Print Friendly and PDF

Göze Takılan Yazılardan

Bunlarada Bakarsınız


Aşağıdaki yazıyı okurken vay be diyeceğiniz yerler var…ben yine sarı ışık atayım içine…malum insanlar okumayı bırakın bakmaya eriniyorlar.

SABAHATTİN ALİ RÜZGÂRI ve YENİ TUZAKLAR

Çarşamba, 24 Nisan 2013
HAYATI

Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907'de Edirne Vilayeti’nin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere kazasında (Bugünkü Ardino, Bulgaristan) doğar. Babası piyade yüzbaşısı Cihangirli Selahattin Ali Bey’in görev yerlerinin sık sık değişmesi dolayısıyla, ilk tahsilini İstanbul, Çanakkale ve Edremit’in çeşitli okullarında tamamlar (1921). Edremit’e göçtüklerinde, bölge Yunan işgâlinde olduğu için, emekli olan babası aylığını alamaz ve âile çok zor günler geçirir. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu'na girer, beş yıl burada okur, sonra da İstanbul Öğretmen Okulu'ndan mezun olur (1926). Bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yapar, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya gidip, orada iki yıl orada tahsiline devam eder (1928-1930). Yurda döndükten sonra Orhaneli’nde ilkokul öğretmenliğine tayin edilir. Aydın ve sonra da Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapar.
Konya’da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanır (1932), bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatar. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşur (1933). Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara’ya gider, Millî Eğitim Bakanlığı’na müracaat ederek yeniden göreve alınmasını ister. Dönemin bakanı Hikmet Bayur’un “eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini” istemesi üzerine Varlık dergisinde “Benim Aşkım” adlı şiirini neşrederek (15 Ocak 1934) Atatürk’e bağlılığını göstermeye çalışır. Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü’ne alınır, Ankara’da öğretmenlik yapar. 16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenir, 1936'da askere alınır. 1937 Eylülünde kızı Filiz Ali dünyâya gelir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir’de tamamlar, 10 Aralık 1938’de Musikî Muallim Mektebi’nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlar. 1940 yılında tekrar askere alınır, sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda Almanca öğretmenliği yapar (1941-1945).
“İçimizdeki Şeytan” romanı o zamanki müfrit milliyetçi-Turancı kesimde büyük tepki toplar. Nihal Atsız’ın, kendisi hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dâvâ açar, dâvâ döneminde çok sıkıntı çeker. 1944 yılında dâvâyı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamaz. Olaylı duruşmalar sonunda Bakanlık’ça görevinden alınır, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlar (1945). Ancak, fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kalır; Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la beraber Marko Paşa, Malûm Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasî mizah dergilerini çıkarır (1946-1947). Ancak, bu gazeteler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılanır, dergilerin isimlerindeki Paşa ifâdesiyle Millî Şef İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatılır, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılır. Dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatar, karşılaştığı baskılardan bunalır. Ali Baba dergisinde yayımladığı “Ne Zor Şeymiş” başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatır: “Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli (MKD: sıkıntılı, belâlı), hâttâ bu kadar tehlikeli mi olmalı idi”.
Bir başka dâvâ sebebiyle 1948’de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatar. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlar, işsiz kalır, yazacak yer bulamaz. Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar verir ancak, kendisine pasaport verilmez. Yasal yollardan yurt dışına çıkma imkânı bulamayınca da Bulgaristan’a kaçmaya karar verir ve ücreti mukabilinde Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaşır. Ordudan atılmış olan bir astsubay olan bu kişi, geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlamakta, bir yandan da Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yapmaktadır. Resmî açıklamalara göre Ali Ertekin, “millî hislerini tahrik ettiği için” Sabahattin Ali’yi başına sopa vurarak öldürmüştür. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şâibeli bir şekilde bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948'de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanır. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950'de “millî hisleri tahrik” gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giyer. Ancak, yazarın yakın çevresi Sabahattin Ali’nin Kırklareli'de Millî Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığını iddia etse de, bu hiçbir zaman ispatlanamaz. Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf eden ve Millî Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin dört yıla hüküm giyer; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalır.
Bulgaristan’ın Eğridere (Ardino) kentinde, Sabahattin Ali’nin 100. doğum yılı kutlanır. 31 Mart 2007 günü gerçekleşen toplantıya, başta Bulgaristan Yazarlar Birliği Başkanı olmak üzere Sofya ve Bulgaristan’ın çeşitli kentlerinden Türk ve Bulgar yazarlar, şâirler, okurlar ve Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali katılır. Bütün eserleri 1950’li yıllardan beri Bulgaristan’daki bütün okullarda okutulmaktadır, Sabahattin Ali bu ülkede çok tanınan bir yazardır. Türklük düşmanlığı tescilli olan Bulgaristan için bu hiç de şaşılası bir durum değil...
Yazı hayatına şiirle başlamış, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık izleri görülen bu ürünlerini Balıkesir’de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde neşreder (1926). Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazan (1926-1928) Sabahattin Ali, bu arada öykü de yazmaya başlar, ilk öyküsü “Bir Orman Hikâyesi” Resimli Ay’da neşredilmiştir (30 Eylül 1930). Toplumsal eğilimli bu öyküyü Nâzım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: “Bu yazı bizde örneğine az tesâdüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü rûhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihâyet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz”.
Sabahattin Ali, af yasasından faydalanarak hapisten çıktıktan sonra, özellikle Varlık dergisinde neşrettiği “Kanal”, “Kırlangıçlar”, “Arap Hayri”, “Pazarcı”, “Kağnı” (1934-1936) gibi hikâyeleriyle dikkati çeker. Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirir, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrını tenkit eder. 1937’de neşredilen Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir.
Halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren Dağlar ve Rüzgâr (1934) adlı kitabı edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırır, Yaşar Nabi, Hâkimiyeti Milliye'de şu övücü satırları yazar: “Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali'nin tecrübeli muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şâiri elinden çıkmamış olduklarını hissettirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edâyı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir sâdelik vermiş”. Ancak, bu kitabından sonra şiirle ilgilenmez, sâdece hikâye ve roman yazar.
Leylim Ley, Aldırma Gönül gibi halk dilinden yararlanarak yazdığı şiirler herkes tarafından bilinir (çoğu kimsenin bilmediği bir noktayı da ilâve edeyim: Dertlkerin kalkınca şaha / Bir sitem yolla Allah'a uydurmadr. Esası "Bir küfür yolla Allah'a" şeklindedir.
Varlık’ta Esirler adlı üç perdelik bir oyun da yazar (1936), ancak bu türü de bir daha denemez.
***

Agop Martayan Dilâçar

Şimdi eğri oturalım, doğru konuşalım.
Nedense merhumdan hep “Atatürk’ün öldürttüğü adam” diye bahsedilir.
Bu, korkunç bir tarihî saptırmadır.
Düpedüz yalan ve iftiradır!
O Atatürk ki, Türk lisanı üzerine uzmanlaşmış Ermeni asıllı Türk dilbilimci (filolog) olan Türk Dil Kurumu’nun da ilk genel sekreterliğini yapan Agop Martayan Dilâçar’a (22 Mayıs 1895-12 Eylül 1979) kucak açan adamdır.
 Mustafa Kemâl Atatürk’ün Türkçe ile ilgili çalışmalarına verdiği katkılardan dolayı Dilâçar soyadını alır. Ermenice ve Türkçe’nin yanında İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Lâtince, Almanca, Rusça ve Bulgarca bilmektedir. 1915 yılında Robert Kolej’den mezun olur. Birinci Dünyâ Savaşı’nda Kafkas cephesinde görev alır. 1919’dan itibâren de Robert Kolej’de İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Savaştan sonra, Beyrut’ta bir Ermeni okulunun müdürlüğünü ve Beyrut’ta Ermenice yayınlanan ilk gazete olan Luys (Işık) genel yayın yönetmenliğini üstlenir. Karısı Meline ile birlikte gittiği Sofya’da eski Türk dili ve Uygurca dersleri verir ve ilk kitabını neşreder. 22 Eylül 1932 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda, Mustafa Kemâl Atatürk’ün başkanlığında gerçekleştirilen Birinci Türk Dil Konferansı’na İstepan Gurdikyan ve Kevork Simkeşyan ile birlikte dil uzmanı olarak dâvet edilir. Daha sonra çalışma ve araştırmalarını yeni kurulan Türk Dil Derneği’nin başuzmanı ve ilk Genel Sekreteri olarak sürdüren Agop Martayan, 1934’teki Soyadı Kanunu dolayısıyla, Atatürk’ün kendisine Türk Dili’nin gelişimine katkılarından dolayı teklif ettiği Dilâçar soyadını memnuniyetle kabûl eder. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi çalışmalarıyla, Türk Milleti’nin ve Türk Dili’nin kökenlerinin bulunması konusunda önemli bilgileri ortaya çıkarır. 1936-1951 yılları arasında Ankara Üniversitesi’nde dil-tarih ve Türkoloji dersleri verir ve Türk Dili üzerine önemli çalışmalar yapar. Lâtin harfleri ile yeni Türk abecesinin (alfabesinin) oluşturulması çalışmalarına katılır. 1942-1960 yılları arasında Türk Ansiklopedisi’nin hazırlanması çalışmalarında başdanışmanlık yapar. Türk Dil Derneği’ndeki görevini ve dil çalışmalarını 1979’daki ölümüne kadar sürdürür. Atatürk, daha sonra Güneş Dil Teorisi'ni terk edecektir.
Mustafa Kemâl’e ATATÜRK soyadının verilmesini TBMM’ye teklif eden kişidir. Hâttâ onun imzasının da hazırlayıcısı olduğu söylenir.
***
Sabahattin Ali’nin neden Atatürk’ü sevmediğini, hâttâ sevip sevmediğini de bilemiyoruz… Kendini affettirmek istediğine göre, bu kadar hasbî harbî bir adam kalkıp da methiye yazmazdı.
Muhtemelen, bütün sivri dilli ve fevrî yaratıcılar gibi, bir esintiyle onu tenkit etmiş olabilir. Bu kadar kısa zamana bu kadar çok eser sığdırdığına göre, sıkı da bir grafomanmış (çok fazla yazma: Hipertimik huylu kişilerde, bipolar yelpâzesindeki insanlarda sık görülür). Türklük düşmanı filân da olmadığı kesin. Tıpkı Nâzım gibi, o da bu milletin iyiliğini düşünüyor ama belli ki Marksist yönden yaklaşmış.
Onu katlettiren esas zât kendini Kaf Dağı’nda gören “Millî Şef” İsmet İnönü’dür.

Atatürk’ün çevresindeki herkesi bu vatan ve millet için nasıl da istimâl etmeye çalıştığını kim inkâr edebilir Allah aşkına? Ermeni, Yahudi, Selânikli filân dememiş, herkesi göreve çağırmıştır ama yanındaki insan mâlzemesi de mahduttu, ne yapsın!

2007’de klavyeye aldığım bir makalede aynen şöyle demiştim:

Vefat edenler hakkında hayırla konuşma, onlardan iyilikle bahsetme geleneği hücrelerimize işlediğinden olacak, Prof. Dr. Erdal İnönü'nün arkasından ne kadar büyük adam olduğu, solun sıra dışı unutulmaz lideri olarak tarihe geçtiği, fizik bilimine unutulmaz katkıları bulunduğu filân yazılır, söylenir oldu.
 Fizik bilimine katkılarının ne olduğunu bilmiyorum ve bu kadar bahsedildiğine göre, mutlaka olduğunu düşünerek rûhuna şükranla Fâtiha okuyorum.
Allah rahmet eylesin.
Öte yandan... 
Rahmetlinin rahmetli babası İsmet İnönü, Atatürk’ün büyüklüğü altında ezilen, onun vefatının hemen akabinde bütün ideologyasını alt üst eden, uluslaşmayı Batı mukallitliğine çeviren, paraların üzerine kendi resimlerini bastırıp bir de Millî Şef unvanını yakıştıran, Cumhuriyet Halk Partisi'ni halktan kopartıp bir seçkinler kulübü hâline getiren kişi değil miydi?
El-Cevap: Evet!
Peki, rahmetlinin rahmetli babası İsmet İnönü Köy Enstitüleri’nin kapanmasının önünü açan kişi miydi?
El-Cevap: Evet!
Peki, rahmetlinin rahmetli babası İsmet İnönü ürkek tabiatından dolayı pek çok konuda çok mütereddit ve geç tepki veren bir kişi miydi, hâttâ işine geldiğinde sağırlaşır mıydı?
El-Cevap: Evet!
Peki, rahmetlinin rahmetli babası İsmet İnönü nasıl olsa halk kendisini gümbür gümbür seçecek zannederken hezimete uğrayınca, CHP'den istifa edip küsen kişi miydi?
El-Cevap: Evet!
Peki, rahmetli (yâni Erdal İnönü) ODTÜ Rektörü iken orası devlete karşı “Kurtarılmış Bölge” değil miydi ve o zamanlar da hep gülümser miydi?
El-Cevap: Evet!
Peki, koskoca bir üniversite bu hâle gelirken, rektörünün bundan sorumlu olması gerekmez miydi ve o gene hep gülümser miydi?
El-Cevap: Evet!
Peki peki anladık! Rahmetli pederiyle hemen aynı kişilik özelliklerine sâhip olan rahmetli, rahmetli, CHP'nin başına geçtikten sonra akıllarda kalacak en önemli tarihî eylemi ne oldu?
El-Cevap: Kürt ayrılıkçılarını TBMM çatısı altına sokarak bugünlere yol açmak ama tabii ki gülümseyerek!
Peki, o da hayâl dünyasından çıkıp zoru görünce, rahmetli babasının yaptığı gibi partisini bırakıp gitti mi?
El-Cevap: Evet, gülümseyerek gitti!
Eh, bu yazı da burada bitti! 
***
Son zamanlarda bir Sabahattin Ali rüzgârı esiyor, estiriliyor fırtınalar gibi!
Ne kadar Atatürkçü geçinen, ona düşman olan ve sâir entel dantel varsa, sürekli olarak kendisini övüyor, kitapları bütün vitrinleri süslüyor.
Hâlbuki bütün bu vaveyla (bağırıp çağırma) içerisinde Kürtçülere inanılmaz tâvizler veriliyor. Van Minüt kandırmacaları altında ABD Dışişleri Bakanı ile gizli saklı öyle pazarlıklar sürdürülüyor ki, müteakip seçimlerde AKP’nin belki de %70-80 oranda reyle iktidarda kalması için bütün ince ayarlar yapılıyor! Eğer ömrü vefa ederse Başbakanımız Sultanlık makamına oturacak ama sıhhati bozulursa arkadan getirilen Numan Kurtulmuş’un, sessiz sedâsız yapılı mürşidinin, cenazesinde bir tek Türk Bayrağı olmayan Necmettin Erbakan’ın dâvâsını sürdüreceğini sakın görmezlikten gelmeyin!

Çıkık Çeneli ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile İstanbul'da bir araya geliyor. Suriye Halkının Dostları Grubu Dışişleri Bakanları Toplantısı’na (isme bakın) katılmak üzere dün İstanbul’a gelen Kerry, Abbas ile Conrad Otel'de görüşüyor. Basına kapalı yapılan görüşmenin ardından otelden ayrılan Abbas, gazetecilere açıklamada bulunmuyor.
Zaman, her zamankinden de daha uyanık ve dikkatli olma zamanıdır!
   Gölgeler yok olmuştur,
      Öğle güneşi üzerimizdedir,
         Tam çalışma vaktidir!
Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 24 Nisan 2013 Çarşamba

https://keremdoksat.com/entry/sabahattin-ali-ruzgari-ve-yeni-tuzaklar.html

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar