu telkinleri ve diğer bazı hocala­rın da telkini üzerine II. Osman bir ara bu sevdadan vazgeçiyor. Ama gelin gö­rün ki, kaderin cilvesi, mukadder olan değişmiyor. Padişah bir rüya görüyor. Rü­yasında elinde Kur’ân-ı Kerîm var, Kur’an okuyor. Kur’an okurken bir an Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zahir oluyor. Elinden mushafı çekip kayboluyor. Sultan deh­şetle uyanıyor ve hocası Ömer Efendi’ye rüyayı anlatıyor. Ömer Efendi zaten hacca gitmesini istediği için:





“Efendim! Rüya açık, siz evvelden hacca gitmek için niyet ettiniz, sonra bundan vazgeçtiniz. Elinizden mushafın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından alınması sizin şer’î bir konuda, dinî bir mevzuda verdiği­niz karardan vazgeçmiş olmanıza işarettir. Dolayıyla siz yeniden hacca gitmek üzere kararınızı tashih etmelisiniz” deyince bu sefer II. Osman tekrar hacca git­me sevdasına kapılıyor ve kararından vazgeçmiyor. Tabiî bu arada Halil Paşa ve benzeri bazı paşalar güvenliği sağlamak üzere kaptan-ı derya sıfatıyla Suriye ve Kızıldeniz taraflarına görevlendiriliyor. Ancak askerler, yeniçeri ocağı yapılanın kendilerine komplo olduğunu düşünerek isyan ediyorlar.( Azız Mahmud Hüdâyi Uluslararası Sempozyum Bildiriler, İst-Üsküdar Beld. 2006, c. I, s. 21–22)





[62] Canan İbrahim, Kütüb-ü Sitte, İstanbul, 1995, s.407–411





[63] İmam Rabbanî, Mektubat, trc, H.Hilmi Işık, İstanbul, 1977, s.450–452





[64] Araf, 23





[65] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 321





[66] Ebu Abdurrahman Sülemî, Risâleler, trc. Süleyman ATEŞ, Ankara, 1981, s. 41





[67] Hz. Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Şayet ben bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.” (Tirmizi, Rada’ 10, 1159)





Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Hangi kadın, kocası kendisinden razı olarak vefat ederse, cennete girer.” (Tirmizi, Radâ 10, 1161)





[68]  Ümmü Süleym radiyallâhü anhayı kadınlarımız örnek almalıdır.





“Ebû Talhâ radiyallâhü anhın bir oğlu vardı, hastaydı. Ebû Talhâ sokağa çıktığı bir sırada ço­cuk ölmüştü. Ebû Talhâ, eve dönünce:





“Oğlum nasıl?” diye sordu. Çocuğun annesi Ümmü Süleym radiyallâhü anha;





“O, olduğundan da daha rahat,” dedi ve kendisine akşam yemeği getirdi. Ebû Talhâ yemeği yedi, sonra eşine yaklaştı. İşini bitirince Ümmü Süleym:





“Ebû Talhâ, ortada bir emânet var, bazıları bu emâneti ari­yet olarak alıyorlar. Emanet Allah Teâlâ’nın dilediği bir süre yanlarında kalıyor. Derken emaneti verenler adam gönderip emanetlerini geri alıyorlar. Bu durumda kendilerine emanet verilen kimselerin sızlan­maları doğru olur mu?





“Hayır, doğru değildir.”





Bu cevap üzerine Ümmü Süleym:





“Oğlun dünyadan ayrıldı öldü,” dedi.





“Nerede?”





“İşte şurada, küçük odada.”





Ebû Talhâ içeri girdi, çocuğun yüzünü açtı: “înnâ lillâhi ve in-nâ ileyhi râciun” (Biz Allah’ınız, O’na döneceğiz,) diyerek kadere rıza gösterdi.





“Haydi çocuğu defnediniz,” dedi. Daha sonra sabah olunca Ebû Talhâ radiyallâhü anh Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yanına vardı, olup bitenleri anlattı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:





“Gece gerdeğe girdiniz mi?” diye sordu.





“Evet,” dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;





“Allah’ım,  geceyi haklarında mübarek kıl,” diye dua etti. Daha sonra;





“Beni hak dîn ile gönderen Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki o, çocuğu­nun ölümüne sabrettiği için Allah Teâlâ onun rahmine bir erkek çocuğu ilka eylemiştir,” buyurdu. O geceki münasebetten Ümmü Süleym bir oğlan çocuğu doğurdu. (Kandehlevî, M.Yusuf, Hayatü’s Sahabe, trc. Sıtkı Gülle, c.3, s.141–142)





Ebu Ümâme radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Üç kişi vardır ki, onların namazları kulaklarından öteye geçmez:





1- Dönünceye kadar, kaçan köle.





2- Geceyi, kocası kendisine dargın olarak geçiren kadın.





3- Kavminin nefret ettiği imam.” (Tirmizî, Salât 266, 360)





Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim, bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde kadın imtina edip gelmezse, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan melekler ona gadab ederler.’’





Bir başka rivâyette şöyle denmiştir: “Erkek, kadınını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz, erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar -bir rivayette yatağa gelinceye kadar- kadına lânet okurlar.’’





Bir başka rivâyette: “Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa, melekler onu lânetler” denmiştir. (Buhari, Nikâh 85, Bed’ü’l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120 - 122 1436; Ebu Dâvud, Nikâh 41, 2141)





[69] Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Kadın, kocası varken izin almadan nafile oruç tutmasın.” (Buhari, Nikâh 84; 86; Müslim, Zekât 84, 1026; Ebu Davud, Savm 74, 2485; Tirmizi, Savm 65, 782)





Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: “Safvân İbnu Muattâl radıyallahu anhın hanımı, yanında Safvân da bulunduğu bir anda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelerek:





“Ey Allah’ın Rasülü, namaz kıldığım zaman kocam beni dövüyor, oruç tuttuğum zaman da orucumu bozduruyor, güneş doğuncaya kadar da sabah namazı kılmıyor!” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, hanımının bu söyledikleri hakkında Safvân’a sordu. Safvân:





Ey Allah’ın Rasülü! “Namaz kıldığım zaman dövüyor” sözüne gelince, o zaman bir rekatte uzun iki süre okuyor. Hâlbuki ben bunu yasakladım” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kadına:





“İnsanlara tek surenin okunması yeterlidir” buyurdu. Safvân devam etti:





“Oruç tuttuğum zaman bozduruyor” sözüne gelince, “Hanımım oruç tutup duruyor. Ben gencim, hep sabredemiyorum.” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;





“Bir kadın kocasının izni olmadan nafile oruç tutamaz!” buyurdular. Safvân devamla:





Güneş doğuncaya kadar sabah namazı kılmadığım sözüne gelince, biz gece çalışan bir aileyiz, bunu herkes biliyor. Sabaha yakın yatınca güneş doğuncaya kadar uyanamıyoruz’’ diye açıklama yaptı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;





“Ey Safvân, uyanınca namazını kıl!” buyurdular.” (Ebu Dâvud, Savm 74, 2459)





Râbiatu’l-Adeviyye kuddise sırruhu’l-azize her gece abdest alır, kokular sü­rünür ve kocasına: “Benimle olmak istiyor musun?” diye sorarmış. “Hayır” cevabını alması üzerine sabaha kadar ibadet edermiş. Gecenin ilk bölümünde:





“Allah’ım! Gözler uyudu, yıldızlar söndü, dünya hükümdarları kapılarını ka­pattı, ama senin kapın kapanmaz, beni bağışla” diye yakarırmış. Ardından namaz için divan durarak:





“İzzet ve celâline andolsun ki, yaşadığım sürece huzurundaki durumum sabaha değin böyle olacak” dermiş. (İmam Şarani, Tenbîhu’l Muğterrîn, trc. Selefin İhlâs ve Takvası, Sıtkı Gülle, İstanbul,1997, s.136)





[70] Sevbân radıyallâhu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;





“Ciddi bir sebep olmadan, kocasından hul’ yoluyla boşanan kadın, cennetin kokusunu alamaz.” (Tirmizî, Talâk 11, 1186,1187; Ebû Dâvud, Talâk 18 2226; Nesâî, Talâk 34, 6,168)





Ebû Dâvud’un bir rivayetinde şöyle denmiştir: “Hangi kadın zevcesinden boşanma taleb ederse...” Ebû Hüreyre’nin Nesâî’de gelen bir rivayetinde: “Kocasından hul’ suretiyle boşanan kadınlar günahça münâfıklar gibidir” buyurulmuştur.





[71] Nisa, 34





[72]  İbnu Abbas radıyallâhu anhümâ anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: “Bir erkek, yanında mahremi bulunmayan yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!”  Bunun üzerine bir adam kalkarak:





“Ey Allah’ın Resülü, kadınım hacc için yola çıktı, ben ise, falan falan gazvelere yazıldım!” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Öyleyse git hanımına yetiş, onunla hacc yap!” diye emretti.” (Buhâri, Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181, Nikâh 111; Müslim, Hacc 424, 1341)





[73] Ebü Hüreyre radıyallâhu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanan bir kadına, bir gece ve gündüz devam edecek bir mesafeye, yanında bir mahremi olmadıkça gitmesi helâl değildir.” (Buhârî, Taksîru’s-Salât 4; Müslim, Hacc 419, 422, 1339; Muvatta, İsti’zân 37, 2, 979; Ebü Dâvud, Menâsik 2, 1723–1725; Tirmizî, Radâ 15, 1170)





[74] Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü hangi kadın daha hayırlıdır?” dendi,





“Kocası bakınca onu sürura gark eden, emredince itaat eden nefis ve malında, kocasının hoşuna gitmeyen şeyle ona muhalefet etmeyen kadın!” diye cevap verdi.” (Nesâi, Nikâh 14 6,68.)





[75] Ebu Üseyd radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mescidden çıkıyordu. Yolda kadınlarla erkeklerin karışmış vaziyette olduklarını görünce, kadınlara:





“Sizler geride kalın. Yolun ortasından gitmeyin, kenarlarından gidin!” ferman buyurdu. Bundan sonra, kadınlar nerdeyse duvara değecek şekilde yürürdü. Bazen bu değmeler sebebiyle, elbisesinin duvara takıldığı olurdu.” (Ebu Dâvud, Edeb 180, 5272)





İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Kadın avrettir, dışarı çıktı mı şeytan ona muttali olur.” (Tirmizi, Rada 18, 1173)





[76]   “Tarîkatın şeriatı vardır. Şeriatın tarîkatı vardır. Hakikatin marife­ti vardır. Marifetin şeriatı vardır. Meselâ evlenme yasağının kimlerle olacağı bellidir. Usûl, fürü, kardeş, teyze, hala, dayı, amca bir de süt­kardeş ana, baba. Bunun dışındakilerle evlenme serbestiyetiyeti vardır. Fakat bir şeyh dervişesi (kadın derviş) ile evlenemez. Bu da tarîkatın şeriatıdır. Ne­reden bileceksin?





Doğuda bunun uygulamaları var ama...





O Şeyh değildir. Sahtekârdır. Bak gayet açık söylüyorum. Ayrıca, kötü misal, misâl teşkil etmez. Yâni, kötü örnekten örnek alınmaz.





Kadının boşanmasını sağlıyor, sonra kendisi evleniyor.





Kendi şeyhse ve onun dervişesiyse olmaz. Başkasının dervişesiy­le olur.





Sen bir şeyhsin. Sana İntisab etmiş bir dervişen var. Onunla ömür boyu evlenemezsin. Bu genel bir kaidedir. Ancak muhabbet bahsi bazen kaideleri aşar. Nefs değil, muhabbet. Bu nerede yazıyor? Demeyin.” (İNANÇER, Ö. Tuğrul, Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 59)





Mürşidler tarîkat edebinde baba makamında olduklarından çocukları mesabesinde olan müridleri ile izdivaç etmesi terbiye okuluna en büyük zararı verir.





[77] Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Cenab-ı Hakk’ın şu mealdeki kavl-i şerifleri indiği zaman, “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle. Evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar..” (Ahzâb 59) Ensâr kadınları başlarında siyah örtüden kargalar taşıyor gibi oldukları halde dışarı çıkarlardı.” (Ebu Dâvud, Libas 32, 4101)





Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Esmâ bint-i Ebi Bekr radıyallahu anhümâ, üzerinde ince bir elbise olduğu halde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna girmişti. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ondan yönünü ters istikamete çevirdi ve:





“Ey Esmâ! Kadın hayız yaşına girdi mi ondan sadece şunun ve şunun dışında hiçbir yerinin görünmesi câiz değildir!” dedi ve yüzü ile ellerine işaret etti.” (Ebu Dâvud, Libâs 34, 4104)





İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Ümmü Seleme radıyallahu anha, evinde iken de cilbâbesini başörtüsünü fazilet ümidiyle üzerinden hiç çıkarmazdı.” Rezîn tahric etti.





[78] Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Kadınlara hayırhâh olun, zira kadın bir eyeği kemiğinden yaratılmıştır. Eyeği kemiğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi haline bırakırsan eğri halde kalır. Öyleyse kadınlara hayırhah olun.” (Buhari, Nikâh 79, Enbiya 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Rada 65, 1468; Tirmizi, Talak 12, 1188)





Amr İbnu’I-Ahvas radıyalİahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Kadınlara karşı hayırhâh olun. Çünkü onlar sizin yanınızda esirler gibidirler. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki, onlar açık bir çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.”





Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Eğer bir kimsenin bir başkasına secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim ve eğer bir erkek karısına kırmızı bir dağdan siyah bir dağa ve siyah bir dağdan kırmızı bir dağa taş taşımayı emretseydi, uygun olan, kadının bu emri yerine getirmesidir.”





[79]  Mesnevi, c.VI, b. 3949–3957





[80] Abdullah İbnu Ebi Evfa radıyallahu anh anlatıyor: “Hz. Muaz Şam’dan dönünce Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem secde etmişti. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem hayretle:





“Ey Muaz! Bu da ne?” dedi. O açıkladı:





“Şam’a gitmiştim, onların reislerine ve patriklerine secde ettiklerine rastladım. İçimden, aynı şeyi size yapmak arzusu geçti.” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunun üzerine:





“Bunu yapmayın! Zira şayet ben, bir kimseye, Allah Teâlâ’dan başkasına secde etmeyi emretseydim, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Muhammed’in nefsi elinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim ki, bir kadın, kocasının hakkını eda etmedikçe Rabbinin hakkını da eda edemez. Kadın deve sırtındaki semere binmiş iken kocası nefsini talep edecek olsa, kadın bu isteğe mani olamaz.”





[81]  “Mümin kadınlara söyle başörtülerini (çarşafları­nı) yakalarının üzerine sarkıtsınlar.” (Nur, 31)





Ebussuud Efendi’nin tefsirinde“Cilbâb” dan maksat çok geniş ve uzun bir örtüdür. Kadın bununla başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar.





Celaleyn tefsirindecilbab ise, kadının bütün vücudunu kapatan örtüdür. İbni Abbas radiyallâhü anh, “Hür olduklarının bilinmesi ve iffetlerinin korunması için mü’min kadınlara bir gözleri hariç, baş ve yüzlerini tamamıyla örtmeleri emredilmiştir.”





[82] Sırlamak. Defnedilmek manasına kullanılmaktadır. İnsan için hakiki ölüm olmadığı gibi, büyüklerimizin dünyayı terk etmelerinde saygı ifadesi için bu lafzı kullanmak edeben üzerimize vacibtir.





[83] ÜLKÜ, Kübra, İslâm’da Tesettür ve Evlilik, İst, 2006, s.6–7, 35





[84] Mesnevi, c.III, b: 1400





[85]   “İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins atlar, davarlar, ekinler gibi zevklerin sevgisi, çekici hale getirildi. Fakat bunlar, dünya hayatının geçici nimetleridir. Oysa Allah, akıbet güzelliği, O’nun yanındadır.” (Âl-i İmran, 14)





[86] Mesnevi, c.I, b: 2425–2436





[87] Mesnevi, c.III, b: 2873





[88] Mesnevi, c.III, b: 4415





[89] Mesnevi, c.III, b.1696





[90] Mesnevi, c.VI, b.4557





[91]  İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (bir bayram namazında kadınlar tarafına geçerek):





“Ey kadınlar cemaati! (Allah Teâlâ yolunda) sadakada bulunun, istiğfarı çok yapın. Zira ben siz kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm” buyurdular. Dinleyenlerden cesaretli bir kadın:





“Niye cehennemliklerin çoğunu kadınlar teşkil ediyor, neyimiz var?” diye sordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:





“Ağzınızdan kötü söz çok çıkıyor ve kocalarınıza karşı nankörlük ediyorsunuz. Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan sizden başkasını görmedim!” dedi. O kadın tekrar:





“Ey Allah’ın resulü! Aklı ve dini eksik ne demek?” diye sorunca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem açıkladı:





“Aklı noksan tabiri, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasını ifade eder. Dinlerinin eksik olması tâbiri de onların (hayız dönemlerinde) günlerce namaz kılmamalarını, Ramazan ayında oruç tutmamalarını ifade eder.”





Buhârî, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Küsüf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsüf 17, (907), İman 132, (79); Nesâî, Küsuf 17, (3, 147); Muvatta, Küsuf 2, (1, 187).





[92] Yusuf, 28





[93] EPİKTETOS, Düşünceler ve Sohbetler, trc. Burhan TOPRAK, İst, 1962, düşünceler. 13





[94] a.e., 3 kitap, sohbet. 16





[95] Zâriyât, 56





[96] Tevfik Ceylan Dede bu konuda buyurdu ki; “Allah Teâlâ yalnızlık sıkıntısından bu âlemleri yarattı.” (Orhan Baba’dan işittim)





[97] a.e., 3 kitap, sohbet. 44





[98] a.e., 3 kitap, sohbet.31





[99] a.e., düşünceler.1–4





[100] a.e., düşünceler. 17





[101] a.e., düşünceler. 25





[102] a.e., düşünceler. 8





[103] a.e., düşünceler. 29





[104] a.e., düşünceler. 69





[105] a.e,, düşünceler. 12





[106] a.e., 3 kitap, sohbet.5





[107] a.e., sohbet.6





[108] a.e., sohbet. 68





[109] a.e., 2. kitap, sohbet. 39





[110] a.e., 3 kitap, sohbet. 69





[111] Mesnevi, c.IV, b. 2900-2905





[112] Mesnevi, c.I, b.2065-2066





[113] Niyâzi Mısri,  İrfan Sofraları,  Süleyman Ateş,  1971, s156, 62. sofra





[114] En’am, 158





[115] Şura, 23





[116] Şûra, 23





[117] Ahzab, 33





[118] Saffat, 130





[119] Âl-i İmran, 31





[120] Tâhâ, 82





[121] Hakka, 30–32


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar