Print Friendly and PDF

DOST'TAN

Bunlarada Bakarsınız



Her devirde ve asırda, Ebû Bekir ve Ebû Cehil ya­radılışlı kimseler olduğunu bilince, gerçeklerin beyâ­nında niçin söz söyler, neden kalem oynatırız diye dü­şünmemek elde değil. Zîra hakikatler, ancak o hakikatle soydaş olan gerçek kimselere yüz gösterir, gafil inkârcılara değil...
Anlamak ve inanmak, dünyâda kazanılan bir im­tiyaz olmaktan ziyâde, bir ezelî nasip işidir. Şu hâlde, idrakleri ters yolda karar etmiş olanları doğru yola çe­virmeğe uğraşmak neye yarar?
Kendilerini madde ve mânâ âleminin allâmesi kabûl ettikleri hâlde, ellerim eteklerini dünyâ kirlerin­den temizleyememiş, hırs, fesat, nifak, yalan ve iftirâyı keyifli bir vazîfe hâline getirmiş bu zavallılara sâdece acımak yetmez mi? Bence yeter. Ammâ eşe dos­ta yetmedi. İşte bu temiz ve iyi niyetli yârânın, mâsum ısrarlarıdır ki, şu okuduğumuz bölümün yazılmasına yol açtı.
Öyle ki, Ken'an Rifâî denen insanlık âbidesinin, görüş, düşünüş ve yaşayışından, şu garip dünyânın garip insanları bir ses duysun, gerçeklerle yüz yüze gelsinler diye...
Halbuki bu küçük kitap bittiği zaman "Kitaptan Evvel" dediğimiz önsöz mâhiyetindeki şu kısım yoktu.
Gene bence, gözleri gafletle perdelenmiş, fesat ve iftirâlarla kendi kendilerini zehirlemiş olanlara, değil böyle beş on sahîfe, bir deve yükü kitap yazılıp okutulsa, gene gerçekleri ayan eylemek mümkün değildir.
Mâdem ki dünyâda Ebû Bekir hasletli ve Ebû Ce­hil huylu kimseler vardır ve bunlar da, bir ilâhî sır ge­reğince, aynı gökkubbe altında ve sırasında omuz omuza yaşamak üzere yaradılmışlardır, şu hâlde ve­him, fesat ve dedikodularla kendi kendilerini zehirle­miş olanlar için, panzehir, yazmak çizmek söylemek değil, ancak Allâh'ın inâyetidir.
Bu yüzden de, hayâtı boyunca, alış verişini Hak'la yapmış, hesâbını O’na vermiş. O'ndan gayriyi ne gör­müş ne de söylemiş bir Ulunun insanlık dâvâsını, ne­fislerinden gayrı dâvâları olmayanlara anlatmaya uğ­raşmak ne abes hattâ ne ayıp...
Târihi adım adım gerilere doğru tâkip edebildiği­miz ölçüde elimize geçen çizgiler, her devirde beşeriye­tin duyduğu mâneviyat ihtiyâcı ve kendi kendini ara­ma susuzluğudur. Onun için de insanoğlu, bu rûhî ve mânevi ihtiyaç ve iştiyâkım tatmin yolunda, bilerek bilmeyerek, devirler boyu, mesâfe katedip durmuştur. Kendi hakikatini, dünyâya geliş ve gidiş mâcerâsının sırlarını çözmeden i uzur bulamayacağının şuûruna doğru ilerledikçe de, ancak bir rehberin tuttuğu ışıkla, içindeki gizlilikleri görerek, ayıklanması gereken hayvânî duyguları temizleyip yerlerine, insânî vasıfla­rın gelebileceğine inanmıştır.
Tabiatı, insanı ve Allâh'ı birlemeği bilmeyenin hu­zur araması abestir. Zira kul, daracık benliğinin ve sı­nırlı bilgisinin zindanı içinde kaldıkça ve kâinâtı da, yaratıcısı ile berâber kavrayıp göremedikçe, gerek mahlûkla gerek Hâlık'la olan münâsebeti kesik de­mektir.
Böylece de, kâinâtın bütünündeki gâyeyi, mânâyı göremez. Onun için de, etrâfında hikmet yerine abes, güzellik yerine çirkinlik görmekten kurtulamaz. Ammâ kurtulmak da ister ve kendisini gerçeklere ulaştıracak yolu araştırmaktan da geri durmaz. İşte bu derûnî tecessüsü, âkibet onu, tasavvufa ve tasavvuf ehlinin yüce öncülüğüne ulaştırmıştır.
Böylece de tasavvufu, dünyâ ve hayat şartlarının boğuntusu içinde bunalmışlara, nefes aldıracak bir menfez sayabiliriz.
Rûhun ve rûhâniyetin temiz, sâf havası koklanan, kirlerden ve kirliliklerden arınmış mânevî dünyâlara açık bir menfez...
Tasavvuf denen bu birlik, sevgi ve ahlâk anlayışı­na dayalı İlâhî yol, Eski Mısır'da, Eski Yunan'da, Hintte, Çin'de Mûseviyet’te, İseviyet’te, zaman zaman çı­kışlar yapmış ve sonunda da, İslâmiyet'in bağrı, onun kemâl durağı olmuştur.
Şu da dikkate alınmalıdır ki, dünyânın hiç bir ül­kesinde ve hiç bir devrinde, tasavvuf, bir cemiyetin bü­tününe mal olmamış ve kütlenin rûhuna solüsyon hâlinde karışarak, cemiyet rûhunun temelini teşkil et­memiştir.
Ancak Müslüman-Türk tasavvufudur ki, devletin ve kütlenin siyâsî, içtimâî, İktisâdi yapısına hâkim olarak, vicdânî değerlere nirengi noktası teşkil ettiği gibi, tefekkür ve sanata da istikâmet çizmiş, yol gös­termiştir.
Nitekim, Selçuklu ve Osmanlı devirlerine, kısaca da olsa, göz attığımızda, devlet yapısının ana hatların­da olduğu gibi, içtimâî, iktisâdı, sınâî, ticârî faâliyetlere ölçü ve endâze olanın da, tasavvufun itidalli, adâletli, insaflı, dürüst ve temiz çizgileri bulunduğunu görürüz.
Cemiyetin rûhu, bu faziletlerle beslendiği müddet­çe, Türk târihi de, mûcizeye benzeyen fütûhat ve me­deniyet yolu üstünde asırlar boyu, vekar ve emniyetle yürümüştür.
Yerden fışkıran sular gibi, diyânet ve tasavvuf târihimizin bağrında âbideleşen velîler, işte tevhide ve sevgiye dayalı bir adâlet anlayışı ile cemiyetin hamu­runu yoğurup mayalarken, sanki bu ihyâ ameliyesini yapan kendileri değilmişçesine, tevâzûları ile de etraf­larına örnek olmuşlardır.
Asırları ışıklandıran bu ululan bir bir sayıp sıra­lamak mümkün olmamakla berâber, meselâ, Türk târihinin en buhranlı devirlerinde olduğu gibi, ileride­ki zamanlarda da meş alesi sönmeyecek olan bu tasav­vuf erlerinin başında, Yûnus Emre gibi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi, Hacı Bayram Velî gibi ulular vardır. Onlar kimseyi dâvet etmezler kimseye: "Gel bana" demezler. Ammâ, gene de sezilirler, bilinirler, görülürler. Öyle ki güneşin: "Ben güneşim!" demesine lüzum olmadığı gibi, velî kişilerin mânevî ışıklan da, binlere, yüz binlere hayat verir ve etraflarında toplar.
Tasavvufun inandığı hürriyet, nefsin kin, kibir, yalan, gösteriş, menfaat, benlik gibi insanı hayvanlaş­tıran esâretinden kurtulması olduğuna göre, velîlerin gâyesi, Ademoğlunu, cemiyetin hür adamı yapmaktır.
Zîra kendileri hürdürler. Üstelik, dünyâ sevgisi ile bağlı olmadıkları için, dünyâ ehlinden de korkuları yoktur.
Bu hikmet, irfan, îman ve aşk merkezleri, bizâtihî hâmil oldukları değerleri ücretsiz ve karşılıksız olarak etraflarına dağıta dağıta, sâkin âlemleri içinde yaşar­lar. Asırlar asırları tâkip etse de, kütleye adadıkları varlıkları ile, kâh gizli, kâh âşikâr, etraflarına huzur getirmekte kıyâmete kadar devam eyleyeceklerdir.
Kendileri için doğmamış kendileri için yaşamamış bu uluları, ne yazık ki, bugün körebe şaşkınlığı içine düşmüş dünyâ, farketmeyecek bir gaflet içindedir. Kim bilir, daha ne kadar zaman kollayıp aramayı da düşünemeyecektir.
Hâlbuki yaradılış âlemi içinde tecellîleri eksiksiz olan Allah, evliyâsını eksik eder mi? Yeter ki kütle uyansın ve gene bu merkezlerin etraflarında kurtulu­şunu aramak ihtiyâcını duysun? Arayıcı olan, elbette bir gün bulucu da olur.
***


İşte XX. asrı şereflendiren bir kütle fedâîsi, bir rehber Ken’an Rifâî kaddesellâhü sırrahu’l âlî dir.
İlâhî irâdenin, insanoğluna bir armağan olarak göndermiş olduğu Ken'an Rifâî'yi, anlatmak isteyenin, mazgaldan ufku gözleyebildiği kadar seyreden bir nö­betçiden farkı yoktur.
Niçin mi?
Kulaçlamakla sonsuzluğuna erişilemeyecek bu ihlâs ve samimiyet âbidesi, insan idrâkinin zorlukla kavrayacağı bir hayır ve sevgi hazînesini, akıllan dur­duracak ölçüde etrâfına saçtığı için, anlatılması ve an­laşılması güç, belki de muhaldir.
İlmine, fazlına, faziletine, maddî-mânevî asâletine rağmen, bu iddiâsız, sâde, şatafatsız büyük velî, kendi­sine ilticâ edenlerin, maddî mânevî yardım bekleyenle­rin ellerini boş çevirmemiş, almadan vermiş, ferâgatini, tevâzûunu, vefâsını, sabrını, merhametini, adâletini, eksiksiz bir insanlık tablosu içinde toplaya­rak etrâfma sunmuştur.
Öğrettiği, tâlim ve tedris ettiği iyilikleri ve güzel­likleri nazarî ve katı üniformalar içinde bırakmamış, onları yaşayarak etrâfına göstermiştir.
"Hakikatle mağlûp edilmekten üstün bir zevkim yoktur," demişse, muhâtabının doğru bulduğu fikrini derhal kabûl etmekte bir an tereddüt etmemiştir.
Kezâ: "Ben yalan söylüyor muyum, ben dedikodu ve gıybet ediyor muyum? Ben kalp kırıyor muyum?
Ben kin tutuyor, kibr ediyor muyum? Eğer bunları yapıyorsam, size de bol bol izin! Ammâ beni hocanız bilmişseniz, bende olmayan sıfatlarda konaklamanız, üstünüzdeki mânevî hakkımı red etmek olmaz mı?" demiştir.
Evet, hiç bir söz ve nasihat, hayâtının hesâbını bu derece cesâretle ve açık alınla veren bir mürebbînin beyânı kadar tesirli olamaz.
İşte Ken'an Rifâî, söylediğini işleyen, tâlim ettiği­ni tatbik eden fiilleri ile fikirlerine ihânet eylemeyen bir kahraman olduğu için, dâvâsında muvaffak olmuş ve böylece de etrâfı, sevgi, îman ve vatan aşkını aksi­yon hâline getirmiş seçkin bir kadro ile dolup taşmış­tır.
Bir gün: Sizin hakkınızı nasıl ödeyelim? yollu so­rulan bir suâle, tereddütsüz şu cevâbı vermiştir: "Yo­lumdan gelin hepsi o kadar.."
İşte böylece de, yalnız suâl sâhibine değil, bütün yakınlarına, hiç kimseden ihsan ve âtıfet beklememiş olan bir ulu kişinin prensibini açıklamış, karşılığını vermiştir.
Ken’an Rifâî'nin çevresindeki kalabalıkta, asırla­rın ardında kalmış ve Anadolu'nun bir MüslümanTürk coğrafyası hâline gelmesinde îmânı ile enerjisini birlikte seferber etmiş idealistlerin rengi ve tutumu vardır.
O idealistler ki, tarih onlara, Alpler, Erler, Eren­ler, Ahîler ve Bacılar demiştir. İşte, bin yıldır yaşa­makta olan bu rûh, Ken'ân Rifâî'nin kadrolaştırdığı ve vatan topraklarında, karşılık beklemeden, menfaat gö­zetmeden, mevkî, şan, şeref peşine düşmeden, doktor olarak, mühendis, mîmar, öğretmen, sanatkâr, ikti­satçı, din adamı, asker, tâcir, esnaf ve halktan kimse­ler olarak, kazanmış bulundukları doğruluğu, sevgiyi, güzel ahlâkı vatan ve îman şuûrunu birer fedâî ferâgati ile etraflarına cömertçe bezi etmektedirler.
Ammâ şunu da hüzünle söylemek gerekmektedir ki, maddenin ve maddeciliğin kulu olmuş dünyâya ka­fa ve ayak uydurma gafletinden henüz silkelenememiş olan Türk cemiyeti, içindeki bu kadronun tevhit ve sevgiden kuvvet alan ihlâslı faâliyetlerini gereği gibi görmek seviyesinden uzak bulunmaktadır.
Ammâ, Müslüman Türk'e, kızıl elmasını göster­memek gayretiyle gözünü ve gönlünü bağlamış olan iç ve dış güçlerin, elbette kolu kanadı kırılacak ve er-geç, bu toprağın çocukları, onu aramak üzere, Doğu'dan Batıya ve Batı'dan Doğuya, tekrar îman kılıçları ve Allah Allah., nâraları vurarak sefere çıkacaklardır.
***
DOST [Ken'an Rifâî kaddesellâhü sırrahu’l âlî]
1867 târihinde dünyâya gelen Ken'an Rifâî, Filibe hânedânından Hacı Hasan Bey'in oğlu Abdülhalim Bey'le Hatîce Cenan Hanım’ın evlâtlarıdır. [Filibe'de, Konağın bulunduğu yer bugün park olmuştur. Semtin adı ise hâlen Hacı Hasan Bey Mahallesi'dir.]
Büyükbabasının Filibe'deki konağında mesut bir çocukluk devri geçirmiş ve son Rumeli hanedanlarının bütün ihtişam, varlık ve dirliğini, bu sönmek üzere olan medeniyet bereketleri ortasında yaşayarak gör­müş olmanın haz ve lezzeti içinde büyümüştür.
Konağa heybe ile altın girdiğini, selâmlıkta misâfir olan konukların, sırasında altı ay, bir sene kal­dıktan sonra Hacı Hasan Bey e vedâ ederlerken, eli açık, kapısı dayalı ve hânedanlık vecîbesini bir ibâdet zevki ile yapan bütün ocakzâdeler gibi, Bey’in de, uğurladığı misâfirlerinin ellerine birer kese altın ver­diğini gene bu küçük Filibeli görmüştür.
Ammâ ne hazin ki, o günden bu güne sanki asırlar geçmiş gibi, bütün o içtimâi nizam ve İktisâdi refah, görenek ve gelenekler, artık inanılmasına imkân olma­yan bir efsâne ve masal heyecânı ile dinlenmektedir.
Abdülhalim Bey, hem Filibe hânedânındandır, hem de Rumeli-i Şarkî adı ile yarı istiklâlini almış vilâyetlerimizde, Filibe Murahhası olarak devletin siyâsi temsilcisidir.
Hacı Hasan Bey'in vefâtım tâkip eden senelerde, bütün Rumeli gibi Filibe de, Rus siyâsî menfâatlerinin hazırlayıp sahneye koyduğu bir Slav birliği hayâlinin peşinde, her an Türk'e son darbeyi vurmak çârelerini aramakta, yer yer ve zaman zaman fırsat düşürerek, bunun kanlı provalarını yaptırmakta ve oluk oluk Müslüman-Türk kanı akıttırmaktadır.
Onun için de, son derece nâzik ve ayak sesleri gün-be-gün yaklaşan bir tehlikeli baskın endîşesi ile âile tedirgin ve kuşkuludur. Nasıl olmasın ki, en eski hânedanların, en köklü âilelerin gençleri vurulmakta, konaklar, evler, çiftlikler basılmakta, bir bir ocaklar söndürülmektedir.
İşte, gene bir yeni tehlike dalgasının kabarıp, Ha­cı Hasan Bey âilesinin kapısına dayandığı bir gün, Abdülhalim Bey de, gizlice İstanbul'a gitmiş ve Hatice Cenan Hanım ise, küçücük oğlu ve birkaç emektârı ile o saray gibi konakta yalnız kalmıştır.
Siyâsî havanın yeniden yumuşayıp etrâfa nisbî bir sükûnet geldiğinde, tekrar Filibe'ye dönen Abdülhalim Bey, artık yavaş yavaş mektep çağma yaklaşan oğlu­nun da, kendisinin de, bu baba bucağında kalmaları­nın neye mal olacağını iyiden iyiye idrak eylediğinden, İstanbul’da da yer yurt sâhibi olmayı kararlaştırarak Hırka-i Şerifte bir konak satın almış, bunu Gedikpaşa'daki evi ve şehrin îrat getirecek semtlerindeki, emlâki tâkip etmiştir. Bu ara, Filibe Murahhaslı­ğından ayrılarak evvelâ Posta Telgraf Nezâreti Sicil Baş Müdürü, sonra da Telgraf Nâzırı olmuştur.
Artık Abdülhalim Bey'in oğlu Galatasaray talebe­sidir.
Son derece akıllı ve cana yakın oluşu, hocalarını bir yandan müsâmahalı bir anlayışa sevk ederken, bir yandan da yıldıkları yaramazlıkları yüzünden bu ateş gibi zekî çocuğu "izinsiz"lerle cezâlandırmaktan geri bırakmamakta idi.
Çocuk için, anacığından ayn düşmek, ona kavuşamamak kederi olmasa, izinsiz kalmak bir şey değildi. Ne ki, bu ele avuca sığmayan çocuk, o hasret acısına rağmen gene de yapacağını yapıyor ve "izinsiz"lerin de arkası kesilmiyordu.
Bununla berâber, o gayri irâdî haşarılıkların bir çoğunu da hocaları görmezlikten gelerek nazını çeki­yorlardı. Çocuk, aşırı yaramaz fakat terbiyeli idi. Bir yerde, aklı ve zekâyı taçlandıran terbiye, büyükleri de küçüklere karşı saygılı olmaya zorlayan pedagojik bir anlayış değil miydi?
Üstelik, daha üç aylık talebe iken Fransızca'yı kavrayıp, Türkçe masalları tercüme edecek bir kabili­yet gösteren bir çocuğa hocaları nasıl bigâne kalabilir­lerdi?
Bir ders esnâsında, haşarılıklarından bizar olan Fransız hoca Monsieur Dubois tarafından kürsünün içine sokulmuş olan çocuk, orada bile tek durmamış ve ders bitip kürsüden inen hoca, yarı cezâda sayılan ço­cuk tarafından tebeşirle pantalonunun, mektep numa­rası olan 89'larla doldurulmuş olduğunu görmüşse de görmezlikten gelerek sınıftan çıkmaktan başka çâre bulamamıştı.
Bir gün de, resimhânede arkadaşları ile çalışırken içeri giriveren Mektep Nâzırı Karaca Paşayı görür görmez, üstünde çalıştığı vazifeyi bir kenara iterek, elindeki kâğıda küçük bir baş, bir gövde ve ufacık ayaklar çizerek altına da Karaca Paşa yazan talebenin elinde karikatürünü gören hoca: "Beni tâkip et!" emri­ni vermiş. Bu defâ, "izinsiz"den de öte bir cezâ yiyece­ğini düşünürken, gide gide, hocanın husûsî dâiresine götürülerek karısına takdim edilmiş ve genç kadın ta­rafından da ceplerine şeker ve çikolatalar doldurula­rak geri gönderilmişti.
Bu sayılı yaramaz, Türk hocalan arasında Mual­lim Nâci, Muallim Feyzi ve Zihni Efendilerin de, ölün­ceye kadar alâkalarını kesmedikleri müstesnâ talebe­lerinden biri idi.
Aile, İstanbul'a yerleşmiş olmakla berâber, zaman zaman gene de Filibe'ye gitmek, orada kalmak, emlâk ve çiftlikleri dolaşmak, bu arada, akrabâları görmek de gerekmekte idi. Bunu da, Abdülhalim Bey'in, artık delikanlılık çağım idrak etmiş oğlundan başka kim ya­pabilirdi?
Ammâ genç çocuk, yalnız ismen ve sâdece kâğıt üstünde Türk'ün olan bu toprakların, artık yan yanya değil, bütünü ile elden çıkmış olduğunu nasıl bilmeye­bilirdi? Onun için de, tren Türk hudûdunda durduğu zaman aşağı atlar, bir boy toprağa kapanarak öper ve nöbet tutan askerlerin boynuna sarıldıktan sonra tek­rar kompartımanına girerdi.
Zîra toprak vatandı, devletti. Devlet ise nizamdı, huzurdu. Ana idi, baba idi. Bu binlerce yıllık ana top­rak doğuruyor, üretiyor, besliyor, koruyordu. Kendisi de bir ana ile babanın zürriyeti değil miydi?
Babası, dünyâsı idi. Ammâ anası, hem dünyâsı hem ukbâsı, görülmeyeni göstereni, bilinmeyeni bildi­reni, taşıdığı İlâhî emânetten haber vereni, sevgisi, aş­kı olan büyük insandı. O, yalnız kendinin değil, insan­lığın anası, Hakk ın bir yüce velîsi idi.
Ne ki, cihânı bağrına basmış, dünyâları içine sığ­dırmış bu ananın, gönlüne ışık tutmuş, kendi mânâsı­nı kendine gösterip uyandırmış bir rehberi bir mürşidi vardı: Filibeli Edhem Şâh.
Artık Abdülhalim Bey'in genç oğluna, Galatasaray Sultânîsi'nden diploma alma sırası gelmişti. Dâvetli bulunduğu merâsimi, göğsü kabarmış olarak tâkip eden babanın yanında oturan Posta-Telgraf Nâzın Hasan Âlî Bey, birer birer çağırılarak şehâdetnâmeleri el­lerine verilen mezunlar arasında, Abdülhalim Bey'in oğlu dikkatini çekerek: Acaba bu delikanlı kimin oğlu? diye sorup da suâlinin cevâbını alınca, mes'ut babaya dönerek:
              Beyefendi, söyleyin oğlunuza yarın gelip beni görsün! demiş. Ertesi gün de genç mezun, bir yandan Posta-Telgraf Nezâretindeki sandalyesine otururken, bir yandan da Bâbıâlî Hâriciye Kalemi ne tâyin edil­miş ve Acem Mektebinde verilen tabiat muallimliğini de yaparken, tâbî tutulduğu bir imtihan sonunda, Posta-Telgraf Nezâretinde Alman Müşâvir Groll'un muâvinliğine geçirilmiştir.
Bu üç vazifeyi de birden yürüten genç, bu arada Hukuk’a da devam eylemekte idi.
Ammâ, alabildiğine yükselme ufku açık olan ve belki de günün birinde, nâzırlıkların, sefirliklerin ken­disine göz kırptığı memuriyetler basamağında ilerle­menin, bu gencin derûnî gayesi için câzip olduğu söyle­nebilir mi?
Zîra o, öğrenmek kadar öğretmek, kendinde olan­dan etrâfını nafakalandırmak için yaradılmış insandı.
Belki kısa zamanda kademe kademe yükselerek zirvelerde dolaşacaktı. Ammâ o, bu dünyâya kendisi için gelmiş değildi ki., anacığının kanat çırptığı ufuk­larda, varlığın dirliğin, şânın şöhretin adı sanı yoktu. Orada, sevgi vardı, birlik, düzen ve huzur vardı.
Onlar da bu dünyâya, insanlara acımak, sevmek, beşerî ve hayvânî meyillerinin esâretinden kurtarıp bir derûnî ve mânevî hürriyetin adamı kılmak için gel­memişler miydi?
Eziyet görseler, taşlanıp kınansalar da, bir ezelî buyruk rüzgârı ile yeryüzüne atılmış olmanın vecîbe ve mes’ûliyetinden kaçmayacaklardı.
Ne ki, insanoğluna, mânevî düzen ve rûhî kemâlin yanı sıra, zihnî ve aklî bilgi de gerekti. Zîra, madde ile mânâyı kuşun iki kanadı bilmek lâzımdı.
Ancak, Müslüman Türk'ün, bu çift kanatla uçtuğu devirlerde kütlenin yüzü gülmüş değil miydi?
İç ve dış irfânı et-tırnak-bilen genç, işte bu yüz­den, günün birinde kendisini maârif çatısı altında bu­luverdi.
1750 kuruş maaşla Balıkesir Îdâdîsi Müdürlü­ğüne tâyin olmuştu.
BALIKESİR
Fakat adımını attığı mekte­bin, duvarları arasında talebeden çok hoca bulmuştu.
Türkler çocuklarını, dinden îmandan çıkacakları endîşesi ile göndermiyorlar; Hıristiyanlar da evlâtlarının Türkleşmesinden çekindik­leri için yollamıyorlardı.
Genç Müdür, her iki tarafın ileri gelenleri ile gö­rüştükten bir müddet sonra, mektebin sıraları talebe ile dolup taşar hâle geliverdi.
Onbir aylık Balıkesir devri, Genç Müdür un Allah velîsi anne eliyle yükselen mânevî temelinin, artık mürşidi Edhem Hazretlerinin taş taş işlenme mesuliyetini bütünü ile üstüne aldığı devirdi.
Bir müddet için Balıkesir'e gelmiş olan Edhem Şah genç müridine ilk defâ riyâzat kapısını açarak, onu tabîat nîmetlerinden kesmiş ve asgarîden asgarî ile yaşamanın temizleyici zevkini tattırmış, böylece de, işlemekte olduğu âbideyi bir mânevî nizam ve üslûba kavuşturmuştu.
Gene burada, bir sanatkârdan mûsikî nazariyâtı öğrenmesini ve ney meşk etmesini istemiş, böylece de genç müdürün sanat hayâtında ilk feyzini aldığı yer
burası olmuştu.
Bursa'daki kızına gitmek isteyen mürşidini uğur­ladıktan az sonra Adana'ya tâyini çıkmış ve bu defâ da Balıkesir halkı, genç maarifçiyi göz yaşlarıyle uğurlamışlardı.
ADANA
Ne var ki, maârif câmiasına yeni katılmış bu idâreci, ilk defâ ayak bastığı Adana'da, nice nice yalan ve iftirâların kendisini beklemekte olduğu­nu nasıl düşünebilirdi? Düşünse de, insanoğlunun dört elle sarıldığı hattâ beslenip keyiflendiği bu dedikodu ve fesat nafakasını nasıl ellerinden alabilirdi?
Şöyle ki, makam sandalyesine oturması ile, karşı­sına perîşan hâili ve gözleri yaşlı on muallim çıkar ve:
              Seni bize Allah gönderdi. On aydır, yüz kuruş­tan ibâret olan aylığımızı alamıyoruz., diyerek, çektik­leri ıztırâbı anlatırlar.
Genç Maârif Müdürü de hemen maârif meclisini toplayarak, bu hazin manzarayı âzâ ile müzâkereye başlar ve ne yapılmak lâzım geliyorsa hemen icrâsını ister. Hattâ bu acıklı hâl bir neticeye bağlanmadığı takdirde, vazifeye başlamadan geri döneceğini söyler.
Acı olan şu ki, meclis âzâsı, bu yüz karasını bil­mekle berâber, şimdiye kadar çâresini bulamamışlar­dır. Zîra memleket hâkiminin, kendisine vazife îcat ederek kayırmış olduğu Daniyal ismindeki akrabâsı, her ay iki bin kuruş maaş aldığından bu zavallılar mağdur olmaktadırlar.
Tahkikat derinleştirilerek vaziyet büsbütün açık­lığa kavuştuktan sonra, meclisin kararı ile Daniyal isimli kimsenin vazifesi lağvedilerek bu on hocanın çektikleri acıya son verilir.
Fakat hâkim durur mu? Akrabâsına yeniden kad­ro verilip işine iâdesi için tazyike başlar. Ricâ yollu ha­berler netice vermeyince de, sıra tehditlere gelir. Ger­çekten bir müddet sonra, adamları eliyle hazırladığı mazbatayı Mâbeyn'e gönderir.
Maârif Müdürü, aynı zamanda Îdâdîde de Fran­sızca ve tabiat dersleri vermektedir. Bir Ermeni talebe "Allâh'ın büyüklüğü" cümlesini "Allâh'ın boyu" olarak Türkçeye tercüme edince, hocası bu yanlışı tashih ede­rek, Allâh'a boy isnat olunamayacağını söylemiştir.
İşte şikâyet mazbatasında yer alan iftirâlardan bi­ri, Maârif Müdürünün, Allâh'ı metre ile ölçtüğü beyâmdır.
Maârif Müdürü, ara sıra Cizvit kilisesine de gide­rek Fransa'dan gelen gazete ve haftalık mecmûaları okur. Bu da Mâbeyn'e giden mazbatada, kiliseye gidip vaftiz oldu, cümlesiyle yer almıştır.
Üçüncü iftirâ ise, Farsça'dan yapılan bir imtihan­da, talebelerden birine: "Ey zamânın pâdişâhı! Senin de vaktin gelince, mahalle fukarâsı ile berâber olur­sun. Cenâze namazın, tıpkı onlarınki gibi er kişi niye­tine! diye kılınır.." beytini yazdırmıştır. Bu ise, zamânın hükümdârını hafife alan ve küçümseyen bir töhmet olarak gösterildiğinden, o devre göre böyle ağır maddelerle suçlanmanın getireceği âkıbet de, elbette çok ağır olacaktı.
Onun için de, Maârif Müdürünü tanıyan ve seven dost çevre, gelecek ürkütücü cevâbı endîşe ile bekle­mekte haksız değillerdi.
Fakat, her zaman olduğu gibi, Allâhm adâleti, cemâli ile tecellî ederek, kendi mâsûmunu öylesine ko­rumuştu ki, gelen karşılık hem de terfian, Konya
Maârif Müdürlüğüne tâyin emri olmuştu.
Ancak civarda kolera zuhur ettiğinden, İstanbul tarîkiyle Konya'ya gitmek üzere yola çıktığı hâlde, evvelâ trende sonra Tarsus'da bir müddet beklemeye mecbur olan genç, Balıkesir'de yazdığı "Muktezâ-yı Hayat" isimli kitabından sonra, bu arada da Camille Flammarion'un "Dünyânın İnkılâbı" isimli eserini Türkçe'ye tercüme ederek vaktini değerlendirmişti.
MANASTIR
İstanbul'a geldikten kısa bir zaman sonra, Balkanların kuvvetli ve güvenilir idârecilere olan ihtiyâcı dikkate alınarak, genç maârifçiye, Konya yerine Manastır Maârif Mü­dürlüğü verilir.
Gerçekten, mâlûm fesat merkezi Moskof un her köşesine bir kundak sokmuş olduğu koca Rumeli, dö­külen kanlar, hiyânet ve cinâyetlerle, âdetâ istim üs­tünde, patlama gününü bekliyordu.
Bu Rus iştihâsının, Slav birliği hayâli ile coşturup kızıştırdığı çeşitli kavimler, günün birinde o devin pat­ronajı altına gireceklerinden habersiz bulunuyorlardı.
Bu gafletle de, asırlardır Osmanlı çatısı altında yaşamış kütleler, şimdi o merkezin emrinde, istiklâl hırsı ile yakıp yıkıyor, kesip doğruyorlardı.
İşte bunun içindir ki pâdişâh, gözleri kararmış bu komiteci mihraklarının karşısına, gelişi güzel idâreciler gönderemezdi.
Manastır'a bir yeni maârifçinin gelmiş olması, ge­rek etnik gruplar gerek kendi dilleri ile öğretim yapan yabancı kültür temsilcileri için, bir ümit ışığı olmuştu.
Böylece de alâkalıların her biri, kendi mektepleri­nin adedini çoğaltmak isteği ile üst üste, Maârif Mü­dürüne baş vuruyorlardı.
Bu yolda vâki olan taleplerin altında politik rekâbet ve gayeler yatmakta idi. Teşebbüs sâhipleri ise emellerine ulaşmak için her türlü fedâkârlığa hazırdı­lar.
Fakat, siyâsî menfaatler uğruna yapılan mürâcaatları, altın keseleri ile temin etmek alışkanlığında olan kimselerin ikramlarını yeni müdür, elinin tersi ile itiyordu. Böylece de mürâcaat çevreleri dalga dalga geri çekiliyor, hiç değilse bir başka ümit belirinceye kadar sinip susmaya mecbur olmuş bulunuyorlardı.
Genç Maârif Müdürü, Manastır'da da sıkı bir dostluk çemberi ile çevrilmişti. Hele Kumandan Fazlı Paşa için bu genç, yalnız serilecek değil, aynı zamanda sayılacak ve üstüne titrenecek bir müstesnâ idi.
Ammâ o müstesnâ genç, bâzen aşırı gayret sarf ederek kendini hırpalıyor, Türk irfânına hizmet yolun­da var gücü ile gösterdiği cesâret ve fedakârlıklar, nâzik buudlara ulaşıyordu.
Bu arada, bir müddet için Manastıra gelmiş olan Edhem Şâh, Filibe'ye gideceğini söyleyerek kısa za­manda Manastır'dan ayrıldı.
Aradan üç ay geçtikten sonra da, müridini, kemâli ve cemâli ile beslemiş olan bu Ulu, kendisini yerine bı­raktığını mânâ âleminde haber vererek, dünyâdan göçmüş bulunduğunu bildirdi.
Esâsen, dünyâya bu ana-oğulu irşat etmek için gelmiş olduğunu söylemez miydi? İşte, ayrı ayrı kalıp­larda tek cevher olan bu ana-oğul, artık yalnızdırlar. Mesuliyetleri, vazifeleri ile baş başa ve yapayalnız...
Ammâ ulular için ölmek, dirilmek de ne demekti? Bir kalıbın mahkûmu olmak mı dirilmek; bir kalıptan çıkmak mı ölmekti?
Ezelde biribirleri ile and içmiş olanlar için ayrılık, izâfî idi. îşte Filibeli Edhem Şah da şimdi mücerret ruhtu. Kalıbını terk etmiş, gözlere görünmez olmuştu. Ammâ, ana ile oğul başkalarına gizli olanı görecek, bi­lecek, bundan sonra alış verişlerini gene onunla, ammâ mânâ çerçevesinde gerçekleştireceklerdi.
Manastır devri üç seneyi bulduğunda, Fazlı Paşa dayanamamış ve bu üç yıl içinde, idâre, basiret, ahlâk ve faziletine hayran kaldığı gençten, taht şehrinin alâkalı makamlarına bilgi göndermişti. Böylece de İs­tanbul'a çağrılan genç, şimdi de Kosova Vilâyeti Maâ­rif Müdürlüğüne tâyin olunarak, gene Rumeli'nin siyâsî ıztırapla için için ağlayan bir başka vilâyetine gönderiliyordu.
***
ÜSKÜP
Orada da, kendisini gizleme­yi bilmesine rağmen gene de derûnî hazînelerini keşf edenler­le karşılaşıyor: Müşir, vâli ve kumandan Edhem Paşa; fazileti ve dürüstlüğü ile nam almış Hâfiz Paşa.
Burada da, Manastırı alev alev sarmış mücâde­le.. millî ve siyâsî emellerle perdelenmiş, tevhit ve haç savaşı..
Rüşvet teklifleri işe yaramayınca konsolosluklar mârifeti ile girişilen tazyikleri, devlet haysiyetine uy­gun diplomasi çerçevesi içinde hasıraltı edişler...
***
Müslüman-Türk kültürünü ayakta tutma yolunda aşırı fedâkârlık ve ferâgatle âdetâ geceyi gündüze ka­tan genç maârifçi, bir ara etrâfın ikâzlarına kulak as­mayarak, Kalkandelen ve Pirzeren'e giderek oranın maârif hayâtını gözden geçirmek ve mektepler açtır­mak kararını vermişti. Fakat bu karar, o civârın âsâyişini de iklimini de tanıyanları hem şaşırtmış hem de korkutmuştu.
Geçmeğe mecbur olacağı Şardağı, 2083 metre idi. Bu tehlikeli yolculuğa mânî olamayan başta vâli, dost­lar ve idâreciler, hiç değilse bir jandarma refâkatinde gitmesini tavsiye etmekten başka birşey yapamadılar.
Bir iki kilometre gittikten sonra jandarmayı da geri yollayan Maârif Müdürü, tek başına, bu sarp bu çetin yolun yolcusu oluyordu.
At sırtında, dağlan bayırları aşarken, hava da so­ğudukça soğudu, iklimin, evvelce bildirilen aman ver­mez tehlikesi, bulutlarla sarmaş dolaş olmuş bu tepe­lere birden kar bastırmasıydı. Ammâ bu tabiat oyunu kadar göz korkutucu bir başka tehlike de, civârı hara­ca kesen Rüstem Kabaş çetesinin eline düşmekti. Usküp yârânı bunu da söylemiş olmalarına rağmen, genç maârifçiyi kararından vazgeçirememişlerdi.
Ne ki, işte korktukları olmuş ve Rüstem Kabaş, bu silâhsız, müdâfaasız yapyalnız yolcunun karşısına çıkıvermişti.
Genç yolcu, bir dost ile karşılaşmışcasına: Tunyatiyata! [Arnavutça "selâm"] diye selâm vermiş, cebinden çıkardığı sigara paketini eşkiyâ reisine uzatarak, şehre kestirmeden gidecek yolu sormuş ve bir elini ikram edilen pakete uzatan Rüstem Kabaş, İlâhî bir ismet halkası ile muhâfazalı olan gence, öteki eliyle istikâmet göstere­rek avenesi ile berâber çekilip gitmişti.
Yorgunluk ve soğuk algınlığından Pirzeren'de bir hafta hasta yatan Maârif Müdürü, tekrar Üsküp'e döndüğü zaman bu defâ da, kendisini bekleyen çeşitli işlerle karşı karşıya gelir.
Fransa'dan bir jeoloji heyeti gelmiştir. Vâli, mih­mandarlık vazifesi için, bu birkaç dil bilen Maârif Müdürü'nü dört gözle beklemektedir. Ammâ bundan da mühim olan hâdise, gayri resmî seyâhat eden İngiltere Kraliçesinin dâmâdını Üsküp’ten geçecek olan trende yakalayıp, Türk topraklarında selâmlamak ve ağırla­maktır.
Tren durur durmaz kompartımanında yakalanan Prens, gizli sayılabilecek, böyle bir seyâhatten Türklerin nasıl haberdar olduklarını sorunca, bundan istifâde eden mihmandar, OsmanlIların, iç ve dış ha­ber alma servislerinin çok hassas işlediğini beyan et­me fırsatını bulmuştur.
Bu defâ da Prens, kompartımanında kendisine ik­ram edilen kahveyi içerken, üniformaları çok hırpalan­mış bir tabur askerin geçtiğini görür ve kıyâfetlerine yadırgayarak bakar. Bunu da his ettirdiği zaman aldı­ğı cevap, bâzı tâlimler için askerlerin bilhassa böyle giydirildikleri yolunda olur ve Prens de bunu rahatlık­la kabûl eder.
Vâli, devletin de, kendisinin de yüzünü ağartan Maârif Müdürü’nü bir baba şefkati ile minnetlerine gark eder.
Ammâ genç Maârif Müdürünün yüreği iltifat ve şükranlara kapalıdır. Devletine, milletine ve îmânına hizmet etmesi yeter ona., alıp verdiği nefesler karşılık görmek için değil, Allah rızâsı içindir. O, maddî, mânevî hiç bir hayrı satmamış, Hak’tan gayrı kimse­den ücret almamış ve almayacaktır.
Bir ara genç müdürün babası Abdülhalim Bey Üsküp'e gelmiş ve bu arada evlenen oğlunun mürüvveti­ni de görmüştür. Ammâ Hacı Hasan Bey hânedânının bu yiğit oğlu dertlidir. Öyle ki Bulgar Komiteci ve eşkiyâsı, Filibe'yi Türkler için yaşanmaz hâle getir­mişlerdir. Onun için de artık baba bucağını satmaktan gayrı çâre kalmamıştır. Bu işi de oğlundan başka kim yapabilir?
Ard arda ve seri hâlinde biribirina örülmüş hâdiselerle Üsküp'de geçen üç sene de sona ermiş ve bu defâ da Trabzon'a tâyin emri çıkmıştır.
Eşyâ denkleri bağlı olarak hareket emri bekledik­leri bir gün, Üsküp Rifâî Şeyhinin kızı ve hâlen postnişin olan Şeyh Efendi'nin kız kardeşi Seyyide Hanım, elinde bir yoğurt kâsesi olduğu hâlde gelerek kapıları­nı çalar ve Hz. Edhem'in feyzi şûlesi ve kemâli nurları ile pişmiş olan Hatîce Cenan Hamm'a mürâcaat edip, kendisinin genç Maârif Müdürü tarafından dervişliğe kabûl edilmesini ricâ eyler.
Ana-evlât bir mânevî yekpârelik âbidesidir. Buna rağmen, mürâcaatçının talebine alacağı cevâbı bilmek­le berâber, gene de oğluna hâdiseyi nakleder. Aldığı karşılık, düşündüğü gibi, menfî olur.
Ced-be-cet bir Rifâî sülâlesinin evlâdı olan ve Üsküp'ün en itibarlı ve sevilip sayılan insanlarından biri bulunan bu orta yaşlı, gün görmüş hanım, aldığı karşı­lığa rağmen, ertesi gün tekrar gelerek, Üsküp Rifâî Şeyhlerinden olan rahmetli büyük babasının mânevî emri ile geldiğini ve: "Seni evlâtlığa kabul etmezlerse, Allâhıma nazım geçer, onları eşyâları toplu olduğu hâlde bir yere kımıldatmam!" dediğini söyler. Esâsen o gece Edhem Şah’tan işâret gelmiş, böylece de Seyyide Hanım, genç Maârif Müdürünün ilk evlâdı olmuştur.
***
TRABZON
Birkaç gün sonra Selanik yolu ile İstanbul'a gelen genç maârifçi, kısa bir dinlenmeden son­ra bu defâ da Trabzon'a doğru yola çıkar.
Vâli, büyük ve değerli idâreci Kadri Bey'dir.[ Büyük Türk Lügati" sâhibi Hüseyin Kadri Bey in babası ve değerli müzehhip Rikkat Kunt Hanımın büyük babası.] Pek çabuk anlaşırlar ve sevişirler. O kadar ki idâreciliğindeki kudret ve başarısı kadar, ilmi ve fazlı ile de şöh­retli olan Kadri Bey, yeni Maârif Müdürünü bir an ya­nından ayırmak istemez. Ne çâre ki, bu vilâyette an­cak onbir ay kalmak mukadderdir.
Aile Trabzon'a yerleşir yerleşmez, Mehmet Baba isminde, oranın kutbu olan meczup, Maârif Müdü­rü'nün evine gelir. Kendini, halkın gözünden gizlemek için meczup gösteren bu Hak sevgilisi, aslında aşkla yanık bir gönül sâhibidir. Ammâ onun gerçek hüviyeti­ni tanımayan halk da, şişe kapaklarından nişanlar ta­kan, anlaşılır anlaşılmaz sözler edip çoluk çocuğu pe­şinde koşturan bu adamın bir İlâhî memur olduğunu ne bilsin?
Sık sık Maârif Müdürünün evine gelir ve Hak velîsi annesi ile sohbetlere dalar, yeni doğmuş bebeğin beşiğini sallar ve durup durup "Sizi buraya çekmek için Allâhıma az mı yalvardım? diye yanıp yakılır...
Trabzon'a geleli henüz bir sene olmamıştı ki, genç maârifçinin, bu defâ da İstanbul'da bir müdürlük iste­yerek Maârif Nezâretine telgraf çekmesi işâret olun­duğunda, bu emir hemen yerine getirilmiş, fakat gelen cevap menfî olmuştu. Ne ki, o ters cevaptan beş gün sonra, Nâzır'dan, İstanbul Îdâdîsi müdür muâvinliğine tâyin emri gelivermişti. Böylece de hemen yola çıkıldı.
Galata rıhtımında oğlunu karşılayan babanın ilk sözü, telgrafımı aldın mı? demek oldu ve sözünün ar­kasını da şöyle getirdi: İstanbul İdâdîsi'ne tâyin ol­muştun ammâ, birden Nümûne-i Terakki Müdürlü­ğünü verdiler. Onun için, git nâzıra teşekkür et!
Nâzır ise, karşısında bu yeni tâyin ettiği müdürü görünce; "Bana teşekkür etme, bunu doğrudan doğru­ya Allah yaptı. Pâdişâh, benden oraya emniyetli bir adamım tâyin et., deyince, ağzımdan senin ismin çıkı­verdi" dedi.*
* Nümûne-i Terakkinin kendisinden evvel müdürü olan Ali Nâdir Bey, masonik bir ihtilâl komitesinin içinde ve idarecileri arasında yer almış, devletçe tehlikeli bir kimse idi. Bir gün sarhoş olarak geldiği Tokatlıyan Otelinde, içkinin tesiri ile faaliyetlerini ve ile­riye mâtuf projelerini etrâfına ulu-orta anlatınca, tevkif edildi. Diğer komite mensûbu olan 78 kişi de Trablus ve Fizan'a sürül­düler. Bunlara Taşkışla Mahkûmları da denmiştir.İşte bu yüzden Pâdişâh, memleketin seçkin evlâtlarının okuduğu bir irfan yuvasının, millî menfaatlere kurşun sıkan eller değil, bilgi ve faziletle yüklü kafalar yetiştirmesini istiyordu. Onun için de, buraya sicili temiz bir müdürün getirilmesini söylemişti.
İşte, Trabzon'da tebşir olunan müdürlük, bu sûretle tahakkuk etmiş bulunuyordu.
Artık daha ne isterdi. Anacığı, babası, çoluğu ço­cuğu ile berâber olabilecekti. Hepsi de İstanbul'da idi­ler. Nümûne-i Terakki ise, memleketin en parlak, en gözde mektebi idi.
Bu minvâl üzere üç ay geçtikten sonra, gene bir mânevi işâretin ikâzı ile ne kadar kazâ namazı varsa edâ etmesi emrolunmuş ve arkasından da Medîne-i Münevvere'ye müdürlükle gitmekliği işâret edilmişti.
Artık, bundan sonra gözünde İstanbul mu kalırdı, Nümûne-i Terakki mi?
İki sene o hasretle yanıp tüttükten sonra, günün birinde Nezâret'ten çağırılarak, Medîne-i Münevvere'de, "İdâdî-i Hamîdî" müdürlüğünü kabül edip etme­yeceği soruluyordu.
Müdürlük de ne demek? Hademelikle bile gitmeye râzı idi.
***
MEDINE
Medîne.. Resûlullâh'm maka­mı, İslâm'ın kalbi Medîne.. Taşına toprağına, insanına hayvanına kedisine köpeğine dahî âşık olduğu Saâdethâne..
Gitti. Hem de sevip sevildiği bu cemâl cenneti içinde tam dört sene kaldı.
Şeyhü'l-Meşâyih Hamza Rifâî Hazretleri'nden de gene burada icâzet aldı. Ve bu icâzeti veren o mübârek zâtın, tevâzû ile dizinin dibinde oturduğu bir gün: "Oğ­lum, bilemiyorum ben mi senin şeyhinim, yoksa sen mi benim?" dediğini de gene burada duydu.
Ya, şehirden çöle adım atanı hançerleyen bedevi­lerden gördüğü alâka ve muhabbet. Kapısına dayanır, alıp çadırlarına götürürlerken, Medîne halkı bu dâvetlerin arkasındaki tehlikeyi anlatmak ister ve git­memesi için âdetâ yalvarırlardı. Fakat o gene gider, akşamlara kadar kalır, bu asil dâvetçiler ise, getirdik­leri misâfırlerini evinin kapısına kadar götürüp bırak­mak nezâketini gösterirlerdi.
Bu ezel âşıkı bu Resûlullâh sevdâlısı, Arapça'yı çok işlek bir halk ağzı ile konuşan bedevilerle anlaşa­bilmek için, kısa zamanda onların telâffuzlarını da öğ­renmişti.
Arapça bilmeyen vatandaşları için de, kırk derste Arapça öğreten metodundan ne çok kimsenin istifâdesi olmuştu.
***
Kendisinin Medine'ye, Medine’nin de kendisine âşık olduğu Îdâdî-i Hamîdî Müdürü, artık Ken'an Rifâî'dir.
Medine'ye ilk geldiği zaman, Nümûne-i Terakki gibi üstün vasıflı bir mektebin müdürlüğünü kendi is­teği ile bırakıp, koşa koşa çöllere-gelmesini yadırga­yanlar olmamış değildir. Bunların başında da, Medine Muhâfızı Osman Paşa vardır.
Îdâdî-i Hamîdî henüz inşâ olmakta ve genç müdür ise, çoğu zamânını Ravza-i Mutahhara'da vecd içinde geçirmekte, şiirlerini yazmakta, onları bestelemekte ve dünyâyı gözü görmemektedir. Tuhafı, burada her­kesi sevmekte hiç kimseyi ayırt etmeden, coşkun bir muhabbetle sevmekte, öylesine de sevilmektedir. Pa­şa, nasıl şaşırmasın ki O bir mektep müdürü, kendisi ise koskoca bir Paşa, hem de Medîne Muhâfızı'dır. [Medîne-i Münevvere Müslüman-Türklerin edep anlayışına göre idârecisine vâli denilmeyerek "Medîne Muhâfızı" adı verilirdi.] Böyle iken onun gördüğü muhabbetli alâkayı hiç kim­seden görmemektedir.
Gerçi kendisi de onu sevenler arasındadır. Ammâ bir yandan da, taht şehrinin nimetlerini bir kalemde itip buralara kendi arzûsu ile gelmiş olmasının altın­da, Sarayca verilmiş bir vazifesi, istihbârat şebekesine bağlı bir gizli işi olduğu şüphesini bir türlü içinden atamamaktadır.
Bir gün, ceplerinde kâğıt arayan Ken’an Rifâî'nin kazârâ bütün kâğıtlarını yere düşürmesi ile Paşa, bu ayağının dibindeki evrâkın üstüne, "İşte yakaladım.." diye atılmış, hepsini bir bir gözden geçirdikten sonra, "Oğlum, kusura bakma., ammâ anlayamıyorum, senin gibi istikbâli parlak bir gencin, isteye dileye buralara gelmesini bir türlü aklım almıyor!" demekten kendini kurt aramamıştır.
İdâresi ve muâmelesi Medîne halkını hoşnut et­memiş bulunan Paşa, zaman zaman Ken’an Rifâî tara­fından hoşluk ve tatlılıkla îkâz edilir, halka karşı ha­şin ve anlayışsız olmasının yanlışını edep çerçevesini aşmayan tavsiyeler hâlinde söyler.
Bu genç dostun, artık bir gizli servis ajanı olmadı­ğına zamanla inanmış bulunan Medîne Muhâfızı, bir gün Îdâdî-i Hamîdî Müdürünü konağına çağırtarak: "Oğlum bütün bedevî şeyhlerine haber yolladım. Yarın gelecek ve aşağıdaki taşlıkta toplanacaklar. Sen Arap­ça bilirsin, söyle onlara.. Hindistan'dan bir Müslüman mihrâce Medine’ye müteveccihen yola çıkmıştır, kılına halel getirirlerse, en şiddetli cezâlara çarptırır, topa tutarım, asar keser, hepsini perişan ederim. Böylece bilsinler," demişti.
Bu tehdit, asla yerine getirilmesi mümkün olma­yan bir gözdağı idi ki zâten kendisini sevmeyen bu çöl adamlarım büsbütün çileden çıkartıp, belki yapmaya­caklarını da yaptıracaktı.
Paşa, acaba hangi askerî birliklerine, hangi topu­na tüfeğine dayanarak, asarım, keserim., demek hatâsını işliyordu?
Ertesi gün bedevî şeyhleri Paşanın taşlığında toplandıkları zaman Medîne Muhâfizı'nın haşin tâlimâtı, Ken’an Rifâî'nin ağzında bambaşka bir tad ve ifâde ka­zanmıştı: Muhâfız Paşa Hazretlerinin hepinize selâmı var. Gözlerinizden öptü. Göreyim evlâtlarımı., gelecek mihrâce ile kâfilesinin, çöllerden sâlimen geçmelerini temin etsinler. Hindistan, İngilizlerin himâyesinde ol­duğu için mihrâceye gelecek herhangi bir zararı, bedevilerimizin yanına koymazlar. Onun için evlâtlarımdan, misâfirlerin emniyet içinde gelip gitme­lerini isterim.
Bu yumuşak ve ricâ yollu îkâz, kabile reislerini öylesine teshir eyler ki; fevk ale'r-re's, fevk ale'rre's..  [Başüstüne, başüstüne..] diyerek çekilip giderler.
Mihrâce de, hâdisesizce ziyâretini yapıp memleke­tine döner.
Bir ara Mekke'ye de gidip Beytullâh'ı tavaf eden Ken'an Rifâî dört senenin sonunda, Hak kapısının anahtarı olan anacığı ile, aynı deve üstünde yola çıkar. Besteleri de güfteleri de kendisinin olan İlâhîlerini kasidelerini, benzeri olmayan sesiyle okurken, deve, başını geri döndürerek, şugutufun içine sokarcasına yaklaştırarak hem dinler hem de yol alır. Bu otuz gün­lük yolculuk, Şam'a kadar sürer.
Artık arkada mahzun bir Medîne ve ezelle ebedin kucaklaştığı bu diyardan adım adım uzaklaşan, uzak­laştıkça da iştiyâkı artan iki Hak âşıkı yolcu vardır.
İSTANBUL
Nihâyet tekrar İstanbul.. Er­kek Muallim Mektebi Fransızca Hocalığı, Tedkîkât-ı İlmiye Encümeni Azâlığı, Dârüşşafaka
Müdürlüğü, Meclis-i Maârif Âzâlığı..
İkinci defâ Medîne-i Münevvere’yi ziyâret.. Emek­lilikten sonra ise, Fener Rum Lisesinde onüç sene Türkçe hocalığı..
İstanbul’a yerleştikten sonra kendi konağının bahçesinde ve yalnız kendi imkânları ile "Ümmü Kenan" adını taşıyan dergâhın inşâsı..
Nihâyet bu irfan ocağında Mesnevi takriri, güzel sözün, güzel sesin, neylerin kudümlerin, zikir ve semâın müşterek ve içiçe âhengi ile şuûrun, şuûraltına gönderdiği barış elçileri ile sulh ve sükûna varan insan kafileleri..
Bu, âyin günlerinin ve ihyâ gecelerinin kanatla­rında gelen ne mübârek bir heyecan ve ne sözü geçkin bir şevk bir cezbedir ki, insanoğluna, iç yüzünün kapı­larını açıp kendi kendini gösterir.
O insanoğlu ki, evveli bir damla su, sonu da bir leş olduğunu unutarak, dünyâ misâfirhânesine pürüzler, kılçıklar, hırs ve ayıplar getirmiştir.
İşte bu şuûraltı eşkiyâsını sindirmekte bir vâsıta olan o meclisler ne güzeldir. Ammâ, âdemoğlunun yal­nız o güzel ses, şevk ve tarap basamağında kalmama­sı, bunların ancak, bir ökse olduğunu bilmesi gerektir.
Zikir, semâ, saz ve sözün avladığı insandan bekle­nen, kendini bilip nefsini temizlemek ve Muhammedi ahlâk ile zırhlanmak değil midir?
Müşahhas bir makama ikrar veren müritten iste­nen işte budur. Prensiplerini yaşamak, dünyâ sahne­sindeki kesret içinde vahdeti seyredip Hakk’ın birliği­ni bu çokluk âleminde seyr eylemektir.
Ammâ rehberi aşk olana bu ne denlü kolay ise, muhabbet yoksulu olanlara da elbette o kadar güçtür.
Ken’an Rifâî'nin eserleri Muktezâ-yı Hayat, Camille Flammariondan tercüme Dünyânın İnkılâbı, Rehber-i Sâlikîn, Tuhfe-i Ken'an, Ahmede'r Rifâî, İlâhiyât-ı Ken'an ve bir cild Şerhli Mesnevî-i Şerîf olmak üzere dördü te'lîf, altı kitaptır. Fakat O'nun asıl eseri, insanlardır. Bütün ömrünce ve bütün samimiyeti ile, acz ve yokluk bâbında kalmış, fâili, mevcûdu Hak bildiğinden, etrâfındakileri de bu tevhit cennetinin birlik ve huzûruna dâvet etmiş ve getirmiş­tir.
Ululuğun, rehberliğin şâm, insanoğluna hakikati göstermek, doğruyu söylemek, birliğe ve gerçeklere ça­ğırmak değil midir?
Ammâ, her asırda ve her devirde, hakikatleri Ebû Bekir'ler görmüş, onlar inanmış ve icâbet etmiş; Ebû Cehillerin ise, ne basiret gözleri açılmış ne de kulakla­rı mânevi sağırlıktan kurtulmuştur.
Niyâzî-i Mısrî:
Halk içre bir âyîneyim
Herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün
Ger yahşi ger yaman görür
dememiş midir?
Tekrar edelim: Ken'an Rifâî'nin hayâtı içinden alınmış şu birkaç çizgi, yârânın istek ve ısrân ile yazıl. dı. Yazanın isteği ile değil.
Yüce Mevlânâ nın buyurduğu gibi, güneşi de yere indirseniz ancak anlayacak olan anlar, inanacak olan inanır vesselâm.
***
http://www.cemalnur.org/contents/detail/semiha-cemal/3
Kalem, Dostun kapısını çalmadan evvel, bu kapı­nın bir ezel ve ebed nasiplisinden kısaca söz etmek is­tiyor.
Anlaşılması kadar anlatılması da müşkülden müşkül olan bu müstesnânın adı, Semîha Cemâl'dir. O, hayâtına riyâ, fesat, nifak, sahtelik ve ikilik girme­miş bir insan; sevgisinde samîmi, kararlarında metin, sözlerinde ihlâslı, kendi kendisine ve cümle âleme kar­şı dürüst olan, sanki bir mücerret ruhtu. Baş koyduğu yolda da, sürçmeden, düşmeden, vecd ile yürüyerek, dünyâ köprüsünü süratle geçip gitti.
Semîha Cemâl, 1906-1936 yılları arasında yaşadı. Çok akıllı, çok zekî ve çok da güzeldi. İstanbul Dârülfünûnu'ndan mezun olduktan sonra, Çapa Kız Mual­lim Mektebinde sekiz sene psikoloji okuttu. Eflâtun Külliyâtı ile, Marc Orel ve Epictet'i tercüme etti. Ölü­münden sonra derlenen, Gül Demeti isimli bir de nesir kitabı vardır.
Ammâ mühim olan, onun meslek ve günlük hayâtı değil, gönül ve ruh zenginliğidir, Dostun, mânâ dost­luğu halkasına girdikten ve onun hikmet, irfan ve mu­habbeti içinde varlığını erittikten sonra, namsız nişan­sız bir vücutla bâkîlerden olmak bahtiyarlığına ermiş bulunmasıdır.
***
Gerek ana gerek baba tarafından temiz ve asil bir âileden geliyordu. Mizaç îtibâriyle kolay ve yumuşak bir çocuk değildi. Dadısı, bacısı hırçınlıklarından çâresiz kaldıkları zaman, onu, ancak merhametini tahrik ederek yatıştırırlardı. Zira küçücük yaşından beklenmeyen bir şefkat ve acıma duygusu, coşmak için bahâne arardı. Meselâ herhangi bir şeye kızıp uzun uzun ağlar olduğu zamanlar: "Susmazsan ben de bebe­ğini döğerim" tehdidini savuran dadısı, hemen yumu­şayıp, ağlamayı keseceğini bilirdi.
İlk gençlik yıllarında ise, gurur ve kibir, yanından ayrılmayan iki arkadaşı gibi idi. Zirveleşmiş bir üstün­lük duygusu içinde, etrâfina tepeden bakar, pâyelenmekten büyük zevk duyardı.
Ne ki, onu bu duygu çizgisine getiren sebepler pek de küçümsenecek ölçüde değildi. Öyle ki, taşkın zekâsı ve akıl almaz irâdesi karşısında, değil yalnız âile çev­resi, hocaları dahî hayranlıklarını saklayamazlardı.
Babası, arkadan arkaya: "Bu kız allâme..." der­ken, hocaları: "Mûcize çocuk" diyorlardı.
Bilgisi kadar, gurûru ile de tanınan Sâlih Zeki Bey gibi bir yüksek matematikçi için o, dâhî çocuktu.
***
Ammâ, günün birinde, nasıl oldu ise oldu ve Semîha Cemâl, Dostun varlığı ışığı altında kendi kendini görüverdi. Böylece de, o zamâna kadar bağlanmış bu­lunduğu kibirlerinin, gururlarının, şöhret kaygıları­nın, sanki arslanı görmek için başım kaldıran karınca­lar misâli, ezilmeğe mahkûm zaaf kırıntılarından ibâret bulunduğunu fark eyledi. Onun akıllı başı ve uyanmaya teşne gönlü, bunu öylesine derin bir îmanla anlayıp tasdik etti ki, insanı insanlığından utandıran bütün nefsânî bağ ve alâkalarını, gerçek değerlerin ayaklan altına atıverdi.
Semîha Cemâl, geçmiş zamânının muhâsebesini yapıp hesâbını dürdükten sonra, yerlerde kaynaşıp sü­rünen o karınca misâli, zaaflarına ara ara parmak değdirip, geçmişinden söz eder ve: "Eskiden herkes ta­rafından takdir edilip bilinmek, beğenilmek isterdim," diye, âdetâ geçmiş günlerine şaşarak bakmaktan ve esef etmekten geri kalmazdı.
Şu da var ki, gerek tahsil gerek meslek hayâtında ve gerek iş arkadaşları ve hattâ yakınları çevresinde bile, nice canını yakanlar olmasına rağmen: "Bana ya­pılan muâmelelere hep müstahak oldum," demek sûretiyle, acılarda da tatlı çeşnisi bulmak kemâlini gösterirdi.
Doğru. Acı duymuyor, kin tutmuyordu. Âdetâ, his­si iptâl edilerek ameliyata alman kimseler gibi, içine gark olduğu mânâ lezzeti, onu dünyâ elemlerinden öy­lesine uyutmuş, öylesine kesmiş bulunuyordu ki, kötü­lük neşteri, kendisini şevk ve cezbe kılıfı içinde emniyete almış bu insana tesir edip zahmet ve acı vermi­yordu. Onun gıbta edilecek bir olgun tarafı da, kendi kemâlini görmemesi, inanıp beğenmemesi, bu yüzden de, ileriye doğru, devamlı hamle yapmak ihtiyâcını duyması idi.
Bir yazısında da bu duygusunu şöyle ifâde ediyor: "İnsanda, hakka ve hakikate benzemeyen bir hissin mevcûdiyeti kadar müthiş ne vardır? Hâlâ bende de, bir varlık kokusu var mı? Sırasında, taş da demir de yanarken, ben neden bu hâldeyim?"
"En çok nimetlere nâil olan ve en az, bu ihsanlara lâyık olan o varlık hâlâ mevcûdiyetini silememişse, o, her şeyden sefildir. En büyük sefâleti ise, benliğidir. Kulaklarımı, gözlerimi, bütün mesâmelerimi, cisim ve rûhumu kaplayan İlâhî kudret içinde, hâlâ mı: Ben! di­yen bir sedâ mevcut?
Yâ Rabbî! Onu ez, yok eyle!"
Semîha Cemâl'in varlığına el koyan Dost, bir anda onu beşerî kayıt ve zaaflardan pîr ü pâk eylemişti. Sanki o bir ağaçtı da, Hakkın cezbesi eli ile silkelen­miş, çürük ve ham ne varsa, göz açıp kapayıncaya ka­dar dökülüp gitmişti.
Semîha Cemâl'in şânında söylenmiş şu birkaç söz­le onu anlatmış mı oldum? Asla.
Bu insan güzelinin, bu ruh saltanatlısının hayat çizgisi, el değdirilemeyecek bir ateştir. Hangi tarafın­dan tutulmak istense, başı, ortası, sonu dile gelip "Vazgeç, başlama yanarsın!" der.
O, bir mânâ sultanı idi. Hakikatlerin ayağı altına atıp ezdiği karıncacıklarından artık eser dahî kalma­mıştı. Ammâ, gene de kemâline inanmıyor, daha da törpülenmek, cilâlanmak istiyordu.
Eskiden, göz önünde olup beğenilmeğe ne ölçüde tutkun idi ise, artık görünüş ve gösterişten, düşman­dan kaçar gibi, gizlenmeği bilmiş ve sultanlığının mânevî berâtını, aşırı bir titizlikle, yârdan da ağyârdan da, saklamayı başarmıştı. Onun için, bu mü­cerret rûhu, pek kimseler görmemiş, tanıyamamıştı.
Tanıyamazlardı. Zîra o, namsız nişansız olmanın yüceliğine ermiş, karıncalan, gerçeklerin ayağı altına atmanın şâhâne zevkini tatmış bir ulu idi.
Dostun eserleri insanlardı. Karşısına aldığı isti­dat sâhiplerini, bir cevâhirci hüneri ile işleyip, her bi­rinden âbideler vücûda getirmekte tekti, eşsizdi.
Tezgâhında sûret ve mânâ değiştirenler kafilesi içinde ise, muhakkak ki Semîha Cemâl, bir şâheserdi. Hem de safvet ve derûnî azametine, meleklerin gıbta ettiği bir şâheser, bir muhteşem âbide.
Miyânemizde bir keremli Dost var. Toprağın üs­tünde de olsa, altında da olsa, her zaman rehber, her zaman yâr-ı vefâdâr...
***
O, kime yâr değil ki?.. Kendisini tanıyıp sevmek bahtiyarlığına erenlere de... tanımayıp ulu orta çekip çekiştirmek tâlihsizliğine uğramış olanlara da...
Herkese, bütün yaradılmışlara yâr-ı vefâdâr... her zaman keremli, her zaman rehber...
Şu anda kalem, bu merd-i meydanın, bu keremli, bu saâdetli Dostun, hem müşkülden müşkül hem de ucu bucağı bulunmaz katına doğru çekine çekine, kor­ka korka adım atmak istiyor.
İstiyor ammâ, kendi sırlarıyle örtülü o Ulunun dünyâ içindeki dünyâsına nüfuz etmekliğin, dağları delmekten, göklere uçmaktan, denizlere hâkim olmak­tan da güç bulunduğunu bilmiyor değil.
Ne ki, hangi fetih, hangi zafer kolaydır? Hangi yü­celiğe, güçlüklere katlanmadan varılır? Güçlükler, ka­zançların bedeli değil midir?
Kalem, biliyor ki, yollar aşıp onun sevgi ve îman ile sağlama alınmış kapısına uğramak bahttır, bahtın tâ kendisidir. Şu hâlde, güçlüklerde şeker lezzeti bul­mak, insanoğluna güç gelmemeli, güç olmamalı...
Onu istemek, onu görmek, onun hâli ile hâllenmek, işlenebilecek işlerin en güzeli, en doğrusu. Allâh'ın "işle!" dediği buyrukları zincirinin varıp da­yandığı mânâ kapısı değil de nedir?
Kim demiş o bilinmez... diye? Bilinir, Ammâ, ona âşinâ olabilmek, gözlere bahşedilmiş bir imtiyaz değil­dir. Bu bahşâyiş, ancak, varlık ve benlik perdelerini yırtmış gönül gözünün kârıdır.
Ne ki, benlik devini yenmiş olmak vehmi, belki de benliğe düşmenin bir çeşididir.
Hikâye şu: Günlerden bir gün, şu an, elinde kalem tutan kadına, tâ uzaklardan bir mektup gelmişti. "Se­nin, bir Hak Dostun varmış. Onu bana anlat!" diyor­du.
"Anlatamam, zîra insanoğlunun idrâki onu kavra­maya yetmez!" deyip susmak yerine, zavallı, haddini bilmez kalem, bir şeyler yazdı da yazdı ve gene bir gün, Dostun: "O nedir, ver bakayım!" demesi üzerine, kâğıtları uzattı.
Sahîfeler, Dostun elinden bir bir geçerken, çehresi de üzüntüye benzer, hoşnutsuzluğa benzer çizgilerle bulanıyordu. Nihâyet okuyup bitirdiği kâğıtları, samimî bir karar ve tehevvüre benzer bir ciddiyetle, yırtıp sepete atarken:
"O, bir hiçtir! diye yazarsın" dedi ve hemen arka­sından da, bir ruh tabibi dikkati ile:
"Yoksa, bunları yazmakla: Bak benim nasıl bir ho­cam var! diye öğünmek mi istiyorsun?" teşhisini koya­rak, asla ve aslâ tahammül edemediği benlik heyûlâsına en ağır darbeyi indirdi.
Bu uyarıcı hâdiseden otuz beş sene sonra, nasıl oluyor da, kalem, gene onun şânında dile geliyor? suâline şimdi kim cevap verecek?
İnsanoğlu, günâhı kadar cehennemde yanarmış. Kuldan hatâ, Allah'tan af ve atâ... Affet beni Allâh'ım!
Âdem'e, memnû meyveyi yeme! dedin, Ammâ o ge­ne yedi.
Yedi ve lâkin, Şeytan gibi: Sen yaptırdın! demedi. Bu bîçâre kaleme de, o dayanılmaz şevki veren sen, günahkâr olan ise, odur Allâh'ım!

Dost, sanki bir münâdi idi. İnsanları, tevhidin ge­tirdiği ulvî ve ölümsüz hasletlere dâvet etmekten bıkıp usanmıyordu.
Ammâ bu seslenişi, dünyâdan birşeyler istemek ve almak için değil, sâdece vermek içindi. Zîra o, âleme, almak için değil, vermek için gelmiş bir müstesnâ idi.
Hem de, ne alanların kazancından bir faydası, ne de alamayanların mahrûmiyetinden bir ziyânı vardı. Öyle iken, küçük hesaplara girmek nedir bilmeden, ve­riyor, yalnız veriyordu.
Sevgisi, îmânı, bilgisi, hayat üslûbu ve dünyâ gö­rüşü, sanki yağmalanmak için ortaya dökülmüş bir gazâ malı idi. Bütün sermâyesini, ömür boyu, mezat etmeğe doymayacak olan Dost, verdikçe veriyor, cö­mertliğine hudut, ölçü olmuyordu.
Bu dâvetçinin sesine kulak tutanlar, ondan kork­muyor, çekinmiyor, ürkmüyor, dertlerini, dâvâlarını, sevinçlerini, kederlerini, bu Hak terâzisinde tartıp her birine değerinden fazla bahâ biçmemeği öğreniyorlar­dı.
Okka çekmeyen sevinçler, gözyaşına değmeyen kederler, doğruyu söyleyen aynalar gibi, o rast konu­şan terâzide, hakîkî değerini belli ediyor, fazlalıklar atılıyor, eksiklikler tamamlanıyordu.
Dost, cümle âlemin dostu idi işte. Herkese dağıtıl­mak üzere bekleyen şefkat ve muhabbet bereketleri vardı. Ona, gönülleri keşkülünü uzatanlar, bu mîrî maldan nasiplerini alarak geçip gidiyorlardı.
Bu eşsiz yağmadan hisselerine pay düşenler ve çağrıldıkları tevhit ocağında konuklayıp, yolunda yol­lanan, huyu ile huylananlar, o olamasalar bile, ona benzer oluyorlar, ondan bir nişâna, bir iz ve esere sâhip bulunuyorlardı.
Öyle ki, Dostun ismet ve îman çizgisinin yolcula­rı, hisselerine düşen mânevî payla, ihlâslı, iffetli, sa­bırlı, ferâgatli, fedâkâr ve çalışkan oluyorlardı.
Dostun, insanlarda gizli ve gömülü kalmış istidat ve güçleri, uyandırıp açığa çıkararak işler hâle getir­medeki üstün sezgi ve mahâretinin bir benzeri yoktu. Belki sâhibine dahî mâlûm olmayan, tohum hâlindeki derûnî kuvvetleri, zorlamalara, tazyiklere başvurma­dan, sevgi ve îman kıvılcımı ile uyandırıp, meş’ale hâline sokuyor, böylece de, nice uyuklayan iç kuvvet­lerden âbideler meydana getirerek beşeriyete hediye eyliyordu.
Uzun seneler, karşılıklı güven ve müşterek inanç­lar içinde hâlleşip sohbet ettiğimiz ve gene, birlikte ça­lıştığımız bir arkadaşımız vardı: Nihad Sâmi Banarlı.
Bir gün, söz arasında: "Günlük hayâtın en basit hâdiselerini dahî değerlendirip mânâlandıran iki bü­yük velî gördüm: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Ken'an Rifâî..." demişti.
Bu, son derece ölçülü ve gelişi güzel konuşmayan, fazlına ve faziletine güvenilir dürüst adamın teşhisi çok isâbetli idi.
Evet, Dost buydu. Şahsî endîşeler, alâkalar, çeşitli dünyâ boğuntu ve ihtirasları içine sıkışıp kalmış insa­noğluna, hayâtın dili ile seslenerek uyanmağa çağırı­yor, böylece de, menfî taraflarını silkeleyip dökmeğe teşvik ve dâvet ediyordu.
O, insanı, kendinden habersiz, âtıl ve gafil bırak­manın, cemiyete karşı işlenmiş bir günah olduğunun takdiri içinde idi. Bu yüzden de, kütleyi muvâzeneli, muhâsebeli, kontrollü ve yüksek voltajlı bir enerji kay­nağı olarak görmek istiyordu.
Ammâ, bu işte, insanı bir şuûrsuz malzeme gibi kullanmıyor, yetişme ve terbiye ameliyesinin mes’ûliyetli adımlarını, bizzat insanın kendisinin atmasını is­teyerek, gayreti ve karârı, karşısındakine bırakmakla, şahsiyetleri avucu içine alıp ezmiyordu.
Onun için de, çevresinde yetişenler, kendi kendile­rinin efendisi denecek, olgun, seviyeli ve kifâyetli kim­seler olarak, cemiyet saflan arasına, dağılmış bulunu­yorlardı. Zîra Dost, kılıcın iki yüzü gibi olan madde ile mânâyı, biribirinden ayırmıyor ve insanı, vâr olmanın asâletine yakışan bir ruh düzeni içinde mütâlâa ede­rek, ona göre hazırlıyordu.
Dostun kütleleri tevhit anlayışında birleştirmek ve uyandırmak yolunda kullandığı harç, sevgi ve îmandı vesselâm.
Hak ve hakikatin geçmişi, geleceği olmadığı hâlde, zaman içinde, insanoğlunun dili söyleyeli, hele eli ka­lem tutalı beri, mâzînin muhteşem gerçeklerini kü­çümsemekten kurtulamamıştır. Bu yüzden de, onlar­dan daha üstününü dile getirip, kendi zihin ve ruh verimlerini, yeni kalıplar içinde ortaya sürmekten vaz­geçmemiştir. Geçmeyecektir de.
Ne yazık ki bu yazılıp çizilen veyâ söylenip geçi­lenler, sırasında, asırların arkasındaki hakikatler gibi yapıcı çehreli olmayıp, kütleleri şaşırtan, dalâletlere, gafletlere, karanlıklara, süfliyet ve çirkinliklere iten günahkâr, yıkıcı sesler olmuş ve olmakta bulunmuş­tur.
***
Mâdemki insanoğlu, geçmiş zamanların beşeriye­te istikâmet vermiş hakikatleriyle yetinmiyor, onun için de, doğru iğri, (eğri) bir şeyler yazıp söylemekten geri kalmıyor; şu hâlde elimizdeki kalem de susmasın. İğri konuşanları, sapıklıkları ile başbaşa bırakıp, doğrula­rın doğrusundan söz etsin ve insanları sevmiş, acımış, yol göstermiş, affetmiş, şefâat eylemiş, merhametini, şefkatini esirgememiş olan Dostun beyânında yollara düşsün.
Bu çetin yolculuğa çıkmış olanın korkup titreme­mesi mümkün mü? Elbette korkar. İşte kalem de kor­kuyor; ammâ gene de, düşe kalka, o başı sonu olma­yan, gecesi gündüzü bulunmayan Dost bağının çitleri etrâfında dönüp dolaşmaktan vazgeçmiyor. Allah da vazgeçirmesin.
***
Bize onu târif et! demişlerdi. Dememiş olsalardı da, gene haddini bilmeyip şahlanan kalem, durmaya­caktı, zira kıyâmetler dahî geçse, âlemlerin Dostuna, ödenmez bir borcun yükü altında bulunuyordu.
Birkaç satır, kırık dökük bir iki kelâm, bu altın­dan kalkılmaz ağırlığın karşısında bir kara mangır güçsüzlüğünde olsa da, insanlara, sözü, sazı ve hayâtı ile örnek vermiş olan Dost’tan söz açarak, onu, kelime­lerin hapsine sokmak cesâretinde direnecek, bu mübârek suçun suçlusu olmaktan kurtulamayacaktı.
Ammâ dilerim ki kalem, aczini bilsin, öğrendikle­rini yanlış aksettirmekten, yolunda izinde sürçüp düş­mekten, verilen emeklerin nankörü olmaktan kork­sun. Bu kalem, hiç değilse, onun yonttuğu gibi kalsın "Belî" denen ezel ahdi sadâkati üzre durup edebi taşır­masın.
O kadar ki, Dost'a hoşnutsuzluk verecek bir çift söz dahî edecekse, râzıdır, şimdiden kırılıp bir köşeye atılsın.
Ne söyleyecek ne yazacakmış bu bîçâre kalem?
Eğer Dostun ezelle biliş tutmuş alış verişinden, seyreylediği ruh iklîminden ve mânâ seferlerinden sır çalmak niyetinde ise, buna ne gücü dayanır ne tâkâti yeter.
Beşer idrâkinin fethedemediği bu esrar kapısını çok kurcalayan olmuş, ammâ, hemen hiç kimseye, ora­da cevelân nasip olmamıştır.
Eşiğinde kalan niceleri de: Gördük, bildik, öğren­dik, olduk!... diye kendi kendilerini avutmuş, oyalamıştır.
Dostun menzili, herkesin uğrağı olabilir, Ne ki, her ayak atanın mâlûmu olmaz. Onun kapısına, çâresizlik ve acz ile varılır. Zîra çâre, çâresizliktedir. Sebeplerden ümidini kesenin, yüz döndürdüğü mih­rap, Hakk'ın inâyeti kıblesidir.
Yokluk varlığı, varlık da yokluğu getirici olduğu gibi, çâresizliğin vardığı durakta da, derman ve çâre vardır. Zîra çâresizin ayaklan, akıl ve mantıktan de­ğil, teslimiyet ve gönül yanığmdandır.
Evet, kalem haddini bilsin de, mânâ göklerinde kanat çırpan Dostu seyrânında bırakıp, onun cümle âleme âşikâr eylediği, hak ve istikâmet üzere ayarlı, saf, lekesiz ve birlikçi dünyâ görüşünden, hayat üslûbu ve insanlık anlayışından ufak ufak çizgiler ver­mekten ileri geçmeğe kalkışmasın.
Dünyâ ile insana ikiz kardeşten başka ne denir? Zaman zaman, insan hasta olur da dünyâ olmaz mı?
İşte nicedir, bir düşünce ve his illetine müptelâ olup, kâbuslar içinde sayıklar hâle gelen dünyâ ve dünyâ ile çifti olan insanoğlu, hayattan hikmet ve irfânı koğmak gibi derin bir gaflet hastalığına yaka­lanmış bulunuyor. Onun için de, ruhla beden biribirlerini tanımaz, hattâ çekişir ve tepişir olmuşlardır. Bu yüzden de, saralı cemiyetler, gözleri dönmüş kütleler, nereye gittiklerini bilmeyen insanlar, gök kubbe altın­da üredikçe üremiş, türedikçe türemiştir.
Bütün bu hezeyan ve buhranlar, biribirleri için yaratılmış çiftin aralarının açılmış olmasından gayrı neye atfolunabilir?
Bu anlaşmazlığa düşüp ters istikâmetlere giderek yolunu kaybeder olan insanoğlunun derdini gören de var. Ammâ, yalnız görmek, yalnız teşhis, neye yarar? Hastalığa devâ gerek. İnsanlar ise ondan bihaber.
Bugün dünyâ da, insan da buhran içinde sayıkla­makta. İçine gömüldüğü gafletli rüyâdan uyanması ge­rek.
Kim uyandıracak?
Madde ile rûhun ellerinden tutarak biribirleriyle barıştırıp tek kuvvet hâline kim getirecek? İşte Dost da, başı maddeye gömülmüş olarak gönül körlüğü çe­ken, ammâ çektiklerinin de farkında olmayan Âdemzâde'ye onun için, hayâtı boyunca ve her vesile ile seslenmiş, uyarmış, Peygamber mîrâsı olan ahlâk-ı Muhammedi devâsı ile dertlerine şifâ sunmuştur.
Sâmiha AYVERDİ
http://www.cemalnur.org/contents/detail/samiha-ayverdi/2
Derleyenler:
SEMÎHA CEMÂL- SÂMİHA AYVERDİ
"Dünyâyı mahşer say... Orada, iyilik ve kötü­lükler nasıl ayan olacaksa, burada da onları gö­rüp gösterenler eksik değildir.
Dünyâ mahşeri, hem de bir mekteptir; bura­ya, kendimizi tanıma ilmini öğrenmeğe gönderil­dik.
Kendine tarafsız bir gözle bakmağa alış. Baş­kalarını öz evlâdın, kendini ise üveği çocuğun say... Eksiklerine de fazlalıklarına da göz yumup tevil yoluna kaçma.
Rûhunun temizlenmesi için Allâh'ın lûtfunu dile... Ancak onun aşkı selidir ki, abesleri bir an­da sürüp götürür. Yoksa iş, eksik ve fazlalıkları­nı bir bir tutup atmaya kalırsa, bitirip tüketmesi güç olur."
***
Şuûraltı temizliğinden konuşulurken:
"Şunu biliniz ki, asıl korkulacak suç, görü­nen hatâlarınızdan ziyâde, kalbi günahlarınızdır. Korkacaksanız bunlardan korkun ve çeki­nin. Zira derinlerde gizli kalmış bu kötülükleri, tezine tasfiye edip temizlemezseniz, onlar bulun­dukları yeri tefessüh ettirip, âkıbet çürütürler."
"İçini temizle, içini temizle... yoksa, başını eğip susmaklığından ne fayda? Dudaklarını bağ­layıp susacağın yerde, kalbine hüküm geçir. Onu kötü düşüncelerden, kötü niyet ve dedikodular­dan sustur.
Başın önünde dinliyorsun. Ammâ içinde, şey­tanlara akıl veren bir fesat çarkı dönüp duruyor. Bu gürültülü sesten, rûhunun ıztıraplı feryatla­rını duymaz olmuşsun. Bir gün o çarkın dişleri, nen var nen yok, yutacak ve çırılçıplak kalacak­sın.
Gerçi dilin söylemiyor. Lâkin için, yüz dile taş çıkartacak bir pervâsızlıkla ona buna sataşıyor, şüphelerin, îtiraz, isyan ve fesatlarınla, olu­ra olmaza dudak bükmenden, rûhun yaka silki­yor. O pâk ve mübârek emâneti rencide ediyor, küstürüyorsun.
Kalbin temizlenip susmadıkça, dilin sükû­tundan, fayda değil belki zarar vardır. Zîra dil, olmadık bir söz söyleyip kusur da etse, yüreğin doğru ve temiz ise, korkma... Allah affedicidir. Meydana çıkan günahlar, kalbi çürüten gizli seyyielerden çok daha çabuk temizlenir."
"İnsanın hamuruna, nur ve zulmet birlikte vazedilmiştir. Yâni beşer, rûhânî ve nefsânî kuv­vetlerin karargâhıdır. Hayır ve şerri birlikte hâmil olan insan, vücûdu memleketinde nefsânî hırsların esâreti çemberini kırıp kendi kendisi­nin emîri olma gücünü kazandığı ölçüde, dünyâ mektebine gelişinin gayesine erişmiş demektir."
"Zulmetin çocuğu olan yalan, riyâ, nifak, ki­bir, tamah ve hile gibi, düşünce ve duygularınızı tepeleyip sevgi, îman, ihlâs, sabır, ferâgat ve fedâkârlık gibi nûrânî vasıfların bayrağını dal­galandırın ki sizi görenler, hâl ve şânınızın hayrânı olup, hak ve hakikat sancağının altına gelerek huzur bulsunlar."
***
"Kibir, hakikatten habersiz olmak demektir. Buz parçasının güneşten gafil olması gibi.
İşte nefsinin kötülükleri ile donan kibirlinin varlığı da, hakikat güneşinden bir haber alabil­seydi, hemen buzluk, kendisinden gider ve deni­ze ulaşan nehir gibi, o da hakikat yoluna akıp ulaşırdı.
Hadîs-i Şerifte de: Şerler ve kötülükler bir odaya kapatılmıştır. Bu odanın kapısı da kibirdir, buyurulur."
***
"Sen şöylesin sen böylesin!... diye medhedildiğin zaman, zem edilmekten fazla azap duy ve: Bunlar, içimde yer tutmuş günahlarımı görmü­yor ve göründüğümden başka türlü olduğumu bilmiyorlar. Eğer bilmiş olsalar, beni medheylemeğe kalkışmazlardı. Demek ki, iki yüzlülükten kurtulamamışım. Hiç değilse, beni, olduğumdan başka görenler hürmetine iyilerden eyle! diye Allâh'a yalvar."
***
"Mâruz kaldığın kötülükler cânibinden hay­ra giden bir yol vardır. Yeter ki o yolu şaşırma­yasın ve sonundaki iyiliğe muntazır olmaktan ye'se düşmeyesin.
Hırpalanmak, kötülük görmek de hoş bir şey mi? deme. Allâh’ın, sabredicilerle berâber oldu­ğunu unutmayasın ki, beklediğin hayır tez gel­sin.
Hırpalanmak yerine okşanmak ve iltifat gör­mekte, belki daha fazla tehlike ve korku vardır. Ola ki beğenilmek, seni gurur ve kibir gayyâsına düşürür de, çarpılıp kalırsın.
Onun için, iyiden kötüden, karşına çıkacak olanlara karşı uyanık ve tetik olup, görünüşe al­danma ki, bu hâdiseler taşından âbideler kurup, kendi kendinin mîmârı olasın..."
***
'Toprağın, başına inen kazma darbelerinden şikâyete ne hakkı var? Kuyucunun her kazma vuruşu, derinleşen bu çukurdan çıkacak suya zemin hazırlar.
Mânâda, vuslat olan bu nimete zahmet denir mi?"
"Hani çocukların bir tuğra oyunu vardır. Halka olup otururlar. Etraflarında dolaşan ebe, bunlardan birinin arkasına, elindeki tuğrayı giz­lice bırakır. Eğer çocuk, gözünü dört açıp dikkat kesilmişse, bunu hissedip yakalayarak, ebe ol­maktan kurtulur.
Sen de, etrâfında dolaşanın bıraktığı İlâhî emânetten gafil olma ki adın körebe yazılmasın..."
İşte bugün de geçti. Allâh'a yarayacak bir iş yap­madım, diyen bir yakınına Dost:
"İntibah, uyanıklık da ibâdettir," diye karşılık verdi.
***
"Huzur ve gönül zevki, rûhun, dünyâ dediko­duları ile kalben takıntısının kesilmesine bağlı­dır.
Nefreti, kîni unut... Elemden kederden gazap ve hiddetten kurtulursun.
Ben misâli iki söyledim. Sen korkma on iki yap! Kurşun işlemeyen bir cisim gibi, dünyâ ok­ları, üzerinden dökülüp geçsin. Ne yaralanır ne de acı duyarsın."
***
"Kuvvet, kuvvet...
Hakk'ın kudret ve kuvvetine karşı bizim kuvvetimiz, âdetâ bir vehimdir.
Dünyâda mutlak kuvvet, yalnız Allâh'a mah­sustur. İnsandaki cüz'î kudret, güneşin kursuna kıyasla, yeryüzünde sürünen işik zerreleri gibi­dir.
Zaman, bu îtibârî kudret ve kuvveti bir yan­dan doğurur bir yandan tahrip edip yok eyler.
Her kuvvetin mat ve mağlûp olacağı bir zevâl günü ve çöküş ânı vardır. Hiç kimse, Hakk'ın külli kudretine karşı: Benim! diyemez.
İsterse desin. Bütün varlıkları tahribe memur bir başka varlık mevcuttur. Kâh ateş suya, kâh su ateşe meydan okur. Asırlar görmüş bir ağaç, balta sallayan pâzûnun mahkûmu olur. Bir zelzele, bir sel baskını, nice mâmûreleri yerlerin­den koparıp vîran eyler.
Bir güçlünün buyruğu, sûretâ dost olan ülke­leri biribirine düşman edip, ordularını boğaz bo­ğaza getirerek, oluk oluk kan döktürür. Sonra da, mağlûbun kurumuş kanları üzerine, gelir, kendi tahtını, devletini kurar.
Ammâ, bakarsınız ondan daha kuvvetli bir başka akıl bir başka güç gelir, bu tâcı, tahtı ve devleti de ayağının altına alıp çiğner ve yakıp yıktığı harâbesinin üstüne kendi saltanatını kurar.
Güreş meydanına çıkan cihan pehlivanları, kuvvetleri ile öğünedururken, bir gün sırtlarını yere getirecek rakiplerinin türediğini görürler.
Gerçi, her zafer, bir kudret ve kuvvetin nişânesidir. Maddeyi emrine alan insan, bütün muvaffakiyet ve üstünlüğüne rağmen, nefsine hükmedip dize getirmedikçe, kendi kendisinin efendisi değildir. Böylece de, madde ile ruh anla­şıp dost olmadıkça, insanoğlu için kemâl ve neticede de huzur nasîbi yok demektir.
Ancak, cüz'î olan kuvvetini İlâhî olan küllî kuvvetle çift edip onda eritmiş, böylece de ken­dini bütünlemiş kuvvete, yer ve gök ehli boyun eğici olur.
Onun için, hakîm âlime değil, âlim hakîme muhtaçtır denilmiştir."
"Namaza dururken: Allâhü ekber... diyorsu­nuz. Eğer Hakk'ın her şeyden büyük olduğunu, hâliniz ve fiilinizle de bilip ona göre yaşıyorsa­nız, evvelâ kendi varlığınızın büyüklüğünden kurtulmanız îcap eder.
Hakk'ın büyüklüğü karşısında âciz bir ölü gibi olunuz ki, o sizi zinde kılsın, ihyâ eyleyip kalb hayâtı bahşeylesin. Zîra, ancak kalbi diril­miş olan kimse, ölümsüzlük âleminin ebedîlerin­den olur.
Aczden korkmayın. Zîra Hakk'a karşı aczini bilmek, küçülmek demek değildir. İnsan, aczini bildiği ölçüde büyür, değer kazanır, kudret ve tasarruf sâhibi olur.
Hiç bir şey bilmediğini bilmek, bilgilerin en büyüğüdür."
***
"Neden, en evvel bilinmesi gereken farzı ko­yup mekruhlarla uğraşıyorsunuz?
Hakk'ı bilmek farz, dünyânın dedikodusu ise mekruhtur.
Şer kuvvetlerin ve süflî ihtirasların pençe­sinden kurtulmamış olanların, ne kendilerine ne de etraflarına faydaları dokunabilir.
Onun için, âleme öğüt vermeden evvel, uya­rıcı tokmağı kendi nefsinizin üstüne vurun. Tâ ki hatâlarınızı ört-bas etmeğe, hele tefsir ve tevîle kalkışmayasınız.
Vücut kefeni, içinizin cîfeliğini başkaların­dan örtse de, kendi kendinizi aldatamazsınız. Al­datmaya çalışmak ise, sizi katmerli günahkâr ey­ler.
Korkacaksanız, gizli kalmış hatâlarınızdan korkun! Zîra Hakk'ın nazarı, dış yüze değil, iç yüze, kalbedir.
Ne gece birden çöker, ne güneş birden do­ğar. Öyle derûnî günahlar da vardır ki, yavaş ya­vaş, birike birike kalbi karartıp simsiyah eyler.
Ammâ, ihlâs ve samimiyetle Hakk'a ve haki­kate teveccüh ettiğinizde, zamânınızı ve kalbini­zi israf ettiren mekruhlar sür'atle eriyip çözüle­rek yok olur.
Zîra Allah, kendisinden üstün bir bağlantı ve dayanağı olmayanın tutar eli, görür gözüdür.
Zikri fikri Hak olan kimsenin kalb huzûruna kimse el uzatamaz.
Tevhide varın. Allâh'ı birleyende dünyâ ba­taklığının mekruhları, gönül cennetine yol bula­maz."
"Sizden, kalbiniz toprağına ekilen tohumla­rın filizlenip yeşermesini isterim. Meselâ, diyorum ki, kabâhatinizi, hatâlarınızı tefsir ve tevil etmemek mertliğini gösterin. Boş yere, kendinizi mâzur kabûl ettirmek için uğraşarak vakit kay­betmeyin. Bu vakti, o hatâların ıslâhına harca­yın.
Boş yere... diyorum. Çünkü, her ne kadar, etrâfınıza günahkâr olmadığınızı kabûl ettirseniz de, Allâh'ı aldatabilir misiniz? O, size sizden yakındır. O, kalbinizin mâlûm olmayan sırlarını sizden daha iyi bilir.
Hâlisâne ve acıyarak söylüyorum: Onu aldat­maya kalkışmayın!
Farazâ bir kimse, bir elma çalsa, bu hareke­tini başkalarından gizleyebilir. Fakat böyle bir suç işlemediğine kendini inandırabilir mi?
Hesap gününde de, içinizi kirleten kinleri, intikam, fitne ve fesat yollu duyguları, yâhut da, yaktığınız canları, yediğiniz hakları inkâr edip: Ey benim Allâhım... bu kötülükleri ne düşündüm ne de yaptım! diyebilir misiniz?
Şunu da bilin ki, bugün, o hatâlardan rücû etmeniz için size fırsat verilmiş bulunuyor. Bâri bu pişmanlık mühletini kaçırmayın; açık duran af ve gufran kapısından içeri girin!"
***
Odadaki kediyi dışarı çıkarmak için kapı önüne gidip, sanki elinde, verilecek bir yiyecek varmış gibi: Pisi pisi... diye hayvancağızı çağıran kimseyi şöyle ikâz ettiler:
"Elinde verilecek bir şey varsa çağır. Yoksa, varmış gibi yapıp aldatma!"
Değil insanların, hiç bir mahlûkun aldatılmasına tahammülü olmayan Dost, sahtekârlığa ve yalana, en basit hâllerde dahî tahammülü olmadığını her vesîle ile göstermekten geri kalmamıştır.
"Riyâ, gâfil ve câhil kişi kârıdır. Hak'tan gay­ri mevcut ve fâil olmadığını bilen, kime karşı riyâkârlık eder? Allah aldatılır mı? Yaradanı da yaradılmışı da aldattığını zanneden, kendi ken­dini aldattığının farkında olmayan, nâdan ve gâ­fil kişidir."
"Şu dünyâ seferinde payınıza düşen aziz öm­rü heder etmek revâ mı?
Siz, hâlimin ve emeklerimin sahîfelerisiniz. Bir ters tutumunuz, döner bana gelir. Filânın ta­lebelerine bak... nasıl da bu işi yapıyorlar?... de­dirtirseniz, ahvâlim kitabının yapraklarını leke­lemiş olursunuz. Onun için, yüz ağartacak has­letlerde konuklayıp karar edin.
Boğuşacak düşmanı yanlış intihap etmeyin! Kanı dökülecek düşman, nefsinizdir. Onu mağlûp etmek, gerçeklerle aranızı açan uçurum­ları kaldırmak demektir.
Hocanızı, bu yolun elifbâsı ile daha fazla uğ­raştırmayın. Basit ahlâk derslerini mahalle mek­tepleri de öğretir. Beni, çocuk işleri ile yorma­yın. Önüme, okumuş yazmış olarak gelin ki size Hak ve hakikatten söz edeyim.
Karşımda, emeklerimi aksettiren aynalar görmek isterim.
Güneşle ay bile, durgun sularda kendini sey­reder. Benim de cilâlı ve safâlı gönüller aramak hakkım değil midir?"
***
'Yaşamak nedir biliyor musunuz? Hayat, hayvânî kayıt ve bendlerin esâretinden kurtula­rak ilâhî halvetgâhta karar etmektir.
Etrâfınızda dönüp dolaşan kimselerin pek çoğu birer ölüdürler. Çünkü kalbleri mânevî ha­yatla dirilmemiştir. Bunları, yaşar görsen de ölü bil.
Sizi, ölümsüz hayâta dâvet ediyorum. Garaz­dan, kinden, hileden, fesattan ve insanlık haysi­yetini rencide eden her türlü şerden arınmış, pâk ve huzurlu hayâta çağırıyorum.
İnsan doğduğundan bu yana, kaç kereler öl­müştür. Dünkü hücreleri bugün eskimiş, ölüp tekrar yenilenmiştir. Düşünce ve duygularda da aynı devr-i dâimin hükmü işler durur.
Eskimek, değişmek, ölüp dirilmek, bir yara­dılış kânûnu olduğuna göre, bu tahavvülün isti­kâmetini, müsbete ve kemâle çevirin ki, hayat­tan beklenen maksut hâsıl olmuş olsun.
İnsan, nefsinden öldüğü miktar hayat bulur. Onun için, sen de kendini nefs denen zindandan halâs et ve ölmekten korkmaz ol... Hele bir kere öl de, bu ölümün içinde nasıl sonsuz bir hayâtın gizlenmiş bulunduğunu göresin.
Asıl korkulacak ölüm, sevgi, îman ve tevhit­ten mahrum olan kimsenin huzursuz ve kupku­ru hayâtıdır."
***
Hadis: "İnsan, ne hâl üzere ölürse o hâl üzere haşrolacaktır. Yâni, fikri, zikri, niyeti ne ise, haşrı da onunla olacaktır."
***
Dost’un mânevi evlâtları arasında bulunan bir profesör doktor vardı. Temiz, dürüst, güvenilir insan­dı. Karşılaştıkları bir gün, ona şunları söyledi:
"Biz, tanıdığımız, tanımak veyâ bilmek iste­diğimiz seni, tavırları, hareketleri ve bütün hâlleri ile, Allâh’ın rızâsına uygun hasletlerde ve her an için, ölüme hazırlanmış, kemâlli bir insan olarak görmek isteriz."
***
"Ölüm, bir ömrün sonu, diğer bir ömrün ise başlangıcıdır. Rûhun durup geçtiği menzillerin ahvâli ise, aklın ihâtasının dışındadır."
"Danışmak, âkil insan kârıdır. Sen de ölümle dost ol. Şeytan, seni bir olmaz işe sürmek isterse, bu sâdık dosta başvur, ona danış, ona sor, onun­la istişâre eyle.
Halbuki sen bu vefâkâr refikten korkup ka­çıyorsun. Bırak, erlik sende kalsın... nasıl olsa bir gün gelip, herkese yaptığı gibi, seni de önüne katarak götürecektir.
Aklın varsa, ölmeden evvel ölmenin yolunu ara... ne derdin kalır ne de dâvân... İşte o zaman, ölümün kadrini bilir, sözünden çıkmaz, eteğin­den ayrılmazsın."
***
"Allah indinde makbûl olan amel, nefse muhâlif olanıdır."
***
"Bunca zamandır şâhit oldunuz. Biliyor gö­rüyorsunuz. Hiç kimse ile münâzaa ettiğime rastladınız mı? Değil tatsız çekişme ve mücâde­leler, bana kötülük etmek isteyenlerin dahî dos­tu ve hayır dileyicisi değil miyim?
Hele bir düşünün... Dünyâ, boş söz ve mâlâyânî ile geçirilecek yer midir? Bunu biliyorsanız, vaktinizi lüzumsuz işler ve sözlerle ne çalın ne çaldırın... Asıl mârifet, dünyânın, sonu gelmez dedikodu çalılığından eteğini kurtarmaktır.
Zaman sermâyedir. Onu israf edip hebâ et­meyin?
Lüzumsuz didişmelere girmenin kimseye faydası yoktur. Hakkınızı talep etmekte dahî, haksızlığa başvurmayın. Dâimâ, münâkaşa ve kavga yerine, tatlı dili, güzelliği tercih edin. Hakikati meydana çıkarmak vazifeniz olduğu zamanda da, dürüst olun ve diliniz, haktan ayrıl­masın.
Doğruluk şiârınız olsun. Bu yüzden, isterse âlem halkı size aptal desin. Onların alayları ve dudak bükmeleri, sizi kıracak yerde, zevklendir­sin. Bir gerçeği ortaya vururken, alaya alınmak şereftir. Şunu bilin ki, insan ne kötülenmekle küçülür ne de medhedilmekle büyür.
Size düşmanlık etmek isteyenlerin dahî ha­yırlarını isteyici olun. 'Hücum dâimâ dalgadan gelir. Sâhil ona hiç mukabele eder mi?^Bu kayıt­sız mukavemetten, gün olur deniz de bıkar ve hücumdan vazgeçip durulur.
Vazife îcâbı, îkâz veyâ itap etmek mecbûriyetinde olduğum kimselerin duydukları teessür­den müteessirimdir. Belki bu iş, onlardan fazla bana üzüntü verir."
***
Dost’un, himâyesine alıp, yetişmesine, iş güç sâhibi olup ev bark kurmasına âzamî yardım ettiği bir şahsın nankörlüğü, saklanamaz buudlara erişmekle, âileyi tedirgin etmiş bulunuyordu. Ammâ bir zaman sonra işleri bozulan bu adamcağıza Dost, en küçük bir sitemde bulunmaksızın gene el uzatmaktan geri kal­mamış, yapmış olduğu tatsızlıkları bilmezlikten gele­rek, onu, düştüğü yerden kaldırmış ve bu hoşgörücü tutumuna, çevresinden gelebilecek şaşkınlığı önlemek için de:
"Sayısız günahlarımızı affeden Allâh’ın bir kulu olarak, neden bir suçu bağışlamayayım?"
demekle, etrâfının muhtemel itirazlarını önlemişti.
Dost'a dost olamamış ve ona maddî mânevi zararı dokunmuş bir başka kimse de vardı.
"Bu adam hakkında, kalbimde en ufak bir in­cinme yok... Yapan Hak. Başka fâil mevcut değil. O, Hakk'ın emrinde bir vâsıtadan ibâret.
Vaktiyle bize küçük bir iyiliği dokunmuştu. Ancak o iyiliğin yâdından başka bir şey düşüne­miyorum ve selâmete ermesini, hayırlar bulma­sını temenni ediyorum."
***
Dost, şahsına karşı yapılan nankörlükleri unutur. Kendisine ihânet edenlere, sûizanda bulunanlara dahî merhamet etmekten geri kalmaz. Yapılan kötülükleri derhâl siler. Hatırlayıp söylediği, dâimâ iyiliklerdir. Her zaman da:
"Allah gafûrurrahimdir. Ben kendi hisseme düşeni yapmak isterim. O da kendi hissesine dü­şeni yapsın," demiştir.
***
Kendisine yapılan iyiliği takdir edememiş bir di­ğer kimse hakkında da gene bu anlayışsızlığı kınar ta­vır takınanlara, Dost şu cevâbı vermişti:
'İster anlasın ister anlamasın, bu beni alâka­landırmaz. Yarın hesap günü gelecek. Yeter ki ben vazifemi yapayım."
"Herkesin hoşlandığı ve zevk aldığı birşeyler vardır. Ben de neden hoşlanırım bilir misiniz?
Kimseden nefret ve istikrah etmeyip herkesi hoş gördüğüm, herşeyi sükûn ile kabûl edip iti­raz etmediğim ve herşeye değerinden fazla kıy­met vermediğim zaman, zevkim âlâ dereceyi bul­muş olur."
***
"Bir kimseyi affetmek ve mâzur görmek için, o kimsenin kendisi gibi duymaya ve düşünmeye gayret et.
Başkasının ayıbını kendi ayıbı, başkasının günâhını kendi günâhı bilen kimse için, hatâların ve ayıpların hoş görülmesi ne kadar kolayla­şır."
Dostun ısrarla ehemmiyet verip üstünde durduğu bir keyfiyet de, sözdür. Hani, gelişi güzel ve ekseriyâ hesâba ölçüye vurulmadan söylenen bir sözün, ateş misâli, etrâfı yakmasından ve bir tatsızlığa yol açma­sından bilhassa çekinir.
"Söz haktır. Ehemmiyet verin, onunla oyna­mayın. Sırasında tek kelâm, helâke yol açar, ara bozar, dargınlıklara kavgalara gürültülere, hat­tâ kana kıtâla sebep olur."
Dost, bir yakınma misâfir gitmişti. Yemekte sofra­ya kapalı bir sahan içinde bıldırcın getirildi. Sahanda ne olduğunu sorup da, odada bulunanlardan birinin lâtîfe yollu: İnsan eti! diye karşılık vermesi üzerine, sesini çıkarmayan Dost, sâdece peynir ekmek yiyerek, bu tatsız lâtîfeyi, hâli ve tutumu ile cevaplandırmış ol­du.
Dost nezle olmuştu. Buna üzülen bir yakını, duy­gusunu: Dağa taşa! diye ifâde edince, canı sıkılarak: "Bendeki kötü bir şeyi, nasıl dağa taşa gönderi­yorsun?" diye karşılık verdi.
"Etrâfınıza yumuşak olunuz. Kırıcılıktan sa­kınınız! Sözünüzde durmak îtiyâdını kazanınız. Zîra söz, yemin demektir. Bir kimseye vâdettiğiniz herhangi bir şey, artık sizin değil, vâdedilen kimsenindir. Vermeyecekseniz vâdetmeyin, vâdettinizse mutlaka verin!"
Dost, yemin edilmesinden hiç hoşlanmazdı. Terbi­yesinde olan bir kimsenin: Vallahi ben yapmadım, de­mesi üzerine: "Sen yemin etmezdin, etmezsin de," diyerek, onu, kırmadan îkâz etmişti.
"Ne saâdetli o can ki, kendi ayıbını görüp onunla meşgûl oldu.
Mâlûmdur ki insanın yarısı ayıplık âlemindendir. Bu da, hayvâniyet ve süfliyettir. Yarısı da gayıplık âlemindendir. Bu da rûhâniyet ve ul­viyettir.
Mâdemki nefsânî illetlerin ve hayvânî ahlâk­ların vardır, şu hâlde bu hastalıkların tedâvîsi, üzerine lâzımdır. Başın şöyle bir ağrıyacak olsa, ne yapacağını bilemiyorsun da, iç âlemini yiyip kemiren mânevi hastalıklara neden çâre aramı­yorsun? Ayıp görücü gözü kapa. Bakışlarını, kendi ayıplarının üzerine çevir. Ahmede'r-Rifâî Hazretleri: "Ben âlemin ayıbını gören gözü kör ettim," buyurur.
Ayıplayacaksan kendini ayıpla, ağlayacak­san kendi başına ağla. Çünkü senin ayıpların te­penden aşıp taşmış bulunuyor.
Eğer başkalarında gördüğün ayıplar sende yoksa bile, gene de emin olma, hiç düşünmediğin bir anda, o kınadığın aybm çukuruna düşer ve aynı hatâları işleyiverirsin. Resülullah: "Bir mü'min kardeşini ayıplayan, ayni hatâyı işleme­den ölmez," buyurur.
Bir kimsenin hatâsını görmek, bu kusur ben­de yok... demek olur ki, hâl lisânı ile, bundan, kendini beğenmek, yâni en büyük günah olan benlik çıkar. Bu da, şeytânî sıfatların en ağırla­rından biridir."
***
"Allâh'ın ihsanları içindeyiz. Her nefes alış verişimizi, bayram bilmek gerek. Bu nefesleri, yalan dolan, dedikodu ve mâlâyânî ile geçirmek yazık değil mi? Çünkü nefesler sayılıdır... bu sa­yı tamamlandı mı, ne beye bakar ne paşaya... Er kişi niyetine deyiverirler.
Muhâsebeni her nefes yapamıyorsan, bâri yirmi dört saatte bir olsun yap ve fesini önüne koy da, kendi kendini hesâba çek."
"Kötülük ve öfke damarlarınızı aç bırakarak daraltın ki, şeytan yol bulup içeri girmesin."
"Allah'tan (Korkmayınız.. Lâ tehâfû... Fussilet Sûresi, âyet 30: "Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra doğru olanların üzerine melekler iner: "Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin!" (derler)"..) tebşirini işit­mediğin hâlde, ne kadar emin ve rahat görünü­yor, dediler kodular, sefâhat ve akla hayâle gel­mez eğlence ve zevklerle ömür geçiriyorsun. Bu, yolunu şaşırmış, gaflet perdesi ile gözleri körleş­miş olanların kârıdır.
Mâdemki, Allah'tan: Korkma! hitâbını alma­mışsın, şu hâlde, kendine, Hak velîleri süsü verip onların arasında şöhret ve mevkî isteme.
Yüzünü su ile yıkadığın gibi, iç yüzünü de, Allah korkusu ve sevgisi ile yıkadıktan sonra or­tada görün. Arınıp paklanmadınsa, açma, ört yü­zünü.
Eğer, ben: (Korkma!) hitâbını duyanlardan değilim, senden korkuyorum Allâh'ım... diyen saf ve temiz kullardan isen, bu korku, Hakk'ın sana: (Korkma) hitâbıdır.
Onun için, kork ki korkudan emîn olasın."
'Başkalarının ayıbını söylemekte şiddetle cö­mert olan dudaklarınız, biraz da kendi günah ve kendi suçlarınızı söylemek için kımıldasa ya... Ayıp görücü gözü kapayın ve âleme küsmeği âdet etmeyin. Bir kimse canınızı sıkmış olsa da, onun iyilik taraflarını arayın!
İnsan, fikr-i sahihten ibâret olduğu için, dâimâ hüsnüzan üzere olarak Hakk'ın keremine intizar etmelidir."
"Hayırları, iyilik ve güzellikleri yalnız kendi­ne tahsis etmeğe çabalama ve bunlarda, komşu­nun da hakkı olduğunu unutma!"
"Kendi kendisi ile sulh yapmış kimse, bütün dünyâ ile barışmış ve uzlaşmış demektir. Kendi­sini, kendi başına açacağı nefsânî zararlardan sağlama almış bu kimseye, bütün mazarratlar ve fenâlıklar, tabiat değiştirerek, hayır ve iyilik sûretinde tecellî eyler."
"Düşünülüp hatırlanarak alınan tedbirler de takdirin icâbıdır ki, ona da Cenâb-ı Hak gene in­sanı âlet etmiştir."
Kayınvalidesinin aşırı huysuzluk ve eziyetleri al­tında ezilen bir kimsenin, çâresizliğini söylemesi üze­rine:
"Fenâlık yapmakta olan bir insanın kötü muâmelesine hiç cevap vermemek, onun daha ziyâde günâha girip, ileride bunun acısını çek­mesine vesile olur. İşte bu sebebi düşünerek ve edebe aykırı olmamak üzere, ona karşılık ver ki, sen şimdi, o da ileride çekmeyesiniz."
"Vücutta hayat kanalı olan şiryanlar ziyâde gizlidir, derinlerdedir. Kıl damarları ise, bunlara kıyasla ne kadar sathî ve göz önündedir.
Sen de, can damarlarını gizlemeği, onları, gelebilecek taarruzlardan korumayı, hiç değilse, tabiattan öğren!
Zîra, mânevî hayâtını idâme ettiren canın, düşmanları çoktur. Onu nâmahremlerden gizle... selâmet ve kurtuluş, açılıp saçılmakta değil, gizli ve örtülü olmaktadır.
Öğünmeyi unut. Nîmet sâhibi isen, hasetçilerin gözlerinden saklan...
Bir tehlike karşısında tedbir alıyor, korunu­yor, kaçıyor, yaralanıp öldürülmekten korkuyor­sun. Böylece cismini koruyup tehlikelerden geri çekmekle, rûhunu selâmete eriştirmiş olmuyor­sun ki..."
***
"Edep ve hayâ iki kanattır. Bunlarsız mâneviyat göklerine çıkılamaz. Edep, herşeyi Hak'tan bilmek, fiili de fâili de Hak görmektir."
***
"Sen kalben, fiillerinin mîzânından hoşnut ol da, kim isterse olmasın... Aşıka sormuşlar: Kimse senin farkında değil... demişler. Cevap vermiş: Ben de kimsede vücut görmüyorum ki... demiş."
***
"Cezbe buraktır. Ona râkip olarak mânâ âle­minde sefer olunur. Resûlullâh'ın Mîrâc'a çıktığı merdiven de cezbedir."
Asr-ı Saâdet'teki münâfıklardan konuşuluyordu:
"Ah işte bu en fenâsı! Çünkü hırsız içeride!"
***
"Zaman ne kadar inkişaf etti ve arz ne kadar tekâmül eyledi. Çok sürmez, yâni arzın ömrüne göre çok geçmez, haydi tekrar taş devrine rücû!"
Muhakkak ki Dost’un, mizaç husûsiyetlerinden bi­ri de, bilmek ve bildiğini öğretmektir. Her firsatta:
'Ya istifâde etmeli, ya ettirmeliyim!" der ve
ilâve eyler:
"Güzellik ve iyiliği, kimde ve nerede görür­sen tereddütsüz al!"
Ve gene:
"Etrâfımdakilerin öğrenmek için gösterdikle­ri istek, benim öğretmek için duyduğum hırs ka­dar kuvvetli değil!"
Onun için de, Dost'un anlatmak ve öğretmek husûsunda bezginlik duyduğu asla görülmemiştir.
Dost, inhisarcılığı ve nefsiliği, muhabbette bile çe­kemez.
"Kendi hakkında istediğin bir hayrı, bir gü­zelliği, derun zevkini, aşk nûrunu, başkaları için de iste ki, tam âşık olasın. Çünkü, muhabbetin kemâli budur," der ve her güzel sözü, güzel bir dav­ranışı, güzel bir hâdiseyi, bütün yakınları ile paylaş­mak ister. Duyurur, söyler veyâ söyletip duyurtur.
Hayâtının seyrini, tâkip edenlerin açıkça şâhit ol­dukları, onun, zevkini, bilgisini, aşkım ve bütün varlı­ğım, kütleye bağışlamak husûsunda gösterdiği teşneliktir ki buna, yaradılışının gaye ve mânâsı demek ye­rinde olur.
"insanlara, onların haysiyet ve şereflerine hürmette kusur eder, haklarını çiğnersen, bana muhabbet dâvâsı etme. Zîra bilesin ki beni sev­mek, herkese saygı göstermeğe bağlıdır. Çünkü ben hem benim, hem de herkes!"
Küllî ve mânevî kudret ve tasarruftan habersiz olanlar, müşküllerinin hâilinden âdetâ ümit kesmiş olarak: İşimiz Allâh'a kalmış... derler.
Bu çeşit bir konuşma üzerine:
"Biliniz ki Allâh'a kalmamış bir kâr, onun irâdesinin taalluk etmediği bir zerre yoktur. Kolay, güç, kuru, yaş, her şey bu irâdenin eşiğini öper de öyle zuhûra çıkar.
Sen, fâil olarak kendini görmekten kurtulur­san, her işin Allâh'a kaldığını ve ona kalmamış hiç bir iş olmadığını da görmüş olursun."
"Âlem halkı, kendinde bir varlık ve kudret görerek gururlanıp zevklenir.
Halbuki kendinde vehmettiği kudret de kuv­vet de, ona, küllî varlık tarafından âriyet olarak verilmiştir.
insanoğlu, kendisine bahşedilen bu güçle, bir acz ve kudretsizlik kütlesi olduğunun şuûruna varır ve benliğini Hakk'ın kudret ve varlığın­da eritebilirse, İlâhî kudretle çift olmuş olur.
Böylece de, Hak'la gören, Hak'la duyan, gene onunla söyleyip işleyenin aczindeki kudret ve kuvvet, ne cihangirlerin buyruklarında ne ordu­ların toplarında tüfeklerinde vardır."
Nakledilen bir hikâyede, denize hükmedip tûfan meydana getiren ve postekiye emredip denizde yüzdü­ren bir kimse anlatılıyordu:
"İrfâna müteallik sözlerden haz etmeyenler, işte böyle posteki uçursun, denizleri taşırsın, ye­ter onlara... zevkleri, düşünceleri bundan ibârettir. Onlara hikmetten, irfandan, hele tevhitten bahsedemezsiniz, uykuları gelir.
Halbuki asıl mûcize, asıl kerâmet, kalbleri teshir etmektir, maddiyâta hüküm geçirmek de­ğil...
Hint fakirlerini duymuyor musunuz? Neler yapıyor, ne hünerler gösteriyorlar.
İş, kalbleri nefsin pençesinden kurtarıp selâ­mete çıkarmaktır. Maddeye tasarruf değil."
"Kerâmet taslama ...Erlik ve kerâmet, acz ve yokluktur. Yok ol! Sakın Firavun gibi Tanrılık dâvâsına kalkışma!"
"Size Allâh’ın lütfü ziyâde oldukça, sizin de etrâfınıza şefkat, himâye ve yardımınız ziyudeleşmelidir. Ancak o zaman Hak sizi, lûtuflarına şükreylemiş kabûl eder."
"Esef olunur ki her hâcetini benden gideren insan, bana sarılacağı yerde, kendi gibi âciz bir mahlûka yüzsuyu döker, bendelik eyler. Sebebe gönül verip, sebepleri yaratıcıyı unutur, diyor, Allah."
"Sebepler zinciri ile bağlanıp kalmayın. Se­beplerde kudret görmek, Hakk'ın kudretine büh­tan etmek gibidir.
İnsanları şaşırtıp şirke sürükleyen, aslı gör­meyip onun iz ve eserlerine takılıp kalmaları­dır."
"Lâzım olan, sebepler dikeninden eteğini kurtarmak ve nefsini, acz makamında tutup, yokluğu sermâye etmektir. Tâ ki mevhum vücut aradan çıksın ve sözde kalıp özden mahrum ol­mayasın."
***
"Kulluktan ayrılma ki, insanlık derecesine vâsıl olasın. Nefsinin putu olan varlıktan ve nef­sine kul olmaktan, puta tapar gibi sakın. Hâsılı, kulluktan ayrılma ki Hakk'ın rızâsında fânî ola­sın."
***
"Her görülen, duyulan ve yaşanan hâdiseden mânâ çıkarmaya alışınız. Zira hayat kitabının dili, insanlara hikmet söyleyicidir."
""Kâinat, insan için hazırlanmış bir kitaptır. Heceleyin okuyun. Bütün mevcudat kelimelerin­den cümleler, satırlar çıkar. Hepsi de, birliğin ana dilini söyler ve sizi tevhide çağırır.
Aslında, bütün o perâkende görünen mevcûdat kelimeleri, hep vahdeti söylemek için yekpâreleşmiş, tek mânâ hâline gelmişlerdir."
"Sana verilen ömrü, neden dedikodu ve lü­zumsuz işlerle tüketiyorsun? Değerli bir eşyâ bi­le, ağır bedeller karşılığı ele geçirilir. Sen ise, in­san kisvesine bürünmek şerefine nâil olmuşsun. Bunun için, kime ne ödedin? Bedâva bulduğun bu emâneti, şimdi mirasyediler gibi harcıyor, dö­küp saçıyorsun. Bir hazîne sâhibi olduğun, aklı­na bile gelmiyor. Eğer biraz olsun düşünmüş ol­saydın, elindeki bu bahâ biçilmez sermâyeyi, kalp akçe gibi olan dünyâ dedikoduları ile değiş­mezdin.
Değerini bilmediğin vücut hazînen, bir gün asıl sâhibi tarafından geri istenecektir. O zaman, kerem sâhibinin karşısına, boş el, kupkuru bir yürekle gitmekten utanmayacak mısın?"
"Sizce ehemmiyetli olan, uykularınızı kaçırıp gecenizi gündüzünüzü dolduran, peşinde koşup, uğrunda mücâdelelere atıldığınız, rahatınızı fedâ eylediğiniz öyle yorgunluklarınız ve didiş­meleriniz vardır ki bunlar, gerçekte, çocuk oyunları gibidir. Derinlerinde beşerî ihtiras ve zaaflar bulunan bütün o zahmet ve meşakkatle­riniz, eğlencelerine ciddiyetle kendilerini kap­tırmış çocukların, tahta parçaları ile ev kurma­larına, çanak çömlek kırıntıları için biribirleriyle kavga edip döğüşmelerine benzer.
Onların mâzeretleri, çocukluklarıdır. Ya bü­yüklerinki?
Ammâ, bu büyük saydığımız kimselerin, ara­sında da, çocuk kalmış, büyümemeğe mahkûm, düşünce ve duygu cüceleri ne de çoktur."
"Bir Hak kelâmı yazılmış kâğıdı yere düşür­düğün vakit, hemen uzanıp alıyor ve özür dilercesine öpüp başına koyuyorsun.
Peki, ya kendin, ya sen? Sen ki insansın. Yaradan'ın isimlerine tecellî mahallisin. Şu hâlde, rûhunun da, vücûdunun da dünyâ pislikleri ve pespâyelikleri içine düşüp sürünmesine nasıl göz yumuyor, onu neden elinden tutup kaldırmı­yorsun?"
***
'Basiret gözü açık olmayanın bakışları, mad­deyi yarıp ileriye geçemez, insanlar, madde di­kenlerinden eteklerini kurtarıp, dünyâya gel­mekliğin, mâlâyânî ile ömür telef etmek değil, kendini bilmek olduğunu hemen hiç düşünmez­ler.
Dünyâ, insanları öylesine can evinden yaka­lamıştır ki, ancak, sarmaş dolaş oldukları bu âlemden, mânâ dünyâsına yol bulduklarında, kendi kendilerini keşfeylemek saâdetine erebi­lirler...
Bu vakte, vaktin hükmünden kurtulmakla vâsıl olunur."
***
"Elinizden, gözünüzden, kavlinizden, fiiliniz­den zuhur eden her düşünce ve hareketin altın­da, hak ve adâlet terâzisi olsun.
Sudan ve topraktan bulduğunuz vücûdunu­zu, suyun ve toprağın kaydından ve esâretinden kurtarın. Zira dünyâya bu kârı işlemek, bu ka­zancı elde etmek için geldiniz. Tabiatın hükmün­den çıkıp, rûhunuzun ayağını bağlayan zincirle­ri kırmadıkça, kalbiniz inşirah bulamaz, huzur nedir bilemezsiniz.
Hak sevgisi mahlûk değildir. Başı yoktur ki sonu olsun. Yüzünüzü, o tarafa çevirin. Nasıl ol­sa, her varlığın avdet edeceği yer orasıdır.
Gözlere perde çeken tabiat, zâlimdir; nan­kör, vefâsız ve merhametsizdir. Eskiyenleri, işe yaramayacak hâle gelenleri, isteseler de, isteme­seler de bozup dağıtır, varlıklarını târ ü mâr eder ve bu malzemeden yeni varlıklar meydana getirir.
O seni yok etmeden, sen onun elinden kaça­rak, bir damladan ibâret olan varlığını, ummâna teslim et ki, onda yok olup onda var olasın."
"Hakikat şu ki, kul, nâkıstır, eksiklidir. Bunu bilmek, Hakk'a yalvarmaya yol açar. Her ricânm altında da bir icâbet gizlidir.
Noksanlıktan neden korkuyorsunuz? Allah, her nâkısın tamâmıdır. Elverir ki gözünüzde yaş, gönlünüzde ateş olsun."
***
"Bilin ki ne siyâhın siyahlıkta, ne beyazın be­yazlıkta bir sun'u vardır. Ve bu sırlı taksim, her­kesin ezelî istîdâdına göre vücut bulmuştur.
Onun için, duygudan düşünceden neniz var­sa, hepsi Hakk'ın ihsânıdır ve bunlar size, daha eliniz ayağınız yok iken, vücûdunuz ademin sinesinde gizli ve nâpeydâ iken verilmişti. Öyle ki, rûhunuz da, maddeniz de, hep o ihsandan ha­yat emerek beslenmiştir.
Sizi ezel durağından bu ihsanları yüklenmiş olarak çekip, dünyâ pazarına getiren eli, niçin görmüyor, neden öpmüyorsunuz?
O dünyâ pazarı ki, orada nur da satılır zul­met de. Sakın, zifirî karanlık tarafa gitmeyin; zulmete tâlip olmayın. Can nakdinizi harcayıp, sevgi satın alın.
Dünyâ kahbedir. Onun işvelerine aldanıp da, yüz kızartıcı hırs ve heveslerin tuzağına düşme­yin.
Sizi bu âleme getiren eli tutar da bırakmaz­sanız, o da sizi, dünyânın karalarını ve karanlık­larını satın almaya bırakmaz."
"Allah'tan ecir ve mükâfat mı istiyorsun? İyi­lik yap ve karşılık bekleme. Zîra iyiliğin hakîkî bedeli, yaptığın hayrın kendisidir."
"İnsan, karşısına bir taş alıp dertleşemez, ko­nuşamaz. Ey taş! Bak şu çiçek ne güzel... Yâhut:
Bugün başım ağrıyor! diyemez. Dese de, sözünü mevziine koyamadığından, hebâ etmiş olur.
Bunun gibi, düşünce ve duyguları taşlaşmış, irfan hayâtından nasibi kesilmiş kimselerde de taş sıfatı vardır. Onlara da Hak'tan hakikatten, iyilik, güzellik ve doğruluktan söz söyleyemezsi­niz. Söyleseniz de, emeklerinizden semere ala­mazsınız.
Üstelik, elinize, ayağınıza çarpan bir taş, na­sıl sizi rencide eder, canınızı yakarsa, bu, hikmetten ve irfandan nasipsiz kimselerle alış veriş de, neticede size, ıztırap ve hoşnutsuzluğa mâl olmuş olur.
Kafaları ve gönülleri taşlaşmış kimseler, iyi­liğin, güzelliğin, hikmet ve irfânın tadını tatmış olsalardı, şüphesiz, bu mukavemet edilmez câzibeye kapılıp, hayrın ve güzelliğin safında olurlardı.
Ancak, bunu istemek, isteyebilmek de, bir ezel vergisidir. Güzelliği isteyen ve anlayanda, mutlaka güzelliğe istidat vardır. Zîra insan, an­cak cinsine, kendine benzeyene meclûp olup gö­nül bağlar ve kendi müşterek mânâsını bulduğu değerlerin hayrânı ve enîsi olur. Ülfeti, dostluğu ve ünsiyeti ancak onunla eder."
"Korkacaksan, asıl mânevî varlığının mâruz kaldığı tehlikelerden kork. Korumak istiyorsan, evvelâ onu koru...
Haset ve fesat ehlinin vesvese ve kıskançlık­larını kamçılama. Onların, şeytan sıfatına bürü­nerek sana musallat olmalarına meydan verme.
Şeytan, çelmek ve çalmakta nasıl üstat ise, onlar da şeytana benzemekte kusur etmezler.
Ey şeytanın vesvesesine uyarak nefisleri pu­tuna tapanlar! Gittiğiniz yoldan geri dönün. Size verilmiş bu vücut, bir gün geri çağrılacaktır. İs­ter istemez boyun eğeceksiniz. Fakat avdetiniz nereye olacak? Hangi meçhul âkıbetin, hangi azapların cehennemine gideceğinizi düşünüyor musunuz?
Rûhunuz, toprağın mahkûmu, tabiatın sefil bir sâkini olarak kalırsa, yazık değil mi? Beşeri­yet kisvesi içinde ve beşikle mezar arasında, size verilmiş olan fırsatı hebâ ederek nefsiniz harâmîsine teslim etmeyin.
Bir kere, Allah size insan sıfatı giydirmekle mahlûkâta baş etmiştir. Neden ayak oluyor, sul­tan iken, neden boynunuzu esirlik zincirine vur­duruyorsunuz?
Henüz fırsat kaybolmamıştır. Geri dönün... sapmış olduğunuz dikenli, sarp ve çıkmaz yolun karanlığından, hakikat nurları ile aydınlanmış şah-ı râha dönün...
Ey şeytana uyanlar! Nefsinizin kulağına şi­rin sözler fısıldayan, tatlı vaadlarla tuzağa düşü­ren şeytan, kimseye dost ve yâr olmamıştır. Dost, Allah'tır. İnananın da inanmayanın da, mü'minin de kâfirin de, azizin de, rezîlin de... O, bütün yaradılmışların ilticâgâhıdır, sığınağıdır.
Geri dönün, geri dönün... Hakk'ı, Hak dostla­rını tâkip edin... Tahkik, bu yol sizi, gerçeklerin ölümsüz hayâtı ile zinde eyler, diriltir."
"Dünyâ vefâsızdır. Kezâ, dünyâdan elde edi­len her şey de öyledir. Her ne ki dünyâdan bul­dun, onu şimdiden zâil olmuş bil...
Bir güzelin yüzünde saltanat süren tarâvet ve gençlik, iğreti elbise gibidir. Hiç bozulmaya­cak, hiç değişmeyecek sanırsın. Ammâ, zamânı gelince, vefâsız dünyâ, bunu ondan alır ve bir başkasına giydirir.
Dünyâ, güzeli çirkinleştirmeğe, zengini so­kak dilencisi etmeğe, mâmüreleri vîran eylemeğe asla utanmaz.
Senelerin hançeri, gönül bağladığın bir dil­beri o hâle sokar ki, sırasında diz dize oturur da, gene birbirinizi tanımazsınız.
Bir zaman için borç olarak sana verilen dir­lik, güzellik, şan, şeref, nen varsa, geri vereceği­ni unutan sana, gülümseyerek bakmaktadır.
Dünyâ çarkının dişleri, her an yeni bir cana kıymakta ve bir yeni cana da hayat vermektedir.
Her neyi ki topraktan buldun, kalben onu bağışla, ikramlarını, iltifatlarını benimseme, on­lara muhkem yapışma...
Kânundur. Dünyâ, verdiğini alır. Öyle ise, zevâle mahkûm olan maddeye dört elle sarılıp, mânândan yüz çevirmek gafletini işleme!"
"Vefâya susayan, onu dünyâdan değil, mânâ­dan arasın.
Mâlik olduğun servetin, şöhretin, mevkiin, bilgin ve hünerinle öğünmek zavallığına düşme.
Ona şükret, onu malın canın bil ki, eskimez, eksilmez ve nerede olursan ol, senden ayrılmaz
olan mânâ zenginliğidir."
***
İnsanları biribirleri ile boğuşup cenkleşmekten kurtararak, düşmanlıkları dostluğa, kinleri muhabbe­te, zulümleri şefkate, şiddet ve gazapları mülâyemet ve affa çevirmesini bilen yâr-ı vefâdâr Dost, onlara sesleniyor:
"Nefsânî hesaplarla giriştiğiniz mücâdelele­rinizin ve şehvetle bağlı olduğunuz kirli ihtiras­larınızın kaybolmasından korkmayın. Bunları yok edesiniz ki gerçek varlığa erişmeniz müm­kün olsun."
"Benliğiniz dânesini acz toprağına gömün ki mahsûl ve bereketiniz, yok yoksul ve aç ruhların nafakası olsun."
"Hâdiseleri hoş karşılayın, itirazlarınızla, atılan oku geri çeviremezsiniz. Üstelik de, Hakk'a âsî olmuş olursunuz. Olan, Hakk'ın emri­dir. Zîra ondan başka mevcut yoktur. Dilinizle, Lâilâhe illallah diyorsunuz. Yâni, Allah'tan baş­ka Allah olmadığını söylüyor, fakat îtiraz ve amellerinizle, bunun aksini ihtiyar ediyorsunuz.
Her olanda bir hayır vardır. Bunu görmeye­bilirsiniz. Lâkin, nice vak'alar vardır ki şer görü­nür, altından hayır çıkar. Nice hayır gibi görü­nen vak'alardan da şer doğar.
Hakk'ın her yaptığı doğru ve güzeldir. Olan­ları, dâimâ seve seve, hoşlukla karşılayın."
Dostun yakını olan bir mühendis müteahhidin ya­nında ve fevkalâde müsâit şartlarda çalışan şoförün, işini terketmesi üzerine, o zat: "Allah akıllar versin." demek sûretiyle şoförün bu beklenmedik hareketini tasvip etmediğini belirtti:
"Niçin böyle düşünüyorsun oğlum? Sana her zaman söylüyorum, hâdiseleri olduğu gibi kabûl et! Hayır, olandadır."
Nitekim, daha aşırı menfaat ümidi ile, rahat oldu­ğu kadar kârlı da olan işini terkeden bu adamcağız, kı­sa zamanda aldatılmış bulunduğunu anlayarak, mah­cup ve üzgün, geri gelip eski işine döndü.
Dost, pencereden bakıyordu:
"Size bir yalan... Ayşe Hanım geliyor!" dedi.
Herkes pencereye giderek baktı.
"Size bir yalan... dediğim hâlde, gene baktı­nız! İşte dünyâ da böyle. Yalan olduğu biline bili­ne kanılıyor!"
Fâtih ile Edirnekapısı arasında işleyecek tram­vayların hazırlığı, geciken bâzı istimlâkler yüzünden ve belki de, gereken ciddî tâkibi görmediğinden, uzun yıllar sürüp gitti ve yol, senelerce, geçilmez bir balçık deryâsı hâlinde kaldı. Böylece de, gerek o civar sâkinlerine, gerek işleri o tarafa düşenlere büyük güçlükler verdikten ve düşme, kırılıp incinme hâdiselerine sebep olduktan sonra, nihâyet 1929 senesinde tamamlandı.
'Yıllar yılıdır, tramvay, tramvay... derken, sanki bir an imiş. O da oldu işte. Bu da bir vuslattı. Geçti gitti. Bir müddet sonra büsbütün unutulup hatırlanmayacak.
Hani, şu köşe başında bir bakkal vardı ya... dükkânında kendini asmıştı. Şimdi biz biliyoruz, bir müddet sonra onu da kimse hatırlamayacak."
"Öğle namazını Fâtih Câmiinde kıldım, ikin­diyi de Ayasofya'da.
Hey gidi günler... Çocukken, bilhassa Rama­zanlarda, burada oyun oynar, safların arasında bile koşuşurduk."
"Dünyâ şehvetleri yılan gibidir. Onu mücâhede ile ezmezsen, ejderha olur, evvelâ da seni yu­tar."
"Dünyâ hırs ve şehvetleri zehirli şarap gibi­dir. içerken hoş ve leziz bulursun. Fakat sonunda ölüm vardır."
"Bu dünyâ, adı menfaat olan bir kuştur. Bir kanadı yalan bir kanadı da riyâdır."
"İlmine mağrur olma. Çünkü, dünyâda kaza­nılan her şey gibi, bilgi de bir gün senden gider. Bunu hatırlatana neden, küsüyor, hiddetleniyor­sun? Hattâ düşmanlık görmüş gibi nefret ediyor­sun?
Putperestlerin, putlarına tapıp etrâfında döndükleri gibi, sen de, şu nefsinin hazları ve iptilâları etrâfında dolanıp durmaktan vazgeç. Onlara değerlerinden fazla kıymet verip, zebûnu olma ve ebedîlere gösterilecek aşkla bağlanma!
Bunun için:
Hadîs-i Şerifte de: "Dünyâ için çalış dünyâda kalacağın kadar... cehennem için çalış ateşe da­yanacağın kadar..." buyuruluyor."
***
"İnsanları Allâh'a yaklaştırmaya bakın. Uzak­laştırmaya değil... İslâmın mes'eleleri, üstlerinde durulmasında değer bulunmayan boş ve dar dü­şünceler değildir.
Meselâ, karşına, hiç mânevi terbiye görme­miş, ruh dünyâsı bomboş, buna mukabil, maddî bilgilerle tıka basa dolu bir kimse geliyor. Bir ruh câhili olduğu kadar, kafası dünyâ bilgileriy­le yüklü bulunan bu adamı uyandırıp dalâlet ve gafletten kurtarmak için, herşeyden evvel, irşat­ta seviyeli olmak ve bilgilerine dudak bükme­mek gerek. Aksine, ona saygı göster, hattâ ilmin­de, daha ileri adımlar atması için teşvik eyle...
"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ için çalış, he­men ölecekmiş gibi ukbâ için çalış!" diyen Resûlullah değil mi?
Gene Hazret-i Peygamber: "İlmi istemek her kadın ve erkeğe farzdır," buyurmuyor mu?
İslâmiyetin yükselmesi ve birliği için çalışan kimse etrâfındakilere: Mânevî ilme olduğu ka­dar, maddî ilme ve ahlâka da sarılın! demezse, mes'ûldür, günahkârdır.
Bugün insan dimağı, madde dünyâsında hâ­rikalar meydana getirirken, bundan Müslümanın câhil kalması, keşifleri, buluşları, türlü türlü teknik ve fikri faâliyetleri başkalarına bırakma­sı ne ayıp... Bidâyette İslâm dünyâsı böyle miy­di?
Artık bizde de, dağarcığı maddî bilgilerle şöyle böyle dolmuş kimseler çoğalmaya başlamış bulunuyor ve bunların arasında, öyleleri de var ki, yalnız madde ile tatmin olmamakta, elde et­tikleri diplomaları, içlerinin boşluğuna cevap verememektedir. Onun için de, ruhları iklimine bir mânevî sermâye isteyen bu adamın ihtiyaç, ümit ve heyecânını boş ve katı davranışlarla söndürmek revâ mı?
Rehber olduğunu söyleyerek önde giden kimse karşısına gelen tâlibe, daha ilk adımda, kaşlarını çatarak: Nedir bu kıyâfetin? Çıkar ba­caklarından bu dar pantalonu, bir bolunu giy, Zamân-ı Saâdet'e göre giyin kuşan... Edepli ol! Sinema tiyatro denen yerlere de gitme. Çoluğunu çocuğunu da gönderme, kâfir olursun! Sakın dişlerine altın geçirteyim deme... Yollu câhilâne ve mesnetsiz sözlerle, onu, aradığı, hattâ susa­mış olduğu mânâ dünyâsının kapısına varmadan geri çevirmesi, Islâmın rûhuna ihânetten başka nedir?
Neden Zamân-ı Saâdet'e göre giyin, diyor da, Peygamber'in ahlâkına göre yaşa... demiyor? Edebin ölçüsü, kılık kıyâfet değil, tevhittir. Ka­vuk, şalvar, hiç kimseyi kalb cennetine götür­mez. Ammâ, ahlâk-ı Muhammedi, iki dünyânın da nizam ve huzur kapılarını açar. Çünkü
Resûlullah, beşeriyete, ahlâkı tamamlamak ve yayıp öğretmek için gelmiştir. Kılık kıyafet dü­zenlemek için değil... Yazık ki hoca efendi bunu bilmez. Bilenlere de kâfir der. Hadîs-i Şerifte de "İnnallâhe lâ yenzuru suveriküm" ["İnnallâhe lâ yenzuru ilâ ecsâmiküm velâ ilâ suveriküm velâkin yenzuru ilâ kulûbiküm. Hadîs-i Şerif (Müslim): Allah cisimlerini­ze ve sûretlerinize bakmaz; fakat kalblerinize bakar."] buyurulduğuna göre, Allah, süretlerinie değil, kalbinize bakar. Şu hâlde iş, kalb-i selim sâhibi olmakta­dır.
Hoca olmak, rehber olmak mes'ûliyetini üs­tüne almışsan, önüne diz çökenin dünyevî bilgi­lerinden de câhil bulunma, sermâyeli ol! Her ku­şun lisânını bilen Hz. Süleyman gibi ol! Zîra se­nin vazîfen, uzaklaştırmak değil, yaklaştırmak­tır.
İslâmda değişmeyen, esaslardır, teferruat değil.
Karşına gelene insânî kemâlâtı öğret ve bun­ları hâlinle de yaşayarak göster. Esâsen tevhit de, bu kemâlâtm zirvesidir, son basamağıdır."
Dost: "Başkalarına mîras bırakacağın mal senin malın olamaz. Senin malın Allah yolunda harcayıp âhirette toplu bulacağın maldır," sözünü bir kitaptan okuduktan sonra şöyle devam etti:
İnsanları seviniz. İçinizde af, merhamet, hoş görürlük huyları vardır, bunları harekete geçirmek sûretiyle yalnız insanları değil bütün mahlûkâtı ayni yorulmaz iştiyakla seviniz. Ken­dinizde mevcut olan cevherleri etrâfınıza cö­mertçe harcayınız.
İnsanları hatâlarında ve sevaplarında onlar­la bir olarak, acılarına ve ıztıraplarına iştirak ederek ve berâberce göğüs gererek seviniz. Doğumlarıyle çoğalıp, ölümleriyle eksilecek kadar onlardan olunuz. Bir insan olarak hepimizin vazifemiz beşerin yüzünü müşterek samimî ve insanca bir gayeye çevirmektir. Bunun da bir çok yollan vardır. Fakat en kestirme yol, aşk ve îman yoludur.
Aşk ve îmânın temeli Hak'la halk'ı birlemek, Hakk'ı halktan görmek, halkı Hak diye sevmek­tir."
Bunları dinleyenlerden biri heyecan ve ıztırapla söz alarak şöyle dedi:
-               Biz senin ihlâslı sesine niçin lâzım geldiği kadar kulak vermiyoruz? Niçin bize çizdiğin bu yoldan saptı­ğımız zaman bağrımıza onulmaz yaralar açıldığını gör­müyoruz?
Bizi intibâha çağırmak fedâkârlığından hiç bir za­man çekinmedin, ama ikâzlarına belki gülenlerimiz, belki isyan edenlerimiz olmuştur.
Sen insanı nefsinin elinden kurtarıp aşk ve îmânın dostu etmeye çalışırken kıt aklımız senden dâvâcı olmak küstahlığını bile işlemiştir, dedi ve ağla­maya başladı.
***
"Herhangi bir mes'ele hakkında mütâlâanız sorulduğu vakit, kendinizi, yâni şahsî endîşeleri­nizi ortadan kaldırın. Cevâbınız, tamâmiyle ta­rafsız ve garazsız olsun. Verdiğiniz karşılıkta, si­zin sizliğinizden bir koku bulunmasın. Zîra in­san, kendini silip, menfaatini adâlete fedâ ettiği ölçüde insan olur. Aleyhinize dahî olsa, doğruyu ve hak sözü söyleyin.
Allâh’ın huzüruna çıkmak için kıyâmet gü­nünü ne beklersiniz? Her nefes o huzurdasınız. Hareketlerinizi, sözlerinizi, bilhassa niyet ve dü­şüncelerinizi bu anlayışa göre düzeltin."
***
"Hû erenlerim eyvallah... demekle iş biter mi sanıyorsun?
Resûllullah Efendimiz: "Fakr, iftihârımdır," buyurur. Sen bu derin mânâyı işine gelir biçimde bozmuş, böylece de: Dervişe bir hırka bir lok­ma yeter... diyerek, işi tenbelliğe, hattâ, dilencili­ğe vurmuşsun!
Halbuki, hırkadan murat yokluk hırkası, lokma ise, rızâ lokmasıdır.
Bir kere nefsinin kötülüklerinden yok ol ve Allah'tan gelene rızâ göstermek mertebesini bul, ancak o zaman bu kelâmın gerçek mânâsına erişmiş olursun."
***
'Tarikat, irfan mektebi, irfan ocağıdır. Yoksa hay huy meydanı değil.
Dergâh, sâlike dört şey öğretir: îtikat, ilim, amel, ahlâk.
At fesâd u gıybeti, nefsin kırıp meydâna gel İşte bunlardır tarikat babının miftahları...
Tarikat şehrinin rehberi ise Kur'ân'dır."
"Dört tarafı ayna olan bir hücrede, ne tarafa baksan, kendini göreceğin gibi, gönül evi mânâ ile cilâlanmış olan kimse de, ne yana baksa, hep bu mânânın çeşitli akislerini görür.
Her cilâlı cismin, güneşi ayı sinesinde tek­rarlaması gibi, arınmış ve sâfiyet kazanmış gönüller de, sana gerçeklerden haber verir.
Yüzünü görmek için bile aynaya muhtaç olan insan, iç yüzünü görmek için gönlü Hak'la cilâlı bir rehbere nasıl muhtaç olmaz?"
"İlâhî saltanata bir örnek olmak üzere, göz bebeğini dikkate alınız. Bakın tâ uzaktan Fâtih Câmiini, etrâfındaki bütün binâlarla berâber içi­ne alıyor. Görüyorsunuz değil mi?
Nedir gözbebeği? Bir küçük nokta. İşte, insa­nın mânâsı da göz bebeği gibidir. Sanki bu âlem göz, Hak'la Hak olmuş kâmil kişi de, her iki cihânı kavrayan gözbebeği."
"Ben gizli bir hazîneydim, istedim ki biline­yim... dedi Cenâb-ı Hak. Bu yüzden de kesret libâsı giyen o tevhit, yâni birlik cevheri, toprağa mensup çeşitli örtülere büründü. Tıpkı, yer al­tından başkaldırıp yeşeren ve dalı budağı, çiçe­ği mevyesi olan bir ağaç gibi, türlü şekillerde gö­rünerek, cihânın çokluğunu meydana getirdi.
Aslında ise o gene tekti. Türlü türlü görünüş­leri, vahdetin kesret sûretinde zuhur âlemine çıkmasından ibâretti. Tâ ki, insanoğlu, bir za­manlar vahdet âleminde tanıdığı o tek olanı, bu­rada da özleyip arasın ve âşinâ çıkarak biliş tut­sun, dostluğu gölgesinde huzur bulsun diye..."
"Hayâtın mânâsı budur... Hicranla karışık vuslat; heyecanla karışık sükûnet, gizlilikle karı­şık âşikârlık."
***
Herkes bir vazîfe ile mükellef olduğuna göre, ne­den fenâlık yapan cezâsmı görüyor? diye sorulması üzerine:
"Cenâb-ı Hakk’ın, birbirine zıt isimleri var­dır. Hâdî, yâni hidâyet verici isminin karşısında Mudil, yâni dalâlet verici, vardır. İşi gücü de, in­sanları sapıklığa itmektir. Zilletin karşısında iz­zeti, zâlime karşı âdili bulursun.
Bunların her biri bir kalıba bürünmüş oldu­ğundan, kahır yapıcının önünde, intikam alıcı görünür. Bu hâl, isimlerin çarpışmasından ibârettir.
Aslında, şu şöyle bu böyle yapıyor, ben olsam yapmazdım, dersin. Tabiî yapmazdın; çünkü sen onların sâhip oldukları isimlere mazhar değilsin de onun için yapmazsın.
Herkesin mazhar olduğu isme göre hareket ettiğini düşünürsen, dâvâ kalmaz.
Her tarafı kaplamış olan o nur deryâsı için­de, şu veyâ bu yok... Dünyâ kurulalı beri, nur ve zulmet isimlerinin mazharları dâim ve bâkî.
İşte bu vahdet görüşüne hürmete alışmaya bak.
Kudret, kuvvet, fiil, kavi herşey Allah'tan... diyoruz. Ancak, üstünde dikkat ve titizlikle du­rulacak nokta "cebr-i mutavassıt" denen orta yol­dan ayrılmamaktır. Çünkü insan, cüz'î irâde sâhibi bulunduğu için, bir mücâdele ve nefis muhâsebesi ile de mükelleftir. Şöyle ki, bugün kötülüklere batmış olan insan, nefsi ile boğuşa­rak o kötülükleri iyiliğe çevirebilir.
İğreti, yâni ârızî soydan olan her menfî sıfat, bir iç savaşından sonra, şeytanlıktan melekliğe dönebilir. İnsana bu imkân verilmemiş olsaydı. Cenâb-ı Hak yer yüzüne ne peygamber gönderir ne kitap inzâl eder ne de velîler yollardı."
"Kabâhat yapmamaktan, kabâhatini bilmek ve bir daha o suça geri dönmemek üzere tövbekâr olmak evlâdır.
Neden, günahkârı hor görüyorsunuz? Onun sâyesindedir ki iyilikle kötülüğü seçebiliyorsu­nuz. Eğer bu hatâlı kimseye bir karşı tavır takın­mak lâzımsa, bu duygu, merhamet dilemek ve Al­lah'tan, onun ıslâhı için hayır temennisinde bu­lunmak olmalıdır.
Hem, iyilikler, bir zıt fiil ile meydana çıktığı­na göre, bir bakıma, o suçluya borçlu sayılmamız gerek.
Esâsen, dünyâda mutlak hayır ve mutlak şer yoktur. Şerler de, günün birinde hayra dönebi­lir. Sizin asıl meşgul olacağınız, kendi nefsinizdir. Başkalarının günâhını ele almak, günah işle­menin tâ kendisidir."
***
Muhiddîn-i Arabi'nin: "Maksutta evvel, icatta âhir," sözünden bahsedilmesi üzerine:
'Bir elma fidanı dikerken, maksadın, yâni ar­zun ilerde o ağacın elma vermesidir.
Fidan büyür, baharda çiçek açar, yaprakla­nır ve sonunda da meyvesini verir.
Cenâb-ı Hakk'ın da bu âlemi yaratmasından maksut Habîbi'dir. Ammâ, Habîb-i Hudâ olan Hz. Muhammed, kendinden evvel gelmiş peygamber­lerin sonuncusu olmuştur.
Mısrî Niyâzî de bu fikri şöyle nazmetmiştir: Ben o Mısrî'yim vücûdum Mısrı'na şâh olmuşum. Hadisim gerçi, velî mânide sırr-ı akdemim"
"Allah, hakikat ehline zâhir, basiret gözleri kör olanlara ise gizlidir.
Ezel de, ebed de, evvel de, âhir de hep O'dur. Gözün gördüğü her ne varsa hayâldir, gölgedir. Var olan tek hakikat, tek olan, Hak'tır.
Yalnız Allah var idi hilkatten evvel bir Hudâ Kendidir mevcut, gene hilkatse mir'attir ana..."
"Bütün ilimlerin gayesi, Allâh'ı birlemektir. Onun için halkı görme, Hakk'ı gör. Çünkü tevhit yaradılmışların bir gölge ve hayâl olduğunu bile­rek Yaradan'ı görmektir.
(Hudâ birdir, odur mevcut, odur var, gayrı var yoktur) sırrına er.
Her ne ki Kur'ân'da varsa, hepsi insanda da vardır. Ammâ bu hakikat, ancak kâinâtın bütü­nünde Hakk'ı gören gözün nasibidir."
"Ruhlar, ezel âleminde, ben sizin Rabbiniz değil miyim? suâline "Beli!" evet öyle, dediler. Ammâ, oradaki ikrâra, burada iki şâhit lâzımdı. Yalancı olmayan iki şâhit: İlim ve amel.
İnsan olmak, kaçırılacak nimet ve fırsat de­ğildi. Şu var ki, insan sayılabilmek için de, hem bilmek hem de bildiğini işlemek lâzımdı.
Neyi bilecektik? Bize o suâli soranı. Neyi iş­leyecektik? Onun: İşle! dediklerini."
"Kim ki Allâh'ı bilirse dili uzun olur. Kim ki Allâh'ı bilirse dili kısa olur, hadîsi sizi neden şa­şırttı?
Bir kere, Hz. Peygamber'in, hadîsleri ne üze­rine, ne sebeple ve ne vakit söylemiş olduğunu bilmeğe çalışmalı.
Olabilir ki Efendimiz, Allâh'ı bilen bir âlimin dili uzar, yâni ilmullahtan söz etmeğe doyamaz, demeği murat buyurmuştur.
Dili kısalırdan maksat da, Cenâb-ı Hakk'ın azametini bilen kimse, mest olup hayret içinde bulunduğundan, i öz söylemeğe mecâl bulamaz ve: Tevhit, sükûttur sırrına mazhar olur,
İşte bu azamet de, dilini keser ve onu sustu­rur. Zîra mevcut ve fâil olarak Allâh'ı görmek edebi, susmayı o kimseye hâl ettirmiştir."
"Lâilâhe illallah diye bağırıp kubbeleri çınla­tıyorsun. Hâşâ, Allah işitsin diye mi? Bu yüksek sesle tevhidi söyleyiş, onu kendi kendine duyur­mak içindir.
Ammâ Hakîkat-i Muhammediye zâhir olunca bağırıp çağırmaya lüzum kalmaz.
İlim ve irfan ne nisbette ziyâde olursa edep ve sükût da o ölçüde artar."
"Herkesin hâli ve mânâsı fiilinin sûretinden mâlûm olur. Zat şuhûduna çalış ki, hâdiselerin inişinden çıkışından, tebeddül ve tagayyüründen halâs olasın."
***
"Geçmiş ve gelecek zamanla kayıtlanma, hâli tezyin et. Mâzî ve istikbâl endîşesi ile vakit kay­betme. Fakat ihtiyatlı da ol. Çünkü ihtiyat, te­vekküle mâni değildir. Kalben Allâh'a sığınmayı bırakmadan ve tedbîrine güvenmeden, ileriki za­manlar için gereken çâre ve tasavvurlarını da ihmâl etme."
***
"Biz dünyâ garibiyiz. Ammâ bunu idrâk edi­yor muyuz? Gönlümüzden dünyâ sevgisini silip, aşk burakına binerek, yokluktaki varlığa erişe­biliyor muyuz? İşte bu durağa eriştiğimizde, bü­tün cihan bize yüz çevirse, gene de garip sayıl­mayız."
"Dervişin sermâyesi doğruluk, aşk ve teslimi­yettir.
Nefsinde meziyet görmekten geç. Bir ümit ve menfaat için hizmet edene derviş diyemezsin."
"Bildiğin, görüp sevip bağlandığın Hak olur­sa, sana yerin üstü de, altı da birdir. Eflâke çık san da, yârin seninle olmazsa, ne hâsıl? Cennet-i Âlâ, Allâh’ın aşkı olan yerdir."
"Âşık, Hakk'ı kendi varlığında bulandır. Bu da ancak, Hudâ'nın varlığında kendini yok etme­ğe bağlıdır.
Rahman'ın aşkından garaz, insanın en bü­yük düşmanı olan nefsin ıslâhıdır. İlim ve irfan ise, seni avlamış olan bu düşmanı sindirip elin­den kurtulmaktır.
Hz. Ahmede'r-Rifâî: Dünyâda iki terbiyeci vardır, buyurur. Biri şevk-ı muhkem, yâni şid­detli muhabbet, diğeri de sille-i Hudâ!
İkinci yol, pek acı, pek elim. Aşk ile terbiye olana ne mutlu!
Şu da var ki, insan melek değildir. Nefsin şeytanlık ediyorsa, uyma, mücâdele et... Mücâde­le âletin aşk olunca, işlerin âsân demektir. Nefs ıslâh olunca da, bir zamanlar düşmanın olan bu şeytan, dostun ve refikin oluverir ve:
Nefs iken ismi değişti, bârekallah oldu rûh
Hakikati zuhur eyler."
"Bir fenâlık, bir haram işlerken Allah'tan korkup vazgeçmenin ecri, sevâbı var mıdır? di­yorsun.
Derviş isen, sevapla kendini bağlayamaz­sın. [ "Femen kâne yercû likâe rabbihi felya'mel amelen sâlihan velâ yüşrik bi ibâdeti rabbihi ahaden." Kehf Sûresi, âyet, 110: ...Kim Rabbine kavuşmayı arzû ediyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin.”]  Dervişin Allâh'a kulluğu, sevap veyâ cen­net pazarlığı ile değil, hasbeten lillah, karşılıksız olmalıdır.
Bir kere kul, bu mertebeyi yakaladı mı, her nefesi Hak için olmuş olur."
"Hak, kendisine isteyerek ve severek kulluk ve hizmet etmeyeni, halka, ister istemez hizmetkâr eyler."
***
"Allah adamının her an iki bayramı vardır: Biri, dünyânın kirlerini def etmek, İkincisi, gön­lünde Hakk'ın sevgisini kâim kılmaktır."
"Kur'ân-ı Kerîm'de aşk (eşedd-i hub) ile gös­terilmiştir .[ "Vellenîze âmenû eşeddü hubben lillâhi" Bakara Sûresi, ayet 165: "...İnananlar ise en çok Allâh'ı severler..."] Yâni taşkın, ziyâde sevgi...
Aşk başka, muhabbet gene başkadır. İnsan­da, muhabbet devrinden sonra aşk, daha sonra da vecd devri gelir.
Sanki biri damla, diğeri nehir, vecd ise, neh­rin denize ulaşması gibidir.
Aşk, insanın bütün vücûdunu sardı mı, utanç veren hayvânî hırs ve çirkinlikleri de bo­ğup öldürür. Fuzülî, aşkın kadrini ne kuvvetli mısrâlarla söylemiştir:
Ey Fuzulî kılmazam terk-i tarîk-i aşk kim
Bu fazilet dâhil-i ehl-i kemâl eyler beni"
"Hikmet o kalbden kaynar ki, onda muhab­bet damarı ola...
Allah kendi aşkının şeydâlarına hikmet ka­pılarını açar. Onlar da bu hazînelerden, istidat­ları eteklerini hikmet ve irfan nakdi ile doldu­rup kaçarlar."
"Demir asâ demir çarık arayıp kolladığın ne­dir? Kimdir? O, sensin. O şendedir. Kendini bil, O'nu bulursun."

Dostun mânâ kapısına yarı merak yarı görünüş için gelenler de eksik değildir. Ne ki, talebinde ihlâssız olanı, dalgaların, çeri çöpü sâhile atması gibi, o mânâ deryâsı da, sessizce, bir kıyıya bırakıvermiştir.
Onun, insanlardan başlıca beklediği, kendi kendile­rine karşı dürüst, samimî ve ciddî olmalarıdır. Taleple­rinde sahte, niyetlerinde ihlâssız olanlar, her ne kadar gerçeklerin sûretine bürünmüş görünseler de mânâ po­tasının yalan bilmez dudağı, ayarlarını ortaya koymak­tan geri kalmamış, kalpı hâlisten hemen ayırıvermiş, böylece de, aldatmak isteyen aldanmış, ammâ onlara acıyan, gene Dost olmuştur.
O kadar ki: "Beni aldatmak isteyene aldanmış görünmekten zevk duyarım," demek sûretiyle onla­rı, ayıplan günâhları ile başbaşa bırakmış ve nedâmet etmelerine fırsat vermiştir.
***
"Bir kimsenin yüzüne karşı gösterdiğin say­gıyı, gıyâbında da gösterirsen, işte bu beni çok memnun eder."
Dost, kötü zanlardan, yakıştırma ve arkadan ko­nuşmalardan, tecessüsten tamâmiyle uzaktır. Maddî mânevî tecessüs sâhibi olanlarla bağdaşamaz.
"Biz, dâimâ hüsnüzanla mükellefiz. Eğer sûizanla lekelediğin kimsenin niyeti güzelse, kaybeden sen olursun. Yok gerçekten niyeti kötü ise, bu da, Rabbi ile kendi arasındadır. Bize ne düşer?"
Dost, bu anlayıştan hareket ettiği için, dâimâ ve herkesin söz ve hareketlerinin hüsn-i tefsir edilmesini ister.
***
Sofrada et vardı. O sırada, âileye yakınlığı olan bi­ri, iş hayâtında karşısına çıkan bâzı kimselerin iyi ni­yet sâhibi olmadıklarından söz açınca:
"Sûizan etme oğlum! Niçin yediğin ete âle­min kanını karıştırıyorsun?" diyerek, konuşanı susmağa mecbur etti.
1942 senesinde sayfiyede bulunuluyordu. 1925 se­nesinde bütün dînî müesseselere karşı girişilen iptâl harekâtına hürmeten Dost evine ancak hâne halkı ve çok yakın akrabâlardan gayri mânevî evlâtlarından kimseyi kabûl etmemekte idi.
Fakat kızının çok yakın ve çok eski bir çocukluk arkadaşı bir gün köşke gelmek üzere izin istemiş ve al­dığı müsbet cevâbı da bir kısa tezkire ile arkadaşına: Filan saatte bize gel! diye bildirdiğini söyleyince Dost;
"Kızım, bir kimseyi böyle emreder gibi çağırmamalısm. İşin ve mâzeretin yoksa; arzû ettiğin takdirde filan saatte gelebilirsin! diye mektubu­nu tashih et" demek sûretiyle emir ve emrivâkilere karşı titizliğini bu öğretici îkâzla bir kere daha belli etmiştir.
Ferâgat ve fedâkârlık, Dostun en hürmet ettiği hasletlerdendir.
Ferâgat sâhibi ve fedâkâr bir kimse kadar, ona yaklaşan olamaz. Çünkü vermek, tahammül, sabır ve maddî mânevi cömertlik, her gün her saat, yaşayarak etrâfına gösterip öğrettiği meziyetlerindendir.
Kimseye yük olmak istemez. Etrâfın direnmeleri­ne rağmen, ufak tefek bâzı işlerini bizzat yapmaktan hoşlanır.
"Bize, bâr olmak değil, yâr olmak düşer."
Der ve buna, her fırsatta canlı örnekler vermekten geri kalmaz.
Hasta, düşkün, yoksul ve ihtiyaçlılara yardım, Dost un en sevdiği vasıflardandır.
Bir gün, câmide bir fakire rastgelir. Adamcağızın kıyâfetinin, soğuk mevsime uygun olmadığını görerek, üstündeki pardesüsünü vemeğe niyetlenir. Fakat bir yandan da, bol geleceğini düşündüğünden, vazgeçer. Eve geldiğinde, bu zavallıyı aratıp buldurarak icâbını yerine getirtir.
Bu anlayışı takviye için her fırsatta söylediği söz:
"Allâh'ın, insanı, bir muhtâcm gönlünü alma­ya muvaffak edişi, ne büyük lûtuftur. Onun için, bana uzanan ihtiyaç elini öpmek isterim!" demek olur.
***
Eline, bu satırları yazmak imkânı verilmiş olan kadın, Dostun yanında bulunduğu bir sırada, içeriye, yakınlarından biri girerek: "Efendim, Allah size ömür versin, İsmâil Efendi vefât etti. Ne yapayım?" diye sor­du ve:
"Onun yerine bir başkasını bul!" cevâbını ala­rak, çekilip gitti.
O zamâna kadar, ancak verenle, vermeğe vâsıta olana mâlûm bulunanı, bu konuşmaya şâhit olan, tesâdüfen öğrenmiş bulunuyordu.
Meğer Dostun her ay yardım elini uzattığı otuz muhtaç insan varmış. Bunlardan biri eksilince, varsın bir tânesi noksan olsun, demez, yerine bir başkasının bulunmasını ister, böylece de geçimlerine yardımcı ol­duğu ihtiyaçlı kimseler kadrosunu daraltmayı düşün­mezmiş.
Dost, komşuları ile de çok alâkalıdır. Hastalarını, ya bizzat yoklar veyâ yoklatır. îcap ediyorsa, hekim ve ilâç temin eder, hediyeler verir. Her gün, evine, çeşme­den su taşıyan yaşlı komşu, bir iki gün görünmeyecek olsa; "Bahâeddin Efendi hasta olmasın... bir dola­şınız... dün de, bu gün de göremedim..." dediği çok olmuştur.
Etrafta, pek herkesin duymadığı sesleri işitir. En meşgûl olduğu zamanda dahî, sokaktan geçen bir faki­rin sesini duyar. Veyâ, ev işlerine yardım eden kızlar­dan birinin öksürdüğünü veyâ hıçkırdığını işiterek:
"Gidin, şu kızcağıza bir şeyler içirin. Demin­den beri zavallının hıçkırığı geçmedi."
Diye etrâfim îkâz eder. Her fırsatta onları yanına çağırtarak meyve verir, şeker, çikolata kutularını elle­rine eteklerine boşaltır.
Hele, istirâhatleri ve eğlenceleri, gereği gibi düşünülmezse canı sıkılır, âilenin çocuklarından evvel on­ların kollanmasını ister, erken yatıp dinlenmelerini, ağır işlerle yorulmamalarını istediği gibi, yiyip içmele­ri ve giyim kuşamları da gene alâkalandığı hususlar­dır.
"Dön geri borusu çalındığı vakit, en arkada­kiler en öne geçer. Hanımlığınıza, hanımefendi­liğinize güvenmeyin. Merhameti, şefkati elden bırakmayın."
Der ve bunu da, bütün yaradılmışlara gösterdiği sonsuz alâka ile gözler önüne serer.
Kendisi ile eskisi gibi alâkalanılmadığını hissedip, bu üzüntüsünün sitemini etrâfına da duyuran bir kim­se için:
"İster evvelce ister şimdi, vermiş olduğum sözden zerre kadar dönmem. Ben hep oyum. Eğer ortada bir değişiklik varsa, kendinde ara­sın. Dünyâ ile içli dışlı olup gaflete dalmışsa, el­bette eskisi gibi olmam düşünülemez."
Dost, alış veriş, alım satım, ev idâresi, giyim ku­şam gibi meselelerde, kendi düşüncesinin aksini söy­leyen veyâ isteyen olursa, îtiraz etmeksizin kabûl eder ve başkalarının istek ve arzülarım saygı ile benimser. Etrâfına da:
"Niçin herkesin kendi düşünce ve anlayışı­nızda olmasını bekliyorsunuz?" der ve başkaları­nın rahatı ile zevklendiği için de, karşısındaki mem­nun ve mesüt olmuşsa, kendisi, o kimseden daha fazla haz duyar.
"Memnun bir kalbi görmek bana ne kadar se­vinç verir," demek sûretiyle, bu duygusunu belirt­mekten âdetâ zevk duyar.
Hiç bir zaman, iddiâ için, ısrar etmiş olmak için söz söylemez. Bilhassa, başkalarının fikirlerini ehem­miyetle dinler: "Hakikat önünde dâimâ eğilirim!" diyerek, her fırsatta da bunu yaşayarak gösterir.
Hele, hakikat meydanda iken, ileri sürdüğü ters fikirlerinde inat ve ısrar eden biri olursa, münâkaşa­dan vazgeçilmesini ister, tatsız ve yersiz direnmeler­den asla hoşlanmaz: "İddiâlı ve dâvâlı sözlerden, günâh-ı bedter gibi sakının..." der.
"İnsan, kendini suçlamakta ne kadar müş­külpesent ise, günahları için teselli bulmakta da, hiç zorluk çekmez," demekle, basiret gözünü kendi içine çevirmenin lüzûmunu her fırsatta hatırlatmak­tan geri kalmaz.
Dost'ta, teşebbüs ve sebat vasıfları, görülmemiş derecede kuvvetlidir. Karar verdiği bir işi, netîcelendirinceye kadar tâkip eder ve en kısa yoldan derhâl ha­rekete geçer ve başarıncaya kadar da müsterih olmaz.
Mes'eleleri uzatmaktan ve lüzumsuz hayâllerden sıkılır.
Elverir ki, teşebbüs ettiği işte, işâret ve ikâz mâhiyetinde, devamlı ve kat'î mâniler zuhur eyleme­sin. Bu takdirde işi zorlayıp ısrar etmez ve:
"Hak'tan gayri bir varlık olmadığı için, mah­lûktan zuhur eden de Hak'tır. Allâh'ın vahiy vâ­sıtaları nihâyetsizdir," der ve ancak böyle bir hâlde teşebbüsünden vazgeçip geri çekilerek, takdire boyun eğer.
Ailece, uzakça bir yere gitmeğe niyet edilmişti. Fakat otomobil Şişhâne'de bozuldu. Şoför, her ne ka­dar uğraştı ise de, tâmiri için bir hayli zaman lâzım geldiği anlaşıldı. Bir taksi tutuldu, fakat o da ânza ya­pıp yürümeyince, Dost yanındakilere dönerek:
"Hz. Ali: "Rabbimi, isteklerimin olmaması ile bildim" buyuruyor," diyerek, geri dönmenin yerinde olacağını imâ eyledi.
Zira ortada, ikâz yollu bir engel vardı. Çok uğra­şıldığı hâlde, bu engel giderilememişti. Bir başka taksi çevrilerek geri, eve dönüldü.
Bu dönüş ise, o geri kalan gidişten kat kat zevkli ve beklenmedik bir çeşni arzediyordu. Şöyle ki: Çok uzun zamandır memleket dışında olan bir akrabâ, yur­da dönmüş ve doğruca Dostu görmeğe gelmişti. Şehir­de ancak bir saat kadar kaldıktan sonra Ankara'ya geçmek mecbûriyetinde bulunduğundan, Dost'un eve geç döneceği haberini almakla, mahzun mahzun, git­meğe hazırlanıyordu ki, kapıda mesut bir karşılaşma oldu.
Neticede, yolcu sevinçli, geri dönenler ise bu çok sevilen akrabâyı görmekten son derece mütehassis ve memnun idiler.
***
Dost, bir işe başlarken dâimâ ihtiyatlı davranır. Gerek günlük işlerde gerek hayâtın icap ettirdiği ciddî ve mes’ûliyetli meselelerde, göz önüne aldığı tedbirli hareketi, muhârebeye gidecek bir kumandanın ricat yollarını evvelden tesbit etmesine benzetir.
Onun için de, her hâl ve kârda, zuhur edebilecek ihtimâlleri dikkate alarak, hazırlık ve hareketlerini ona göre ayarlar: 'Yapılacak işlerde genişliği ve gevşekliği sevmem. Dâimâ tedbirli olmak ve bil­hassa vaktinde hareket etmekten hoşlanırım!..." der.
Ehemmiyet verilmeyen günlük alışkanlıklar, esas­lı ve ciddî itiyatlara zemin hazırladığından, yakınları­nın, basit işlerde bile ihmâlkâr ve lâubâlî olmamaları­nı ister. Meselâ, hesaplı ve zamânında hareket etmek mümkün iken, vapur, iskeleye yanaştıktan sonra telâşla bilet almayı âdet hâline getirmiş olan bâzı ya­kınlarına canı sıkılır.
***
Dost, tanıdık tanımadık, herkesin, herşeyin dostu, koruyucusu ve hayrını talep edicisi değil miydi? Sıcak bir yaz günü dışarı bakarken, âdetâ kendi kendine söyler gibi:
"Gittiği yer dert görmesin!" dedi.
Acabâ bu temenni ne için ve kime söylenmişti? Kalkıp baktık. Yoldan geçen bir adamcağız, köşedeki sucunun önünde durmuş şerbet içiyordu.
Kimdi? Bilmiyorduk. Dost da bilmiyordu. Ne ki, bir kimseye hayır temenni etmek için, onun âileden, akrabâdan, yakınlardan, eş ve dosttan olması lâzım değildi. Zira Dostun nazarında, "herkes" yoktu. O, bü­tün yaradılmışların dostu ve yârı idi.
Nihâyet yolcu, canlı cansız, bildik bilmedik, cümle âleme dost olan tarafından okşanıp izzetlendiğinden habersiz, bu gâibâne alış verişten sonra, çekilip gitti.
Zâten hangimizin, gıyâbımızdaki koruyucudan ha­berimiz vardır?
Bilmiyoruz. Bildiklerimiz ise, bilmediklerimizin yanında bir toz zerresinden başka nedir?
Dost, hiç bir şeye hakaret gözü ile veyâ küçümse­yerek bakılmasını istemez.
Dışarıdan soğan kokusu gelmişti. Birisinin: "Ne fenâ kokuyor!" demesi üzerine:
"Şikâyetin neden? Niçin öf... diyorsun. Onun faydalı tarafını düşünsene... Sana gıdâ olan bir şeye kötü gözle bakılır mı? Hem, kötü damgası vurduğumuz şeylerin, vâsıtalı bir iyilik olabile­ceğini bilmek gerekmez mi? Kapıyı ört veyâ ca­mı aç koku çıksın. Ammâ bunu, öf... diye tiksine­rek yapma."
***
"Herkeste, kendine göre bir meziyet vardır. Onun için, kendimi herkesten aşağı görürüm. Meselâ, beni alıp, aşçılık etmem için bir mutfağa soksalar ve önüme de, sebzeler, yağlar, pirinçler koysalar... bunlarla yemek pişireceksin, çörek­ler, börekler, pastalar yapacaksın... deseler, ne yaparım! Tabiî hiç...
İşte aşçıdaki meziyetin bende olmayışına bir canlı örnek."
Belki de Dost bunun için, her fırsatta:
"En fazla duâya muhtaç olan benim!" demiştir.
Dost, (Allah'tan başka mevcut yoktur) düstûrunu unutacak şekilde söylenen her tenkit sözünü gıybet sa­yar.
Hele, emâneti, âdetâ üstüne titreyerek muhâfaza eder. Meselâ, içinde üç yaz mevsimi geçirilen Emirgân'daki yalının tahrip edilmemesi için etrâfındakileri devamlı îkâz etmiştir. Öyle ki, kapılar hızla çarpılırsa üzülmüş, ağaçlan, çiçekleri, çocukların kırıp koparma­maları için büyüklerin dikkatini çekmiştir.
Bir gün bahçenin giriş kısmındaki gömülü çakıl taşlarından bir kaçının yerlerinden oynamış olduğuna dikkat ederek, derhâl düzelttirmiş ve:
"Biz buraya, zarar ziyan vermeğe gelmedik. Binâ da bahçe de emânettir."
Diyerek, bu fırsatla da, etrâfını, başkalarının ma­lını korumak husûsunda titiz olmaya dâvet etmiştir.
O, Hak adına dökülen gözyaşlarını sever; dünyâ meseleleri için olanları değil...
"Nefsânî sebepler yüzünden akan gözyaşları­na tahammül edemem. Namazda olduğun vakit, bir dünyâ işi hatırına gelir de ağlarsan, kıldığın namaz fâsit olduğu gibi, nefsânî alâkalar için dö­külen yaşlar da buna benzer."
Yüksek sesle, herhangi bir şey okuyan kimse, bir kelimeyi yanlış telâffuz etse ve bunu da, alenen dü­zeltmek isteyen biri çıksa, çok canı sıkılır. Hele hâdise, kalabalık içinde cereyan etmişse, son derece üzülür. Zîra hiç kimsenin mahcup olacak duruma düşmesini istemez.
***
Dost, dâimâ etrâfını korur ve kime olursa olsun, söz gelecek bir hareketin yapılmasını istemez.
O, kimse ile istihzâ etmez, kimseyi alaya almaz. Kimsenin sözünü kesmez, ayıbını yüzüne vurmaz. Ha­şin konuşmaz.
"Allah güzeldir, güzeli sever. Siz de, her hatâlıyı, onun görüşünden ve anlayışından bakarak muhâkeme edin ki, ayıplı değil, mâzur göresiniz. Eğer ben de, ayni günâhkâr heves ve meyilleri­min başını bağlamamış olsaydım, belki de ondan beter olurdum! deyin ve bu zavallılar için Al­lah'tan af ve gufran isteyin," der.
Dost'un dedikoduya hiç mi hiç tahammülü yoktur. Sokaktan eve döndüğü bir akşam vakti, teklifli misâfirlerin kabül edildiği salona giderek kapısını açmış ve boş olan odaya bir göz attıktan sonra, arkasında bulu­nanlara dönerek:
"Bu oda dedikodu kokuyor!"
Demiş ve kapıyı çekerek yukarı çıkmıştı.
Gerçekten de o gün, eve iki yabancı hanım misâfir gelmiş ve âilenin alışık olmadığı bahislere girerek, ile­ri geri konuşmuşlar ve böylece de konuşulan bahisler, dedikoduya kaçar olmuştu.
***
Dedikodu etmekten söz edildiği bir gün, mecliste bulunan birinin: En iyisi hiç konuşmamak... demesi üzerine Dost: ,rEğer arkasından konuştuğun kim­senin, yüzüne de ayni sözleri söylediğinde, kalbi kırılmıyorsa, bu dedikodu değildir," demişti.
Dost, yapılacak işlerin vukuundan evvel şuyûunu asla istemez. Karar verilmiş bir işin, olup bittikten sonra duyurulması, kadîm âdetidir. Hattâ, herhangi bir keyfiyetin, vukûundan sonra bile, lüzumsuz yere şâyi olmasını sevmez. Böylece de, etraftaki zan ve de­dikodu yollu yakıştırmalarla, kıskançlık gibi karşı duyguların harekete geçip, kalblerin oynamasına mânî olunmuş olur.
Onun için âile ve çevredeki mühim hâdiseler bile, ekseriyâ etraftan duyulmadan, kolayca olup biter.
"Bir işin tahakkukuna kadar titrerim. Çünkü Allah isterse o şeyi, bir anda tahvil eder. Gidişe bakıp ferahlanmak meşrebim değildir. Hem Al­lah, ferahlananları sevmez."
Basit hâllerde bile, zamânından evvel: Falan iş başlayacak mı? veyâ filan gün filân yere gidilecek mi? diye sorulacak olsa: "Daha o gün gelmedi ki... Allah'ın bileceği şey..." diye cevap verir.
Dost, kendisine ve etrâfındakilere bir küçük hayrı dokunmuş olanlara, mutlakâ mukabele etmek ister. Yapılan en basit iyiliği unutmaz. Nankörlüğü ise hiç sevmez.
Bir yakınına iyilik ettiği bilinen zâtın aranıp hatı­rının sorulmasını istemiş olduğu hâlde, bu vazifenin ihmâl edilmiş bulunduğunu öğrenince:
"O kimseye karşı vefâsızlık etmiş oluyorsun. Onu unutmak, Allâh'ın nimetini unutmak olur. Kula şükretmeyen, Allâh'a da şükrünü bilmez," demişti.
Evlâtları arasına yeni girmiş bir zâta şöyle demiş­ti:
"Dikkat et, şimdiden sonra nefsin, sana daha çok musallat olur. Uyanık ol ve kendi kendine: Nefsini bil nefsini, senden sorarlar hep seni... de­meği âdet et."
***
Yakınlarından biri Dost'u ziyârete gelmişti. Oda­da, Bakırköy Müftüsü Ali Rızâ Hayırlı Efendi bulunu­yordu. Evvelâ Dostun elini öptükten sonra Müftü Efendiyi de hürmetle selâmladı. O sırada Dost, misâfirine dönerek:
"Yabancı değil, evlâtlarımızdandır," dedikten sonra da şöyle ilâve etti:
"Esâsen, yabancı olan, nefsimizdir."
Dostun evlâtlarından birisi anlatıyor:
Babam Rifâî şeyhi idi. Ârif, zarif ve nüktedandı. Dergâhımıza gitmek üzere olduğum bir gün, defterime şu sözleri kaydetti: Ben dahî yoluna mânî olmak ister­sem, dinleme. Dumanın doğru çıksın ona dikkat et!
Dostun terbiyesinde bulunan evlâtlarından biri, rahatsızlanmıştı ve İstanbul'dan uzaklarda bulunu­yordu. Hastalığı da oldukça ciddî idi. Gurbette ölmek ihtimâlinin uyandırdığı endîşelerle dolu bir mektubu­na aldığı cevap şu oldu:
"İnsan Bağdat'ta da ölebilir. Fakat kendisine gösterilen yolda ve o istikâmette olan kimse, ne­rede olursa olsun, mürşidinin yanında demektir. Orada öleceğim, burada öleceğim diye endîşe et­me, kalbini, istikâmetini Hakk'a çevir, onun de­diklerini tut, böylece de onunla ol."
Allah, kâmil insanın hakikatini bildirsin diyen bir zâta, Dost:
"Kâmil insan, haya, ve hakikattir," diye cevap verdi.
Dostun teveccühü bulunan bir yakını ziyâretine gelmiş ve karşısında küçük bir iskemleye oturmuştu. O sırada, içeri girenler bu iskemlenin rahat olmadığını söyleyerek misâfıre, daha uygun bir yere geçmesini, nezâketle teklif ettiler. Dost da teklif sâhiplerine şu cevâbı verdi.
"Bu dünyâda rahat yoktur. Ancak üç yerde rahat vardır. Birincisi, münâcât-ı Rahman: İkin­cisi, tilâvet-i Kur'ân; üçüncüsü; sohbet-i ihvan... İşte rahatlık bunlardadır."
Dostun verdiği bu karşılık, insanları maddî ra­hatlıktan mahrum etmeğe teşvik değil, gerçek huzur ve kalb istirâhatinin, mânevî mevkilerde aranmasını söylemeğe bir bahâne idi.
***
Namaz kılmak üzere olan bir yakınına:
"Kızım, Allâh'ı görür gibi namaz kıl... İbâde­tin yatıp kalkmaktan ibâret olmasın... Kur'ân-ı Kerîm'i de, mânâsını anlıyormuşcasına oku... Bir gün olur, Cenâb-ı Hak sana onun mânâsını da anlatır."
***
İlmiyeden olan ve ilmiye kisvesi taşıyarak dolaşan Ubeydullah Efendi ismindeki zat, kültür çevrelerinde alafrangalığı ile tanınan, zaman zaman da bu vasfı umûmî efkârda bir alaylı nükte mevzûu olan simâlardandı.
Dost'a rastgeldiği bir gün, söz arasında, sokakta sağdan yürümeyi, İsviçre'de bir sebzeci kızdan öğren­diğini söylemesi üzerine Dost:
"Teessüf ederim Ubeydullah Efendi, sen Resûlullah Efendimizin (Aleyküm bi'l-yemîn) yânî, sağınızı ihtiyar ediniz, hadîsini bilmiyor musun? Tabiî ki biliyorsun. Şu hâlde, onu unu­tup, bu basit kaideyi bir yabancıdan öğrenmiş olduğunu nasıl iftiharla söyleyebilirsin?" demiş­tir.
***
Uzun yıllar, maârif müdürlüklerinde bulunmuş, mektepler açtırmış ve hoca olarak da, binlerce talebe yetiştirmiş olan Dost, bir âile babası olarak da, dört başı mâmur, vazifeşinas, zarif, neşeli ve nüktedandı.
Ammâ, bütün bu hayat, cemiyet ve âile nizamları­nın kaide ve icaplarını sıcak ve yumuşak bir tutumla yerine getirirken, gözünün ve gönlünün ezelden bağlı olduğu nokta, Hak yoluna açılan aşk kapısı idi. Onun için:
"Ne sazdan, ne sözden, ne evlâttan, ne de gü­zel yüzden zevk aldım. Bunların hiç biri beni ge­reğince oyalamadı.
Sazı severim, aşkımı söylerse... sözü severim, gene onu söylerse... Mânâm olmayan, onu söyle­meyen güzeli ne yapayım?
Su içmek isteyen bir kimse için, boş kadeh ne işe yarar? Fakat bu kadeh, temiz, berrak ve lâtif de olursa, elbette suyun zevkini arttırır."
Onun için Dost'un münâsebet ve alâkası, kadeh­lerle değil, dâimâ, kadehteki su ile olmuştur.
Dost'un çocukluğundan beri, fânî ve zevâl bulma­ya mahkûm saltanat ve iptilâlara karşı istiğnâsı bü­yüktü. Daha, Galatasaray Lisesi sıralarında iken, hâfizasında tuttuğu ve benimsemiş olduğu düşünceler, o zamandan başlayan bir görüşle, dünyâya nasıl bir gözle baktığını belli eder.
Mevkiinin ve şöhretinin gurûru içinde kabına sığ­mayan birisi vardı. Bunun böyle olduğunu, onu tanı­yan herkes gibi, biz de biliyorduk. Tabiî ki Dost da bi­liyor ve şüphesiz, için için ona acıyordu. Ammâ, kimse­nin gıyâbmda konuşmadığından, onu da kınamıyordu. Yalnız, bir münâsebet düşüp o zâtın ismi geçtiği sıra­da, çocukluk yıllarının ardında kalmış bir Farsça bey­tin tercümesini vermekle iktifâ eyledi: "Ey zamânın pâdişâhı! Vaktin gelince, sen de mahalle fukarâst ile berâber olacaksın. Gerçi şimdi, kasrının kapısında beş kere növbet vuruluyorsa da, bir gün, sıra diğerine gelir ve sen geçersin. Ammâ zamânı gelince o da geçer."
Varlık, dirlik, mevki, şan ve şöhrete gönül veren, onun indinde acınacak kimsedir. Gene der ki:
"Dünyâ, işvebaz bir kadın gibidir. Gönül ka­pıcıdır. Fakat hiç kimse ile karılık kocalık hak­kını îfâ etmemiş, hiç kimseye yâr ve râm olma­mıştır."
Gözü evlâtlarından başka bir şey görmeyen, bütün dünyâsı ve hayâtının tek gayesi çocukları olan bir kimse tanıyorduk.
"Evlât ne demek, evvelâ onu düşünelim. Evlât, ana ile babanın cünbüşünden hâsıl olan bir vücut değil mi? Ona, bu aşırı, bu çılgınca iptilâ niçin? Dünyâya, evlâdın için değil, Allâh'ını bilmek için geldin.
Evlât sana verilmiş bir emânettir. Onu sev, koru, iyi yetişmesine gayret sarfet, fakat tek ga­yen o olmasın."
Dost, evlâtlarının maddî mânevi terbiye ve yetiş­meleri ile sıkı sıkıya alâkadardır. Fakat, babalık hissi­ne zebun olarak değil. O, hiç bir şeyin zebûnu ve müptelâsı olmadığı gibi, bu hissin de esîri değil, hâkim ve âmiridir.
***
Muhakkak ki Dost, bir İlâhî vekâr âbidesi idi. Ammâ, abusluktan hiç hoşlanmaz, somurtkanlığı hiç sevmezdi. Onun için de, gerek âile gerek meslek hayâtını süsleyen yumuşak ve zarif nüktelerini yaka­lamak her zaman mümkündü.
Meselâ sofraya çorba konduğu bir gün:
            İçmez misiniz, terbiyeli... denmesi üzerine:
"Hayır istemem, varsın terbiyesiz olsun, ben onu terbiye ederim!" cevâbı ile, teklif sâhibini de, sofrada bulunanları da güldürmüştü.
Âile içinde Münîre Hanımefendi, ileri yaşı, kıde­mi, görgü ve keskin zekâsı ile, hatırlı mevkii olan ve mevkiinin de, gerçekten ehli bulunan bir kimse idi.
Şeyhülvüzerâ Nâmık Paşa'nın torunu olarak ka­zandığı köklü terbiye ve asâletini, Hak kapısının tevâzûu ve edebi ile de birleştirmek nasibini almış bir derviş sıfatı ile, çevresinin gözde insanlarındandı. Bü­yükle büyük, çocukla çocuk olan, gönülsüz, kibirsiz ve hazırcevaptı.
Dâmâdı, Doktor Server Hilmi Bey’le, et tırnak gibi anlaşan iki insandılar. Karşılıklı lâtîfelerini dinlemeğe herkes can atardı.
Bir gün devrin İnhisarlar Vekili nin oğlu, İsviç­re'ye tahsile gitmek üzere Dost'a vedâa gelmişti. Münîre Hanımefendinin elini de öpmek istediği zaman, nerede ve nasıl konuşacağını çok iyi bilen Hanımefen­di, genç çocuğa Fransızca olarak: "Attrapez le bien, fuyez le mal!" İyiliği tut, kötülükten kaç, mânâsına ge­len, nasihat yollu sözü, yabancı bir dille söyleyince, yaşlı bir kadının ağzından çıkan bu hiç beklemediği cümle, belki de gence, aslâ unutamayacağı bir yol he­diyesi olmuştu.
Dostun yakın akrabâsı [Amca torunu. Vak'anın geçtiği târih, 1911.] olup, çocukluğu ayni ça­tı altında geçmiş, bugün de fazileti, dürüstlüğü ve ki­barlığı ile, çevresi tarafından sayılıp sevilen bir hanı­mefendi, Dostun, çocuklara olan muâmelesine örnek veren birkaç hâtırasını şöyle nakletmiş bulunuyor:
Râmi, eskiden İstanbul'un en yakın sayfiyelerindendi. Bir yaz, orada büyük bahçeli bir köşk tutuldu. Ammâ bu geniş bağın bir kısmı, mal sâhibine âitti.
Evde, iki kız, iki erkek, dört çocuktuk. Bize, ev sâhibine âit kısma geçmememiz ve o tarafın meyvele­rine el sürmememiz tenbih olunmuştu.
Öyle ammâ, öbür tarafta, nakil gibi donanmış ki­raz ağaçları vardı. Âdetâ bizi çağırıyor ve: Gelin, şu
penbeli kırmızılı meyvelerimden toplayın! diyordu. Biz de, bir sabah erkenden, kız yeğenimle bu dâvete uya­rak ve kimseye de görünmeden o tarafa geçtik. Topla­dığımız kirazları da eteklerimize doldurduk. Fakat köşke dönerken, Büyüğümüzün, pencereden bize bak­makta olduğunu görünce, öylesine şaşırdık ki, ben, eteğimi gül ağacının dibine boşalttım ve selâmlık oda­sındaki yüke girerek yatakların arkasına saklandım. Korkudan bir türlü meydana çıkamıyordum. Arandığı­mı duyuyor, ammâ ses de veremiyordum.
Arkadaşım ise, kirazlarım sarnıcın dibine atmıştı. O da ortalarda yoktu. Nihâyet yemek vaktine doğru bizi buldular.
Ev halkının işi bildiğini hissediyor ve kabâhatimizin, an-be-an yüzümüze vurulacağını bekliyorduk.
Fakat ne tuhaf... Kimsede ne bir muâmele deği­şikliği vardı ne de sabâhm erken saatinden öğleye ka­dar nerelerde olduğumuz soruluyordu. Herkes, hiç bir şey olmamış gibi davranıyordu. Bizi yüzlememek husûsunda âilenin müşterek karar almış olduğunu o za­man ne bilebilirdik. Bu tutum, bize öylesine tesir etti ki, bir daha, hakkımız olmayan herhangi bir şeye el uzatamadık.
Çok yaramazlıklarımız oldu, ammâ aslâ haram, gözümüze câzip ve şirin görünmedi.
Ayni akrabâ devam ediyor:
Gene ayni köşkte idik. Bize âit bahçede de pek çok meyve ağacı, bâhusus mebzûl erik vardı.
En büyük ağaçların birine salıncak kurdular. Sıra ile sallanıyorduk. Fakat yaşça büyük olan erkek yeğe­nim, mutlaka bir tatsızlık çıkarıp bizi ikiye bölüyordu. Ancak, ablam ve küçük yeğenim benimle berâberdi.
Bu geçimsizliği önlemek için büyük yeğenimize bir başka salıncak kuruldu ise de, çıkardığı tatsızlık ona pahalıya mâl olmuş, yalnız kalmıştı. Hiç birimiz yanı­na gitmiyor, berâber oynamıyorduk.
Meğer Büyüğümüz, bütün bu olup bitenleri de penceresinden tâkip ederek görüyormuş. Bir gün, bah­çe kapısından çıkarak yanımıza geldiğini gördük. Çok tatlı ve yumuşak bir sesle: "Bakalım beni hanginiz sallayacaksınız?" dedi ve bizim salıncağa bindi. Ab­lamla ben ve küçük yeğenim, hemen atıldık ve salla­maya başladık.
Karşıdan, mızıkçı yeğenimiz: "Benim salıncağıma da geliniz!" diye, âdetâ feryat ediyordu.
Nihâyet, misâfirimiz, bizim salıncaktan inip onun­kine bindi ve bize de: "Haydi, hepiniz gelin ve hepi­niz beni sallayın!" dedi.
Hemen o tarafa giderek Büyüğümüzü birer birer salladık.
Pek tabiî ki bu hareket ve bu dâvetten maksat sa­lıncağa binmek değil, iki Jarafı da uzlaştırıp birleştir­mekti. Nitekim öyle de oldu. Çünkü ayrılığı ve kavgayı hiç sevmezdi. Diyebilirim ki bir ömür boyu ve hayâtın her türlü zorlukları, mızıkçılıkları ve beklenmedik hâdiseleri karşısında hep onu bu uzlaştırıcı ve affedici tavırda gördüm.
***
Ayni akrabânın bir başka hâtırası:
Gene ayni köşkteyiz. Bahçe meyve ağaçlan ile do­lu. Hem oynuyor, hem de erik, kayısı, ne varsa koparıp yiyor ve yiyemediklerimizi de ceplerimize dolduruyor­duk. Herhâlde işi fazlaya götürmüş olacağız ki, yeğe­nimle ben, dizanteriye tutulduk. Bu hastalığın da en
ağırına yakalanmıştık. Ayrı ayrı odalarda yatıyorduk.
Evde, âileden olan dâhiliye mütehassısı bir profe­sör vardı. Durmadan bize ilâç taşıyordu. Fakat ben haftalar geçmesine ve bütün ihtimâma rağmen iyileşe­miyor dum.
Günlerden bir gün, evdeki yardımcılardan biri, önüme pirinç çorbası getirdi. Öylesine açtım ki, hemen içip bitirdim. Fakat çorba hem yağlı hem domatesli imiş ve kızcağız, bunu bana acıdığından gizlice vermiş.
O gece, hastalığım son şiddetini buldu. Annemin kucağında ve baygın hâlde yatağıma getirilmişim, ha­tırlamıyorum.
Yeğenim benden daha evvel iyileşmeğe başlamıştı. Bir gün ablam odama geldi ve: "Haydi artık kalk, âilece bir kır gezmesi olacak. Seni bu hâlde götürmez­ler," dedi.
Ertesi gün canımı dişime takarak yataktan çıktım ve Büyük Vâlide'mizin elini öpmek üzere merdivene yürüdüm. Fakat dizlerim titriyor ve gözlerim kararı­yordu. Merdiven basamaklarında üç defâ oturup din­lendim. Vâlide'miz, beni son derece tatlı karşıladı ve: "Aman benim kızım iyi olmuş mâşallah" diyerek iltifat etti. Sonra da yanındakilere: "Hemen kızıma bir kır­mızı terlik alınsın!" dedi.
Ertesi gün kırmızı terlikler gelmişti.
Aradan bir kaç gün geçmeden, kır gezmesi sâhileşti. Yemekler yapıldı, kapıya iki manda arabası geldi, şilteler serildi. Başta Büyük Vâlide'miz olmak üzere, bir arabaya ev halkı, diğerine de aşçıbaşı, uşak ve yemek takımları yerleştirildi. Beni götürmeyecekle­rini çoktan anlamıştım. Kaç gündür gösterdiğim gay­ret boşa gitmişti. Akrabâmız olan doktor yanıma gele­rek: "Kızım, sen daha yeni hastalıktan kalktın ve bü­yük tehlike atlattın. Henüz bağırsakların sarsıntıya gelmez. İyi ol, beni seni götürürüm!" dedi ve başımı okşayarak, iki çil kuruş verdi.
Biz çocuklar, o zaman para harcamasını pek bil­mezdik. Sevinemedim bile. Arabalar gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktım.
Büyüğümüz evde kalmıştı. Zenci bacımız, beni sa­lıncağa bindirip salladı ve elinden geldiği kadar oyala­maya gayret etti.
Bir müddet sonra yukarıdan ney sesi gelmeğe baş­lamıştı. Büyüğümüzün, o gün üflediği ney, sanki şim­diye kadar dinlediklerimden bambaşka idi.
İşte bu ses, bana evde kalışımın unutulmaz mükâfâtı oldu.
Akşam geç vakit, arabalar göründü. Ablamın an­latacaklarını sabırsızlıkla bekliyordum. Çocukların başlarında, katırtırnaklarından yapılmış külâhlar var­dı. Büyük Validemiz, bir tâne de benim için yaptırmış­tı.
***
Ayni akrabâ, 1912 senelerine âit hâtırasını da şöy­le naklediyor:
Yazlıkta idik. Yaşça hepimizden büyük ve hepi­mizden cesâretli olan yeğenimiz, Karagöz oynatarak bu oyuna evin büyüklerini dâvet etmeyi teklif etti. Fi­kir bize çok parlak göründü. Öylesine sevindik ki âdetâ coştuk. Lâkin elimizde Karagöz tasvirleri yoktu. Onun için de gazete ve mecmûalardan resimler kesme­ğe başladık.
Haremle selâmlık arasında camlı büyük bir bölme vardı. Bu resimleri cama yapıştırmaya karar verdik. Ammâ yapıştırıcı bir maddemiz de yoktu. Bu sefer bogazımız kuruyuncaya kadar tükürüklerimizi sarfederek işimizi tamamladık. Ancak karşımıza yeni bir müşkül daha çıkmıştı. Cama yapıştırdığımız resimleri nasıl hareket ettirip oynatacaktık? Hepimizi bir dü­şüncedir aldı. Memlekete henüz elektrik de gelmemiş­ti. Oyun kolumuzun başı olan yeğenimiz eline bir lâmba alarak arkaya geçti ve provaya başladı. Çocuk­luk bu ya, resimler oynuyor diye kendimizi aldattığı­mızı bilmeden, sevinçten uçuyorduk.
Ertesi gün sandalyeleri dizdik. Başta Büyük Vâlide'miz ve Büyüğümüz, dâvetimizi hiç nazlanma­dan kabûl ettiler. Hâne halkı da çâresiz arkalarından gelerek iskemleleri doldurdular.
Güyâ Karagözcü olan yeğenimiz camın arkasında hem konuşuyor hem de lâmbayı aşağı yukarı gezdiri­yor, biz de sâfiyâne, resimlerin hareket ettiğini zanne­derek seviniyorduk.
Büyüğümüz, sonuna kadar kaldı ve oyun bittikten sonra da bu çocukça hareketimizi taltif etmek sûretiyle, bizi sevincimizle baş başa bıraktı.
Şimdi düşünüyorum da, mâsum bir çocuk hevesini bu kadar ciddiye almak ve sıkıldığı muhakkak olmak­la berâber, tahammülsüzlük göstermeden sabretmek için, nasıl ileri bir pedagojik anlayışa sâhip olmak ge­rekti?
Acabâ bugün biz, çocuklarımızın basit ve zararsız arzûlarını kırmadan, onlann seviyesine inmekte, ayni basireti gösterebiliyor muyuz?
Amca torunu hanımefendi devam ediyor:
Artık büyümüştüm. Ammâ gene bir hastalıktan kalktığım için, mektepte sene kaybetmiştim. Bu yüz­den de, iki sınıfın imtihânını vermeğe kararlı bulunu­yordum. Halbuki Büyüğüm, sıhhatimi düşünerek, bu fikrimi pek beğenmedi ise de, ben kararımdan cayma­dım.
Lâkin bu defâ da zâtürreye tutuldum ve tabiî ki düşüncem tatbik edilemedi. Zaman geçti, gene iyileş­tim. Fakat içimde bir azap vardı. Sağlığımı düşünen Büyüğümü dinlememiştim. Af dilemeğe karar verdim, ve diledim. Beni dinledikten sonra, tek cevâbı: "Sen kendini affettin mi?" demek oldu.
Artık genç kızlık çağından, evlilik devresine gir­miştim. Kocam subaydı. Tâyin olduğumuz yerlere berâberce gidiyorduk. Ammâ her sene, yaz mevsimin­de İstanbul'a geliyordum.
Bir seferinde avdet zamânım gelmiş, vedâ ediyor­dum ki ağzımdan, şükürsüzlüğe kaçan ve pek hoş ol­mayan bir söz çıktı. O zaman Büyüğüm: "Sen kızını sever misin?" dedi. "Evet Efendim!" dedim. Tekrar: 'Bir hatâsını gördüğünde azarlar mısın?' diye sor­duğunda, gene, evet, dedim.
"Sen bir kul olduğun hâlde, evlâdının terbi­yesini düşünürsün de, Allah, kullarının hayrı için neler yapmaz?
Senin iyi gördüğün şeyler içinde ne kötülük­ler, kötü gördüğün şeyler içinde de ne iyilikler vardır. Haydi güle güle kızım!" diyerek beni uğur­ladı.
Bu ayrılış için aşırı sızıldanmış ve hâlime râzı ol­mamış bulunduğumu hissederek dışarı çıktım.
Ayni kimseden bir başka hâtıra:
Erzurum'dan Ankara'ya tâyin olmuştuk. Henüz bir senemiz dolmak üzere idi ki bir gün zevcim eve pek neşeli dönmüştü: "Sana bir müjde... Afganistan'a askerî hoca olarak gidiyoruz. Seni de, iki sene sonra İstanbul'a gönderirim,” dedi.
Bu habere sevinememiştim. Ailemden iki sene ay­rı kalmak, birden hiç hoşuma gitmemişti. Hâdiseyi he­men mektupla Büyüğüme bildirdim. Gelen cevap: "Kı­zım, kocan nerede ise sen de onun yanına yakı­şırsın!" karşılığı oldu.
Gene de üzgündüm. Annemi de çok düşünüyor­dum. Ammâ, bütün bu endîşelerime rağmen, yol hazır­lıklarına başlamıştık bile.
Aradan bir hafta geçti. Gene bir gün bahçede kı­zımla berâber dolaşıyordum. Bu defâ zevcim eve dur­gun bir yüzle geldi. Çocuğu şöyle bir sevip bıraktı. Kahvesini pişirip götürdüm ve yanına oturarak, hasta veyâ üzgün olup olmadığını sordum. Vazifesi Mareşâl’in yanında idi. Paşa, Afganistan'a gönderilecek olanların listesini bizzat hazırlamış ve imzâlamıştı. Fakat nedense, zevcimin ismi çizilerek, onun yerine, arkalı bir başka subayın ismi yazılmıştı.
Biraz konuştuk ve: "Şuna üzülüyorum ki, yerime gidecek arkadaş, Türk ordusunu temsil edecek ehliyet­te bir topçu değildir," dedi.
Neticede Afganistan'a gidemedik ve ben o sene de gene âileme mûtat ziyâreti yaptım.
Henüz ilk mektep dördüncü sınıfta okuyan bir akrabâ kızı, subay olan babasının değişik vazifeleri yüzünden, âilesi ile birlikte, doğu ve batı vilâyetlerin­de dolaşmaktadır. Tâtillerini İstanbul'da geçirecekleri bir sene, küçük kız, çok sevdiği Dost'a bir hediye gö­türmek istiyor ve annesinin, gelişi güzel verdiği bir bez üstüne, pek çocukça, basit bir şeyler işliyor. Fakat yaptığı işlemeyi beğenmemesine rağmen, hediye et­mekten de bir türlü vazgeçmiyor.
Neticede, işleme yerini buluyor. Aradan da sene­ler geçiyor. Yeniden âilenin yolu İstanbul'a düştüğün­de, Dost, küçük akrabâsını çağırarak:
"Bak kızım, işlediğin örtü, rahlemin üstün­de..."
Diyerek çocuğu taltif ediyor. Dost, emeğe, iyi niye­te ve çocuk rûhiyâtma kıymet vermemiş olsaydı, otuz şu kadar sene sonra, artık yüksek tahsil kademesini aşıp cemiyetin sivrilmiş sîmâlarından olan bu hâtıra­nın kahramanı hanım, o çocukluk hikâyesini, yeniden yaşar gibi, bütün canlılığı ve tâzeliği ile nasıl anlatabi­lirdi?
1914 Cihan Harbi seneleri idi. Çocuklar sokakta muhârebe oyunu oynuyorlardı. Bir taraf Türk, bir ta­raf düşman olmuştu. Dost da, pencereden, onları dik­katle seyrediyordu. Nihâyet oyun bitmiş ve Türkler kazanmıştı. Neticeden memnun olan Dost, her iki ta­rafın çocuklarını da Konağının avlusuna çağırarak hepsine iltifat edip çil paralar dağıttı.
Eskiden Ada da oturan halk öğle ve akşam yemek­lerini bahçelerine kurdukları masalarda yerler veyâ kapı ve pencereleri açık tutarlardı.
Orada yazlıkta oldukları bir gün Dostun annesi, henüz daha çocuk yaşta olan annemi çağırarak:
-"Kızım, gez dolaş sofra nasıl kurulur, nasıl tanzim edilir etraftan gör, öğren," buyurmuşlar.
Salonda oturulduğu bir gün ihvandan bir hanım o sırada beş yaşında olan Dostun küçük kızını sevmek, yanağından öpmek istemiş. Fakat o: "Ben kimin kızı­yım, biliyor musun? Senin benim yanaklarımı değil ayaklarımı öpmen lâzım," karşılığını vermiş.
Bu hâdise kendilerine nakledildiğinde Dost’un an­nesi son derece celâllenmişler ve ertesi günü o hanımı çağırtarak salondaki koltuğa oturtmuş, torunlarına da onun ayaklarını öptürmüşler.
Dost’un annesi temizliğe çok dikkat ederler ve iş görenlere de son derece lûtufkâr ve yumuşak davrana­rak iyi muâmele ederlerdi.
Bir gün, yeni yetişmekte olan yakın bir akrabâ kı­zı merdivendeki camı siliyor, kendileri de bezi sıkarak ona uzatıyorlarmış. Bir müddet sonra:
"Haydi kızım sen yoruldun, yerlerimizi de­ğiştirelim," diyerek bezi alıp cam silmeğe başlıyor, onu da dinlenmesi için aşağı indiriyorlar.
Bu da bir başka yakının hâtırası:
Dışarıdan bir ses duyuldu. Dost ün: "Git bak kim gelmiş?" demesi üzerine gidip baktım ve: Küçük Nezihe Hanım!" dedim. O zamana kadar Nezihe Hanım'a, boyunun çok kısa olmasından kinâye, Küçük Nezihe dendiğini duymuş, bu yüzden, ben de öyle söylemiştim. Dostun hemen kaşları çatıldı ve:
"Bir daha böyle söyleme. Bir kimsenin kusûrunu, nasıl olur da onun sıfatı olarak kullanırsın?" dedi.
***
Ailenin yakınlarından bir genç, sesinin İliç müsâit olmamasına rağmen her zaman şarkı söylemeğe he­vesli idi. Söylediği zaman da etrâfındakilerden bâzılarımn lâtîfelerine hedef olurdu.
Bir gün Dost, yakınları ile bir arada iken: "Bir şey söyle de dinleyelim," teklifinde bulunmuş, o da gene, alaya alınmaktan bizar: "Efendim, herkes bana gülüyor," deyince: "Sen söyle oğlum, onlar değil, ben dinliyorum," diyerek etrâfın hareketini tasvip etmediğini ihsas etmişti.
***
1941 senesi yazında, Şaşkın Bakkal'da Dostun oturmakta oldukları köşkün karşısında bulunan gayet geniş ve güzel bahçeli bir köşkte oturmuştuk.
Ağabeyim Ekrem Hakkı Bey'in müteahhitliğinin en iyi zamanlan idi. Oğlunun sünneti de burada oldu.
Bahçeyi fırdolayı dolaşan koridor gibi yola tahta masalar ve bahçenin ortasındaki çiçekli büyük göbeğe de her taraftan görülebilecek bir sahne kuruldu. Nâşit ve emsali sanatkârlar geldiler.
Misâfirleri ağırlayarak belli yerlere oturtuyor ama yanlarında uzun boylu kalamıyorduk.
Dâvetlilerden, sonradan Adliye Vekili olan Abdülhak Kemal Yörük Bey, Hasan Âlî Yücel Bey'i de yanı­na alarak düğüne gelmişti.
Ağabeyim, daha sonra teşrif eden Dost'u, Hasan Alî Bey'in bulunduğu masada ağırlamıştı.
Hâdisenin devâmını Dostun bir talebesinin kızı, babasından naklen şöyle anlattı:
O gün, Dost, Hasan Alî Bey e:
-"Beyefendi, nedir bu maârifin hâli, bu nesil nereye gidiyor? Başı boş bırakılmış, faydalı bilgi verilmiyor. Çocuklarımız gayri millî ve gayri İslâmî terbiye ile yetiştiriliyorlar," deyince, Hasan Âlî Bey cevap olarak:
-               Bu nesil böyle gitsin, arkadan gelecek nesli iste­diğimiz gibi yetiştiririz, demiş. Buna Dost:
-              "Gelecek nesil, bu neslin devâmıdır. Bu nes­le öğretilmeyen ondan sonraki nesle nasıl öğreti­lir? Hiç mâzîsi olmayan istikbâl olur mu? Geç­mişten faydalanmayan hiç bir gelecekten hayır gelmez," diye karşılık vermişler.
1937 senesinin Temmuzuydu. Dost un torunu sün­net olacaktı. Yalı, böyle bir merâsim için son derece el­verişli idi. Fakat, âile içinde yapılacak olan düğün, külfetli ve ihtişamlı olmayacaktı.
Yalnız, sünnet cemiyetlerinin tuzu biberi demek olan, hokkabaz çağrılacak ve Dost'a olan hürmetini her fırsatta belli eden Nâşit, arkadaşlarıyle gelecek, dar kadrolu bir saz heyeti de dâvet edilecekti.
Fakat olacak bu ya., ancak birkaç senede bir görü­len çok şiddetli bir fırtına ve ağaçları yolup, yaprakları pencerelere yapıştıran bir yaz yağmuru, düğün lehine programı değiştiriverdi.
Bütün çalgılı bahçeler, yağış yüzünden, o gün için faâliyetten kalmıştı. Saz âlemlerinin müdâvimi olan bir akrabâ da, bunu fırsat bilerek hemen arabasına at­layıp, açıkta kalan sâzende ve hânendeleri toplayarak getirdi. Düğün, bu kalabalık san'atkâr grubunun gel­mesi ile, beklenmedik bir renk almıştı.
Fakat işi tertipleyen aynı akrabâ, sanatkârların kadehsiz olamayacaklarını da düşünüp, hazırlığı, ona göre tamamlamıştı.
Düğünün, kıvâma geldiği bir sırada, içlerinden bir san'atkâr, kendilerine ayrılmış yemek salonunu, diğer salonlara bağlayan koridorun kapısını nasıl çekmişse çekmiş ve kapı sanki bir daha açılmamak üzere örtül­müştü.
Gerek ev halkından, gerek misâfirlerden, kimin eli yatkın ise, bir boy uğraştı, fakat kapıyı açmak kabil olmadı. Dışardan usta bulunup getirildi. Ammâ o da bir şey yapamadı. Her zaman rahatlıkla açılıp kapa­nan kapı, inat ediyor ve sanki: Ne yapsanız nâfile! di­yordu.
Tek çâre, sanatkârların yemeğini, aşağıdan alıp, yemek salonunu bahçeye bağlayan köprüden geçir­mekti. Ne ki, hem hava yağmurlu hem de iş çok do­lambaçlı ve müşkül idi. Fakat buna rağmen başka çâre kalmamıştı. Nitekim öyle de yapıldı.
Hâdise Dosta kadar intikâl etmişti. Kestirmeden verdiği cevap, bir şifre gibi idiyse de, anlaşılması o ka­dar da güç değildi:
"Evime neden içki soktunuz?"
Bu îkâz yollu ihtârı, anlayanlar anlamıştı. San'atkârlara işret sofrası hazırlayanın da anlamış olduğu, tahminden pek uzak sayılmasa gerekti.
İlmin ve ilim adamlarının her çıktıkları basamak­ta, biribirlerine yan bakıp küçük görmeleri ve attıkları her ileri adımla, zihnî ve maddî görüş ve buluşlara, ye­ni yeni imkânlar açmış ve açmakta bulunmuş olmala­rı, maddî tekâmülün gereğidir.
İlim adamı, sırasında kendinden evvelkini de çağ­daşlarını da yalanlar, çürütür... Bu da onun zarûrî ve tabiî vazifesidir.
Halbuki, mânâ ilminin merkezi olanlar arasında, kavga, münâkaşa, çekişme, hele yalanlamanın adı dahî yoktur.
Zîra birinciler, maddenin çözebildikleri meçhulle­rini ortaya koymak dâvâsı ile, kesret âleminde biribirleriyle yarış ederler.
Diğerleri ise, ezelden ebede değişmeyecek olan vahdet sırlarının âşinâsıdırlar. Onun için de, her devir ve her asırda beyan ettikleri, müşterek ve İlâhî hakikattir. Bu yüzden de ayrılığa düşmez, biribirilerini taşlamaz, kınamazlar.
Dünyâ kesrettir. Tabîati îcâbı, kavgacıdır, mânâ ise vahdettir. Onun için de barışçıdır.
Bir zaman Koca Rifâî, bütünün bir parçası gördü­ğü domuza selâm vermişse; bir başka zaman, ulu Rûmî, sokakta rastladığı fâhişenin önünde eğilmişse; bir başka velî darağacındaki hırsızın yanağım okşamışsa, hepsi de, ayni çeşmeden birlik ilmi içmişlerden oldukları için, kesrette vahdeti görmüş olmalarından­dır.
Her asırda, her devirde, velîlerin adı sanı değişir, ammâ inanış, tutum ve davranışlarında ne tebeddül ne de bir yalanlama olur.
İşte Dost da, yabancı diyarlardan kendi sınırına girince, toprağı öpecek bir millî hassâsiyete sâhip ol­masına rağmen, insanlarla şahsî münâsebet ve muâmelesinde, taraf tutmayan ve haktan ayrılmayan tutu­mu ile, her cins ve mezhep ehli tarafından sevilen ve sayılan bir müstesnâ idi. On üç sene Türkçe hocalığı yapıp nihâyet 1942 senesinde ayrıldığı Fener Rum Erkek Lisesinin müdürü Zahariyadis 1948 senesinde, Dostun rahatsızlığını duyarak ziyâretine gelmişti. Bı­raktığı karta da, "Mine'l-mehd ile'llahd vefakârı­nız”  [Zahariyadis, Galatasaray'da okumuş olduğu için, Türkçesi kuv­vetli bir kimsedir. Eskiden, her münevverin bilip kullandığı bu cümlenin mânâsı: Beşikten mezara kadar vefâkârınız, demektir.]  ibâresini yazmıştı. Bu aşırı tâzîmin sebebi, uzun seneler, şâhit olduğu sayısız insanlık örneklerin­den başka ne olabilirdi?*
* 1978 senesi sonunda dahî Dost'un fotoğrafı lise müdürünün masasının camı altında duruyor ve resmin altında da, gene Dost tarafından söylenen şu sözler yazılı bulunuyor:
"Bulunduğun yerde kalma, ileri geç. Geç de, ne kadar geçersen geç. Yoksa ömrünün geçmesi, mezara yaklaşman olmasın. Yürü, dâimâ yürü. Eğer ölüm seni yolda yakalarsa, onu Allah bilir. Yeter ki bu iş, dururken olmasın."
Uzun seneler, adını işitip, kendisini tanımadığı­mız bir kimsenin ismini, zaman zaman Dostun ağzın­dan duyardık. Bunlar:
"Abbas'ı severim, iyi adamdır! Abbas’ın sesi de güzeldir!" gibi sözlerdi.
Neden bu sevilerek yâd edilen Abbas, gelip git­mez, neden kendisini seveni arayıp sormazdı? Evinin de çok yakında olduğu biliniyordu.
Eğer bu uzaklaşma, onu haklı çıkaracak bir sebe­be dayanmış olsaydı, Dost, mutlaka îzah ederdi. De­mek ki Abbascağızın aleyhinde, bir pürüzlü nokta ol­malı idi ki, anlatmaya yanaşmıyordu.
İşin iç yüzünü bilen yaşlılar da, o taraflı olmuyor­lardı. Ammâ, bir gün, âileden biri, nasılsa bu söylen­meyen sebebi ağzından kaçırıverdi: Abbas Efendi de­fi) 1978 senesi sonunda dahî Dost'un fotoğrafı lise müdürünün ma­sasının camı altında duruyor ve resmin altında da, gene Dost ta­rafından söylenen şu sözler yazılı bulunuyor:
"Bulunduğun yerde kalma, ileri geç. Geç de, ne kadar ge­çersen geç. Yoksa ömrünün geçmesi, mezara yaklaşman olmasın.
Yürü, dâimâ yürü. Eğer ölüm seni yolda yakalarsa, onu Al­lah bilir. Yeter ki bu iş, dururken olmasın."
nen bu zat, Dostun dergâhına oluk oluk akın eden ka­labalıktan, hissen rahatsız olmuş ve işte bu yüzden de geri çekilmişti.
Kendi dergâhının da Dostunki gibi, şeyhülislâm­ların, âlimlerin, şâirlerin, hattâ patriklerin, papasların uğrağı olmasını istediği hâlde, günün birinde gıbtası, kıskançlık kisvesine bürünerek, bu hırçın duygu­sunu da, küsmek sûretiyle açığa vurmuş bulunuyordu.
Bir sabah namazından sonra Dost, zevcesinden el­biselerini istiyor ve mektep saatinden çok evvel, âdetâ alaca karanlıkta, sokağa çıkarak Abbas Efendi'nin evi­ne gidiyor.
Senelerdir biribirlerini görmemişlerdir. Kimin gel­diğini bilmeden, sokak kapısını açan suçlu ev sâhibi, suçsuz misâfirini görünce, kim bilir, yılların biriktirdi­ği pişmanlık, utanç ve eziklikle, birden kendini kaybe­der hâle gelerek: Allah! diye haykırıp bayılıyor.
Ammâ, iki eski âşinânın barış görüş olmaları ile hikâye bitmişse de, iş bitmemiştir. Zîra, sabah karan­lığında kapısına varılan bu eski dost, hastadır. Hekim, ilâç hattâ hastahâne lâzımdır. Ve sıra, bu lüzûmu olan ihtiyaçların karşılanmasına gelmiştir. Ne ki, sıhhatine kavuşan Abbas Efendi, ancak kadîm ve ezelî dostu ile, iki sene gibi bir zaman hasret giderir; yanı başında bekleyen Azrâil, daha fazlasına izin vermez.
1947 de liseden mezun olan bir delikanlı, bugün İstanbul Üniversitesi hastahânelerinden birinin olgun ve şuûrlu bir nöroloji profesörüdür.
Dost, delikanlının annesi ile kardeşinin hamurla­rına tevhit mayası kattıktan sonra, onlar da insan yaradılmış bulunmanın, gerek ferde, gerek cemiyete kar­şı omuzlarına yüklediği vazife ve mes uliyet şuurunun cilâlanmış örnekleri olmuşlardı.
Ancak, sert ve haşin bir Rumeli ağası olan âilenin babasına ne olmuştu? Dost, ne yapmış da, onu bir akarsu, hâline getirmişti?
Genç adam da, anne baba ve kardeşinin feyz al­dıkları bu çatının altına girip Dostun elini öpmek ve onun dünyâ görüşü ile kendine ve etrâfına bakmak is­tiyordu. Uzun zaman da, bunun için çırpındı. Fakat o kapıyı her zorlayışında, liseyi bitirmeden o eli öpemeyeceği haberini alıyordu.
Pek çalışkan bir talebe de sayılmazdı. Ammâ bir ara delikanlı, öylesine başını kitaplarına eğdi, öyle bir hamle yaptı ki birincilikle mektebini bitirerek, iştiyak­la beklediği güne kavuştu.
Ne ki, kavuşmak yetmiyordu. Ancak, Dostun bir­lik görüşü ahlâk ve îman anlayışı, insanla ve Allah'la olan münâsebeti benimsendiği takdirde beşeriyetin selâmetine yardımcı olmak imkânları yüz gösteriyor­du.
Genç adam, iyi niyetli ve akıllı idi. Egosunun mih­verinden kopmakta tereddüde düşüp bocalamadı. Fer­de, cemiyete ve dünyâya, tevhit gözü ile bakar olunca da, hareketleri, tutum ve muâmelesi ona göre ayarlan­mıştı.
Komaya girmiş dünyânın hastalığı, ilimle îmânın iki düşman zannedilmesinden ileri gelmiyor muydu? Bu idrâke varan genç doktor da, maddî ve mânevî bil­gileri barıştırıp bir kapta yuğurarak, etrâfına ikram eden müstesnâlardan oldu.
Onun, dünü ile bugünü arasında tam otuz sene var. Ne ki, Dost'tan aldığı irfan, hikmet ve tevhit nafa­kası ile, çevresini besleyip yetiştirmekte, ferâgat ve ihlâsla çalışmakta ve bu anlayışın, bir ibâdet kutsiyeti taşıdığını bildiğinden, aksiyon ve reaksiyonlarını ona göre ayarlamış bulunmaktadır.
Dostun Emirgân'da yaz geçirdiği seneler, Boğazi­çi'ne henüz otobüs işlemiyordu. Taksi bolluğu da yok­tu. Aileden, şehre inenler, ekseriyâ 4.45 vapuru ile ya­lıya dönerlerdi.
Bu dönüş vapurunun salonunda, iki ayrı hoşsoh­bet kimse ve etraflarında da iki ayrı grup vardı. Bun­lardan biri, kimyâ hocası Nûreddin Münşî Bey'in diğeri de, Beyoğlu Müftüsü Recep Efendi'nin yârânı idi.
Nûreddin Münşî Bey, bol âhenk, esprili adamdı. Konuşmaları, ağzına bakanlan güldürüp eğlendiren mevzûlar teşkil ederdi.
Recep Efendiye gelince, o da neşeli, rahat ve tatlı söz söyleyen bir kimse olmasına rağmen, etrâfma top­lananlara, daha ağırbaşlı kimseler denebilirdi.
Dostun âilesinden 4.45 vapuru ile dönmeyi tercih eden birisi vardı ki, yer ve fırsat bulursa, Recep Efen­di'nin halkasına yakın otururdu.
Recep Efendi'nin evi İstinye'de idi. Bir gün gene harâretle konuşulduğu bir sırada, vapur Emirgân'a yaklaşmıştı ki o ara Müftü Efendi, meclisinde bulu­nanlara, Dostun yalısını göstererek: "Aziz Efendi* benim sınıf arkadaşımdır. O derece mutaassıptı ki, Kenan Bey'in büyüklüğünü, onun taassubunu bir an­da eritmesinden anladım!" diyor ve Dostun kemâlin­den söz ediyordu.
* 20. Asrın en büyük hattatı olan Şeyh Azîzü'r-Rifâî, Mısır Kıralı Fuad'ın açmış olduğu Hat Mektebi'ne, Kral tarafından İstanbul a gönderilen Nakîbü'l-eşraf vâsıtasıyle dâvet edilerek, Mısır a gitmiş bulunuyor ve on senedir de orada hocalık yapıyordu. O yaz ise, izinli olarak memleketine gelmiş ve Dost'a misâfir olmuştu.
Recep Efendinin teşhisi doğru idi. Dost, îmânın kalbe giden yolunu tıkayıcı her türlü katılığı eriten üs­tün şuûrdu. Rûhu ve mâneviyâtı zedelemeyen, hür ve saf inanışın rehberi ve insanlık yolunun meş'alesi olan büyük şuûr.
Rifâî şeyhlerinden Hüsnü Bey, bir akrabâsmın evinde, Dostun yakınlarından bir hanıma tesâdüf et­miş bulunuyordu.
İlk defâ karşılaştıkları için, ev sâhibi, misâfırini "Dostun evlâtlarındandır," diye takdim etti. Hüsnü Bey, bu tanışmadan son derece memnun olmuş ve: "Böyle büyük bir zât-ı şerifin evlâdını tanımak benim için şereftir," dedikten sonra da, aralarında uzun bir sohbet geçmişti.
Akşam olunca misâfir hanım, gitmek üzere izin is­teyip ayağa kalktı. Şeyh Hüsnü Bey de, kendisini oda kapısına ve hattâ merdivenlere kadar teşyî etti. Sonra ev sâhibine dönerek: "Böyle büyük bir zât-ı şerifin evlâdını aşağılara kadar geçirmek isterdim. Ne mutlu size ki o zât-ı âlîkadri görüyor ve sohbetinde bulunu­yorsunuz. Bu, her kula müyesser olmaz." dedi.
Hüsnü Bey’le akrabâsmın evinde karşılaşmış bu­lunan kimse, ertesi günü hâdiseyi Dosta naklederken: "Bilmem ki Efendim, Şeyh Efendi Hazretleri, acabâ beni adam yerine koymadığından mı bu kadar rahat sohbet etti? Yoksa size mensup olmam dolayısıyle mi içini dökerek konuştu?" deyince, yerinde lâtîfeden hoş­lanan Dost; gülerek:
"Her hâlde seni adam yerine koymadığındandır!" diyerek tebessümle cevap verdi.
Sarı Er diye de adlandırılan Rifâî Şeyhi Hüsnü Bey, ayni zamanda, mûsikîye âşinâ bir san'atkârdı. Dost, bu hâdise üzerine kendisini ziyâret etmek istedi. Ancak Hüsnü Bey in Beşiktaş'ta bulunan ikâmetgâhı, beşinci katta idi. Dost ise, yüksek tansiyon tehdidi al­tında bulunuyordu. Yakınları, beş merdiven çıkmanın zararlarını sayıp dökmelerine rağmen, bu ziyârete mânî olamadılar.
***
Albay emeklisi Remzi Uzbark Bey'in çok zaman­dır, Dost a Ankara’dan selâmı ulaşıyor ve bir fırsat dü­şürüp İstanbul'a gelerek görüşmek istediği biliniyor­du. [Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden, değerli bir ilim ve fikir kadım olan Hâmide Topcuoğlu nun babası.] Nihâyet bu fırsat zuhur etmiş olmalı ki, buluşmak nasip oldu. İki ezel âşinâsı da bu sûretle uzun uzun ve karşılıklı sohbet imkânı buldular.
Remzi Uzbark Bey, tekrar Ankara'ya döndüğün­de, Dost un: "Bize aşk u muhabbet bıraktı. Mektupsuz koymasın, ellerinden öper duâsını iste­rim," diye kendisine gönderdiği habere:
"Mâdemki o zât-ı âlîkadr beni andı, bu ama yeter bana... Meşhûdâtımız, mesmûâtımıza galip geldi." diye cevap yollamıştı. [Gördüklerimiz, duyduklarımıza galebe etti.]
***
Celâl Hoca diye anılan zat, münâkaşa kabûl etme­yen şer'î bilgisinin yanı sıra, hırçınlığı ve alınganlığı ile de meşhurdu. Ammâ sert mizâcına rağmen, talebe­leri tarafından sevilip sayılırdı. Şark kültürüne hakkı ile âşinâ olan bu renkli sîmâ, Dost un oğluna ders vermeğe de gelirdi.
Bir seferinde, hürmet ve muhabbetle dolu olduğu Dost'u görmek istemiş, fakat bu arzûsunu bildirdiği kimseden: "Şu anda meşgûldürler, haber veremem!" cevâbını alınca, Hoca küsmüştü.
Gene derse geliyor, fakat işi biter bitmez de, kır­gın, hattâ öfkeli olarak, kimseye görünmeden çıkıp gi­diyordu.
Bir ders günü talebesi ile berâber çalıştıkları oda­nın kapısı açılarak, Dost içeri giriverdi ve Celâl Ho­canın önüne gelip: "Hocam, duydum ki bana darıl­mışsın. Ver elini öpeyim!" dedi. Artık, Celâl Hoca mahcup olduğu kadar da mest.
İşte diyor, Hazret bu... Sakın kimse başka türlü düşünmesin, kimse, onda azamet ve kibir aramasın.
***
Dost, Dârüşşafaka Müdürü. Ammâ zaman öylesi­ne tatsız ki, geceleri, odasına çekilip istirâhat etmesi bile muhâl.
Zira, İkinci Sultan Abdülhamid tahttan indirilmiş ve iktidar, İttihatçıların eline geçmiş, böylece de, memleket, idârî, siyâsî ve içtimâi bir buhranın içinde çalkanır hâle gelmişti.
Uzun seneler, kulakları, pâdişâh aleyhine doldu­rulan halk, önce, yeni iktidara çılgınca alkış tutmuş, az sonra ise, yeni devlet adamları tarafından alman acemice kararlar ve devlet haysiyetini hiçe sayan basiretsizlikler, bilhassa vahşîce başlayan zulüm, iş­kence ve serî hâlindeki îdamlar, alkıştan patlayan avuçları, bedduâ için havaya kaldırmıştı.
Zâten, pâdişâha; neden, niçin ve hangi düşman menfaati adına kıyıldığını ancak, bilen biliyordu. Kü­çük, şuûrlu bir zümre. Hepsi o kadar.
Bilmeyip, iftirâ ve söylentilere inanmış olanların da, ayakları çabuk suya erdi. Böylece de, kendilerinin ve yakınlarının başlarına gelen beklenmedik kahırlar­la, şaşkına dönmekte gecikmediler.
Ancak, yeni iktidardan menfaatlenen kütle, mevki ve vurgunculuklarının sarhoşluğundan henüz ayılmamıştı. Üstelik, bunlar, kendi buyruklarını kânun sa­yan, gözleri dönmüş kimselerdi ki asıp kesmek şehve­tinin tadını çıkarmaya doyamamakta idiler.
İşte, anarşinin filizlendiği, kaide ve nizamların hi­çe sayıldığı bu sıralarda, Dost, Dârüşşafaka'yı idâre etmekte bulunuyordu.
Her gece olduğu gibi, geç vakit koridorlarda dolaş­tığı bir sırada, mektebin terzihânesinde ışık görerek kapıyı açıp içeri giriyor ve sürgünden gelmiş, yaşları ileri birkaç talebenin, sigara içerek keyiflendiklerini görüyor. "Ne işiniz var bu saatte burada?" suâline ise, aldığı cevap: "Şimdi hürriyet var, istediğimizi yaparız!" demek oluyor.
Hürriyet denen ve şuûruna varılmamış bu nesne, sanki çarşıdan satın alınıp sırta geçirilen bir hazır el­bise idi. Heveslenmişler, gerçek bedeli olan fikrî hazır­lıkları tamamlanmadan giymişler, ancak yabancı men­faatlerin tezgâhında biçilip dikilen bu kaftanın, ölçüle­rine hiç uymadığını anlamakta da ne yazık ki çok ge­cikmişlerdi. Gençlerin cevapları da, işte o gecikmenin bir ifâdesi idi.
Ammâ ne yazık ki Türk aydını, büyük çoğunluğu ile hâlâ bu geciken gerçeğin yüzündeki perdeyi kaldır­mak basiretini gösterememiş bulunuyor.
Gençlerle, kendilerine suâl soran idâreci, karşı karşıya idiler ve müdürlerinin: "Size, burada otur­mak hürriyetini verenler, bana da sizi yatakhânelerinize göndermek hürriyetini vermiş bulu­nuyor!" demesi üzerine şaşıran bu hürriyet sarhoşla­rı, ayağa kalkarak yatakhâne yolunu tutuyorlar.
Dostun itimat, muhabbet ve alâka halkası içinde bulunan, hürmete şâyan bir mübârek zat vardı: Os­man Hilmi Efendi.
İstanbul'da, Ermeni kundakçılar eliyle ve bir plân dâhilinde, büyük yangınlar çıkarıldığı senelerin birin­de, bu zâtın da evi yandı ve sokaklarda kalan binlerce âile, barınıp başlarını sokacak bir yer ararken bu zâta; Dost un konağının bir köşesinde yer verildi ve seneler­ce de, hammı ve iki kızı ile orada kaldılar.
Posta Telgraf Nezâretinde çalışan Osman Hilmi Efendi'ye, günlerden bir gün, bir genç mürâcaat ede­rek iş istemişti. Olacak bu ya, kadroda yer boşalmış ve bir memura da ihtiyaç hâsıl olmuştu.
Fakat tâyin işinden evvel, mürâcaatçının sicilini öğrenmek ve tahsil derecesini bilmek lâzımdı. Genç, hukuk mezunu idi. Daha evvel de, Dârüşşafaka’da okumuştu. Suâli soran zat, Dârüşşafaka sözünü du­yunca âdetâ ürperdi ve: "Oğlum, sizin orada okuduğu­nuzu söylediğiniz târihte, eli öpülecek ve duâsı istene­cek öyle mübârek, öyle eşi bulunmaz bir müdürünüz vardı ki... deyiverdi.
Bu sözler genci, eski talebelik günlerine götür­müştü. Öyle ki, mektepte dâimâ kendi başının altın­dan çıkan haşarılıkları, densizlikleri hattâ şeytanlıkla­rı düşünerek müdürlerinin, müstesnâ bir vekar içinde, gösterdiği tahammülü ve ölçülü sabrı hatırlayarak, bu sefer de o irkilmişti. Hele diploma alacağı gün, müdü­rünün: "İsmail, zekîsin, çalışkanlığına da diyecek yok; ammâ itâatsizlik ve hırçınlıkların için no­tun sıfır!" dediği zaman, genç talebe müdürünün elle­rine sarılmaktan başka bir şey yapamamıştı.
İşte şimdi, kendisinden iş istemek için geldiği zat da, vaktiyle o kadar yorup üzmüş olduğu müdürünün âşinâsı bulunuyordu. Sanki gidip yaptıkları için yeni­den özür dileyebilse, hafifleyip rahatlayacaktı.
Amiri olacak zâta bunu hissettirerek aracılığını temin eylemekte güçlük çekmedi. Ne tuhaf ki o za­manlar Dostu sâdece çok usta bir idâreci ve müstesnâ bir hoca olarak biliyordu. Ucu bucağı olmayan mânevî ufkundan külliyen habersizdi.
Nihâyet bir gün, iş istemek vesilesiyle geldiği âmirinin çatısı altında, eski müdürünü görmeğe geldi. İşte geliş o geliş oldu. Bir daha da kopamadı ayrılamadı.
Sonunda da, kendisine iş veren zâtın büyük kızı ile evlenerek bu münâsebet, daha da içli dışlı hâle dö­nüverdi.
Bir hukuk adamı olarak, hâkim sıfatı ile, memle­ketin yakın ve uzak köşelerinde çalıştığı müddetçe de, bu rûhî ve mânevî bağlılık, kesintiye uğramadan de­vam edip gitti.
Yıllar yılı hâkim olarak diyar diyar dolaşan bu es­ki talebe, mektep hayâtında müdürü, hayat meydanın­da da mürşidi olan Dost'a, hasret ve iştiyâkını dile ge­tiren mektuplar yazardı. Aşağıdaki satırlar, bunlar­dan birine aldığı cevaptan bir kısımdır.
"İsmâilim, Nûr-ı Aynım!
Mektubunu aldım, memnun oldum. Seni, Cenâb-ı Mevlâ'nın ve Hz. Pîr'in himâyesine emânet ederim.
Oğlum, dâimâ basiret üzere olup, halka şef­katle muâmele eyle ki, amellerin âlâsı, güzel ahlâktır. Resûlullah Efendimiz: "Dili tatlı olanın dostu çok olur," buyurur.
Halkın aybını ört, yüzlerine vurma. Mâlûmdur ki, Allâh'ın sünneti, aybı yüze vurmamaktır. Resûlullâh’ın sünneti halka müdârâ, ehlullâhın sünneti ise, halktan gelen ezâ ve cefâya taham­müldür.
Gazabını yutmaya çalış. Vaktini ganimet bi­lip nefsini silmeğe gayret et. Fırsat elde iken, zamânını, kemâl tahsili yolunda sarfeyle. Dâimâ nefsine muhâlefet üzere ol. Halkın çevrini, nefs mücâhedesi addedip tahammül eyle ki rûhun kuvvet bulsun, mânen terakki edesin. Bu âlem fânidir; bakası Hakk'ın rızâsıdır. Onu tahsile ça­lış. Yâr-ı Kadîmim, Elest'te nedimim Osmanımı hiç bir veçhile üzme.
Ismâilim, dünyâya geldin geleli, bir günün bir güne benzediğini gördün mü? Demek oluyor ki mârifet, basiret gözü ile etrâfına nazar edip, Hak nûrunu çeşitli varlıklarda tekrarsız seyre­derek, her birinden mutlak vücûdun tecellîsini görebilmektir. Hemen Cenâb-ı Hak, bu irfan cen­netine girmek nasip eylesin ve mecâza tutulup kalmaktan halâs ederek dâimi hayâta vâsıl et­sin.
Ismâilim! İştiyâkının eseri, şüphesiz bizi de müteessir etmektedir. Fakat emir ve ferman Allâh'ın olduğu için, rızâdan başka ne çâre? Sûrette iştiyak varsa da, gönüldeki birliğe hiç bir veçhile halel gelmez.
insana, bu unsurî ve maddî vücut, ancak rûhun taayyünü ve sıfat mertebelerini isbat için verilmiştir. Bu yüzden vaktini ganimet bilip, zat şuhûduna çalış ki hâdiselerin iniş çıkış ve değiş­meleri gamından halâs olasın.
"Külle yevmin hüve fî-şe'n [Er-Rahman Sûresi, 29. âyet.] gereğince, İlâhî tecellî, hergün bir başka sûret giyip, yeniden ye­niye ve tekrarsız olarak zuhur etmektedir. Lâkin bu da şimşek gibi sür'atle seyrettiğinden, gözü­nü, tecellî sâhibinden ayırmayıp tecellî olunana gönül kaptırmamalıdır. Tâ ki mecâza bağlanıp kalarak Hak'tan ayrılığa düşmeyesin. Zîra, zuhûrun devâmı yoktur. Sebâtı olmayana takılıp kalanlar için ise perişanlık mukarrerdir. Devam istersen, mânâdan ayrılma!
İsmâilim! Bil ki, bu dünyâya geliş ve gidişten maksat, ancak mârifet-i zâtîdir ve mârifet-i zâtî de bu âleme mahsustur. Ölüm, hayvânî ruh için­dir. İzâfî ruh ise dizgine gelmez. Ona son yoktur. Ulvî rûhun, beden kaydına girerek bu dünyâya gelişi, çeşitli aynalarda Hakk’ın birliğini görmek içindir vesselâm."
***
Dostun bir müddettir hasta yatan on dokuz yaşın­daki kızı Hayriye Hanım vefât etmiştir. Ne ki, babaya bu acı haberi vermek husûsunda kimse niyetli görün­müyor. Nihâyet yük, Dostun terbiye ve muhabbeti po­tasında pişmiş bir ulu kişi olan Osman Hilmi Efen­diye kalıyor. Bu vazifenin, onun tarafından yapılması­nı isteyenler de pek haksız sayılmazlar. Zîra Osman Hilmi Efendi, hepsinden yaşlı ve kıdemlidir.
Nihâyet, insan olarak yaradılmış bulunmanın değerini ve ağırlığını omuzlarında hissetmiş bahtiyarlar­dan olan bu büyük adam, yerinden kalkarak yukarı çı­kıyor ve Dostun kapısını vuruyor. İçeri girdiği zaman da: "Ne istiyorsun Osman?" suâli ile karşılaşıyor. Ancak bu soluk ve kederli çehreden ses çıkmayınca Dost, odasına bu vakitsiz gireni, ikinci bir suâlle üzmüyor. Zîra dilinin söyleyemediğini, hâli açıkça beyan eylemekte bulunuyor.
Hak'tan gelen celâli de cemâl tecellîsi gibi hoş kar­şılamayı öğreten, kendisi değil midir? O, kime: "Şunu yap!" diye tavsiye etmiş de kendisi yapmamıştır? Ki­me: "Şunu yapma!" diye ikâzda bulunmuş da, onu kendisi yapmıştır? Allâh’a, insanlara ve kendine karşı samimî olan bir Hak merdinin, sözünde, özünde, fiil ve hareketlerinde birbirini çelen zıtlıklar olabilir mi?
İşte, şimdi de olmuyor. Kendisine, kahır kadehi içinde sunulan şerbette lütuf çeşnisi bulan Dost, onu bir yudumda içiyor ve bu tecellî karşısında da, şükran secdesine kapanıyor.
Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, insanlık âleminin önü­ne, kıyâmete kadar yetecek bir dünyâ görüşü, bir mânevi ve rûhî nafaka dökmüştü. Bu yüzden de, on dört asırdır, İslâm dünyâsımn büyükleri, beşeriyete ye­ni bir teklifle gelmediler.
Bir ruh fâtihi olan Dost da öyle. Zîra tevhit anlayı­şı, rûhun varabileceği son kemâl durağı, tırmanılacak tek zirve olduğundan, bundan ötesini istemenin ve ara­manın, bir muhâl hayâl bulunduğunu, İslâm kafası çok iyi idrak eylemişti.
Öyle ki, gören göz için, dünyânın da insanın da, birlik içinde eriyip tekleşmiş olması, tevhidin canlı şâhitleri değil miydi? Ne yazık ki, bu gerçeğin vuslatına eren, parmakla gösterilecek kadar azdı. Onun için de, gökkubbe altında ve insanlar arasındaki didişip cenk­leşme zinciri, târih boyunca şakırdayıp gitmekte değil miydi?
Dünyânın huzûrunu didik didik eden, cemiyetleri rûhî buhranların çıkmazına iten, fesatlara, fitnelere, riyâlara, yalanlara dört elle sarılan, hep gözlerin ve gö­nüllerin, kesret dikenlerine takılıp kalmalarından baş­ka ne ile îzah olunurdu?
Tevhide varanda ise, huzur ve saâdetin yanı sıra, kurda kuşa bile dağıtılacak bir insanlık payından kim­ler nasiplenmemişti?
Ammâ kendi kendisi ile hesâba oturmamış olan­dan, başkalarına verecek ne denlû bir insanlık sermâ­yesi beklenebilirdi?
Kütle rûhuna hayat ve beka nefhası üflemek üzere yaradılmış olan fedâîler ise, bizzat hâmil oldukları tev­hit şuûru ile, cemiyet bünyesini ihyâ hattâ inşâ etmek vazifesinin yükü altında ne çilelere katlanmış ve nelere göğüs germişlerdi.
İslâmiyet, 1400 sene evvel beşeriyete, tevhide da­yanan müşterek bir hâfıza, müşterek bir nizam, ulvî ve müşterek bir îman heyecânı getirmişse de, çokluk çalı­lıklarına etekleri takılan insan kütleleri, bu anlayıştan ne kadar uzaklara gitmişlerdir.
İşte tevhidin teklif ettiği ve beşerin kucağına attığı bu değerleri, insanoğluna yeniden kazandıracak fedâîler, zaman zaman, gökkubbe altında parlayıp ka­ranlıkları yarmışlar ve insanlık âlemine, unuttuğunu hatırlatmışlardır.
Birer ruh mîmân olan bu ulular, hayat sermâyele­rini yâd ellere kaptırmış ve rûhî değerlerini haraca ver­miş kütleleri, geçmişte ellerine verilmiş tevhit şuûruna yaklaştırmak vazifesi ile, nice mihnet ve sayısız eziyet­lere katlanagelmişlerdir.
İslâm'ın zuhûru ile, önlerinden câhiliyet devrinin putları yıkılmış olan insanoğluna, ilmi, içtimâi, İktisâdi ve vicdânî nizâmın ufukları açılmış bulunu­yordu.
Tevhitten hız alan saf ve temiz bir heyecan içinde gelişen Müslüman dünyâsı ise, duyduğu şevk ve saâdeti, âdetâ vecd içinde, cümle âleme tattırmak coş­kunluğunu duyuyordu.
işte, İslâm fütûhâtı, bu aşk, bu önüne geçilmez heyecanla başlamış ve tevhidin, insanlık âlemine ge­tirdiği ilim, hikmet, irfan ve adâlet, ülkeler arasına, bu anlayışla taşınır olmuştu.
Tam üç asır, kütlelere huzur ve saâdet müjdeciliği eden bu tâze ve taşkın hamlecilik, İslâm coğrafyasın­dan da öteye giderek, vahşet ve gaflet içinde çırpınan haç ehline de, keşiflerinden, buluşlarından ve topyekûn ilim ve amel sermâyesinden pek çok sadaka vermiştir.
***
Ammâ ne yazık ki Hıristiyan Garp, Müslüman Şarkın bu ikrâmının nankörü olmuş ve minnet borcu­nu ödemek şöyle dursun, kıskanç ve kasıtlı bir karşı cephe kurarak, nafakalanmış olduğu ekmek kapısına hiyânet etmeği, âdetâ bir îman borcu bilmiştir.
Şu da var ki haçlı dünyâ, tevhitçi Şark'ın mânevi zenginliğini almaya istidatlı olmadığından, yalnız zi­hin mahsûlleri üstüne kuluçkaya yatarak, elde ettiği ilmi ve aklî tohumları üretmiş ve bu dölün bereketi ile de, rönesansını yapmıştır.
Garb’ın fikir mihrâbı madde idi. Güçlendirdiği eti ve kanı ile de, nihâyet Şarka kafa tutar oldu.
Ammâ bu yenilişte, Şark da suçsuz muydu?
Bir zamanlar dünyânın nabzını elinde tutan bir fikrî ve mânevî uyanıklık içinde iken, üstüne çöken rehâveti bir türlü atamamış ve idrâkine uyku basarak, gâyesi, şevki ve heyecânı, olduğu yerde kıvrılıp kal­mıştı.
Eğer İslâm dünyâsı, elindeki değerlerden bıkma­mış, onları, çakıltaşları gibi oraya buraya savurup iflâs yoluna gitmemiş olsaydı, kıyâmetler gelip geçse, bu sermâyeye sâhip oldukça, ona avuç açılır, o kimse­ye avuç açmazdı.
Ammâ, sırasında iyilik ve güzellikten bile bıkan insan tabiatı, İslâm âleminde de kendini göstermiş ve kütle, bizâtihî hâmil olduğu kıymetleri çürüğe çıkar­mak gafletinden kurtulamamıştır. Bu yüzden de, bir zamanlar, fetihten fetihe koştuğunu unutarak, fikri zindana atmış, irfânı sığlaşmış, ilim ve sanat zürriyeti ise kesilmiş, vaktiyle etek sürüyerek cihan içinde salı­nan kaddi ve kameti de bükülüp kalmıştır.
Böylece, hayâtından, hikmeti ve irfânı kovan, te­fekkür alışkanlığını kaybeden, madde ile de arası açı­lan, ruh iffeti, îman heyecânı ise tükenir hâle gelen ve en kötüsü de, tevhit çizgisinden taşra çıkıp yolunu şa­şıran İslâmî Şark medeniyetine, maddenin zorbalığın­dan güç alan Garbın haçlı medeniyeti karşısında dize gelmekten başka çâre kalmamıştır.
Tevhit, nereye ayak basmışsa, o topraklar, çeşitli ırk ve mezheplerin sığınıp korunma imkânı bulduğu bir melce' olmuştu.
Bütün yaradılmışlara Yaradan'dan ötürü saygılı olan İslâmî anlayış, haça ve haç ehline de hürmette kusur etmemiş, ancak haç, bu yumuşak medeniyetten alacağını alıp bulacağını bulduktan sonra, tevhidi de, tevhit ehlini de, sırtından hançerlemeğe utanmamıştır.
Bir Endülüs misâli, buna yeter de artar bile. Öyle ki kendilerine, îsâ ümmeti diyenler, bir zamanlar dünyâya parmak ısırtan Endülüs cennetini öylesine bir cehenneme çevirmişlerdi ki, zulümle el ele veren taassup, haçlı dünyânın alnına, kıyâmete kadar süre­cek bir leke basmıştır.
İslâm'ın fütûhat ve medeniyet asırlarında, halîfe­ler olsun, kumandanlar, idâreciler ve Müslüman halk olsun, değişik din ve mezhep ehlini bağırlarına bas­mak husûsunda âdetâ yarış hâlinde idiler.
Gerek din adamlarına gerek bu ayrı dînin sâliklerine âzamî saygı gösterilirken, ayni târihlerde Ispanya topraklarında, katolik olmayanlara akıl almaz işken­celer revâ görülüyordu. Öyle ki, papasların eliyle idâre edilen engizisyon fâciaları, farklı îmanlara sâhip olan­ları, inançlarından dolayı kahrediyor, insanlıkla alâ­kası olmayan zulümlerle telef eyliyorlardı.
Gene ayni katı ve mutaassıp ruh, Sicilya'da da vahşet ve dehşet örnekleri vermekte bulunuyordu. O Sicilya ki, bir zamanlar medreselerine akın akın Avru­pa prensleri ve derebeyleri devam ederek, İslâm kültü­rü önünde diz çöküp feyz almışlardı.
Haç, Pirene dağlarını aşıp, Frengistan'a giden ilim ve irfan kervanının da yolunu vurarak, dörtbaşı mâmur bir medeniyet, bir ilim ve insanlık âbidesini tuz buz eylemişti.
İşte haç, her nereye girmişse, sütünü emdiği ana­sını katleden soysuz evlât olmaktan kurtulamamıştır.
Haç ve haçlı, haris bir müstemlekeci olarak, asır­larca Şarkın kanını emmiş, bir yandan da nefret ve hakâretle bakıp küçümsediği ülkelerden kovuluncaya kadar, el çekmek efendiliğini dahî gösterememiş ve bo­ğazladığı bu medeniyetlerin kanı ile beslenip boy at­mak şerefsizliğinden vazgeçememiştir.
Şark ise, haçlı dünyânın madde üstünlüğü karşı­sında mahcup, bir kenara çekilmiş olmasına rağmen, Garp için, kabuğuna çekilmiş bu İslâm âlemi, hâlâ bir korkulu rüyâdır.
Şimdi, ezik ve kendi kendine güveni kalmamış İslâm dünyâsının kim elinden tutup, düştüğü küçük­lük duygusundan kurtaracak ve kim, üstüne yığılmış ölü toprağını temizleyip uyandıracak?
Elcevap: Ancak, kendini kantara çekmiş, dünyâ­dan da ukbâdan da menfaat beklemenin küçüklüğü içinde küçülmemiş bir gönül, bir tevhit ehli, uyarıp uyandırabilecektir.
Ammâ, irfanını, idrâkini, şuûr, heyecan ve îmânı­nı ağyâra kaptırıp eli böğründe kalmış kütlelere, bo­şanmış oldukları bütün o değerlerle yeniden nikâh tâzeletecek bu fedâîleri, bu, baş ve ayak kaydından kurtulmuş uluları, ne yazık ki, insanoğlu geç ve güç teşhis ediyor. Yâhut da hiç edemiyor. Ve yâhut yüzle­rine baksa da, göremiyor; görüp tamsa da yolunda gi­demiyor.
İslâm dünyâsının, içine düştüğü gaflet ve rehâveti yakînen bilen Dost, bir maârifçi olarak, memleketin çe­şitli köşelerinde ve çeşitli kademelerde bulunduğu gençlik yılları içinde olsun, sâkin köşesine çekildiği müteâkip devrelerinde olsun, himmetini, hep insan üs­tüne harcamış, insanı işlemiş, insanı kendi kendisine işletmiş, ayıklamış, arıtmış ve gene insana, kendi kendini ayıklayıp arıtma yollarını göstermiş, öğretmiştir.
Kendinde, şeytanın yol bulacağı bir açık kapı bı­rakmamış olan kimseye insan demek câiz olduğuna gö­re, ancak yeryüzünde, bu salâh bulmuşların ağır basa­cağı gün, beşeriyetin yüzü güleceğini Dost bilmez olur muydu?
İşte onun için de, kütleleri, düştükleri kesret, kesâfet ve nefis girdabından kurtarmak için aşkını, şev­kim seferber etmiş, söylemiş, göstermiş, öğretmiş, an­latmış, bezi etmeğe, verdikçe vermeğe doyamamış kanamamıştır.
***
Dostun îman ve sevgi sonsuzluğu kadar, bilgi da­ğarcığı da alabildiğine zengindi.
Bir gündü, akrabâsından bir gence, elindeki kitap­tan bir kısım okuyarak yazdırıyordu. Fakat çok sürat­le söylemekte olduğundan, delikanlının eli uçarcasına yazıyor fakat bu aşırı gayretine rağmen, gene de yetiş­tirmekte zorluk çekiyordu.
Meğer okuyup söylediği metin, yabancı dilde yazıl­mış bir kitap imiş ve Dost, daha satırlara göz atarken, hem tercüme ediyor hem de yazdırıyormuş.
Ammâ, mühim olan, onun bu neviden, kabukta kalan bilgileri değil, îmânı, irfânı, ihlâs ve aşkı idi. Bu yüzden de, Doğu ve Batı dillerinden birçoğuna âşinâ olmasını da, nihâyet pek üstünde durulacak bir keyfi­yet saymamak lâzımdı. Zîra o, bu gökkubbe altına, in­san kazandırmanın, insanın insanla ve insanın Al­lah'la düzen, huzur ve sevgi kânunları içinde yaşama­larının yolunu göstermek için gelmiş bir rehberdi.
Beşeriyete yeni teklifler getirmiyordu. Sâdece asırlar evvel insanoğlunun, eline verildiği hâlde, çürü­ğe çıkarıp bir kenara atmış olduğu İlâhî teklifleri ha­tırlatıyor ve tatbik sâhasına konmasını istiyor, öğreti­yor, yardım ediyordu.
Öyle ki, beşeriyetin elinde, Kur'ân gibi bir tevhit meş'alesi vardı. Ammâ o, hem maddesine, hem mânâsına hitap eden bu hazır nizâmnâmeyi de, getir­diği birlik anlayışını da unutmuştu.
Bir âhenk ve nizam silsilesi vazetmiş olan bu İlâhî kanunnâme, hangi cemiyet içinde samimiyetle ifâde bulsa, orasını, bir yüksek ahlâk ve îman bereketi ile feyizlendirip şenlendirmemesi kabil miydi?
Ne ki, insanoğlu, asırların arkasından kendisine yol çizen bu sesi duymaz olmuştu. Onun için de, hu­zursuz, kararsız, eksik, günahkâr ve şaşkındı. Gönlün­den de gözünden de sürüp çıkardığı bu imtiyazdan mahrûmiyetin çilesini çekmekte olduğunu dahî düşü­nemeyecek koyu bir gaflet içinde bulunuyordu.
Bu yüzden de, körebeler gibi, kestirmeden gitmeği beceremiyor ve dolambaçlı, tehlikeli adımlarla düşe kalka yürümeğe uğraşıyordu.
Hattâ, eli altında bulunan bu nizâmnâmeyi de, onu beşeriyete tebliğ edeni de tanımıyor, inkâr ediyor, hattâ taşlıyordu.
***
Dünyâ dünyâ olalıberi, beşerin maddeye tasarru­fu, devamlı olarak ileri adımlar kaydetmek sûretiyle yol almış ve almakta bulunmuştur. Bir zamanlar ağaç koğuklannda, mağaralarda ve nihâyet çadır köşelerin­de barınan Ademzâde, gide gide kâşâneleri, sarayları hor ve küçük görür hâle gelmiş, at sırtında, dağı, bayı­rı aşmayı çoktan unutup, demiri çeliği havalara uçur­manın denizlere daldırmanın yolunu açarak, göklere çıkmış, deryâların diplerine inmiştir.
Böylece, dış tabîate diş geçirip, maddeyi kulu köle­si ederken, ne yazık ki, iç tabîatinin kölesi olmaktan kurtulamamıştır. Bu yüzden de, onun esâreti zincirin­den yakasını sıyırıp, o kölelik zincirinin halkaları olan kinine, kibrine, haset, fesat, zulüm ve gaddarlığına hâtime çekememiştir.
İşte bu tek taraflı ilerleyiş, bu maddecilik karanlı­ğı içinde, el yordamı ile kendine bir çıkar yol arar olan beşeriyete, zaman zaman canlarını kütleye adamış rehber ve ulular gelerek meş'ale tutmuş, istikâmet göstermiş, önlerindeki çukurlara düşmekten kurtar­mış, yenlerinden yakalarından tutup selâmete ulaştır­mışlardır.
Dünyâdan kendisi için bir talebi olmayan Dost da, maddenin ve maddesinin esîri olmuşları, tabiat zinda­nından âzat edip, mânâ ufuklarının hürriyetine kavuş­turmak yolunda can harcamış bir İlâhî armağandır.
Bütün bir ömür nefes tüketerek, kâh sazdan, kâh sözden, kâh nükte ve lâtîfelerden ökseler kurarak, insa­noğlunu düşünmeğe ve beşerî kirlerini, hırslarını atıp temizlemeğe dâvet etmiştir.
Dostun, en büyük zevki de, sırtlarından nefisleri­nin yükünü atanların, sâfiyet kazanıp ruhlaştıklarını görmek değil midir?
Evet, Dost, dünyâya yeni bir teklif getirmemişti. Böyle bir tasavvurun dahî edebe aykırı olduğunu, her­kesten ziyâde o bilmez olur muydu? Kıyâmete kadar hükmü bâkî olan teklif, 1400 sene evvel, Kur'ân adı ile gelmiş ve hazır bir nizâmnâme olarak beşeriyetin önü­ne konmuştu.
Ne ki, kütleler bu eşsiz gerçeğe dört elle sarılabiliyor ve onun rehberliğinde yürüyebiliyorlar mıydı? Ne yazık ki, hayır.
Ammâ bu, bir kolay iş de değildi. O nizâmnâme­deki gerçekleri, kalıp olmaktan kurtarıp, beşerin idrâ­ki hamuruna maya ve sermâye olarak karıp karıştıra­cak ve hayâtın bütünü içinde işler ve yaşanır hâle ge­tirecek bir rehber el ve önden gidici bir fedâî lâzımdı.
İşte Dost, bu gerçekleri, ve bu teklifleri, birer canlı prensip olarak insanların önüne getiriyor, onlarla huy­lanmalarım, onlarla hâllenmelerini istiyordu.
İstiyordu. Haksız mıydı? Rahatlıkla istiyordu. Zîra kendisi, "Yap!" dediğini yapmış, "Yapma"! dedi­ğinden kaçmış örnek insandı.
Dostun ahlâkı Kur an ahlâkı idi. Şu hâlde, neden etrâfındakilerden, ayni müşterek nizam ve ayni müş­terek anlayış içinde olmalarını istemeyecekti? Yeryüzündeki vazifesi, aşkla bağlı olduğu tevhidi yaşamak ve yaşatmak değil miydi?
Temelinde ihlâs ve samimiyet olmayan yapmacık ve gösterişten ibâret amel ve imânı ne yapsındı?
O, bir kütle fedâîsi idi. Bu yüzden de, insanların riyâ, fesat, nifak ve şirkten kurtulup tevhide varma­dan, huzûra eremeyeceklerini bildiği için, ellerinden tuttuğu kimselerin, evvelâ kendi kendilerine karşı samimi, ciddî ve dürüst olmalarını istiyordu. Bu kemâl hamlesi ise, insanoğlunu, kula ve Hakk'a karşı dürüst ve riyâsız kılacaktı ki, selâmetlerinin teminâtı da buy­du işte.
Dost un terbiye ve irşâdı potasında kaynayıp cürûfundan ayıklananlar kervanı, bu yüzden, emin, sessiz ve mütevâzî kafileler hâlinde yürüyor, birlikte yolculuk etmek isteyenleri geri çevirmiyor, ayni imâretin aşından, nafakasından onların da uzanan ça­naklarım, çömleklerini dolduruyordu.
Dost u anlatmak için anlamak gerek. Ammâ, anla­yanın da anlatabildiği görülmüş müdür?
Onun şânında söylenen şu birkaç sahîfe, ancak bir işâret, bir örnek bir nişandır. Denizden alınmış bir damla su gibi...
Dost, bir bütün îman ve ahlâk âbidesidir. Ammâ, gene de nasipsiz ağızlar ona taş atmayı vazîfe bilmişler­dir. Başlarından savamadıkları şeytanla şeytanlaşma şehvetinin zevki içinde mest, Dost u değil, kendi kendi­lerini yaraladıklarının farkında dahî olamamaktadır­lar.
İnsanlık bu mudur? Hele buna İslâmlık nasıl dene­bilir?
Müslümanda kötü zan, iftirâ, nifak, yalan olur mu?
Acabâ biz de, Dostun yaşayarak canlandırdığı tevhidin, o muhteşem Kur an ahlâkının gölgesine sığın­mamış olsaydık, ayni ölçüsüz, muhâsebesiz, mes’uliyetsiz ve çirkin pervâsızlıkla, böyle şeytanlaşır mıydık?
Şu da bir gerçek ki Dost, bu fesat ehlini de affeder. Nicelerini bağışladığı gibi... Ammâ, onun şefâati kal asından habersiz olanlar, bunu da bilmezler.
Sevilmeği de, yerilmeği de bir tutan Dost ise, o na­sipsizlerin idrakleri seviyesini bildiğinden: "Beni kimi Ken'an, kimi şeytan görür," dememiş midir?
Şâirin şu mısrâlannda ne kadar isâbet vardır:
Halk içre bir âyîneyim
Herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün
Ger yahşi ger yaman görür
Ve gene:
Dinli der dinsiz bize,
Levm eder dinsiz bizi Biz ne ondan bundanız Hem de ondan bundanız!
Diyen de gene o değil midir?
Dünyâ geçidinin son durağındayız. Kim, şânına ne düşerse onu eylesin, onu söylesin. Ammâ Dostun sesi, nasiplinin medhine de, nasipsizin zemmine de kulak vermeden, insanları îmâna, amele, ahlâka fazilete, edebe ve birliğe dâvet yolunda, yorulmadan, bıkıp usanmadan, çağırmaktadır.
Neden duymuyoruz? Duysak da, neden anlamıyo­ruz? Anlar görünsek de, neden amel etmiyoruz?
Dünyâ çarkı dönüyor, dönüyor...
Verdiklerini almak, giydirdiklerini soymak, insan dânesini öğütmek için durmuyor, doymuyor, dönüyor.
Hem de, aç gözünden utanmadan, kıyasıya dönü­yor, dönüyor... Ne vermişse, hepsini geri istiyor.
İsteyecek elbet. Tabiat kânûnudur. İstesin. Alsın götürsün. Biz borçluyuz. O ise, alacaklı.
Verirsek ne gam? Mâdem, bir saâdetlinin gölgesindeyiz, kıyâmetlere uzayan bu gölgeden, yeter ki Al­lah ayırmasın.
***
Çok şükür, çok şükür.. Miyânemizde [Gerdanlığın ortasındaki büyük inci. ] bir keremli Dost var. Toprağın üstünde de olsa, altında da olsa, her zaman rehber her zaman yâr-ı vefâdâr...
Beylerbeyi
1978
Kaynak: Samiha Ayverdi, Dost, Kubbealtı Neşriyâtı 3.Baskı: Ekim 1999, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar