DOST'TAN
Her
devirde ve asırda, Ebû Bekir ve Ebû Cehil yaradılışlı kimseler olduğunu
bilince, gerçeklerin beyânında niçin söz söyler, neden kalem oynatırız diye düşünmemek
elde değil. Zîra hakikatler, ancak o hakikatle soydaş olan gerçek kimselere yüz
gösterir, gafil inkârcılara değil...
Anlamak
ve inanmak, dünyâda kazanılan bir imtiyaz olmaktan ziyâde, bir ezelî nasip
işidir. Şu hâlde, idrakleri ters yolda karar etmiş olanları doğru yola çevirmeğe
uğraşmak neye yarar?
Kendilerini
madde ve mânâ âleminin allâmesi kabûl ettikleri hâlde, ellerim eteklerini dünyâ
kirlerinden temizleyememiş, hırs, fesat, nifak, yalan ve iftirâyı keyifli bir
vazîfe hâline getirmiş bu zavallılara sâdece acımak yetmez mi? Bence yeter.
Ammâ eşe dosta yetmedi. İşte bu temiz ve iyi niyetli yârânın, mâsum
ısrarlarıdır ki, şu okuduğumuz bölümün yazılmasına yol açtı.
Öyle
ki, Ken'an Rifâî denen insanlık âbidesinin, görüş, düşünüş ve yaşayışından, şu
garip dünyânın garip insanları bir ses duysun, gerçeklerle yüz yüze gelsinler
diye...
Halbuki
bu küçük kitap bittiği zaman "Kitaptan Evvel" dediğimiz önsöz
mâhiyetindeki şu kısım yoktu.
Gene
bence, gözleri gafletle perdelenmiş, fesat ve iftirâlarla kendi kendilerini
zehirlemiş olanlara, değil böyle beş on sahîfe, bir deve yükü kitap yazılıp
okutulsa, gene gerçekleri ayan eylemek mümkün değildir.
Mâdem
ki dünyâda Ebû Bekir hasletli ve Ebû Cehil huylu kimseler vardır ve bunlar da,
bir ilâhî sır gereğince, aynı gökkubbe altında ve sırasında omuz omuza yaşamak
üzere yaradılmışlardır, şu hâlde vehim, fesat ve dedikodularla kendi
kendilerini zehirlemiş olanlar için, panzehir, yazmak çizmek söylemek değil,
ancak Allâh'ın inâyetidir.
Bu
yüzden de, hayâtı boyunca, alış verişini Hak'la yapmış, hesâbını O’na vermiş.
O'ndan gayriyi ne görmüş ne de söylemiş bir Ulunun insanlık dâvâsını, nefislerinden
gayrı dâvâları olmayanlara anlatmaya uğraşmak ne abes hattâ ne ayıp...
Târihi
adım adım gerilere doğru tâkip edebildiğimiz ölçüde elimize geçen çizgiler,
her devirde beşeriyetin duyduğu mâneviyat ihtiyâcı ve kendi kendini arama
susuzluğudur. Onun için de insanoğlu, bu rûhî ve mânevi ihtiyaç ve iştiyâkım
tatmin yolunda, bilerek bilmeyerek, devirler boyu, mesâfe katedip durmuştur.
Kendi hakikatini, dünyâya geliş ve gidiş mâcerâsının sırlarını çözmeden i uzur
bulamayacağının şuûruna doğru ilerledikçe de, ancak bir rehberin tuttuğu
ışıkla, içindeki gizlilikleri görerek, ayıklanması gereken hayvânî duyguları
temizleyip yerlerine, insânî vasıfların gelebileceğine inanmıştır.
Tabiatı,
insanı ve Allâh'ı birlemeği bilmeyenin huzur araması abestir. Zira kul,
daracık benliğinin ve sınırlı bilgisinin zindanı içinde kaldıkça ve kâinâtı
da, yaratıcısı ile berâber kavrayıp göremedikçe, gerek mahlûkla gerek Hâlık'la
olan münâsebeti kesik demektir.
Böylece
de, kâinâtın bütünündeki gâyeyi, mânâyı göremez. Onun için de, etrâfında hikmet
yerine abes, güzellik yerine çirkinlik görmekten kurtulamaz. Ammâ kurtulmak da
ister ve kendisini gerçeklere ulaştıracak yolu araştırmaktan da geri durmaz.
İşte bu derûnî tecessüsü, âkibet onu, tasavvufa ve tasavvuf ehlinin yüce
öncülüğüne ulaştırmıştır.
Böylece
de tasavvufu, dünyâ ve hayat şartlarının boğuntusu içinde bunalmışlara, nefes
aldıracak bir menfez sayabiliriz.
Rûhun
ve rûhâniyetin temiz, sâf havası koklanan, kirlerden ve kirliliklerden arınmış
mânevî dünyâlara açık bir menfez...
Tasavvuf
denen bu birlik, sevgi ve ahlâk anlayışına dayalı İlâhî yol, Eski Mısır'da,
Eski Yunan'da, Hintte, Çin'de Mûseviyet’te, İseviyet’te, zaman zaman çıkışlar
yapmış ve sonunda da, İslâmiyet'in bağrı, onun kemâl durağı olmuştur.
Şu
da dikkate alınmalıdır ki, dünyânın hiç bir ülkesinde ve hiç bir devrinde,
tasavvuf, bir cemiyetin bütününe mal olmamış ve kütlenin rûhuna solüsyon
hâlinde karışarak, cemiyet rûhunun temelini teşkil etmemiştir.
Ancak
Müslüman-Türk tasavvufudur ki, devletin ve kütlenin siyâsî, içtimâî, İktisâdi
yapısına hâkim olarak, vicdânî değerlere nirengi noktası teşkil ettiği gibi,
tefekkür ve sanata da istikâmet çizmiş, yol göstermiştir.
Nitekim,
Selçuklu ve Osmanlı devirlerine, kısaca da olsa, göz attığımızda, devlet
yapısının ana hatlarında olduğu gibi, içtimâî, iktisâdı, sınâî, ticârî
faâliyetlere ölçü ve endâze olanın da, tasavvufun itidalli, adâletli, insaflı,
dürüst ve temiz çizgileri bulunduğunu görürüz.
Cemiyetin
rûhu, bu faziletlerle beslendiği müddetçe, Türk târihi de, mûcizeye benzeyen
fütûhat ve medeniyet yolu üstünde asırlar boyu, vekar ve emniyetle yürümüştür.
Yerden
fışkıran sular gibi, diyânet ve tasavvuf târihimizin bağrında âbideleşen
velîler, işte tevhide ve sevgiye dayalı bir adâlet anlayışı ile cemiyetin hamurunu
yoğurup mayalarken, sanki bu ihyâ ameliyesini yapan kendileri değilmişçesine,
tevâzûları ile de etraflarına örnek olmuşlardır.
Asırları
ışıklandıran bu ululan bir bir sayıp sıralamak mümkün olmamakla berâber,
meselâ, Türk târihinin en buhranlı devirlerinde olduğu gibi, ilerideki
zamanlarda da meş alesi sönmeyecek olan bu tasavvuf erlerinin başında, Yûnus
Emre gibi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi, Hacı Bayram Velî gibi ulular vardır.
Onlar kimseyi dâvet etmezler kimseye: "Gel bana" demezler. Ammâ, gene
de sezilirler, bilinirler, görülürler. Öyle ki güneşin: "Ben
güneşim!" demesine lüzum olmadığı gibi, velî kişilerin mânevî ışıklan da,
binlere, yüz binlere hayat verir ve etraflarında toplar.
Tasavvufun
inandığı hürriyet, nefsin kin, kibir, yalan, gösteriş, menfaat, benlik gibi
insanı hayvanlaştıran esâretinden kurtulması olduğuna göre, velîlerin gâyesi,
Ademoğlunu, cemiyetin hür adamı yapmaktır.
Zîra
kendileri hürdürler. Üstelik, dünyâ sevgisi ile bağlı olmadıkları için, dünyâ
ehlinden de korkuları yoktur.
Bu
hikmet, irfan, îman ve aşk merkezleri, bizâtihî hâmil oldukları değerleri
ücretsiz ve karşılıksız olarak etraflarına dağıta dağıta, sâkin âlemleri içinde
yaşarlar. Asırlar asırları tâkip etse de, kütleye adadıkları varlıkları ile,
kâh gizli, kâh âşikâr, etraflarına huzur getirmekte kıyâmete kadar devam
eyleyeceklerdir.
Kendileri
için doğmamış kendileri için yaşamamış bu uluları, ne yazık ki, bugün körebe
şaşkınlığı içine düşmüş dünyâ, farketmeyecek bir gaflet içindedir. Kim bilir,
daha ne kadar zaman kollayıp aramayı da düşünemeyecektir.
Hâlbuki
yaradılış âlemi içinde tecellîleri eksiksiz olan Allah, evliyâsını eksik eder
mi? Yeter ki kütle uyansın ve gene bu merkezlerin etraflarında kurtuluşunu
aramak ihtiyâcını duysun? Arayıcı olan, elbette bir gün bulucu da olur.
***
İşte
XX. asrı şereflendiren bir kütle fedâîsi, bir rehber Ken’an Rifâî kaddesellâhü
sırrahu’l âlî dir.
İlâhî
irâdenin, insanoğluna bir armağan olarak göndermiş olduğu Ken'an Rifâî'yi,
anlatmak isteyenin, mazgaldan ufku gözleyebildiği kadar seyreden bir nöbetçiden
farkı yoktur.
Niçin
mi?
Kulaçlamakla
sonsuzluğuna erişilemeyecek bu ihlâs ve samimiyet âbidesi, insan idrâkinin
zorlukla kavrayacağı bir hayır ve sevgi hazînesini, akıllan durduracak ölçüde
etrâfına saçtığı için, anlatılması ve anlaşılması güç, belki de muhaldir.
İlmine,
fazlına, faziletine, maddî-mânevî asâletine rağmen, bu iddiâsız, sâde,
şatafatsız büyük velî, kendisine ilticâ edenlerin, maddî mânevî yardım
bekleyenlerin ellerini boş çevirmemiş, almadan vermiş, ferâgatini, tevâzûunu,
vefâsını, sabrını, merhametini, adâletini, eksiksiz bir insanlık tablosu içinde
toplayarak etrâfma sunmuştur.
Öğrettiği,
tâlim ve tedris ettiği iyilikleri ve güzellikleri nazarî ve katı üniformalar
içinde bırakmamış, onları yaşayarak etrâfına göstermiştir.
"Hakikatle
mağlûp edilmekten üstün bir zevkim yoktur,"
demişse, muhâtabının doğru bulduğu fikrini derhal kabûl etmekte bir an tereddüt
etmemiştir.
Kezâ:
"Ben yalan söylüyor muyum, ben dedikodu ve gıybet ediyor muyum? Ben
kalp kırıyor muyum?
Ben kin
tutuyor, kibr ediyor muyum? Eğer bunları yapıyorsam, size de bol bol izin! Ammâ
beni hocanız bilmişseniz, bende olmayan sıfatlarda konaklamanız, üstünüzdeki
mânevî hakkımı red etmek olmaz mı?" demiştir.
Evet,
hiç bir söz ve nasihat, hayâtının hesâbını bu derece cesâretle ve açık alınla
veren bir mürebbînin beyânı kadar tesirli olamaz.
İşte
Ken'an Rifâî, söylediğini işleyen, tâlim ettiğini tatbik eden fiilleri ile
fikirlerine ihânet eylemeyen bir kahraman olduğu için, dâvâsında muvaffak olmuş
ve böylece de etrâfı, sevgi, îman ve vatan aşkını aksiyon hâline getirmiş
seçkin bir kadro ile dolup taşmıştır.
Bir
gün: Sizin hakkınızı nasıl ödeyelim? yollu sorulan bir suâle, tereddütsüz şu
cevâbı vermiştir: "Yolumdan gelin hepsi o kadar.."
İşte
böylece de, yalnız suâl sâhibine değil, bütün yakınlarına, hiç kimseden ihsan
ve âtıfet beklememiş olan bir ulu kişinin prensibini açıklamış, karşılığını
vermiştir.
Ken’an
Rifâî'nin çevresindeki kalabalıkta, asırların ardında kalmış ve Anadolu'nun
bir MüslümanTürk coğrafyası hâline gelmesinde îmânı ile enerjisini birlikte
seferber etmiş idealistlerin rengi ve tutumu vardır.
O
idealistler ki, tarih onlara, Alpler, Erler, Erenler, Ahîler ve Bacılar
demiştir. İşte, bin yıldır yaşamakta olan bu rûh, Ken'ân Rifâî'nin kadrolaştırdığı
ve vatan topraklarında, karşılık beklemeden, menfaat gözetmeden, mevkî, şan,
şeref peşine düşmeden, doktor olarak, mühendis, mîmar, öğretmen, sanatkâr, iktisatçı,
din adamı, asker, tâcir, esnaf ve halktan kimseler olarak, kazanmış bulundukları
doğruluğu, sevgiyi, güzel ahlâkı vatan ve îman şuûrunu birer fedâî ferâgati ile
etraflarına cömertçe bezi etmektedirler.
Ammâ
şunu da hüzünle söylemek gerekmektedir ki, maddenin ve maddeciliğin kulu olmuş
dünyâya kafa ve ayak uydurma gafletinden henüz silkelenememiş olan Türk
cemiyeti, içindeki bu kadronun tevhit ve sevgiden kuvvet alan ihlâslı
faâliyetlerini gereği gibi görmek seviyesinden uzak bulunmaktadır.
Ammâ,
Müslüman Türk'e, kızıl elmasını göstermemek gayretiyle gözünü ve gönlünü
bağlamış olan iç ve dış güçlerin, elbette kolu kanadı kırılacak ve er-geç, bu
toprağın çocukları, onu aramak üzere, Doğu'dan Batıya ve Batı'dan Doğuya,
tekrar îman kılıçları ve Allah Allah., nâraları vurarak sefere çıkacaklardır.
***
DOST
[Ken'an Rifâî kaddesellâhü sırrahu’l âlî]
1867
târihinde dünyâya gelen Ken'an Rifâî, Filibe hânedânından Hacı Hasan Bey'in
oğlu Abdülhalim Bey'le Hatîce Cenan
Hanım’ın evlâtlarıdır. [Filibe'de, Konağın bulunduğu yer bugün park olmuştur. Semtin adı
ise hâlen Hacı Hasan Bey Mahallesi'dir.]
Büyükbabasının
Filibe'deki konağında mesut bir çocukluk devri geçirmiş ve son Rumeli
hanedanlarının bütün ihtişam, varlık ve dirliğini, bu sönmek üzere olan
medeniyet bereketleri ortasında yaşayarak görmüş olmanın haz ve lezzeti içinde
büyümüştür.
Konağa
heybe ile altın girdiğini, selâmlıkta misâfir olan konukların, sırasında altı
ay, bir sene kaldıktan sonra Hacı Hasan Bey e vedâ ederlerken, eli açık,
kapısı dayalı ve hânedanlık vecîbesini bir ibâdet zevki ile yapan bütün
ocakzâdeler gibi, Bey’in de, uğurladığı misâfirlerinin ellerine birer kese
altın verdiğini gene bu küçük Filibeli görmüştür.
Ammâ
ne hazin ki, o günden bu güne sanki asırlar geçmiş gibi, bütün o içtimâi nizam
ve İktisâdi refah, görenek ve gelenekler, artık inanılmasına imkân olmayan bir
efsâne ve masal heyecânı ile dinlenmektedir.
Abdülhalim
Bey, hem Filibe hânedânındandır, hem de Rumeli-i Şarkî adı ile yarı istiklâlini
almış vilâyetlerimizde, Filibe Murahhası olarak devletin siyâsi temsilcisidir.
Hacı
Hasan Bey'in vefâtım tâkip eden senelerde, bütün Rumeli gibi Filibe de, Rus
siyâsî menfâatlerinin hazırlayıp sahneye koyduğu bir Slav birliği hayâlinin
peşinde, her an Türk'e son darbeyi vurmak çârelerini aramakta, yer yer ve zaman
zaman fırsat düşürerek, bunun kanlı provalarını yaptırmakta ve oluk oluk
Müslüman-Türk kanı akıttırmaktadır.
Onun
için de, son derece nâzik ve ayak sesleri gün-be-gün yaklaşan bir tehlikeli
baskın endîşesi ile âile tedirgin ve kuşkuludur. Nasıl olmasın ki, en eski
hânedanların, en köklü âilelerin gençleri vurulmakta, konaklar, evler,
çiftlikler basılmakta, bir bir ocaklar söndürülmektedir.
İşte,
gene bir yeni tehlike dalgasının kabarıp, Hacı Hasan Bey âilesinin kapısına
dayandığı bir gün, Abdülhalim Bey de, gizlice İstanbul'a gitmiş ve Hatice Cenan
Hanım ise, küçücük oğlu ve birkaç emektârı ile o saray gibi konakta yalnız
kalmıştır.
Siyâsî
havanın yeniden yumuşayıp etrâfa nisbî bir sükûnet geldiğinde, tekrar Filibe'ye
dönen Abdülhalim Bey, artık yavaş yavaş mektep çağma yaklaşan oğlunun da,
kendisinin de, bu baba bucağında kalmalarının neye mal olacağını iyiden iyiye
idrak eylediğinden, İstanbul’da da yer yurt sâhibi olmayı kararlaştırarak
Hırka-i Şerifte bir konak satın almış, bunu Gedikpaşa'daki evi ve şehrin îrat
getirecek semtlerindeki, emlâki tâkip etmiştir. Bu ara, Filibe Murahhaslığından
ayrılarak evvelâ Posta Telgraf Nezâreti Sicil Baş Müdürü, sonra da Telgraf
Nâzırı olmuştur.
Artık
Abdülhalim Bey'in oğlu Galatasaray talebesidir.
Son
derece akıllı ve cana yakın oluşu, hocalarını bir yandan müsâmahalı bir
anlayışa sevk ederken, bir yandan da yıldıkları yaramazlıkları yüzünden bu ateş
gibi zekî çocuğu "izinsiz"lerle cezâlandırmaktan geri bırakmamakta
idi.
Çocuk
için, anacığından ayn düşmek, ona kavuşamamak kederi olmasa, izinsiz kalmak bir
şey değildi. Ne ki, bu ele avuca sığmayan çocuk, o hasret acısına rağmen gene
de yapacağını yapıyor ve "izinsiz"lerin de arkası kesilmiyordu.
Bununla
berâber, o gayri irâdî haşarılıkların bir çoğunu da hocaları görmezlikten
gelerek nazını çekiyorlardı. Çocuk, aşırı yaramaz fakat terbiyeli idi. Bir
yerde, aklı ve zekâyı taçlandıran terbiye, büyükleri de küçüklere karşı saygılı
olmaya zorlayan pedagojik bir anlayış değil miydi?
Üstelik,
daha üç aylık talebe iken Fransızca'yı kavrayıp, Türkçe masalları tercüme
edecek bir kabiliyet gösteren bir çocuğa hocaları nasıl bigâne kalabilirlerdi?
Bir
ders esnâsında, haşarılıklarından bizar olan Fransız hoca Monsieur Dubois
tarafından kürsünün içine sokulmuş olan çocuk, orada bile tek durmamış ve ders
bitip kürsüden inen hoca, yarı cezâda sayılan çocuk tarafından tebeşirle
pantalonunun, mektep numarası olan 89'larla doldurulmuş olduğunu görmüşse de
görmezlikten gelerek sınıftan çıkmaktan başka çâre bulamamıştı.
Bir
gün de, resimhânede arkadaşları ile çalışırken içeri giriveren Mektep Nâzırı
Karaca Paşayı görür görmez, üstünde çalıştığı vazifeyi bir kenara iterek,
elindeki kâğıda küçük bir baş, bir gövde ve ufacık ayaklar çizerek altına da
Karaca Paşa yazan talebenin elinde karikatürünü gören hoca: "Beni tâkip
et!" emrini vermiş. Bu defâ, "izinsiz"den de öte bir cezâ
yiyeceğini düşünürken, gide gide, hocanın husûsî dâiresine götürülerek
karısına takdim edilmiş ve genç kadın tarafından da ceplerine şeker ve
çikolatalar doldurularak geri gönderilmişti.
Bu
sayılı yaramaz, Türk hocalan arasında Muallim Nâci, Muallim Feyzi ve Zihni
Efendilerin de, ölünceye kadar alâkalarını kesmedikleri müstesnâ talebelerinden
biri idi.
Aile,
İstanbul'a yerleşmiş olmakla berâber, zaman zaman gene de Filibe'ye gitmek,
orada kalmak, emlâk ve çiftlikleri dolaşmak, bu arada, akrabâları görmek de
gerekmekte idi. Bunu da, Abdülhalim Bey'in, artık delikanlılık çağım idrak
etmiş oğlundan başka kim yapabilirdi?
Ammâ
genç çocuk, yalnız ismen ve sâdece kâğıt üstünde Türk'ün olan bu toprakların,
artık yan yanya değil, bütünü ile elden çıkmış olduğunu nasıl bilmeyebilirdi?
Onun için de, tren Türk hudûdunda durduğu zaman aşağı atlar, bir boy toprağa
kapanarak öper ve nöbet tutan askerlerin boynuna sarıldıktan sonra tekrar
kompartımanına girerdi.
Zîra
toprak vatandı, devletti. Devlet ise nizamdı, huzurdu. Ana idi, baba idi. Bu
binlerce yıllık ana toprak doğuruyor, üretiyor, besliyor, koruyordu. Kendisi
de bir ana ile babanın zürriyeti değil miydi?
Babası,
dünyâsı idi. Ammâ anası, hem dünyâsı hem ukbâsı, görülmeyeni göstereni,
bilinmeyeni bildireni, taşıdığı İlâhî emânetten haber vereni, sevgisi, aşkı
olan büyük insandı. O, yalnız kendinin değil, insanlığın anası, Hakk ın bir
yüce velîsi idi.
Ne
ki, cihânı bağrına basmış, dünyâları içine sığdırmış bu ananın, gönlüne ışık
tutmuş, kendi mânâsını kendine gösterip uyandırmış bir rehberi bir mürşidi
vardı: Filibeli Edhem Şâh.
Artık
Abdülhalim Bey'in genç oğluna, Galatasaray Sultânîsi'nden diploma alma sırası
gelmişti. Dâvetli bulunduğu merâsimi, göğsü kabarmış olarak tâkip eden babanın
yanında oturan Posta-Telgraf Nâzın Hasan Âlî Bey, birer birer çağırılarak
şehâdetnâmeleri ellerine verilen mezunlar arasında, Abdülhalim Bey'in oğlu
dikkatini çekerek: Acaba bu delikanlı kimin oğlu? diye sorup da suâlinin
cevâbını alınca, mes'ut babaya dönerek:
—
Beyefendi, söyleyin oğlunuza
yarın gelip beni görsün! demiş. Ertesi gün de genç mezun, bir yandan
Posta-Telgraf Nezâretindeki sandalyesine otururken, bir yandan da Bâbıâlî
Hâriciye Kalemi ne tâyin edilmiş ve Acem Mektebinde verilen tabiat
muallimliğini de yaparken, tâbî tutulduğu bir imtihan sonunda, Posta-Telgraf
Nezâretinde Alman Müşâvir Groll'un muâvinliğine geçirilmiştir.
Bu
üç vazifeyi de birden yürüten genç, bu arada Hukuk’a da devam eylemekte idi.
Ammâ,
alabildiğine yükselme ufku açık olan ve belki de günün birinde, nâzırlıkların,
sefirliklerin kendisine göz kırptığı memuriyetler basamağında ilerlemenin, bu
gencin derûnî gayesi için câzip olduğu söylenebilir mi?
Zîra
o, öğrenmek kadar öğretmek, kendinde olandan etrâfını nafakalandırmak için
yaradılmış insandı.
Belki
kısa zamanda kademe kademe yükselerek zirvelerde dolaşacaktı. Ammâ o, bu
dünyâya kendisi için gelmiş değildi ki., anacığının kanat çırptığı ufuklarda,
varlığın dirliğin, şânın şöhretin adı sanı yoktu. Orada, sevgi vardı, birlik,
düzen ve huzur vardı.
Onlar
da bu dünyâya, insanlara acımak, sevmek, beşerî ve hayvânî meyillerinin
esâretinden kurtarıp bir derûnî ve mânevî hürriyetin adamı kılmak için gelmemişler
miydi?
Eziyet
görseler, taşlanıp kınansalar da, bir ezelî buyruk rüzgârı ile yeryüzüne
atılmış olmanın vecîbe ve mes’ûliyetinden kaçmayacaklardı.
Ne
ki, insanoğluna, mânevî düzen ve rûhî kemâlin yanı sıra, zihnî ve aklî bilgi de
gerekti. Zîra, madde ile mânâyı kuşun iki kanadı bilmek lâzımdı.
Ancak,
Müslüman Türk'ün, bu çift kanatla uçtuğu devirlerde kütlenin yüzü gülmüş değil
miydi?
İç
ve dış irfânı et-tırnak-bilen genç, işte bu yüzden, günün birinde kendisini
maârif çatısı altında buluverdi.
1750
kuruş maaşla Balıkesir Îdâdîsi Müdürlüğüne tâyin olmuştu.
BALIKESİR
Fakat
adımını attığı mektebin, duvarları arasında talebeden çok hoca bulmuştu.
Türkler
çocuklarını, dinden îmandan çıkacakları endîşesi ile göndermiyorlar;
Hıristiyanlar da evlâtlarının Türkleşmesinden çekindikleri için
yollamıyorlardı.
Genç
Müdür, her iki tarafın ileri gelenleri ile görüştükten bir müddet sonra,
mektebin sıraları talebe ile dolup taşar hâle geliverdi.
Onbir
aylık Balıkesir devri, Genç Müdür un Allah velîsi anne eliyle yükselen mânevî
temelinin, artık mürşidi Edhem Hazretlerinin taş taş işlenme mesuliyetini
bütünü ile üstüne aldığı devirdi.
Bir
müddet için Balıkesir'e gelmiş olan Edhem Şah genç müridine ilk defâ riyâzat
kapısını açarak, onu tabîat nîmetlerinden kesmiş ve asgarîden asgarî ile
yaşamanın temizleyici zevkini tattırmış, böylece de, işlemekte olduğu âbideyi
bir mânevî nizam ve üslûba kavuşturmuştu.
Gene
burada, bir sanatkârdan mûsikî nazariyâtı öğrenmesini ve ney meşk etmesini
istemiş, böylece de genç müdürün sanat hayâtında ilk feyzini aldığı yer
burası
olmuştu.
Bursa'daki
kızına gitmek isteyen mürşidini uğurladıktan az sonra Adana'ya tâyini çıkmış
ve bu defâ da Balıkesir halkı, genç maarifçiyi göz yaşlarıyle uğurlamışlardı.
ADANA
Ne var ki, maârif câmiasına yeni katılmış
bu idâreci, ilk defâ ayak bastığı Adana'da, nice nice yalan ve iftirâların
kendisini beklemekte olduğunu nasıl düşünebilirdi? Düşünse de, insanoğlunun
dört elle sarıldığı hattâ beslenip keyiflendiği bu dedikodu ve fesat nafakasını
nasıl ellerinden alabilirdi?
Şöyle
ki, makam sandalyesine oturması ile, karşısına perîşan hâili ve gözleri yaşlı
on muallim çıkar ve:
—
Seni bize Allah gönderdi. On
aydır, yüz kuruştan ibâret olan aylığımızı alamıyoruz., diyerek, çektikleri
ıztırâbı anlatırlar.
Genç
Maârif Müdürü de hemen maârif meclisini toplayarak, bu hazin manzarayı âzâ ile
müzâkereye başlar ve ne yapılmak lâzım geliyorsa hemen icrâsını ister. Hattâ bu
acıklı hâl bir neticeye bağlanmadığı takdirde, vazifeye başlamadan geri
döneceğini söyler.
Acı
olan şu ki, meclis âzâsı, bu yüz karasını bilmekle berâber, şimdiye kadar
çâresini bulamamışlardır. Zîra memleket hâkiminin, kendisine vazife îcat
ederek kayırmış olduğu Daniyal ismindeki akrabâsı, her ay iki bin kuruş maaş
aldığından bu zavallılar mağdur olmaktadırlar.
Tahkikat
derinleştirilerek vaziyet büsbütün açıklığa kavuştuktan sonra, meclisin kararı
ile Daniyal isimli kimsenin vazifesi lağvedilerek bu on hocanın çektikleri
acıya son verilir.
Fakat
hâkim durur mu? Akrabâsına yeniden kadro verilip işine iâdesi için tazyike
başlar. Ricâ yollu haberler netice vermeyince de, sıra tehditlere gelir. Gerçekten
bir müddet sonra, adamları eliyle hazırladığı mazbatayı Mâbeyn'e gönderir.
Maârif
Müdürü, aynı zamanda Îdâdîde de Fransızca ve tabiat dersleri vermektedir. Bir
Ermeni talebe "Allâh'ın büyüklüğü" cümlesini "Allâh'ın
boyu" olarak Türkçeye tercüme edince, hocası bu yanlışı tashih ederek,
Allâh'a boy isnat olunamayacağını söylemiştir.
İşte
şikâyet mazbatasında yer alan iftirâlardan biri, Maârif Müdürünün, Allâh'ı
metre ile ölçtüğü beyâmdır.
Maârif
Müdürü, ara sıra Cizvit kilisesine de giderek Fransa'dan gelen gazete ve
haftalık mecmûaları okur. Bu da Mâbeyn'e giden mazbatada, kiliseye gidip vaftiz
oldu, cümlesiyle yer almıştır.
Üçüncü
iftirâ ise, Farsça'dan yapılan bir imtihanda, talebelerden birine: "Ey
zamânın pâdişâhı! Senin de vaktin gelince, mahalle fukarâsı ile berâber olursun.
Cenâze namazın, tıpkı onlarınki gibi er kişi niyetine! diye kılınır.." beytini
yazdırmıştır. Bu ise, zamânın hükümdârını hafife alan ve küçümseyen bir töhmet
olarak gösterildiğinden, o devre göre böyle ağır maddelerle suçlanmanın
getireceği âkıbet de, elbette çok ağır olacaktı.
Onun
için de, Maârif Müdürünü tanıyan ve seven dost çevre, gelecek ürkütücü cevâbı
endîşe ile beklemekte haksız değillerdi.
Fakat,
her zaman olduğu gibi, Allâhm adâleti, cemâli ile tecellî ederek, kendi
mâsûmunu öylesine korumuştu ki, gelen karşılık hem de terfian, Konya
Maârif
Müdürlüğüne tâyin emri olmuştu.
Ancak
civarda kolera zuhur ettiğinden, İstanbul tarîkiyle Konya'ya gitmek üzere yola
çıktığı hâlde, evvelâ trende sonra Tarsus'da bir müddet beklemeye mecbur olan
genç, Balıkesir'de yazdığı "Muktezâ-yı Hayat" isimli kitabından
sonra, bu arada da Camille Flammarion'un "Dünyânın İnkılâbı" isimli
eserini Türkçe'ye tercüme ederek vaktini değerlendirmişti.
MANASTIR
İstanbul'a
geldikten kısa bir zaman sonra, Balkanların kuvvetli ve güvenilir idârecilere
olan ihtiyâcı dikkate alınarak, genç maârifçiye, Konya yerine Manastır Maârif
Müdürlüğü verilir.
Gerçekten,
mâlûm fesat merkezi Moskof un her köşesine bir kundak sokmuş olduğu koca
Rumeli, dökülen kanlar, hiyânet ve cinâyetlerle, âdetâ istim üstünde, patlama
gününü bekliyordu.
Bu
Rus iştihâsının, Slav birliği hayâli ile coşturup kızıştırdığı çeşitli
kavimler, günün birinde o devin patronajı altına gireceklerinden habersiz
bulunuyorlardı.
Bu
gafletle de, asırlardır Osmanlı çatısı altında yaşamış kütleler, şimdi o
merkezin emrinde, istiklâl hırsı ile yakıp yıkıyor, kesip doğruyorlardı.
İşte
bunun içindir ki pâdişâh, gözleri kararmış bu komiteci mihraklarının karşısına,
gelişi güzel idâreciler gönderemezdi.
Manastır'a
bir yeni maârifçinin gelmiş olması, gerek etnik gruplar gerek kendi dilleri
ile öğretim yapan yabancı kültür temsilcileri için, bir ümit ışığı olmuştu.
Böylece
de alâkalıların her biri, kendi mekteplerinin adedini çoğaltmak isteği ile üst
üste, Maârif Müdürüne baş vuruyorlardı.
Bu
yolda vâki olan taleplerin altında politik rekâbet ve gayeler yatmakta idi.
Teşebbüs sâhipleri ise emellerine ulaşmak için her türlü fedâkârlığa hazırdılar.
Fakat,
siyâsî menfaatler uğruna yapılan mürâcaatları, altın keseleri ile temin etmek
alışkanlığında olan kimselerin ikramlarını yeni müdür, elinin tersi ile
itiyordu. Böylece de mürâcaat çevreleri dalga dalga geri çekiliyor, hiç değilse
bir başka ümit belirinceye kadar sinip susmaya mecbur olmuş bulunuyorlardı.
Genç
Maârif Müdürü, Manastır'da da sıkı bir dostluk çemberi ile çevrilmişti. Hele
Kumandan Fazlı Paşa için bu genç, yalnız serilecek değil, aynı zamanda
sayılacak ve üstüne titrenecek bir müstesnâ idi.
Ammâ
o müstesnâ genç, bâzen aşırı gayret sarf ederek kendini hırpalıyor, Türk
irfânına hizmet yolunda var gücü ile gösterdiği cesâret ve fedakârlıklar,
nâzik buudlara ulaşıyordu.
Bu
arada, bir müddet için Manastıra gelmiş olan Edhem Şâh, Filibe'ye gideceğini
söyleyerek kısa zamanda Manastır'dan ayrıldı.
Aradan
üç ay geçtikten sonra da, müridini, kemâli ve cemâli ile beslemiş olan bu Ulu,
kendisini yerine bıraktığını mânâ âleminde haber vererek, dünyâdan göçmüş
bulunduğunu bildirdi.
Esâsen,
dünyâya bu ana-oğulu irşat etmek için gelmiş olduğunu söylemez miydi? İşte,
ayrı ayrı kalıplarda tek cevher olan bu ana-oğul, artık yalnızdırlar.
Mesuliyetleri, vazifeleri ile baş başa ve yapayalnız...
Ammâ
ulular için ölmek, dirilmek de ne demekti? Bir kalıbın mahkûmu olmak mı
dirilmek; bir kalıptan çıkmak mı ölmekti?
Ezelde
biribirleri ile and içmiş olanlar için ayrılık, izâfî idi. îşte Filibeli Edhem
Şah da şimdi mücerret ruhtu. Kalıbını terk etmiş, gözlere görünmez olmuştu.
Ammâ, ana ile oğul başkalarına gizli olanı görecek, bilecek, bundan sonra alış
verişlerini gene onunla, ammâ mânâ çerçevesinde gerçekleştireceklerdi.
Manastır
devri üç seneyi bulduğunda, Fazlı Paşa dayanamamış ve bu üç yıl içinde, idâre,
basiret, ahlâk ve faziletine hayran kaldığı gençten, taht şehrinin alâkalı
makamlarına bilgi göndermişti. Böylece de İstanbul'a çağrılan genç, şimdi de
Kosova Vilâyeti Maârif Müdürlüğüne tâyin olunarak, gene Rumeli'nin siyâsî
ıztırapla için için ağlayan bir başka vilâyetine gönderiliyordu.
***
ÜSKÜP
Orada da, kendisini gizlemeyi bilmesine
rağmen gene de derûnî hazînelerini keşf edenlerle karşılaşıyor: Müşir, vâli ve
kumandan Edhem Paşa; fazileti ve dürüstlüğü ile nam almış Hâfiz Paşa.
Burada
da, Manastırı alev alev sarmış mücâdele.. millî ve siyâsî emellerle
perdelenmiş, tevhit ve haç savaşı..
Rüşvet
teklifleri işe yaramayınca konsolosluklar mârifeti ile girişilen tazyikleri,
devlet haysiyetine uygun diplomasi çerçevesi içinde hasıraltı edişler...
***
Müslüman-Türk
kültürünü ayakta tutma yolunda aşırı fedâkârlık ve ferâgatle âdetâ geceyi
gündüze katan genç maârifçi, bir ara etrâfın ikâzlarına kulak asmayarak,
Kalkandelen ve Pirzeren'e giderek oranın maârif hayâtını gözden geçirmek ve
mektepler açtırmak kararını vermişti. Fakat bu karar, o civârın âsâyişini de
iklimini de tanıyanları hem şaşırtmış hem de korkutmuştu.
Geçmeğe
mecbur olacağı Şardağı, 2083 metre idi. Bu tehlikeli yolculuğa mânî olamayan
başta vâli, dostlar ve idâreciler, hiç değilse bir jandarma refâkatinde
gitmesini tavsiye etmekten başka birşey yapamadılar.
Bir
iki kilometre gittikten sonra jandarmayı da geri yollayan Maârif Müdürü, tek
başına, bu sarp bu çetin yolun yolcusu oluyordu.
At
sırtında, dağlan bayırları aşarken, hava da soğudukça soğudu, iklimin, evvelce
bildirilen aman vermez tehlikesi, bulutlarla sarmaş dolaş olmuş bu tepelere
birden kar bastırmasıydı. Ammâ bu tabiat oyunu kadar göz korkutucu bir başka
tehlike de, civârı haraca kesen Rüstem Kabaş çetesinin eline düşmekti. Usküp
yârânı bunu da söylemiş olmalarına rağmen, genç maârifçiyi kararından
vazgeçirememişlerdi.
Ne
ki, işte korktukları olmuş ve Rüstem Kabaş, bu silâhsız, müdâfaasız yapyalnız
yolcunun karşısına çıkıvermişti.
Genç
yolcu, bir dost ile karşılaşmışcasına: Tunyatiyata! [Arnavutça
"selâm"] diye selâm vermiş, cebinden çıkardığı sigara paketini eşkiyâ
reisine uzatarak, şehre kestirmeden gidecek yolu sormuş ve bir elini ikram
edilen pakete uzatan Rüstem Kabaş, İlâhî bir ismet halkası ile muhâfazalı olan
gence, öteki eliyle istikâmet göstererek avenesi ile berâber çekilip gitmişti.
Yorgunluk
ve soğuk algınlığından Pirzeren'de bir hafta hasta yatan Maârif Müdürü, tekrar
Üsküp'e döndüğü zaman bu defâ da, kendisini bekleyen çeşitli işlerle karşı
karşıya gelir.
Fransa'dan
bir jeoloji heyeti gelmiştir. Vâli, mihmandarlık vazifesi için, bu birkaç dil
bilen Maârif Müdürü'nü dört gözle beklemektedir. Ammâ bundan da mühim olan
hâdise, gayri resmî seyâhat eden İngiltere Kraliçesinin dâmâdını Üsküp’ten
geçecek olan trende yakalayıp, Türk topraklarında selâmlamak ve ağırlamaktır.
Tren
durur durmaz kompartımanında yakalanan Prens, gizli sayılabilecek, böyle bir
seyâhatten Türklerin nasıl haberdar olduklarını sorunca, bundan istifâde eden
mihmandar, OsmanlIların, iç ve dış haber alma servislerinin çok hassas
işlediğini beyan etme fırsatını bulmuştur.
Bu
defâ da Prens, kompartımanında kendisine ikram edilen kahveyi içerken,
üniformaları çok hırpalanmış bir tabur askerin geçtiğini görür ve
kıyâfetlerine yadırgayarak bakar. Bunu da his ettirdiği zaman aldığı cevap,
bâzı tâlimler için askerlerin bilhassa böyle giydirildikleri yolunda olur ve
Prens de bunu rahatlıkla kabûl eder.
Vâli,
devletin de, kendisinin de yüzünü ağartan Maârif Müdürü’nü bir baba şefkati ile
minnetlerine gark eder.
Ammâ
genç Maârif Müdürünün yüreği iltifat ve şükranlara kapalıdır. Devletine,
milletine ve îmânına hizmet etmesi yeter ona., alıp verdiği nefesler karşılık
görmek için değil, Allah rızâsı içindir. O, maddî, mânevî hiç bir hayrı
satmamış, Hak’tan gayrı kimseden ücret almamış ve almayacaktır.
Bir
ara genç müdürün babası Abdülhalim Bey Üsküp'e gelmiş ve bu arada evlenen
oğlunun mürüvvetini de görmüştür. Ammâ Hacı Hasan Bey hânedânının bu yiğit
oğlu dertlidir. Öyle ki Bulgar Komiteci ve eşkiyâsı, Filibe'yi Türkler için
yaşanmaz hâle getirmişlerdir. Onun için de artık baba bucağını satmaktan gayrı
çâre kalmamıştır. Bu işi de oğlundan başka kim yapabilir?
Ard
arda ve seri hâlinde biribirina örülmüş hâdiselerle Üsküp'de geçen üç sene de
sona ermiş ve bu defâ da Trabzon'a tâyin emri çıkmıştır.
Eşyâ
denkleri bağlı olarak hareket emri bekledikleri bir gün, Üsküp Rifâî Şeyhinin
kızı ve hâlen postnişin olan Şeyh Efendi'nin kız kardeşi Seyyide Hanım, elinde
bir yoğurt kâsesi olduğu hâlde gelerek kapılarını çalar ve Hz. Edhem'in feyzi
şûlesi ve kemâli nurları ile pişmiş olan Hatîce Cenan Hamm'a mürâcaat edip,
kendisinin genç Maârif Müdürü tarafından dervişliğe kabûl edilmesini ricâ
eyler.
Ana-evlât
bir mânevî yekpârelik âbidesidir. Buna rağmen, mürâcaatçının talebine alacağı
cevâbı bilmekle berâber, gene de oğluna hâdiseyi nakleder. Aldığı karşılık,
düşündüğü gibi, menfî olur.
Ced-be-cet
bir Rifâî sülâlesinin evlâdı olan ve Üsküp'ün en itibarlı ve sevilip sayılan
insanlarından biri bulunan bu orta yaşlı, gün görmüş hanım, aldığı karşılığa
rağmen, ertesi gün tekrar gelerek, Üsküp Rifâî Şeyhlerinden olan rahmetli büyük
babasının mânevî emri ile geldiğini ve: "Seni evlâtlığa kabul
etmezlerse, Allâhıma nazım geçer, onları eşyâları toplu olduğu hâlde bir yere
kımıldatmam!" dediğini
söyler. Esâsen o gece Edhem Şah’tan işâret gelmiş, böylece de Seyyide Hanım,
genç Maârif Müdürünün ilk evlâdı olmuştur.
***
TRABZON
Birkaç
gün sonra Selanik yolu ile İstanbul'a gelen genç maârifçi, kısa bir dinlenmeden
sonra bu defâ da Trabzon'a doğru yola çıkar.
Vâli,
büyük ve değerli idâreci Kadri Bey'dir.[ Büyük Türk Lügati" sâhibi Hüseyin
Kadri Bey in babası ve değerli müzehhip Rikkat Kunt Hanımın büyük babası.] Pek
çabuk anlaşırlar ve sevişirler. O kadar ki idâreciliğindeki kudret ve başarısı
kadar, ilmi ve fazlı ile de şöhretli olan Kadri Bey, yeni Maârif Müdürünü bir
an yanından ayırmak istemez. Ne çâre ki, bu vilâyette ancak onbir ay kalmak
mukadderdir.
Aile
Trabzon'a yerleşir yerleşmez, Mehmet Baba isminde, oranın kutbu olan meczup,
Maârif Müdürü'nün evine gelir. Kendini, halkın gözünden gizlemek için meczup
gösteren bu Hak sevgilisi, aslında aşkla yanık bir gönül sâhibidir. Ammâ onun
gerçek hüviyetini tanımayan halk da, şişe kapaklarından nişanlar takan,
anlaşılır anlaşılmaz sözler edip çoluk çocuğu peşinde koşturan bu adamın bir
İlâhî memur olduğunu ne bilsin?
Sık
sık Maârif Müdürünün evine gelir ve Hak velîsi annesi ile sohbetlere dalar,
yeni doğmuş bebeğin beşiğini sallar ve durup durup "Sizi buraya çekmek için Allâhıma az mı yalvardım?
diye yanıp yakılır...
Trabzon'a
geleli henüz bir sene olmamıştı ki, genç maârifçinin, bu defâ da İstanbul'da
bir müdürlük isteyerek Maârif Nezâretine telgraf çekmesi işâret olunduğunda,
bu emir hemen yerine getirilmiş, fakat gelen cevap menfî olmuştu. Ne ki, o ters
cevaptan beş gün sonra, Nâzır'dan, İstanbul Îdâdîsi müdür muâvinliğine tâyin
emri gelivermişti. Böylece de hemen yola çıkıldı.
Galata
rıhtımında oğlunu karşılayan babanın ilk sözü, telgrafımı aldın mı? demek oldu
ve sözünün arkasını da şöyle getirdi: İstanbul İdâdîsi'ne tâyin olmuştun
ammâ, birden Nümûne-i Terakki Müdürlüğünü verdiler. Onun için, git nâzıra
teşekkür et!
Nâzır
ise, karşısında bu yeni tâyin ettiği müdürü görünce; "Bana teşekkür
etme, bunu doğrudan doğruya Allah yaptı. Pâdişâh, benden oraya emniyetli bir
adamım tâyin et., deyince, ağzımdan senin ismin çıkıverdi" dedi.*
* Nümûne-i Terakkinin kendisinden evvel müdürü olan Ali Nâdir Bey,
masonik bir ihtilâl komitesinin içinde ve idarecileri arasında yer almış,
devletçe tehlikeli bir kimse idi. Bir gün sarhoş olarak geldiği Tokatlıyan
Otelinde, içkinin tesiri ile faaliyetlerini ve ileriye mâtuf projelerini
etrâfına ulu-orta anlatınca, tevkif edildi. Diğer komite mensûbu olan 78 kişi
de Trablus ve Fizan'a sürüldüler. Bunlara Taşkışla Mahkûmları da
denmiştir.İşte bu yüzden Pâdişâh, memleketin seçkin evlâtlarının okuduğu bir
irfan yuvasının, millî menfaatlere kurşun sıkan eller değil, bilgi ve faziletle
yüklü kafalar yetiştirmesini istiyordu. Onun için de, buraya sicili temiz bir
müdürün getirilmesini söylemişti.
İşte,
Trabzon'da tebşir olunan müdürlük, bu sûretle tahakkuk etmiş bulunuyordu.
Artık
daha ne isterdi. Anacığı, babası, çoluğu çocuğu ile berâber olabilecekti.
Hepsi de İstanbul'da idiler. Nümûne-i Terakki ise, memleketin en parlak, en
gözde mektebi idi.
Bu
minvâl üzere üç ay geçtikten sonra, gene bir mânevi işâretin ikâzı ile ne kadar
kazâ namazı varsa edâ etmesi emrolunmuş ve arkasından da Medîne-i Münevvere'ye
müdürlükle gitmekliği işâret edilmişti.
Artık,
bundan sonra gözünde İstanbul mu kalırdı, Nümûne-i Terakki mi?
İki
sene o hasretle yanıp tüttükten sonra, günün birinde Nezâret'ten çağırılarak,
Medîne-i Münevvere'de, "İdâdî-i Hamîdî" müdürlüğünü kabül edip etmeyeceği
soruluyordu.
Müdürlük
de ne demek? Hademelikle bile gitmeye râzı idi.
***
MEDINE
Medîne.. Resûlullâh'm makamı, İslâm'ın
kalbi Medîne.. Taşına toprağına, insanına hayvanına kedisine köpeğine dahî âşık
olduğu Saâdethâne..
Gitti.
Hem de sevip sevildiği bu cemâl cenneti içinde tam dört sene kaldı.
Şeyhü'l-Meşâyih
Hamza Rifâî Hazretleri'nden de gene burada icâzet aldı. Ve bu icâzeti veren o
mübârek zâtın, tevâzû ile dizinin dibinde oturduğu bir gün: "Oğlum,
bilemiyorum ben mi senin şeyhinim, yoksa sen mi benim?" dediğini de
gene burada duydu.
Ya,
şehirden çöle adım atanı hançerleyen bedevilerden gördüğü alâka ve muhabbet.
Kapısına dayanır, alıp çadırlarına götürürlerken, Medîne halkı bu dâvetlerin
arkasındaki tehlikeyi anlatmak ister ve gitmemesi için âdetâ yalvarırlardı.
Fakat o gene gider, akşamlara kadar kalır, bu asil dâvetçiler ise, getirdikleri
misâfırlerini evinin kapısına kadar götürüp bırakmak nezâketini gösterirlerdi.
Bu
ezel âşıkı bu Resûlullâh sevdâlısı, Arapça'yı çok işlek bir halk ağzı ile
konuşan bedevilerle anlaşabilmek için, kısa zamanda onların telâffuzlarını da
öğrenmişti.
Arapça
bilmeyen vatandaşları için de, kırk derste Arapça öğreten metodundan ne çok
kimsenin istifâdesi olmuştu.
***
Kendisinin
Medine'ye, Medine’nin de kendisine âşık olduğu Îdâdî-i Hamîdî Müdürü, artık
Ken'an Rifâî'dir.
Medine'ye
ilk geldiği zaman, Nümûne-i Terakki gibi üstün vasıflı bir mektebin müdürlüğünü
kendi isteği ile bırakıp, koşa koşa çöllere-gelmesini yadırgayanlar olmamış
değildir. Bunların başında da, Medine Muhâfızı Osman Paşa vardır.
Îdâdî-i
Hamîdî henüz inşâ olmakta ve genç müdür ise, çoğu zamânını Ravza-i Mutahhara'da
vecd içinde geçirmekte, şiirlerini yazmakta, onları bestelemekte ve dünyâyı
gözü görmemektedir. Tuhafı, burada herkesi sevmekte hiç kimseyi ayırt etmeden,
coşkun bir muhabbetle sevmekte, öylesine de sevilmektedir. Paşa, nasıl
şaşırmasın ki O bir mektep müdürü, kendisi ise koskoca bir Paşa, hem de Medîne
Muhâfızı'dır. [Medîne-i
Münevvere Müslüman-Türklerin edep anlayışına göre idârecisine vâli denilmeyerek
"Medîne Muhâfızı" adı verilirdi.] Böyle iken onun gördüğü muhabbetli alâkayı
hiç kimseden görmemektedir.
Gerçi
kendisi de onu sevenler arasındadır. Ammâ bir yandan da, taht şehrinin
nimetlerini bir kalemde itip buralara kendi arzûsu ile gelmiş olmasının altında,
Sarayca verilmiş bir vazifesi, istihbârat şebekesine bağlı bir gizli işi olduğu
şüphesini bir türlü içinden atamamaktadır.
Bir
gün, ceplerinde kâğıt arayan Ken’an Rifâî'nin kazârâ bütün kâğıtlarını yere
düşürmesi ile Paşa, bu ayağının dibindeki evrâkın üstüne, "İşte
yakaladım.." diye atılmış, hepsini bir bir gözden geçirdikten sonra, "Oğlum,
kusura bakma., ammâ anlayamıyorum, senin gibi istikbâli parlak bir gencin,
isteye dileye buralara gelmesini bir türlü aklım almıyor!" demekten
kendini kurt aramamıştır.
İdâresi
ve muâmelesi Medîne halkını hoşnut etmemiş bulunan Paşa, zaman zaman Ken’an
Rifâî tarafından hoşluk ve tatlılıkla îkâz edilir, halka karşı haşin ve
anlayışsız olmasının yanlışını edep çerçevesini aşmayan tavsiyeler hâlinde
söyler.
Bu
genç dostun, artık bir gizli servis ajanı olmadığına zamanla inanmış bulunan
Medîne Muhâfızı, bir gün Îdâdî-i Hamîdî Müdürünü konağına çağırtarak:
"Oğlum bütün bedevî şeyhlerine haber yolladım. Yarın gelecek ve aşağıdaki
taşlıkta toplanacaklar. Sen Arapça bilirsin, söyle onlara.. Hindistan'dan bir
Müslüman mihrâce Medine’ye müteveccihen yola çıkmıştır, kılına halel
getirirlerse, en şiddetli cezâlara çarptırır, topa tutarım, asar keser, hepsini
perişan ederim. Böylece bilsinler," demişti.
Bu
tehdit, asla yerine getirilmesi mümkün olmayan bir gözdağı idi ki zâten
kendisini sevmeyen bu çöl adamlarım büsbütün çileden çıkartıp, belki yapmayacaklarını
da yaptıracaktı.
Paşa,
acaba hangi askerî birliklerine, hangi topuna tüfeğine dayanarak, asarım,
keserim., demek hatâsını işliyordu?
Ertesi
gün bedevî şeyhleri Paşanın taşlığında toplandıkları zaman Medîne Muhâfizı'nın
haşin tâlimâtı, Ken’an Rifâî'nin ağzında bambaşka bir tad ve ifâde kazanmıştı:
Muhâfız
Paşa Hazretlerinin hepinize selâmı var. Gözlerinizden öptü. Göreyim
evlâtlarımı., gelecek mihrâce ile kâfilesinin, çöllerden sâlimen geçmelerini
temin etsinler. Hindistan, İngilizlerin himâyesinde olduğu için mihrâceye
gelecek herhangi bir zararı, bedevilerimizin yanına koymazlar. Onun için
evlâtlarımdan, misâfirlerin emniyet içinde gelip gitmelerini isterim.
Bu
yumuşak ve ricâ yollu îkâz, kabile reislerini öylesine teshir eyler ki; fevk
ale'r-re's, fevk ale'rre's.. [Başüstüne, başüstüne..] diyerek çekilip giderler.
Mihrâce
de, hâdisesizce ziyâretini yapıp memleketine döner.
Bir
ara Mekke'ye de gidip Beytullâh'ı tavaf eden Ken'an Rifâî dört senenin sonunda,
Hak kapısının anahtarı olan anacığı ile, aynı deve üstünde yola çıkar.
Besteleri de güfteleri de kendisinin olan İlâhîlerini kasidelerini, benzeri
olmayan sesiyle okurken, deve, başını geri döndürerek, şugutufun içine sokarcasına
yaklaştırarak hem dinler hem de yol alır. Bu otuz günlük yolculuk, Şam'a kadar
sürer.
Artık
arkada mahzun bir Medîne ve ezelle ebedin kucaklaştığı bu diyardan adım adım
uzaklaşan, uzaklaştıkça da iştiyâkı artan iki Hak âşıkı yolcu vardır.
İSTANBUL
Nihâyet
tekrar İstanbul.. Erkek Muallim Mektebi Fransızca Hocalığı, Tedkîkât-ı İlmiye
Encümeni Azâlığı, Dârüşşafaka
Müdürlüğü,
Meclis-i Maârif Âzâlığı..
İkinci
defâ Medîne-i Münevvere’yi ziyâret.. Emeklilikten sonra ise, Fener Rum
Lisesinde onüç sene Türkçe hocalığı..
İstanbul’a
yerleştikten sonra kendi konağının bahçesinde ve yalnız kendi imkânları ile "Ümmü
Kenan" adını taşıyan dergâhın inşâsı..
Nihâyet
bu irfan ocağında Mesnevi takriri, güzel sözün, güzel sesin, neylerin
kudümlerin, zikir ve semâın müşterek ve içiçe âhengi ile şuûrun, şuûraltına
gönderdiği barış elçileri ile sulh ve sükûna varan insan kafileleri..
Bu,
âyin günlerinin ve ihyâ gecelerinin kanatlarında gelen ne mübârek bir heyecan
ve ne sözü geçkin bir şevk bir cezbedir ki, insanoğluna, iç yüzünün kapılarını
açıp kendi kendini gösterir.
O
insanoğlu ki, evveli bir damla su, sonu da bir leş olduğunu unutarak, dünyâ
misâfirhânesine pürüzler, kılçıklar, hırs ve ayıplar getirmiştir.
İşte
bu şuûraltı eşkiyâsını sindirmekte bir vâsıta olan o meclisler ne güzeldir.
Ammâ, âdemoğlunun yalnız o güzel ses, şevk ve tarap basamağında kalmaması,
bunların ancak, bir ökse olduğunu bilmesi gerektir.
Zikir,
semâ, saz ve sözün avladığı insandan beklenen, kendini bilip nefsini
temizlemek ve Muhammedi ahlâk ile zırhlanmak değil midir?
Müşahhas
bir makama ikrar veren müritten istenen işte budur. Prensiplerini yaşamak,
dünyâ sahnesindeki kesret içinde vahdeti seyredip Hakk’ın birliğini bu çokluk
âleminde seyr eylemektir.
Ammâ
rehberi aşk olana bu ne denlü kolay ise, muhabbet yoksulu olanlara da elbette o
kadar güçtür.
Ken’an
Rifâî'nin eserleri Muktezâ-yı Hayat, Camille Flammariondan tercüme Dünyânın İnkılâbı, Rehber-i Sâlikîn, Tuhfe-i Ken'an, Ahmede'r Rifâî,
İlâhiyât-ı Ken'an ve
bir cild Şerhli Mesnevî-i Şerîf olmak üzere dördü te'lîf, altı kitaptır.
Fakat O'nun asıl eseri, insanlardır. Bütün ömrünce ve bütün samimiyeti ile, acz
ve yokluk bâbında kalmış, fâili, mevcûdu Hak bildiğinden, etrâfındakileri de bu
tevhit cennetinin birlik ve huzûruna dâvet etmiş ve getirmiştir.
Ululuğun,
rehberliğin şâm, insanoğluna hakikati göstermek, doğruyu söylemek, birliğe ve
gerçeklere çağırmak değil midir?
Ammâ,
her asırda ve her devirde, hakikatleri Ebû Bekir'ler görmüş, onlar inanmış ve
icâbet etmiş; Ebû Cehillerin ise, ne basiret gözleri açılmış ne de kulakları
mânevi sağırlıktan kurtulmuştur.
Niyâzî-i
Mısrî:
Halk içre bir âyîneyim
Herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün
Ger yahşi ger yaman görür
dememiş midir?
Herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün
Ger yahşi ger yaman görür
dememiş midir?
Tekrar
edelim: Ken'an Rifâî'nin hayâtı içinden alınmış şu birkaç çizgi, yârânın istek
ve ısrân ile yazıl. dı. Yazanın isteği ile değil.
Yüce
Mevlânâ nın buyurduğu gibi, güneşi de yere indirseniz ancak anlayacak olan
anlar, inanacak olan inanır vesselâm.
***
http://www.cemalnur.org/contents/detail/semiha-cemal/3
Kalem,
Dostun kapısını çalmadan evvel, bu kapının bir ezel ve ebed nasiplisinden
kısaca söz etmek istiyor.
Anlaşılması
kadar anlatılması da müşkülden müşkül olan bu müstesnânın adı, Semîha
Cemâl'dir. O, hayâtına riyâ, fesat, nifak, sahtelik ve ikilik girmemiş bir
insan; sevgisinde samîmi, kararlarında metin, sözlerinde ihlâslı, kendi
kendisine ve cümle âleme karşı dürüst olan, sanki bir mücerret ruhtu. Baş
koyduğu yolda da, sürçmeden, düşmeden, vecd ile yürüyerek, dünyâ köprüsünü
süratle geçip gitti.
Semîha
Cemâl, 1906-1936 yılları arasında yaşadı. Çok akıllı, çok zekî ve çok da
güzeldi. İstanbul Dârülfünûnu'ndan mezun olduktan sonra, Çapa Kız Muallim
Mektebinde sekiz sene psikoloji okuttu. Eflâtun Külliyâtı ile, Marc Orel ve
Epictet'i tercüme etti. Ölümünden sonra derlenen, Gül Demeti isimli bir de
nesir kitabı vardır.
Ammâ
mühim olan, onun meslek ve günlük hayâtı değil, gönül ve ruh zenginliğidir,
Dostun, mânâ dostluğu halkasına girdikten ve onun hikmet, irfan ve muhabbeti
içinde varlığını erittikten sonra, namsız nişansız bir vücutla bâkîlerden
olmak bahtiyarlığına ermiş bulunmasıdır.
***
Gerek
ana gerek baba tarafından temiz ve asil bir âileden geliyordu. Mizaç îtibâriyle
kolay ve yumuşak bir çocuk değildi. Dadısı, bacısı hırçınlıklarından çâresiz
kaldıkları zaman, onu, ancak merhametini tahrik ederek yatıştırırlardı. Zira
küçücük yaşından beklenmeyen bir şefkat ve acıma duygusu, coşmak için bahâne
arardı. Meselâ herhangi bir şeye kızıp uzun uzun ağlar olduğu zamanlar: "Susmazsan
ben de bebeğini döğerim" tehdidini savuran dadısı, hemen yumuşayıp,
ağlamayı keseceğini bilirdi.
İlk
gençlik yıllarında ise, gurur ve kibir, yanından ayrılmayan iki arkadaşı gibi
idi. Zirveleşmiş bir üstünlük duygusu içinde, etrâfina tepeden bakar,
pâyelenmekten büyük zevk duyardı.
Ne
ki, onu bu duygu çizgisine getiren sebepler pek de küçümsenecek ölçüde değildi.
Öyle ki, taşkın zekâsı ve akıl almaz irâdesi karşısında, değil yalnız âile çevresi,
hocaları dahî hayranlıklarını saklayamazlardı.
Babası,
arkadan arkaya: "Bu kız allâme..." derken, hocaları: "Mûcize
çocuk" diyorlardı.
Bilgisi
kadar, gurûru ile de tanınan Sâlih Zeki Bey gibi bir yüksek matematikçi için o,
dâhî çocuktu.
***
Ammâ,
günün birinde, nasıl oldu ise oldu ve Semîha Cemâl, Dostun varlığı ışığı
altında kendi kendini görüverdi. Böylece de, o zamâna kadar bağlanmış bulunduğu
kibirlerinin, gururlarının, şöhret kaygılarının, sanki arslanı görmek için
başım kaldıran karıncalar misâli, ezilmeğe mahkûm zaaf kırıntılarından ibâret
bulunduğunu fark eyledi. Onun akıllı başı ve uyanmaya teşne gönlü, bunu
öylesine derin bir îmanla anlayıp tasdik etti ki, insanı insanlığından
utandıran bütün nefsânî bağ ve alâkalarını, gerçek değerlerin ayaklan altına
atıverdi.
Semîha
Cemâl, geçmiş zamânının muhâsebesini yapıp hesâbını dürdükten sonra, yerlerde
kaynaşıp sürünen o karınca misâli, zaaflarına ara ara parmak değdirip,
geçmişinden söz eder ve: "Eskiden herkes tarafından takdir edilip
bilinmek, beğenilmek isterdim," diye, âdetâ geçmiş günlerine şaşarak
bakmaktan ve esef etmekten geri kalmazdı.
Şu
da var ki, gerek tahsil gerek meslek hayâtında ve gerek iş arkadaşları ve hattâ
yakınları çevresinde bile, nice canını yakanlar olmasına rağmen: "Bana yapılan
muâmelelere hep müstahak oldum," demek sûretiyle, acılarda da tatlı
çeşnisi bulmak kemâlini gösterirdi.
Doğru.
Acı duymuyor, kin tutmuyordu. Âdetâ, hissi iptâl edilerek ameliyata alman
kimseler gibi, içine gark olduğu mânâ lezzeti, onu dünyâ elemlerinden öylesine
uyutmuş, öylesine kesmiş bulunuyordu ki, kötülük neşteri, kendisini şevk ve
cezbe kılıfı içinde emniyete almış bu insana tesir edip zahmet ve acı vermiyordu.
Onun gıbta edilecek bir olgun tarafı da, kendi kemâlini görmemesi, inanıp
beğenmemesi, bu yüzden de, ileriye doğru, devamlı hamle yapmak ihtiyâcını
duyması idi.
Bir
yazısında da bu duygusunu şöyle ifâde ediyor: "İnsanda, hakka ve
hakikate benzemeyen bir hissin mevcûdiyeti kadar müthiş ne vardır? Hâlâ bende
de, bir varlık kokusu var mı? Sırasında, taş da demir de yanarken, ben neden bu
hâldeyim?"
"En
çok nimetlere nâil olan ve en az, bu ihsanlara lâyık olan o varlık hâlâ
mevcûdiyetini silememişse, o, her şeyden sefildir. En büyük sefâleti ise,
benliğidir. Kulaklarımı, gözlerimi, bütün mesâmelerimi, cisim ve rûhumu
kaplayan İlâhî kudret içinde, hâlâ mı: Ben! diyen bir sedâ mevcut?
Yâ
Rabbî! Onu ez, yok eyle!"
Semîha
Cemâl'in varlığına el koyan Dost, bir anda onu beşerî kayıt ve zaaflardan pîr ü
pâk eylemişti. Sanki o bir ağaçtı da, Hakkın cezbesi eli ile silkelenmiş,
çürük ve ham ne varsa, göz açıp kapayıncaya kadar dökülüp gitmişti.
Semîha
Cemâl'in şânında söylenmiş şu birkaç sözle onu anlatmış mı oldum? Asla.
Bu
insan güzelinin, bu ruh saltanatlısının hayat çizgisi, el değdirilemeyecek bir
ateştir. Hangi tarafından tutulmak istense, başı, ortası, sonu dile gelip "Vazgeç,
başlama yanarsın!" der.
O,
bir mânâ sultanı idi. Hakikatlerin ayağı altına atıp ezdiği karıncacıklarından
artık eser dahî kalmamıştı. Ammâ, gene de kemâline inanmıyor, daha da
törpülenmek, cilâlanmak istiyordu.
Eskiden,
göz önünde olup beğenilmeğe ne ölçüde tutkun idi ise, artık görünüş ve
gösterişten, düşmandan kaçar gibi, gizlenmeği bilmiş ve sultanlığının mânevî
berâtını, aşırı bir titizlikle, yârdan da ağyârdan da, saklamayı başarmıştı.
Onun için, bu mücerret rûhu, pek kimseler görmemiş, tanıyamamıştı.
Tanıyamazlardı.
Zîra o, namsız nişansız olmanın yüceliğine ermiş, karıncalan, gerçeklerin ayağı
altına atmanın şâhâne zevkini tatmış bir ulu idi.
Dostun
eserleri insanlardı. Karşısına aldığı istidat sâhiplerini, bir cevâhirci
hüneri ile işleyip, her birinden âbideler vücûda getirmekte tekti, eşsizdi.
Tezgâhında
sûret ve mânâ değiştirenler kafilesi içinde ise, muhakkak ki Semîha Cemâl, bir
şâheserdi. Hem de safvet ve derûnî azametine, meleklerin gıbta ettiği bir
şâheser, bir muhteşem âbide.
Miyânemizde
bir keremli Dost var. Toprağın üstünde de olsa, altında da olsa, her zaman
rehber, her zaman yâr-ı vefâdâr...
***
O,
kime yâr değil ki?.. Kendisini tanıyıp sevmek bahtiyarlığına erenlere de...
tanımayıp ulu orta çekip çekiştirmek tâlihsizliğine uğramış olanlara da...
Herkese,
bütün yaradılmışlara yâr-ı vefâdâr... her zaman keremli, her zaman rehber...
Şu
anda kalem, bu merd-i meydanın, bu keremli, bu saâdetli Dostun, hem müşkülden
müşkül hem de ucu bucağı bulunmaz katına doğru çekine çekine, korka korka adım
atmak istiyor.
İstiyor
ammâ, kendi sırlarıyle örtülü o Ulunun dünyâ içindeki dünyâsına nüfuz
etmekliğin, dağları delmekten, göklere uçmaktan, denizlere hâkim olmaktan da
güç bulunduğunu bilmiyor değil.
Ne
ki, hangi fetih, hangi zafer kolaydır? Hangi yüceliğe, güçlüklere katlanmadan
varılır? Güçlükler, kazançların bedeli değil midir?
Kalem,
biliyor ki, yollar aşıp onun sevgi ve îman ile sağlama alınmış kapısına uğramak
bahttır, bahtın tâ kendisidir. Şu hâlde, güçlüklerde şeker lezzeti bulmak,
insanoğluna güç gelmemeli, güç olmamalı...
Onu
istemek, onu görmek, onun hâli ile hâllenmek, işlenebilecek işlerin en güzeli,
en doğrusu. Allâh'ın "işle!" dediği buyrukları zincirinin varıp dayandığı
mânâ kapısı değil de nedir?
Kim
demiş o bilinmez... diye? Bilinir, Ammâ, ona âşinâ olabilmek, gözlere
bahşedilmiş bir imtiyaz değildir. Bu bahşâyiş, ancak, varlık ve benlik
perdelerini yırtmış gönül gözünün kârıdır.
Ne
ki, benlik devini yenmiş olmak vehmi, belki de benliğe düşmenin bir çeşididir.
Hikâye
şu: Günlerden bir gün, şu an, elinde kalem tutan kadına, tâ uzaklardan bir
mektup gelmişti. "Senin, bir Hak Dostun varmış. Onu bana anlat!"
diyordu.
"Anlatamam,
zîra insanoğlunun idrâki onu kavramaya yetmez!"
deyip susmak yerine, zavallı, haddini bilmez kalem, bir şeyler yazdı da yazdı
ve gene bir gün, Dostun: "O nedir, ver bakayım!" demesi
üzerine, kâğıtları uzattı.
Sahîfeler,
Dostun elinden bir bir geçerken, çehresi de üzüntüye benzer, hoşnutsuzluğa
benzer çizgilerle bulanıyordu. Nihâyet okuyup bitirdiği kâğıtları, samimî bir
karar ve tehevvüre benzer bir ciddiyetle, yırtıp sepete atarken:
"O,
bir hiçtir! diye yazarsın" dedi ve hemen arkasından da, bir ruh
tabibi dikkati ile:
"Yoksa,
bunları yazmakla: Bak benim nasıl bir hocam var! diye öğünmek mi
istiyorsun?"
teşhisini koyarak, asla ve aslâ tahammül edemediği benlik heyûlâsına en ağır
darbeyi indirdi.
Bu
uyarıcı hâdiseden otuz beş sene sonra, nasıl oluyor da, kalem, gene onun
şânında dile geliyor? suâline şimdi kim cevap verecek?
İnsanoğlu,
günâhı kadar cehennemde yanarmış. Kuldan hatâ, Allah'tan af ve atâ... Affet
beni Allâh'ım!
Âdem'e,
memnû meyveyi yeme! dedin, Ammâ o gene yedi.
Yedi
ve lâkin, Şeytan gibi: Sen yaptırdın! demedi. Bu bîçâre kaleme de, o dayanılmaz
şevki veren sen, günahkâr olan ise, odur Allâh'ım!
Dost,
sanki bir münâdi idi. İnsanları, tevhidin getirdiği ulvî ve ölümsüz hasletlere
dâvet etmekten bıkıp usanmıyordu.
Ammâ
bu seslenişi, dünyâdan birşeyler istemek ve almak için değil, sâdece vermek
içindi. Zîra o, âleme, almak için değil, vermek için gelmiş bir müstesnâ idi.
Hem
de, ne alanların kazancından bir faydası, ne de alamayanların mahrûmiyetinden
bir ziyânı vardı. Öyle iken, küçük hesaplara girmek nedir bilmeden, veriyor,
yalnız veriyordu.
Sevgisi,
îmânı, bilgisi, hayat üslûbu ve dünyâ görüşü, sanki yağmalanmak için ortaya
dökülmüş bir gazâ malı idi. Bütün sermâyesini, ömür boyu, mezat etmeğe
doymayacak olan Dost, verdikçe veriyor, cömertliğine hudut, ölçü olmuyordu.
Bu
dâvetçinin sesine kulak tutanlar, ondan korkmuyor, çekinmiyor, ürkmüyor,
dertlerini, dâvâlarını, sevinçlerini, kederlerini, bu Hak terâzisinde tartıp
her birine değerinden fazla bahâ biçmemeği öğreniyorlardı.
Okka
çekmeyen sevinçler, gözyaşına değmeyen kederler, doğruyu söyleyen aynalar gibi,
o rast konuşan terâzide, hakîkî değerini belli ediyor, fazlalıklar atılıyor,
eksiklikler tamamlanıyordu.
Dost,
cümle âlemin dostu idi işte. Herkese dağıtılmak üzere bekleyen şefkat ve
muhabbet bereketleri vardı. Ona, gönülleri keşkülünü uzatanlar, bu mîrî maldan
nasiplerini alarak geçip gidiyorlardı.
Bu
eşsiz yağmadan hisselerine pay düşenler ve çağrıldıkları tevhit ocağında
konuklayıp, yolunda yollanan, huyu ile huylananlar, o olamasalar bile, ona
benzer oluyorlar, ondan bir nişâna, bir iz ve esere sâhip bulunuyorlardı.
Öyle
ki, Dostun ismet ve îman çizgisinin yolcuları, hisselerine düşen mânevî payla,
ihlâslı, iffetli, sabırlı, ferâgatli, fedâkâr ve çalışkan oluyorlardı.
Dostun,
insanlarda gizli ve gömülü kalmış istidat ve güçleri, uyandırıp açığa çıkararak
işler hâle getirmedeki üstün sezgi ve mahâretinin bir benzeri yoktu. Belki
sâhibine dahî mâlûm olmayan, tohum hâlindeki derûnî kuvvetleri, zorlamalara,
tazyiklere başvurmadan, sevgi ve îman kıvılcımı ile uyandırıp, meş’ale hâline
sokuyor, böylece de, nice uyuklayan iç kuvvetlerden âbideler meydana getirerek
beşeriyete hediye eyliyordu.
Uzun
seneler, karşılıklı güven ve müşterek inançlar içinde hâlleşip sohbet
ettiğimiz ve gene, birlikte çalıştığımız bir arkadaşımız vardı: Nihad Sâmi
Banarlı.
Bir
gün, söz arasında: "Günlük hayâtın en basit hâdiselerini dahî değerlendirip
mânâlandıran iki büyük velî gördüm: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Ken'an
Rifâî..." demişti.
Bu,
son derece ölçülü ve gelişi güzel konuşmayan, fazlına ve faziletine güvenilir
dürüst adamın teşhisi çok isâbetli idi.
Evet,
Dost buydu. Şahsî endîşeler, alâkalar, çeşitli dünyâ boğuntu ve ihtirasları
içine sıkışıp kalmış insanoğluna, hayâtın dili ile seslenerek uyanmağa çağırıyor,
böylece de, menfî taraflarını silkeleyip dökmeğe teşvik ve dâvet ediyordu.
O,
insanı, kendinden habersiz, âtıl ve gafil bırakmanın, cemiyete karşı işlenmiş
bir günah olduğunun takdiri içinde idi. Bu yüzden de, kütleyi muvâzeneli,
muhâsebeli, kontrollü ve yüksek voltajlı bir enerji kaynağı olarak görmek
istiyordu.
Ammâ,
bu işte, insanı bir şuûrsuz malzeme gibi kullanmıyor, yetişme ve terbiye
ameliyesinin mes’ûliyetli adımlarını, bizzat insanın kendisinin atmasını isteyerek,
gayreti ve karârı, karşısındakine bırakmakla, şahsiyetleri avucu içine alıp
ezmiyordu.
Onun
için de, çevresinde yetişenler, kendi kendilerinin efendisi denecek, olgun,
seviyeli ve kifâyetli kimseler olarak, cemiyet saflan arasına, dağılmış bulunuyorlardı.
Zîra Dost, kılıcın iki yüzü gibi olan madde ile mânâyı, biribirinden ayırmıyor
ve insanı, vâr olmanın asâletine yakışan bir ruh düzeni içinde mütâlâa ederek,
ona göre hazırlıyordu.
Dostun
kütleleri tevhit anlayışında birleştirmek ve uyandırmak yolunda kullandığı
harç, sevgi ve îmandı vesselâm.
Hak
ve hakikatin geçmişi, geleceği olmadığı hâlde, zaman içinde, insanoğlunun dili
söyleyeli, hele eli kalem tutalı beri, mâzînin muhteşem gerçeklerini küçümsemekten
kurtulamamıştır. Bu yüzden de, onlardan daha üstününü dile getirip, kendi
zihin ve ruh verimlerini, yeni kalıplar içinde ortaya sürmekten vazgeçmemiştir.
Geçmeyecektir de.
Ne
yazık ki bu yazılıp çizilen veyâ söylenip geçilenler, sırasında, asırların
arkasındaki hakikatler gibi yapıcı çehreli olmayıp, kütleleri şaşırtan,
dalâletlere, gafletlere, karanlıklara, süfliyet ve çirkinliklere iten günahkâr,
yıkıcı sesler olmuş ve olmakta bulunmuştur.
***
Mâdemki
insanoğlu, geçmiş zamanların beşeriyete istikâmet vermiş hakikatleriyle
yetinmiyor, onun için de, doğru iğri, (eğri) bir şeyler yazıp söylemekten geri
kalmıyor; şu hâlde elimizdeki kalem de susmasın. İğri konuşanları, sapıklıkları
ile başbaşa bırakıp, doğruların doğrusundan söz etsin ve insanları sevmiş,
acımış, yol göstermiş, affetmiş, şefâat eylemiş, merhametini, şefkatini
esirgememiş olan Dostun beyânında yollara düşsün.
Bu
çetin yolculuğa çıkmış olanın korkup titrememesi mümkün mü? Elbette korkar.
İşte kalem de korkuyor; ammâ gene de, düşe kalka, o başı sonu olmayan, gecesi
gündüzü bulunmayan Dost bağının çitleri etrâfında dönüp dolaşmaktan
vazgeçmiyor. Allah da vazgeçirmesin.
***
Bize
onu târif et! demişlerdi. Dememiş olsalardı da, gene haddini bilmeyip şahlanan
kalem, durmayacaktı, zira kıyâmetler dahî geçse, âlemlerin Dostuna, ödenmez
bir borcun yükü altında bulunuyordu.
Birkaç
satır, kırık dökük bir iki kelâm, bu altından kalkılmaz ağırlığın karşısında
bir kara mangır güçsüzlüğünde olsa da, insanlara, sözü, sazı ve hayâtı ile
örnek vermiş olan Dost’tan söz açarak, onu, kelimelerin hapsine sokmak
cesâretinde direnecek, bu mübârek suçun suçlusu olmaktan kurtulamayacaktı.
Ammâ
dilerim ki kalem, aczini bilsin, öğrendiklerini yanlış aksettirmekten, yolunda
izinde sürçüp düşmekten, verilen emeklerin nankörü olmaktan korksun. Bu
kalem, hiç değilse, onun yonttuğu gibi kalsın "Belî" denen ezel ahdi
sadâkati üzre durup edebi taşırmasın.
O
kadar ki, Dost'a hoşnutsuzluk verecek bir çift söz dahî edecekse, râzıdır,
şimdiden kırılıp bir köşeye atılsın.
Ne
söyleyecek ne yazacakmış bu bîçâre kalem?
Eğer
Dostun ezelle biliş tutmuş alış verişinden, seyreylediği ruh iklîminden ve mânâ
seferlerinden sır çalmak niyetinde ise, buna ne gücü dayanır ne tâkâti yeter.
Beşer
idrâkinin fethedemediği bu esrar kapısını çok kurcalayan olmuş, ammâ, hemen hiç
kimseye, orada cevelân nasip olmamıştır.
Eşiğinde
kalan niceleri de: Gördük, bildik, öğrendik, olduk!... diye kendi kendilerini
avutmuş, oyalamıştır.
Dostun
menzili, herkesin uğrağı olabilir, Ne ki, her ayak atanın mâlûmu olmaz. Onun
kapısına, çâresizlik ve acz ile varılır. Zîra çâre, çâresizliktedir.
Sebeplerden ümidini kesenin, yüz döndürdüğü mihrap, Hakk'ın inâyeti
kıblesidir.
Yokluk
varlığı, varlık da yokluğu getirici olduğu gibi, çâresizliğin vardığı durakta
da, derman ve çâre vardır. Zîra çâresizin ayaklan, akıl ve mantıktan değil,
teslimiyet ve gönül yanığmdandır.
Evet,
kalem haddini bilsin de, mânâ göklerinde kanat çırpan Dostu seyrânında bırakıp,
onun cümle âleme âşikâr eylediği, hak ve istikâmet üzere ayarlı, saf, lekesiz
ve birlikçi dünyâ görüşünden, hayat üslûbu ve insanlık anlayışından ufak ufak
çizgiler vermekten ileri geçmeğe kalkışmasın.
Dünyâ
ile insana ikiz kardeşten başka ne denir? Zaman zaman, insan hasta olur da
dünyâ olmaz mı?
İşte
nicedir, bir düşünce ve his illetine müptelâ olup, kâbuslar içinde sayıklar
hâle gelen dünyâ ve dünyâ ile çifti olan insanoğlu, hayattan hikmet ve irfânı
koğmak gibi derin bir gaflet hastalığına yakalanmış bulunuyor. Onun için de,
ruhla beden biribirlerini tanımaz, hattâ çekişir ve tepişir olmuşlardır. Bu
yüzden de, saralı cemiyetler, gözleri dönmüş kütleler, nereye gittiklerini
bilmeyen insanlar, gök kubbe altında üredikçe üremiş, türedikçe türemiştir.
Bütün
bu hezeyan ve buhranlar, biribirleri için yaratılmış çiftin aralarının açılmış
olmasından gayrı neye atfolunabilir?
Bu
anlaşmazlığa düşüp ters istikâmetlere giderek yolunu kaybeder olan insanoğlunun
derdini gören de var. Ammâ, yalnız görmek, yalnız teşhis, neye yarar? Hastalığa
devâ gerek. İnsanlar ise ondan bihaber.
Bugün
dünyâ da, insan da buhran içinde sayıklamakta. İçine gömüldüğü gafletli
rüyâdan uyanması gerek.
Kim
uyandıracak?
Madde
ile rûhun ellerinden tutarak biribirleriyle barıştırıp tek kuvvet hâline kim
getirecek? İşte Dost da, başı maddeye gömülmüş olarak gönül körlüğü çeken,
ammâ çektiklerinin de farkında olmayan Âdemzâde'ye onun için, hayâtı boyunca ve
her vesile ile seslenmiş, uyarmış, Peygamber mîrâsı olan ahlâk-ı Muhammedi
devâsı ile dertlerine şifâ sunmuştur.
Sâmiha AYVERDİ
http://www.cemalnur.org/contents/detail/samiha-ayverdi/2
Derleyenler:
SEMÎHA CEMÂL- SÂMİHA AYVERDİ
SEMÎHA CEMÂL- SÂMİHA AYVERDİ
"Dünyâyı mahşer say... Orada, iyilik ve kötülükler nasıl ayan
olacaksa, burada da onları görüp gösterenler eksik değildir.
Dünyâ mahşeri, hem de bir mekteptir; buraya, kendimizi tanıma ilmini
öğrenmeğe gönderildik.
Kendine tarafsız bir gözle bakmağa alış. Başkalarını öz evlâdın, kendini
ise üveği çocuğun say... Eksiklerine de fazlalıklarına da göz yumup tevil
yoluna kaçma.
Rûhunun temizlenmesi için Allâh'ın lûtfunu dile... Ancak onun aşkı selidir
ki, abesleri bir anda sürüp götürür. Yoksa iş, eksik ve fazlalıklarını bir
bir tutup atmaya kalırsa, bitirip tüketmesi güç olur."
***
Şuûraltı
temizliğinden konuşulurken:
"Şunu biliniz ki, asıl korkulacak suç, görünen hatâlarınızdan ziyâde,
kalbi günahlarınızdır. Korkacaksanız bunlardan korkun ve çekinin. Zira derinlerde
gizli kalmış bu kötülükleri, tezine tasfiye edip temizlemezseniz, onlar bulundukları
yeri tefessüh ettirip, âkıbet çürütürler."
"İçini temizle, içini temizle... yoksa, başını eğip susmaklığından ne
fayda? Dudaklarını bağlayıp susacağın yerde, kalbine hüküm geçir. Onu kötü
düşüncelerden, kötü niyet ve dedikodulardan sustur.
Başın önünde dinliyorsun. Ammâ içinde, şeytanlara akıl veren bir fesat
çarkı dönüp duruyor. Bu gürültülü sesten, rûhunun ıztıraplı feryatlarını
duymaz olmuşsun. Bir gün o çarkın dişleri, nen var nen yok, yutacak ve
çırılçıplak kalacaksın.
Gerçi dilin söylemiyor. Lâkin için, yüz dile taş çıkartacak bir
pervâsızlıkla ona buna sataşıyor, şüphelerin, îtiraz, isyan ve fesatlarınla,
olura olmaza dudak bükmenden, rûhun yaka silkiyor. O pâk ve mübârek emâneti
rencide ediyor, küstürüyorsun.
Kalbin temizlenip susmadıkça, dilin sükûtundan, fayda değil belki zarar
vardır. Zîra dil, olmadık bir söz söyleyip kusur da etse, yüreğin doğru ve
temiz ise, korkma... Allah affedicidir. Meydana çıkan günahlar, kalbi çürüten
gizli seyyielerden çok daha çabuk temizlenir."
"İnsanın hamuruna, nur ve zulmet birlikte vazedilmiştir. Yâni beşer,
rûhânî ve nefsânî kuvvetlerin karargâhıdır. Hayır ve şerri birlikte hâmil olan
insan, vücûdu memleketinde nefsânî hırsların esâreti çemberini kırıp kendi
kendisinin emîri olma gücünü kazandığı ölçüde, dünyâ mektebine gelişinin
gayesine erişmiş demektir."
"Zulmetin çocuğu olan yalan, riyâ, nifak, kibir, tamah ve hile gibi,
düşünce ve duygularınızı tepeleyip sevgi, îman, ihlâs, sabır, ferâgat ve
fedâkârlık gibi nûrânî vasıfların bayrağını dalgalandırın ki sizi görenler,
hâl ve şânınızın hayrânı olup, hak ve hakikat sancağının altına gelerek huzur
bulsunlar."
***
"Kibir, hakikatten habersiz olmak demektir. Buz parçasının güneşten
gafil olması gibi.
İşte nefsinin kötülükleri ile donan kibirlinin varlığı da, hakikat
güneşinden bir haber alabilseydi, hemen buzluk, kendisinden gider ve denize
ulaşan nehir gibi, o da hakikat yoluna akıp ulaşırdı.
Hadîs-i Şerifte de: Şerler ve kötülükler bir odaya
kapatılmıştır. Bu odanın kapısı da kibirdir, buyurulur."
***
"Sen şöylesin sen böylesin!... diye medhedildiğin zaman, zem
edilmekten fazla azap duy ve: Bunlar, içimde yer tutmuş günahlarımı görmüyor
ve göründüğümden başka türlü olduğumu bilmiyorlar. Eğer bilmiş olsalar, beni
medheylemeğe kalkışmazlardı. Demek ki, iki yüzlülükten kurtulamamışım. Hiç
değilse, beni, olduğumdan başka görenler hürmetine iyilerden eyle! diye Allâh'a
yalvar."
***
"Mâruz kaldığın kötülükler cânibinden hayra giden bir yol vardır.
Yeter ki o yolu şaşırmayasın ve sonundaki iyiliğe muntazır olmaktan ye'se
düşmeyesin.
Hırpalanmak, kötülük görmek de hoş bir şey mi? deme. Allâh’ın,
sabredicilerle berâber olduğunu unutmayasın ki, beklediğin hayır tez gelsin.
Hırpalanmak yerine okşanmak ve iltifat görmekte, belki daha fazla tehlike
ve korku vardır. Ola ki beğenilmek, seni gurur ve kibir gayyâsına düşürür de,
çarpılıp kalırsın.
Onun için, iyiden kötüden, karşına çıkacak olanlara karşı uyanık ve tetik
olup, görünüşe aldanma ki, bu hâdiseler taşından âbideler kurup, kendi
kendinin mîmârı olasın..."
***
'Toprağın, başına inen kazma darbelerinden şikâyete ne hakkı var? Kuyucunun
her kazma vuruşu, derinleşen bu çukurdan çıkacak suya zemin hazırlar.
Mânâda, vuslat olan bu nimete zahmet denir mi?"
"Hani çocukların bir tuğra oyunu vardır. Halka olup otururlar.
Etraflarında dolaşan ebe, bunlardan birinin arkasına, elindeki tuğrayı gizlice
bırakır. Eğer çocuk, gözünü dört açıp dikkat kesilmişse, bunu hissedip
yakalayarak, ebe olmaktan kurtulur.
Sen de, etrâfında dolaşanın bıraktığı İlâhî emânetten gafil olma ki adın
körebe yazılmasın..."
İşte
bugün de geçti. Allâh'a yarayacak bir iş yapmadım, diyen bir yakınına Dost:
"İntibah, uyanıklık da ibâdettir," diye karşılık verdi.
***
"Huzur ve gönül zevki, rûhun, dünyâ dedikoduları ile kalben
takıntısının kesilmesine bağlıdır.
Nefreti, kîni unut... Elemden kederden gazap ve hiddetten kurtulursun.
Ben misâli iki söyledim. Sen korkma on iki yap! Kurşun işlemeyen bir cisim
gibi, dünyâ okları, üzerinden dökülüp geçsin. Ne yaralanır ne de acı
duyarsın."
***
"Kuvvet, kuvvet...
Hakk'ın kudret ve kuvvetine karşı bizim kuvvetimiz, âdetâ bir vehimdir.
Dünyâda mutlak kuvvet, yalnız Allâh'a mahsustur. İnsandaki cüz'î kudret,
güneşin kursuna kıyasla, yeryüzünde sürünen işik zerreleri gibidir.
Zaman, bu îtibârî kudret ve kuvveti bir yandan doğurur bir yandan tahrip
edip yok eyler.
Her kuvvetin mat ve mağlûp olacağı bir zevâl günü ve çöküş ânı vardır. Hiç
kimse, Hakk'ın külli kudretine karşı: Benim! diyemez.
İsterse desin. Bütün varlıkları tahribe memur bir başka varlık mevcuttur.
Kâh ateş suya, kâh su ateşe meydan okur. Asırlar görmüş bir ağaç, balta
sallayan pâzûnun mahkûmu olur. Bir zelzele, bir sel baskını, nice mâmûreleri
yerlerinden koparıp vîran eyler.
Bir güçlünün buyruğu, sûretâ dost olan ülkeleri biribirine düşman edip,
ordularını boğaz boğaza getirerek, oluk oluk kan döktürür. Sonra da, mağlûbun
kurumuş kanları üzerine, gelir, kendi tahtını, devletini kurar.
Ammâ, bakarsınız ondan daha kuvvetli bir başka akıl bir başka güç gelir, bu
tâcı, tahtı ve devleti de ayağının altına alıp çiğner ve yakıp yıktığı
harâbesinin üstüne kendi saltanatını kurar.
Güreş meydanına çıkan cihan pehlivanları, kuvvetleri ile öğünedururken, bir
gün sırtlarını yere getirecek rakiplerinin türediğini görürler.
Gerçi, her zafer, bir kudret ve kuvvetin nişânesidir. Maddeyi emrine alan
insan, bütün muvaffakiyet ve üstünlüğüne rağmen, nefsine hükmedip dize
getirmedikçe, kendi kendisinin efendisi değildir. Böylece de, madde ile ruh
anlaşıp dost olmadıkça, insanoğlu için kemâl ve neticede de huzur nasîbi yok
demektir.
Ancak, cüz'î olan kuvvetini İlâhî olan küllî kuvvetle çift edip onda
eritmiş, böylece de kendini bütünlemiş kuvvete, yer ve gök ehli boyun eğici olur.
Onun için, hakîm âlime değil, âlim hakîme muhtaçtır denilmiştir."
"Namaza dururken: Allâhü ekber... diyorsunuz. Eğer Hakk'ın her şeyden
büyük olduğunu, hâliniz ve fiilinizle de bilip ona göre yaşıyorsanız, evvelâ
kendi varlığınızın büyüklüğünden kurtulmanız îcap eder.
Hakk'ın büyüklüğü karşısında âciz bir ölü gibi olunuz ki, o sizi zinde
kılsın, ihyâ eyleyip kalb hayâtı bahşeylesin. Zîra, ancak kalbi dirilmiş olan
kimse, ölümsüzlük âleminin ebedîlerinden olur.
Aczden korkmayın. Zîra Hakk'a karşı aczini bilmek, küçülmek demek değildir.
İnsan, aczini bildiği ölçüde büyür, değer kazanır, kudret ve tasarruf sâhibi
olur.
Hiç bir şey bilmediğini bilmek, bilgilerin en büyüğüdür."
***
"Neden, en evvel bilinmesi gereken farzı koyup mekruhlarla
uğraşıyorsunuz?
Hakk'ı bilmek farz, dünyânın dedikodusu ise mekruhtur.
Şer kuvvetlerin ve süflî ihtirasların pençesinden kurtulmamış olanların,
ne kendilerine ne de etraflarına faydaları dokunabilir.
Onun için, âleme öğüt vermeden evvel, uyarıcı tokmağı kendi nefsinizin
üstüne vurun. Tâ ki hatâlarınızı ört-bas etmeğe, hele tefsir ve tevîle
kalkışmayasınız.
Vücut kefeni, içinizin cîfeliğini başkalarından örtse de, kendi kendinizi
aldatamazsınız. Aldatmaya çalışmak ise, sizi katmerli günahkâr eyler.
Korkacaksanız, gizli kalmış hatâlarınızdan korkun! Zîra Hakk'ın nazarı, dış
yüze değil, iç yüze, kalbedir.
Ne gece birden çöker, ne güneş birden doğar. Öyle derûnî günahlar da
vardır ki, yavaş yavaş, birike birike kalbi karartıp simsiyah eyler.
Ammâ, ihlâs ve samimiyetle Hakk'a ve hakikate teveccüh ettiğinizde,
zamânınızı ve kalbinizi israf ettiren mekruhlar sür'atle eriyip çözülerek yok
olur.
Zîra Allah, kendisinden üstün bir bağlantı ve dayanağı olmayanın tutar eli,
görür gözüdür.
Zikri fikri Hak olan kimsenin kalb huzûruna kimse el uzatamaz.
Tevhide varın. Allâh'ı birleyende dünyâ bataklığının mekruhları, gönül
cennetine yol bulamaz."
"Sizden, kalbiniz toprağına ekilen tohumların filizlenip yeşermesini
isterim. Meselâ, diyorum ki, kabâhatinizi, hatâlarınızı tefsir ve tevil etmemek
mertliğini gösterin. Boş yere, kendinizi mâzur kabûl ettirmek için uğraşarak
vakit kaybetmeyin. Bu vakti, o hatâların ıslâhına harcayın.
Boş yere... diyorum. Çünkü, her ne kadar, etrâfınıza günahkâr olmadığınızı
kabûl ettirseniz de, Allâh'ı aldatabilir misiniz? O, size sizden yakındır. O,
kalbinizin mâlûm olmayan sırlarını sizden daha iyi bilir.
Hâlisâne ve acıyarak söylüyorum: Onu aldatmaya kalkışmayın!
Farazâ bir kimse, bir elma çalsa, bu hareketini başkalarından
gizleyebilir. Fakat böyle bir suç işlemediğine kendini inandırabilir mi?
Hesap gününde de, içinizi kirleten kinleri, intikam, fitne ve fesat yollu
duyguları, yâhut da, yaktığınız canları, yediğiniz hakları inkâr edip: Ey benim
Allâhım... bu kötülükleri ne düşündüm ne de yaptım! diyebilir misiniz?
Şunu da bilin ki, bugün, o hatâlardan rücû etmeniz için size fırsat
verilmiş bulunuyor. Bâri bu pişmanlık mühletini kaçırmayın; açık duran af ve
gufran kapısından içeri girin!"
***
Odadaki
kediyi dışarı çıkarmak için kapı önüne gidip, sanki elinde, verilecek bir
yiyecek varmış gibi: Pisi pisi... diye hayvancağızı çağıran kimseyi şöyle ikâz
ettiler:
"Elinde verilecek bir şey varsa çağır. Yoksa, varmış gibi yapıp
aldatma!"
Değil
insanların, hiç bir mahlûkun aldatılmasına tahammülü olmayan Dost, sahtekârlığa
ve yalana, en basit hâllerde dahî tahammülü olmadığını her vesîle ile
göstermekten geri kalmamıştır.
"Riyâ, gâfil ve câhil kişi kârıdır. Hak'tan gayri mevcut ve fâil
olmadığını bilen, kime karşı riyâkârlık eder? Allah aldatılır mı? Yaradanı da
yaradılmışı da aldattığını zanneden, kendi kendini aldattığının farkında
olmayan, nâdan ve gâfil kişidir."
"Şu dünyâ seferinde payınıza düşen aziz ömrü heder etmek revâ mı?
Siz, hâlimin ve emeklerimin sahîfelerisiniz. Bir ters tutumunuz, döner bana
gelir. Filânın talebelerine bak... nasıl da bu işi yapıyorlar?... dedirtirseniz,
ahvâlim kitabının yapraklarını lekelemiş olursunuz. Onun için, yüz ağartacak
hasletlerde konuklayıp karar edin.
Boğuşacak düşmanı yanlış intihap etmeyin! Kanı dökülecek düşman,
nefsinizdir. Onu mağlûp etmek, gerçeklerle aranızı açan uçurumları kaldırmak
demektir.
Hocanızı, bu yolun elifbâsı ile daha fazla uğraştırmayın. Basit ahlâk
derslerini mahalle mektepleri de öğretir. Beni, çocuk işleri ile yormayın.
Önüme, okumuş yazmış olarak gelin ki size Hak ve hakikatten söz edeyim.
Karşımda, emeklerimi aksettiren aynalar görmek isterim.
Güneşle ay bile, durgun sularda kendini seyreder. Benim de cilâlı ve
safâlı gönüller aramak hakkım değil midir?"
***
'Yaşamak nedir biliyor musunuz? Hayat, hayvânî kayıt ve bendlerin
esâretinden kurtularak ilâhî halvetgâhta karar etmektir.
Etrâfınızda dönüp dolaşan kimselerin pek çoğu birer ölüdürler. Çünkü
kalbleri mânevî hayatla dirilmemiştir. Bunları, yaşar görsen de ölü bil.
Sizi, ölümsüz hayâta dâvet ediyorum. Garazdan, kinden, hileden, fesattan
ve insanlık haysiyetini rencide eden her türlü şerden arınmış, pâk ve huzurlu
hayâta çağırıyorum.
İnsan doğduğundan bu yana, kaç kereler ölmüştür. Dünkü hücreleri bugün
eskimiş, ölüp tekrar yenilenmiştir. Düşünce ve duygularda da aynı devr-i dâimin
hükmü işler durur.
Eskimek, değişmek, ölüp dirilmek, bir yaradılış kânûnu olduğuna göre, bu
tahavvülün istikâmetini, müsbete ve kemâle çevirin ki, hayattan beklenen
maksut hâsıl olmuş olsun.
İnsan, nefsinden öldüğü miktar hayat bulur. Onun için, sen de kendini nefs
denen zindandan halâs et ve ölmekten korkmaz ol... Hele bir kere öl de, bu
ölümün içinde nasıl sonsuz bir hayâtın gizlenmiş bulunduğunu göresin.
Asıl korkulacak ölüm, sevgi, îman ve tevhitten mahrum olan kimsenin
huzursuz ve kupkuru hayâtıdır."
***
Hadis: "İnsan, ne hâl üzere ölürse o hâl üzere haşrolacaktır. Yâni,
fikri, zikri, niyeti ne ise, haşrı da onunla olacaktır."
***
Dost’un
mânevi evlâtları arasında bulunan bir profesör doktor vardı. Temiz, dürüst,
güvenilir insandı. Karşılaştıkları bir gün, ona şunları söyledi:
"Biz, tanıdığımız, tanımak veyâ bilmek istediğimiz seni, tavırları,
hareketleri ve bütün hâlleri ile, Allâh’ın rızâsına uygun hasletlerde ve her an
için, ölüme hazırlanmış, kemâlli bir insan olarak görmek isteriz."
***
"Ölüm, bir ömrün sonu, diğer bir ömrün ise başlangıcıdır. Rûhun durup
geçtiği menzillerin ahvâli ise, aklın ihâtasının dışındadır."
"Danışmak, âkil insan kârıdır. Sen de ölümle dost ol. Şeytan, seni bir
olmaz işe sürmek isterse, bu sâdık dosta başvur, ona danış, ona sor, onunla
istişâre eyle.
Halbuki sen bu vefâkâr refikten korkup kaçıyorsun. Bırak, erlik sende
kalsın... nasıl olsa bir gün gelip, herkese yaptığı gibi, seni de önüne katarak
götürecektir.
Aklın varsa, ölmeden evvel ölmenin yolunu ara... ne derdin kalır ne de
dâvân... İşte o zaman, ölümün kadrini bilir, sözünden çıkmaz, eteğinden
ayrılmazsın."
***
"Allah indinde makbûl olan amel, nefse muhâlif olanıdır."
***
"Bunca zamandır şâhit oldunuz. Biliyor görüyorsunuz. Hiç kimse ile
münâzaa ettiğime rastladınız mı? Değil tatsız çekişme ve mücâdeleler, bana
kötülük etmek isteyenlerin dahî dostu ve hayır dileyicisi değil miyim?
Hele bir düşünün... Dünyâ, boş söz ve mâlâyânî ile geçirilecek yer midir?
Bunu biliyorsanız, vaktinizi lüzumsuz işler ve sözlerle ne çalın ne çaldırın...
Asıl mârifet, dünyânın, sonu gelmez dedikodu çalılığından eteğini kurtarmaktır.
Zaman sermâyedir. Onu israf edip hebâ etmeyin?
Lüzumsuz didişmelere girmenin kimseye faydası yoktur. Hakkınızı talep
etmekte dahî, haksızlığa başvurmayın. Dâimâ, münâkaşa ve kavga yerine, tatlı
dili, güzelliği tercih edin. Hakikati meydana çıkarmak vazifeniz olduğu zamanda
da, dürüst olun ve diliniz, haktan ayrılmasın.
Doğruluk şiârınız olsun. Bu yüzden, isterse âlem halkı size aptal desin.
Onların alayları ve dudak bükmeleri, sizi kıracak yerde, zevklendirsin. Bir
gerçeği ortaya vururken, alaya alınmak şereftir. Şunu bilin ki, insan ne
kötülenmekle küçülür ne de medhedilmekle büyür.
Size düşmanlık etmek isteyenlerin dahî hayırlarını isteyici olun. 'Hücum
dâimâ dalgadan gelir. Sâhil ona hiç mukabele eder mi?^Bu kayıtsız
mukavemetten, gün olur deniz de bıkar ve hücumdan vazgeçip durulur.
Vazife îcâbı, îkâz veyâ itap etmek mecbûriyetinde olduğum kimselerin
duydukları teessürden müteessirimdir. Belki bu iş, onlardan fazla bana üzüntü
verir."
***
Dost’un,
himâyesine alıp, yetişmesine, iş güç sâhibi olup ev bark kurmasına âzamî yardım
ettiği bir şahsın nankörlüğü, saklanamaz buudlara erişmekle, âileyi tedirgin
etmiş bulunuyordu. Ammâ bir zaman sonra işleri bozulan bu adamcağıza Dost, en
küçük bir sitemde bulunmaksızın gene el uzatmaktan geri kalmamış, yapmış
olduğu tatsızlıkları bilmezlikten gelerek, onu, düştüğü yerden kaldırmış ve bu
hoşgörücü tutumuna, çevresinden gelebilecek şaşkınlığı önlemek için de:
"Sayısız günahlarımızı affeden Allâh’ın bir kulu olarak, neden bir
suçu bağışlamayayım?"
demekle,
etrâfının muhtemel itirazlarını önlemişti.
Dost'a
dost olamamış ve ona maddî mânevi zararı dokunmuş bir başka kimse de vardı.
"Bu adam hakkında, kalbimde en ufak bir incinme yok... Yapan Hak.
Başka fâil mevcut değil. O, Hakk'ın emrinde bir vâsıtadan ibâret.
Vaktiyle bize küçük bir iyiliği dokunmuştu. Ancak o iyiliğin yâdından başka
bir şey düşünemiyorum ve selâmete ermesini, hayırlar bulmasını temenni
ediyorum."
***
Dost,
şahsına karşı yapılan nankörlükleri unutur. Kendisine ihânet edenlere, sûizanda
bulunanlara dahî merhamet etmekten geri kalmaz. Yapılan kötülükleri derhâl
siler. Hatırlayıp söylediği, dâimâ iyiliklerdir. Her zaman da:
"Allah gafûrurrahimdir. Ben kendi hisseme düşeni yapmak isterim. O da
kendi hissesine düşeni yapsın," demiştir.
***
Kendisine
yapılan iyiliği takdir edememiş bir diğer kimse hakkında da gene bu
anlayışsızlığı kınar tavır takınanlara, Dost şu cevâbı vermişti:
'İster anlasın ister anlamasın, bu beni alâkalandırmaz. Yarın hesap günü
gelecek. Yeter ki ben vazifemi yapayım."
"Herkesin hoşlandığı ve zevk aldığı birşeyler vardır. Ben de neden
hoşlanırım bilir misiniz?
Kimseden nefret ve istikrah etmeyip herkesi hoş gördüğüm, herşeyi sükûn ile
kabûl edip itiraz etmediğim ve herşeye değerinden fazla kıymet vermediğim
zaman, zevkim âlâ dereceyi bulmuş olur."
***
"Bir kimseyi affetmek ve mâzur görmek için, o kimsenin kendisi gibi
duymaya ve düşünmeye gayret et.
Başkasının ayıbını kendi ayıbı, başkasının günâhını kendi günâhı bilen
kimse için, hatâların ve ayıpların hoş görülmesi ne kadar kolaylaşır."
Dostun
ısrarla ehemmiyet verip üstünde durduğu bir keyfiyet de, sözdür. Hani, gelişi
güzel ve ekseriyâ hesâba ölçüye vurulmadan söylenen bir sözün, ateş misâli,
etrâfı yakmasından ve bir tatsızlığa yol açmasından bilhassa çekinir.
"Söz haktır. Ehemmiyet verin, onunla oynamayın. Sırasında tek kelâm,
helâke yol açar, ara bozar, dargınlıklara kavgalara gürültülere, hattâ kana
kıtâla sebep olur."
Dost,
bir yakınma misâfir gitmişti. Yemekte sofraya kapalı bir sahan içinde
bıldırcın getirildi. Sahanda ne olduğunu sorup da, odada bulunanlardan birinin
lâtîfe yollu: İnsan eti! diye karşılık vermesi üzerine, sesini çıkarmayan Dost,
sâdece peynir ekmek yiyerek, bu tatsız lâtîfeyi, hâli ve tutumu ile
cevaplandırmış oldu.
Dost
nezle olmuştu. Buna üzülen bir yakını, duygusunu: Dağa taşa! diye ifâde
edince, canı sıkılarak: "Bendeki kötü bir şeyi, nasıl dağa
taşa gönderiyorsun?" diye karşılık verdi.
"Etrâfınıza yumuşak olunuz. Kırıcılıktan sakınınız! Sözünüzde durmak
îtiyâdını kazanınız. Zîra söz, yemin demektir. Bir kimseye vâdettiğiniz
herhangi bir şey, artık sizin değil, vâdedilen kimsenindir. Vermeyecekseniz
vâdetmeyin, vâdettinizse mutlaka verin!"
Dost,
yemin edilmesinden hiç hoşlanmazdı. Terbiyesinde olan bir kimsenin: Vallahi
ben yapmadım, demesi üzerine: "Sen yemin etmezdin, etmezsin
de," diyerek,
onu, kırmadan îkâz etmişti.
"Ne saâdetli o can ki, kendi ayıbını görüp onunla meşgûl oldu.
Mâlûmdur ki insanın yarısı ayıplık âlemindendir. Bu da, hayvâniyet ve
süfliyettir. Yarısı da gayıplık âlemindendir. Bu da rûhâniyet ve ulviyettir.
Mâdemki nefsânî illetlerin ve hayvânî ahlâkların vardır, şu hâlde bu
hastalıkların tedâvîsi, üzerine lâzımdır. Başın şöyle bir ağrıyacak olsa, ne
yapacağını bilemiyorsun da, iç âlemini yiyip kemiren mânevi hastalıklara neden
çâre aramıyorsun? Ayıp görücü gözü kapa. Bakışlarını, kendi ayıplarının üzerine
çevir. Ahmede'r-Rifâî Hazretleri: "Ben âlemin ayıbını gören gözü kör
ettim," buyurur.
Ayıplayacaksan kendini ayıpla, ağlayacaksan kendi başına ağla. Çünkü senin
ayıpların tependen aşıp taşmış bulunuyor.
Eğer başkalarında gördüğün ayıplar sende yoksa bile, gene de emin olma, hiç
düşünmediğin bir anda, o kınadığın aybm çukuruna düşer ve aynı hatâları
işleyiverirsin. Resülullah: "Bir mü'min kardeşini ayıplayan, ayni hatâyı
işlemeden ölmez," buyurur.
Bir kimsenin hatâsını görmek, bu kusur bende yok... demek olur ki, hâl
lisânı ile, bundan, kendini beğenmek, yâni en büyük günah olan benlik çıkar. Bu
da, şeytânî sıfatların en ağırlarından biridir."
***
"Allâh'ın ihsanları içindeyiz. Her nefes alış verişimizi, bayram
bilmek gerek. Bu nefesleri, yalan dolan, dedikodu ve mâlâyânî ile geçirmek
yazık değil mi? Çünkü nefesler sayılıdır... bu sayı tamamlandı mı, ne beye
bakar ne paşaya... Er kişi niyetine deyiverirler.
Muhâsebeni her nefes yapamıyorsan, bâri yirmi dört saatte bir olsun yap ve
fesini önüne koy da, kendi kendini hesâba çek."
"Kötülük ve öfke damarlarınızı aç bırakarak daraltın ki, şeytan yol
bulup içeri girmesin."
"Allah'tan (Korkmayınız..
Lâ tehâfû... Fussilet Sûresi, âyet 30: "Rabbimiz Allah'tır, deyip
sonra doğru olanların üzerine melekler iner: "Korkmayın, üzülmeyin, size
söz verilen cennetle sevinin!" (derler)"..) tebşirini işitmediğin hâlde, ne kadar emin ve rahat görünüyor, dediler
kodular, sefâhat ve akla hayâle gelmez eğlence ve zevklerle ömür geçiriyorsun.
Bu, yolunu şaşırmış, gaflet perdesi ile gözleri körleşmiş olanların kârıdır.
Mâdemki, Allah'tan: Korkma! hitâbını almamışsın, şu hâlde, kendine, Hak
velîleri süsü verip onların arasında şöhret ve mevkî isteme.
Yüzünü su ile yıkadığın gibi, iç yüzünü de, Allah korkusu ve sevgisi ile yıkadıktan
sonra ortada görün. Arınıp paklanmadınsa, açma, ört yüzünü.
Eğer, ben: (Korkma!) hitâbını duyanlardan değilim, senden korkuyorum
Allâh'ım... diyen saf ve temiz kullardan isen, bu korku, Hakk'ın sana: (Korkma)
hitâbıdır.
Onun için, kork ki korkudan emîn olasın."
'Başkalarının ayıbını söylemekte şiddetle cömert olan dudaklarınız, biraz
da kendi günah ve kendi suçlarınızı söylemek için kımıldasa ya... Ayıp görücü
gözü kapayın ve âleme küsmeği âdet etmeyin. Bir kimse canınızı sıkmış olsa da,
onun iyilik taraflarını arayın!
İnsan, fikr-i sahihten ibâret olduğu için, dâimâ hüsnüzan üzere olarak
Hakk'ın keremine intizar etmelidir."
"Hayırları, iyilik ve güzellikleri yalnız kendine tahsis etmeğe
çabalama ve bunlarda, komşunun da hakkı olduğunu unutma!"
"Kendi kendisi ile sulh yapmış kimse, bütün dünyâ ile barışmış ve
uzlaşmış demektir. Kendisini, kendi başına açacağı nefsânî zararlardan sağlama
almış bu kimseye, bütün mazarratlar ve fenâlıklar, tabiat değiştirerek, hayır
ve iyilik sûretinde tecellî eyler."
"Düşünülüp hatırlanarak alınan tedbirler de takdirin icâbıdır ki, ona
da Cenâb-ı Hak gene insanı âlet etmiştir."
Kayınvalidesinin
aşırı huysuzluk ve eziyetleri altında ezilen bir kimsenin, çâresizliğini
söylemesi üzerine:
"Fenâlık yapmakta olan bir insanın kötü muâmelesine hiç cevap
vermemek, onun daha ziyâde günâha girip, ileride bunun acısını çekmesine
vesile olur. İşte bu sebebi düşünerek ve edebe aykırı olmamak üzere, ona
karşılık ver ki, sen şimdi, o da ileride çekmeyesiniz."
"Vücutta hayat kanalı olan şiryanlar ziyâde gizlidir, derinlerdedir.
Kıl damarları ise, bunlara kıyasla ne kadar sathî ve göz önündedir.
Sen de, can damarlarını gizlemeği, onları, gelebilecek taarruzlardan
korumayı, hiç değilse, tabiattan öğren!
Zîra, mânevî hayâtını idâme ettiren canın, düşmanları çoktur. Onu
nâmahremlerden gizle... selâmet ve kurtuluş, açılıp saçılmakta değil, gizli ve
örtülü olmaktadır.
Öğünmeyi unut. Nîmet sâhibi isen, hasetçilerin gözlerinden saklan...
Bir tehlike karşısında tedbir alıyor, korunuyor, kaçıyor, yaralanıp
öldürülmekten korkuyorsun. Böylece cismini koruyup tehlikelerden geri
çekmekle, rûhunu selâmete eriştirmiş olmuyorsun ki..."
***
"Edep ve hayâ iki kanattır. Bunlarsız mâneviyat göklerine çıkılamaz.
Edep, herşeyi Hak'tan bilmek, fiili de fâili de Hak görmektir."
***
"Sen kalben, fiillerinin mîzânından hoşnut ol da, kim isterse
olmasın... Aşıka sormuşlar: Kimse senin farkında değil... demişler. Cevap
vermiş: Ben de kimsede vücut görmüyorum ki... demiş."
***
"Cezbe buraktır. Ona râkip olarak mânâ âleminde sefer olunur.
Resûlullâh'ın Mîrâc'a çıktığı merdiven de cezbedir."
Asr-ı
Saâdet'teki münâfıklardan konuşuluyordu:
"Ah işte bu en fenâsı! Çünkü hırsız içeride!"
***
"Zaman ne kadar inkişaf etti ve arz ne kadar tekâmül eyledi. Çok
sürmez, yâni arzın ömrüne göre çok geçmez, haydi tekrar taş devrine rücû!"
Muhakkak
ki Dost’un, mizaç husûsiyetlerinden biri de, bilmek ve bildiğini öğretmektir.
Her firsatta:
'Ya istifâde etmeli, ya ettirmeliyim!" der ve
ilâve
eyler:
"Güzellik ve iyiliği, kimde ve nerede görürsen tereddütsüz al!"
Ve
gene:
"Etrâfımdakilerin öğrenmek için gösterdikleri istek, benim öğretmek
için duyduğum hırs kadar kuvvetli değil!"
Onun
için de, Dost'un anlatmak ve öğretmek husûsunda bezginlik duyduğu asla
görülmemiştir.
Dost,
inhisarcılığı ve nefsiliği, muhabbette bile çekemez.
"Kendi hakkında istediğin bir hayrı, bir güzelliği, derun zevkini,
aşk nûrunu, başkaları için de iste ki, tam âşık olasın. Çünkü, muhabbetin
kemâli budur," der ve her güzel sözü, güzel bir davranışı, güzel bir
hâdiseyi, bütün yakınları ile paylaşmak ister. Duyurur, söyler veyâ söyletip
duyurtur.
Hayâtının
seyrini, tâkip edenlerin açıkça şâhit oldukları, onun, zevkini, bilgisini,
aşkım ve bütün varlığım, kütleye bağışlamak husûsunda gösterdiği teşneliktir
ki buna, yaradılışının gaye ve mânâsı demek yerinde olur.
"insanlara, onların haysiyet ve şereflerine hürmette kusur eder,
haklarını çiğnersen, bana muhabbet dâvâsı etme. Zîra bilesin ki beni sevmek,
herkese saygı göstermeğe bağlıdır. Çünkü ben hem benim, hem de herkes!"
Küllî
ve mânevî kudret ve tasarruftan habersiz olanlar, müşküllerinin hâilinden âdetâ
ümit kesmiş olarak: İşimiz Allâh'a kalmış... derler.
Bu
çeşit bir konuşma üzerine:
"Biliniz ki Allâh'a kalmamış bir kâr, onun irâdesinin taalluk etmediği
bir zerre yoktur. Kolay, güç, kuru, yaş, her şey bu irâdenin eşiğini öper de
öyle zuhûra çıkar.
Sen, fâil olarak kendini görmekten kurtulursan, her işin Allâh'a kaldığını
ve ona kalmamış hiç bir iş olmadığını da görmüş olursun."
"Âlem halkı, kendinde bir varlık ve kudret görerek gururlanıp
zevklenir.
Halbuki kendinde vehmettiği kudret de kuvvet de, ona, küllî varlık
tarafından âriyet olarak verilmiştir.
insanoğlu, kendisine bahşedilen bu güçle, bir acz ve kudretsizlik kütlesi
olduğunun şuûruna varır ve benliğini Hakk'ın kudret ve varlığında
eritebilirse, İlâhî kudretle çift olmuş olur.
Böylece de, Hak'la gören, Hak'la duyan, gene onunla söyleyip işleyenin
aczindeki kudret ve kuvvet, ne cihangirlerin buyruklarında ne orduların
toplarında tüfeklerinde vardır."
Nakledilen
bir hikâyede, denize hükmedip tûfan meydana getiren ve postekiye emredip
denizde yüzdüren bir kimse anlatılıyordu:
"İrfâna müteallik sözlerden haz etmeyenler, işte böyle posteki
uçursun, denizleri taşırsın, yeter onlara... zevkleri, düşünceleri bundan
ibârettir. Onlara hikmetten, irfandan, hele tevhitten bahsedemezsiniz, uykuları
gelir.
Halbuki asıl mûcize, asıl kerâmet, kalbleri teshir etmektir, maddiyâta
hüküm geçirmek değil...
Hint fakirlerini duymuyor musunuz? Neler yapıyor, ne hünerler
gösteriyorlar.
İş, kalbleri nefsin pençesinden kurtarıp selâmete çıkarmaktır. Maddeye
tasarruf değil."
"Kerâmet taslama ...Erlik ve kerâmet, acz ve yokluktur. Yok ol! Sakın
Firavun gibi Tanrılık dâvâsına kalkışma!"
"Size Allâh’ın lütfü ziyâde oldukça, sizin de etrâfınıza şefkat,
himâye ve yardımınız ziyudeleşmelidir. Ancak o zaman Hak sizi, lûtuflarına
şükreylemiş kabûl eder."
"Esef olunur ki her hâcetini benden gideren insan, bana sarılacağı
yerde, kendi gibi âciz bir mahlûka yüzsuyu döker, bendelik eyler. Sebebe gönül
verip, sebepleri yaratıcıyı unutur, diyor, Allah."
"Sebepler zinciri ile bağlanıp kalmayın. Sebeplerde kudret görmek,
Hakk'ın kudretine bühtan etmek gibidir.
İnsanları şaşırtıp şirke sürükleyen, aslı görmeyip onun iz ve eserlerine
takılıp kalmalarıdır."
"Lâzım olan, sebepler dikeninden eteğini kurtarmak ve nefsini, acz
makamında tutup, yokluğu sermâye etmektir. Tâ ki mevhum vücut aradan çıksın ve
sözde kalıp özden mahrum olmayasın."
***
"Kulluktan ayrılma ki, insanlık derecesine vâsıl olasın. Nefsinin putu
olan varlıktan ve nefsine kul olmaktan, puta tapar gibi sakın. Hâsılı,
kulluktan ayrılma ki Hakk'ın rızâsında fânî olasın."
***
"Her görülen, duyulan ve yaşanan hâdiseden mânâ çıkarmaya alışınız.
Zira hayat kitabının dili, insanlara hikmet söyleyicidir."
""Kâinat, insan için hazırlanmış bir kitaptır. Heceleyin okuyun.
Bütün mevcudat kelimelerinden cümleler, satırlar çıkar. Hepsi de, birliğin ana
dilini söyler ve sizi tevhide çağırır.
Aslında, bütün o perâkende görünen mevcûdat kelimeleri, hep vahdeti
söylemek için yekpâreleşmiş, tek mânâ hâline gelmişlerdir."
"Sana verilen ömrü, neden dedikodu ve lüzumsuz işlerle tüketiyorsun?
Değerli bir eşyâ bile, ağır bedeller karşılığı ele geçirilir. Sen ise, insan
kisvesine bürünmek şerefine nâil olmuşsun. Bunun için, kime ne ödedin? Bedâva
bulduğun bu emâneti, şimdi mirasyediler gibi harcıyor, döküp saçıyorsun. Bir
hazîne sâhibi olduğun, aklına bile gelmiyor. Eğer biraz olsun düşünmüş olsaydın,
elindeki bu bahâ biçilmez sermâyeyi, kalp akçe gibi olan dünyâ dedikoduları ile
değişmezdin.
Değerini bilmediğin vücut hazînen, bir gün asıl sâhibi tarafından geri
istenecektir. O zaman, kerem sâhibinin karşısına, boş el, kupkuru bir yürekle
gitmekten utanmayacak mısın?"
"Sizce ehemmiyetli olan, uykularınızı kaçırıp gecenizi gündüzünüzü
dolduran, peşinde koşup, uğrunda mücâdelelere atıldığınız, rahatınızı fedâ
eylediğiniz öyle yorgunluklarınız ve didişmeleriniz vardır ki bunlar,
gerçekte, çocuk oyunları gibidir. Derinlerinde beşerî ihtiras ve zaaflar
bulunan bütün o zahmet ve meşakkatleriniz, eğlencelerine ciddiyetle
kendilerini kaptırmış çocukların, tahta parçaları ile ev kurmalarına, çanak
çömlek kırıntıları için biribirleriyle kavga edip döğüşmelerine benzer.
Onların mâzeretleri, çocukluklarıdır. Ya büyüklerinki?
Ammâ, bu büyük saydığımız kimselerin, arasında da, çocuk kalmış,
büyümemeğe mahkûm, düşünce ve duygu cüceleri ne de çoktur."
"Bir Hak kelâmı yazılmış kâğıdı yere düşürdüğün vakit, hemen uzanıp
alıyor ve özür dilercesine öpüp başına koyuyorsun.
Peki, ya kendin, ya sen? Sen ki insansın. Yaradan'ın isimlerine tecellî
mahallisin. Şu hâlde, rûhunun da, vücûdunun da dünyâ pislikleri ve
pespâyelikleri içine düşüp sürünmesine nasıl göz yumuyor, onu neden elinden
tutup kaldırmıyorsun?"
***
'Basiret gözü açık olmayanın bakışları, maddeyi yarıp ileriye geçemez,
insanlar, madde dikenlerinden eteklerini kurtarıp, dünyâya gelmekliğin,
mâlâyânî ile ömür telef etmek değil, kendini bilmek olduğunu hemen hiç düşünmezler.
Dünyâ, insanları öylesine can evinden yakalamıştır ki, ancak, sarmaş dolaş
oldukları bu âlemden, mânâ dünyâsına yol bulduklarında, kendi kendilerini
keşfeylemek saâdetine erebilirler...
Bu vakte, vaktin hükmünden kurtulmakla vâsıl olunur."
***
"Elinizden, gözünüzden, kavlinizden, fiilinizden zuhur eden her
düşünce ve hareketin altında, hak ve adâlet terâzisi olsun.
Sudan ve topraktan bulduğunuz vücûdunuzu, suyun ve toprağın kaydından ve
esâretinden kurtarın. Zira dünyâya bu kârı işlemek, bu kazancı elde etmek için
geldiniz. Tabiatın hükmünden çıkıp, rûhunuzun ayağını bağlayan zincirleri
kırmadıkça, kalbiniz inşirah bulamaz, huzur nedir bilemezsiniz.
Hak sevgisi mahlûk değildir. Başı yoktur ki sonu olsun. Yüzünüzü, o tarafa
çevirin. Nasıl olsa, her varlığın avdet edeceği yer orasıdır.
Gözlere perde çeken tabiat, zâlimdir; nankör, vefâsız ve merhametsizdir.
Eskiyenleri, işe yaramayacak hâle gelenleri, isteseler de, istemeseler de
bozup dağıtır, varlıklarını târ ü mâr eder ve bu malzemeden yeni varlıklar
meydana getirir.
O seni yok etmeden, sen onun elinden kaçarak, bir damladan ibâret olan
varlığını, ummâna teslim et ki, onda yok olup onda var olasın."
"Hakikat şu ki, kul, nâkıstır, eksiklidir. Bunu bilmek, Hakk'a
yalvarmaya yol açar. Her ricânm altında da bir icâbet gizlidir.
Noksanlıktan neden korkuyorsunuz? Allah, her nâkısın tamâmıdır. Elverir ki
gözünüzde yaş, gönlünüzde ateş olsun."
***
"Bilin ki ne siyâhın siyahlıkta, ne beyazın beyazlıkta bir sun'u
vardır. Ve bu sırlı taksim, herkesin ezelî istîdâdına göre vücut bulmuştur.
Onun için, duygudan düşünceden neniz varsa, hepsi Hakk'ın ihsânıdır ve
bunlar size, daha eliniz ayağınız yok iken, vücûdunuz ademin sinesinde gizli ve
nâpeydâ iken verilmişti. Öyle ki, rûhunuz da, maddeniz de, hep o ihsandan hayat
emerek beslenmiştir.
Sizi ezel durağından bu ihsanları yüklenmiş olarak çekip, dünyâ pazarına
getiren eli, niçin görmüyor, neden öpmüyorsunuz?
O dünyâ pazarı ki, orada nur da satılır zulmet de. Sakın, zifirî karanlık
tarafa gitmeyin; zulmete tâlip olmayın. Can nakdinizi harcayıp, sevgi satın
alın.
Dünyâ kahbedir. Onun işvelerine aldanıp da, yüz kızartıcı hırs ve
heveslerin tuzağına düşmeyin.
Sizi bu âleme getiren eli tutar da bırakmazsanız, o da sizi, dünyânın
karalarını ve karanlıklarını satın almaya bırakmaz."
"Allah'tan ecir ve mükâfat mı istiyorsun? İyilik yap ve karşılık
bekleme. Zîra iyiliğin hakîkî bedeli, yaptığın hayrın kendisidir."
"İnsan, karşısına bir taş alıp dertleşemez, konuşamaz. Ey taş! Bak şu
çiçek ne güzel... Yâhut:
Bugün başım ağrıyor! diyemez. Dese de, sözünü mevziine koyamadığından, hebâ
etmiş olur.
Bunun gibi, düşünce ve duyguları taşlaşmış, irfan hayâtından nasibi
kesilmiş kimselerde de taş sıfatı vardır. Onlara da Hak'tan hakikatten, iyilik,
güzellik ve doğruluktan söz söyleyemezsiniz. Söyleseniz de, emeklerinizden
semere alamazsınız.
Üstelik, elinize, ayağınıza çarpan bir taş, nasıl sizi rencide eder,
canınızı yakarsa, bu, hikmetten ve irfandan nasipsiz kimselerle alış veriş de,
neticede size, ıztırap ve hoşnutsuzluğa mâl olmuş olur.
Kafaları ve gönülleri taşlaşmış kimseler, iyiliğin, güzelliğin, hikmet ve
irfânın tadını tatmış olsalardı, şüphesiz, bu mukavemet edilmez câzibeye
kapılıp, hayrın ve güzelliğin safında olurlardı.
Ancak, bunu istemek, isteyebilmek de, bir ezel vergisidir. Güzelliği
isteyen ve anlayanda, mutlaka güzelliğe istidat vardır. Zîra insan, ancak
cinsine, kendine benzeyene meclûp olup gönül bağlar ve kendi müşterek mânâsını
bulduğu değerlerin hayrânı ve enîsi olur. Ülfeti, dostluğu ve ünsiyeti ancak
onunla eder."
"Korkacaksan, asıl mânevî varlığının mâruz kaldığı tehlikelerden kork.
Korumak istiyorsan, evvelâ onu koru...
Haset ve fesat ehlinin vesvese ve kıskançlıklarını kamçılama. Onların,
şeytan sıfatına bürünerek sana musallat olmalarına meydan verme.
Şeytan, çelmek ve çalmakta nasıl üstat ise, onlar da şeytana benzemekte
kusur etmezler.
Ey şeytanın vesvesesine uyarak nefisleri putuna tapanlar! Gittiğiniz
yoldan geri dönün. Size verilmiş bu vücut, bir gün geri çağrılacaktır. İster
istemez boyun eğeceksiniz. Fakat avdetiniz nereye olacak? Hangi meçhul
âkıbetin, hangi azapların cehennemine gideceğinizi düşünüyor musunuz?
Rûhunuz, toprağın mahkûmu, tabiatın sefil bir sâkini olarak kalırsa, yazık
değil mi? Beşeriyet kisvesi içinde ve beşikle mezar arasında, size verilmiş
olan fırsatı hebâ ederek nefsiniz harâmîsine teslim etmeyin.
Bir kere, Allah size insan sıfatı giydirmekle mahlûkâta baş etmiştir. Neden
ayak oluyor, sultan iken, neden boynunuzu esirlik zincirine vurduruyorsunuz?
Henüz fırsat kaybolmamıştır. Geri dönün... sapmış olduğunuz dikenli, sarp
ve çıkmaz yolun karanlığından, hakikat nurları ile aydınlanmış şah-ı râha
dönün...
Ey şeytana uyanlar! Nefsinizin kulağına şirin sözler fısıldayan, tatlı
vaadlarla tuzağa düşüren şeytan, kimseye dost ve yâr olmamıştır. Dost,
Allah'tır. İnananın da inanmayanın da, mü'minin de kâfirin de, azizin de,
rezîlin de... O, bütün yaradılmışların ilticâgâhıdır, sığınağıdır.
Geri dönün, geri dönün... Hakk'ı, Hak dostlarını tâkip edin... Tahkik, bu
yol sizi, gerçeklerin ölümsüz hayâtı ile zinde eyler, diriltir."
"Dünyâ vefâsızdır. Kezâ, dünyâdan elde edilen her şey de öyledir. Her
ne ki dünyâdan buldun, onu şimdiden zâil olmuş bil...
Bir güzelin yüzünde saltanat süren tarâvet ve gençlik, iğreti elbise
gibidir. Hiç bozulmayacak, hiç değişmeyecek sanırsın. Ammâ, zamânı gelince,
vefâsız dünyâ, bunu ondan alır ve bir başkasına giydirir.
Dünyâ, güzeli çirkinleştirmeğe, zengini sokak dilencisi etmeğe, mâmüreleri
vîran eylemeğe asla utanmaz.
Senelerin hançeri, gönül bağladığın bir dilberi o hâle sokar ki, sırasında
diz dize oturur da, gene birbirinizi tanımazsınız.
Bir zaman için borç olarak sana verilen dirlik, güzellik, şan, şeref, nen
varsa, geri vereceğini unutan sana, gülümseyerek bakmaktadır.
Dünyâ çarkının dişleri, her an yeni bir cana kıymakta ve bir yeni cana da
hayat vermektedir.
Her neyi ki topraktan buldun, kalben onu bağışla, ikramlarını,
iltifatlarını benimseme, onlara muhkem yapışma...
Kânundur. Dünyâ, verdiğini alır. Öyle ise, zevâle mahkûm olan maddeye dört
elle sarılıp, mânândan yüz çevirmek gafletini işleme!"
"Vefâya susayan, onu dünyâdan değil, mânâdan arasın.
Mâlik olduğun servetin, şöhretin, mevkiin, bilgin ve hünerinle öğünmek
zavallığına düşme.
Ona şükret, onu malın canın bil ki, eskimez, eksilmez ve nerede olursan ol,
senden ayrılmaz
olan mânâ zenginliğidir."
***
İnsanları
biribirleri ile boğuşup cenkleşmekten kurtararak, düşmanlıkları dostluğa,
kinleri muhabbete, zulümleri şefkate, şiddet ve gazapları mülâyemet ve affa
çevirmesini bilen yâr-ı vefâdâr Dost, onlara sesleniyor:
"Nefsânî hesaplarla giriştiğiniz mücâdelelerinizin ve şehvetle bağlı
olduğunuz kirli ihtiraslarınızın kaybolmasından korkmayın. Bunları yok
edesiniz ki gerçek varlığa erişmeniz mümkün olsun."
"Benliğiniz dânesini acz toprağına gömün ki mahsûl ve bereketiniz, yok
yoksul ve aç ruhların nafakası olsun."
"Hâdiseleri hoş karşılayın, itirazlarınızla, atılan oku geri
çeviremezsiniz. Üstelik de, Hakk'a âsî olmuş olursunuz. Olan, Hakk'ın emridir.
Zîra ondan başka mevcut yoktur. Dilinizle, Lâilâhe illallah diyorsunuz. Yâni,
Allah'tan başka Allah olmadığını söylüyor, fakat îtiraz ve amellerinizle,
bunun aksini ihtiyar ediyorsunuz.
Her olanda bir hayır vardır. Bunu görmeyebilirsiniz. Lâkin, nice vak'alar
vardır ki şer görünür, altından hayır çıkar. Nice hayır gibi görünen
vak'alardan da şer doğar.
Hakk'ın her yaptığı doğru ve güzeldir. Olanları, dâimâ seve seve, hoşlukla
karşılayın."
Dostun
yakını olan bir mühendis müteahhidin yanında ve fevkalâde müsâit şartlarda
çalışan şoförün, işini terketmesi üzerine, o zat: "Allah akıllar
versin." demek sûretiyle şoförün bu beklenmedik hareketini tasvip
etmediğini belirtti:
"Niçin böyle düşünüyorsun oğlum? Sana her zaman söylüyorum, hâdiseleri
olduğu gibi kabûl et! Hayır, olandadır."
Nitekim,
daha aşırı menfaat ümidi ile, rahat olduğu kadar kârlı da olan işini terkeden
bu adamcağız, kısa zamanda aldatılmış bulunduğunu anlayarak, mahcup ve üzgün,
geri gelip eski işine döndü.
Dost, pencereden
bakıyordu:
"Size bir
yalan... Ayşe Hanım geliyor!" dedi.
Herkes pencereye giderek
baktı.
"Size bir
yalan... dediğim hâlde, gene baktınız! İşte dünyâ da böyle. Yalan olduğu
biline biline kanılıyor!"
Fâtih
ile Edirnekapısı arasında işleyecek tramvayların hazırlığı, geciken bâzı
istimlâkler yüzünden ve belki de, gereken ciddî tâkibi görmediğinden, uzun
yıllar sürüp gitti ve yol, senelerce, geçilmez bir balçık deryâsı hâlinde
kaldı. Böylece de, gerek o civar sâkinlerine, gerek işleri o tarafa düşenlere
büyük güçlükler verdikten ve düşme, kırılıp incinme hâdiselerine sebep olduktan
sonra, nihâyet 1929 senesinde tamamlandı.
'Yıllar yılıdır, tramvay, tramvay... derken, sanki bir an imiş. O da oldu
işte. Bu da bir vuslattı. Geçti gitti. Bir müddet sonra büsbütün unutulup
hatırlanmayacak.
Hani, şu köşe başında bir bakkal vardı ya... dükkânında kendini asmıştı.
Şimdi biz biliyoruz, bir müddet sonra onu da kimse hatırlamayacak."
"Öğle namazını Fâtih Câmiinde kıldım, ikindiyi de Ayasofya'da.
Hey gidi günler... Çocukken, bilhassa Ramazanlarda, burada oyun oynar,
safların arasında bile koşuşurduk."
"Dünyâ şehvetleri yılan gibidir. Onu mücâhede ile ezmezsen, ejderha
olur, evvelâ da seni yutar."
"Dünyâ hırs ve şehvetleri zehirli şarap gibidir. içerken hoş ve leziz
bulursun. Fakat sonunda ölüm vardır."
"Bu dünyâ, adı menfaat olan bir kuştur. Bir kanadı yalan bir kanadı da
riyâdır."
"İlmine mağrur olma. Çünkü, dünyâda kazanılan her şey gibi, bilgi de
bir gün senden gider. Bunu hatırlatana neden, küsüyor, hiddetleniyorsun? Hattâ
düşmanlık görmüş gibi nefret ediyorsun?
Putperestlerin, putlarına tapıp etrâfında döndükleri gibi, sen de, şu
nefsinin hazları ve iptilâları etrâfında dolanıp durmaktan vazgeç. Onlara
değerlerinden fazla kıymet verip, zebûnu olma ve ebedîlere gösterilecek aşkla
bağlanma!
Bunun için:
Hadîs-i Şerifte de: "Dünyâ için çalış dünyâda kalacağın kadar...
cehennem için çalış ateşe dayanacağın kadar..." buyuruluyor."
***
"İnsanları Allâh'a yaklaştırmaya bakın. Uzaklaştırmaya değil...
İslâmın mes'eleleri, üstlerinde durulmasında değer bulunmayan boş ve dar düşünceler
değildir.
Meselâ, karşına, hiç mânevi terbiye görmemiş, ruh dünyâsı bomboş, buna
mukabil, maddî bilgilerle tıka basa dolu bir kimse geliyor. Bir ruh câhili
olduğu kadar, kafası dünyâ bilgileriyle yüklü bulunan bu adamı uyandırıp
dalâlet ve gafletten kurtarmak için, herşeyden evvel, irşatta seviyeli olmak
ve bilgilerine dudak bükmemek gerek. Aksine, ona saygı göster, hattâ ilminde,
daha ileri adımlar atması için teşvik eyle...
"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ için çalış, hemen ölecekmiş gibi ukbâ için
çalış!" diyen Resûlullah değil mi?
Gene Hazret-i Peygamber: "İlmi istemek her kadın ve erkeğe
farzdır," buyurmuyor mu?
İslâmiyetin yükselmesi ve birliği için çalışan kimse etrâfındakilere:
Mânevî ilme olduğu kadar, maddî ilme ve ahlâka da sarılın! demezse, mes'ûldür,
günahkârdır.
Bugün insan dimağı, madde dünyâsında hârikalar meydana getirirken, bundan
Müslümanın câhil kalması, keşifleri, buluşları, türlü türlü teknik ve fikri
faâliyetleri başkalarına bırakması ne ayıp... Bidâyette İslâm dünyâsı böyle
miydi?
Artık bizde de, dağarcığı maddî bilgilerle şöyle böyle dolmuş kimseler
çoğalmaya başlamış bulunuyor ve bunların arasında, öyleleri de var ki, yalnız
madde ile tatmin olmamakta, elde ettikleri diplomaları, içlerinin boşluğuna
cevap verememektedir. Onun için de, ruhları iklimine bir mânevî sermâye isteyen
bu adamın ihtiyaç, ümit ve heyecânını boş ve katı davranışlarla söndürmek revâ
mı?
Rehber olduğunu söyleyerek önde giden kimse karşısına gelen tâlibe, daha
ilk adımda, kaşlarını çatarak: Nedir bu kıyâfetin? Çıkar bacaklarından bu dar
pantalonu, bir bolunu giy, Zamân-ı Saâdet'e göre giyin kuşan... Edepli ol!
Sinema tiyatro denen yerlere de gitme. Çoluğunu çocuğunu da gönderme, kâfir
olursun! Sakın dişlerine altın geçirteyim deme... Yollu câhilâne ve mesnetsiz
sözlerle, onu, aradığı, hattâ susamış olduğu mânâ dünyâsının kapısına varmadan
geri çevirmesi, Islâmın rûhuna ihânetten başka nedir?
Neden Zamân-ı Saâdet'e göre giyin, diyor da, Peygamber'in ahlâkına göre
yaşa... demiyor? Edebin ölçüsü, kılık kıyâfet değil, tevhittir. Kavuk, şalvar,
hiç kimseyi kalb cennetine götürmez. Ammâ, ahlâk-ı Muhammedi, iki dünyânın da
nizam ve huzur kapılarını açar. Çünkü
Resûlullah, beşeriyete, ahlâkı tamamlamak ve yayıp öğretmek için gelmiştir.
Kılık kıyafet düzenlemek için değil... Yazık ki hoca efendi bunu bilmez.
Bilenlere de kâfir der. Hadîs-i Şerifte de "İnnallâhe lâ yenzuru
suveriküm" ["İnnallâhe lâ
yenzuru ilâ ecsâmiküm velâ ilâ suveriküm velâkin yenzuru ilâ kulûbiküm. Hadîs-i
Şerif (Müslim): Allah cisimlerinize ve sûretlerinize bakmaz; fakat
kalblerinize bakar."] buyurulduğuna göre, Allah, süretlerinie değil, kalbinize bakar. Şu hâlde
iş, kalb-i selim sâhibi olmaktadır.
Hoca olmak, rehber olmak mes'ûliyetini üstüne almışsan, önüne diz çökenin
dünyevî bilgilerinden de câhil bulunma, sermâyeli ol! Her kuşun lisânını
bilen Hz. Süleyman gibi ol! Zîra senin vazîfen, uzaklaştırmak değil,
yaklaştırmaktır.
İslâmda değişmeyen, esaslardır, teferruat değil.
Karşına gelene insânî kemâlâtı öğret ve bunları hâlinle de yaşayarak
göster. Esâsen tevhit de, bu kemâlâtm zirvesidir, son basamağıdır."
Dost:
"Başkalarına mîras bırakacağın mal senin malın olamaz. Senin malın Allah
yolunda harcayıp âhirette toplu bulacağın maldır," sözünü bir kitaptan
okuduktan sonra şöyle devam etti:
İnsanları seviniz. İçinizde af, merhamet, hoş görürlük huyları vardır,
bunları harekete geçirmek sûretiyle yalnız insanları değil bütün mahlûkâtı ayni
yorulmaz iştiyakla seviniz. Kendinizde mevcut olan cevherleri etrâfınıza cömertçe
harcayınız.
İnsanları hatâlarında ve sevaplarında onlarla bir olarak, acılarına ve
ıztıraplarına iştirak ederek ve berâberce göğüs gererek seviniz. Doğumlarıyle
çoğalıp, ölümleriyle eksilecek kadar onlardan olunuz. Bir insan olarak
hepimizin vazifemiz beşerin yüzünü müşterek samimî ve insanca bir gayeye
çevirmektir. Bunun da bir çok yollan vardır. Fakat en kestirme yol, aşk ve îman
yoludur.
Aşk ve îmânın temeli Hak'la halk'ı birlemek, Hakk'ı halktan görmek, halkı
Hak diye sevmektir."
Bunları
dinleyenlerden biri heyecan ve ıztırapla söz alarak şöyle dedi:
-
Biz senin ihlâslı sesine
niçin lâzım geldiği kadar kulak vermiyoruz? Niçin bize çizdiğin bu yoldan saptığımız
zaman bağrımıza onulmaz yaralar açıldığını görmüyoruz?
Bizi
intibâha çağırmak fedâkârlığından hiç bir zaman çekinmedin, ama ikâzlarına
belki gülenlerimiz, belki isyan edenlerimiz olmuştur.
Sen
insanı nefsinin elinden kurtarıp aşk ve îmânın dostu etmeye çalışırken kıt
aklımız senden dâvâcı olmak küstahlığını bile işlemiştir, dedi ve ağlamaya
başladı.
***
"Herhangi bir mes'ele hakkında mütâlâanız sorulduğu vakit, kendinizi,
yâni şahsî endîşelerinizi ortadan kaldırın. Cevâbınız, tamâmiyle tarafsız ve
garazsız olsun. Verdiğiniz karşılıkta, sizin sizliğinizden bir koku
bulunmasın. Zîra insan, kendini silip, menfaatini adâlete fedâ ettiği ölçüde
insan olur. Aleyhinize dahî olsa, doğruyu ve hak sözü söyleyin.
Allâh’ın huzüruna çıkmak için kıyâmet gününü ne beklersiniz? Her nefes o
huzurdasınız. Hareketlerinizi, sözlerinizi, bilhassa niyet ve düşüncelerinizi
bu anlayışa göre düzeltin."
***
"Hû erenlerim eyvallah... demekle iş biter mi sanıyorsun?
Resûllullah Efendimiz: "Fakr, iftihârımdır," buyurur. Sen bu
derin mânâyı işine gelir biçimde bozmuş, böylece de: Dervişe bir hırka bir lokma
yeter... diyerek, işi tenbelliğe, hattâ, dilenciliğe vurmuşsun!
Halbuki, hırkadan murat yokluk hırkası, lokma ise, rızâ lokmasıdır.
Bir kere nefsinin kötülüklerinden yok ol ve Allah'tan gelene rızâ göstermek
mertebesini bul, ancak o zaman bu kelâmın gerçek mânâsına erişmiş olursun."
***
'Tarikat, irfan mektebi, irfan ocağıdır. Yoksa hay huy meydanı değil.
Dergâh, sâlike dört şey öğretir: îtikat, ilim, amel, ahlâk.
At
fesâd u gıybeti, nefsin kırıp meydâna gel İşte bunlardır tarikat babının
miftahları...
Tarikat şehrinin rehberi ise Kur'ân'dır."
"Dört tarafı ayna olan bir hücrede, ne tarafa baksan, kendini
göreceğin gibi, gönül evi mânâ ile cilâlanmış olan kimse de, ne yana baksa, hep
bu mânânın çeşitli akislerini görür.
Her cilâlı cismin, güneşi ayı sinesinde tekrarlaması gibi, arınmış ve
sâfiyet kazanmış gönüller de, sana gerçeklerden haber verir.
Yüzünü görmek için bile aynaya muhtaç olan insan, iç yüzünü görmek için
gönlü Hak'la cilâlı bir rehbere nasıl muhtaç olmaz?"
"İlâhî saltanata bir örnek olmak üzere, göz bebeğini dikkate alınız.
Bakın tâ uzaktan Fâtih Câmiini, etrâfındaki bütün binâlarla berâber içine
alıyor. Görüyorsunuz değil mi?
Nedir gözbebeği? Bir küçük nokta. İşte, insanın mânâsı da göz bebeği
gibidir. Sanki bu âlem göz, Hak'la Hak olmuş kâmil kişi de, her iki cihânı
kavrayan gözbebeği."
"Ben gizli bir hazîneydim, istedim ki bilineyim... dedi Cenâb-ı Hak.
Bu yüzden de kesret libâsı giyen o tevhit, yâni birlik cevheri, toprağa mensup
çeşitli örtülere büründü. Tıpkı, yer altından başkaldırıp yeşeren ve dalı
budağı, çiçeği mevyesi olan bir ağaç gibi, türlü şekillerde görünerek,
cihânın çokluğunu meydana getirdi.
Aslında ise o gene tekti. Türlü türlü görünüşleri, vahdetin kesret
sûretinde zuhur âlemine çıkmasından ibâretti. Tâ ki, insanoğlu, bir zamanlar
vahdet âleminde tanıdığı o tek olanı, burada da özleyip arasın ve âşinâ
çıkarak biliş tutsun, dostluğu gölgesinde huzur bulsun diye..."
"Hayâtın mânâsı budur... Hicranla karışık vuslat; heyecanla karışık
sükûnet, gizlilikle karışık âşikârlık."
***
Herkes
bir vazîfe ile mükellef olduğuna göre, neden fenâlık yapan cezâsmı görüyor?
diye sorulması üzerine:
"Cenâb-ı Hakk’ın, birbirine zıt isimleri vardır. Hâdî, yâni hidâyet
verici isminin karşısında Mudil, yâni dalâlet verici, vardır. İşi gücü de, insanları
sapıklığa itmektir. Zilletin karşısında izzeti, zâlime karşı âdili bulursun.
Bunların her biri bir kalıba bürünmüş olduğundan, kahır yapıcının önünde,
intikam alıcı görünür. Bu hâl, isimlerin çarpışmasından ibârettir.
Aslında, şu şöyle bu böyle yapıyor, ben olsam yapmazdım, dersin. Tabiî
yapmazdın; çünkü sen onların sâhip oldukları isimlere mazhar değilsin de onun
için yapmazsın.
Herkesin mazhar olduğu isme göre hareket ettiğini düşünürsen, dâvâ kalmaz.
Her tarafı kaplamış olan o nur deryâsı içinde, şu veyâ bu yok... Dünyâ
kurulalı beri, nur ve zulmet isimlerinin mazharları dâim ve bâkî.
İşte bu vahdet görüşüne hürmete alışmaya bak.
Kudret, kuvvet, fiil, kavi herşey Allah'tan... diyoruz. Ancak, üstünde
dikkat ve titizlikle durulacak nokta "cebr-i mutavassıt" denen orta
yoldan ayrılmamaktır. Çünkü insan, cüz'î irâde sâhibi bulunduğu için, bir
mücâdele ve nefis muhâsebesi ile de mükelleftir. Şöyle ki, bugün kötülüklere
batmış olan insan, nefsi ile boğuşarak o kötülükleri iyiliğe çevirebilir.
İğreti, yâni ârızî soydan olan her menfî sıfat, bir iç savaşından sonra,
şeytanlıktan melekliğe dönebilir. İnsana bu imkân verilmemiş olsaydı. Cenâb-ı
Hak yer yüzüne ne peygamber gönderir ne kitap inzâl eder ne de velîler
yollardı."
"Kabâhat yapmamaktan, kabâhatini bilmek ve bir daha o suça geri
dönmemek üzere tövbekâr olmak evlâdır.
Neden, günahkârı hor görüyorsunuz? Onun sâyesindedir ki iyilikle kötülüğü
seçebiliyorsunuz. Eğer bu hatâlı kimseye bir karşı tavır takınmak lâzımsa, bu
duygu, merhamet dilemek ve Allah'tan, onun ıslâhı için hayır temennisinde bulunmak
olmalıdır.
Hem, iyilikler, bir zıt fiil ile meydana çıktığına göre, bir bakıma, o
suçluya borçlu sayılmamız gerek.
Esâsen, dünyâda mutlak hayır ve mutlak şer yoktur. Şerler de, günün birinde
hayra dönebilir. Sizin asıl meşgul olacağınız, kendi nefsinizdir. Başkalarının
günâhını ele almak, günah işlemenin tâ kendisidir."
***
Muhiddîn-i
Arabi'nin: "Maksutta
evvel, icatta âhir," sözünden bahsedilmesi üzerine:
'Bir elma fidanı dikerken, maksadın, yâni arzun ilerde o ağacın elma
vermesidir.
Fidan büyür, baharda çiçek açar, yapraklanır ve sonunda da meyvesini
verir.
Cenâb-ı Hakk'ın da bu âlemi yaratmasından maksut Habîbi'dir. Ammâ, Habîb-i
Hudâ olan Hz. Muhammed, kendinden evvel gelmiş peygamberlerin sonuncusu
olmuştur.
Mısrî Niyâzî de bu fikri şöyle nazmetmiştir: Ben
o Mısrî'yim vücûdum Mısrı'na şâh olmuşum. Hadisim gerçi, velî mânide sırr-ı
akdemim"
"Allah, hakikat ehline zâhir, basiret gözleri kör olanlara ise
gizlidir.
Ezel de, ebed de, evvel de, âhir de hep O'dur. Gözün gördüğü her ne varsa
hayâldir, gölgedir. Var olan tek hakikat, tek olan, Hak'tır.
Yalnız
Allah var idi hilkatten evvel bir Hudâ Kendidir mevcut, gene hilkatse mir'attir
ana..."
"Bütün ilimlerin gayesi, Allâh'ı birlemektir. Onun için halkı görme,
Hakk'ı gör. Çünkü tevhit yaradılmışların bir gölge ve hayâl olduğunu bilerek
Yaradan'ı görmektir.
(Hudâ birdir, odur mevcut, odur var, gayrı var yoktur) sırrına er.
Her ne ki Kur'ân'da varsa, hepsi insanda da vardır. Ammâ bu hakikat, ancak
kâinâtın bütününde Hakk'ı gören gözün nasibidir."
"Ruhlar, ezel âleminde, ben sizin Rabbiniz değil miyim? suâline
"Beli!" evet öyle, dediler. Ammâ, oradaki ikrâra, burada iki şâhit
lâzımdı. Yalancı olmayan iki şâhit: İlim ve amel.
İnsan olmak, kaçırılacak nimet ve fırsat değildi. Şu var ki, insan
sayılabilmek için de, hem bilmek hem de bildiğini işlemek lâzımdı.
Neyi bilecektik? Bize o suâli soranı. Neyi işleyecektik? Onun: İşle!
dediklerini."
"Kim ki Allâh'ı bilirse dili uzun olur. Kim ki Allâh'ı bilirse dili
kısa olur, hadîsi sizi neden şaşırttı?
Bir kere, Hz. Peygamber'in, hadîsleri ne üzerine, ne sebeple ve ne vakit
söylemiş olduğunu bilmeğe çalışmalı.
Olabilir ki Efendimiz, Allâh'ı bilen bir âlimin dili uzar, yâni ilmullahtan
söz etmeğe doyamaz, demeği murat buyurmuştur.
Dili kısalırdan maksat da, Cenâb-ı Hakk'ın azametini bilen kimse, mest olup
hayret içinde bulunduğundan, i öz söylemeğe mecâl bulamaz ve: Tevhit, sükûttur
sırrına mazhar olur,
İşte bu azamet de, dilini keser ve onu susturur. Zîra mevcut ve fâil olarak
Allâh'ı görmek edebi, susmayı o kimseye hâl ettirmiştir."
"Lâilâhe illallah diye bağırıp kubbeleri çınlatıyorsun. Hâşâ, Allah
işitsin diye mi? Bu yüksek sesle tevhidi söyleyiş, onu kendi kendine duyurmak
içindir.
Ammâ Hakîkat-i Muhammediye zâhir olunca bağırıp çağırmaya lüzum kalmaz.
İlim ve irfan ne nisbette ziyâde olursa edep ve sükût da o ölçüde
artar."
"Herkesin hâli ve mânâsı fiilinin sûretinden mâlûm olur. Zat şuhûduna
çalış ki, hâdiselerin inişinden çıkışından, tebeddül ve tagayyüründen halâs olasın."
***
"Geçmiş ve gelecek zamanla kayıtlanma, hâli tezyin et. Mâzî ve
istikbâl endîşesi ile vakit kaybetme. Fakat ihtiyatlı da ol. Çünkü ihtiyat, tevekküle
mâni değildir. Kalben Allâh'a sığınmayı bırakmadan ve tedbîrine güvenmeden,
ileriki zamanlar için gereken çâre ve tasavvurlarını da ihmâl etme."
***
"Biz dünyâ garibiyiz. Ammâ bunu idrâk ediyor muyuz? Gönlümüzden dünyâ
sevgisini silip, aşk burakına binerek, yokluktaki varlığa erişebiliyor muyuz?
İşte bu durağa eriştiğimizde, bütün cihan bize yüz çevirse, gene de garip
sayılmayız."
"Dervişin sermâyesi doğruluk, aşk ve teslimiyettir.
Nefsinde meziyet görmekten geç. Bir ümit ve menfaat için hizmet edene
derviş diyemezsin."
"Bildiğin, görüp sevip bağlandığın Hak olursa, sana yerin üstü de,
altı da birdir. Eflâke çık san da, yârin seninle olmazsa, ne hâsıl? Cennet-i
Âlâ, Allâh’ın aşkı olan yerdir."
"Âşık, Hakk'ı kendi varlığında bulandır. Bu da ancak, Hudâ'nın
varlığında kendini yok etmeğe bağlıdır.
Rahman'ın aşkından garaz, insanın en büyük düşmanı olan nefsin ıslâhıdır.
İlim ve irfan ise, seni avlamış olan bu düşmanı sindirip elinden kurtulmaktır.
Hz. Ahmede'r-Rifâî: Dünyâda iki terbiyeci vardır, buyurur. Biri şevk-ı
muhkem, yâni şiddetli muhabbet, diğeri de sille-i Hudâ!
İkinci yol, pek acı, pek elim. Aşk ile terbiye olana ne mutlu!
Şu da var ki, insan melek değildir. Nefsin şeytanlık ediyorsa, uyma,
mücâdele et... Mücâdele âletin aşk olunca, işlerin âsân demektir. Nefs ıslâh
olunca da, bir zamanlar düşmanın olan bu şeytan, dostun ve refikin oluverir ve:
Nefs
iken ismi değişti, bârekallah oldu rûh
Hakikati zuhur eyler."
"Bir fenâlık, bir haram işlerken Allah'tan korkup vazgeçmenin ecri,
sevâbı var mıdır? diyorsun.
Derviş isen, sevapla kendini bağlayamazsın. [
"Femen kâne yercû likâe rabbihi felya'mel amelen sâlihan velâ yüşrik
bi ibâdeti rabbihi ahaden." Kehf Sûresi, âyet, 110: ...Kim Rabbine
kavuşmayı arzû ediyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibâdete hiç kimseyi
ortak etmesin.”] Dervişin Allâh'a kulluğu, sevap
veyâ cennet pazarlığı ile değil, hasbeten lillah, karşılıksız olmalıdır.
Bir kere kul, bu mertebeyi yakaladı mı, her nefesi Hak için olmuş
olur."
"Hak, kendisine isteyerek ve severek kulluk ve hizmet etmeyeni, halka,
ister istemez hizmetkâr eyler."
***
"Allah adamının her an iki bayramı vardır: Biri, dünyânın kirlerini
def etmek, İkincisi, gönlünde Hakk'ın sevgisini kâim kılmaktır."
"Kur'ân-ı Kerîm'de aşk (eşedd-i hub) ile gösterilmiştir .[ "Vellenîze
âmenû eşeddü hubben lillâhi" Bakara Sûresi, ayet 165: "...İnananlar
ise en çok Allâh'ı severler..."] Yâni taşkın, ziyâde
sevgi...
Aşk başka, muhabbet gene başkadır. İnsanda, muhabbet devrinden sonra aşk,
daha sonra da vecd devri gelir.
Sanki biri damla, diğeri nehir, vecd ise, nehrin denize ulaşması gibidir.
Aşk, insanın bütün vücûdunu sardı mı, utanç veren hayvânî hırs ve
çirkinlikleri de boğup öldürür. Fuzülî, aşkın kadrini ne kuvvetli mısrâlarla
söylemiştir:
Ey
Fuzulî kılmazam terk-i tarîk-i aşk kim
Bu fazilet dâhil-i ehl-i kemâl eyler beni"
Bu fazilet dâhil-i ehl-i kemâl eyler beni"
"Hikmet o kalbden kaynar ki, onda muhabbet damarı ola...
Allah kendi aşkının şeydâlarına hikmet kapılarını açar. Onlar da bu
hazînelerden, istidatları eteklerini hikmet ve irfan nakdi ile doldurup
kaçarlar."
"Demir asâ demir çarık arayıp kolladığın nedir? Kimdir? O, sensin. O
şendedir. Kendini bil, O'nu bulursun."
Dostun
mânâ kapısına yarı merak yarı görünüş için gelenler de eksik değildir. Ne ki,
talebinde ihlâssız olanı, dalgaların, çeri çöpü sâhile atması gibi, o mânâ
deryâsı da, sessizce, bir kıyıya bırakıvermiştir.
Onun,
insanlardan başlıca beklediği, kendi kendilerine karşı dürüst, samimî ve ciddî
olmalarıdır. Taleplerinde sahte, niyetlerinde ihlâssız olanlar, her ne kadar
gerçeklerin sûretine bürünmüş görünseler de mânâ potasının yalan bilmez
dudağı, ayarlarını ortaya koymaktan geri kalmamış, kalpı hâlisten hemen
ayırıvermiş, böylece de, aldatmak isteyen aldanmış, ammâ onlara acıyan, gene
Dost olmuştur.
O
kadar ki: "Beni aldatmak isteyene aldanmış görünmekten zevk duyarım," demek
sûretiyle onları, ayıplan günâhları ile başbaşa bırakmış ve nedâmet etmelerine
fırsat vermiştir.
***
"Bir kimsenin yüzüne karşı gösterdiğin saygıyı, gıyâbında da
gösterirsen, işte bu beni çok memnun eder."
Dost,
kötü zanlardan, yakıştırma ve arkadan konuşmalardan, tecessüsten tamâmiyle
uzaktır. Maddî mânevî tecessüs sâhibi olanlarla bağdaşamaz.
"Biz, dâimâ hüsnüzanla mükellefiz. Eğer sûizanla lekelediğin kimsenin
niyeti güzelse, kaybeden sen olursun. Yok gerçekten niyeti kötü ise, bu da,
Rabbi ile kendi arasındadır. Bize ne düşer?"
Dost,
bu anlayıştan hareket ettiği için, dâimâ ve herkesin söz ve hareketlerinin
hüsn-i tefsir edilmesini ister.
***
Sofrada
et vardı. O sırada, âileye yakınlığı olan biri, iş hayâtında karşısına çıkan
bâzı kimselerin iyi niyet sâhibi olmadıklarından söz açınca:
"Sûizan etme oğlum! Niçin yediğin ete âlemin kanını
karıştırıyorsun?" diyerek, konuşanı susmağa mecbur etti.
1942
senesinde sayfiyede bulunuluyordu. 1925 senesinde bütün dînî müesseselere
karşı girişilen iptâl harekâtına hürmeten Dost evine ancak hâne halkı ve çok
yakın akrabâlardan gayri mânevî evlâtlarından kimseyi kabûl etmemekte idi.
Fakat
kızının çok yakın ve çok eski bir çocukluk arkadaşı bir gün köşke gelmek üzere
izin istemiş ve aldığı müsbet cevâbı da bir kısa tezkire ile arkadaşına: Filan
saatte bize gel! diye bildirdiğini söyleyince Dost;
"Kızım, bir kimseyi böyle emreder gibi çağırmamalısm. İşin ve
mâzeretin yoksa; arzû ettiğin takdirde filan saatte gelebilirsin! diye mektubunu
tashih et" demek sûretiyle emir ve emrivâkilere karşı titizliğini bu
öğretici îkâzla bir kere daha belli etmiştir.
Ferâgat
ve fedâkârlık, Dostun en hürmet ettiği hasletlerdendir.
Ferâgat
sâhibi ve fedâkâr bir kimse kadar, ona yaklaşan olamaz. Çünkü vermek, tahammül,
sabır ve maddî mânevi cömertlik, her gün her saat, yaşayarak etrâfına gösterip
öğrettiği meziyetlerindendir.
Kimseye
yük olmak istemez. Etrâfın direnmelerine rağmen, ufak tefek bâzı işlerini
bizzat yapmaktan hoşlanır.
"Bize, bâr olmak değil, yâr olmak düşer."
Der
ve buna, her fırsatta canlı örnekler vermekten geri kalmaz.
Hasta,
düşkün, yoksul ve ihtiyaçlılara yardım, Dost un en sevdiği vasıflardandır.
Bir
gün, câmide bir fakire rastgelir. Adamcağızın kıyâfetinin, soğuk mevsime uygun
olmadığını görerek, üstündeki pardesüsünü vemeğe niyetlenir. Fakat bir yandan
da, bol geleceğini düşündüğünden, vazgeçer. Eve geldiğinde, bu zavallıyı aratıp
buldurarak icâbını yerine getirtir.
Bu
anlayışı takviye için her fırsatta söylediği söz:
"Allâh'ın, insanı, bir muhtâcm gönlünü almaya muvaffak edişi, ne
büyük lûtuftur. Onun için, bana uzanan ihtiyaç elini öpmek isterim!" demek
olur.
***
Eline,
bu satırları yazmak imkânı verilmiş olan kadın, Dostun yanında bulunduğu bir
sırada, içeriye, yakınlarından biri girerek: "Efendim, Allah size ömür
versin, İsmâil Efendi vefât etti. Ne yapayım?" diye sordu ve:
"Onun yerine bir başkasını bul!" cevâbını
alarak, çekilip gitti.
O
zamâna kadar, ancak verenle, vermeğe vâsıta olana mâlûm bulunanı, bu konuşmaya
şâhit olan, tesâdüfen öğrenmiş bulunuyordu.
Meğer
Dostun her ay yardım elini uzattığı otuz muhtaç insan varmış. Bunlardan biri
eksilince, varsın bir tânesi noksan olsun, demez, yerine bir başkasının
bulunmasını ister, böylece de geçimlerine yardımcı olduğu ihtiyaçlı kimseler
kadrosunu daraltmayı düşünmezmiş.
Dost,
komşuları ile de çok alâkalıdır. Hastalarını, ya bizzat yoklar veyâ yoklatır.
îcap ediyorsa, hekim ve ilâç temin eder, hediyeler verir. Her gün, evine, çeşmeden
su taşıyan yaşlı komşu, bir iki gün görünmeyecek olsa; "Bahâeddin Efendi hasta olmasın... bir dolaşınız... dün de, bu gün de
göremedim..." dediği
çok olmuştur.
Etrafta,
pek herkesin duymadığı sesleri işitir. En meşgûl olduğu zamanda dahî, sokaktan
geçen bir fakirin sesini duyar. Veyâ, ev işlerine yardım eden kızlardan
birinin öksürdüğünü veyâ hıçkırdığını işiterek:
"Gidin, şu kızcağıza bir şeyler içirin. Deminden beri zavallının
hıçkırığı geçmedi."
Diye
etrâfim îkâz eder. Her fırsatta onları yanına çağırtarak meyve verir, şeker,
çikolata kutularını ellerine eteklerine boşaltır.
Hele,
istirâhatleri ve eğlenceleri, gereği gibi düşünülmezse canı sıkılır, âilenin
çocuklarından evvel onların kollanmasını ister, erken yatıp dinlenmelerini,
ağır işlerle yorulmamalarını istediği gibi, yiyip içmeleri ve giyim kuşamları
da gene alâkalandığı hususlardır.
"Dön geri borusu çalındığı vakit, en arkadakiler en öne geçer.
Hanımlığınıza, hanımefendiliğinize güvenmeyin. Merhameti, şefkati elden
bırakmayın."
Der
ve bunu da, bütün yaradılmışlara gösterdiği sonsuz alâka ile gözler önüne
serer.
Kendisi
ile eskisi gibi alâkalanılmadığını hissedip, bu üzüntüsünün sitemini etrâfına
da duyuran bir kimse için:
"İster evvelce ister şimdi, vermiş olduğum sözden zerre kadar dönmem.
Ben hep oyum. Eğer ortada bir değişiklik varsa, kendinde arasın. Dünyâ ile
içli dışlı olup gaflete dalmışsa, elbette eskisi gibi olmam düşünülemez."
Dost,
alış veriş, alım satım, ev idâresi, giyim kuşam gibi meselelerde, kendi
düşüncesinin aksini söyleyen veyâ isteyen olursa, îtiraz etmeksizin kabûl eder
ve başkalarının istek ve arzülarım saygı ile benimser. Etrâfına da:
"Niçin herkesin kendi düşünce ve anlayışınızda olmasını
bekliyorsunuz?" der
ve başkalarının rahatı ile zevklendiği için de, karşısındaki memnun ve mesüt
olmuşsa, kendisi, o kimseden daha fazla haz duyar.
"Memnun bir kalbi görmek bana ne kadar sevinç verir," demek
sûretiyle, bu duygusunu belirtmekten âdetâ zevk duyar.
Hiç
bir zaman, iddiâ için, ısrar etmiş olmak için söz söylemez. Bilhassa,
başkalarının fikirlerini ehemmiyetle dinler: "Hakikat önünde
dâimâ eğilirim!" diyerek, her fırsatta da bunu yaşayarak
gösterir.
Hele,
hakikat meydanda iken, ileri sürdüğü ters fikirlerinde inat ve ısrar eden biri
olursa, münâkaşadan vazgeçilmesini ister, tatsız ve yersiz direnmelerden asla
hoşlanmaz: "İddiâlı ve dâvâlı sözlerden, günâh-ı bedter gibi sakının..." der.
"İnsan, kendini suçlamakta ne kadar müşkülpesent ise, günahları için
teselli bulmakta da, hiç zorluk çekmez," demekle, basiret gözünü kendi
içine çevirmenin lüzûmunu her fırsatta hatırlatmaktan geri kalmaz.
Dost'ta,
teşebbüs ve sebat vasıfları, görülmemiş derecede kuvvetlidir. Karar verdiği bir
işi, netîcelendirinceye kadar tâkip eder ve en kısa yoldan derhâl harekete
geçer ve başarıncaya kadar da müsterih olmaz.
Mes'eleleri
uzatmaktan ve lüzumsuz hayâllerden sıkılır.
Elverir
ki, teşebbüs ettiği işte, işâret ve ikâz mâhiyetinde, devamlı ve kat'î mâniler
zuhur eylemesin. Bu takdirde işi zorlayıp ısrar etmez ve:
"Hak'tan gayri bir varlık olmadığı için, mahlûktan zuhur eden de
Hak'tır. Allâh'ın vahiy vâsıtaları nihâyetsizdir," der ve ancak böyle bir
hâlde teşebbüsünden vazgeçip geri çekilerek, takdire boyun eğer.
Ailece, uzakça bir yere gitmeğe niyet edilmişti. Fakat otomobil Şişhâne'de
bozuldu. Şoför, her ne kadar uğraştı ise de, tâmiri için bir hayli zaman lâzım
geldiği anlaşıldı. Bir taksi tutuldu, fakat o da ânza yapıp yürümeyince, Dost
yanındakilere dönerek:
"Hz. Ali: "Rabbimi,
isteklerimin olmaması ile bildim" buyuruyor," diyerek, geri
dönmenin yerinde olacağını imâ eyledi.
Zira ortada, ikâz yollu bir engel vardı. Çok uğraşıldığı hâlde, bu engel
giderilememişti. Bir başka taksi çevrilerek geri, eve dönüldü.
Bu dönüş ise, o geri kalan gidişten kat kat zevkli ve beklenmedik bir çeşni
arzediyordu. Şöyle ki: Çok uzun zamandır memleket dışında olan bir akrabâ, yurda
dönmüş ve doğruca Dostu görmeğe gelmişti. Şehirde ancak bir saat kadar
kaldıktan sonra Ankara'ya geçmek mecbûriyetinde bulunduğundan, Dost'un eve geç
döneceği haberini almakla, mahzun mahzun, gitmeğe hazırlanıyordu ki, kapıda
mesut bir karşılaşma oldu.
Neticede, yolcu sevinçli, geri dönenler ise bu çok sevilen akrabâyı
görmekten son derece mütehassis ve memnun idiler.
***
Dost, bir işe başlarken dâimâ ihtiyatlı davranır. Gerek günlük işlerde
gerek hayâtın icap ettirdiği ciddî ve mes’ûliyetli meselelerde, göz önüne
aldığı tedbirli hareketi, muhârebeye gidecek bir kumandanın ricat yollarını
evvelden tesbit etmesine benzetir.
Onun için de, her hâl ve kârda, zuhur edebilecek ihtimâlleri dikkate
alarak, hazırlık ve hareketlerini ona göre ayarlar: 'Yapılacak işlerde
genişliği ve gevşekliği sevmem. Dâimâ tedbirli olmak ve bilhassa vaktinde
hareket etmekten hoşlanırım!..." der.
Ehemmiyet verilmeyen günlük alışkanlıklar, esaslı ve ciddî itiyatlara
zemin hazırladığından, yakınlarının, basit işlerde bile ihmâlkâr ve lâubâlî
olmamalarını ister. Meselâ, hesaplı ve zamânında hareket etmek mümkün iken,
vapur, iskeleye yanaştıktan sonra telâşla bilet almayı âdet hâline getirmiş
olan bâzı yakınlarına canı sıkılır.
***
Dost, tanıdık tanımadık, herkesin, herşeyin dostu, koruyucusu ve hayrını
talep edicisi değil miydi? Sıcak bir yaz günü dışarı bakarken, âdetâ kendi
kendine söyler gibi:
"Gittiği yer dert görmesin!" dedi.
Acabâ bu temenni ne için ve kime söylenmişti? Kalkıp baktık. Yoldan geçen
bir adamcağız, köşedeki sucunun önünde durmuş şerbet içiyordu.
Kimdi? Bilmiyorduk. Dost da bilmiyordu. Ne ki, bir kimseye hayır temenni
etmek için, onun âileden, akrabâdan, yakınlardan, eş ve dosttan olması lâzım
değildi. Zira Dostun nazarında, "herkes" yoktu. O, bütün yaradılmışların
dostu ve yârı idi.
Nihâyet yolcu, canlı cansız, bildik bilmedik, cümle âleme dost olan
tarafından okşanıp izzetlendiğinden habersiz, bu gâibâne alış verişten sonra,
çekilip gitti.
Zâten hangimizin, gıyâbımızdaki koruyucudan haberimiz vardır?
Bilmiyoruz. Bildiklerimiz ise, bilmediklerimizin yanında bir toz
zerresinden başka nedir?
Dost, hiç bir şeye hakaret gözü ile veyâ küçümseyerek bakılmasını istemez.
Dışarıdan soğan kokusu gelmişti. Birisinin: "Ne fenâ kokuyor!"
demesi üzerine:
"Şikâyetin neden? Niçin öf... diyorsun. Onun faydalı tarafını
düşünsene... Sana gıdâ olan bir şeye kötü gözle bakılır mı? Hem, kötü damgası
vurduğumuz şeylerin, vâsıtalı bir iyilik olabileceğini bilmek gerekmez mi?
Kapıyı ört veyâ camı aç koku çıksın. Ammâ bunu, öf... diye tiksinerek
yapma."
***
"Herkeste, kendine göre bir meziyet vardır. Onun için, kendimi
herkesten aşağı görürüm. Meselâ, beni alıp, aşçılık etmem için bir mutfağa
soksalar ve önüme de, sebzeler, yağlar, pirinçler koysalar... bunlarla yemek
pişireceksin, çörekler, börekler, pastalar yapacaksın... deseler, ne yaparım!
Tabiî hiç...
İşte aşçıdaki meziyetin bende olmayışına bir canlı örnek."
Belki de Dost bunun için, her fırsatta:
"En fazla duâya muhtaç olan benim!" demiştir.
Dost, (Allah'tan başka mevcut yoktur) düstûrunu unutacak şekilde söylenen
her tenkit sözünü gıybet sayar.
Hele, emâneti, âdetâ üstüne titreyerek muhâfaza eder. Meselâ, içinde üç yaz
mevsimi geçirilen Emirgân'daki yalının tahrip edilmemesi için etrâfındakileri
devamlı îkâz etmiştir. Öyle ki, kapılar hızla çarpılırsa üzülmüş, ağaçlan,
çiçekleri, çocukların kırıp koparmamaları için büyüklerin dikkatini çekmiştir.
Bir gün bahçenin giriş kısmındaki gömülü çakıl taşlarından bir kaçının
yerlerinden oynamış olduğuna dikkat ederek, derhâl düzelttirmiş ve:
"Biz buraya, zarar ziyan vermeğe gelmedik. Binâ da bahçe de
emânettir."
Diyerek, bu fırsatla da, etrâfını, başkalarının malını korumak husûsunda
titiz olmaya dâvet etmiştir.
O, Hak adına dökülen gözyaşlarını sever; dünyâ meseleleri için olanları değil...
"Nefsânî sebepler yüzünden akan gözyaşlarına tahammül edemem. Namazda
olduğun vakit, bir dünyâ işi hatırına gelir de ağlarsan, kıldığın namaz fâsit
olduğu gibi, nefsânî alâkalar için dökülen yaşlar da buna benzer."
Yüksek sesle, herhangi bir şey okuyan kimse, bir kelimeyi yanlış telâffuz
etse ve bunu da, alenen düzeltmek isteyen biri çıksa, çok canı sıkılır. Hele
hâdise, kalabalık içinde cereyan etmişse, son derece üzülür. Zîra hiç kimsenin
mahcup olacak duruma düşmesini istemez.
***
Dost, dâimâ etrâfını korur ve kime olursa olsun, söz gelecek bir hareketin
yapılmasını istemez.
O, kimse ile istihzâ etmez, kimseyi alaya almaz. Kimsenin sözünü kesmez,
ayıbını yüzüne vurmaz. Haşin konuşmaz.
"Allah güzeldir, güzeli sever. Siz de, her hatâlıyı, onun görüşünden
ve anlayışından bakarak muhâkeme edin ki, ayıplı değil, mâzur göresiniz. Eğer
ben de, ayni günâhkâr heves ve meyillerimin başını bağlamamış olsaydım, belki
de ondan beter olurdum! deyin ve bu zavallılar için Allah'tan af ve gufran
isteyin," der.
Dost'un dedikoduya hiç mi hiç tahammülü yoktur. Sokaktan eve döndüğü bir
akşam vakti, teklifli misâfirlerin kabül edildiği salona giderek kapısını açmış
ve boş olan odaya bir göz attıktan sonra, arkasında bulunanlara dönerek:
"Bu oda dedikodu kokuyor!"
Demiş ve kapıyı çekerek yukarı çıkmıştı.
Gerçekten de o gün, eve iki yabancı hanım misâfir gelmiş ve âilenin alışık
olmadığı bahislere girerek, ileri geri konuşmuşlar ve böylece de konuşulan
bahisler, dedikoduya kaçar olmuştu.
***
Dedikodu etmekten söz edildiği bir gün, mecliste bulunan birinin: En iyisi
hiç konuşmamak... demesi üzerine Dost: ,rEğer arkasından
konuştuğun kimsenin, yüzüne de ayni sözleri söylediğinde, kalbi kırılmıyorsa,
bu dedikodu değildir," demişti.
Dost, yapılacak işlerin vukuundan evvel şuyûunu asla istemez. Karar
verilmiş bir işin, olup bittikten sonra duyurulması, kadîm âdetidir. Hattâ,
herhangi bir keyfiyetin, vukûundan sonra bile, lüzumsuz yere şâyi olmasını
sevmez. Böylece de, etraftaki zan ve dedikodu yollu yakıştırmalarla, kıskançlık
gibi karşı duyguların harekete geçip, kalblerin oynamasına mânî olunmuş olur.
Onun için âile ve çevredeki mühim hâdiseler bile, ekseriyâ etraftan
duyulmadan, kolayca olup biter.
"Bir işin tahakkukuna kadar titrerim. Çünkü Allah isterse o şeyi, bir anda
tahvil eder. Gidişe bakıp ferahlanmak meşrebim değildir. Hem Allah,
ferahlananları sevmez."
Basit hâllerde bile, zamânından evvel: Falan iş başlayacak mı? veyâ filan
gün filân yere gidilecek mi? diye sorulacak olsa: "Daha o gün gelmedi
ki... Allah'ın bileceği şey..." diye cevap verir.
Dost, kendisine ve etrâfındakilere bir küçük hayrı dokunmuş olanlara,
mutlakâ mukabele etmek ister. Yapılan en basit iyiliği unutmaz. Nankörlüğü ise
hiç sevmez.
Bir yakınına iyilik ettiği bilinen zâtın aranıp hatırının sorulmasını
istemiş olduğu hâlde, bu vazifenin ihmâl edilmiş bulunduğunu öğrenince:
"O kimseye karşı vefâsızlık etmiş oluyorsun. Onu unutmak, Allâh'ın
nimetini unutmak olur. Kula şükretmeyen, Allâh'a da şükrünü bilmez,"
demişti.
Evlâtları arasına yeni girmiş bir zâta şöyle demişti:
"Dikkat et, şimdiden sonra nefsin, sana daha çok musallat olur. Uyanık
ol ve kendi kendine: Nefsini bil nefsini, senden sorarlar hep seni... demeği
âdet et."
***
Yakınlarından biri Dost'u ziyârete gelmişti. Odada, Bakırköy Müftüsü
Ali Rızâ Hayırlı Efendi bulunuyordu. Evvelâ Dostun elini öptükten sonra
Müftü Efendiyi de hürmetle selâmladı. O sırada Dost, misâfirine dönerek:
"Yabancı değil, evlâtlarımızdandır," dedikten sonra da şöyle
ilâve etti:
"Esâsen, yabancı olan, nefsimizdir."
Dostun evlâtlarından birisi anlatıyor:
Babam Rifâî şeyhi idi. Ârif, zarif ve nüktedandı. Dergâhımıza gitmek üzere
olduğum bir gün, defterime şu sözleri kaydetti: Ben dahî yoluna mânî olmak
istersem, dinleme. Dumanın doğru çıksın ona dikkat et!
Dostun terbiyesinde bulunan evlâtlarından biri, rahatsızlanmıştı ve
İstanbul'dan uzaklarda bulunuyordu. Hastalığı da oldukça ciddî idi. Gurbette
ölmek ihtimâlinin uyandırdığı endîşelerle dolu bir mektubuna aldığı cevap şu
oldu:
"İnsan Bağdat'ta da ölebilir. Fakat kendisine gösterilen yolda ve o
istikâmette olan kimse, nerede olursa olsun, mürşidinin yanında demektir.
Orada öleceğim, burada öleceğim diye endîşe etme, kalbini, istikâmetini Hakk'a
çevir, onun dediklerini tut, böylece de onunla ol."
Allah, kâmil insanın hakikatini bildirsin diyen bir zâta, Dost:
"Kâmil insan, haya, ve hakikattir," diye cevap verdi.
Dostun teveccühü bulunan bir yakını ziyâretine gelmiş ve karşısında küçük
bir iskemleye oturmuştu. O sırada, içeri girenler bu iskemlenin rahat olmadığını
söyleyerek misâfıre, daha uygun bir yere geçmesini, nezâketle teklif ettiler.
Dost da teklif sâhiplerine şu cevâbı verdi.
"Bu dünyâda rahat yoktur. Ancak üç yerde rahat vardır. Birincisi,
münâcât-ı Rahman: İkincisi, tilâvet-i Kur'ân; üçüncüsü; sohbet-i ihvan... İşte
rahatlık bunlardadır."
Dostun verdiği bu karşılık, insanları maddî rahatlıktan mahrum etmeğe
teşvik değil, gerçek huzur ve kalb istirâhatinin, mânevî mevkilerde aranmasını
söylemeğe bir bahâne idi.
***
Namaz kılmak üzere olan bir yakınına:
"Kızım, Allâh'ı görür gibi namaz kıl... İbâdetin yatıp kalkmaktan
ibâret olmasın... Kur'ân-ı Kerîm'i de, mânâsını anlıyormuşcasına oku... Bir gün
olur, Cenâb-ı Hak sana onun mânâsını da anlatır."
***
İlmiyeden olan ve ilmiye kisvesi taşıyarak dolaşan Ubeydullah Efendi
ismindeki zat, kültür çevrelerinde alafrangalığı ile tanınan, zaman zaman da bu
vasfı umûmî efkârda bir alaylı nükte mevzûu olan simâlardandı.
Dost'a rastgeldiği bir gün, söz arasında, sokakta sağdan yürümeyi,
İsviçre'de bir sebzeci kızdan öğrendiğini söylemesi üzerine Dost:
"Teessüf ederim Ubeydullah Efendi, sen Resûlullah Efendimizin (Aleyküm
bi'l-yemîn) yânî, sağınızı ihtiyar ediniz, hadîsini bilmiyor musun? Tabiî ki
biliyorsun. Şu hâlde, onu unutup, bu basit kaideyi bir yabancıdan öğrenmiş
olduğunu nasıl iftiharla söyleyebilirsin?" demiştir.
***
Uzun yıllar, maârif müdürlüklerinde bulunmuş, mektepler açtırmış ve hoca
olarak da, binlerce talebe yetiştirmiş olan Dost, bir âile babası olarak da,
dört başı mâmur, vazifeşinas, zarif, neşeli ve nüktedandı.
Ammâ, bütün bu hayat, cemiyet ve âile nizamlarının kaide ve icaplarını
sıcak ve yumuşak bir tutumla yerine getirirken, gözünün ve gönlünün ezelden
bağlı olduğu nokta, Hak yoluna açılan aşk kapısı idi. Onun için:
"Ne sazdan, ne sözden, ne evlâttan, ne de güzel yüzden zevk aldım.
Bunların hiç biri beni gereğince oyalamadı.
Sazı severim, aşkımı söylerse... sözü severim, gene onu söylerse... Mânâm
olmayan, onu söylemeyen güzeli ne yapayım?
Su içmek isteyen bir kimse için, boş kadeh ne işe yarar? Fakat bu kadeh,
temiz, berrak ve lâtif de olursa, elbette suyun zevkini arttırır."
Onun için Dost'un münâsebet ve alâkası, kadehlerle değil, dâimâ, kadehteki
su ile olmuştur.
Dost'un çocukluğundan beri, fânî ve zevâl bulmaya mahkûm saltanat ve iptilâlara
karşı istiğnâsı büyüktü. Daha, Galatasaray Lisesi sıralarında iken,
hâfizasında tuttuğu ve benimsemiş olduğu düşünceler, o zamandan başlayan bir
görüşle, dünyâya nasıl bir gözle baktığını belli eder.
Mevkiinin ve şöhretinin gurûru içinde kabına sığmayan birisi vardı. Bunun
böyle olduğunu, onu tanıyan herkes gibi, biz de biliyorduk. Tabiî ki Dost da
biliyor ve şüphesiz, için için ona acıyordu. Ammâ, kimsenin gıyâbmda
konuşmadığından, onu da kınamıyordu. Yalnız, bir münâsebet düşüp o zâtın ismi
geçtiği sırada, çocukluk yıllarının ardında kalmış bir Farsça beytin
tercümesini vermekle iktifâ eyledi: "Ey zamânın pâdişâhı! Vaktin gelince, sen de mahalle
fukarâst ile berâber olacaksın. Gerçi şimdi, kasrının kapısında beş kere növbet
vuruluyorsa da, bir gün, sıra diğerine gelir ve sen geçersin. Ammâ zamânı
gelince o da geçer."
Varlık, dirlik, mevki, şan ve şöhrete gönül veren, onun indinde acınacak
kimsedir. Gene der ki:
"Dünyâ, işvebaz bir kadın gibidir. Gönül kapıcıdır. Fakat hiç kimse
ile karılık kocalık hakkını îfâ etmemiş, hiç kimseye yâr ve râm olmamıştır."
Gözü evlâtlarından başka bir şey görmeyen, bütün dünyâsı ve hayâtının tek
gayesi çocukları olan bir kimse tanıyorduk.
"Evlât ne demek, evvelâ onu düşünelim. Evlât, ana ile babanın
cünbüşünden hâsıl olan bir vücut değil mi? Ona, bu aşırı, bu çılgınca iptilâ
niçin? Dünyâya, evlâdın için değil, Allâh'ını bilmek için geldin.
Evlât sana verilmiş bir emânettir. Onu sev, koru, iyi yetişmesine gayret
sarfet, fakat tek gayen o olmasın."
Dost, evlâtlarının maddî mânevi terbiye ve yetişmeleri ile sıkı sıkıya
alâkadardır. Fakat, babalık hissine zebun olarak değil. O, hiç bir şeyin
zebûnu ve müptelâsı olmadığı gibi, bu hissin de esîri değil, hâkim ve âmiridir.
***
Muhakkak ki Dost, bir İlâhî vekâr âbidesi idi. Ammâ, abusluktan hiç
hoşlanmaz, somurtkanlığı hiç sevmezdi. Onun için de, gerek âile gerek meslek
hayâtını süsleyen yumuşak ve zarif nüktelerini yakalamak her zaman mümkündü.
Meselâ sofraya çorba konduğu bir gün:
—
İçmez misiniz,
terbiyeli... denmesi üzerine:
"Hayır istemem, varsın terbiyesiz olsun, ben onu terbiye ederim!"
cevâbı ile, teklif sâhibini de, sofrada bulunanları da güldürmüştü.
Âile içinde Münîre Hanımefendi, ileri yaşı, kıdemi, görgü ve keskin zekâsı
ile, hatırlı mevkii olan ve mevkiinin de, gerçekten ehli bulunan bir kimse idi.
Şeyhülvüzerâ Nâmık Paşa'nın torunu olarak kazandığı köklü terbiye ve
asâletini, Hak kapısının tevâzûu ve edebi ile de birleştirmek nasibini almış
bir derviş sıfatı ile, çevresinin gözde insanlarındandı. Büyükle büyük,
çocukla çocuk olan, gönülsüz, kibirsiz ve hazırcevaptı.
Dâmâdı, Doktor Server Hilmi Bey’le, et tırnak gibi anlaşan iki insandılar.
Karşılıklı lâtîfelerini dinlemeğe herkes can atardı.
Bir gün devrin İnhisarlar Vekili nin oğlu, İsviçre'ye tahsile gitmek üzere
Dost'a vedâa gelmişti. Münîre Hanımefendinin elini de öpmek istediği zaman,
nerede ve nasıl konuşacağını çok iyi bilen Hanımefendi, genç çocuğa Fransızca
olarak: "Attrapez le bien, fuyez le mal!" İyiliği tut, kötülükten kaç, mânâsına gelen, nasihat yollu sözü, yabancı bir dille söyleyince, yaşlı
bir kadının ağzından çıkan bu hiç beklemediği cümle, belki de gence, aslâ
unutamayacağı bir yol hediyesi olmuştu.
Dostun yakın akrabâsı [Amca torunu. Vak'anın geçtiği târih, 1911.] olup,
çocukluğu ayni çatı altında geçmiş, bugün de fazileti, dürüstlüğü ve kibarlığı
ile, çevresi tarafından sayılıp sevilen bir hanımefendi, Dostun, çocuklara
olan muâmelesine örnek veren birkaç hâtırasını şöyle nakletmiş bulunuyor:
Râmi, eskiden İstanbul'un en yakın sayfiyelerindendi. Bir yaz, orada büyük
bahçeli bir köşk tutuldu. Ammâ bu geniş bağın bir kısmı, mal sâhibine âitti.
Evde, iki kız, iki erkek, dört çocuktuk. Bize, ev sâhibine âit kısma
geçmememiz ve o tarafın meyvelerine el sürmememiz tenbih olunmuştu.
Öyle ammâ, öbür tarafta, nakil gibi donanmış kiraz ağaçları vardı. Âdetâ
bizi çağırıyor ve: Gelin, şu
penbeli kırmızılı meyvelerimden toplayın! diyordu. Biz de, bir sabah
erkenden, kız yeğenimle bu dâvete uyarak ve kimseye de görünmeden o tarafa
geçtik. Topladığımız kirazları da eteklerimize doldurduk. Fakat köşke
dönerken, Büyüğümüzün, pencereden bize bakmakta olduğunu görünce, öylesine
şaşırdık ki, ben, eteğimi gül ağacının dibine boşalttım ve selâmlık odasındaki
yüke girerek yatakların arkasına saklandım. Korkudan bir türlü meydana
çıkamıyordum. Arandığımı duyuyor, ammâ ses de veremiyordum.
Arkadaşım ise, kirazlarım sarnıcın dibine atmıştı. O da ortalarda yoktu.
Nihâyet yemek vaktine doğru bizi buldular.
Ev halkının işi bildiğini hissediyor ve kabâhatimizin, an-be-an yüzümüze
vurulacağını bekliyorduk.
Fakat ne tuhaf... Kimsede ne bir muâmele değişikliği vardı ne de sabâhm
erken saatinden öğleye kadar nerelerde olduğumuz soruluyordu. Herkes, hiç bir
şey olmamış gibi davranıyordu. Bizi yüzlememek husûsunda âilenin müşterek karar
almış olduğunu o zaman ne bilebilirdik. Bu tutum, bize öylesine tesir etti ki,
bir daha, hakkımız olmayan herhangi bir şeye el uzatamadık.
Çok yaramazlıklarımız oldu, ammâ aslâ haram, gözümüze câzip ve şirin
görünmedi.
Ayni akrabâ devam ediyor:
Gene ayni köşkte idik. Bize âit bahçede de pek çok meyve ağacı, bâhusus
mebzûl erik vardı.
En büyük ağaçların birine salıncak kurdular. Sıra ile sallanıyorduk. Fakat
yaşça büyük olan erkek yeğenim, mutlaka bir tatsızlık çıkarıp bizi ikiye bölüyordu.
Ancak, ablam ve küçük yeğenim benimle berâberdi.
Bu geçimsizliği önlemek için büyük yeğenimize bir başka salıncak kuruldu
ise de, çıkardığı tatsızlık ona pahalıya mâl olmuş, yalnız kalmıştı. Hiç
birimiz yanına gitmiyor, berâber oynamıyorduk.
Meğer Büyüğümüz, bütün bu olup bitenleri de penceresinden tâkip ederek
görüyormuş. Bir gün, bahçe kapısından çıkarak yanımıza geldiğini gördük. Çok
tatlı ve yumuşak bir sesle: "Bakalım beni hanginiz
sallayacaksınız?" dedi ve bizim salıncağa bindi. Ablamla ben ve küçük
yeğenim, hemen atıldık ve sallamaya başladık.
Karşıdan, mızıkçı yeğenimiz: "Benim salıncağıma da geliniz!"
diye, âdetâ feryat ediyordu.
Nihâyet, misâfirimiz, bizim salıncaktan inip onunkine bindi ve bize de: "Haydi,
hepiniz gelin ve hepiniz beni sallayın!" dedi.
Hemen o tarafa giderek Büyüğümüzü birer birer salladık.
Pek tabiî ki bu hareket ve bu dâvetten maksat salıncağa binmek değil, iki
Jarafı da uzlaştırıp birleştirmekti. Nitekim öyle de oldu. Çünkü ayrılığı ve
kavgayı hiç sevmezdi. Diyebilirim ki bir ömür boyu ve hayâtın her türlü
zorlukları, mızıkçılıkları ve beklenmedik hâdiseleri karşısında hep onu bu
uzlaştırıcı ve affedici tavırda gördüm.
***
Ayni akrabânın bir başka hâtırası:
Gene ayni köşkteyiz. Bahçe meyve ağaçlan ile dolu. Hem oynuyor, hem de
erik, kayısı, ne varsa koparıp yiyor ve yiyemediklerimizi de ceplerimize
dolduruyorduk. Herhâlde işi fazlaya götürmüş olacağız ki, yeğenimle ben,
dizanteriye tutulduk. Bu hastalığın da en
ağırına yakalanmıştık. Ayrı ayrı odalarda yatıyorduk.
Evde, âileden olan dâhiliye mütehassısı bir profesör vardı. Durmadan bize
ilâç taşıyordu. Fakat ben haftalar geçmesine ve bütün ihtimâma rağmen iyileşemiyor
dum.
Günlerden bir gün, evdeki yardımcılardan biri, önüme pirinç çorbası
getirdi. Öylesine açtım ki, hemen içip bitirdim. Fakat çorba hem yağlı hem
domatesli imiş ve kızcağız, bunu bana acıdığından gizlice vermiş.
O gece, hastalığım son şiddetini buldu. Annemin kucağında ve baygın hâlde
yatağıma getirilmişim, hatırlamıyorum.
Yeğenim benden daha evvel iyileşmeğe başlamıştı. Bir gün ablam odama geldi
ve: "Haydi artık kalk, âilece bir kır gezmesi olacak. Seni bu hâlde
götürmezler," dedi.
Ertesi gün canımı dişime takarak yataktan çıktım ve Büyük Vâlide'mizin
elini öpmek üzere merdivene yürüdüm. Fakat dizlerim titriyor ve gözlerim kararıyordu.
Merdiven basamaklarında üç defâ oturup dinlendim. Vâlide'miz, beni son derece
tatlı karşıladı ve: "Aman benim kızım iyi olmuş mâşallah" diyerek
iltifat etti. Sonra da yanındakilere: "Hemen kızıma bir kırmızı terlik
alınsın!" dedi.
Ertesi gün kırmızı terlikler gelmişti.
Aradan bir kaç gün geçmeden, kır gezmesi sâhileşti. Yemekler yapıldı,
kapıya iki manda arabası geldi, şilteler serildi. Başta Büyük Vâlide'miz olmak
üzere, bir arabaya ev halkı, diğerine de aşçıbaşı, uşak ve yemek takımları
yerleştirildi. Beni götürmeyeceklerini çoktan anlamıştım. Kaç gündür
gösterdiğim gayret boşa gitmişti. Akrabâmız olan doktor yanıma gelerek:
"Kızım, sen daha yeni hastalıktan kalktın ve büyük tehlike atlattın.
Henüz bağırsakların sarsıntıya gelmez. İyi ol, beni seni götürürüm!" dedi
ve başımı okşayarak, iki çil kuruş verdi.
Biz çocuklar, o zaman para harcamasını pek bilmezdik. Sevinemedim bile.
Arabalar gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktım.
Büyüğümüz evde kalmıştı. Zenci bacımız, beni salıncağa bindirip salladı ve
elinden geldiği kadar oyalamaya gayret etti.
Bir müddet sonra yukarıdan ney sesi gelmeğe başlamıştı. Büyüğümüzün, o gün
üflediği ney, sanki şimdiye kadar dinlediklerimden bambaşka idi.
İşte bu ses, bana evde kalışımın unutulmaz mükâfâtı oldu.
Akşam geç vakit, arabalar göründü. Ablamın anlatacaklarını sabırsızlıkla
bekliyordum. Çocukların başlarında, katırtırnaklarından yapılmış külâhlar vardı.
Büyük Validemiz, bir tâne de benim için yaptırmıştı.
***
Ayni akrabâ, 1912 senelerine âit hâtırasını da şöyle naklediyor:
Yazlıkta idik. Yaşça hepimizden büyük ve hepimizden cesâretli olan
yeğenimiz, Karagöz oynatarak bu oyuna evin büyüklerini dâvet etmeyi teklif
etti. Fikir bize çok parlak göründü. Öylesine sevindik ki âdetâ coştuk. Lâkin
elimizde Karagöz tasvirleri yoktu. Onun için de gazete ve mecmûalardan resimler
kesmeğe başladık.
Haremle selâmlık arasında camlı büyük bir bölme vardı. Bu resimleri cama
yapıştırmaya karar verdik. Ammâ yapıştırıcı bir maddemiz de yoktu. Bu sefer
bogazımız kuruyuncaya kadar tükürüklerimizi sarfederek işimizi tamamladık.
Ancak karşımıza yeni bir müşkül daha çıkmıştı. Cama yapıştırdığımız resimleri
nasıl hareket ettirip oynatacaktık? Hepimizi bir düşüncedir aldı. Memlekete henüz
elektrik de gelmemişti. Oyun kolumuzun başı olan yeğenimiz eline bir lâmba
alarak arkaya geçti ve provaya başladı. Çocukluk bu ya, resimler oynuyor diye
kendimizi aldattığımızı bilmeden, sevinçten uçuyorduk.
Ertesi gün sandalyeleri dizdik. Başta Büyük Vâlide'miz ve Büyüğümüz,
dâvetimizi hiç nazlanmadan kabûl ettiler. Hâne halkı da çâresiz arkalarından
gelerek iskemleleri doldurdular.
Güyâ Karagözcü olan yeğenimiz camın arkasında hem konuşuyor hem de lâmbayı
aşağı yukarı gezdiriyor, biz de sâfiyâne, resimlerin hareket ettiğini zannederek
seviniyorduk.
Büyüğümüz, sonuna kadar kaldı ve oyun bittikten sonra da bu çocukça
hareketimizi taltif etmek sûretiyle, bizi sevincimizle baş başa bıraktı.
Şimdi düşünüyorum da, mâsum bir çocuk hevesini bu kadar ciddiye almak ve
sıkıldığı muhakkak olmakla berâber, tahammülsüzlük göstermeden sabretmek için,
nasıl ileri bir pedagojik anlayışa sâhip olmak gerekti?
Acabâ bugün biz, çocuklarımızın basit ve zararsız arzûlarını kırmadan,
onlann seviyesine inmekte, ayni basireti gösterebiliyor muyuz?
Amca torunu hanımefendi devam ediyor:
Artık büyümüştüm. Ammâ gene bir hastalıktan kalktığım için, mektepte sene
kaybetmiştim. Bu yüzden de, iki sınıfın imtihânını vermeğe kararlı bulunuyordum.
Halbuki Büyüğüm, sıhhatimi düşünerek, bu fikrimi pek beğenmedi ise de, ben
kararımdan caymadım.
Lâkin bu defâ da zâtürreye tutuldum ve tabiî ki düşüncem tatbik edilemedi.
Zaman geçti, gene iyileştim. Fakat içimde bir azap vardı. Sağlığımı düşünen
Büyüğümü dinlememiştim. Af dilemeğe karar verdim, ve diledim. Beni dinledikten
sonra, tek cevâbı: "Sen kendini affettin mi?" demek oldu.
Artık genç kızlık çağından, evlilik devresine girmiştim. Kocam subaydı.
Tâyin olduğumuz yerlere berâberce gidiyorduk. Ammâ her sene, yaz mevsiminde
İstanbul'a geliyordum.
Bir seferinde avdet zamânım gelmiş, vedâ ediyordum ki ağzımdan,
şükürsüzlüğe kaçan ve pek hoş olmayan bir söz çıktı. O zaman Büyüğüm: "Sen
kızını sever misin?" dedi. "Evet Efendim!" dedim. Tekrar: 'Bir
hatâsını gördüğünde azarlar mısın?' diye sorduğunda, gene, evet, dedim.
"Sen bir kul olduğun hâlde, evlâdının terbiyesini düşünürsün de,
Allah, kullarının hayrı için neler yapmaz?
Senin iyi gördüğün şeyler içinde ne kötülükler, kötü gördüğün şeyler
içinde de ne iyilikler vardır. Haydi güle güle kızım!" diyerek beni uğurladı.
Bu ayrılış için aşırı sızıldanmış ve hâlime râzı olmamış bulunduğumu
hissederek dışarı çıktım.
Ayni kimseden bir başka hâtıra:
Erzurum'dan Ankara'ya tâyin olmuştuk. Henüz bir senemiz dolmak üzere idi ki
bir gün zevcim eve pek neşeli dönmüştü: "Sana bir müjde... Afganistan'a
askerî hoca olarak gidiyoruz. Seni de, iki sene sonra İstanbul'a gönderirim,”
dedi.
Bu habere sevinememiştim. Ailemden iki sene ayrı kalmak, birden hiç hoşuma
gitmemişti. Hâdiseyi hemen mektupla Büyüğüme bildirdim. Gelen cevap: "Kızım,
kocan nerede ise sen de onun yanına yakışırsın!" karşılığı oldu.
Gene de üzgündüm. Annemi de çok düşünüyordum. Ammâ, bütün bu endîşelerime
rağmen, yol hazırlıklarına başlamıştık bile.
Aradan bir hafta geçti. Gene bir gün bahçede kızımla berâber dolaşıyordum.
Bu defâ zevcim eve durgun bir yüzle geldi. Çocuğu şöyle bir sevip bıraktı.
Kahvesini pişirip götürdüm ve yanına oturarak, hasta veyâ üzgün olup olmadığını
sordum. Vazifesi Mareşâl’in yanında idi. Paşa, Afganistan'a gönderilecek
olanların listesini bizzat hazırlamış ve imzâlamıştı. Fakat nedense, zevcimin
ismi çizilerek, onun yerine, arkalı bir başka subayın ismi yazılmıştı.
Biraz konuştuk ve: "Şuna üzülüyorum ki, yerime gidecek arkadaş, Türk
ordusunu temsil edecek ehliyette bir topçu değildir," dedi.
Neticede Afganistan'a gidemedik ve ben o sene de gene âileme mûtat ziyâreti
yaptım.
Henüz ilk mektep dördüncü sınıfta okuyan bir akrabâ kızı, subay olan
babasının değişik vazifeleri yüzünden, âilesi ile birlikte, doğu ve batı
vilâyetlerinde dolaşmaktadır. Tâtillerini İstanbul'da geçirecekleri bir sene,
küçük kız, çok sevdiği Dost'a bir hediye götürmek istiyor ve annesinin, gelişi
güzel verdiği bir bez üstüne, pek çocukça, basit bir şeyler işliyor. Fakat
yaptığı işlemeyi beğenmemesine rağmen, hediye etmekten de bir türlü
vazgeçmiyor.
Neticede, işleme yerini buluyor. Aradan da seneler geçiyor. Yeniden
âilenin yolu İstanbul'a düştüğünde, Dost, küçük akrabâsını çağırarak:
"Bak kızım, işlediğin örtü, rahlemin üstünde..."
Diyerek çocuğu taltif ediyor. Dost, emeğe, iyi niyete ve çocuk rûhiyâtma
kıymet vermemiş olsaydı, otuz şu kadar sene sonra, artık yüksek tahsil
kademesini aşıp cemiyetin sivrilmiş sîmâlarından olan bu hâtıranın kahramanı
hanım, o çocukluk hikâyesini, yeniden yaşar gibi, bütün canlılığı ve tâzeliği
ile nasıl anlatabilirdi?
1914 Cihan Harbi seneleri idi. Çocuklar sokakta muhârebe oyunu
oynuyorlardı. Bir taraf Türk, bir taraf düşman olmuştu. Dost da, pencereden,
onları dikkatle seyrediyordu. Nihâyet oyun bitmiş ve Türkler kazanmıştı.
Neticeden memnun olan Dost, her iki tarafın çocuklarını da Konağının avlusuna
çağırarak hepsine iltifat edip çil paralar dağıttı.
Eskiden Ada da oturan halk öğle ve akşam yemeklerini bahçelerine
kurdukları masalarda yerler veyâ kapı ve pencereleri açık tutarlardı.
Orada yazlıkta oldukları bir gün Dostun annesi, henüz daha çocuk yaşta olan
annemi çağırarak:
-"Kızım, gez dolaş sofra nasıl kurulur, nasıl tanzim edilir etraftan
gör, öğren," buyurmuşlar.
Salonda oturulduğu bir gün ihvandan bir hanım o sırada beş yaşında olan
Dostun küçük kızını sevmek, yanağından öpmek istemiş. Fakat o: "Ben kimin
kızıyım, biliyor musun? Senin benim yanaklarımı değil ayaklarımı öpmen
lâzım," karşılığını vermiş.
Bu hâdise kendilerine nakledildiğinde Dost’un annesi son derece
celâllenmişler ve ertesi günü o hanımı çağırtarak salondaki koltuğa oturtmuş,
torunlarına da onun ayaklarını öptürmüşler.
Dost’un annesi temizliğe çok dikkat ederler ve iş görenlere de son derece
lûtufkâr ve yumuşak davranarak iyi muâmele ederlerdi.
Bir gün, yeni yetişmekte olan yakın bir akrabâ kızı merdivendeki camı
siliyor, kendileri de bezi sıkarak ona uzatıyorlarmış. Bir müddet sonra:
"Haydi kızım sen yoruldun, yerlerimizi değiştirelim," diyerek bezi alıp cam silmeğe başlıyor, onu da dinlenmesi için aşağı
indiriyorlar.
Bu da bir başka yakının hâtırası:
Dışarıdan bir ses duyuldu. Dost ün: "Git bak kim gelmiş?" demesi
üzerine gidip baktım ve: Küçük Nezihe Hanım!" dedim. O zamana kadar
Nezihe Hanım'a, boyunun çok kısa olmasından kinâye, Küçük Nezihe dendiğini
duymuş, bu yüzden, ben de öyle söylemiştim. Dostun hemen kaşları çatıldı ve:
"Bir daha böyle söyleme. Bir kimsenin kusûrunu, nasıl olur da onun
sıfatı olarak kullanırsın?" dedi.
***
Ailenin yakınlarından bir genç, sesinin İliç müsâit olmamasına rağmen her
zaman şarkı söylemeğe hevesli idi. Söylediği zaman da etrâfındakilerden
bâzılarımn lâtîfelerine hedef olurdu.
Bir gün Dost, yakınları ile bir arada iken: "Bir şey söyle de
dinleyelim," teklifinde bulunmuş, o da gene, alaya alınmaktan bizar:
"Efendim, herkes bana gülüyor," deyince: "Sen söyle oğlum,
onlar değil, ben dinliyorum," diyerek etrâfın hareketini tasvip
etmediğini ihsas etmişti.
***
1941 senesi yazında, Şaşkın Bakkal'da Dostun oturmakta oldukları köşkün karşısında
bulunan gayet geniş ve güzel bahçeli bir köşkte oturmuştuk.
Ağabeyim Ekrem Hakkı Bey'in müteahhitliğinin en iyi zamanlan idi. Oğlunun
sünneti de burada oldu.
Bahçeyi fırdolayı dolaşan koridor gibi yola tahta masalar ve bahçenin
ortasındaki çiçekli büyük göbeğe de her taraftan görülebilecek bir sahne
kuruldu. Nâşit ve emsali sanatkârlar geldiler.
Misâfirleri ağırlayarak belli yerlere oturtuyor ama yanlarında uzun boylu
kalamıyorduk.
Dâvetlilerden, sonradan Adliye Vekili olan Abdülhak Kemal Yörük Bey, Hasan
Âlî Yücel Bey'i de yanına alarak düğüne gelmişti.
Ağabeyim, daha sonra teşrif eden Dost'u, Hasan Alî Bey'in bulunduğu masada
ağırlamıştı.
Hâdisenin devâmını Dostun bir talebesinin kızı, babasından naklen şöyle
anlattı:
O gün, Dost, Hasan Alî Bey e:
-"Beyefendi, nedir bu maârifin hâli, bu nesil nereye gidiyor? Başı boş
bırakılmış, faydalı bilgi verilmiyor. Çocuklarımız gayri millî ve gayri İslâmî
terbiye ile yetiştiriliyorlar," deyince, Hasan Âlî Bey cevap olarak:
-
Bu nesil böyle
gitsin, arkadan gelecek nesli istediğimiz gibi yetiştiririz, demiş. Buna Dost:
-
"Gelecek
nesil, bu neslin devâmıdır. Bu nesle öğretilmeyen ondan sonraki nesle nasıl
öğretilir? Hiç mâzîsi olmayan istikbâl olur mu? Geçmişten faydalanmayan hiç
bir gelecekten hayır gelmez," diye karşılık vermişler.
1937 senesinin Temmuzuydu. Dost un torunu sünnet olacaktı. Yalı, böyle bir
merâsim için son derece elverişli idi. Fakat, âile içinde yapılacak olan
düğün, külfetli ve ihtişamlı olmayacaktı.
Yalnız, sünnet cemiyetlerinin tuzu biberi demek olan, hokkabaz çağrılacak
ve Dost'a olan hürmetini her fırsatta belli eden Nâşit, arkadaşlarıyle gelecek,
dar kadrolu bir saz heyeti de dâvet edilecekti.
Fakat olacak bu ya., ancak birkaç senede bir görülen çok şiddetli bir
fırtına ve ağaçları yolup, yaprakları pencerelere yapıştıran bir yaz yağmuru,
düğün lehine programı değiştiriverdi.
Bütün çalgılı bahçeler, yağış yüzünden, o gün için faâliyetten kalmıştı.
Saz âlemlerinin müdâvimi olan bir akrabâ da, bunu fırsat bilerek hemen
arabasına atlayıp, açıkta kalan sâzende ve hânendeleri toplayarak getirdi.
Düğün, bu kalabalık san'atkâr grubunun gelmesi ile, beklenmedik bir renk
almıştı.
Fakat işi tertipleyen aynı akrabâ, sanatkârların kadehsiz olamayacaklarını
da düşünüp, hazırlığı, ona göre tamamlamıştı.
Düğünün, kıvâma geldiği bir sırada, içlerinden bir san'atkâr, kendilerine
ayrılmış yemek salonunu, diğer salonlara bağlayan koridorun kapısını nasıl
çekmişse çekmiş ve kapı sanki bir daha açılmamak üzere örtülmüştü.
Gerek ev halkından, gerek misâfirlerden, kimin eli yatkın ise, bir boy
uğraştı, fakat kapıyı açmak kabil olmadı. Dışardan usta bulunup getirildi. Ammâ
o da bir şey yapamadı. Her zaman rahatlıkla açılıp kapanan kapı, inat ediyor
ve sanki: Ne yapsanız nâfile! diyordu.
Tek çâre, sanatkârların yemeğini, aşağıdan alıp, yemek salonunu bahçeye
bağlayan köprüden geçirmekti. Ne ki, hem hava yağmurlu hem de iş çok dolambaçlı
ve müşkül idi. Fakat buna rağmen başka çâre kalmamıştı. Nitekim öyle de
yapıldı.
Hâdise Dosta kadar intikâl etmişti. Kestirmeden verdiği cevap, bir şifre
gibi idiyse de, anlaşılması o kadar da güç değildi:
"Evime neden içki soktunuz?"
Bu îkâz yollu ihtârı, anlayanlar anlamıştı. San'atkârlara işret sofrası
hazırlayanın da anlamış olduğu, tahminden pek uzak sayılmasa gerekti.
İlmin ve ilim adamlarının her çıktıkları basamakta, biribirlerine yan
bakıp küçük görmeleri ve attıkları her ileri adımla, zihnî ve maddî görüş ve
buluşlara, yeni yeni imkânlar açmış ve açmakta bulunmuş olmaları, maddî
tekâmülün gereğidir.
İlim adamı, sırasında kendinden evvelkini de çağdaşlarını da yalanlar,
çürütür... Bu da onun zarûrî ve tabiî vazifesidir.
Halbuki, mânâ ilminin merkezi olanlar arasında, kavga, münâkaşa, çekişme,
hele yalanlamanın adı dahî yoktur.
Zîra birinciler, maddenin çözebildikleri meçhullerini ortaya koymak dâvâsı
ile, kesret âleminde biribirleriyle yarış ederler.
Diğerleri ise, ezelden ebede değişmeyecek olan vahdet sırlarının
âşinâsıdırlar. Onun için de, her devir ve her asırda beyan ettikleri, müşterek
ve İlâhî hakikattir. Bu yüzden de ayrılığa düşmez, biribirilerini taşlamaz,
kınamazlar.
Dünyâ kesrettir. Tabîati îcâbı, kavgacıdır, mânâ ise vahdettir. Onun için
de barışçıdır.
Bir zaman Koca Rifâî, bütünün bir parçası gördüğü domuza selâm vermişse;
bir başka zaman, ulu Rûmî, sokakta rastladığı fâhişenin önünde eğilmişse; bir
başka velî darağacındaki hırsızın yanağım okşamışsa, hepsi de, ayni çeşmeden
birlik ilmi içmişlerden oldukları için, kesrette vahdeti görmüş olmalarındandır.
Her asırda, her devirde, velîlerin adı sanı değişir, ammâ inanış, tutum ve
davranışlarında ne tebeddül ne de bir yalanlama olur.
İşte Dost da, yabancı diyarlardan kendi sınırına girince, toprağı öpecek
bir millî hassâsiyete sâhip olmasına rağmen, insanlarla şahsî münâsebet ve
muâmelesinde, taraf tutmayan ve haktan ayrılmayan tutumu ile, her cins ve
mezhep ehli tarafından sevilen ve sayılan bir müstesnâ idi. On üç sene Türkçe
hocalığı yapıp nihâyet 1942 senesinde ayrıldığı Fener Rum Erkek Lisesinin
müdürü Zahariyadis 1948 senesinde, Dostun rahatsızlığını duyarak ziyâretine
gelmişti. Bıraktığı karta da, "Mine'l-mehd ile'llahd vefakârınız” [Zahariyadis, Galatasaray'da okumuş
olduğu için, Türkçesi kuvvetli bir kimsedir. Eskiden, her münevverin bilip
kullandığı bu cümlenin mânâsı: Beşikten mezara kadar vefâkârınız, demektir.] ibâresini yazmıştı. Bu aşırı
tâzîmin sebebi, uzun seneler, şâhit olduğu sayısız insanlık örneklerinden
başka ne olabilirdi?*
* 1978
senesi sonunda dahî Dost'un fotoğrafı lise müdürünün masasının camı altında
duruyor ve resmin altında da, gene Dost tarafından söylenen şu sözler yazılı
bulunuyor:
"Bulunduğun
yerde kalma, ileri geç. Geç de, ne kadar geçersen geç. Yoksa ömrünün geçmesi,
mezara yaklaşman olmasın. Yürü, dâimâ yürü. Eğer ölüm seni yolda yakalarsa, onu
Allah bilir. Yeter ki bu iş, dururken olmasın."
Uzun seneler, adını işitip, kendisini tanımadığımız bir kimsenin ismini,
zaman zaman Dostun ağzından duyardık. Bunlar:
"Abbas'ı severim, iyi adamdır! Abbas’ın sesi de güzeldir!" gibi
sözlerdi.
Neden bu sevilerek yâd edilen Abbas, gelip gitmez, neden kendisini seveni
arayıp sormazdı? Evinin de çok yakında olduğu biliniyordu.
Eğer bu uzaklaşma, onu haklı çıkaracak bir sebebe dayanmış olsaydı, Dost,
mutlaka îzah ederdi. Demek ki Abbascağızın aleyhinde, bir pürüzlü nokta olmalı
idi ki, anlatmaya yanaşmıyordu.
İşin iç yüzünü bilen yaşlılar da, o taraflı olmuyorlardı. Ammâ, bir gün,
âileden biri, nasılsa bu söylenmeyen sebebi ağzından kaçırıverdi: Abbas Efendi
defi) 1978 senesi sonunda dahî Dost'un fotoğrafı lise müdürünün masasının
camı altında duruyor ve resmin altında da, gene Dost tarafından söylenen şu
sözler yazılı bulunuyor:
"Bulunduğun yerde kalma, ileri geç. Geç de, ne kadar geçersen geç.
Yoksa ömrünün geçmesi, mezara yaklaşman olmasın.
Yürü, dâimâ yürü. Eğer ölüm seni yolda yakalarsa, onu Allah bilir. Yeter
ki bu iş, dururken olmasın."
nen bu zat, Dostun dergâhına oluk oluk akın eden kalabalıktan, hissen
rahatsız olmuş ve işte bu yüzden de geri çekilmişti.
Kendi dergâhının da Dostunki gibi, şeyhülislâmların, âlimlerin, şâirlerin,
hattâ patriklerin, papasların uğrağı olmasını istediği hâlde, günün birinde
gıbtası, kıskançlık kisvesine bürünerek, bu hırçın duygusunu da, küsmek
sûretiyle açığa vurmuş bulunuyordu.
Bir sabah namazından sonra Dost, zevcesinden elbiselerini istiyor ve
mektep saatinden çok evvel, âdetâ alaca karanlıkta, sokağa çıkarak Abbas
Efendi'nin evine gidiyor.
Senelerdir biribirlerini görmemişlerdir. Kimin geldiğini bilmeden, sokak
kapısını açan suçlu ev sâhibi, suçsuz misâfirini görünce, kim bilir, yılların
biriktirdiği pişmanlık, utanç ve eziklikle, birden kendini kaybeder hâle
gelerek: Allah! diye haykırıp bayılıyor.
Ammâ, iki eski âşinânın barış görüş olmaları ile hikâye bitmişse de, iş
bitmemiştir. Zîra, sabah karanlığında kapısına varılan bu eski dost, hastadır.
Hekim, ilâç hattâ hastahâne lâzımdır. Ve sıra, bu lüzûmu olan ihtiyaçların
karşılanmasına gelmiştir. Ne ki, sıhhatine kavuşan Abbas Efendi, ancak kadîm ve
ezelî dostu ile, iki sene gibi bir zaman hasret giderir; yanı başında bekleyen
Azrâil, daha fazlasına izin vermez.
1947 de liseden mezun olan bir delikanlı, bugün İstanbul Üniversitesi
hastahânelerinden birinin olgun ve şuûrlu bir nöroloji profesörüdür.
Dost, delikanlının annesi ile kardeşinin hamurlarına tevhit mayası
kattıktan sonra, onlar da insan yaradılmış bulunmanın, gerek ferde, gerek
cemiyete karşı omuzlarına yüklediği vazife ve mes uliyet şuurunun cilâlanmış
örnekleri olmuşlardı.
Ancak, sert ve haşin bir Rumeli ağası olan âilenin babasına ne olmuştu?
Dost, ne yapmış da, onu bir akarsu, hâline getirmişti?
Genç adam da, anne baba ve kardeşinin feyz aldıkları bu çatının altına
girip Dostun elini öpmek ve onun dünyâ görüşü ile kendine ve etrâfına bakmak istiyordu.
Uzun zaman da, bunun için çırpındı. Fakat o kapıyı her zorlayışında, liseyi
bitirmeden o eli öpemeyeceği haberini alıyordu.
Pek çalışkan bir talebe de sayılmazdı. Ammâ bir ara delikanlı, öylesine
başını kitaplarına eğdi, öyle bir hamle yaptı ki birincilikle mektebini
bitirerek, iştiyakla beklediği güne kavuştu.
Ne ki, kavuşmak yetmiyordu. Ancak, Dostun birlik görüşü ahlâk ve îman
anlayışı, insanla ve Allah'la olan münâsebeti benimsendiği takdirde beşeriyetin
selâmetine yardımcı olmak imkânları yüz gösteriyordu.
Genç adam, iyi niyetli ve akıllı idi. Egosunun mihverinden kopmakta
tereddüde düşüp bocalamadı. Ferde, cemiyete ve dünyâya, tevhit gözü ile bakar
olunca da, hareketleri, tutum ve muâmelesi ona göre ayarlanmıştı.
Komaya girmiş dünyânın hastalığı, ilimle îmânın iki düşman zannedilmesinden
ileri gelmiyor muydu? Bu idrâke varan genç doktor da, maddî ve mânevî bilgileri
barıştırıp bir kapta yuğurarak, etrâfına ikram eden müstesnâlardan oldu.
Onun, dünü ile bugünü arasında tam otuz sene var. Ne ki, Dost'tan aldığı
irfan, hikmet ve tevhit nafakası ile, çevresini besleyip yetiştirmekte,
ferâgat ve ihlâsla çalışmakta ve bu anlayışın, bir ibâdet kutsiyeti taşıdığını
bildiğinden, aksiyon ve reaksiyonlarını ona göre ayarlamış bulunmaktadır.
Dostun Emirgân'da yaz geçirdiği seneler, Boğaziçi'ne henüz otobüs
işlemiyordu. Taksi bolluğu da yoktu. Aileden, şehre inenler, ekseriyâ 4.45
vapuru ile yalıya dönerlerdi.
Bu dönüş vapurunun salonunda, iki ayrı hoşsohbet kimse ve etraflarında da
iki ayrı grup vardı. Bunlardan biri, kimyâ hocası Nûreddin Münşî Bey'in diğeri
de, Beyoğlu Müftüsü Recep Efendi'nin yârânı idi.
Nûreddin Münşî Bey, bol âhenk, esprili adamdı. Konuşmaları, ağzına bakanlan
güldürüp eğlendiren mevzûlar teşkil ederdi.
Recep Efendiye gelince, o da neşeli, rahat ve tatlı söz söyleyen bir kimse
olmasına rağmen, etrâfma toplananlara, daha ağırbaşlı kimseler denebilirdi.
Dostun âilesinden 4.45 vapuru ile dönmeyi tercih eden birisi vardı ki, yer
ve fırsat bulursa, Recep Efendi'nin halkasına yakın otururdu.
Recep Efendi'nin evi İstinye'de idi. Bir gün gene harâretle konuşulduğu bir
sırada, vapur Emirgân'a yaklaşmıştı ki o ara Müftü Efendi, meclisinde bulunanlara,
Dostun yalısını göstererek: "Aziz Efendi”* benim sınıf
arkadaşımdır. O derece mutaassıptı ki, Kenan Bey'in büyüklüğünü, onun
taassubunu bir anda eritmesinden anladım!" diyor ve Dostun kemâlinden
söz ediyordu.
*
20. Asrın en büyük hattatı olan Şeyh Azîzü'r-Rifâî, Mısır Kıralı Fuad'ın açmış
olduğu Hat Mektebi'ne, Kral tarafından İstanbul a gönderilen Nakîbü'l-eşraf
vâsıtasıyle dâvet edilerek, Mısır a gitmiş bulunuyor ve on senedir de orada
hocalık yapıyordu. O yaz ise, izinli olarak memleketine gelmiş ve Dost'a
misâfir olmuştu.
Recep Efendinin teşhisi doğru idi. Dost, îmânın kalbe giden yolunu tıkayıcı
her türlü katılığı eriten üstün şuûrdu. Rûhu ve mâneviyâtı zedelemeyen, hür ve
saf inanışın rehberi ve insanlık yolunun meş'alesi olan büyük şuûr.
Rifâî şeyhlerinden Hüsnü Bey, bir akrabâsmın evinde, Dostun yakınlarından
bir hanıma tesâdüf etmiş bulunuyordu.
İlk defâ karşılaştıkları için, ev sâhibi, misâfırini "Dostun
evlâtlarındandır," diye takdim etti. Hüsnü Bey, bu tanışmadan son derece
memnun olmuş ve: "Böyle büyük bir zât-ı şerifin evlâdını tanımak benim
için şereftir," dedikten sonra da, aralarında uzun bir sohbet geçmişti.
Akşam olunca misâfir hanım, gitmek üzere izin isteyip ayağa kalktı. Şeyh
Hüsnü Bey de, kendisini oda kapısına ve hattâ merdivenlere kadar teşyî etti.
Sonra ev sâhibine dönerek: "Böyle büyük bir zât-ı şerifin evlâdını
aşağılara kadar geçirmek isterdim. Ne mutlu size ki o zât-ı âlîkadri görüyor ve
sohbetinde bulunuyorsunuz. Bu, her kula müyesser olmaz." dedi.
Hüsnü Bey’le akrabâsmın evinde karşılaşmış bulunan kimse, ertesi günü
hâdiseyi Dosta naklederken: "Bilmem ki Efendim, Şeyh Efendi Hazretleri,
acabâ beni adam yerine koymadığından mı bu kadar rahat sohbet etti? Yoksa size
mensup olmam dolayısıyle mi içini dökerek konuştu?" deyince, yerinde lâtîfeden
hoşlanan Dost; gülerek:
"Her hâlde seni adam yerine koymadığındandır!" diyerek tebessümle cevap verdi.
Sarı Er diye de adlandırılan Rifâî Şeyhi Hüsnü Bey, ayni zamanda, mûsikîye
âşinâ bir san'atkârdı. Dost, bu hâdise üzerine kendisini ziyâret etmek istedi.
Ancak Hüsnü Bey in Beşiktaş'ta bulunan ikâmetgâhı, beşinci katta idi. Dost ise,
yüksek tansiyon tehdidi altında bulunuyordu. Yakınları, beş merdiven çıkmanın
zararlarını sayıp dökmelerine rağmen, bu ziyârete mânî olamadılar.
***
Albay emeklisi Remzi Uzbark Bey'in çok zamandır, Dost a Ankara’dan selâmı
ulaşıyor ve bir fırsat düşürüp İstanbul'a gelerek görüşmek istediği biliniyordu.
[Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden, değerli bir ilim ve
fikir kadım olan Hâmide Topcuoğlu nun babası.] Nihâyet bu fırsat
zuhur etmiş olmalı ki, buluşmak nasip oldu. İki ezel âşinâsı da bu sûretle uzun
uzun ve karşılıklı sohbet imkânı buldular.
Remzi Uzbark Bey, tekrar Ankara'ya döndüğünde, Dost un: "Bize aşk
u muhabbet bıraktı. Mektupsuz koymasın, ellerinden öper duâsını isterim,"
diye kendisine gönderdiği habere:
"Mâdemki o zât-ı âlîkadr beni andı, bu ama yeter bana... Meşhûdâtımız,
mesmûâtımıza galip geldi." diye cevap yollamıştı. [Gördüklerimiz, duyduklarımıza galebe etti.]
***
Celâl Hoca diye anılan zat, münâkaşa kabûl etmeyen şer'î bilgisinin yanı
sıra, hırçınlığı ve alınganlığı ile de meşhurdu. Ammâ sert mizâcına rağmen,
talebeleri tarafından sevilip sayılırdı. Şark kültürüne hakkı ile âşinâ olan
bu renkli sîmâ, Dost un oğluna ders vermeğe de gelirdi.
Bir seferinde, hürmet ve muhabbetle dolu olduğu Dost'u görmek istemiş,
fakat bu arzûsunu bildirdiği kimseden: "Şu anda meşgûldürler, haber
veremem!" cevâbını alınca, Hoca küsmüştü.
Gene derse geliyor, fakat işi biter bitmez de, kırgın, hattâ öfkeli olarak,
kimseye görünmeden çıkıp gidiyordu.
Bir ders günü talebesi ile berâber çalıştıkları odanın kapısı açılarak,
Dost içeri giriverdi ve Celâl Hocanın önüne gelip: "Hocam, duydum ki
bana darılmışsın. Ver elini öpeyim!" dedi. Artık, Celâl Hoca mahcup
olduğu kadar da mest.
İşte diyor, Hazret bu... Sakın kimse başka türlü düşünmesin, kimse, onda
azamet ve kibir aramasın.
***
Dost, Dârüşşafaka Müdürü. Ammâ zaman öylesine tatsız ki, geceleri, odasına
çekilip istirâhat etmesi bile muhâl.
Zira, İkinci Sultan Abdülhamid tahttan indirilmiş ve iktidar,
İttihatçıların eline geçmiş, böylece de, memleket, idârî, siyâsî ve içtimâi bir
buhranın içinde çalkanır hâle gelmişti.
Uzun seneler, kulakları, pâdişâh aleyhine doldurulan halk, önce, yeni
iktidara çılgınca alkış tutmuş, az sonra ise, yeni devlet adamları tarafından
alman acemice kararlar ve devlet haysiyetini hiçe sayan basiretsizlikler,
bilhassa vahşîce başlayan zulüm, işkence ve serî hâlindeki îdamlar, alkıştan
patlayan avuçları, bedduâ için havaya kaldırmıştı.
Zâten, pâdişâha; neden, niçin ve hangi düşman menfaati adına kıyıldığını
ancak, bilen biliyordu. Küçük, şuûrlu bir zümre. Hepsi o kadar.
Bilmeyip, iftirâ ve söylentilere inanmış olanların da, ayakları çabuk suya
erdi. Böylece de, kendilerinin ve yakınlarının başlarına gelen beklenmedik
kahırlarla, şaşkına dönmekte gecikmediler.
Ancak, yeni iktidardan menfaatlenen kütle, mevki ve vurgunculuklarının
sarhoşluğundan henüz ayılmamıştı. Üstelik, bunlar, kendi buyruklarını kânun sayan,
gözleri dönmüş kimselerdi ki asıp kesmek şehvetinin tadını çıkarmaya
doyamamakta idiler.
İşte, anarşinin filizlendiği, kaide ve nizamların hiçe sayıldığı bu
sıralarda, Dost, Dârüşşafaka'yı idâre etmekte bulunuyordu.
Her gece olduğu gibi, geç vakit koridorlarda dolaştığı bir sırada,
mektebin terzihânesinde ışık görerek kapıyı açıp içeri giriyor ve sürgünden
gelmiş, yaşları ileri birkaç talebenin, sigara içerek keyiflendiklerini
görüyor. "Ne işiniz var bu saatte burada?" suâline ise, aldığı
cevap: "Şimdi hürriyet var, istediğimizi yaparız!" demek oluyor.
Hürriyet denen ve şuûruna varılmamış bu nesne, sanki çarşıdan satın alınıp
sırta geçirilen bir hazır elbise idi. Heveslenmişler, gerçek bedeli olan fikrî
hazırlıkları tamamlanmadan giymişler, ancak yabancı menfaatlerin tezgâhında
biçilip dikilen bu kaftanın, ölçülerine hiç uymadığını anlamakta da ne yazık
ki çok gecikmişlerdi. Gençlerin cevapları da, işte o gecikmenin bir ifâdesi
idi.
Ammâ ne yazık ki Türk aydını, büyük çoğunluğu ile hâlâ bu geciken gerçeğin
yüzündeki perdeyi kaldırmak basiretini gösterememiş bulunuyor.
Gençlerle, kendilerine suâl soran idâreci, karşı karşıya idiler ve
müdürlerinin: "Size, burada oturmak hürriyetini verenler, bana da sizi
yatakhânelerinize göndermek hürriyetini vermiş bulunuyor!" demesi üzerine
şaşıran bu hürriyet sarhoşları, ayağa kalkarak yatakhâne yolunu tutuyorlar.
Dostun itimat, muhabbet ve alâka halkası içinde bulunan, hürmete şâyan bir
mübârek zat vardı: Osman Hilmi Efendi.
İstanbul'da, Ermeni kundakçılar eliyle ve bir plân dâhilinde, büyük
yangınlar çıkarıldığı senelerin birinde, bu zâtın da evi yandı ve sokaklarda
kalan binlerce âile, barınıp başlarını sokacak bir yer ararken bu zâta; Dost un
konağının bir köşesinde yer verildi ve senelerce de, hammı ve iki kızı ile
orada kaldılar.
Posta Telgraf Nezâretinde çalışan Osman Hilmi Efendi'ye, günlerden bir gün,
bir genç mürâcaat ederek iş istemişti. Olacak bu ya, kadroda yer boşalmış ve
bir memura da ihtiyaç hâsıl olmuştu.
Fakat tâyin işinden evvel, mürâcaatçının sicilini öğrenmek ve tahsil
derecesini bilmek lâzımdı. Genç, hukuk mezunu idi. Daha evvel de,
Dârüşşafaka’da okumuştu. Suâli soran zat, Dârüşşafaka sözünü duyunca âdetâ
ürperdi ve: "Oğlum, sizin orada okuduğunuzu söylediğiniz târihte, eli öpülecek ve
duâsı istenecek öyle mübârek, öyle eşi bulunmaz bir müdürünüz vardı ki... deyiverdi.
Bu sözler genci, eski talebelik günlerine götürmüştü. Öyle ki, mektepte
dâimâ kendi başının altından çıkan haşarılıkları, densizlikleri hattâ
şeytanlıkları düşünerek müdürlerinin, müstesnâ bir vekar içinde, gösterdiği
tahammülü ve ölçülü sabrı hatırlayarak, bu sefer de o irkilmişti. Hele diploma
alacağı gün, müdürünün: "İsmail, zekîsin, çalışkanlığına da diyecek
yok; ammâ itâatsizlik ve hırçınlıkların için notun sıfır!" dediği zaman,
genç talebe müdürünün ellerine sarılmaktan başka bir şey yapamamıştı.
İşte şimdi, kendisinden iş istemek için geldiği zat da, vaktiyle o kadar
yorup üzmüş olduğu müdürünün âşinâsı bulunuyordu. Sanki gidip yaptıkları için
yeniden özür dileyebilse, hafifleyip rahatlayacaktı.
Amiri olacak zâta bunu hissettirerek aracılığını temin eylemekte güçlük
çekmedi. Ne tuhaf ki o zamanlar Dostu sâdece çok usta bir idâreci ve müstesnâ
bir hoca olarak biliyordu. Ucu bucağı olmayan mânevî ufkundan külliyen
habersizdi.
Nihâyet bir gün, iş istemek vesilesiyle geldiği âmirinin çatısı altında,
eski müdürünü görmeğe geldi. İşte geliş o geliş oldu. Bir daha da kopamadı
ayrılamadı.
Sonunda da, kendisine iş veren zâtın büyük kızı ile evlenerek bu münâsebet,
daha da içli dışlı hâle dönüverdi.
Bir hukuk adamı olarak, hâkim sıfatı ile, memleketin yakın ve uzak
köşelerinde çalıştığı müddetçe de, bu rûhî ve mânevî bağlılık, kesintiye
uğramadan devam edip gitti.
Yıllar yılı hâkim olarak diyar diyar dolaşan bu eski talebe, mektep
hayâtında müdürü, hayat meydanında da mürşidi olan Dost'a, hasret ve
iştiyâkını dile getiren mektuplar yazardı. Aşağıdaki satırlar, bunlardan
birine aldığı cevaptan bir kısımdır.
"İsmâilim,
Nûr-ı Aynım!
Mektubunu aldım,
memnun oldum. Seni, Cenâb-ı Mevlâ'nın ve Hz. Pîr'in himâyesine emânet ederim.
Oğlum, dâimâ
basiret üzere olup, halka şefkatle muâmele eyle ki, amellerin âlâsı, güzel
ahlâktır. Resûlullah Efendimiz: "Dili tatlı olanın dostu çok olur,"
buyurur.
Halkın aybını ört,
yüzlerine vurma. Mâlûmdur ki, Allâh'ın sünneti, aybı yüze vurmamaktır.
Resûlullâh’ın sünneti halka müdârâ, ehlullâhın sünneti ise, halktan gelen ezâ
ve cefâya tahammüldür.
Gazabını yutmaya
çalış. Vaktini ganimet bilip nefsini silmeğe gayret et. Fırsat elde iken,
zamânını, kemâl tahsili yolunda sarfeyle. Dâimâ nefsine muhâlefet üzere ol.
Halkın çevrini, nefs mücâhedesi addedip tahammül eyle ki rûhun kuvvet bulsun,
mânen terakki edesin. Bu âlem fânidir; bakası Hakk'ın rızâsıdır. Onu tahsile çalış.
Yâr-ı Kadîmim, Elest'te nedimim Osmanımı hiç bir veçhile üzme.
Ismâilim, dünyâya
geldin geleli, bir günün bir güne benzediğini gördün mü? Demek oluyor ki
mârifet, basiret gözü ile etrâfına nazar edip, Hak nûrunu çeşitli varlıklarda
tekrarsız seyrederek, her birinden mutlak vücûdun tecellîsini görebilmektir.
Hemen Cenâb-ı Hak, bu irfan cennetine girmek nasip eylesin ve mecâza tutulup
kalmaktan halâs ederek dâimi hayâta vâsıl etsin.
Ismâilim!
İştiyâkının eseri, şüphesiz bizi de müteessir etmektedir. Fakat emir ve ferman
Allâh'ın olduğu için, rızâdan başka ne çâre? Sûrette iştiyak varsa da,
gönüldeki birliğe hiç bir veçhile halel gelmez.
insana, bu unsurî
ve maddî vücut, ancak rûhun taayyünü ve sıfat mertebelerini isbat için
verilmiştir. Bu yüzden vaktini ganimet bilip, zat şuhûduna çalış ki hâdiselerin
iniş çıkış ve değişmeleri gamından halâs olasın.
"Külle yevmin
hüve fî-şe'n [Er-Rahman Sûresi, 29.
âyet.] gereğince, İlâhî tecellî, hergün bir başka sûret giyip, yeniden yeniye ve
tekrarsız olarak zuhur etmektedir. Lâkin bu da şimşek gibi sür'atle seyrettiğinden,
gözünü, tecellî sâhibinden ayırmayıp tecellî olunana gönül kaptırmamalıdır. Tâ
ki mecâza bağlanıp kalarak Hak'tan ayrılığa düşmeyesin. Zîra, zuhûrun devâmı
yoktur. Sebâtı olmayana takılıp kalanlar için ise perişanlık mukarrerdir. Devam
istersen, mânâdan ayrılma!
İsmâilim! Bil ki,
bu dünyâya geliş ve gidişten maksat, ancak mârifet-i zâtîdir ve mârifet-i zâtî
de bu âleme mahsustur. Ölüm, hayvânî ruh içindir. İzâfî ruh ise dizgine
gelmez. Ona son yoktur. Ulvî rûhun, beden kaydına girerek bu dünyâya gelişi,
çeşitli aynalarda Hakk’ın birliğini görmek içindir vesselâm."
***
Dostun bir müddettir hasta yatan on dokuz yaşındaki kızı Hayriye Hanım
vefât etmiştir. Ne ki, babaya bu acı haberi vermek husûsunda kimse niyetli
görünmüyor. Nihâyet yük, Dostun terbiye ve muhabbeti potasında pişmiş bir ulu
kişi olan Osman Hilmi Efendiye kalıyor. Bu vazifenin, onun tarafından
yapılmasını isteyenler de pek haksız sayılmazlar. Zîra Osman Hilmi Efendi,
hepsinden yaşlı ve kıdemlidir.
Nihâyet, insan olarak yaradılmış bulunmanın değerini ve ağırlığını
omuzlarında hissetmiş bahtiyarlardan olan bu büyük adam, yerinden kalkarak
yukarı çıkıyor ve Dostun kapısını vuruyor. İçeri girdiği zaman da: "Ne
istiyorsun Osman?" suâli ile karşılaşıyor. Ancak bu soluk ve kederli
çehreden ses çıkmayınca Dost, odasına bu vakitsiz gireni, ikinci bir suâlle
üzmüyor. Zîra dilinin söyleyemediğini, hâli açıkça beyan eylemekte bulunuyor.
Hak'tan gelen celâli de cemâl tecellîsi gibi hoş karşılamayı öğreten,
kendisi değil midir? O, kime: "Şunu yap!" diye tavsiye etmiş
de kendisi yapmamıştır? Kime: "Şunu yapma!" diye ikâzda
bulunmuş da, onu kendisi yapmıştır? Allâh’a, insanlara ve kendine karşı samimî
olan bir Hak merdinin, sözünde, özünde, fiil ve hareketlerinde birbirini çelen
zıtlıklar olabilir mi?
İşte, şimdi de olmuyor. Kendisine, kahır kadehi içinde sunulan şerbette
lütuf çeşnisi bulan Dost, onu bir yudumda içiyor ve bu tecellî karşısında da,
şükran secdesine kapanıyor.
Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, insanlık âleminin önüne,
kıyâmete kadar yetecek bir dünyâ görüşü, bir mânevi ve rûhî nafaka dökmüştü. Bu
yüzden de, on dört asırdır, İslâm dünyâsımn büyükleri, beşeriyete yeni bir
teklifle gelmediler.
Bir ruh fâtihi olan Dost da öyle. Zîra tevhit anlayışı, rûhun varabileceği
son kemâl durağı, tırmanılacak tek zirve olduğundan, bundan ötesini istemenin
ve aramanın, bir muhâl hayâl bulunduğunu, İslâm kafası çok iyi idrak
eylemişti.
Öyle ki, gören göz için, dünyânın da insanın da, birlik içinde eriyip tekleşmiş
olması, tevhidin canlı şâhitleri değil miydi? Ne yazık ki, bu gerçeğin
vuslatına eren, parmakla gösterilecek kadar azdı. Onun için de, gökkubbe
altında ve insanlar arasındaki didişip cenkleşme zinciri, târih boyunca
şakırdayıp gitmekte değil miydi?
Dünyânın huzûrunu didik didik eden, cemiyetleri rûhî buhranların çıkmazına
iten, fesatlara, fitnelere, riyâlara, yalanlara dört elle sarılan, hep gözlerin
ve gönüllerin, kesret dikenlerine takılıp kalmalarından başka ne ile îzah
olunurdu?
Tevhide varanda ise, huzur ve saâdetin yanı sıra, kurda kuşa bile
dağıtılacak bir insanlık payından kimler nasiplenmemişti?
Ammâ kendi kendisi ile hesâba oturmamış olandan, başkalarına verecek ne
denlû bir insanlık sermâyesi beklenebilirdi?
Kütle rûhuna hayat ve beka nefhası üflemek üzere yaradılmış olan fedâîler
ise, bizzat hâmil oldukları tevhit şuûru ile, cemiyet bünyesini ihyâ hattâ
inşâ etmek vazifesinin yükü altında ne çilelere katlanmış ve nelere göğüs
germişlerdi.
İslâmiyet, 1400 sene evvel beşeriyete, tevhide dayanan müşterek bir
hâfıza, müşterek bir nizam, ulvî ve müşterek bir îman heyecânı getirmişse de,
çokluk çalılıklarına etekleri takılan insan kütleleri, bu anlayıştan ne kadar
uzaklara gitmişlerdir.
İşte tevhidin teklif ettiği ve beşerin kucağına attığı bu değerleri,
insanoğluna yeniden kazandıracak fedâîler, zaman zaman, gökkubbe altında
parlayıp karanlıkları yarmışlar ve insanlık âlemine, unuttuğunu
hatırlatmışlardır.
Birer ruh mîmân olan bu ulular, hayat sermâyelerini yâd ellere kaptırmış
ve rûhî değerlerini haraca vermiş kütleleri, geçmişte ellerine verilmiş tevhit
şuûruna yaklaştırmak vazifesi ile, nice mihnet ve sayısız eziyetlere
katlanagelmişlerdir.
İslâm'ın zuhûru ile, önlerinden câhiliyet devrinin putları yıkılmış olan
insanoğluna, ilmi, içtimâi, İktisâdi ve vicdânî nizâmın ufukları açılmış bulunuyordu.
Tevhitten hız alan saf ve temiz bir heyecan içinde gelişen Müslüman dünyâsı
ise, duyduğu şevk ve saâdeti, âdetâ vecd içinde, cümle âleme tattırmak coşkunluğunu
duyuyordu.
işte, İslâm fütûhâtı, bu aşk, bu önüne geçilmez heyecanla başlamış ve
tevhidin, insanlık âlemine getirdiği ilim, hikmet, irfan ve adâlet, ülkeler
arasına, bu anlayışla taşınır olmuştu.
Tam üç asır, kütlelere huzur ve saâdet müjdeciliği eden bu tâze ve taşkın
hamlecilik, İslâm coğrafyasından da öteye giderek, vahşet ve gaflet içinde
çırpınan haç ehline de, keşiflerinden, buluşlarından ve topyekûn ilim ve amel
sermâyesinden pek çok sadaka vermiştir.
***
Ammâ ne yazık ki Hıristiyan Garp, Müslüman Şarkın bu ikrâmının nankörü
olmuş ve minnet borcunu ödemek şöyle dursun, kıskanç ve kasıtlı bir karşı
cephe kurarak, nafakalanmış olduğu ekmek kapısına hiyânet etmeği, âdetâ bir
îman borcu bilmiştir.
Şu da var ki haçlı dünyâ, tevhitçi Şark'ın mânevi zenginliğini almaya
istidatlı olmadığından, yalnız zihin mahsûlleri üstüne kuluçkaya yatarak, elde
ettiği ilmi ve aklî tohumları üretmiş ve bu dölün bereketi ile de, rönesansını
yapmıştır.
Garb’ın fikir mihrâbı madde idi. Güçlendirdiği eti ve kanı ile de, nihâyet
Şarka kafa tutar oldu.
Ammâ bu yenilişte, Şark da suçsuz muydu?
Bir zamanlar dünyânın nabzını elinde tutan bir fikrî ve mânevî uyanıklık
içinde iken, üstüne çöken rehâveti bir türlü atamamış ve idrâkine uyku basarak,
gâyesi, şevki ve heyecânı, olduğu yerde kıvrılıp kalmıştı.
Eğer İslâm dünyâsı, elindeki değerlerden bıkmamış, onları, çakıltaşları
gibi oraya buraya savurup iflâs yoluna gitmemiş olsaydı, kıyâmetler gelip
geçse, bu sermâyeye sâhip oldukça, ona avuç açılır, o kimseye avuç açmazdı.
Ammâ, sırasında iyilik ve güzellikten bile bıkan insan tabiatı, İslâm
âleminde de kendini göstermiş ve kütle, bizâtihî hâmil olduğu kıymetleri çürüğe
çıkarmak gafletinden kurtulamamıştır. Bu yüzden de, bir zamanlar, fetihten
fetihe koştuğunu unutarak, fikri zindana atmış, irfânı sığlaşmış, ilim ve sanat
zürriyeti ise kesilmiş, vaktiyle etek sürüyerek cihan içinde salınan kaddi ve
kameti de bükülüp kalmıştır.
Böylece, hayâtından, hikmeti ve irfânı kovan, tefekkür alışkanlığını
kaybeden, madde ile de arası açılan, ruh iffeti, îman heyecânı ise tükenir
hâle gelen ve en kötüsü de, tevhit çizgisinden taşra çıkıp yolunu şaşıran
İslâmî Şark medeniyetine, maddenin zorbalığından güç alan Garbın haçlı
medeniyeti karşısında dize gelmekten başka çâre kalmamıştır.
Tevhit, nereye ayak basmışsa, o topraklar, çeşitli ırk ve mezheplerin
sığınıp korunma imkânı bulduğu bir melce' olmuştu.
Bütün yaradılmışlara Yaradan'dan ötürü saygılı olan İslâmî anlayış, haça ve
haç ehline de hürmette kusur etmemiş, ancak haç, bu yumuşak medeniyetten
alacağını alıp bulacağını bulduktan sonra, tevhidi de, tevhit ehlini de,
sırtından hançerlemeğe utanmamıştır.
Bir Endülüs misâli, buna yeter de artar bile. Öyle ki kendilerine, îsâ
ümmeti diyenler, bir zamanlar dünyâya parmak ısırtan Endülüs cennetini öylesine
bir cehenneme çevirmişlerdi ki, zulümle el ele veren taassup, haçlı dünyânın
alnına, kıyâmete kadar sürecek bir leke basmıştır.
İslâm'ın fütûhat ve medeniyet asırlarında, halîfeler olsun, kumandanlar,
idâreciler ve Müslüman halk olsun, değişik din ve mezhep ehlini bağırlarına basmak
husûsunda âdetâ yarış hâlinde idiler.
Gerek din adamlarına gerek bu ayrı dînin sâliklerine âzamî saygı
gösterilirken, ayni târihlerde Ispanya topraklarında, katolik olmayanlara akıl
almaz işkenceler revâ görülüyordu. Öyle ki, papasların eliyle idâre edilen
engizisyon fâciaları, farklı îmanlara sâhip olanları, inançlarından dolayı
kahrediyor, insanlıkla alâkası olmayan zulümlerle telef eyliyorlardı.
Gene ayni katı ve mutaassıp ruh, Sicilya'da da vahşet ve dehşet örnekleri
vermekte bulunuyordu. O Sicilya ki, bir zamanlar medreselerine akın akın Avrupa
prensleri ve derebeyleri devam ederek, İslâm kültürü önünde diz çöküp feyz
almışlardı.
Haç, Pirene dağlarını aşıp, Frengistan'a giden ilim ve irfan kervanının da
yolunu vurarak, dörtbaşı mâmur bir medeniyet, bir ilim ve insanlık âbidesini
tuz buz eylemişti.
İşte haç, her nereye girmişse, sütünü emdiği anasını katleden soysuz evlât
olmaktan kurtulamamıştır.
Haç ve haçlı, haris bir müstemlekeci olarak, asırlarca Şarkın kanını
emmiş, bir yandan da nefret ve hakâretle bakıp küçümsediği ülkelerden
kovuluncaya kadar, el çekmek efendiliğini dahî gösterememiş ve boğazladığı bu
medeniyetlerin kanı ile beslenip boy atmak şerefsizliğinden vazgeçememiştir.
Şark ise, haçlı dünyânın madde üstünlüğü karşısında mahcup, bir kenara
çekilmiş olmasına rağmen, Garp için, kabuğuna çekilmiş bu İslâm âlemi, hâlâ bir
korkulu rüyâdır.
Şimdi, ezik ve kendi kendine güveni kalmamış İslâm dünyâsının kim elinden
tutup, düştüğü küçüklük duygusundan kurtaracak ve kim, üstüne yığılmış ölü
toprağını temizleyip uyandıracak?
Elcevap: Ancak, kendini kantara çekmiş, dünyâdan da ukbâdan da menfaat
beklemenin küçüklüğü içinde küçülmemiş bir gönül, bir tevhit ehli, uyarıp
uyandırabilecektir.
Ammâ, irfanını, idrâkini, şuûr, heyecan ve îmânını ağyâra kaptırıp eli
böğründe kalmış kütlelere, boşanmış oldukları bütün o değerlerle yeniden nikâh
tâzeletecek bu fedâîleri, bu, baş ve ayak kaydından kurtulmuş uluları, ne yazık
ki, insanoğlu geç ve güç teşhis ediyor. Yâhut da hiç edemiyor. Ve yâhut yüzlerine
baksa da, göremiyor; görüp tamsa da yolunda gidemiyor.
İslâm dünyâsının, içine düştüğü gaflet ve rehâveti yakînen bilen Dost, bir
maârifçi olarak, memleketin çeşitli köşelerinde ve çeşitli kademelerde
bulunduğu gençlik yılları içinde olsun, sâkin köşesine çekildiği müteâkip
devrelerinde olsun, himmetini, hep insan üstüne harcamış, insanı işlemiş,
insanı kendi kendisine işletmiş, ayıklamış, arıtmış ve gene insana, kendi
kendini ayıklayıp arıtma yollarını göstermiş, öğretmiştir.
Kendinde, şeytanın yol bulacağı bir açık kapı bırakmamış olan kimseye
insan demek câiz olduğuna göre, ancak yeryüzünde, bu salâh bulmuşların ağır
basacağı gün, beşeriyetin yüzü güleceğini Dost bilmez olur muydu?
İşte onun için de, kütleleri, düştükleri kesret, kesâfet ve nefis
girdabından kurtarmak için aşkını, şevkim seferber etmiş, söylemiş, göstermiş,
öğretmiş, anlatmış, bezi etmeğe, verdikçe vermeğe doyamamış kanamamıştır.
***
Dostun îman ve sevgi sonsuzluğu kadar, bilgi dağarcığı da alabildiğine
zengindi.
Bir gündü, akrabâsından bir gence, elindeki kitaptan bir kısım okuyarak
yazdırıyordu. Fakat çok süratle söylemekte olduğundan, delikanlının eli
uçarcasına yazıyor fakat bu aşırı gayretine rağmen, gene de yetiştirmekte
zorluk çekiyordu.
Meğer okuyup söylediği metin, yabancı dilde yazılmış bir kitap imiş ve
Dost, daha satırlara göz atarken, hem tercüme ediyor hem de yazdırıyormuş.
Ammâ, mühim olan, onun bu neviden, kabukta kalan bilgileri değil, îmânı,
irfânı, ihlâs ve aşkı idi. Bu yüzden de, Doğu ve Batı dillerinden birçoğuna
âşinâ olmasını da, nihâyet pek üstünde durulacak bir keyfiyet saymamak
lâzımdı. Zîra o, bu gökkubbe altına, insan kazandırmanın, insanın insanla ve
insanın Allah'la düzen, huzur ve sevgi kânunları içinde yaşamalarının yolunu
göstermek için gelmiş bir rehberdi.
Beşeriyete yeni teklifler getirmiyordu. Sâdece asırlar evvel insanoğlunun,
eline verildiği hâlde, çürüğe çıkarıp bir kenara atmış olduğu İlâhî teklifleri
hatırlatıyor ve tatbik sâhasına konmasını istiyor, öğretiyor, yardım
ediyordu.
Öyle ki, beşeriyetin elinde, Kur'ân gibi bir tevhit meş'alesi vardı. Ammâ
o, hem maddesine, hem mânâsına hitap eden bu hazır nizâmnâmeyi de, getirdiği
birlik anlayışını da unutmuştu.
Bir âhenk ve nizam silsilesi vazetmiş olan bu İlâhî kanunnâme, hangi
cemiyet içinde samimiyetle ifâde bulsa, orasını, bir yüksek ahlâk ve îman
bereketi ile feyizlendirip şenlendirmemesi kabil miydi?
Ne ki, insanoğlu, asırların arkasından kendisine yol çizen bu sesi duymaz
olmuştu. Onun için de, huzursuz, kararsız, eksik, günahkâr ve şaşkındı. Gönlünden
de gözünden de sürüp çıkardığı bu imtiyazdan mahrûmiyetin çilesini çekmekte
olduğunu dahî düşünemeyecek koyu bir gaflet içinde bulunuyordu.
Bu yüzden de, körebeler gibi, kestirmeden gitmeği beceremiyor ve
dolambaçlı, tehlikeli adımlarla düşe kalka yürümeğe uğraşıyordu.
Hattâ, eli altında bulunan bu nizâmnâmeyi de, onu beşeriyete tebliğ edeni
de tanımıyor, inkâr ediyor, hattâ taşlıyordu.
***
Dünyâ dünyâ olalıberi, beşerin maddeye tasarrufu, devamlı olarak ileri
adımlar kaydetmek sûretiyle yol almış ve almakta bulunmuştur. Bir zamanlar ağaç
koğuklannda, mağaralarda ve nihâyet çadır köşelerinde barınan Ademzâde, gide
gide kâşâneleri, sarayları hor ve küçük görür hâle gelmiş, at sırtında, dağı,
bayırı aşmayı çoktan unutup, demiri çeliği havalara uçurmanın denizlere
daldırmanın yolunu açarak, göklere çıkmış, deryâların diplerine inmiştir.
Böylece, dış tabîate diş geçirip, maddeyi kulu kölesi ederken, ne yazık
ki, iç tabîatinin kölesi olmaktan kurtulamamıştır. Bu yüzden de, onun esâreti
zincirinden yakasını sıyırıp, o kölelik zincirinin halkaları olan kinine,
kibrine, haset, fesat, zulüm ve gaddarlığına hâtime çekememiştir.
İşte bu tek taraflı ilerleyiş, bu maddecilik karanlığı içinde, el yordamı
ile kendine bir çıkar yol arar olan beşeriyete, zaman zaman canlarını kütleye
adamış rehber ve ulular gelerek meş'ale tutmuş, istikâmet göstermiş,
önlerindeki çukurlara düşmekten kurtarmış, yenlerinden yakalarından tutup
selâmete ulaştırmışlardır.
Dünyâdan kendisi için bir talebi olmayan Dost da, maddenin ve maddesinin
esîri olmuşları, tabiat zindanından âzat edip, mânâ ufuklarının hürriyetine
kavuşturmak yolunda can harcamış bir İlâhî armağandır.
Bütün bir ömür nefes tüketerek, kâh sazdan, kâh sözden, kâh nükte ve
lâtîfelerden ökseler kurarak, insanoğlunu düşünmeğe ve beşerî kirlerini,
hırslarını atıp temizlemeğe dâvet etmiştir.
Dostun, en büyük zevki de, sırtlarından nefislerinin yükünü atanların,
sâfiyet kazanıp ruhlaştıklarını görmek değil midir?
Evet, Dost, dünyâya yeni bir teklif getirmemişti. Böyle bir tasavvurun dahî
edebe aykırı olduğunu, herkesten ziyâde o bilmez olur muydu? Kıyâmete kadar
hükmü bâkî olan teklif, 1400 sene evvel, Kur'ân adı ile gelmiş ve hazır bir
nizâmnâme olarak beşeriyetin önüne konmuştu.
Ne ki, kütleler bu eşsiz gerçeğe dört elle sarılabiliyor ve onun
rehberliğinde yürüyebiliyorlar mıydı? Ne yazık ki, hayır.
Ammâ bu, bir kolay iş de değildi. O nizâmnâmedeki gerçekleri, kalıp
olmaktan kurtarıp, beşerin idrâki hamuruna maya ve sermâye olarak karıp
karıştıracak ve hayâtın bütünü içinde işler ve yaşanır hâle getirecek bir
rehber el ve önden gidici bir fedâî lâzımdı.
İşte Dost, bu gerçekleri, ve bu teklifleri, birer canlı prensip olarak
insanların önüne getiriyor, onlarla huylanmalarım, onlarla hâllenmelerini
istiyordu.
İstiyordu. Haksız mıydı? Rahatlıkla istiyordu. Zîra kendisi,
"Yap!" dediğini yapmış, "Yapma"! dediğinden kaçmış örnek
insandı.
Dostun ahlâkı Kur an ahlâkı idi. Şu hâlde, neden etrâfındakilerden, ayni
müşterek nizam ve ayni müşterek anlayış içinde olmalarını istemeyecekti?
Yeryüzündeki vazifesi, aşkla bağlı olduğu tevhidi yaşamak ve yaşatmak değil
miydi?
Temelinde ihlâs ve samimiyet olmayan yapmacık ve gösterişten ibâret amel ve
imânı ne yapsındı?
O, bir kütle fedâîsi idi. Bu yüzden de, insanların riyâ, fesat, nifak ve
şirkten kurtulup tevhide varmadan, huzûra eremeyeceklerini bildiği için,
ellerinden tuttuğu kimselerin, evvelâ kendi kendilerine karşı samimi, ciddî ve
dürüst olmalarını istiyordu. Bu kemâl hamlesi ise, insanoğlunu, kula ve Hakk'a
karşı dürüst ve riyâsız kılacaktı ki, selâmetlerinin teminâtı da buydu işte.
Dost un terbiye ve irşâdı potasında kaynayıp cürûfundan ayıklananlar
kervanı, bu yüzden, emin, sessiz ve mütevâzî kafileler hâlinde yürüyor,
birlikte yolculuk etmek isteyenleri geri çevirmiyor, ayni imâretin aşından,
nafakasından onların da uzanan çanaklarım, çömleklerini dolduruyordu.
Dost u anlatmak için anlamak gerek. Ammâ, anlayanın da anlatabildiği
görülmüş müdür?
Onun şânında söylenen şu birkaç sahîfe, ancak bir işâret, bir örnek bir
nişandır. Denizden alınmış bir damla su gibi...
Dost, bir bütün îman ve ahlâk âbidesidir. Ammâ, gene de nasipsiz ağızlar
ona taş atmayı vazîfe bilmişlerdir. Başlarından savamadıkları şeytanla
şeytanlaşma şehvetinin zevki içinde mest, Dost u değil, kendi kendilerini
yaraladıklarının farkında dahî olamamaktadırlar.
İnsanlık bu mudur? Hele buna İslâmlık nasıl denebilir?
Müslümanda kötü zan, iftirâ, nifak, yalan olur mu?
Acabâ biz de, Dostun yaşayarak canlandırdığı tevhidin, o muhteşem Kur an
ahlâkının gölgesine sığınmamış olsaydık, ayni ölçüsüz, muhâsebesiz,
mes’uliyetsiz ve çirkin pervâsızlıkla, böyle şeytanlaşır mıydık?
Şu da bir gerçek ki Dost, bu fesat ehlini de affeder. Nicelerini
bağışladığı gibi... Ammâ, onun şefâati kal asından habersiz olanlar, bunu da
bilmezler.
Sevilmeği de, yerilmeği de bir tutan Dost ise, o nasipsizlerin idrakleri
seviyesini bildiğinden: "Beni kimi Ken'an, kimi şeytan görür," dememiş midir?
Şâirin şu mısrâlannda ne kadar isâbet vardır:
Halk içre bir âyîneyim
Herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün
Ger yahşi ger yaman görür
Herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün
Ger yahşi ger yaman görür
Ve gene:
Dinli der dinsiz bize,
Levm eder dinsiz bizi Biz ne ondan bundanız Hem de ondan bundanız!
Diyen de gene o değil midir?
Dünyâ geçidinin son durağındayız. Kim, şânına ne düşerse onu eylesin, onu
söylesin. Ammâ Dostun sesi, nasiplinin medhine de, nasipsizin zemmine de kulak
vermeden, insanları îmâna, amele, ahlâka fazilete, edebe ve birliğe dâvet
yolunda, yorulmadan, bıkıp usanmadan, çağırmaktadır.
Neden duymuyoruz? Duysak da, neden anlamıyoruz? Anlar görünsek de, neden
amel etmiyoruz?
Dünyâ çarkı dönüyor, dönüyor...
Verdiklerini almak, giydirdiklerini soymak, insan dânesini öğütmek için
durmuyor, doymuyor, dönüyor.
Hem de, aç gözünden utanmadan, kıyasıya dönüyor, dönüyor... Ne vermişse,
hepsini geri istiyor.
İsteyecek elbet. Tabiat kânûnudur. İstesin. Alsın götürsün. Biz borçluyuz.
O ise, alacaklı.
Verirsek ne gam? Mâdem, bir saâdetlinin gölgesindeyiz, kıyâmetlere uzayan
bu gölgeden, yeter ki Allah ayırmasın.
***
Çok şükür, çok şükür.. Miyânemizde [Gerdanlığın ortasındaki büyük
inci. ]
bir keremli Dost var. Toprağın üstünde de olsa, altında da olsa, her zaman
rehber her zaman yâr-ı vefâdâr...
Beylerbeyi
1978
1978
Kaynak: Samiha Ayverdi, Dost, Kubbealtı Neşriyâtı 3.Baskı: Ekim
1999, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar