Görmeden Hayale Aşık Olma…Hüsrev ü Şîrîn
Genceli Nizâmî tarafından, 1175 yılında
Farsça yazılmış olup İran’ın Sasaniyan sülalesinden meşhur hükümdar Hüsrev’le
Ermenistan hükümdarı Mihin Bânû(Şemira)’nun yeğeni Şîrîn’in aşkını konu edinen
çift kahramanlı bir aşk hikâyesidir.
“Nizamî, hikâyesine Hüsrev'in doğuşundan başlar. Onun nasıl
büyütüldüğünü, tahsil ve terbiye gördüğünü, nasıl bir silahşor olarak
yetiştirildiğini anlatır. Sonra bu genç şehzâdeye ressam arkadaşı Şâpur,
Ermenistan hükümdarı Mihin Bânû'nun güzel yeğeni Şîrîn'den bahseder. Şâpur'un
tarifiyle Şîrîn'e âşık olan Hüsrev, Şîrîn'i alıp getirmesi için onu Ermen'e
gönderir. Orada daha evvel çizdiği Hüsrev'in portresini bir vesile ile gösteren
Şâpur, Şîrîn'de de Hüsrev'e karşı aynı hissin doğmasına sebep olur. Hüsrev'i
bulmak için Şebdiz'in üzerinde yola çıkan Şîrîn bir pınar başında yıkanırken,
Behrâm-ı Çûbîn yüzünden babasıyla arası açıldığı için, Medâyin'i, Ermen'e
gitmek üzere terk eden Hüsrev’le ilk defa karşılaşır. Ama ikisi de birbirini
tanımaz ve ayrı yönlerde yol alırlar. Şîrîn, Medâyin'e geldiğinde, Hüsrev'in
haremdeki kadınları onu kıskandıkları için ona havası çok kötü bir yerde bir
kasr yaptırırlar. Şîrîn burada ümitsizlik içinde yaşarken Şâpur, Ermen'de
Hüsrev'den aldığı bir emir ile bu kasra gelir; Şîrîn'i Ermen'e, Mihin Bânû ile
Hüsrev'in yanına geri götürür; fakat Şîrîn, Ermen'e geldiği zaman Iran
asillerinin babasını tahttan indirip gözüne mil çektiklerini duyan Hüsrev'in
hükümdar olmak üzere Medâyin'e dönmüş olduğunu öğrenir. Böylece Hüsrev ve Şîrîn
karşılaşması,
Hüsrev'in Behrâm-ı Çûbin'le yaptığı savaşta mağlup olarak
Ermen'e ikinci defa kaçmasından sonraya kalır.
Daha sonra Ermende birlikte geçirilen îlk günlerde Hüsrev ve
Şîrîn arasında ilk çatışmalar başlar. Bunu çizmek için Nizamî, birçok eğlence
sahnelerini çok cânlı tablolar halinde birbiri arkasına sıralar. Şîrîn Hüsrev'i
sevmekle beraber, temiz bir aşkı içinde büyütmekte ve Mihin Bânû'nun tesiriyle
geleneğe sıkı sıkı bağlı kalarak, bir erkeğe ancak evlendikten sonra
yaklaşılabileceğini düşünmektedir. Hâlbuki Hüsrev için sevgi, yaşamak hem de
anı yaşamak ve her türlü hazzı tatmak demektir. Ayrıca Hüsrev bu arada
kaybettiği tâcını tekrar elde etmek için hiç çaba göstermiyordu. Bu yüzden onu
ayıplayan Şîrîn'in bu husustaki kamçılayıcı sözleri ve Hüsrev'e istediği şeyi
vermemesi onu Rum'a gitmeye mecbur eder. Hüsrev'in Rum prensesi Meryem'le
evlenmesi bir zaruret olarak kabul edilebilir. Nitekim kayserin yardımıyla
Hüsrev tekrar Medâyinde hükümdar olur; fakat Şîrîn'e olan sevgisi hiç
sönmemiştir; onu hep özlemektedir. Şîrîn bu arada, ölen Mihin Bânû'nun yerine
geçmiştir; fakat taht ve tâcını güvenilir bir kimseye devrederek, daha evvel
Hüsrev'in haremindeki kadınların yaptırdığı köşke gider ve orada inzivaya
çekilir. Çünkü Şîrîn Hüsrev'in aşkı ile yanarken başkalarının dertleriyle tam
manası ile meşgul olacağına inanmaz. Hüsrev, Şîrîn'le görüşmek için Şâpur'la
haber gönderirse de artık evli bir erkek için Şîrîn kapılarını kapamıştır.
Hüsrev'e duyduğu büyük sevgi bile Hüsrev'i tekrar kabul etmesine yardım etmez.
Buraya kadar olayların akışıyla gelişen Şîrîn'in sağlam
karakteri, Ferhâd ile büsbütün yücelir. Şîrîn sadece süt içer; fakat
hayvanların otlağı kasrdan çok uzaktır. Adamları onu zorla, bin bir güçlükle
Şîrîn'e temin etmektedirler. Şîrîn kasra sütün kolaylıkla akmasını sağlayacak
bir kanal açtırmayı düşünür ve bundan Şâpur'a bahseder. Şâpur da Çin'de iken
beraber yetiştiği taş ustası Ferhâd'dan ona bahseder. Şîrîn Ferhâd'la perde
arkasından konuşarak kanal açtırma işini ona ısmarlar. Ferhâd, Şîrîn'in sesini
duyar duymaz ona âşık olur; bu aşkın verdiği şevkle ısmarlanan işi yapmaya
koyulur. Kısa bir zamanda bir kanal ve sütün içinde toplandığı bir havuz yapar.
Kanal ve havuzun inşaatı bitince Şîrîn, Ferhâd'ı çağırtır. Ona emeğinin
karşılığı olan parayı vermek ister; fakat Ferhâd bu teklifi reddeder.
Artık Şîrîn'in aşkı ile sokaklarda bir mecnûn gibi dolaşmaya
başlayan Ferhâd’ın aşkı herkes tarafından duyulmuştur. Şîrîn de hadiseyi
bilmektedir; fakat Ferhâd’a acımaktan başka elinden bir şey gelmez. Çünkü hâlâ
Hüsrev'i sevmektedir. Hüsrev, Ferhâd’ın hikâyesini duyunca, fena halde
kıskanarak onu huzuruna getirtir ve onunla bir konuşma yapar. Ferhâd'ı para
teklifi ile bu aşktan vazgeçirmeğe çalışır. Bu konuşmayla eserde heyecân
yükselmeye başlar. Bu gerilim, çaresizlik içinde kalan Hüsrev'in, Ferhâd’a çok
sarp bir dağ olan Bîsütûn'da yol açma teklifi ile çoğalır. Çünkü Ferhâd bu yolu
açarsa, Hüsrev Şîrîn'den vazgeçeceğine söz vermiştir. Ferhâd’ın durmadan
çalışması, Şîrîn'in, Şebdiz'in resimlerini taş ve kaya üzerine çizmesi, onun
çalışmasını seyretmeğe gelen Şîrîn'in atının kayması, Ferhâd’ın Şîrîn'i atıyla
beraber yakalayıp kasra kadar omzunda taşıması gibi heyecân yaratan olaylar
arka arkaya sıralanır. Sonra Hüsrev Ferhâd’ın yolu açacağından korkarak, ona
Şîrîn'in öldüğü haberini ulaştırır. Bu haberin verdiği büyük üzüntü ile Ferhâd
kendini kayalara vurarak öldürür. Onun ölümü Şîrîn'i çok üzer; onun için ağlar.
Bu arada Hüsrev'in karısı Meryem, Hüsrev'in Şîrîn'i sevdiğini anlamıştır. Bu
üzüntüye dayanamayarak o da ölür. Bu iki ölüm hadisesinden ötürü birbirine baş
sağlığı mektubu yazan sevgililer, bir bekleme devresine girmişlerdir. Hüsrev
yeniden Şîrîn'i istemektedir; fakat Şîrîn bu sefer de kendini ağırdan alır ve
ona naz yapar. Buna katlanacak kadar kâfi sabrı olmayan Hüsrev, kendini bir
başka güzelle oyalamak yoluna gider ve Isfahanlı Şeker'le evlenir. Şîrîn
böylece bir kere daha Hüsrev'i ölçmüş ve onun vefasızlığını anlamıştır; fakat
buna isyan etmez ve kendi kasrında onu beklemekte devam eder. Hüsrev Şeker'den
bıkıp da daima elde edilemeyen bir kale olan Şîrîn'e dönünceye kadar süren uzun
bir bekleyiş devri geçer. Nihayet Şeker'den bıkan Hüsrev tekrar Şîrîn'e döner.
Şîrîn yine kuvvetli kalmak ve onun vefasızlığından ötürü çektiği azaplara
mukabil ona azap vermek isterse de bir yerde gücü kırılır ve Hüsrev'le evlenir.
Şîrîn'in etkisinde yavaş yavaş başka bir insan olan Hüsrev,
olayların arkasındaki gerçeği aramağa başlar. Nihayet her şeyin büyük bir
boşlukta kaybolduğunu anlayarak inzivaya çekilir. Bunu fırsat bilen oğlu
Şîrûye, Hüsrev'i öldürür ve onun yerine hükümdar olur. Daha sonra da Şîrîn'le
evlenmek ister. Şîrîn bir süre onu münasip bir şekilde oyalar. Bu arada
Hüsrev'in bütün malını mülkünü fakirlere dağıtır. Sonra da Hüsrev'in kabrinde
bir hançerle kendini öldürür. Böylece ona duyduğu büyük sevgisini ispat eder ”[1]
Şâpur’un,
Şîrîn’in güzelliklerini Hüsrev’e anlattıktan sonra ona âşık olmasını ve
Şâpur’un, bu doğrultuda kendi resim yapma yeteneğini kullanarak Şîrîn’i de
Hüsrev’e âşık ettirmesi
Şapur'un, Hüsrev'in
Resmini Birinci Defa Göstermesi
“Gece olmuştu. Hakîm Şâpur, o eski kilisede istirahat için
kaldı, zira yolculuktan pek bitkin düşmüştü. O kilisenin ihtiyarlarından
maksadına dair bazı şeyler öğrenmek istedi, çünkü onlar, bu köhne dünyanın
ahvaline vakıf kişilerdi. Onlara sordu: Yarın o güzellerin eğlence yeri
neresidir acaba? Hangi mesireye çıkacaklardır? Her biri bir hakîm olan
ihtiyarlar, şöhretleri kâinatı tutan o dilberlerin gidecekleri mesireyi Şâpur'a
haber verdiler: Bu kayalık dağın arkasında etrafı sık ormanlarla çevrilmiş bir
çimenlik vardır. O mahmur bakışlı fidan boylular, sabahleyin erkenden işte o
mis kokulu çimenliğe gideceklerdir.
Ertesi gün şafak sökmüş, güneş Elbruz Dağı’ndan görünmüştü.
Cihan yeni bir hayata kavuşmuştu. Erkenden kalkan Şâpur, daha ortalık ağarmadan
o güzellerden evvel hazırlandı ve onlardan evvel çimenliğe gitti. O kırmızı
güllere yakınlık hâsıl edecekti. Eline uğurlu bir kâğıt aldı ve ona Hüsrev'in
resmini aynen yaptı Resmi, bir iki dakikada bitirdikten sonra onu aldı, bir
ağacın dalına astı ve oradan hemen kayboldu.
Az sonra da dilberler, bir peri gibi oraya yetiştiler ve o
çimenliğin mutena bir yerine oturdular. Bazen şimşir, bazen gül demeti
yapıyorlar, bazen güllerden gülsuyu çıkarıyorlar bazen gülüşleri ile etrafa
neşe saçıyorlardı, hepsi de vuslata ermemiş ve yüz görümlüğünü terk ederek
cihandan kendilerini satın almış gelinlerdi. Her biri kendi arkadaşı ile
oturmuştu. Coşkunluktan kaplarına sığamıyorlardı. Şarap getirdiler ve kadehlere
arzu ile sarıldılar. Demet demet gül topladılar, onlarla şarap sofrasını
süslediler. Artık Şîrîn'in etrafındaki dilberler, ellerindeki şarap dolu
kadehlerle muhteşem bir güzellik tablosu vücuda getirmişlerdi. Etraf ise
şeytandan ve insan şeytanından hâli idi. Kızlıkları icabı bütün dilber vücutlar
şehvetle titriyordu. Bulundukları yeri yabancı gözden hâli görünce, sarhoşluk
tesiriyle raksa kalktılar. Bazen bu, güllere karşı bir dua okuyor bazen o, bir
bülbülü muhatap tutarak şarkı söylüyordu. Ne zevkten başka bir şey
düşünüyorlar; ne de gönül eğlendirmekten başka bir iş biliyorlardı. O şeker
dudaklılar arasında Şîrîn'in yüzü, Ülker yıldızları ile çevrilmiş bir aya
benziyordu. Şîrîn, sevgili arkadaşları şerefine içiyor bazen onlara kendi şarap
veriyor bazen onların elinden içiyordu. Kendi hüsnüne mağrur olduğu bir sırada
ansızın gözü o resme ilişiverdi! Hemen o güzellere emretti: O resmi getiriniz
ve bu resmi kim yaptı ise onu benden saklamayınız!
Resim önüne getirilince Şîrîn bir müddet ona baktı kaldı. Ne
ondan gözünü ayırabiliyor ne de onu kaldırıp koynuna saklayabiliyordu.
Resme her
bakışta biraz daha sarhoş oluyor, her şarap içişinde biraz daha kendini
kaybediyordu. Onu gördükçe aşkından buhranlar geçiriyor, resmi sakladılar mı
tekrar çıkartıyordu. Muhafızlar, Şîrîn o resme baka baka âşık olur diye
korktular ve o güzel resmi yırttılar; zira dilberin yüzünü gittikçe
solduruyordu. Şîrîn, resmi sorunca da: Periler saklamış olacak! Burası perili
bir yer, bu sahradan kaçalım, başka bir sahrada, gülüp eğlenelim, dediler.
Şâpur'un Hüsrev'in Resmini
İkinci Defa Göstermesi
Ertesi sabah güneş, bütün haşmetiyle doğmuş, cihanı nur
içinde bırakmıştı. O huri yüzlü kızlar, hareket etmeden evvel, Şâpur erkenden
gitti, yine evvelki gibi bir resim yaptı ve kâğıdı bir ağaca astı. O güzeller
de neşe içinde bir gül gibi o yeşilliğe geldiler ve gülüp eğlenmeye başladılar.
ipeklere bürünmüş olan o peri yüzlüler, güzelliklerine gururlanarak aya karşı
gülüşen, en parlak kumaşları bile hüsünleri karşısında değersiz bırakan güzeller
idi.
Önce az istekli göründüler; fakat sonra neşeleri arttı. Onlar
oyuna dalınca da felek oynayacağı oyuna hazırlanmaya başladı. Bir an geldi,
Şîrîn etrafta bakınırken o sihirli resme gözü kayıverdi. Cân kuşu uçacak gibi
oldu ise de kendini tuttu, bir şey söylemedi. Sarhoşa bir az uyku, nem almış
toprağa da biraz su kâfidir. Şîrîn asabiyetle arkadaşlarına bağırdı: Bu ne haldir? Ben mi yanlış
görüyorum yoksa bu bir hayâl midir? Sonra o fidan boylulardan birine emir
verdi: Çabuk o resmi bana getir!
Bu emri alan dilber hemen gitti ve o resmi sakladı; lakin
güneşi balçıkla sıvamak mümkün olur mu? Şîrîn de: Bu işi periler yapıyor, zaten
onlar çok garip işler yaparlar, dedi.
Şâpur'un Hüsrev'in Resmim
Üçüncü Defa Göstermesi
Akşam olmuş karanlık iyice basmıştı. Güzeller Encirek
sahrasında istirahata çekildiler ve bol bol şarap içtiler. O sahrada, ellerinde
şarap, ayaklarının altında çiçekler olarak hoş bir halde uyuyakaldılar. Sabah
olup da ortalık ağarınca o tâcıdarlar, yeşil çimenler üzerinde birbirlerine şarap
verdiler ve sonra oradan, ta Deyriperisûz'a bir günde uçtular. O yeşil renkli
cennette de hıraman oldular, feleği teshir edip ondan kâm aldılar. Bu
geldikleri yer, iç açıcı bir yeşilliğe bürünmüştü, hava da gayet lâtif idi.
Cennet rüzgârından daha hoş bir rüzgâr esiyordu. Her taraf renk renk çiçeklerle
donanmış, gelincikler kayaları süslemiş, birer put haneye döndürmüştü, sabah
rüzgârı çimenleri tarayarak esiyordu. Bülbüller ve kumrular kırmızı güllere
karşı durmadan ötüyorlar, küçük, kuşlar, sağa sola daldan dala pervasızca
uçuyorlardı. Her köşede iki küçük kuş, kulak kulağa vermiş, bu gelenleri
güllere karşı şarap içmeye davet ediyordu.
O ressam, o gül bahçesine de yetişti ve yine evvelki resmi
yapıp astı. Şîrîn o latif
yeşilliği görünce, dilber arkadaşları ile birlikte şarap sofrasına oturdu;
fakat güzel gözleri etrafa dolaşırken, yine ruhunun enisi olan o resme
ilişiverdi. Oynanan oyun karşısında hayrete düşmüştü, zira iş ciddî bir
safhaya girmiş bulunuyordu. Avare gönlü ile kalktı, kendi ayağı ile gidip o
resmi aldı. O aynada kendinden bir nişan gördü ve kendini bulunca da bir
müddet yığıldı kaldı. Artık olmayacak sözler söylemeye başlamıştı ki şimdi
onları burada tekrarlamak yersiz olur. Sinek tutan örümceklerin tükürüğü bir
Hümâ'yı, bak nasıl avlamıştı! Perilerin toplandığı o subaşında, bir periyi, bak
nasıl divane ettiler! Çare için nerede tedbir yaparlarsa, değil insanı, periyi
bile avlarlar. O dilberler, güzel yüzlü Şîrîn'i toprak üstünde müteessir bir
halde görünce anladılar. Bu iş, peri işi değildir; o, acayip bir iştir, manasız
değildir. Evvelce yaptıkları hareketlerden ötürü pişmanlık duydular ve o resme
karşı sitayişte bulundular: (Fedakârlık yapalım, canla başla çalışalım; belki o
resim hakkında bir şey öğreniriz) dediler.
Şîrîn, onların doğru söylediklerini, bu müşkül iş hususunda
bir çare aradıklarım sezince, niyazkâr bir lisanla onlardan yardım istemeye
başladı: Dostlara yardım, ancak dostlardan gelir. Sana her işte muhakkak bir
yardımcı lâzımdır, eşsiz ve yardımcısız olan yalnız Allah'tır. Ne kadar işler
dost yardımıyla meydana gelmiştir. Bir işin meydana gelmesi için dostun yardımı
şarttır.
Güzel Şîrîn, arkadaşlarına şu teklifi yaptı: Bu güzel yüzden
ne sabrım ne de kararım kaldı; gelin bu sırrı kimseden saklamayalım, bu resim
şerefine şarap içelim!
Tekrar hep birlikte gülüp eğlenmeye başladılar, şarap
getirdiler, meclis kurdular. Artık birbiri arkasına yanık gazeller okunuyor,
kadeh şıkırtıları arasında sakinin coşturucu sesi yükseliyordu. Dilber Şîrîn,
acı şarabı eline alınca o acılıktan ve Şîrînlikten cihan sarhoş oldu. Şîrîn,
şarabı her dudağa götürüşte resmin önünde yeri öpüyordu. Sarhoşluk, bir âşığı
darda bırakınca, elde sabır namına bir şey kalmaz. Şîrîn, o güzellerden birini
yol kenarına oturttu ve ona şu tembihte bulundu: Herhangi bir kimseyi yolda
görürsen, dikkat et, bu taraflarda ne için dolaşıyor? Ve bu resme dair ona sor
bakalım, bir şey biliyor mu?
Fakat gizli, âşıkâr her ne kadar soruldu ise o
resmin sırrı meydana çıkmadı. Artık Şîrîn'in vücudu, üzüntüden hasta düşmüştü,
zira kimse o resme dair kendisine doğru bir haber veremiyordu. Kederinden bir
yılan gibi kıvranıyor, gözlerinden inci gibi yaşlar döküyordu. ”[2]
Hüsrev, Şâpur’un anlatmasından sonra
Şîrîn’e, görmeden âşık olur. Şâpur ise resim yapabilme kabiliyetine güvendiği
için Ermen’e tek başına gider ve Şîrîn’i, efendisi Hüsrev’e ram etmek ister; bu
manada bir plan yapar. Şâpur ilk olarak Hüsrev’in resmini çizer ve onu Şîrîn’in
eğlenmek için gittiği alana bırakır. Şîrîn ise bu resmi gördüğünde
etrafındakilere, resmi getirmelerini söyler. Şîrîn resme bir müddet baktıktan
sonra o kadar etkilenir ki gözünü ondan alamaz ve o resmi koynunda saklamayı
düşünür; fakat yanındakilerden utandığı için bunu yapamaz. Resme her baktıkça
sarhoş gibi olan Şîrîn, aşkından buhranlar geçirecek gibi olur ve resmi her
saklayışlarında, ona bakmak için tekrar çıkarttırır. Şîrîn resme o kadar dikkat
kesilir ve yüzü solar ki orada bulunanlar, Şîrîn’in durumundan korkup Hüsrev’in
resmini yırtarlar.
Şâpur, Hüsrev’in resmini ikinci kez çizip
resmi, Şîrîn ve arkadaşlarının eğlenmek için gittiği yeni alana gizliden tekrar
bırakınca Şîrîn’in gözü resme ilişir ve cân kuşu uçacak gibi olur. Hayâl
gördüğünü sanıp etrafındakilere kızarak o resmi yanına getirmelerini ister;
fakat emri alan dilber, Şîrîn’in iyiliği için o resmi saklar.
Resim üçüncü kez bırakıldığında, şairin
ifadesince Şîrîn’in, “ruhunun enisi” olan o resme gözleri tekrar ilişir ve bu
kez kendisi ayağa kalkıp o resmi almaya gider. Resme bakan Şîrîn, o resimde
kendinden izler görür ve bir süre orada yığılır kalır. Şair Nizâmî, bu oyun
karşısında Şîrîn’i, “sinek tutan örümceklerin tükürüğünün, bir hümayı
avlaması”na benzetir. Tabi ki bu hüma Şîrîn’dir. Yani bir resim karşısında
Şîrîn, bir hüma gibi avlanmıştır. Şîrîn’i toprak üstünde öylece üzgün gören
dilberler, ona yardımcı olmaya çalışırlar. Zira onu bu hale sokan ne bir korku
ne bir hastalık ne de üzücü bir haberdir. Bu derde ve sıkıntıya düşmesinin tek
nedeni resimdir, üstelik daha önce hiç görmediği birinin resmi. Şîrîn’in
düştüğü durumdan kurtulması ve o resme yönelik küçücük bir bilgi alınabilmesi
için oradaki dilberler cânla başla çalışırlar; fakat bir sonuç alamazlar.
Artık Şîrîn, o resme yönelik olan aşkını
dillendirir, sabrının ve kararının kalmadığını söyler ve o resim şerefine yeni
bir şarap meclisi kurarlar.
Rahip kılığında Şîrîn’in yanına gelen
Nakkâş Şâpur, sözde yardımcı olmak adına Hüsrev’in aşkını, Şîrîn’in içine daha
da yerleştirir. Yapılan bu eylem karşısında Şîrîn artık dayanamayarak bütün aşkını
haykıracak şekilde dile getirir. “Resmi Görüp Âşık Olma Motifi”ne yönelik
Nizâmî; Nakkâş Şâpur’un dilinden, Şîrîn’e cevap niteliğinde çok değerli
açıklamalar da bulunur: “Her ressamın yaptığı tasvirde, aslına bir benzeyiş vardır;
fakat cansızdır. Bana öyle bir ressamlık öğrettiler ki yaptığım tasvirin yalnız
cân kaftanını başka bir yerde diktiler. Sen Hüsrev ’in resmini görmekle böyle
heyecâna düştün; ya kendisini görecek olsan ne hale düşersin, artık düşün! ”[3]
Tabii bunu yaparken çok ince hesaplar
yapmıştır. Resmi üç kez Şîrîn’in olduğu yere bırakmış ve Şîrîn’in bütün merak
ve aşkla alakalı duygularını harekete geçirmiştir. Resmi ilk bıraktığında
Şîrîn’in dikkatini çekmek ve tepkisini ölçmek istemiştir. Şîrîn, istediği gibi
tepki verdiği için Nakkaş Şapur aynı eylemi bir kez daha tekrarlamış ve
Şîrîn’in cân kuşu uçacak gibi olmuştur. Üçüncü bırakış ise olayın çözülme
noktasıdır.
Şîrîn, resmi son görüşünden
sonra artık dayanamaz ve yığılır kalır. Şairin ifadesince Şîrîn, artık “ağa”
yakalanmıştır. Nitekim bu ağ, resmin ta kendisidir.
Şîrîn’e, Şâpur’un dilinden şöyle bir cevap
verir: “Sen,
Hüsrev ’in resmini görmekle böyle heyecana düştün; ya kendisini görecek olsan
ne hale gelirdin, artık sen düşün.” Demek ki resim asıl sûretten bir izdir ve bu iz, kişiyi
derinden etkileyebilir; hem de kendinden geçirecek, bayıltacak ve onu âşık
ettirecek kadar.
“Hayâl”de
ve “resim”de âşık olunan kişi, asıl sûretten diğer bir ifadeyle o resme ve
hayâle sahip olan asli kişiden, âşık olmadaki etki bakımından daha önemli olmuş
veya daha ağır basmıştır.
İki insan henüz birbirini görmeden âşık olur, nedendir
bilinmez, birbirilerini gördüklerinde tanımazlar.
Hüsrev'in Çeşme Başında
Şîrîn'i Görmesi
“Hüsrev, o fidan boylunun kim olduğunu öğrenmek maksadıyla
Ermenistan'a bir adam göndermişti. Kendisi, gece gündüz sevgilisinin yolunu
bekliyor, vuslat hayâliyle avunuyordu.
Sabah akşam, bir güneş gibi, bir ay gibi Pâdişâh babasının
hizmetinde dönüyordu. Hüsrev, yetişkin bir şehzâde çağına geldiği için padişâh
sevincinden onu, "Başımın tâcı!" diye çağırıyordu. Cihan'a ferman
okuyan babasının yanında pek kıymetli idi. O kadar ki nihayet nazâra geldi, işi
kılıç yapmak olan, kan dökücü bir düşman, Hüsrev'in adına para bastırdı, o
paraları şehirlere gönderdi ve bu sûretle Iran hükümdarını gazaba getirdi.
Kılıç kuvveti ve para korkusuyla eski kurt, genç aslandan korktu ve hiç
umulmadık bir zamanda bu oyunun Hüsrev tarafından oynandığını zannetti. Bir
hile ile genç şehzâdeyi yakalamayı aklından geçirdi, işi tedbir yönünden
hesapladı; fakat takdirin oyunlarından haberi yoktu zira Hüsrev'in yolunu
tutmak yeni bir ay'ı düğüme vurmak kadar imkânsızdı. Çünkü bir kimse, bir işe
sıdk ile sarılırsa o, cihanı tutar da, cihan onu tutamaz.
Büzürkümmit, bu hadiseyi haber alınca genç padişâhı tenha bir
yerde arayıp buldu. Ona şunları söyledi: Talih, bir uğursuzluk gösteriyor,
padişâh seni cezalandırmak niyetindedir. Zarurî olarak birkaç gün içinde hemen
kaçman ve bu sûretle başını kurtarman gerektir. Belki bu arada sana karşı olan
bu gazabı yatışır ve talihinin uğursuzluğu zail olur.
Hüsrev, feleğin kendisini kahretmek için bir bahane aradığını
görünce sarâya gitti. Siyah saçlı o güzellere şu tavsiyede bulundu: Bu gönül
sıkıcı yerden iki haftalık bir zaman için ava çıkmak istiyorum. Siz gülüp
eğleniniz, neşenize bakınız, sıkılmayınız.
Eğer siyah bir at üzerinde güzel bir kız buraya gelecek
olursa, karşılayınız ki o, kıymetli bir misafirdir, sizler birer aysınız, o
dilber ise bir güneştir. Ona itibar ediniz ki üzülmesin, eğlensin daima neşeli
dursun. Eğer yeşil köşk dar gelir de bir Hızır gibi sahraya çıkmak isterse onun
arzu ettiği sahraya sizde gidiniz. O huri yüzlüye orada bir köşk yaptırınız.
Hüsrev'in kalbinden gelen bu sözler, Allah tarafından gelen
bir ilhama benziyordu. Bu sözleri söyledikten sonra yanında bir bölük güzel
olduğu halde Süleyman Peygamber gibi bir rüzgâr süratiyle dışarı çıktı, bir dağ
heybeti gösteren ve ayaklarıyla yeri tiftifleyen atını Ermenistan taraflarına
hızlandırdı. Hüsrev'in gönlü padişâh korkusu ile titriyor, iki konaklık
mesafeyi bir konakta alıyordu. Bir tesadüf eseri olarak atlar, yolda, o ay
yüzlünün saçlarını yıkadığı yerde yavaşlayıvermişlerdi.
Hüsrev, kölelere durmalarını ve hayvanlara yem vermelerini
emretti. Kendi onların yanından ayrıldı ve tek başına o yeşilliğe doğru yürüdü.
O, lâtif çimenliğin etrafını dolaştı. Dolaşırken çimenlerin ortasında gözüne
berrak bir su ilişti. Huri gibi bir kız, siyah atını bir tarafa bağlamış, kendi
de o Kevser'in kenarına oturmuştu. Hüsrev atını çimenlerin üzerinde yavaş yavaş
yürütüyor ve kendi kendine şu yolda konuşuyordu: "Bu güzel, benim olsaydı,
ne olurdu! Bu at, benim olaydı, ne olurdu!" Bilmiyordu ki o gece renkli ve
o ay yüzlü, tesadüfen onun burcuna konuvermişlerdi.
Çok zaman, sevgili
sarhoş olarak kapıya gelir de gözde bir perde, başta bir sersemlik olur. Çok
zaman devlet insanın yolda karşısına çıkar da insan bilmez, yolunu değiştirir.
Hüsrev, âdet üzere etrafa bakınırken gözüne birden bir ay parçası ilişiverdi.
Bir an baktı; fakat o bakışta tehlike hissetti. Çünkü baktıkça kendinden
geçiyordu. Ay gibi bezenmiş bir gelin görmüştü ki o aya Süreyya burcu
yakışırdı. Gördüğü bir ay değil parlak bir ayna idi; fakat Nahşep ayı gibi
civardan bir aydı!.. Şîrîn mavi renkli suda bir gül gibi oturmuş, mavi ipek
futasını beline sarmıştı. Pınarın bütün çevresi, o gül endamlının vücudundan sanki badem
çiçeği açmıştı, kendisi de çiçekler arasında bir badem içi idi. Erimiş bir
gümüş damlası su içinde nasıl parlak ve cânlı görünürse Şîrîn'in teni de, su
içindeki renk ve letafetiyle öyle görünüyordu. Her yandan sarkan büklüm
zülüflerini tararken, sanki gül üstüne menekşe saçılıyordu. Saçları, yanılıp da
her telinin altında bir yılan olduğunu söyleseydi bunlar, Şâh’ın kulağına
gizlice: "Biz senin kulağı küpeli kullarınız!" derlerdi. Çünkü her
zülfü kimya değerinde bir hazine idi, âşığa oyun etmekle hazineleri bekleyen
bir yılana benzerdi. Hiç bir efsuncu o yılana el sürememiş; sanki o bütün
efsuncuları öldürmüştü. Artık anahtar bahçıvanın elinden düşmüş, göğüs
bahçesinin nar gibi memecikleri açılmıştı. Bu tatlı narlara kendini kaptıran
bir gönül, hasretinden çürümüş nara dönerdi. Ayın konduğu o pınar, işe bak ki
güneşi yolundan çevirmişti. Şîrîn eliyle başına su döktükçe, felek ay üzerine
inci işliyordu. Teni, bir karlı dağ gibi parladıkça da Hüsrev'in arzudan ağzı sulanıyordu.
O gönül çekici billur vücut karşısında vücudunu ateş kaplamıştı.
Gözlerinden bir bulut gibi yaş yağdırdı, zira ay, su burcunda
doğmuştu. Yasemin göğüslü dilber, Hüsrev'in bakışlarından gafildi. Çünkü onun
sümbül saçları, nergis gözlerini örtmüştü. Siyah bulutlar arasında ay doğunca,
padişâh, Şîrîn ’in gözüyle karşılaşıverdi. Şîrîn, sülün üzerine bir hümâ ve
eyer üstünde bitmiş bir selvi gördü. Pınar başında Hüsrev'in gözüne
çarpmasından utanarak, mehtabın suda titreyişi gibi titriyordu. O şeker kaynağı,
siyah saçlarını, bir gece gibi ay yüzüne dağıtmaktan başka bir çare bulamadı.
Geceyi ışık içinde bırakan gün ortasından aya amber saçtı,
gece ile güneşi örttü. Korkudan gümüş tenine savat kapladı. Gümüş üzerine siyah
savat ne kadar hoştur.
Hüsrev'in gönlü, o parlayan ay karşısında altının cıvada
erimesi gibi titredi, kıvrandı; fakat onun av aslanı gören bir çayır ceylânı
gibi tutulup kaldığını görünce o av aslanı, âcize saldırmak istemedi. Zira av
aslanı âciz ava saldırmaz.
Hüsrev, ferasetinin verdiği bir sabırla alevlenen ateşini
söndürdü. Mertliği icabı terbiyesini muhafaza etti ve gözünü başka bir tarafa
çevirdi. Aklı fikri pınar başında olduğu halde gözünü başka bir tarafla meşgul
ediyordu. Ne tuhaf ki iki gül, iki pınardan diken gördü, iki susamış, iki sudan
mahrumiyete uğradı, önce Hüsrev'in gül vücudunu Şîrîn'in sevda ateşi yaktı.
Sonra da Hüsrev'in emsalsiz güzelliği Şîrîn'i aşk kuyusuna düşürdü, onu
gurbetlere attı.
Herkes yaygısını subaşına yayar ve kuru ekmek pınarda
ıslatılır. Pınar başına eşyalarını götürüp de yumuşaklık yerine katılığa
uğrayanlar yalnız bunlar oldu. Hiç bir pınar göremezsin ki uzaklığı sebebiyle
bağrı yanık bir susuzun ayağını çamurda bırakmasın; hatta güneş çeşmesi ki ona:
“Kan çeşmesi” demek lâyıktır; o da, susuzları öldürmek için feleğin etrafında
döner. Hüsrev, arkasını dönmekle ona perdecilik yapıyordu. Çünkü kadın, perdeli
tahtırevan olmadan görülemezdi. Güzel yüzlü Şîrîn, Hüsrev'in bu hareketini
kaçmak için fırsat bildi. Bir peri hızıyla dışarı çıktı, örtündü ve Şebdiz'in
eyerine atladı. Kendi kendine şöyle düşündü: "Bu mert delikanlı, dönen bir
çark gibi benim etrafımda döndü. Hayret edilecek bir şey: Eğer benim âşığım
değilse gönlümü nasıl aldı götürdü? Onun kırmızılar içinde olduğunu da
işitmiştim; fakat eğer benim sevgilim ise hani nişan?"
Bilmiyordu ki
pâdişâhlar, düşman korkusundan yol elbiselerini değiştirirler. Gönül arzusu
Şîrîn'in fikrini çeliyor ona: "Kalk kendi gülünle bu şekeri karıştır. O
sûret idi, bu, parlayan bir cândır. O bir haberdi, bu ise, bir hakikattir"
diyordu.
Bir başka defa da kendi kendine şöyle mırıldandı: "Bu
fikirden vazgeç, iki Mihrâba namaz kılınmaz, sakinin bir dolaşmasıyla iki şarap
içilmez, iki Tanrı'ya birden tapılmaz. Eğer bu genç, nazlı padişâhsa, burası
ona böyle bir şey sormak yeri değildir. Benim için münasip olan, onun beni
perde arkasında görmesidir. Çünkü perdesizler lekelenirler. Zaten bu iş henüz
meydana çıkmamıştır, nasıl olur da bu hayâsızlığı yaparım."
Şîrîn, durmadan Şebdiz'i koşturuyor, nal seslerini yerin
altındaki öküze ve balığa duyuruyordu. Sabah rüzgârından daha hızlı gidiyor,
süratte felekle yarış ediyordu.
Hızın şiddetinden perileri tutuyor, devin gözünü delip
geçiyordu. Bir an sonra Hüsrev arkasına baktı. Kendinden başkasını gördü ise
insan değilim! Atını her tarafa sürdü; fakat meydanda ne gönül gördü ne de
dilber! Az sonra o pınarın yanına indi. Her tarafta o cevherden iz aradı.
"O güzel, bu kadar tez, bu kadar çabuk nereye gitti!" diye hayrette
kaldı. Bazen "belki bir kuş olmuştur da dala uçmuştur" diye şaşkın
şaşkın ağaçlara bakıyor; bazen, gözünü pınar suyu ile yıkıyor, bir balık arar
gibi o ay'ı suda arıyordu.
Bazen parmakları ile gözyaşını tutuyor, bazen suya bakıp
bakıp kendinden geçiyordu. Nihayet suya bakmaktan gözleri karardı ve bir balık
gibi pınara yuvarlanıverdi. O kadar inledi, o kadar inledi ki onun bu
inleyişinden felek, yaptığı zulme pişman oldu. Sonra tekrar ay'ı ve Şebdiz'i
bahçede aradı, bir gözü doğan'ı, bir gözü de kargayı arıyordu. Avcı bir doğan
gibi her tarafa atılıyordu; çünkü bir karga, onun doğanını kapmıştı. O, uçan
kargadan yüreği dağlandı, cihan ona bir karga kanadı gibi karanlık göründü.
Parlak talihi kararıvermiş. Boy atan bir fidanını dikenler kaplayıvermişti.
Ağlıyor, ağlıyor, durmadan ağlamak istiyordu. Fidan boyu, o
güneş'in aşkından bir söğüt gibi bükülmüştü, yanık bir ah çekerek derdini
dökmeye başladı: "Vücudum
ateşler içinde yanıyor. Bir bahar buldum; fakat ondan faydalanamadım. Bir ırmak
gördüm; fakat dudağımı ondan ıslatamadım. Cahillikle bir cevherden elimi
çektim, şimdi başımı taşlara çalsam yeridir! Bir gül gördüm, onu sabahleyin
koparamadım, ne yazık ki gece onu rüzgâr götürmüş!
Suda açılmış bir nergis karşıma çıktı, billur gibi bir vücut
idi ve su, ona hasretinden olduğu yerde donmuş kalmıştı, işittim ki su, buz
tutarsa toprak altın olurmuş! Fakat o selvi boylu, neden cıva oldu? Bir devlet
kuşu başıma gölge salmış, tahtımı göklere çıkarmıştı. Ben o gölgeye ay gibi
tenezzül etmedim; fakat şimdi gölge gibi ışıksız kaldım. Bu dert başımda
oldukça ben perişanlıktan kurtulamam. Kanımı dökmek için de bu dertten daha
müthiş bir hançer olamaz.
Pınarın suyundan bir gül çıktı; uyanık iken demiyorum,
rüyada... Şimdi o pınarı gülsüz görüyorum; artık bana gereken, bir diken gibi
ateşe atılmaktır. "Yüzünü aydan çevir, baht yoluna çıkarsa yolunu
değiştir!" diye bana kim emretti? "İrem bahçesinden geç; fakat orada
kalma!" diye hangi şeytan benim zihnimi çeldi? Her yerde sabretmek iyidir,
yalnız avı elden kaptıran burada değil! Yürekten şimşek gibi bir alev
çıkaracağım ve manasız sabrı yakacağım! Eğer ben, o aşk çeşmesinden bir yudum
su içseydim, şimdi ciğerim böyle yanmazdı.
Nasihate bak! O Hintli ne diyor: "Bir mal buldun mu, onu
hemen ye!" Bu bahçede kırmızı gülden olsun, sarı gülden olsun faydalanan
kimse pişman olmadı. Bundan sonra bana düşen, ciğer dağlamak, bir de yürekten
gam oklarını çıkarmaktır. O kadar dövüneyim ki vücudumun her tarafından
"Yârab! Yârab!" sesleri yükselsin! Belki o zaman bu derdim biraz
yatışır, yüreğimin ateşi biraz söner.
O kadar gözyaşı dökeyim ki etrafımda sudan başka bir şey
görünmesin... Bir insanın kan toplamış bir çıbanı olursa, kan akıtılmadıkça o
insan nasıl rahat edebilir?"
Bir müddet, elleriyle gözlerini silerek pınarın etrafında
dolaştı, sonra baygın bir halde yere düştü ve o pınarı bir sevgili gibi kucakladı.
Elinden giden o ahu için hasta olmuş, yüzü sararmıştı. Fidan
boyu toprağa düşmüş, kuru bir yaprağın rüzgârdan titreyişi gibi titriyordu.
Kendi kendine: "Eğer bu güzel, insan ise neden yeryüzünde dolaşıyor? Yok,
peri ise o zaman iş güçleşir; hem peri, subaşlarında çok olur. Bu, Allah'a
kalmış işi kimseye söylememek gerektir. Çünkü "Hüsrev peri seviyor!"
derler. Artık bana bu işte murada ermek yoktur, hem peri, insanla birleşmekten
kaçar. Doğan, ördekle ne vakit eş oldu? Peri, insana ne vakit arkadaşlık etti?
Bana önce Süleyman Peygamber gibi bir kudret lâzım, ondan sonra da periyi ram
etmek!" Üzüntüsünü bu yolda döküyor, dertli gönlünün hikâyesini
anlatıyordu. Biraz kendine gelince, aşktan ümidini kesmiş bir gönül ile Ermenistan
payitahtının yolunu tuttu.
Hüsrev, Şîrîn’e bir daha âşık olur; fakat başka biri olarak.
Yani burada âşık olunan kişi Şâpur’un bahsettiği kişi değil Hüsrev’in gördüğü
Şîrîn’dir. Aynı şekil, Şîrîn de Hüsrev’den etkilenir; fakat resmini gördüğü
Hüsrev olarak değil kendi gördüğü biri olarak etkilenir. Bu bağlamda Hüsrev’le
Şîrîn’in birbirini tanımaması, resmin âşık olmadaki önemini bütün çıplaklığıyla
ortaya çıkarmaktadır. Yani birbirilerini görmeden, sadece resim ve anlatış
yoluyla birbirine âşık olan iki insanın, birbirilerini daha sonradan gördüğü
halde yeniden farklı iki insan gibi âşık olmaları, resim veya anlatış yoluyla
zihinde hayâl edilen kişinin asıl sûretten bile daha önemli olduğunu gösterir. Çünkü
Şîrîn, bütün etkilenmelerine rağmen Hüsrev’in bulunduğu yeri, yani Hüsrev’i
terk etmiştir. Oysaki terk edilen kişi, Ermenistan’dan çıkıp onu aramak için
peşine düşülen ve âşık olunan kişidir. Kısaca resim, önem bakımından asıl
sûretten daha önemli olmuştur.
Kaynak: Sabahattin DERMAN, Mesnevilerde Şehzadelerin Resmi
Görüp Âşık Olma
[1] Gönül Alpay Tekin, Ferhâd ü Şîrîn, İnceleme-Metin,
Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1994, 28-31.
[2] Nizâmî, Hüsrev ü Şîrîn(Çev.:Sabri Sevsevil), Şark
İslam Klasikleri, Meb. Yayınları, İstanbul, 1994, 58-64. (Esas aldığımız eser,
gönümüz harflerine ‘nesren’ çevrildiği için ilgili yerleri beyit halinde değil
de nesir şeklinde vermek durumunda kaldık.)
[3]Sevsevil, a.g.e.. 68.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar