Fars Edebiyatından Seçmeler
Bu bölümde Şehid-i Belhî, Ebûlmueyyed Belhî, Rûdeki-yi Semerkandî, Kisai-i Mervezî, Harakanî, Ebû Şekûr Belhî, Baba Tahir, Ebû Said Ebû’l-Hayr, Ömer Hayyam, Mevlâna gibi şairlerin Farsçayı canlandırdığı eserlerinden seçmelere yer verilmiştir.
Eserlerinden Seçmeler: Şehid-i Belhî
Tam adı, Ebu’l-Hasan Şehîd b. Hüseyn-i Cehûdâniki-yi Belhî’dir (ö. 325/936). Sâmânîler devrinde yaşamış, Arapça ve Farsça şiirler yazmış bir şâir, hakîm ve kelâm bilginidir. İran edebiyatında Farsça şiirleri ile Arap edebiyatında ise daha çok âlim kişiliği ile ünlüdür. 102 beyti günümüze kadar gelmiştir. Şehîd-i Belhî, Ebûbekr Muhammed b. Zekeriyyâ Râzî ile felsefî konularda müzakereler yapmıştır. İlmî kişiliği, güçlü tabiatı, kuvvetli düşüncesi, hattının güzelliği ve selim zevki ile şöhret bulmuş, üstatlıkta Rûdekî ile eşit kabul edilmiş, özellikle gazelleriyle takdir edilmiştir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan bu zatın, Sâmânî emîri Nasr b. Ahmed (301–331/913–944) ile Sâmânî veziri Ebû Abdullâh Muhammed el-Ceyhânî’yi övdüğü kaydedilmiştir. Güzel, pişkin ve derin anlamlı rubailer söyleyen Şehîd-i Belhî’nin, Hayyâm’ın (ö. 517/1123) düşünce tarzını andırır.
Eserlerinden Seçmeler: Ebulmueyyed Belhî
Künyesi Ebu’l-Müeyyed (ö. 4/10 yy.), nisbesi Belhî olan bu zat, hicrî 4. yüzyılın ilk yarısına damgasını vurmuş büyük yazar ve şâirlerdendir. Müeyyedî mahlasını kullandığı ifade edilen şâirin doğum yeri Belh’tir. Ebu’l-Müyyed’in, bugün elimizde bulunmayan, fakat birçok kaynak eserde kendisine işaret edilen mensur bir şehname yazdığı ve bu eserin, yeni İran edebiyatında bu konuda yazılan ilk eser olduğu; 352/963 yılından önce telif edildiği anlaşılan bu eserin bir kısmının, Gerşasb’la ilgili hikâyeleri içerdiği belirtilmektedir. Ebu’l-Müeyyed’e nisbet edilen diğer bir mensur eser, kara ve denizlerin tuhaflıklarından bahsettiği Acâyibü’l-büldân, Acâyib-i Bahr ü Berr veya Acâyibü’l-eşyâ adlarıyla bilinen eseridir. Târîh-i Sîstân yazarının, Sistan’la ilgili olağanüstü olayları bu eserden aldığı belirtilir. Acâyibü’l-büldân, Nûh b. Mansûr (366–387/976–997) adına yazılmış ve ona ithaf edilmiştir. Eserin, sonraki yıllarda tahrif edildiği, 562–602/1167–1206 yıllarına ait olayların eserde bulunmasından anlaşılmaktadır. Ebu’l-Müeyyed, Yûsuf ü Züleyhâ mesnevisini, Farsça ilk defa nazmeden kişidir.
“Aslanlarla savaşmaktan korkan kişiye yiğit deme; ona lohusa kadın demek daha uygundur.”
“Başkalarını yüzlerce dille tenkit eden insanlar, kendi ayıplarını söylemeye gelince dilleri lal olurlar.”
“Kalbindeki eğriliklerden geç ve arın. İnsaf yolunda dosdoğru yürü.”
Eserlerinden Seçmeler: Rûdeki-yi Semerkandî
Ustâd Ebû Abdullâh Ca’fer b. Muhammed b. Hakîm b. Abdurrahmân b. Âdem Rûdeki-yi Semerkandî (ö. 329/941), yeni İran edebiyatının ilk büyük şâiridir. Semerkand’ın Rudek kasabasına bağlı olan Benuc köyünde doğmuş ve doğduğu yerde vefat etmiştir. Kaynaklarda Rûdekî’ye, üstâd-ı şâirân, üstâd-ı şâirân-ı cihân, sultân-ı şâirân, sâhibkırân-ı şâirî, peder-i şi’r-i Fârsî, Âdemü’ş-şuarâ gibi lakaplar verilmiştir. Rûdekî, musikide zamanının üstadıdır. Arap şiir ve edebiyatına da vakıftır. Rûdekî şiirlerinde Sâmânî vezirleri Ebû Tayyib Mus’abî, vezir Ebu’l-Fazl-i Bel’amî (301-331/914-942) ile Saffarî emîri Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed (311-352/923-963), Deylemîlerden Mâkân-ı Kâkî (ö. 329/941) ve Adnânî gibi bazı kişileri övmüştür. Rûdekî’nin en az 100.000 beyit şiir yazdığı belirtilir. Dîvân-ı Rûdekî’de (nşr. Saîd-i Nefîsî, Y. Braginsky, Tahran 1373 hş.), çoğunluğu kaside, gazel, mesnevi ve rubai nazım şekillerine ait olmak üzere toplam 1045 beyit mevcuttur. Medih, şarap ve aşk konulu şiirlerinde ve Şehîd-i Belhî üslûbunda söylediği manzumelerinde bedbin bir ruh hâkimdir. Aşırı mübalağalı ibare ve tavsiflere rastlansa da, Rûdekî’nin şiirlerinin çoğunun sade, samimi, sanat endişesinden uzak ve manalı olduğu söylenebilir. Gazel söyleyen şâirler arasında da önemli bir yeri vardır. Bugüne kadar gelebilen mesnevi nazım şekline ait şiirlerinin 6 ayrı vezinde olmasına dayanarak Rûdekî’nin altı adet mesnevi yazdığı söylenebilir. Bunlardan adı bilinen dört mesnevisi Sâmânî Emiri Nûh b. Nasr’ın emri ve Deylemî komutanlarından Mâkân-ı Kâkî ile Sâmânîlerin ünlü veziri Ebu’l-Fazl-i Bel’amî’nin teşviki ile, Farsça mensur bir tercümeye dayanarak nazmettiği ve bugün 200 beyti bize kadar gelen Kelîle ve Dimne ile, Sindbâdnâme, Arâyisu’n-nefâis ve Devrân-ı Âfitâb adlarını taşımaktadır. Şâirin, gençliğinde geçirdiği güzel günlerini, yaşlılığında andığı Dendâniyye veya Şekvâiyye adlı kasidesine ait birkaç beyit:
Beni bitirdi, ne kadar dişim varsa döküldü. Diş değil, parlak kandil gibi idi. Bembeyaz parıldıyordu, inci ve mercan idi. Sabah yıldızı idi, yağmur damlası idi. Daima mutlu idim, üzüntünün ne olduğunu bilmezdim. Gönlüm, neşe ve sevincin geniş meydanı idi. Daha önce taş ve örs gibi olan nice gönülleri, şiirimle ipek gibi yumuşattım. Gözüm daima güzellerin zülüflerine bakardı; kulağım devamlı olarak şiirden anlayan insanlara dönüktü. Çoluk çocuğum yoktu; yoktu karım ve oğlum; sıkıntım da yoktu. Bütün bunlardan gönlüm rahat ve huzurlu idi. Ey ay yüzlü! Sen Rûdekî’yi şimdi görmektesin; yukarıdaki anlatılan halini görmedin. Şarkılar söyleyerek gezdiği zamanı görmedin. Sanki bülbül idi. Cömertlerle dost olduğu günler geride kaldı. Emirlere yakın olduğu günler geçti. Bazısının nimeti şunun bunun eliyledir. O ise Samanoğulları sayesinde makam ve nimete ulaşmıştır. Şimdi zaman değişti, ben de değiştim. Baston getir; çünkü baston ve dağarcık alma zamanı geldi.
***
Hz. İsa bir gün yolda öldürülmüş birini gördü. Hayret etti ve parmağını ısırarak şöyle dedi: Ey maktul! Kimi öldürdün de öldürüldün; Seni öldüren de sonunda öldürülecektir.
***
Kaynaklarda anlatıldığına göre Emîr Nasr, Buhara’dan Merv’e gitmiş, orada uzun süre kalmıştı. Devlet büyükleri Buhara’yı, bu şehrin saray ve bahçelerini özlediği için, Rûdekî’ye birçok hediyeler vererek Emîr’i Buhara’ya dönmeye teşvik etmek için birkaç beyit yazmasını ve bunu uygun bir yerde ona sunmasını istediler. Emîr, bir seher vakti sabah şarabını içerken, Rûdekî, çengi eline alarak, uşşak makamında şu şiiri okudu:
***
Zamane bana hür insanlar gibi bir öğüt verdi. Zamaneye dikkatle bakarsan, tamamen öğütten ibarettir. Aslâ başkalarının bahtiyarlığına bakıp üzülme. Senin hayatını arzu eden nice insan vardır.
***
Rûdekî’nin, şarabın yapılışını ve faydalarını anlatan Mâder-i Mey adlı meşhur bir hamriye kasidesi vardır. Bu manzume Fars şiirinde ilk tam kaside sayılmaktadır. Bu kasideye ait birkaç beyit:
Şarabın annesini kurban etmeli; çocuğunu alıp zindana atmalı. Onu önce ezip canını almadıkça, çocuğunu ondan ayıramazsın. Ordibehişt ayının başından Aban ayının sonuna kadar tam 7 ay süt emmedikçe, küçük çocuğu annesinin sütünden ve memesinden ayırmak uygun değildir. Ancak o zaman, din ve adalet gereği, çocuğu dar zindana atmak, anneyi de kurban etmek uygundur. Çocuğu zindana atınca 7 gece ve gündüz şaşırıp kalır. Sonra aklı başına gelip durumunu görünce, coşar ve içi yanarak inlemeye başlar…
***
Cihanın önde gelen kişileri tamamen öldüler; ölüme boyun eğdiler. O köşk sahipleri toprağın altına girdi. Binlerce nimetlerinden, sonunda kefen dışında bir şey götürmediler.
***
İstersen git, kıyamete kadar ağla. Gideni, ağlamakla geri getiremezsin?
***
Siyah gözlerle mutlu yaşa, mutlu. Çünkü dünya, efsane ve rüzgârdan başka bir şey değildir. Gelecekten umutlu olmak, geçmişi hatırlamamak gerekir. Ben ve o saçı kıvrımlı ve galiye kokulu; ben ve o ay yüzlü ve huri yaratılışlı. Veren ve yiyen, iyi bahtlı; yemeyen ve vermeyen, kötü bahtlıdır. Ne yazık ki bu cihan rüzgâr ve buluttan ibarettir. Ne olursa olsun, şarap getir.
***
Şarap, hür yaratılışlı bir insanı köleden ayırır. Şarap, hürü, asaletsizden ayırır. Bu şarapta çok hünerler vardır. Şarap içtiğin zaman ne mutlu sana! Özellikle gül ve yaseminin yeşerdiği zaman! Şarap nice sağlam kaleleri fethetmiş, nice sağlam kaleleri tahrip etmiştir. Ey şarap içtiği halde cimrilik yapan alçaklar, dünyaya cömertlik saçınız.
Lâmiyye Kasidesi: Kisai-i Mervezî
Ebu’l-Hasan (Ebû İshâk) Alî b. Muhammed-i Kisâi-yi Mervezî (ö. 391/1001). Hicrî 4. yüzyılın ünlü Şiî şâirlerindendir. 341/953’te Merv’de doğmuş, Sâmânîlerden Nûh b. Mansûr dönemi ile Gaznelilerden Mahmûd’un (388–421/998–1030) ilk yıllarına yetişmiştir. Şiirde Rûdekî’nin üslûbunu takip etmiş ve onu üstad olarak kabul etmiştir. Hayatının sonlarında sultanlara kaside yazmaktan vazgeçen Kisâî, ibadet ve riyazete yönelmiş, zühd ve öğüt hakkında şiirler yazmıştır. Bu yönden, hicrî 4. yüzyılın ünlü şâiri Nâsır-ı Husrev (ö. 481/1088) onu övmüş ve örnek almıştır. Kisâî’nin şiirlerinden yaklaşık 400 beyit bugüne kadar gelmiştir.
Yıl 341’e ulaştı; Şevval’in bitmesine üç gün var. Ne söylemek ve ne yapmak için dünyaya geldim? Nimet ve mal ile şiir söyler ve sevindiririm. Bütün ömrümü, çoluk çocuğun esiri olarak hayvan gibi geçirdim. Yaşadığım 50 yıldan elimde neyim var? Yüz bin çeşit veballi hesap defteri. Ben bu hesabı nasıl temizlerim? Zira başlangıcı yalan, sonu ise muhaldir. Tamahkârlığın kölesi oldum, hırsıma mağlup oldum. Hadiselerin hedefi oldum; hesaba çekileceğim. Ah gençliğin gücü, ah mutlu ömür, ah güç ve kuvvet, ah güzellik! O güzellik nereye gitti? Nereye gitti o aşk? O güç nereye gitti? Nereye gitti o hal? O günlerde başım arslan gibi, gözüm ve gönlüm kapkara, yüzüm Nil gibi, vücudum ney gibi idi. Ölüm korkusu beni gece gündüz titretmektedir. Tembel çocukların tasma korkusu gibi. Bırakıp gittik, olan oldu; gittik ve şiirimiz çocukların efsanesi oldu. Ey Kisâî, 50 yıl sana pençesini attı. Bu pençenin darbesi senin kanadını kopardı. Eğer senin hırsla mal biriktirmeye daha fazla meylin yoksa, hırstan uzak ol ve vaktinin kıymetini bil.
Eserlerinden Seçmeler: Ebulhasan Harakanî
Tam adı Ebu’l-Hasan Alî b. Ca’fer el-Harakâni-yi Bistâmî’dir (ö. 425/1030). 348/959’da Bistam’a bağlı Harkan veya Harakan’da doğmuştur. Büyük zahid ve âriflerden olup, tasavvuf ehlinin ünlü mürebbilerindendir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhanî mürididir. Ünlü mutasavvıflardan Ebu’l-Abbâs Kassâb ve Abdullâh-ı Ensârî ile görüşmüştür. Arapça ve Farsça eserler yazan Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin en ünlü eseri, ölümünden sonra bir müridi ya da müridleri tarafından 10 bab halinde tedvin edilen Nûrü’l-ulûm’dur. Tasavvufun esas ve merhalelerinden söz eden eser, sade, akıcı ve tatlı bir nesirle yazılmıştır. Hicrî 4. yüzyıl ile 5. yüzyıl başlarındaki Fars nesrinin genel özelliklerini ihtiva eder. Eserin bir nüshası, Britanya Müzesi Kütüphanesi’nde mevcut olup, 1929’da Rus şarkiyatçı Berthels tarafından İran adlı dergide yayınlanmıştır. Daha sonra Muctebâ Mînovî ve Abdürrefî’ Hakîkat tarafından olmak üzere iki kez daha neşredilmiştir. Türkçeye de çevrilen eserde bulunan latif ve anlamlı 8 rubainin bir kısmı Hayyâm’a (ö. 517/1123) nispet edilir. Bunların hiçbirinin, bu zata ait olmadığı ihtimali de vardır.
“Ezel sırlarını ne sen bilirsin, ne de ben; bu muammayı ne sen çözersin, ne de ben. Perdenin arkasında seninle benim konuşmalarımız var; perde düşünce, ne sen kalırsın, ne de ben.”
“O öyle bir dosttur ki göz, onu görmekle süslenir. Göz onu görmezse ağlamaktan duramaz. Bize göz, onu görmek için lâzım. Dostu görmedikten sonra göz neye yarar.”
“Senin sarhoşunum; şarap ve kadehle ilgim yok. Ben senin avınım; yem ve tuzakla alâkam yok. Benim Kâbe ve puthaneden maksadım sensin; yoksa benim bunlarla ilgim yok.”
Eserlerinden Seçmeler: Ebû Şekûr Belhî
Sâmânî devri şâirlerindendir. Rûdekî’nin son, Firdevsî’nin (ö. 411–6/1020–5) ilk günlerine yetişmiştir. Hikmet ilminde (felsefe) de meşhur olduğu için kendisine ’hakîm’ lakabı verilmiştir. Ebû Şekûr’un şiirlerinin bir kısmı, onun kasidelerine, bir kısmı da mütekarib bahrinde yazılmış olup, hikemî ve sosyal düşüncelerine yer verdiği, Sâmânîlerden Nûh b. Nasr b. Ahmed b. İsmâîl (331-343/942-954) adına yazdığı Âferînnâme adlı mesnevisine aittir. İran edebiyatında ilk mesnevi yazarı kabul edilen şâir, bu eseri 333/944’te nazmetmeye başlamış ve 336/947’de bitirmiştir. Ebû Şekûr’un, Âferinnâme adlı mesnevisine ait olan şiirleri ile diğer manzumelerine ait olan 500 beyit civarında şiiri, Muhammed Debîrsiyâkî tarafından Genc-i Bâzyâfte adlı kitapta bir araya toplanmıştır. Gilbert Lazard da Eş’âr-ı Perâkende’de onun 420 beytine yer vermiştir. Şâirin, Âferinnâme’den başka iki mesnevisinin de olduğu, lugatlerde onun adına kayıtlı dağınık beyitlerin hezec ve hafif bahirlerindeki iki ayrı vezinle yazılmış olmasından anlaşılmaktadır. Ebû Şekûr’un, şiir sanatına dair bir kitap yazdığı ve onu 330/941’de tamamladığı rivayet edilir.
“Cevheri acı olan bir ağaca tatlı ve yağlı da versen, aynı acı meyveyi verir; ondan tatlı ve yağlı meyve alamazsın.”
***
“Uzaktan senin didarına baktım. O güzellik ve melâhat dolu çehre yaralandı. Senin gamzenden, yaralı gönlüm yorgun düştü. Bu, kazânın hükmüdür: Yaralamaya karşı, yaralama (kısasa karşı kısas).”
***
“Bilgim o dereceye ulaştı Harezmi ki bilmediğimi biliyorum.”
***
“Cevap kaba, fakat doğrudur. Doğruluk önce kaba görünür.”
***
“Felek, kendisinden daha iyi bir öğretmenin olamayacağını sana göstermedi mi?”
Dobeytîler: Baba Tahir
Baba Tâhir-i Uryân (Hemedânî), eldeki kesin olmayan bilgilere göre 938–1010 yılları arasında İran’ın Hemedân ve Loristân bölgesinde yaşamış bir sûfî şairdir. Günümüze, yaşadığı bölgenin lehçesiyle söylediği ve bir kısmının kendisine aidiyeti şüpheli iki yüz kadar şiiri ulaşmıştır. Baba Tâhir de tıpkı rubaileriyle ünlü Ömer Hayyâm gibi dört dizeden oluşan özlü, akıcı ve çarpıcı şiirleri ile yaşadığı dönemden çok sonra, 19. yüzyılda Batılı araştırmacılar tarafından yeniden keşfedilmiş ve ilgi görmüştür. Fakat Baba Tâhir’in lirik ve mistik şiirleri, Hayyâm’ınkilerden vezni (hezec-i müseddes-i mahzûf=mefâîlün mefâîlün feûlün) ve zevki değil, ızdırabı anlatması, güzellik ve sevgiliyi de ilahi aşkla karışık, faydalanılacak değil, uğruna adanacak değer ve varlıklar olarak ele alışı yönüyle ayrılır, “dobeytî” olarak adlandırılır. Baba Tâhir, dili ve üslûbuyla adeta bir halk şairidir ve halk arasında dünya nimetlerinin uzağında derviş ve veli yaşayışıyla, bu nedenle de Uryân lakabıyla meşhur olmuştur. Kendisi de şiirlerinde bu durumundan acı serzenişlerle bahseder. Burada, Baba Tâhir-i Uryân’ın dobeytîlerinin genel tema ve karakterini vermek üzere seçtiğimiz ve üslûbunu da yansıtmaya çalışarak çevirdiğimiz on tanesini veriyoruz.
Rubâiler: Ebû Said Ebû’l-Hayr
Şeyh Ebû Saîd Fazlullâh b. Ebû’l-Hayr (ö. 440/1048–9), Baba Tâhir’in çağdaşıdır. 357/967’de Horasan’ın Haveran nahiyesine bağlı Meyhene’de doğmuştur. Ebû Saîd’in, tasavvufî şairlerin ilk safında yer aldığı söylenebilir. Çünkü kendisine atfedilen latîf rubailer, tasavvufi düşünceyi çok güzel ifade etmektedir. Şeyh Ebû’l-Fazl Serahsî (ö. hicri 4. yüzyıl sonları), Ebû’l-Hasan Harakânî (348–425/959–1030), Kuşeyrî (ö. 465/1072) gibi zamanın ünlü şeyhlerinden istifade eden Ebû Saîd, büyük sûfî Ebû Abdurrahmân Sülemî’nin (ö. 412/1021) mürididir.
Sana bir gerçekten söz edecek ve onu iki cümle ile özetleyeceğim: Senin aşkınla toprağa girecek, yine senin sevginle topraktan başımı kaldıracağım.
***
Bedenim tamamen gözyaşı kesildi, gözlerim hâlâ ağlıyor. Senin aşkında bedensiz yaşamak gerekir. Benden hiçbir eser kalmadı, bu aşk nedendir? Ben tamamen maşuk olduğuma göre aşık kimdir?
***
Daima dosta bakan ve onu gören bir gözüm var. Gözümle aram iyidir; çünkü dost, gözümün içindedir. Göz ile dostu birbirinden ayırdetmek mümkün değildir. Ya gözün içinde bulunan odur ya da göz, onun ta kendisidir.
***
Gözlerimde, uyku yerine gözyaşı vardır. Çünkü seni görmek için koşmaktayım. Uyu ki onu göresin diyorlar. Ey gafiller! Uyumama imkân var mı?
Kâbusnâme: Kabus b. Keykavus
Unsuru’l-meâlî Keykâvûs b. İskender b. Kâbûs b. Voşmgîr, hicri 4–5. yüzyıllarda Gurgan, Gilan, Deylemistan, Taberistan ve Rey taraflarında hüküm süren Ziyarî hükümdarıdır. 475/1082 yılında, oğlu Gîlânşâh için Kâvûsnâme (Kâbûsnâme) veya Keykâvûsnâme adında bir nasihatname yazmış ve bu eser, Saîd-i Nefîsî tarafından şerh ve ilâvelerle birlikte 1933’te yayınlamıştır. Kâbûsnâme, hicri 5. yüzyılda yazılmış mensur eserlerin en değerlisidir. Eserin başlıca özellikleri; çok sade, tatlı ve akıcı bir üslup ile yazılması, göz boyamaya yönelik süslü ve manasız sözlerden uzak olması; devrinin dil, tarih ve geleneklerine dair birçok özellik içermesidir. Devlet adamı, arif ve âlim bir kişi olan müellif, kendi döneminin ve geçmiş devirlerin önemli ilmî ve edebî eserlerini gözden geçirmiş; tıp, musiki ve nücum ilimleriyle de meşgul olmuştur. Askerlik, binicilik ve devlet idaresi hususlarında da yeterince bilgi sahibidir Büyük bir sadakat, ihlas ve samimiyetle yazılan bu eserde, Keykâvûs’un kendi şiirleri de yer almıştır. Fakat yazarın şiiri, nesri kadar güçlü değildir.
Bilmiş ol ki hüneri olmayan kişi hiçbir işe yaramaz. Böyle bir kişi mugaylan dikeni gibidir; vücudu var, fakat gölgesi yoktur; ne kendine faydası vardır ne de başkasına. Elinden bir şey gelmeyen kişi, asaleti sayesinde insanlardan saygı görür. En kötüsü ise ne parası ne de hüneri olmamaktır. Asaletin, altın ve cevherin olmakla birlikte, vücut cevherini de korumaya yani sağlıklı olmaya çalış. Çünkü vücut cevheri asaletten daha önemlidir.
Babanın ve annenin sana koyduğu ad, ancak bir nişanedir. Asıl ad, hüner ve becerinle kendine koyduğun addır. Zeyd, Cafer gibi amca, dayı gibi adlardan ise üstad, fakih, hakim gibi unvanlar daha iyidir. Çünkü insanda asalet cevheri yanında hüner cevheri de olmaz ise kimse onun sözüne ehemmiyet vermez. Kimde bu iki cevher varsa ona yakın ol, onu kaybetme; çünkü böyle bir kişi herkesin işine yarar.
En iyi hüner güzel konuşmaktır. Çünkü Allah Teâlâ, insanı, yarattığı her şeyden üstün kıldı. Ona bahşettiği 10 hasletle onu diğer canlılardan daha üstün kıldı. Bu 10 hasletin 5’i gizli, 5’i de zahiridir. Gizli olanlar düşünmek, öğrenmek, korumak, hayal etmek ve temyiz (ayırdetmek)dir. Zahiri olanlar ise işitmek, görmek, koklamak, dokunmak ve zevk almaktır. Bu zahiri olanlar insanın dışındaki varlıklarda da mevcuttur, sadece insana mahsus değildir. Gizli olan hasletler ise yalnız insana verilmiş ve bu nedenle o, diğer canlılardan üstün ve onlar üzerine hükümran olmuştur.
Hadîka: Senaî
Ebu’l-Mecd Mecdûd b. Âdem Senâî (ö. 545/1150), hicri 5. yüzyıl ortalarında doğmuş, gençliğinde Gazne sarayına intisab etmiş ve şiirlerinde bu hanedana mensup olan Behrâmşâh (ö. 547/1152) gibi bazı sultanları övmüştür. Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân (ö. 515/1121), Ebû Hanîfe-i İskâfî (hicri 5. yüzyıl), Muizzî (ö. 520/1126) ve Osmân-i Muhtârî (ö. 549/1154) gibi ünlü şairlerle çağdaştır. Senâî’nin kaside, gazel ve rubailerinden oluşan 14 000 beyitlik bir divanı vardır. Onun asıl üstadlığı mesnevilerinde, özellikle de Hadîka’sında görülür. Şiirlerinde lafızdan çok manaya yönelen Senâî, İran’ın ilk büyük mutasavvıf şairi sayılabilir. Çünkü ondan önce tasavvuf vadisinde onun kadar metin, selis ve temiz şiir söyleyen bir şair gelmemiştir. Senâî, şiirlerinde nefsi temizlemeye, gurur ve riyayı terketmeye davet eder. Yine o insanları, hallerini düzeltmeye, kendini beğenmek ve kendine değer vermekten sakınmaya, kalbi temizlemeye, Allah rızası için ilim kazanmaya, hizmet etmeye, hikmet elde etmeye, şehveti öldürmeye, hırsı terketmeye; sülûk, iman ve irfana çağırır. Senâî Hadîka’dan başka mesneviler de yazmıştır. Seyru’l-ibâd ile’l-meâd (Kenzu’r-rumûz), Kârnâme, Aşknâme, Akılnâme, Garîbnâme (Afvnâme) de onun mesnevileri arasındadır. Şairin en ünlü mesnevisi Hadîkatu’l-hakîka ve Tarîkatu’ş-şerîa’dır. 525/1131 yılında tamamlanan ve Behramşah’a ithaf edilen bu eser, 10 bab ve 10 000 beyitten oluşur. Senâî, eserin bablarında, hikâye ve misallerle maksadını anlatır. Hadîka, hafîf bahrinde yazılmış tasavvufî-ahlâkî bir mesnevidir. Mevlânâ Celâleddîn(ö. 672/1273), bu eseri çok beğenmiş, adeta ondaki önemli konuları Mesnevî’sine almıştır. Hadîka’nın 10 babı şu konuları içermektedir: Tevhîd, Kur’ân, na’t, akıl, ilmin fazileti, küllî nefs, insan; Behrâmşâh’ın (ö. 547/1152), sarayının ve Gazne ileri gelenlerinin övgüsü, saadet yolu ve kendi ahvali. Kenzu’r-rumûz ve Kunûzu’r-rumûz adları ile de anılan Seyru’l-ibâd ile’l-meâd mesnevisi, ruhun türlü merhalelerde varlıklar içinde dolaşmasından bahseder. Bu eser, Dante’nin Divinia Comedia’sını hatırlatmakta olup, onun bir müjdecisi sayılır. Eser, Saîd-i Nefîsî tarafından yayınlanmıştır (Tahran 1316 hş.). Senâî’nin şiirlerinde, dört büyük şairin nüvesini oluşturan çeşitli üsluplara rastlanır: Attâr (ö. 627/1229), Mevlânâ (ö. 672/1273), Sa’dî (ö. 691–4/1291–4) ve Hâfız (ö. 791/1388). Bu dört şairin hepsinde de Senâî’nin şiirlerine yazılmış nazirelere, onlardan yapılmış iktibaslara ve yine bunlardan alınmış mazmunlara rastlanır. Tabii olarak bu dört şairde düşünceler daha çok berraklaşmış, ifade daha saf ve temiz bir hale gelmiştir. Attâr ile Mevlânâ, tasavvufî düşünceleri, gerek Mesnevî, gerek gazel veya kaside şeklinde şiire sokmakta, kalenderiyyât yazmakta Senâî’nin yolundan gitmişler ve ondan çok şey almışlardır. Mevlânâ şöyle der: “Attâr yüz, Senâî de onun iki gözü idi. Biz, Senâî ve Attâr’ın izinden geldik.” Sa’dî’de görülen aşk duygularını sade ve tekellüfsüz günlük konuşma dili ile ifade etme tarzı Senâî ile başlar. “Gazelci Senâî, akıcılığı ve olgunluğu, kemal derecesine henüz ulaşmamış genç bir Sa’dî’dir.” Bu bakımdan iki şair birbirine çok benzer. Hâkânî (ö. 595/1198), onu çok takdir ettiği gibi, bazı şiirlerinde ve Tuhfetu’l-Irâkeyn’inde, Senâî’den etkilenmiştir. Nizâmî (ö. 604/1207) de onu takdir etmiş, Mahzenu’l-esrâr’ında, Senâî’nin Hadîka’sını örnek almıştır. Bunlardan başka Emîr Husrev-i Dihlevî (ö. 725/1324), Câmî (ö. 898/1492), Evhadi-yi Merâgî (ö. 738/1337), Selmân-ı Sâvecî (ö. 778/1376) ve Kâânî (ö. 1270/1853) gibi ünlü şairler de Senâî etkisinde kalmışlardır.
Kendini bilmeyen kişi Allah’ı nasıl bilir! Kendi nefsinin zebunu olan sen, Yaratan’ı nerden bileceksin?
***
İster ümitvar ol, ister ümitsizliğe kapıl. Hüküm sahibi olan Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştır. Cihanda şu ana kadar vaki olan, ileride vuku bulacak olan ve halen vukua gelen ne varsa mutlaka hepsi olması gereken şekildedir.
***
Simurg değilsin ki adın dillerde dolaşsın. Tavus değilsin ki herkes senin güzelliğine hayran hayran baksın. Bülbül değilsin ki ötüşünle âşıklar yanıp yakınsın. Sen nasıl bir kuşsun, senin pahan nicedir.
Gazeller: Mevlâna
Günümüz Afganistan sınırları içinde olan Belh şehrinde bilgin bir baba ve seçkin bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukken ailesiyle birlikte Anadolu’ya göçüp Konya’ya yerleşti. Burada ve çevresinde medrese eğitimi gördükten sonra din adamlığı ve medrese hocalığı yapmaya başladı. Döneminin tanınmış saygın bilginlerinden biri iken medrese hocalığını bırakıp tasavvufla ilgilenmeye başladı. Bu ilgiyle bazı coşkulu şiirler yazdı. Mesnevi adıyla bilinen eseri de bu düşüncelerinin takipçilerine aktarımı için anahtar kitap olarak kaleme alınmıştır. Ancak Mevlâna’nın asıl iç duygu ve düşünce dünyasını yansıtan eserleri gazelleridir. Bu gazellerde coşkulu bir dille acılarını, sevinçlerini, özlemlerini, umutlarını, dünyaya ve insanlara bakışını işlemiştir. Burada bu gazellerden söz konusu duygu ve düşünceleri yansıtacak bazıları seçilmiştir.
Divan 3/13724.
Divan 4/ Gazel 2606.
Rubailer: Mevlâna
Yoksul Arap Bedevisinin Hikâyesi: Mevlâna
Hikâye: Sa’dî
Sa’dî mahlasıyla tanınan Müşerrefüddin Muslih b. Abdullah-ı Şirazî (ö.1292), Şiraz’da 1213 yılında doğmuştur. Küçük yaşta babasını kaybeden Sa’di, ilk eğitimini Şiraz’da yapmış; Moğolların İran’ı işgal etmesiyle birlikte Bağdat’a giderek Nizamiye Medresesinde eğitimini tamamlamış ve ardından otuz yıldan fazla süre bir yolculuğa çıkmıştır. 1256 yılında Şiraz’a dönerek, kendisine Sa’dî mahlasını veren dönemin padişahı Sa’d b. Zengî’den büyük destek görmüş ve 1257 yılında tamamladığı Bûstân adlı eserini bu padişaha sunmuştur. Bir yıl sonra kaleme aldığı Gülistân adlı eserini ise II. Sa’d’e takdim etmiştir. Bu iki eser, daha sonra başka şairler ve yazarlar tarafından örnek alınmış, taklit edilmiş ve özellikle Gülistan’a nazireler yazılmıştır. Günümüzde dünyanın birçok diline çevrilmiş olan bu iki eser, Türkçeye de defalarca çevrilmiştir. Sa’di’nin bu iki eseri dışında gazelleri, kasideleri, rubaileri, terkip, kıt’a ve tekbeytleri ile mensur risaleleri de vardır. Sa’di’nin bütün eserleri Külliyât-ı Sa’dî adı altında defalarca hazırlanarak basılmıştır. 1292 yılında Şiraz’da vefat eden Sa’di’nin mezarı Şiraz’da bulunmaktadır.
Birisi güreş sanatında en üst dereceye varmıştı. Üç yüz altmış çeşit güreş tutma tekniği biliyordu ve her gün bu tekniklerden birini kullanarak güreş tutardı. Nedense öğrencilerinden birinin güzelliğinden etkilenmişti. Ona üç yüz elli dokuz çeşit tekniği öğretti; sadece bir tekniği öğretmekten çekindi ve onu erteledi.
Sonunda oğlan hem güç, hem de teknik bakımından doruğa ulaştı. Kendi döneminde kimse ona karşı koyamaz oldu. Hatta dönemin padişahına: “Hocamın bana olan üstünlüğü, sadece büyüğüm ve öğretmenim olmasından dolayıdır. Yoksa güç bakımından ondan aşağı değilim, güreş tekniği bakımından da onunla eşitim” dedi.
Padişah bu sözden hiç hoşlanmadı ve güreş tutmalarını emretti. Geniş bir alan hazırladılar; devlet adamları, ileri gelenler ve dünyanın pehlivanları bu alanda toplandılar.
Oğlan, kendinden geçmiş bir fil gibi alana girdi. Demirden bir dağ olsa, yerinden sökecekti sanki. Hoca, delikanlının güç bakımından kendisinden daha üstün olduğunu anladı. Delikanlıdan gizlemiş olduğu o tekniği kullanarak onunla güreş tuttu. Delikanlı ona karşı koyamayınca sinirlendi. Hocası, onu iki eliyle başının üzerine kadar kaldırıp yere bıraktı. Halk, coşku çığlıkları attı.
Padişah, hocaya çeşitli hediyeler verilmesini emretti ve: “Seni yetiştiren kişiyle boy ölçüşmeye kalkıştın ama başaramadın” diyerek delikanlıyı azarladı.
Delikanlı:
— Ey yeryüzünün padişahı! O, gücüyle beni yenmedi. Aksine, güreş tekniklerinden bana öğretmediği ve ömür boyu gizlediği bir yöntem vardı. Bugün beni o yöntemle yendi.
Hocası:
— Böyle bir gün için öğretmedim. Bak ne demiş akıl sahipleri:
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar