CEMİL MERİÇ’İN BU ÜLKE KİTABINDAN
Ahırda doğmuş, çarmıhta can vermiş... Sonra anlaşılmış ki, "semavattaki pederimiz" günâhlarımızı bağışlatmak için (kime bağışlatacak belli değil) Mesih suretinde tecelli etmiş. Asırlar geçmiş. Nasâra taifesi, çarmıhta can veren şefkat Tanrısı adına cinayetler işlemiş. Haçlı orduları, zincirden boşanan köpekler gibi saldırmış ülkemize. Saint-Barthélemy İsa şerefine tertiplenmiş; engizisyon İsa adına konuşmuş.
Kürenin, adı duyulmamış bir bölgesinde minnacık bir kıta... Önce haydutlarla keşişler hüküm sürmüş bu ülkede, sonra eski toprak köleleri. Dünyanın dörtte üçü kana boyanmış, talan edilmiş. Ve o kan denizinden mağrur ve muhteşem bir melike belirmiş: "Çağdaş uygarlık." Mukaddesler kurban edilmiş dildadeye, makhur ve mağlup kavimler perestişle diz çökmüş önünde. Ve rub'-u meskûn, (dünyanın kara olan dörttebir kısmı) Avrupa'nın abeslerini Tanrılaştırmış.
Biz ki islâm'ın kılıcı idik, "hezâr bütgedeyi mescid" (binlerce kiliseyi mescid) eylemis, "nâkûs yerlerinde ezanlar" okutmuştuk; biz ki salibe karşı hilâl, küfre karşı hak, zulme karşı adalettik... Şîrler pençe-i kahrımızda lerzân olurken, felek bizi de bu gözleri ahuya zebûn etmez mi? Ne zilletlere katlanmadık bu dildade uğruna, ne fedakârlıkları göze almadık! Peki amma, "çağdaş uygarlık düzeyi"nde İsa efendimizin yeri ne?
Tarihçilerin iddiasına göre, nerede doğduğu, ne zaman doğduğu, hattâ doğup doğmadığı meçhul olan bu insana, Avrupa'nın hâlâ taabbüt etmesi anlaşılmaz bir zaaf: Belki bir kadirşinaslık, belki bir narsisizm. Hadi bu idrak sakametini anlayışlı bir tebessümle karşıladık; kendi hamakatimizi gelecek nesillere nasıl bağışlatacağız?
İnsanlığın tarihi neden İsa ile başlasın?
Tarihin mihver çağı İsa'dan önce 5. yüzyıl. Bugünün insanı o zamandan beri yaşıyor (Jaspers).
"Her şahıs tasavvurlarını kendi lisanı üzre kurup da sonra başka lisana tercüme ettiği gibi, her millet vak'aları kendi tarihine göre tertib edip, öteki tarihleri ona kıyasla bulur... Yani her millet kendi tarihini muhafazaya mecburdur," diyor Cevdet Paşa.
"Binâenaleyh, bizde de hicretin tarih başlangıcı olması emr-i tabiîdir." Tarih, gerçekte iki kısma bölünebilir. Paşa'ya göre: "asr-ı Âdemden, asr-ı İslama kadar" olan zaman eski çağdır; ondan sonra yeni çağ islâm'la başlar. "Yeni tarihi de iki kısma ayırabiliriz: İkinci kısmın mebdei, matbaanın keşfidir."
Matbaanın keşfi, beşeriyetin tarihinde yeni bir devir açmış mıdır?
Sanmıyoruz. Bizce yakın tarihi kanlı bir çizgiyle ikiye bölen, giyotinin bıçağı. Filhakika 1789, sanayi inkılâbını, siyasî bir zaferle taçlandıran yepyeni bir devrin habercisidir.
Biz oyunu o zamandan kaybettik. Zavallı Cevdet Paşa! Hicrî takvim, hazin bir hatıra-ı tarihiyedir artık.
GEÇ KALMIŞ İKİ MEZDEKÇİ: SADE VE STİRNER
İkisi de Batı irfanının "müthiş çocuğu", hasta, ölçüsüz. Sade bir zirve, insan zekâsı hiçbir çağda memnu'un sınırlarını öylesine zorlamadı. Ama Batıda müstehcen onunla başlamaz. "Ahd-ı Atik" yüz kızartıcı parçalarla dolu. (Neşideler Neşidesi'ni hatırlarsınız... Hadi şiirin hakları vardır diyelim, hürriyeti vardır, Lut kıssasına ne buyrulur.)
Yunan edebiyatı bir fuhuş edebiyatı. Dufour, altı ciltlik Fuhuş Tarihinin beş yüz sayfalık birinci cildini bu edebiyata ayırır. Roma da Yunan'ın şakirdi. Juvenalis gibi ahlâkçıları bile yüzünüz kızarmadan okuyamazsınız. Bir kelimeyle Batının eski edebiyatları için müstehcen diye bir mefhum yoktur. Afif olan kulaktır Roma'ya göre, göz en hayâsız tasvirleri okuyabilir. Ortaçağ'a gelince...
Kilisenin tanınmış bir azizi "TANRININ YARATMAKTAN UTANMADIĞI UZUVLARIN ADINI SÖYLEMEMEK TANRIYA HAKARETTİR," diyor. Aziz'in tenbihi kulaklara küpe olmuş. Ne dindışı edebiyat-haşa-hakaret etmiş Tanrıya, ne dinî edebiyat. Decameron, dekolte tasvirlere bayılanların hâlâ başucu kitabı. Yalnız Decameron mu? Balzac, 16. asrın en yaman üslup ve düşünce tâcidarı Rabelais'yi George Sand'a okumak ister. Sand gibi dişlemediği memnu meyve kalmayan bir alutfe-i cihan dehşetli utanır, kapı dışarı eder Balzac'ı. İnsanlığın Komedyası yazarı:
"Sakın kadınlara ayıp şeyler söylemeyin, saygı gösterin kulaklarına. Düşünün ki afif olan, bir kulakları," derken bu sahneyi mi hatırlıyordu acaba? 17. asır, merasimperver ama Lafontaine'in Conte'ları (Fable'ları değil) bir müstehcenler meşheri.
Voltaire'in çağdaşları -en ciddileri de dâhil- yasak bölge tanımazlar, Diderot'un "Geveze lnciler"i, üslup bir yana, Sade'ın romanlarıyla boy ölçüşebilir. Bir kelimeyle "ilâhi Marki" ne bir münzevidir ne bir müceddit. Avrupalı'nın şuuraltını dile getiren cesur ve hayâsız bir psikolog. Julie'ye Mektuplar yazarı Mirabeau, kendini politikanın çılgın kasırgasına kaptırmasa, bir ikinci Sade olurdu.
Unutmayalım ki Sade yaşarken aristokrasi can çekişiyordu. Küstah Marki, bütün inançlarını kaybetmişti. Başarısız bir izdivaç, baldızına karşı duyduğu aşk, mukaddeslerini kaybeden adamın tek mukaddesi kalmıştı: Vücudu. Yirmi beş yıl tımarhanede yaşadı. Mecburi imsak, azgın iştihalarını kamçıladıkça hasta muhayyelesinin hayallerini kâğıda döktü. Talihsiz bir Freud. Zincire vurulan bir Enfantin. Sade için hayatta başkası yoktur.
Saadetin sırrı insiyaklara teslimiyet.
Tek düşman: Tanrı, yani ahlâk. Hiçbir anarşist cinayeti överken onun kadar coşkun değildir. Sade, insanlığı kurtarmak için cana kıymayı öğütlemez, cinayet cinayet olduğu için, yani işleyene cismanî bir zevk verdiği için insanın Tanrılaşmasıdır.
Aşk yoktur, Sade için. Çiftleşme vardır.
Kadın bir zevk makinesidir. Kâm alındıktan sonra ifna edilir, insana işkence en büyük haz kaynağı.
Garip değil mi, unutulan Sade'ı içli bir şair Fransa'ya tanıtır: Apollinaire. Şuuraltının karanlık dehlizlerinde dolaşmaktan zevk duyanlar, bu Freud azmanını muhabbetle bağırlarına basarlar. Avrupa'nın putlarından biri olur Sade.
Stirner de bir başka Sade. O zavallı mektep hocası da benliğinin zindanına mahpus. Hayat hikâyesi tatsız bir roman. Doğar doğmaz öksüz kalmış. Annesi yeniden evlenmiş. Talih hiç gülmemiş zavallıya. Üvey baba, şefkatsiz bir çevre ve hastalıklar. Güçlükle okuyabilmiş. Sonra özel bir kız okulunda felsefe hocalığı. Altı ay süren bir evlilik ve boşanma. Sonra dört yıl nisbi bir rahatlık devresi. Berlin, Hippel'in meyhanesi, bira kadehleri arasında geçen saatler, Genç Hegelcilerle dostluk. Kendilerine "Azadedilmişler" ismini veren bu serazat insanlar ne yasa tanımaktadırlar ne başkan: Bauer Kardeşler, şair Hervegh, Ruge, Marx, Engels vs. Asıl adı Gaspar Schmidt olan kahramanımız, Stirner takma adıyla birkaç makale karalıyor; dostları çok beğeniyorlar. 1843'te yeni bir izdivaç, Hippel'in meyhanesinde tanıştığı bir kadın hayat arkadaşı oluyor. Bir yıl sonra, Stirner imzasını bir kitabın kapağında görüyoruz: Tek ve Dünyası. Kitap değil felâket. Stirner, işinden çıkarılıyor. Bu tehlikeli fikirlerin yayıcısı genç kızlara felsefe okutamaz diyorlar. Hicivler birbirini kovalıyor, karısı uçuyor yuvadan ve sefalet ömür boyu yakasını bırakmıyor. Sefalet ve yalnızlık: Dehânın ezelî yoldaşları. Hippel meyhanesinde bir yabancı olarak yaşamıştı Gaspar. Kitabı çağdaşlarıyla arasındaki uçurumu bir kat daha derinleştirdi. Ve o coşkun düşünce volkanı bir kere intifa ettikten sonra ebediyen sustu. Ne korkunç bir kader... Yıllarca ekmek parası kazanmak için tercümeler yaptı ve kırk dokuz yaşında şarbona yakalandı. Yasak bölge tanımayan o serazat fikir Don Kişot'unu pis bir sineğin taşıdığı mikrop öldürdü (25 Temmuz 1856). Kemikleri çürümeden unutuldu Stirner. O çılgın zekâyı, ölümünden yarım asır sonra bir biyografin (Mackay) hayran tecessüsü umulmadık bir ba's-ü bâd-el mevte kavuşturacaktı.
Islıklarla karşılanan Tek ve Dünyası çağın en büyük, en derin kitabı olarak selâmlandı. Yazarın fırtınalar koparan düşüncelerine bir göz atalım... Önce bir tespit. Stirner bütün bağımsızlık iddialarına rağmen Hegelci. Hegel'e karşı ama, Hegelci diyalektikten kurtulamamış. Hep tez, antitez, sentez üçlüsü. Çocuk, insiyâklarıyla yaşar, Stirner'e göre. Tek dünyası yaşadığı dünyadır. Delikanlı, çevreden kopar. Görünenin arkasında görünmeyeni arar. Düşünceye, ideale âşıktır. Bir mefhumlar âleminde yaşar. Olgunluk, bu iki zıt davranışı kaynaştıran çağdır. Yetişkin insan, olduğu gibi görür dünyayı. İdealinden çok gerçeğe yönelir. Yine çocuktur ama şuurlanan bir çocuk. Vehimlerinden sıyrılmıştır, tek kılavuzu vardır: Çıkarları. Toplumlar da aynı merhalelerden geçer. Antikite, insanlığın çocukluk çağı. Yaşanılan dünya, tek gerçektir. Iştihaları, insiyakları yönetir insanı. Sonra toplumların delikanlılık devri başlar. Hâlâ bu çağın içindeyiz. Mazinin hakikatlerine inanmıyoruz artık. Tek hakikat tanıyoruz: Düşünce veya ruh. Dinler, Tanrı diyor bu tecride, felsefe: Akıl. Düşünüyorum, o halde varım... Ne demek? Düşünceden başka gerçek tanımamak değil mi? Hegel de aynı inancı bölüşmüyor mu?
Stirner, soyumuzu delikanlılık döneminin vehimlerinden kurtarmak emelindedir. Olgunlaşan insan için tek gerçek: Ben. Liberalizm, hakiki insan millettir, diyor. Fert, hodgâmlıktan kurtulmak, yani insanca bir hayata kavuşmak istiyorsa devletin içinde erimeli. Devleti Tanrılaştırıyor liberalizm. Bundan daha büyük istibdat olur mu? Siyasî hürriyet dedikleri, ferdin devlete ve kanunlara teslimiyetinden ibaret. Çağdaş insan "Hukukun forsası". Sosyalizm de komünizm de bir nevi "içtimaî liberalizm". İnsanlara karşı hürmüşüz de, özel mülkiyet canımıza okuyormuş. Özel mülkiyet kalktı mı hürriyetimiz tamamlanırmış. İstedikleri bütün insanların yoksul, bütün insanların dilenci olması. İçtimaî liberalizmin insanlara vaadi: Cihanşümul dilencilik. (Nitekim siyasî liberalizmin armağanı da cihanşümul kölelik olmuştur.) Her şey herkesin olacakmış. Herkes kim? Toplum. Daima bir tecrit, daima hayalî bir varlık, hayalî ve ezici...
Bu sözde "athee'ler gerçekte çok dindar kişiler. İnsanlığa yeni putlar sunuyorlar. Hepsi de, ferdi, mevhum Tanrılar uğruna feda eden tehlikeli birer ütopist. Cihanşümul insan diye bir şey yok. Fert var, ferdin kendisi, yani ben. İnsan olmak, ideal insanı gerçekleştirmek... Lâf bunlar. Beşeriyi temsil edecekmişim, niçin? Kendi kendime yetmek, kendi kendimden hoşnut olmak biricik görevim. Benden başka nev'i beşer yok. Ne kural tanırım, ne yasa, ne model. Yaramaz bir çocuk, örnek bir çocuktan; herkese kafa tutan insan, dış baskılara boyun eğen yaratıktan çok daha sıhhatli.
Ben, her şeyden önce ben. Ama Fichte'nin ideal ve mutlak ben'i değil, gündelik ben, fâni ben. Gerçek olan tek değer: ferdin zevki, ferdin saadeti, ferdin iktidarı. Devlet, kanun, ahlâk... Kendi kendimize vurduğumuz birer zincir. Kâmil insan, bu zincirleri parçalayandır. Benim için bugün doğru olan, bugün doğrudur. Yarın başka şeye inanırmışım, inanırım... Keyif benim değil mi? Haklarımın sınırı yok. Bütün dünya benim.
Görüyoruz ki ihtiyar Hobbes'un "Tabiat hâli" ile karşı karşıyayız. İnsanın insan için kurt olduğu bir dünya bu. Öldürdüğünüz kadar yaşar, çaldığınız kadar kâm alırsınız. Her şey sizin. Avrupalı'nın coşkun bir hayranlıkla tekrarladığı bu abesler, Şark'ın da meçhulü değildir. Cevdet Paşa olsa Mezdek mezhebinin artıkları, der geçerdi.
ÖLDÜRMEYECEKSİN
Kanun, eski Yunan'dan beri "büyük sineklerin yırtıp geçtiği, küçüklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağı" Avrupalı için. Machiavelli, insanlığı ikiye ayırır: tarihi yapanlar, tarihin malzemesi. Çobanla sürü. Katili göklere çıkarır, Sade, ayak takımının peşin hükümlerinden sıyrılmış bir gerçekçi olarak alkışlar. Devlet, gözünü kırpmadan cana kıyanları korumalıdır.
Rousseau, çağdaşlarının yüzüne tükürür gibi sorar: İçinizde Mandaren'i öldürmeyecek kaç kişi var? Kimdi bu Mandaren? Çin Maçin'de yaşayan bir meçhul insan. Tanımadığımız, tanıyamayacağımız biri. Yani bir mücerret. Oturduğumuz yerde bir düğmeye bastık mı geberecekti herif, biz hazinelerine konacaktık, kimselerin ruhu duymayacaktı, şöhretimiz gölgelenmeyecek, şerefli bir insan olarak yaşamakta devam edecektik. Ahlâk bu suale verilecek cevaptaydı, Rousseau için.
Avrupa insanının ruh dünyasını bütün giriftliği ile ifşa eden iki büyük romancı, en tanınmış eserlerinde bu can alıcı suali tekrarlarlar. Goriot Bafra'nın kahramanı Rastignac daha oturmuş, daha zinde bir toplumun çocuğudur. İlk tepkisi şu: Mandaren kaç yaşında?
Sonra sesini yükselten vicdan, daha doğrusu alışkanlık: Hayır.
Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'u daha çıplak, daha kendisi, daha insan. Sefaleti bütün zilleti, bütün rezillikleriyle yaşamış. Çıkmazdan kurtulmak için tek çaresi vardır: Tefeci kadına kıymak. Âdeta meşru bir müdafaa içindedir, hukukçuların iztirar hâli dedikleri korkunç durum. Kanayan bir hassasiyet, uyanık bir zekâ ve hasta bir şuuraltı.
Avrupalı için medeniyet, zorun yerine hilenin geçişidir. Fransız, bu manada Rus'tan daha medenidir, daha medenî, yani daha tehlikeli. Boşuna dil döker muhatabı. Delikanlı Mandaren'i öldürmeyecektir. Faziletinden mi? Hayır. Tatsız sürprizlerden çekinir ve bilir ki er geç şeytan kendisine yardım edecektir. Raskolnikov, sarsıntı geçiren bir toplumda yapayalnızdır, Dosto gibi. Kafasında bulanık düşünceler, aç ve yarı uykuda. Sanki bir kâbusu yaşamaktadır. Aylarca tereddüt eder. Ezilen gururu uzun zaman yaralı bir yılanın ıslığı gibi uğuldar içinde: Güçlüsün ve güçlü, engel tanımayandır.
Suç ve Ceza'nın birinci bölümü, bir insanla bir düşünce arasındaki tüyler ürpertici kavganın hikâyesi. Sonra düşüncenin zaferini hazırlayan dekor ve hâdiseler... Saint Petersburg, ihtişam ve sefaletin kucak kucağa yaşadığı şehir. Çayırda görülen rüya, kamçı darbeleri altında öldürülen kısrak. Dosto'nun kitapları rüyalarla doludur, rüyalarla beklenmedik tesadüflerle. İnsanların dışında bir kader vardır, zalim, anlaşılmayan bir kader, eski Yunan trajedisinde olduğu gibi. Kararsızlık içinde bocalayan Raskolnikov'u garip bir tesadüf cinayete zorlar. Hiçbir sebep yokken evine saman pazarı yolundan gitmeğe kalkar; orada tefecinin kız kardeşiyle bir eskici arasındaki muhavereye kulak misafiri olur. Ertesi gün tefeci kadının evde yalnız kalacağını duyar. Artık kararı kesinleşmiştir. Hiçbir şey düşünmez ve düşünemez. Raskolnikov'la sorgu yargıcı arasındaki konuşma kitabın can damarı.
Sosyalistlere göre suç, çevrenin ürünü. Suç diye bir şey yok. Suç, kötü ve tabiat dışı bir içtimaî düzene isyandan ibaret. Çevre her kötülüğün kaynağı. Demek ki, toplum akla veya tabiata uygun bir düzene kavuşunca suç falan kalmaz. Çünkü isyan edecek bir konu yoktur artık. Ve göz kapayıp açıncaya kadar insan salâha kavuşur.
Ne var ki bu madalyonun bir yüzü. Rüya ile gerçeği karıştırmayalım. Yaşadığımız dünyada suç kaçınılmaz bir olay. Büyük adamla sokaktaki insan ayrı kanunlara tâbi. Daha doğrusu, büyük adam için kanun yoktur. O, bir gayenin emrindedir; insanlığın hayrı için kalabalığın suç saydığı herhangi bir hareketi işleyebilir. Meselâ bir Kepler'le bir Newton'un keşifleri, şu veya bu sebepten dolayı içtimaîleşmiyorsa, bu sebepleri ortadan kaldırmak için çekinmemek lâzım. Ama bu uğurda bir, beş, yüz kişi feda edilecekmiş... varsın edilsin. Bütün kanun koyucular, Solon, Muhammed veya Napolyon, suçludurlar. Suçludurlar çünkü ataları tarafından konulan, çağdaşları tarafından saygı gören yasaları çiğnemişlerdir. Kan dökmekten de çekinmemişlerdir bu uğurda. Yeni bir hakikatin, yeni bir düzenin müjdecisi olmak isteyen, bir kelimeyle söyleyecek sözü olan herkes suç işlemek zorundadır.
Peki, ama büyük adamla sokaktaki adamı nasıl ayıracağız birbirinden?
Büyük adam, tabiat kuvvetleri gibi, tahripkârdır veya tahripkâr olmak zorundadır. Daha aydınlık bir gelecek uğruna bugünü yıkmakta tereddüt etmez. İdealin konuştuğu yerde vicdan susar. Sokaktaki insanın tek vazifesi vardır: Neslini devam ettirmek. Tabiatı icabı muhafazakârdır, itaatkârdır, hürmetkardır. Ayırıcı vasfı törelere boyun eğmektir; bundan gocunmaz da. Yığın büyük adama kanunu çiğnemek hakkını tanımaz. Suçlunun kellesini keser; böyle yaparken de mizacına uygun davranmış olur. Ama bir nesil sonra aynı kalabalık kellesini kestiği adamı azizleştirir. Yığın hal'e hükmeder, büyük adam istikbal'e. Yığın, kurduğu düzenin koruyucusudur ve soyumuzu artırır. Büyük adam dünyayı yerinden oynatır ve hayalî bir düzenin mimarı olmak ister. Her iki insanın da en tabiî hakkı yaşamak. Bu ezelî savaş, yeni bir Kudüs'e yani ilâhi nizamın kurulacağı bahtiyar güne kadar sürüp gidecektir. Her büyük adam çarmıhta can vermez. Talih gülümser bazılarına: Kendileri kelle keserler.
Dosto, ıstırabın romancısı. Istırabın, isyanın, merhametin ve şuuraltının. Raskolnikov, fahişe Sonya'nın önünde eğilirken "Senin önünde değil, acı çeken bütün insanlığın önünde diz çöküyorum," der. Suç ve Ceza, insan ruhunun uçurumlarını, mağaralarını, dehlizlerini tarayan bir kitap. Sözü Vogüe'ye bırakalım (Rus romanının Kristof Kolomb'u o. Avrupa, Gogol'lan, Dosto'ları, Tolstoy'lan ondan öğrenmiş):
"Romanı zevk için okuruz umumiyetle, hastalanmak için değil. Suç ve Ceza'yı okumak, kendini isteyerek hasta etmektir. Kitabı okurken, daima bir ruh sancısı duyarsınız. Her kitap, yazarla okuyan arasında bir düello; yazar bize bir hakikat, bir hayal veya bir korku aşılamağa çalışır; biz de ya kayıtsızlığımızla karşı koyarız ona, ya aklımızla. Suç ve Ceza da yazarın dehşet verme kabiliyeti, orta bir hassasiyetin dayanamayacağı kadar büyük. Ürpertici eserlerin en tanınmış ustaları, bir Hoffmann, bir Edgar Poe, bir Baudelaire, Dosto'ya kıyasla birer göz boyayıcı, birer edebiyatçı... Suç ve Ceza, Macbeth'den beri yazılan en derin suç psikolojisi etüdü" (E.M. de Vogüe, Le Roman Russe, Paris, Plon, 1892). Doğru ama insanı tanımak böyle bir üzüntüye değmez mi?
SEMAVÎ KİTAPLARIN EMRİ: "ÖLDÜRMEYECEKSİN."
Hıristiyan Avrupa, en sefil çıkarları için dünyanın bütün Mandarenlerini öldürdü ve öldürmeye hazır. Goethe,
"Ya örs olacaksın, ya çekiç," diyor. Şark, Sadi'den Gandi'ye kadar aksi kanaatte:
"Yemin ederim ki, dünyanın bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez." Kim haklı?
KUTUPLAR
Dört asır önce içtimaîyi ahlâkın dışına iten Avrupa şimdi de ferdî hayatı ahlakdışı ilân ediyor.
Machiavelli ile Freud iki müşahit.
Biri politikayı ilimleştirmiş, öteki ruhiyatı.
Avusturyalı hekim çağdaş insanın kulağına, "Canavarsın," diye fısıldıyor, "canavar ve hasta. Dertlerinin kaynağı annene duyduğun itiraf edilmez şehvet, babana beslediğin hayvanca kıskançlık." Ve Avrupalı, asırlarca gizli kalmış meziyetleri birdenbire keşfedilmiş gibi mağrur.
Psikanaliz kârlı bir mit. Kilisesi, rahipleri, ayinleri var. Şuuraltı, her istediğini kolayca elde eden mutlu azınlığın imtiyazı. Yığının bu gibi inceliklerden haberi yok.
Upanişat "Tanrısın," diyor insana. Freud "itsin," diyor. Hangisi haklı?
Şairi dinleyelim:
"Gökten yücesin, topraktan bayağı.
Yokluk zulmetiyle bağlıysan, toprak, İlâhi nurun tecelligâhı isen, arş."
(Feyz-i Hindî)
*****
Havarilerini yaratamayan İsa'nın yeri tımarhanedir, tarih değil.
Muhammed'in ilk mucizesi: Hatice-t-ül kübrâ.
*****
Arzudan tutuşan parmaklarınla dallara boşuna uzanma Tantal. Meyveleri koparamazsın. Hem böylesi daha iyi değil mi?
O altın meyveler boyalı birer top. Serabın büyüsü yok vahada; rüyası muhteşem suyun, kendisi değil.
*****
Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderili'yi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından çok daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lanetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kınlıverir.
Deli İbrahim, Osmanoğulları'nın en akıllısı. İnci balıklara atılmak için yaratılmış olmasaydı, denizlerde ne işi vardı?
İnsanlar beyni fırlatıyor lâğıma. Süleyman'ın sofrası iltifatlarına muntazır, onlar kemik peşindeler. Venüs'e arkaları dönük, köpeklere sırıtıyorlar. Efsane yalan söylüyor: Sirse insanları domuzlaştırmamış, domuzları insanlaştırmış. Bunları tekrar ahıra sok Sirse!
****
Yeşiller-Maviler kavgası Bizans'ın iliklerine işlemiş. Türk sarığı Romalı serpuşunun yerini almadan bu tenperver sürünün Tanrısı: Cokeydi. Hayvana kanat takan arabacı, topa tekme savuran şaşkının yanında haysiyet ve ciddiyettir. Bugünün ayaktakımı kahramana değil, maskaraya alkış tutuyor.
*****
Hint meçhule açılan bir kapıydı, meçhule yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım. Sağ dediler. Oysa Hint'i bana tanıtan ve sevdiren Romain Rolland olmuştu, bana ve Fransa'ya. Saint-Simon'la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu. Sol dediler. Hint'i yazarken tek amacım vardı. Asya'nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek. Saint-Simon'u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı. Ne sol'un hoşuna gittiler, ne sağ'ın.
Anladım ki, bu iki kelime aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir. Çamur, ama, Batı'dan ithal edilmiş. Lukretius'u hatırlıyorum. Büyük şair 2000 yıl önce görmüş hakikati:
"Eğer pek yakınlarındaysan birbirleriyle çeliştiklerini görürsün. Bakarsın, kimi şu partiden, kimi bu partiden. Ama hele biraz uzaklaş, bir tepeye çık: Tozu dumana katan bu süvarilerin topu birden sana bir tek toz bulutu, aynı toz bulutu hâlinde ayan olacaktır."
Bu iki kelimenin topografyadan politikaya sıçrayışları Fransız ihtilali'yle yaşıt. Eski parlamentolar böyle bir kutuplaşmadan habersizdiler. 1789'da Kurucu Meclis'teki kralcılar, kemal-i tantana ile zat-ı şahanenin sağına kurulmuşlar. Teşriî Meclis'te de yerlerini değiştirmemişler. Sonraları Konvansiyonda mutediller başkanın sağını seçmiş hep. Karşı cephedekilere de sol tarafı kalmış başkanın. Onlar da orada kümelenmişler. O çağlarda yaşayan "ilerici" bir yazar: "Öbür dünyadakinin tam tersi," diyor. "İyiler solda, kötüler sağda." Bir tarafsız, sağları da solları da iğneliyor: "Kutsal Meclis'te bütün işler aksıyor. Sebebi meydanda: Sağ cenah her zaman solak, sol cenah hiçbir zaman sağ değil."
Sağla sol, Batı'yla Doğu gibi kaypak iki kavram. Sağ da, sol da tecanüsten mahrum. Bugün sağı temsil edenler, dün solu temsil ediyordu. R. Rémond'a göre soldaki çeşitli temayülleri birkaç başlık altında toplamak mümkün. Önce ihtilal aleyhtarı bir sağın karşısında Fransız İhtilali'nin mirasını ve 89'un prensiplerini benimseyen liberal bir sol. Liberaller 1830'dan itibaren Orleancılarla birlikte sağa geçerler.
İkinci sol demokratik ve laik radikalizm, genel oydan yanadır ve onun bütün siyasî sonuçlarını benimser. 1848'de bir an için muzafferdir. Cumhuriyeti kurar, 1900 ile 1940 arasında iş başındadır.
Üçüncü sol (başta Marksizm olmak üzere) sosyalist mektepler. Sosyalizmin kazandığı her zafer radikalizmi biraz daha sağa iter.
Dördüncü sol komünizm.
Fransız sağının da üç kaynağı var:
Bir, restorasyon devrinin ültraları.
İki, Orleancılık.
Üç, çeşitli mirasları kaynaştıran nasyonalizm. Nasyonalizm, XIX. asır sonlarında bulanjizmle beraber sağa geçer. Sağ partiler, hüviyetlerini açıkça söylemediklerinden ne olduklarını tespit etmek güç. Sol, Fransa için büyülü bir kelimedir. Hakikatte hiçbir ileri fikirle ilgisi olmayan partiler dahi sahneye solun bayrağı altında çıkarlar. Solla sağ dünya politik edebiyatına Fransa'nın armağanı. Her ülke, bu iki kelimeyi kendi heyecanları, kendi ihtirasları, kendi tercihleriyle damgalamıştır.
SAİD NURSÎ
Said'in müridi, bir havariler ormanı.
Yekpare ve kesif.
Ağaçlar kaynaşmış birbirleriyle.
Ve bağrından adsız bir uğultu yükseliyor...
Bir fırtına rüzgârına benzeyen Nur risalelerinin zaman zaman boğuk, zaman zaman heybetli yankısı.
Said, dağbaşında va'z eden bir mürşit.
Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın.
Nass'ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu: Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşti. Yani, Nurculardan önce kelâm var.
O konuştukça, laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer.
Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi (!) ile Anadolu, tereddütle inanç... karşı karşıya geldi.
Nurculuk, bir tepkidir.
Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batıya karşı Doğu'nun isyanı.
Her risale bir çığlık, şuuraltının çığlığı.
Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır mıydı?
Tanzimat'tan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler.
Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır.
Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu.
Nurcuları yok farz etmek, gaflet.
Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez.
Aydının görevi fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamağa çalışmak.
Said Nursî, bir kavga adamı.
Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman.
Said'in kavgası, Yogi ile Komiser'in kavgası.
KEMAL TAHİR
"Gerçek kendisini zor teslim eder, çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalmaz. Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. Bu savaşın zaferi sürekliliğindendir."
(Bir konuşmasından)
Konuşmak bir arayıştı onun için, bir vuzuha varmak cehriydi. Hayatın belli merhalelerinde, belli hatalara düşmenin mukadder olduğunu çok iyi biliyordu. Uyanık bir şuurdu Kemal, her an zenginleşen bir şuur. Ve okşayan bir ses... dost, ılık, ışıltılı.
Ulu çamlar, fırtınalı diyarlarda yetişirmiş. Kemal'i ıstırap yarattı...
Hapishane, maskelerin çıkarıldığı yerdir.
İhtiraslar, cangıldaki canavarlar gibi diş gıcırdatır hapishanede.
Faziletler de günâhlar kadar samimidirler, samimi ve çıplak.
Kemal, Türk insanını böyle bir laboratuvarda tanıdı, bütün giriftliği, bütün sefaleti ve ihtişamıyla.
Hapishaneden önce çapkın ve şımarık bir İstanbul delikanlısıdır. Sağlam bir iştiha, diri bir tecessüs, diri fakat toy ve serseri. Ülkemiz bir geçiş devresinin hummaları ve yasakları içindedir. Mukaddeslerin can çekiştiği bir devir. "İzm'lerin gittikçe kesifleşen taarruzu karşısında bütün setler yıkılmış. Mazi yok, istikbal meçhul... Tutunacak dal arayan genç zekâlar, mücerredin cazibesine kapıldılar, mücerredin yani meçhulün. İçtimaî reçetelerin en ucuzu, en yalınkatı, en aldatıcısı elbette ki büyüleyecekti onları.
Gerçeğin çelik pençesi, şairane hayallerden ayırdı delikanlıyı. Çılgın ümitler, yerlerini çetin bir murakabeye terk ettiler. Hapishane hapishane dolaştı. Yok olmamak için, bir hayvan terbiyecisinin gergin ve sürekli dikkatine muhtaçtı. Hatalar bıçakla düzeltilir "dam"da. Kemal, o çetin tecrübelerden yüz akıyla çıktı; yüz akıyla yani hem kendini hem insanımızı tanıyarak. En sağlam bilgilerini o acılar ummanından devşirdi. Kitaplar, bildiklerini vesikalandırmasına yarayacaktır.
Hayata karışan Kemal Tahir'i, peşin hükümlerin esaretinden de kurtulmuş görüyoruz. Nass'ların peçesini sıyırıp gözlerinin içine bakabiliyor. Fikir adamı için namus, abes-de direniş değil, hakikate teslimiyet. Kemal yaşayan adamdı. Yaşamak tekâmül etmektir. Çocuklukta dinlenen masalları, ölünceye kadar ciddiye alamazdı. Putları kırılanlar öfkelendiler.
"Sol"daki tefekkür sefaletini bütün buudlarıyla açıklıyordu, Kemal:
"Hiçbir şey bilmediğimiz meydana çıktı," diyordu... "yeni bir şey getiremezdik biz... yazı yazanlarımız ortada. Hiç fikirleri yok adamların. Zor, bizim fikrimizin olması... Gerçekleri araştıramıyoruz, fikrimiz nereden olacak?" Tecrübeli bir hekim soğukkanlılığıyla teşhisini koyuyordu: Batılılaşma...
"Biz Batılılaşma hareketini -tabiî Batılılaşma hareketinin bir kolu da, sosyalist harekettir- yani laiklik, maiklik denilen maskaralıkların yanı sıra, sosyalizmi biz, tıpkı Batılılaştırmacılarımızın Batılılaşmayı aldığı gibi aldık. O zaman, Batıda büyük bir sosyalist birikim, fikir birikimi vardı. Her gelen dergi, bize yeni fikirler getirecekti ve bizim, Batı'dan hiçbir farkımız olmadığı için, aynen kullanacaktık onları! Batıda bizim için hazır fikir olmadığı anlaşılınca kıyamet koptu... Zira biz gözü kapalı, Batıdaki fikirleri burada tekrar ediyorduk... Dünya'da bir tek sosyalizm var, o da bilimsel sosyalizm diyorduk. Hâlâ da bu lâkırdıyı söyleyenler var Türkiye'de. Müslümanlıkla sosyalizmin münasebetlerini Garaudy'den öğreniyorlar..."
"Elli yılı kucaklayan sosyalist düşünce tarihimizde, Türkiye gerçeklerine yönelmiş iki tane makale bulmanın ihtimali yoktur; Batıdan duyduğumuz bir iki basmakalıp düşünceyi tekrarlamaktan başka ne yaptık?" ("Sol bölünmeler üstüne konuşma", Türkiye Defteri, s. 2).
Sonra, cıvık ve hain bir ilericilik adına tarihe saldıran madrabazlara sesleniyordu:
"Tarihsiz toplumların büyük sanatı olamaz. Elli yıllık tarihle sanat olamayacağı gibi, uydurma tarihle de sanat yapılamaz..." Ve itiraz kabul etmez bir hakikatin altını çiziyordu:
"Osmanlılık, bir tarih döneminde, çok önemli bir coğrafya alanında, çok onurlu bir insanlık görevi yüklenmiştir. Osmanlılık, kolektif dehayla kurulmuş bir dünya imparatorluğudur. Salt geçmişi değil, taşıdığı insan değeri ve özelliğiyle ne kadar görünmezden gelinmek istenirse istensin, geleceğimizi de etkileyecek bir deha eseridir. Anadolu Türk dehasının en büyük eseridir..."
Her kitabı bir bombaydı Kemal Tahir'in; hiyanet kalesinde kapanmaz gedikler açan bir bomba. Her sözü bir tokattı; hamakatin çehresinde saklayan bir tokat:
"Hümanizma dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesidir," diyordu.
Kemal'in romanları, hiçbir kilisenin sözcülüğünü yapmaz, herhangi bir tarikatın değil, hakikatin emrindedirler. Zaten Kemal'i de, siyasî bir doktrine hapsetmek yanlış. Sağ ve sol tasnifi, o büyük ve coşkun yaratıcı için değil "ulema-ı rüsum"umuzun mumyalaşmış kafaları için geçerli. Sosyalizm, Kemal'de bir gençlik hatırası; daha doğrusu onun sosyalizmi alıştığımız sosyalizmlerden çok başka. Kendisini dinleyelim:
"Gerçeklerle gerçekten savaşmak isteyen bir sosyalist, geçmiş gerçeklerle yaşadığı çağın gerçeklerini iç içe düşünmek, onları her durumda yeniden anlamlaştırmak, değerlendirmek zorundadır..."
"Her ülkenin sosyalistleri kendi yollarını kendileri bulmak, daha açıkçası sosyalizmlerini kendileri yaratmak zorundadırlar" (Konuşmalarından, Türkiye Defteri, s. 6).
Dost bir sesti Kemal, okşayan, inandıran bir ses. Ama bu yumuşak sesin arada bir korkunçlaştığına da şahit olurduk. Bir vicdanın sesiydi bu. Melanetlere meydan okuyan bir sayha idi. Yalanları silip süpüren bir fırtına. Kemal, her namuslu aydının yol arkadaşıydı, yol arkadaşı ve zaman zaman kılavuzu. Hataları, hepimizin hataları. Vahşi cenk çığlıkları atarak birbirlerine saldıranlar, onun husumet duvarlarını yıkan büyük sabrından ve anlayışından ders almalıdırlar.
Kemal, bu ülkenin yani hepimizindir. Mahalle kavgaları, tefekkürün zirvelerine ulaşmamalı.
O hayat ve hareket dolu adamın ölümüne hâlâ inanamıyorum. Ve dudaklarıma Sadi'nin mısraları düğümleniyor:
"Eyyam-ı baharest, gul-u, lâle-u nesrin;
Ezhak berayent ve tü der hâk çeraği."
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.