Print Friendly and PDF

Kasidei Taiyye ve Türkçesi 2. Kısım



 "Divan'ül Fârid"

251.     وتَظْهَرُ للعُشَّاقِ في كلّ مَظْهَرٍ

            من اللَّبْسِ في أشْكالِ حُسنٍ بديعة

Sevgilim her bir şeyde elbise ve perdenin arkasından güzellik ve cemâlin zâtı olan fevkalâde şekillerde hoş ve güzel sûretlerde âşıkların gözüne görünür. Sevilen ve âşık olunan her güzel şekil ve hoş sûret, hakîkatte kendi mükemmel güzelliğinin parıltısıdır ki, âşıkların gözünden yine onu temâşâ eder.

252.     ففي مَرَّةٍ لُبْنَى وأخْرى بُثَيْنَة

            وآوِنَةً تُدْعَى بعَزَّةَ عَزَّتِ

Sevgilim bâzen Lübnâ şeklinde Kays'a görünür, başka bir zaman Büseyne şeklinde, bâzen de Küseyyir'in gözünde büyük değer taşıyan Azzete ismiyle anılır. [Muhtelif sûret ve şekillerde görünen yine biricik kendisidir.]

253.     وَلَسنَ سِواها لا ولا كَنَّ غَيرَها

            وما إن لها في حُسنها من شَريكةِ

İsimleri zikredilenler hakîkî sevgilimden başka değillerdir. Onların güzellikleri onun güzelliğinden ayrı değildir. [Belki de bunların hepsi onun güzelliğinin mazharı ve aynasıdır.] Ve sevgili için güzellikte bir ortak yoktur, [başkalarının güzelliği onun güzelliğinden ödünç alınmadır.]

254.     كذاكَ بحُكْمِ الاتّحادِ بحُسْنِها

            كما لي بَدَتْ في غيرِها وتزَيَّتِ

Nasıl ki Sevgilim, sevgililerin görünüşünde zâhir oluyor ve onlarla birliği varsa, onun sevilmeyenlerdeki güzellik zuhûru [ onların şeklinde temessülü gibi], birleşme hükmüyle ben de onlara göründüm.

255.     بدوْتُ لها في كُلّ صَبٍ مُتَيَّمٍ

            بأيّ بديعٍ حُسْنُهُ وبأيَّةِ

[Sevilen ister erkek ister kadın olsun,] âşıklar kimi severse sevsinler onların hepsinin üzerinde görülen güzellikler, birleşme hükmü îtibâriyle benim. [Hakikate bakılırsa aşk, âşık ve mâşuk bir olduğu görülür, kendi cemâline âşık ve hayran olan yine kendisidir.]

[Beyt: O’nun cemâli yüzbin tane yüze sahip olduğu için, her zerrede başka bir yüz oldu. Sonunda her zerreye, kendi cemâlinden başka bir yüz gösterdi Dost.]

256.     وَلَيسوا بغَيري في الهوَى لتَقَدّمٍ

            عليَّ لِسَبْقٍ في اللَّيالي القَديمةِ

[Bu beyit soruya cevap gibidir. Dedin ki, bütün âşıklarda zâhir olan benim. Aslında bütün mâşuklarda zâhir olan sevgilidir. O halde senin vücûdundan önceki âşıklara ne dersin?]

Benim maddî vücûdumdan önce gelen âşıklar, birçok zaman evvel gelmiş olmaları dolayısıyla yâr sevgisinde benden başka değillerdir. Zîrâ iki vücuddan birinin ötekinden önce gelmesi bu iki vücud arasında uzaklık ve başkalık olmasını gerektirmez.

257.     وما القَومُ غَيري في هَواها وإنَّما

            ظَهَرْتُ لهمْ لِلَّبْسِ في كل هيئَةِ

Yâni âşıklar ve şaşkın hâle gelmişler topluluğu benim sevgimde benden başka değillerdir. Ve hakîkaten bunların vücûdunda her hey'et ve sûrette benzeyiş ve gizlenme için zâhir olan benim.

258.     ففي مَرْةٍ قَيساً وأخرَى كُثَيّراً

            وآوِنَةً أبدو جَميلَ بُثَيْنَةِ

Ben bâzen Kays şeklinde göründüm ve Lübnâ'ya âşık oldum. Başka bir zaman Küseyyera şeklinde görünüp Azzete'nin cemâline hayran oldum, bâzen de Büseyne'nin âşıkı Cemil olarak göründüm.

259.     تجَلَّيْتُ فيهمْ ظاهراً واحْتَجَبْتُ با

            طِناً بهم فاعْجَبْ لِكشْف بسُترة

Ben bu âşıkların vücudlarında zâhir olarak âriflere tecellî eyledim ve bunların sûretiyle bâtın olarak gizlendim ve perdelendim ki gaflet ehli ve kesret erbâbı bunları benden başka sanırlar. Ey Hak yolunun sâliki benim gizlilikle birlikte zuhûruma şaşmaz mısın? Zîrâ zuhûr ve bütün birbirine zıddır, bilhassa tek halde olunca (bunlardan biri bulunup diğeri bulunmayınca) şaşkınlık konusu olur.

260.     وهُنّ وهُمْ لا وهْنَ وهْمٍ مَظاهِرٌ

            لنا بتَجَلِّينا بحبٍّ ونَضْرَة

Meşhur sevilmiş kadınlar, zikredilen ve edilmeyen şevk dolu âşklar, kendilerine sevgiyle, güzellikle tecellî ettiğimiz için zaaf, vehim ve galat söz konusu olmaksızın hepsi bizim görüntülerimizdir. Yâni aşk ve sevgiyle âşıklara tecellîmiz ve güzellik ve letâfetle de sevgililere tecellîmiz olduğundan bunların hepsi gerçekte bizim zuhurumuz başkası değildir.

261.     فكُلّ فَتى حُبٍّ أنا هُوَ وهيَ حِبْ

            بُ كلّ فَتىً والكُلّ أسماءُ لُبْسة

Hal böyle olunca, sevdiğimiz kadınlar ve âşıklar bizim mazharımız olunca, bu durumda sevgi sahibi olan her seven ve tâlib olan benim ve ben oyum.

Sevgilim ise bütün âşıkların ve gençlerin sevgilisidir, Sevenler ve sevilenlerin hepsi kendileriyle gizlenilen örtü ve elbiselerdir.

262.     أسامٍ بِها كُنْتُ المُسمَّى حَقيقَةً

            وكنتُ ليَ البادي بِنَفْسٍ تخَفَّت

O isimler elbisesi sebebiyle ben hakîkaten müsemmâ [isimlendirilen] oldum ve vahdet-i zâtımla örtülen, sıfatlarımın cem'iyyetiyle gizlenip perdelenen nefsle ben bana zâhir oldum. [birleşme cihetinden ve hakîkate nazaran, seveler ve sevilenlerin hepsi şahısları ve isimleri benim isimlerim ve işlerimdir, başka değildir.]

263.     وما زِلْتُ إيَّاها وإيايَ لَم تَزَلْ

            ولا فَرْقَ بل ذاتِي لذاتي أحَبَّتِ

Dâimâ ben O'yum; ben o olmaktan ve o ben olmaktan zâil olmadım, aramızda fark yoktur, belki de zâtım zâtımı sevdi.

264.     وليس معي في الملك شيىءٌسِواي وال

            مَعيَّةُ لم تخطُرْ على ألْمَعِيَّة

"Maiyyet/Beraberlik. Arkadaşlık" iki kısımdır. Biri zatla maıyyet, öteki sıfatlarla maıyyettir. Zatla maıyyet memnû'dur. Zîrâ ortaklık ve hulûlü gösterir. Sıfatlarla maıyyet câizdir.

265.     وهَذي يَدي لا إنّ نَفْسي تَخَوَّفَتْ

            سِوَاي ولا غيري لخيري تَرجَّتِ

İşte benim elim; [yemîn eder, bîat ederim, ahdimi bozmayı kendime büyük noksan bilirim; maiyyeti nefyettiğime ve ikiliği kaldırdığıma dâir sözümde sâdıkım.] Maiyyeti nefyetmem, [hulûl ve ikiliği kaldırmam] nefsim başkasından korktuğu veya başkasından bir şey umduğu için değildir ki bana bu hususta bunlardan bir büyük iyilik isâbet etsin.

266.     ولاذُلُّ إخمالٍ لِذِكري توَقَّعَتْ

            ولا عِز إقْبالٍ لِشكري تَوَخَّت

Nefsim başkasından korktuğu veya başkasından bir şey umduğu için değildir ki bana bu hususta bunlardan bir büyük iyilik isâbet etsin: Yine insanlar arasında ismimin unutulup kaybolması zilletinden korktuğu için de nefsim böyle bir şey yapmadı; halkın bana övgüsü dolayısıyla, onların kabul ve ikbâli şerefini de aramış değildir.

267.     ولكنْ لِصَدِّ الضّدّ عن طَعْنهِ على

            عُلا أولياءِ المُنْجدينَ بنَجدتي

Lâkin ben, zıd görüşlü ve muhâlif olanların, evliyânın büyüklerini kötüleyip ayıplamalarına mâni olmak için hulûl ve beraberliği nefyedip birleşme ve birliği isbat konusunda ahd ü bîatte bulundum. O büyük evliyâ ve asfiya ki duâ ve himmetleriyle, hâcetlerin yerine gelmesinde ve belâların def'inde halka yardımcıdırlar. [Ayrıca Hakk'ın bana verdiği benim şecâat ve kuvvetimle de bu işler olur ve ben bu mânevî kuvvetle bunlara yardım ederim.]

268.     رَجَعْتُ لأعمال العبادةِ عادَةً

            واعدَدْتُ أحْوَالَ الإرادةِ عُدتي

Ben ne zaman son mertebemin zirvesinden başlangıç çukuruna döner ve inersem, [âdet için başlangıç hâlindeki dostları irşad maksadıyla nâfile ibâdetlere dönerim.] İrâde ahvâlini vuslat ve yakınlık âleti ve vahdeti müşâhede sebebi olarak hazır vaziyete getiririm. [Ki bunlar hidâyet ehlinin vazifesidir. Gerçekte benim bu amellere ve hallere ihtiyâcım yoktur. ]

Hz. Mevlânâ buyurur: [Ben nurlara dolmuş, garkolmuş bir güneşim. Kendimi nurdan ayır edemiyorum. O halvete girmem, namaz kılmam, halka öğretmek için. Mesnevî-i Şerif, III, 2408-2409]

269.     وعُدتُ بنُسكي بعد هتكي وعُدتُ من

            خَلاعَةِ بَسْطي لانْقباضٍ بعفَّة

 Allah'ın haramlarını yırttıktan sonra ben ibâdetime sığındım, bastımla [genişliğim/ferahımla] ilgili olan izardan [göğüs elbisemden] soyunmadan takvâ ve iffet sebebiyle olan kabz [sıkıntı/tutukluluk] hâline döndüm.

270.     وصُمْتُ نَهارِي رغبةً في مَثوبَةٍ

            واحْيَيْتُ لَيلي رَهبةً مِن عُقوبَةِ

Bidâyet ehlinin [çocukların] yaptığı gibi, ben karşılık olarak verilecek nimetlere rağbet ettiğim için gündüzlerimi oruçlu geçirdim, uhrevî cezâlardan korktuğum için geceleri namaz kıldım.

271.     وعَمّرْتُ أَوْقَاتي بِوِرْدٍ لِوَارِدٍ

            وَصمْتٍ لسَمْت واعتكاف لحرمة

Değerli vakitlerimi, İlâhî vâridat ve rabbânî ilhamlar için vird ile geçirdim. ["Vâridât evrâdın semeresidir" denilmiştir.] Vakarlı olmak ve kötülüklerden dili korumak için vakitlerimi zikirle geçirdim. Aynı şekilde iyilerin yoluna uymak için îtikâfla geçirdim.

272.     وبِنتُ عنِ الأوطانِ هِجران قاطعٍ

            مُواصَلَةَ الإِخوانِ واخترتُ عُزْلتي

Ben dostlara kavuşmayı ve kardeşlerimle berâberliği kesip atmış kimsenin ayrılığı gibi, vatanımdan ayrıldım ve halvet ve uzleti seçtim.

273.     وَدَقَّقْتُ فِكري في الحلالِ تَوَرُّعاً

            وراعَيتُ في إصْلاحِ قُوتيَ قوَّتي

Ben fikrimi ve nazarımı helâli isteme husûsunda vera' sebebiyle çok ince hâle getirdim.

Ben yemeği ancak nefsimin ibâdet vazifelerini yerine getirmesine yetecek kadar yedim. [Ondan başkasını Allah yolunda infak ettim.]

[Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem vera' hakkında şöyle buyurdu: "Değer bakımından vera'a denk bir şey yoktur."

Sıddîku'l-Ekber (radıya'llâhu anh): "Haramdan bir kapıya uğrarım korkusuyla, helâle âit yetmiş kapıyı terk ettim"]

274.     وانفَقْتُ من سُتْر القَنَاعَةِ راضياً

            منَ العيْشِ في الدنيا بأيسرِ بُلغة

Ben kanaat hazînesinin zenginliğinden râzı olarak kâfi mikdarda dünyâ maişetini az bir şeye infak ettim. Az şeyle iktifâ, nefsin hazzı olmayıp, onun hakkıdır,    

["Nefsin senin bineğindir, ona iyi davran" hadîsi bu hususta vârid olmuştur.]

275.     وهَذَّبتُ نفسي بالرياضة ذاهباً

            إلى كشفِ ما حُجبُ العوائدِ غطَّت

Nefsimi riyâzet ve mücâhede ile kötü fiillerden, zâtımı kirli ve alçak işlerden temizledim; bunu, nefsânî haz perdelerinin veya cismânî âdetlerin örttüğü hakikatin keşfine götürücü olarak yaptım.

276.     وجَرَّدتُ في التجريد عزْمي تزَهُّداً

            وآثَرْتُ في نُسكي إستِجابةَ دَعوتي

Ben zâhidlik gâyesiyle maddî ve mânevî alâkaları yok etme husûsundaki azmimi ve kasdımı dünyâ ve içindekileri terk etmede hâlis kıldım. İbâdet ve tâatımda duâmın kabûlünü istedim. Yâni bu ibâdetleri seçmekle duâmın kabûlünü murad ettim.

277.     متى حِلْتُ عن قولي أنا هيَ أو أقُلْ

            وحاشا لمثْلي إنَّها فيَّ حَلَّتِ

"Ben oyum ve ondan başka değilim, ikilik ve başkalık yoktur" sözümden ve "Şüphesiz o sevgili bana hulûl etti" deyişimden ne zaman ayrılırsam, ben o illetli ve bilinen ibâdetlere dönerim. Hâşâ ki, bizim gibi birlik ehli, birlik ve birleşme sözünden ayrılsın ve "bana Hakk hulûl etti desin" ve az önce anlatılan biçimde ibâdet etsin!.

278.     ولَسْتُ على غَيْبٍ أُحيلُكَ لا ولا

            على مُستحيلٍ موجبٍ سَلْبَ حيلتي

Ey âşık durumunda olan, ben ki, bu hulûlü nefyettim ve birleme ve karışma dâvâsında bulundum. [Ben seni bu hususta anlayışı kıt ve ilmi az olan perdeli vaziyetteki zâhir ehli gibi] gâib bir şeye veya belirsiz bir işe havâle etmiyorum. Yine seni, benim gücümü kudretimi ortadan kaldıracak olan imkânsız bir işe de havâle etmiyorum.

279.     وكيفَ وباسْمِ الحق ظَلَّ تحَقُّقي

            تكونُ أراجيفُ الضَّلالِ مُخيفَتي

Bana yalancı dalâlet haberlerini nisbet etmeleri ki kasdedilen karışma ve birleşmedir, nasıl olur da beni korkutucu olur?

Veya:

Nasıl olur da dalâlet ehlinin kuruntu haberleri beni korkutur? Ben Hakk'ın ismiyle muttasıf oldum. Dalâlet ehlinden murad, şekilciler ve anlayışlı olduklarını sananlardır ki, bunlar ilimlerin hakikatinden habersiz bulundukları için ehlüllaha hulûl ve ittihad [karışma ve birleşme] isnad ederler.

280.     وها دِحيَةٌ وافى الأمينَ نبيَّنا

            بصورَتِه في بَدءِ وَحْيِ النّبوءةِ

Şu husûsu hulûl ve ittihâdı nefyetmek şeklindeki dâvâsına delil olarak ileri sürdüler. Hayal ve vehimle perdelenmiş olanlar bu fevkalâde misalle meseleyi anlasınlar ki;

281.     أجبريلُ قُلْ لي كان دِحيَةُ إذ بدا

            لِمُهْدي الهُدى في هيْئَةٍ بَشَريَّة

Hz. Cibril'in Dıhye şeklinde zuhûrundan Dihye'nin vücûduna hulûl etmesi ve onunla birleşmesi icab etmez;  Nübüvvetin başlangıcında, risâletini edâ etmekte iken bizim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme Cebrâil Dıhye sûretine bürünmüş olduğu halde geldi.

[Ey Hakk'ın tecellîsini inkâr eden kimse, söyle bana; Cebrâil, yol gösterici olan Peygamber'e beşer sûretinde ve Dihye şeklinde göründüğü vakit Dihye-i Kelbî mi oldu?

Bilinmelidir ki Cebrail Dihye-i Kelbî olmadı. Zîrâ Dihye-i Kelbî o sırada ya evinde veya ticârette bulunuyordu. Cebrail Dihye olmadığına göre, demek ki Cenab-ı Hakk'ın kul sûretinde zuhûrundan dolayı kul olması ve kul sûretine hulûl edip onunla birleşmesi lâzım gelmez. Belki temessül ve telebbüsü lâzım gelir, aşağıda geleceği üzere "telebbüs/İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak " ve "temessül/Benzeşmek. Cisimlenmek." câizdir.

282.     وفي عِلمِه عن حاضريه مزِيَّةٌ

            بماهيّةِ المَرْئيّ من غيرِ مِرْية

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ilminden, Cebrâil'in mâhiyeti hakkında, şekli olmaksızın ve görmeksizin, hazır olan ashâb-ı kiramdan görünmesinden daha fazlası ve üstünü vardır.

283.     يَرَى مَلَكاً يوحي إليه وغيرُهُ

            يَرى رَجُلاً يُدْعَى لَدَيْهِ بِصُحبة

Zîrâ o Peygamber, kendisine vahyeden meleği görürdü; Peygamber'den başkası ise onu insan olarak görürdü, bu da onu Resûl'le sâbit olan sohbetine riâyeten olurdu.

284.     ولي مِن أتَم الرّؤيَتينِ إشارةٌ

            تُنَزِّهُ عن رأيِ الحُلولِ عقيدتي

Benim hulûl ve ittihâdı nefyettiğim iddiada Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ile ashâbın görmesinden işâret vardır. Öyle bir işâret ki hulûl ve birleşme görüşünden benim inancımı tenzih eyler.

[En doğru görme Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in görmesidir, zîrâ görülenin hakikati ona açıktır, başkalarına örtülüdür. Çünkü o Cebrâil'i görürdü, hazır olanlar Dihye-i Kelbî'yi görürlerdi. İşte ârifler de bütün mazharlarda hulûl ve ittihadsız Hakk'ı müşâhede ederler, bilhassa kendi zatlarında. Lâkin cihânın nâ-mahremleri bu irfan ve iz'andan/Basiret. Anlayıştan mahrumdurlar.]

285.     وفي الذكرِ ذكرُ اللَّبْس ليسَ بمُنكرٍ

            ولم أعْدُ عن حُكمَيْ كتابٍ وسُنَّة

Ey birlik sırlarını inkâr eden, Kur'ân-ı Kerim'de, Hakk'ın bu sûrette telebbüsü zikretmesi, münker ve merdud değildir. Belki âyetlerle ve hadislerle sâbittir. ve ben Allah'ın kitâbının ve Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellemin sünnetinin hükümlerini çiğnemedim.

[Birinci olarak Kur'an'daki âyetlerden biri Mûsâ (aleyhisselâm)'ın kıssasında geçmektedir ki, ona ateş şeklindeki bir ağaçtan tecellî buyurmuştur: (Kasas, 28/30). "Oraya gelince mübârek bölgede vadinin sağ tarafındaki ağaçtan kendisine: Ey Musa şüphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım diye seslenildi"]

286.     مَنَحْتُكَ علماً إن تُرِدْ كشفَه فرِدْ

            سبيلِي واشرَعْ في اتِّباعِ شريعتي

Ey âşık ben sana büyük bir ilim verdim ki o birlik ilmidir. Eğer sen vicdan ve muâyene yoluyla bu ilmin keşfini istersen benim yoluma dâhil ol ve şerîatime uymaya başla ki bunlar Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin yoludur.

[Şerîati kendi nefsine nisbet etmesi makam-ı Muhammedîden hikâye yoluyladır. Veya kendi zamanında Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin makamına kâim olduğu içindir. Zîrâ (Kavmi içinde şeyh, ümmeti içinde peygamber gibidir). O bakımdan şerîat sahibi olmasını kendisine isnad eylemesi câizdir. Veya "şerîatim" demekten murad, kendilerinin tarîkati olabilir ki bu da şerîat-i Muhammedînin hulâsasıdır.]

287.     فمَنْبعُ صدِّي من شرابٍ نقيعُهُ

            لَديَّ فدَعْني من سَرابٍ بقيعة

Ey âşık, ben sana emsalsiz bir ilim olan birlik ilmini verdim, eğer bu ilmin keşfini arzû edersen benim yoluma gir. Zîrâ tatlı suyun membaı bir şaraptandır; o tatlı su ki, pınarı benim katımdadır.

288.     ودُونَكَ بحراً خُضْتُهُ وقَف الأُلى

            بساحلهِ صَوناً لَمَوضعِ حُرْمتي

Ey âşık, benim daldığım öyle bir denizdir ki evvelki velîler ve geçmiş ârifler onun sâhilinde benim hürmetimi korumak ve tâzim mevkime riâyet için durakladılar. Zîrâ tam verâset her uluya müyesser değildir. Havâss hattâ havâssın havâssı bu denize dalamazlar. Meğer ki gavs-i ekber ve çok sevilen iftihar edilenlerden saâdet sâhipleri olsun.

289.     ولا تقْرَبوا مالَ اليتيمِ إشارةٌ

            لكَفِّ يدٍ صُدَّتْ له إذ تصَدَّتِ

Ey eziyetlerle dolu âşık, (En'am, 6/152). "Yetimin malına ancak en iyi bir şekilde yaklaşın" âyetinde o mala saldırdığı vakit nâ-mahrem elinin men' edilmesine işâret müjdesi vardır.

[Mevcûdât sadefinde bir tâne ve yegâne olan Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bir dürr-i yetim ve cevher-i azimdir.]

[ Hz. Mûsa (aleyhisselâm), bu mertebeyi ve bu görmeyi Hakk'tan ricâ edip dedi ki: (Rabbim zat olarak bana kendini göster), "Ben sana bakayım" Bu tecellî Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme mahsus olduğundan "Beni göremezsin" hitâbıyla men' olundu. Rivâyet edilir ki, bayıldıktan sonra ayılıp kendine gelince Cenâb-ı Hakk'tan şöyle hitab buyruldu: (Ey Mûsâ, bu senin için değildir. Bu, senden sonra gelecek olan Yetîm'indir). Mûsâ bu mânâyı anlayınca tevbe ve inâbete yönelip dedi ki: (Araf, 7/143). "Ya Rabbi, münezzehsin. Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim" Yâni ben seni bu rü'yetle görmeden ve sana vâsıl olmadan seni tenzih ederim, anlaşıldı ki, o kimseye bu mertebeyi müyesser ve mahsus kıldın ve ben heves ettiğim mertebeden döndüm. Ben bu mertebenin Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme mahsus olduğuna inananların ilkiyim, dedi.

290.     وما نالَ شيئاً منهُ غيري سوى فتىً

            على قَدَمي في القبضِ والبسطِ ما فتي

O birlik denizinden ve benzersiz makamdan verâset yoluyla, benden başka bir kimse bir şeye nâil ve vâsıl olamadı. Meğer ki fiitüvvet sâhibi ve mürüvvete mazhar olan müstesnâdır; o fütüvvet sâhibi ki kabzda ve bastta, celâl ve cemâlde, zevk ve hâlde uyma yoluyla ayağını ayağımdan ayırmadı; [kahır ve lütuf nezdinde müsâvi olup benim gibi zat ve sıfatlarını Hakk'ın zat ve sıfatlarında yok eti.]

[Bu durumda o kâmil de benim vâsıl olduğum ahadiyyet mertebesine ve makâm-ı Muhammedi'nin sırlarına vâsıl olur.]

291.     فلا تَعْشُ عن آثارِ سَيريَ واخْشَ غَيْ

            نَ إيثار غَيري واغشَ عَينَ طريقتي

Durum bu ise, ey âşık sen de benim seyrimin eserlerinden makam ve menzilimin sırlarından yüz çevirip onları görmezlikten gelme. Benden başkasına uymanın hicâbından kork ki, benden başkasına uymak hak dahi olsa benim yoluma gel ki, bu yol Hz. Risâletpenâh'ın yoludur.

292.     فؤادي وَلاها صاحِ صاحي الفؤادِ في

            ولايةِ أمري داخلٌ تحتَ إمرتي

Ey kalbi temiz olan arkadaşım, o sevgilinin aşk vâdîsi [ (Al-i İmran, 3/31). "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin" gereğince] benim ülkemdedir, benim mülküme ve tasarrufuma dâhildir. Bana tam bir şekilde ittibâ olmadıkça Hakk'a sevgi sahih olmaz.

293.     ومُلْكُ معالي العشقِ مُلكي وجندي ال

            مَعاني وكُلّ العاشقينَ رعيَّتِي

Ey âşık, aşk ve sevginin yüce memleketi benim tasarrufum altındadır. Benim askerim İlâhî tecellîden hâsıl İlâhî mânâlar ve rabbânî hakikatlerdir. Bütün Hakk âşıkları benim tebeamdır ve benim tasarrufum altında mahkûmlardır.

294.     فنى الحبّ ها قد بنتُ عنهُ بحُكم مَن

            يَراهُ حِجاباً فالهوى دونَ رُتبتي

Ey âşık, ben sevginin fenâ bulduğu bir mertebedeyim. Ben o sevgiden ayrıldım, [fakat bu mutlak değildir,] sevgiyi hicab gören kimsenin sebebiyledir. Hal böyle olunca sevgi ve arzu benim mertebemden aşağıdır.

[Zîrâ sevgi sıfattır ve sıfat zâtın hicâbıdır. Kezâ aşk bir seven bir de sevileni ister, dolayısıyla ikiliği gerektirir. Benim ulaştığım ahadiyyet mertebesinde ise ikilik ortadan kalkmıştır. Bu mertebede seven sevilenin aynı, sevilen de sevenin aynıdır.]

295.     وجاوزتُ حدَّ العشقِ فالحبّ كالقلى

            وعن شأوِ مِعراجِ اتِّحاديَ رِحْلتي

Ben aşk ve sevginin sınırını da geçtim, o yüzden bana şimdi sevgi, buğz ve düşmanlık gibidir. Her ne kadar sevgi bütün mertebelerden yüksek ise de, ıtlak mertebesine ve ahadiyyet mertebesine nisbetle aşağıdır.

İkinci mana: Ben birleşmek mi'râcının sonundan göçerken aşk sınırını geçtim. Zîrâ birleşmek bile bir yönden cem'ü'l-cem' mertebesinde olanlara nisbetle hicabdır.

[Zîrâ sevgi, sevenle sevilen arasında bir nisbettir, dolayısıyla aykırılık kuruntusunu gerektirir. Muğâyeret sıfatı bir yönden gizli şirktir.] Zîrâ bu mertebede olan, seveni sevilenin aynı görür. Aşk ve sevgi mertebesinde olan ise, hakîkî mahbûbu başka zanneder. İşte bu yönden vahdet mertebesinde olanlara göre aşağıdır.]

296.     فطبْ بالهوى نفساً فقد سُدتَ أنفُس ال

            عبادِ منَ العُبَّادِ في كُلّ أُمَّةِ

Bana tam bir şekilde uyar ve sözümü iyice dinlersen, sevgi ve sevgi sebebiyle nefsin iyi olur. Zîrâ muhakkak ki sen, bütün topluluklarda âbidlerin en iyisine ve zâhidlerin en üstününe efendi ve büyük oldun. Çünkü âbidler, zâhidler, sâlikler ve nâsikler her ne kadar ibâdet ve tâat îtibâriyle üstün iseler de âşıklar ve âriflere göre aşağıdırlar.

297.     وفُزْ بالعُلى وافخَرْ على ناسكٍ علا

            بظاهرِ أعمالٍ ونَفْسٍ تزَكَّت

Ey âşık, sevgi ve aşk sebebiyle yüksek makamlar elde et. Ve yine bu sebeple zâhir amellerle, iyi işlerle, rezâletlerden ve kötülüklerden temizlenip arınan nefisle âlî dereceye yükselmiş olan âbidlere karşı da iftihar et.

298.     وجُزْ مُثقَلاً لو خَفَّ طَفَّ مُوكَّلاً

            بمَنقول أحكام ومعقولِ حكمة

Ey âşık, amellerini ağır gören zâhid ve âbidleri aş ve geç; eğer onların amelleri hafif olsa mizanları eksik tartar, yâni amellerde kusur ve eksiklik yapsalar cezâları noksan olur veya halkın iltifatı veya âlem ehlinin nazarı onlara hafif olsa, amelleri ve ilimleri tamâmen bozulmuş olur. Amellerini ağır gösteren bu kimseler aynı zamanda şer'î hükümlerin naklettiği şeylere ve felsefecilerinin sözlerine sıkıca bağlıdırlar.

299.     وحُزْ بالولا ميراثَ أرفَعِ عارفٍ

            غَدا همُّهُ إيثارَ تأثيرِ هِمَّة

İlâhî sevgi sebebiyle, kâmillerin en kâmili âriflerin en ârifi, insan nev'inin en şereflisi olanın yâni Rahman'ın sevgilisi (aleyhisselâm)'ın mîrâsını topla (ona sâhip ve malik ol). Enbiyânın mîrâsı İlâhî mârifetler ve ilimler, Rabbânî mükâşefe ve tecellîlerdir.

300.     وتِهْ ساحباً بالسُّحب أذيالَ عاشقٍ

            بوَصْلٍ على أعلى المَجرَّةِ جُرَّتِ

Ey âşık, birlik ve aşk mertebesini elde edince, kibirle eteğini bulutlara çekerek, yâni eteğini buluta semâya, en yüksek maksada ve yüce âleme çekerek kibirlilik göster.

[Âşık, kâmil, âlim, âmil olan enbiyânın seyyidi, evliyâ ve asfiyânın dayanağı Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellemde olduğu gibi ki o, Cenab-ı Hakk'a ulaşmaları sebebiyle, mübârek etekleri Saman Yolu'nun üzerine çekilmişti. ]

Yine sen de Hakk sevgisiyle vasıflanıp birlik mertebesiyle ahlâklanınca, her iki âleme karşı kibirlilik ve iftihar göstererek, himmet nazarını kâinatın tozuyla tozlandırma, tahtının eteğini mümkün olanlar kirleriyle kirletme ve herkesten el etek çekip, Hakk'tan başkasını bilme.

301.     وجُلْ في فُنونِ الاتحادِ ولا تَحدْ

            إلى فئةٍ في غَيرِهِ العُمْرَ أفنَت

Ey âşık, ittihad [birleşme] tabakalarında dolaşırsan, zâtın birliği zirvelerinde kanat açıp uç, birleşme ve tevhidden başka konularda ömürlerini yok eden zümrenin sözlerine, işlerine ve ahvâline meyledip rağbet gösterme.

302.     فواحدُهُ الجَمُّ الغفيرُ ومَن غدا

            هُ شِرْذِمة حُجَّتْ بأبلغِ حُجَّة

Ey âşık, birleşme tabakalarında dolaş ve çalış veya ehline itâat veya boyun eğip onlardan yardım iste. Zîrâ birleşme ehlinin bir tânesi bile büyük topluluk menzilesindedir. Nitekim Hz. Mevlânâ buyururlar:

[Onlardan iki dosta bir arada gördün mü bil ki onlar birdir, hem altı yüz bin. Onların sayılan dalgalar gibidir. Onları rüzgâr, zâhiren çoğaltır. Çokluk, rûh-i hayvânîdedir; rûh-i insânî ise birdir. Mesnevi, 1,184-188]

[Mânâlarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olmaz. Mesnevi, I, 681 ]

303.     فمُّتَّ بمَعناهُ وعشْ فيه أو فمُتْ

            مُعَنَّاهُ واتْبَعْ أُمَّةً فيهِ أمَّتِ

Ey âşık, birleşmenin mânâsına ve birliğin hakikatine sen de ulaş ve tevessül et. Eğer birleşmenin mânâsına ulaştın ise o yüksek makamda yaşa. Eğer vâsıl olmadınsa elde etmek için zahmet ve yorgunluğa katlanarak bu konuda önder olan topluluğa ittibâ eyle.

304.     فأنتَ بهذا المَجدِ أجدَرُ من أخي اجْ

            تهادٍ مُجِدٍّ عن رجاءٍ وخيفةِ

Ey âşık, Hak yolunda çalışıp çabalaması korku ve ümitle, yâni bir maksadla olan gayret sâhibinden, birleşme ve birlik gibi bir devlet ve ululuğa daha lâyıksın. Fakat âşıkın gayret ve çalışması katışıksız, korku ve ümitle olmaksızın zâtı için doğan bir istektir

305.     وغيرُ عجيبٍ هَزُّ عطفَيْكَ دونهُ

            بأهْنا وأنهى لذّةٍ ومسرّةِ

Ey âşık [o büyüklük ve ululuk sırasında büyük tat alarak ve sonsuz mutluluk duyarak] omuzlarını oynatıp azametle yürümen ve böbürlenmen garib ve tuhaf değildir. Son derece tat bulma, müşâhede şarâbını birlik sâkîsinden vâsıtasız olarak içmektir. Aksâ-yı meserret, [sonsuz sevinç/tat] vahdetin kusursuz cemâlini müşâhede edip başkasını unutmaktır.

[Bu mertebeye vâsıl olanın büyüklenmesi ve övünmesi, şerîatte kötülenmiş olan gurur ve kibir değildir. Burada kasdedilen, bu eserlerden ve nurlu makamlarından bir eseri, irşad için veya inkârı def etmek için perdelenmiş olanlara göstermeleridir.]

306.     وأوْصافُ من تُعْزَى إليهِ كمِ اصْطفتْ

            من الناسِ مَنْسيّاً وأسماهُ أسمتِ

Hakk'ın kendisine veya birleşme ve birlik makamına nisbet edilen vasıfları, insanlardan ismi silinmiş, cismi unutulmuş nice kimseleri seçip yüce hale getirdi. Hakk'ın o isimleri insanlardan seçtiği kimsenin kadrini yüksek ve ismini büyük kıldı.

[Zikredilen bu hususlar insanlar arasında unutulup gitmiş olan çok kimseleri seçip yücelterek âlem dilinde güzel vasıflar, velilik ve hoşa giden kerâmetlerle anılır hale getirdi, her birinin mübârek isimlerini de bu vasıflar yüceltti. Kimine "seyyidü't-tâife" dediler, kimine "sultânü'l-ârifin", kimine "sultânü'l-âşıkın", kimine de "sultanü'l-meczûbîn" dediler.]

307.     وأنتَ على ما أنتَ عنِّيَ نازحٌ

            وليسَ الثّرَيَّا للثَّرَى بِقَرينَة

Ey âşık, sen, senin olduğun cem' mertebesi birleşme makamı üzere, yine benden ve benim mertebemden uzaksın. Nitekim Süreyyâ yıldızı toprağa yakın değildir, uzaktır. Yine, birleşme ve birlik makamı benim makamıma nisbetle böyledir.

308.     فطُورُك قد بُلّغتُهُ وبَلَغتَ فَوْ

            قَ طَوركَ حيث النَّفسُ لم تَكُ ظُنَّت

Ey güzel sıfatlı ârif, senin Allah'ın izniyle eriştiğin, cem' ve birleşme mertebesi olan tavrın, tecellî mahalli ve münâcât makamıdır; ben ise senin eriştiğin sınırın ve tavrın en son noktasına ve en nihâyetine ulaştım ve nâil oldum ki sen onu kavrayamazsın.

309.     وحَدُّكَ هذا عندَهُ قفْ فَعَنه لو

            تقدَّمْتَ شيئاً لاحترقتَ بجَذوة

Ey âşık, senin haddin [sonun] şu birlik ve birleşme makamıdır. Bu makamda dur ve aşma. Eğer bu makamdan azıcık ileri gidersen, İlâhî tecellî ve Rabbani nur şimşeklerinin kıvılcımları seni yakar.

310.     وقَدري بحَيث المرْءُ يُغُبَطُ دونَهُ

            سُمُوّاً ولكن فوق قدرِكَ غِبطتي

Benim değerim ve yerim, üstünlüğü ve yüceliği bakımından gıbta edilen kimsenin aşağısındadır. Zîrâ imrenilen her makam, anlayış ve akılla kavranabilir demektir. Fakat benim makamım akıl sınırının ötesindedir. Lâkin benim makamıma senin kadrinin üstünde olan değer, makam ve yer imrenmektedir. [Ve bu makam, makâm-ı Hazret-i Muhammedî'dir. (salla’llâhu aleyhi ve sellem)

311.     وكُلُّ الوَرى أبْناءُ آدمَ غيرَ أنْ

            نِي حُزْتُ صَحْوَ الجمع من بين أخوتي

Bütün halk ve her insan âdemoğludur; ben hâriç, muhakkak ben din kardeşliğimden başka  "sahv-ı cem"e [birleşmeden sonra ayıklık] sâhip oldum. Bu sahv-ı cem'in alâmetlerindendir ki, bu kulakla dahî Hakk'ın sözünü işitebilirsin, nitekim Hz. Mûsâ'nın işittiği gibi ve her uzvu ötekinin hükmünü yerine getirebilir. Meselâ kulak görür, göz işitir, el koklar vb. nitekim buna işâret ederler:

312.     فسَمْعي كَليميٌّ وقلبي منَبَّأ

            بأحمَدَ رُؤيا مُقَلَةٍ أحْمَديَّة

Ey âşık ve ârif, [ihvânım arasında ben sahv-ı cem'a sâhip oldum.] Zîrâ benim kulağım benim lisânımdır, [hem Hakk'ın kelâmını idrak eder hem bana söyler. ] Benim kalbim Hz. Ahmed salla’llâhu aleyhi ve selleme mensub olan gözümün görüşünün fevkalâde üstün oluşunun haber verildiği yerdir.

[Şu şekilde ki, benim sevgiliyi görüşüm, Hz. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellemin görüşüdür; bu bana tam uyma sûretiyle mîras kılındı. Veya benim rüyam Hz. Peygamber'in rüyâsı gibidir ki, hatâ, yanılmadan mahfuzdur. Nitekim Hz. Nebî vâkıada ne görse sabah aydınlığı gibi âşikâr olurdu ve tâbire muhtaç olmazdı. yine benim de vâkıam sabah aydınlığı gibi görünür; tâbire muhtaç olan da ilmimin kemâlinin tâbiri olduğundan, uyanıklıktaki haller gibi tam bir şekilde ortaya çıkacağından ve çok doğru olacağından hiç şüphe etmem. O halde benim kalbim Hz. Muhammed'in göz bebeğinin görüşüne mahaldir. Zîrâ birlik makamından, Ahmed'in göz bebeği her ne müşâhede ederse, benim göz bebeğime de o müşâhede müyesserdir. Zîrâ vâris-i tâm odur ki, o sevgilinin nûruyla boyanınca onun görüş ve kudretinden ilim ve hikmetinden, izzet ve rütbesinden hâsıl olan her hâlinden ona mîras gelir. Her kim tam vâris olursa o sevgilinin bu sözü ve bu maksadı bir nevi dile gelip: Bütün insanoğullarından ben üstünüm! dese doğrudur.]

313.     وروحيَ للأرواحِ روحٌ وكُلّ ما

            تُرى حَسَناً في الكونِ من فَيض طينتي

Ey âşık benim rûhum bütün ruhların rûhudur. Bu kâinatta gördüğüm her güzellik, adâlet, letâfet bunların hepsi benim tıynet-i sûriyemin  [yaratılış görünüşüme] feyzindendir.

[Hakikatte ruhların rûhu ve nurların nûru Hakîkat-i Muhammediyyedir. Bu hakikate mazhar olan ve tam verâsete vüsul bulan her kâmile "kutbü'l-aktâb", "gavs-ı ekber" denilir ki zâhiren bâtınen kâim-i makâm-ı Muhammed'dir. O sâhib-i saâdetin bu makamda gösterdiği her şey gerçekten kendi halleridir. Lâkin bu makam, makâm-ı Muhammedi'nin esrârıyla vasıflanmak ve nurlarıyla boyanmak sûretiyle hâsıl olur. Nitekim Şeyh-i Ekber şöyle buyurur: "Ben Kur'an'ım, seb'ul-mesârûyim, rûhun ruhuyum, kapların (bedenlerin) rûhu değilim" O halde bu makama vâsıl olan her kâmilin rûhu, bütün ruhlara el uzatır ve feyz verir; arşı, ferşî, mülkî, melekî, arzî ve felekî bütün ruhlara onun feyz ve imdâdı ulaşır. Yine bütün kâinatta ne kadar güzellik, letâfet, adâlet ve tazelik görürsen hepsi onun temiz yaradılışının feyzinin yansımasıdır. Her şey, kabiliyeti ölçüsünde ondan feyz alır ve istifâde eder.]

314.     فذَرْ ليَ ما قبلَ الظُّهورِ عَرَفتُهُ

            خصوصاً وبي لَم تَدْرِ في الذرّ رُفقتي

Ey sırlara vâkıf olan, zuhûrumdan önce benim bildiğim ve ilmi ve mârifeti bana mahsus olan şeyi bana bırak. Zîrâ zuhûrumdan önce ilim mertebesinde olan sırlarımı kimse anlayamaz.

315.     ولا تُسمني فيها مُريداً فمَن دُعي

            مُراداً لها جَذْباً فقيرٌ لعصمتي

Vuslat yolunda veya arkadaşların arasında beni "mürid" ismiyle çağırma. O sevgilinin cezbesi dolayısıyla kime "murad" veya "mürşid" denirse, sâliklerin murâdı ve tâliblerin matlûbu olan o mürşid, benim hıfzıma, ismetime, korumama ve himâyeme muhtaçtır. Eğer onlardan benim ismet ve imdâdım [yardımım] kesilse, onlar irşad mertebesinden muradlık makamından düşmüş olurlar.

316.     وألْغِ الكُنى عني ولا تَلغُ ألكناً

            بِها فهيَ مِن آثارِ صيغةِ صَنعتي

Ey beni medheden kimse benim büyüklüğümü söylerken, künye ile anma yoluna gitme. Bana ["Ebu'l-Maâli, Ebu'l-Mekârim, mürid, murad, mahbûbü'l- fuad, sâhibü'l-irşad, ârif-i esrâr-ı mebde ü mead" gibi] künyelerle tâzimde bulunma. [Konuşmaz ve dilsiz olduğun halde mânâsız ses sarfetme. Zîrâ] bu künye ve isimler benim yaptığım şeyin ıstılahının eserlerindendir. [Benim zâtıma nisbetle bütün sıfatlar berâber ve eşittir.]

[Arapların bâzı âdetleri ve ıstılahları vardır. O âdetler ve ıstılahlarla iftihar edilecek bir hâtıra, iyi bir iz bırakmak isterler. Tâ ki hayatlarında ve ölümlerinde iyi hâtıra ile anılsınlar. Hizmetçi ve âile çokluğu, cömertlik ve kerem fazlalığı, şecâat, arkadaşların ve dostların haklarına vefâ göstermek vb. Evlât çokluğuyla iftihar etmek de bunların en büyük övünçleridir. Hattâ çocuğu olmayanı "ebter" diye kötüleyip ayıplar idiler. Bir kimsenin erkek evlâdı olunca, hürmeten kendisine o çocuğun ismi ile künye verirlerdi. Ebu'l-Kâsım, Ebu'l-Mekârim, Ebu'l-Maâli ve Ebu Usâme gibi. Bunlar arasında tâzim ve tekrim kinâye ile anılmaktır. Kendi ismi ile anılmak o kadar makbul değildir.]

317.     وعن لَقَبي بالعارِفِ ارْجعْ فإنْ تَرَ التْ

            تَنابُزَ بالألقابِ في الذّكرِ تُمقَت

Ey beni övmeye çok hevesli olan kimse, bana "ârif ve vâkıf" lakabı vermekten vazgeç, eğer Kur'an'daki tenâbüz bi'l-elkâb (kötü lakab takma)'nın cevazına inanırsan (onu doğru görürsen) ve yasaklanan bu işten tevbe etmezsen gazaba uğrarsın ve kendini bu gazabda hebâ edersin.

[Zât ve sıfat tecellîsine, hakâyıka, ilimlere ve kâinatın sırlarına vâsıl olan kimseye ârif-i billâh derler. Lâkin bu mertebe ahadiyyet-i cem' makamına ve sahv-ı cem'a nisbetle daha aşağıdır. Zîrâ makamların nihâyetinin en sonu ve yüksek gâyelerin en nihâyeti, daha ötesinde başka bir mertebe olmayan "sahvü'l- cem"dir. O yüzden bu makamda olanlara "ârif" denmesi kötü lakabla anılmak gibidir.]

318.     فأصغَرُ أتباعي على عينِ قَلبِه

            عَرائسُ أبكارِ المَعارِفِ زُفَّتِ

Bana tâbi olanların en küçüğünün kalb gözüyle, haklarında (Rahman, 55/56). "Daha önce ne insan ne de cinler dokunmamıştır" beyânı bulunan arâis-i ebkâr-ı irfan [bekar gelinler bilmek] ve muhadderât-ı esrâr-ı can [canı uyuşturan ilaçlar] olan kadınların zifaf birleşmesi vâki olmuştur. O halde ne halle bana ârif lakabı verilmesi doğru olur?

319.     جَنى ثَمَرَ العرْفانِ من فَرْعِ فِطنَة

            زكا باتّباعي وهوَ من أصلِ فطرَتي

Benim en küçük tâbiim (hizmetçim) ve en değersiz cemaatim, bana uyması sebebiyle irfan meyvesini idrak etti ve basiret ağacından topladı ve bana son derece itâatkâr olması dolayısıyla zekî oldu ve gelişti; halbuki o benim fıtrat kökümden bir daldır ve zâtımın ilminden bir tayyün ve takdirdir.

320.     فإنْ سيلَ عن مَعنىً أتَى بغرائبٍ

            عنِ الفَهمِ جلَّتْ بل عن الوَهم دقت

[Benim en değersiz cemaatimin mertebesinin yüceliği ve derecesinin üstünlüğü o seviyededir ki, eğer onlara kemâlin mânâsından cemâl ve celâlin sırları sorulsa, cevap olarak] öyle garib ilimler, şaşılacak sırlar ve benzersiz mânâlar söylerler ki ulemânın anlayışının çok üstünde bulunur; hattâ âriflerin hâkimlerin/felsefecilerin, zan ve tasarruflarından yüksek ve ince olurdu.

[En küçük tâbiim bu seviyede olunca, tasavvur et ki benim yüce mertebem akılların idrâkinden ne kadar münezzeh ve bana "ârif" denilmesinin kötü lakab sayıldığı kesindir.]

321.     ولا تدعُني فيها بنَعتٍ مُقَرَّبٍ

            أراهُ بِحُكمِ الجمعِ فَرْقَ جريرَةِ

Bana sevgilimle bir oluşumu veya sevenler topluluğu içinde "mukarreb" sıfatıyla hitap etme, zîrâ ben o mukarreblik sıfatını, cem' nokta-i nazarından büyük suç olan "tefrika/ayrılık/ikilik" olarak görürüm. Çünkü "mukarreb" olmak ittihada [birleşmeye] mânidir ve ikiliği gösterir. [Zîrâ mukarreb, bir yaklaşan ve bir de yaklaşılanı gösterir.]

[ Hakk'ın vasıflarıyla ahlâklanmak benim özelliğim olmuştur. O halde bana nasıl olur da "ârif" ve "mukarreb" demek doğru olur.]

322.     فوَصليَ قَطعي واقترابي تَباعُدي

            ووُدّيَ صَدّي وإنتهائي بَداءتي

Yâni eğer bana "vâsıl" dersen benim vaslım ayn-ı kat'ımdır. [kendimden kendimedir] Eğer "mukarreb" dersen, yakınlaşmam uzaklaşmamdır, eğer "muhib" dersen sevgim yüz çevirmiş ve yasaklanmış olmamdır. Eğer "müntehî" dersen, nihâyetim bidâyetimdir.

[Çünkü vasl bir ulaşan bir ulaşılan ister. Yakınlaşma, bir yaklaşan bir yaklaşılan gerektirir. Sevgi, bir seven bir sevilen; nihâyet, bidâyet ister. Bunların hepsi de tefrikayı [ikiliği] îcab ettirir. İşte bu mertebelerden biriyle kayıtlı olmak, ehl-i vahdet katında aynen zıddıyla vasıflamak gibidir. Ehl-i vahdet ise bunların hepsini câmi'dir.]

323.     وفي مَن بِها وَرَّيتُ عنِّي ولمْ أرِدْ

            سوايَ خلَعَتُ اسمي ورَسمي وكُنيتي

"Ben onu severim, ona sâdık bir âşığım, onu istiyorum, ona uygunum" demek sûretiyle ve onun sevgisiyle o sevgilide ben kendimi gizledim. Halbuki ben kendi zâtımdan başka bir sevgili arzû etmem ve kendimden başkasını sevmem. Zîrâ ben ismimi, resmimi ve künyemi soydum ve devirdim bu üç şeyin yok olmasından sonra hakkânî vücudla bâki olup, mahbûbun kendisi olan muhib ve mahbûbun kendisi hâline gelen tâlib olarak ikilik ortadan kalkmıştır. Lâkin gizlenmek için bâzen "o" derim, bâzen "ben" derim. (Ben o oldum, o ben oldu).

324.     فسرْتُ إلى ما دونَه وَقَف الأُولى

            وضَلَّتْ عُقولٌ بالعوائدِ ضَلَّتِ

Ben Hak sevgisinde ismimi, şeklimi ve alâmetimi soyup attığım vakit, bu hâlin akabinde öyle bir yüksek makam ve mertebeye çıktım ki, geçmiş ârifler, eski âlimler ve hakîmler onun altında bir seviyede kaldılar;

Bana mahsus olan bu makamda, bir takım menfaatlerle yolunu kaybederek akıllar helâk ve fânî oldular.

325.     فلا وَصفَ لي والوَصفُ رسمٌ كذاكالاسم

             وسمُ فإن تَكني فكَنّ أو انعتِ

Benden bütün gayriyet ve zıddiyet elbiseleri soyulup ikilik ve tefrika ortadan kaldırıldığına ve ben tam bir yoklukla vahdet makamına ve ahadiyet mertebesine ulaştığıma göre, benim herhangi bir vasfım yoktur ki onunla beni tavsif etsinler ve ben makam ve tecellî sâhipleri yanında tanınabileyim.

326.     ومن أنا إياها إلى حيث لا إلى

            عَرجتُ وعطَّرْتُ الوُجودَ برَجعتي

Ben eniyyetimin [kendimin] ve beşeriyyetimin başlangıcından hazret-i zât-ı Ahmediyyete yükseldim; bu öyle bir yükseliş ki, onda إلى ile anlaşılan nihayet ve "gayet" yok idi. Başlangıç, son, evvel, ve gâye gibi şeyler onda eşit idi. Ben bu vücûdumu o sevgiliye yükselmek ve dönmek sebebiyle kokulu kıldım.

327.     وعن أنا إيَّايَ لِباطِن حكمَةٍ

            وظاهرِ أحكام أقيمَتْ لدَعوتِي

Benden bana dönmekle, hikmetin bâtınından ve ahkâm-ı şerîatin zâhirinden ötürü kâinatın vücûdunu muattar [kokulanmış] kıldım. Bu ahkâm [hükümler] benim halkı Hakk'a da'vet etmem, insanların nefislerini olgunlaştırmam ve tabîat erbâbını terbiyem için konuldu.

328.     فغايَةُ مَجذوبي إليهَا ومُنتهَى

            مُراديه ما أسلَفتُهُ قبلَ توبتي

Benim bâtınî kuvvetimle sevgiliye cezbolunan âşıkların en son makamı ve onların murâdı olan şeyhlerin makamının sonu "cem" makamıdır ve ben o makamı, ahadiyyet makamından dönmezden evvel geçtim ve geride bıraktım.

329.     ومنِّيَ أوْجُ السَّابقينَ بزَعمهمْ

            حَضيضُ ثرى آثارِ موضعِ وطْأتي

Kendilerini önde zannedenlerin zirvesi ve en yüksek mertebesi, benim mertebemden yerdeki çukur gibi aşağıdır ki sanki ayağımı bastığım yerin izidir.

330.     وآخرُ ما بَعدَ الإِشارةِ حيثُ لا

            ترقّي ارتفاعٍ وضعُ أولِ خطوتي

Kendisinden öte irtifâ ilerlemesi yoktur diye uzaklık işâretiyle ifâde edilen en son makam, benim ilk ayağımı bastığım ve ilk adımı attığım yerdir. Gerçekten kutbü'l-aktâbın makamı, aktâba nisbetle böyledir. Kâmil olsun olmasın, kendilerini yüksek mertebeye erişmiş sayan bütün makam sâhipleri ve mükâşefe erbâbının, abdâlın, nücebânın, nükabânın, evliyânın ve âriflerin mertebeleri, gavs-i ekberin mertebesine nisbetle işte o yerdir.

331.     فماعالم إلاّبفضلي عالمٌ

            و لا ناطِقٌ في الكَونِ إلاّ بمِدْحَتي

Benim fazl ve ihsanımla âlim olmayan hiçbir âlim ve ârif yoktur. Çünkü ben hakîkat-i Muhammediyyenin kemâliyle vârisiyim ve başkaları bana tâbidirler. Her konuşan ancak benim medhimi söyler. Zırâ kâinatın ayakta durmasının sebebi ve mevcudatın füyuzâtını ulaştıran benim. Çünkü ben hakıkat-i Muhammediyyenin mazharı ve gavs-i ekberim ve her şeyin neşv ü nemâsı, feyiz bulması benim zâtımdandır.

[Benim mertebemin yüceliği ve mevkiimin üstünlüğü mâlûm olduğuna ve ben tamamen fânî olup Hakk'la bâki olduğuma göre, ulvî ve süffi bütün âlemler ancak benim fazlım ve feyzimle âlemdir. Yine kâinattaki her tesbih eden ve söyleyen (İsra, 17/44). "Onu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur" gereğince ancak beni medh ü senâ eder.]

332.     ولاغَرْوَ أن سُدْتُ الأُلى سَبَقوا، وقد

تمسَّكتُ من طهَ بأوثقِ عُروةِ              

Ey âşık, evvel zamanda benden önce gelmiş velîler, ârifler ve seçilmişler benim efendi ve üstün olmamda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü ben Hz. Nebî'nin sağlam ipine sımsıkı sarıldım. O ip ona uymaktır, onun şerîatıdir, onu lâyıkıyla anlamaktır, onun makamını tatmak, cemâlini müşahede etmek, onun faziletine gark olmaktır. Böyle, makamı yüce bir sultâna tam intisâbı olanın cümle halka efendi olması söz götürmez, bunda şaşılacak bir şey yoktur.

333.     عليها مَجازيٌ سَلامي فإنَّما

            حقيقتُهُ مِني إليَّ تحيتي

Ben Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme âit en sağlam ipe sarılıp, onun aşk denizine gark ve şühûd-i hazretine müstağrak olarak, tam yakınlık ve birleşme hâsıl olunca bu mertebede sanki onun lisânı oldum. Tefrika mertebesinde (Ey Nebi sana selâm olsun) deyişim, ona selâm ve tahıyyet göndermem, mecaz yoluyladır. Zîrâ onun hakikati benden bana selâm vermekliğimdir. Çünkü ahadiyyetü'l-cem' mertebesinde Resûl'ün hakikati, benim hakikatimdir ve ben Hakîkat-i Muhammedi nûrunun kendisiyim. O bakımdan selâmımın benden bana olması bu veçhile garib değildir.

334.     وأطيَبُ ما فيها وَجَدْتُ بمُبْتَدا

            غرامي وقد أبدي بها كُلَّ نَذْرَةِ

Ben o sevgilinin sevgisinde, aşk ve sevdâmın başlangıcında en iyi hâli buldum. Öyle ki o sevgili sebebiyle benim sevdâm ne kadar nâdir, acâib şey ve garip hal varsa ortaya koydu. Bu nâdir şeylerden biri, hâlimi gizlediğim halde;

335.     ظُهوري وقد أخفَيتُ حالي مُنشداً

            بها طَرَباً والحالُ غيرُ خَفيَّةِ

Sevgiliye şevk ve tarab [sevinç/şenlik] için güzel şiirler, fasih beyitler söyleyerek aşk şeklinde zuhûrumdur. Aslında benim hâlim gizli değildir, aşk ve sevgim âşikâr ve meydandadır.

336.     بَدتْ فرأيتُ الحَزْمَ في نَقصِ توبتي

            وقامَ بها عندَ النُّهَى عُذْرُ محنَتي

Sevgilim tecellî eyleyince isâbetli görüş tevbeyi bozmada gördüm, olgun fikri yemini bozmada buldum. Aşk ve sevgi yönünde çalışmamalıyım, zâhir âdabla edeblenip zühd ve salâhla mühezzeb olmalıyım diye tevbe etmiştim. Şüphesiz sevgilinin zuhûru veya aşkı sebebiyle akıl sâhipleri nezdinde benim mihnetimin özrü kâim oldu. Akıllılar nezdinde mihnet özrü kâim oldu.

337.     فمنها أماني من ضَنى جَسَدي بها

            أمانيُّ آمالٍ سَخَتْ ثُمَّ شَحَّتِ

Bedenimin hastalığından emîn olmam sevgiliye aşkım sebebiyledir. Bu arzû ve emelleri, sevgili ikram ve ihsan ettikten sonra, vemez oldu, bıraktı, tâ ki bunlara bağlanmayıp ıtlak [velâyet, keramet, isim ve sıfatların tecellilerini boşlamak/salıvermek] tarafına yöneleyim.

[Şu beyan buna delâlet eder: "Benim Allah'la öyle bir vaktim var ki, onda bana ne bir mukarreb melek ne de mürsel bir peygamber yetişemez. Benim Hafsa ve Zeyneb'le de vaktim vardır."

"Yine Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem beşeriyet mertebesiyle fazlaca mukayyed olduğu vakit "Bizi râhatlat ey Bilâl!" buyururlardı. Zîrâ güzel ses hakîkat âlemîne cezbeder. Zat tecellîsi gâlip geldiği zamanlarda da: "Konuş benimle ey Hümeyra, konuş!" derlerdi. İstiğrak hâlinden beşeriyete dönmek için böyle söylerlerdi. Zîrâ insan dünyâdandır.]

338.     وفيها تَلافي الجسمِ بالسُّقمِ صحةٌ

            لهُ وتَلافُ النَّفسِ نَفْس الفُتُوّةِ

Sevgilinin aşkıyla cismin hastalığa mübtelâ olması, kendisi için büyük sıhhattir. Zırâ "Hayat ancak ölümdedir" denilmiştir. Kezâ nefs ve rûhun o sevgide telef ve helâk olması fütüvvet ve mürüvvetin ta kendisidir. Zirâ bu yokluk ebedî hayâtın sebebidir, yüksek derece vesilesi ve âhiret saadetinin vesilesidir ve Allah Teâlâ'ya ulaştırıcıdır.

339.     ومَوتي بها وَجْداً حَياةٌ هنيئةٌ

            وإن لم أمتْ في الحبِّ عشتُ بغُصَّةِ

Yine aşkı sebebiyle benim bu beşerî hayattan ölümüm, vecd ve şevk bakımından zevkli bir hayat ve ebedî lezzettir. Eğer ben o hakîki sevgide olmazsam ve canımı ona fânî kılmazsam gam ve kederle yaşarım ve hicran ve firkat dikeniyle gönlüm yaralanır.

340.     فيا مُهجتي ذوبي جوىً وصَبابَةً

            ويا لوعَتي كوني كذاكَ مُذيبتي

Bedenin hastalıklarla karşılaşması sıhhat, nefsin telef olması sırf âfiyet, ölümüm hayat ve vücûdum Zât' a perde olduğuna göre, ey rûhum ve kalbim, o iç yanması, aşk ve deliliğimin yanıklığı için yanıp yakılarak eri! Ve ey sevgi ateşi, ey aşk yanığı, sen de cevâ [acımak] ve sabâbet [şiddetli sevgi/ âşıklık] gibi beni erit ve mahvet.

341.     ويا نارَ أحشائي أقيمي منَ الجوى

            حنَايا ضلوعي فَهْيَ غَيرُ قويمةِ

Ey içimin ateşi, benim vücûdumun eğrilerini kalbimin ateşiyle düzgün ve doğru kıl. O eğriler benim nefsânî kuvvelerimdir ve düzgün değildir. Böylece eğri olan iç kuvvetlerim, sevgi ateşiyle düzelip hakîkî sevgiliye itâat etsin ve boyun eğsin. Zahirde eğri kemik [kaburga] nasıl ki ateşle doğru ve düzgün hale gelirse içe âit eğrilikler de gönül sevreti (kızgınlık, hiddet, öfke/şiddet) ve kalb hararetiyle düzgünleşir.

342.     ويا حُسنَ صبري في رِضَى مَن أحبُّها

            تجمّلْ وكُنْ للدَّهرِ بي غيرَ مُشمِت

Ey benim güzel sabrım, sevdiğimin rızâsı uğrunda iyi bir sabır örneği ver ve ehl-i dehri [günümüz insanlarını] bana güldürme. Yâni sabırsız ve tahammülsüz olmakla birlik ehlinin düşmanı olan sûrete bakanları memnun etme. Hattâ aşka ve belâya mâruz kalırken başı dik ol, sızlanma ve bağırıp çağırmaktan sakın.

343.     ويا جَلَدي في جَنبِ طاعةِ حبِّها

            تحَمَّلْ عداكَ الكَلُّ كُلَّ عظيمة

Ey benim kuvvet ve takatim, sevgilinin aşkı yanında (ona tâat ve sevgi sırasında) bütün büyük belâlara tahammül et; Allah senden zaaf ve kederi uzaklaştırsın, seni tahammül ve sabırda güçlü kılsın.

344.     ويا جَسدي المُضنى تَسَلّ عنِ الشِّفا

            ويا كبِدي مَن لي بأنْ تَتَفَتّتي

Ey benim zayıf olan cesedim, şifâdan müteselli ol. Ey benim ciğerim, senin parça parça olmana karşı bana kefil olan kimdir? Ta ki senden bu noksan zâil olup kemâle hazır olasın ve cânânın aşkı uğrunda vücûdunu parça parça kılasın.

345.     ويا سَقَمي لا تُبقِ لي رَمَقاً فقَدْ

            أبَيْتُ لبُقْيا العِزِّ ذُلَّ البَقِيَّةِ

Ey benim cânân aşkından olan hastalığım, benim hayvâni rûhumun bakıyyesinden hiçbir şey geriye bırakma, onu tamâmen yok et. Zîrâ ben o kalıntılar  zilletinden daha bâki ve mükemmel olan izzet uğruna imtinâ ettim /çekindim.

346.     ويا صِحَّتي ما كان من صحبتي انقضَى

            ووصلُكِ في الأحشاء مَيتاً كهِجرَةِ

Ey benim tenimin sıhhati ve bedenimin afiyeti, seninle benim sohbetimden vâki olan nesne son buldu, hâlbuki ölüyü diriltmede senin vaslın, benim hayattan hicretim gibidir. [Hakîkî sıhhate engel olan ve maddî sıhhate bağlı olan hayat ölümün tâ kendisidir ve öyle vuslat ayrılık demektir.]

347.     ويا كلَّ ما أبقى الضَّنى منِّي ارتحِلْ

            فما لكَ مأوًى في عِظامٍ رَميمَةِ

Ey hastalık ve zayıflığın benden geri bıraktığı belirti ve hayat kalıntısı, tamâmiyle göçüp git ve intikal et. Zîrâ senin çürümüş kemikte ve eskimiş tende yerin yoktur. Çünkü benim çürümüş kemiğim kötü hayattan hâlîdir. O bakımdan başka bir yer ara.

348.     ويا ما عَسى منِّي أُناجِي توَهُّماً

            بياءِ النِّدا أُونِستُ منكَ بوَحشَة

Ey benden olan şey, umulur ki: Yâ rûhî, yâ nefsî, yâ kalbî demek gibi, gerçekten değil de kuruntu yoluyla sana nidâ harfiyle seslenirim. Ey benden nidâ ya'siy la seslenilen şey, her ne ise ben senden fâriğ olup senin yalnızlığınla ünsiyet kıldım, artık bundan böyle benimle ünsiyet etme.

[Öylesine sırf yokluk hâline geldim ki, ne zaman nefsime, rûhuma ve kalbime "yâ nefsî!" ve "yâ ruhî!" diye nidâ etsem gerçek bir şeye seslenir gibi seslenmem, belki hayalî ve yok olmuş bir şeye nidâ eder gibi seslenirim.]

349.     وكلُّ الذي ترضاه والموتُ دونَه

            به أَنا راضٍ والصبابةُ أَرضتِ

Ey sevgilim, sen, belâ ve elemden bana ârız olan her şeyden hoşnut ve razısın; şiddet ve kerâhatta ölüm bunların en aşağısı ve değersizidir. Ölümden daha şiddetli olanı zıdlık, ayrılma ve hicretin uzaklığıdır. Her ne ise, nasıl olursa olsun ona ben de râzı olurum ve bunların hepsine beni sevgi ve aşk râzı etmiştir.

350.     ونفسيَ لمْ تَجْزع بإتلافِها أسىً

            ولوْ جزِعتْ كانتْ بغيري تأسَّتِ

Sevgilimin aşkı nefsimi öldürmemle hüzün bakımından şikâyet veya korkuya yol açmadı. Eğer tahammül gösterme konusunda nefsim şikâyet etseydi, benden başka olan âşıklara uymuş olurdu. Onlara ben nasıl uyabilirim ki, sevgilimden gelen belâyı safâ olarak görüyorum.

351.     وفي كُلّ حيٍّ كل حي كمَيّتٍ

            بها عندهُ قَتلُ الهوَى خيْرُ موتَةِ

Her kabilede bütün hayat sâhipleri o sevgilinin aşkı sebebiyle, tam teslimiyet ve itâatinden dolayı ölü yıkayıcının elinde ölü gibi olmalıdır. O aşk sebebiyle ölü gibi olan diri nazarında, sevgi ve aşk yüzünden ölen ve helâk olan en hayırlı ölüdür.

352.     تجَمَّعَتِ الأهْواءُ فيها فما ترى

            بها غيرَ صَبٍّ لا يرى غيرَ صَبوَة

Sevgilimde, aşkın, sevginin, cemâlin ve kemâlin bütün çeşitleri ve sınıfları toplandı. Sen kâinatta ona âşık ve meyyal olmayan kimse göremezsin. Ona âşık olan o sevgi ve iştiyaktan başkasını görmez ve kendisine sevgi ve dostluktan başka bir şey yaraşmaz.

[Bütün cemâl ve kemal sevgilimde toplandı, yine her cemâlin arzûsu ve sevgisi onda bir araya geldi. O bakımdan her kimi görürsen aslında ona âşıktır.]

353.     إذا سَفَرَتْ في يومِ عيدٍ تزاحَمتْ

            على حُسنِها أبصارُ كلّ قبيلَةِ

Sevgilim bir bayram günü görünecek olsa, bütün kabîlelerin gözleri her taraftaki halkın nazarları onun güzelliğinin kıblesine dönerdi.

354.     فأرواحُهُمْ تصْبو لمَعنى جَمالِها

            وأحداقُهُمْ من حُسنِها في حديقة

Onların ruhları sevgilimin mânâ güzelliğine yönelir. Göz bebekleri sevgilimin müstesna güzelliğinden kudsiyet bahçelerinde dostluk meyveleri devşirirlerdi.

355.     وعنديَ عيدي كُلَّ يومٍ أرى به

            جَمالَ مُحَيَّاها بعَينٍ قريرةِ

Benim yanımda bayram, sevgilinin günleri aydınlatan cemâlini aydınlık gözle gördüğüm gündedir.

[Ey yüzü mânâ ehlinin bayramı olan ve ey şemâilinin güzelliği günün ışığı olan.]

356.     وكُلّ اللَّيالي ليلةُ القَدْرِ إنْ دَنَتْ

            كما كلّ أيَّامِ اللَّقا يومُ جُمعة

Sevgilim bana yakın olursa, her gece kadir gecesidir ve her kavuşma günü Cuma günüdür. [Eğer cem'iyet sahibiysen her gün "cuma" günüdür.]

[Hz. Ali kerremallâhü vecheh ve radıya'llâhu anhden şöyle sordular

"Ey Ali bayram hakkında ne dersin?

Cevap verdi: Bizim için bugün bayramdır, yarın bayramdır, Allah'a âsî olmadığımız her gün bayramdır, Allah'ın bizden hoşnud olduğu her gece Kadir gecesidir"

357.     وسَعيي لها حجٌّ به كُلّ وَقفةٍ

            على بابها قد عادَلَتْ كلّ وَقفَة

Sevgilim için çalışıp çabalamam kabul olmuş hacc ve sa'y-ı meşkûrdur. Bu çalışma sebebiyle onun kapısındaki benim her duruşum, Arafat'taki bütün vakfelere denktir.

358.     وأيّ بلادِ اللهِ حلَّتْ بها فما

            أراها وفي عيني حَلَتْ غَيرَ مكَّة

Allah'ın beldelerinden herhangi birine sevgilim nüzûl etse [inse], onun zuhûru sebebiyle ve o benim aynıma [kendime] tecellîsiyle ziynet ve tatlılık verdiğinden, ben o beldeleri Mekke'den başka bir yer olarak görmem.

[Yâni sevgilimin o beldelere zuhûru sebebiyle, neresi olursa olsun o beldeleri şeref ve fazilette Kâbe'nin benzeri olarak görürüm ve Kâbe'den başka olarak görmem.]

359.     وأيّ مكانٍ ضمَّها حَرَمٌ كذا

            أرى كل دارٍ أوْطَنَتْ دارَ هِجرَة

Sevgilimin ikâmet ettiği her mekân Mekke Haremidir, onun vatan tuttuğu evi ben dâr-ı hicret [Medine] ve Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin şehri olarak görürüm.

360.     وما سكَنَتْهُ فهوَ بيتٌ مقدَّسٌ

            بقُرَّة عَيني فيهِ أحْشايَ قَرَّتِ

Onun oturduğu yer, kemâl-i şeref ve faziletinden beyt-i mukaddes [Kâbe] dir. Benim gözüm o yerde aydınlandığından, bâtınî kuvvelerim karar kıldı, yâni o yerde göz aydınlığımın zuhûru sebebiyle hatırım, himmetim, kalb ve iştiyakım karar kıldı.

361.     ومسجِدِيَ الأقصى مساحبُ بُرْدها

            وطيبي ثَرَى أرضٍ عليها تمَشَّت

Benim Mescid-i Aksâ'm, sevgilinin elbisesinin eteğini topladığı yerdir ve benim kudret eliyle mayalanmış olan balçığım, sevgilimin yürüdüğü arzın toprağıdır.

[Mescid-i Aksâ arz-ı mukaddesin aynı gibidir. Kezâ bütün arzdan yüksektir, derler. Başka yerlere nisbetle Mescid-i Aksâ makâm-ı birr ve mevzi-i kibrdir. Onun için bu münâsebetle buyururlar ki:

Makâm-ı melekût olan sevgilinin kibriyâ mertebesi, ki bu makamda istiğnâ eteğini mahsüsât tozundan çekerler, işte bu makam benim Mescid-i Aksâ'ındır ve benim vücûdumun balçığı onun kudret ayağının ve irâdesinin bastığı yerin toprağıdır.]

362.     مَواطنُ أفراحي ومَرْبَى مآربي

            وأطوارُ أوطاري ومأمن خيفتي

Benim ferahlık duyduğum vatanlar, ihtiyâcımı karşıladığım yerler, isteklerimin sınırları, korku ve emniyet yerim o yerlerdir ki,

363.     مَغانٍ بها لم يَدخُلِ الدَّهرُ بيننا

            ولا كادنا صرْفُ الزَّمانِ بفُرقَة

Orada ikimiz arasına dehr/zaman girmemiştir/yoktur. Zamanın geçmesi, cihânın hâdiseleri, firkat ve hicretle bize tuzak ve hîle yapmamıştı. zamânın tasarrufu firkatle bize tuzak kurmamıştı.

[Zîrâ dehrin tasarrufu bu makama giremeyince zamanın tasarrufu hiç giremez. Çünkü zaman "dehr" isminin hükümlerinden bir hüküm ve eserdir.]

 364.    ولا سَعَتِ الأيَّامُ في شَتِّ شَملنا

            ولا حكَمَتْ فينا الليالي بجفوَة

Yaratılmışların hallerini değiştirici olan günler, bizim cem'imizi ayırmaya çalışmamıştı. Ardarda gelen geceler bizde cefâ ile hükmetmemişti.

[Zîrâ ben sevgilinin kanadının gölgesiyle gizlenmiş durumdaydım. Böyleyken zaman bizi nasıl bilebilir. Günlerin bizi ayırmaya nasıl gücü yeter, geceler cefâ göstermeye nasıl kadir olur?]

365.     ولا صبَّحَتْنا النائباتُ بنَبوَةٍ

            ولا حَدَّثتنا الحادثاتُ بنكبةِ

O birleşme mertebesinde belâlar ve sabah vaktinde cefâ ve felâketle gelip bizi hakîkî vuslattan ve lezzet mahallinden koparamamıştı. Hâdiselerin gidişâtı bizi talihsizliğe uğratmamıştı. Hattâ visâlin kucağında gönlümüz hoş ve mesrur idik.

366.     ولا شنَّع الواشي بصدٍّ وهجرةٍ

            ولا أَرجفَ اللاحي ببينٍ وسلوةِ

O mertebede gammaz, men ve ayrılıkla bizi ayıplamamıştı. Melâmet edici firkatle, safâyı ve müstesnâlığı haber vermekle sırrı ifşâ etmemişti de.

367.     ولا استيقَظَتْ عَينُ الرَّقيبِ ولم تزَل

            عليَّ لها في الحُبّ عيني رقيبتي

Gözleyicinin gözü uyuyordu, daha uyanmamıştı, fakat sevgili için aşkta benim zâtım, benim için gözlemekten vaz geçmemişti.

368.     ولا اختُصَّ وقتٌ دونَ وقتٍ بطَيبَةٍ

            بِها كلّ أوقاتي مواسِمُ لَذة

Şimdi benim müşahede lezzetim bâzı vakitlere mahsustur. Ama o mertebede lezzet ve iyiliğin kemâli sâdece bir vakte mahsus değildi, bütün vakitlerin o sevgili sebebiyle lezzet mevsimleriydi.

369.     نَهاري أصيلٌ كُلُّه إنْ تنَسَّمَتْ

            أوائلُهُ مِنها برَدّ تحِيَّتي

Çölde oturan Araplar arasında günün en güzel vakti ikindi sonrası idi. Çünkü günün sonunda serin rüzgâr eser, bununla öfke ve harâret kaybolur ve fazlasıyla hoşalanırlardı.

370.     ولَيليَ فيها كُلُّهُ سَحَرٌ إذا

            سَرَى ليَ منها فيه عَرْفُ نُسَيْمَةِ

Gecenin en güzel vakti seherdir. Onun için buyururlar ki: O sevgilinin bana nesîm kokusunun geldiği gecede, benim gecem tamamen aydınlık seher vakti gibi olur.

371.     وإن طرَقتْ لَيلاً فشَهرِيَ كلُّه

            بها لَيلَةُ القَدرِ ابتِهاجاً بزَوْرة

Eğer sevgili bir gece bana gelecek olursa, benim bütün ayımın gecesi onun gelmesi sebebiyle, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi olur. Veya sevgilinin beni ziyâreti sebebiyle, sürür ve sevincimden dolayı ayın on dördüne döner.

372.     وإنْ قَرُبَتْ داري فعامي كلُّهُ

            ربيعُ اعتِدالٍ في رياضٍ أريضَة

Eğer sevgilim evime yakın olursa, bütün senem tâze, nezâhet dolu emsalsiz bir bahçedeki mu'tedil ilkbahar olur.

373.     وإنْ رَضيَتْ عني فعُمريَ كلُّهُ

            زمانُ الصِّبا طيباً وعصرُ الشبيبة

Sevgilim benden râzı olursa bütün ömrüm, hatırımın hoş olması için çocukluk zamânımdaki gibi gamsız ve kedersizdir. Ve bâtın ve zâhirimin neşesi için de gençlik çağı ve tâzelik gibidir.

374.     لَئنْ جَمَعتْ شملَ المحاسِن صورةً

            شَهِدْتُ بها كُلّ المَعاني الدَّقيقة

Sevgili güzelliklerin hepsini bütün mertebelerde zâhir sûret îtibâriyle topladı. Ben de o sûret vâsıtasıyla akıl ehlinin anlayışından daha yüksek olan ince mânâları müşâhede ettim.

375.     فقدْ جَمَعَتْ أحشايَ كلَّ صَبَابَةٍ

            بها وجوىً يُنبيكَ عن كلّ صَبوَة

Benim bâtınî kuvvelerim de yâni sırrım, kalbim, rûhum ve sırrımın sırrı da bütün sevgi ve aşkı o güzellikler veya o sûret sebebiyle topladı.

 [İç kuvvelerim bütün dertleri ve bütün meyil ve sevgimi haber veren iç sıkıntısını topladı. Sevgilim bütün güzellikleri bir araya getirdiği gibi ben de bütün aşk ve sevgiyi toplayıcıyım.]

376.     ولِمْ لا أُباهي كُلَّ مَن يدَّعي الهوى

            بها وأُناهي في افتخاري بحُظوَةِ

Sevgilinin aşkı ve müşâhedesi sebebiyle ehl-i aşk ve sevgiye karşı ben niçin iftihar etmeyeyeyim? Ondan umduğumun çok üstünde nâil olduğum haz ve;

377.     وقد نِلْتُ منها فَوْقَ ما كنتُ راجياً

            وما لم أكنْ أمّلتُ من قُرْبِ قُربَتي

 

hiç düşünmediğim dereceye ulaşmış yakınlık yakınlığından bulunmam sebebiyle iftihârımda niçin son noktaya varmayayım?

["Kurb-i kurb" (yakınlık yakınlığı, yakının yakını)'dan murad, yakınlık hâlinde yakınlığı görmemektir. Zîrâ kendisini Hakk'a yakın gören uzaktır. Ebu Yâkub es-Sûsî şöyle der: yakınlığa yakın olmaya devam ettikçe yakın olmaz, tâ ki yakınlıkla yakınlıktan kaybolsun"]

378.     وأرغَمَ أنفَ البَين لُطْفُ اشتِمالِها

            عليَّ بما يُرْبي على كُلّ مُنيَة

Halbuki sevgilim bütün arzûların üstünde olan lütfunu benim üzerime yayması, ayrılık ve yalanın burnunu yere sürttü, yâni yok etti. Onun lütfunun kemâliyle ayrılık ortadan kalktı ve sâdece vuslat kaldı. Böylece dışım ve içim cemâl mertebesiyle vasflanmış oldu.

379.     بها مثلمَا أمسَيتُ أصْبحتُ مُغرَماً

            وما أصْبحتْ فيه من الحسنِ أمست

Sevgilimin aşkıyla gecelediğim gibi aşk ve şevk sâhibi olarak sabâha öylece girdim.  Yine sabahladığım her güzellikle aynı şekilde geceledim.

[Günlerin ve gecelerin geçmesiyle, ayların ve yılların ilerlemesiyle onun erişilmez güzelliği ve benim eksiksiz aşkım değişikliğe uğramaz.]

380.     فلوْ منحتْ كلّ الورى بعضَ حُسنها

            خَلا يوسُفٍ ما فاتَهُم بمَزِيَّة

Eğer sevgilim güzelliğinden birazcığını Yusuf'tan başka birine vermiş olsa Hz. Yusuf un güzelliği bu kimseden daha üstün olmazdı, ve her mahlûkta güzellikte Yusuf la berâber olurdu.

381.     صرَفتُ لها كُلّي على يدِ حُسنِها

            فضاعَفَ لي إحسانُها كُلَّ وُصْلَة

Sevgilim için değerli ve değersiz bütün sıfatlarımı, kâbiliyetlerimi onun güzellik sarrafının eline verdim. O ise benden bunu kabul etti ve onun ihsanı bana kat kat ecirler ve karşılıklar vererek tam bir vuslatla beni sevindirdi.

382.     يُشاهِدُ منِّي حُسنَها كُلُّ ذَرَّةٍ

            بها كُلّ طَرْفٍ جالَ في كلّ طَرْفة

Benim vücud zerrelerimden her biri sevgilinin eşsiz güzelliğini müşahede eder ve müşahedesi sebebiyle, bu atınai bütün gözler her bakışta görmeyi ifâde eder.

[ O bakımdan ben kâinat gözünün insanı ve kâmil sıfatlı insanın gözüyüm.]

383.     ويُثني عَليها فيَّ كُلّ لَطيفَة

            بكُلّ لِسان طالَ في كلّ لفظَة

Vücûdumdaki rûhî, kalbı, aklî ve cismî her bir atına, her lafızda hamd ü senâda çoğalmakta olan bir lisanla ezelen ve ebeden o sevgili üzerine senâ eyler, övgüde bulunur.

384.     وأنشَقُ رَيَّاها بكُلِّ دقيقَة

            بها كُلّ أنف ناشِق كُلّ هَبَّةِ

Rûhânî ve cismânî her ince ve latif şeyle o sevgilinin güzel kokusunu koklarım. Ve o her ince şeyde mevcud olan kokuyu koklamam sebebiyle bu cihanda her burun bütün kokuları koklamaktadır.

385.     ويَسمَعُ منِّي لَفظَها كُلُّ بِضعَة

            بها كُلّ سَمع سامِع مُتَنَصِّت

Benim bedenimin her bir parçası o sevgilinin inciler saçan sözünü dinler ve benim her bir parçamın dinlemesiyle bu âlemde her kulak susup dinleyici, her dinleyen işitici ve söze kulak vericidir.

386.     ويَلْثُمُ منِّي كُلُّ جزْء لِثَامَها

            بكُلّ فَم في لَثْمِهِ كلُّ قُبْلَة

Benim her bir parçam, âlemdeki her ağızdan bir dudakla sevgilimin atına yüz süren perdeyi öper. Her bir öpücüğünde bütün cihanın bûsesinin lezzeti vardır.

[Her ne kadar bu beş beyit görünüşte mübâlağalı ise de yüce mertebelerini haber verdiği ve kutbiyet makamlarını işâret ettiği bir gerçektir.]

387.     فلو بَسَطَتْ جسمي رأتْ كلّ جوْهر

            بهِ كلّ قَلْب فيه كلّ مَحَبَّة

Sevgilim benim cismimi yaysa, parçalarını tamâmen çözse, birbirinden ayırsa bölünemez derecede küçültseydi, cismimin her zerresinde, kâinatın tamâmının sevgisini ve bütün kalblerin duyacağı ölçüde her bir zerremde bulması kâbil olurdu.

388.     وأغرَبُ ما فيها استَجَدتُ وجادَ لي

            به الفتحُ كَشفاً مُذهِباً كلّ رِيبَة

Sevgilinin sevgisinde ne garip şeyler oldu, birlik tecellîsinin açılması bütün şüphelerden uzak bir şekilde bunu ortaya koydu ve şu hususları ben çok iyi ve güzel bulmaya başladım:

389.     شُهودي بعَينِ الجمع كلَّ مخالِفٍ

            وليَّ ائتِلافٍ صَدُّهُ كالموَدَّة

Ben kınayıcı ve gammaz gibi bütün muhâlifleri, ülfet edilecek bir arkadaş, bir dost olarak görmeye başladım. Bunların her birinin yüz çevirmesi, buğzu ayıplaması artık bana dostluk ve sevgi gibidir.

390.     أحَبَّنيَ اللاَّحي وغارَ فلامَني

            وهامَ بها الواشي فجارَ برِقْبَة

Kötüleyen kimse beni sevdi, kıskandı ve kıskançlığı sebebiyle beni kınadı. Beni gammazlayan ise sevgilinin güzelliğine hayran oldu, aşırı hayranlığı sebebiyle beni rakib görerek koruyuculuk hissiyle bana eziyet etti. Demek ki aslında kınayanın eziyet ve kötülemesi, gammazın koğuculluk ve jurnalciliği sırf sevgi ve dostluktan ibârettir.

391.     فشُكري لِهذا حاصِلٌ حيثُ بِرِّها

            لِذا واصِلٌ والكُلّ آثارُ نِعمتي

[Bütün muhâlifleri sâdık dost gördüğüme, gerçekten bunların beni kınayıp gammazlamaları sevgi ve kıskançlıktan olduğuna ve bunların kıskançlık ve hasedi benim aşk ve sevgimi arttırdığına göre,] benim bu muhaliflere teşekkür etmem gerekir. Çünkü o sevginin iyiliği ve sırrı bunlar sebebiyle bana ulaşmaktadır. Halbuki hepsi benim nimetimin eseridir.

[Kınayıcı ve gammaz ve bunların kınaması ve düşmanlığı bir bakıma "başka" olabilir; bunlardan doğan menfaat "başka" sının hakikatine âit olabilir. Acaba böyle midir? işte muvahhid bunların hepsini tek zâttan gördüğü içindir der ki: "Bunların hepsi benim nimetimin eserleridir, asla başkasından değildir"]

392.     وغيري على الاغيارِ يُثني وللسِّوى

            سِوايَ يُثنِّي منهُ عِطفاً لِعَطفَتي

Hal budur ki benden başkası tek zâtın işlerini "ağyar" görür ve ağyârı över. Ama ben böyle değilim, belki benim övdüğüm yine benden banadır. Yine benden başkası nefsimden yüz çevirerek gayriye yönelir, onun önünde eğilir, şefaat ve merhamet için iki kat olur. Lâkin ben böyle değilim.

393.     وشُكريَ لي والبُرّ مِنِّيَ واصِلٌ

            إليَّ ونفسي باتَّحادي استَبَدَّت

Şükrüm her ne kadar zahiren başkasına da olsa yine hakikatte benim içindir. Zâhirde başkasından bulaşır görünen iyilik ve ihsan benden bana ulaşır. Çünkü benim nefsim cananla birleşmede müstakil oldu ve birlik mertebesinde kemâle erip başkalarından müstağni oldu.

394.     وثَمَّ أُمورٌ تَمَّ لي كَشفُ سِتْرِها

            بصَحوٍ مُفيقٍ عن سِوايَ تغَطَّت

Sarhoşluktan sonra tam ayılmanın vâsıtasıyla, büyük işlerin ve birçok sırların perdesinin açılması ve örtüsünün kalkması benim için tamam oldu; bunlar benden başkasına örtülü ve perdelidir. Sarhoşluktan sonra ayıklık mertebesini bulmayan bu sırrı bilmez.

395.     وعَنِّيَ بالتَّلويحِ يَفْهَمُ ذائقٌ

            غَنِيٌّ عن التصريحِ للمُتعَنِّت

O büyük işleri kapalı ve gizli sırları kâbiliyeti kadarıyla basit bir işâretle benden anlayabilir. O zevk sâhibi inkârcı ve inatçı için gerekli olan beyandan müstağnidir.

396.     بها لم يُبِحْ من لم يبح دمَهُ وفي الْ

            إشارَةِ مَعنًى ما العِبارَةُ حَدَّت

Evliyaya açılmış olan esrar ve mânâları bir kimse, kanını kendilerine mübah kılmaksızın perdeli olanlara (mahcûba) izhar edip gösteremez. Hal budur ki bu sırlara İmâ yoluyla işâret etmekte nice mânâ vardır; zîrâ kelimeler onu târif edemez, söz ve beyan onu açıklayamaz. [Çünkü coşkun dalgalı ilâh sırların denizleri sözün dar oluğuna sığmaz ve ağır çeken ilim ve irfan dağı söz ve beyan terâzisiyle tartılmaz.]

397.     ومَبْدأُ إبْداها اللَّذانِ تسَبَّبا

            إلى فُرْقتي والجَمعُ يَأبَى تشَتُّتي

 Zikredilen işlerin ve kapalı sırların izhar edilmesinin başlangıcı şöyledir: Lâhî ve vâşî (kınayıcı ve gammaz) ismiyle anılan o iki kimse, benim sevgilimden ayrılmama sebep olmak istediler. Halbuki hakîkat-i cem' ve birlik mertebesi benim ayrılığıma mâni olur.

[Allah bilir, /115-b/ burada   lâhîden murad ruh ve vâşî (gammazlayıcı)'dan murad nefs olabilir veya "Orada insanı mı halîfe kılacaksın" (Bakara, 2/30) diyen melekler ve vâşîden murad şeytan olabilir.]

[Mânâlarda taksim ve sayı yoktur; ayırma, birleştirme olmaz. Mesnevi, I, 681 ]

398.     هُما مَعَنا في باطنِ الجَمعِ واحدٌ

            وأرْبعةٌ في ظاهرِ الفَرْقِ عُدَّتِ

مَعَنا da cemi' zamiri ile kasdedilen kendi nefsiyle sevgilidir ve هُما zamiri lâhîye ve vâşîye işaret eder. Yâni o lâhi ve vâşi ve sevgili ve ben bâtın-ı cem'a nazaran biriz. Ve bu dört adet zâhir-i farkta ve vücud mertebesinde sayılmıştır.

399.     وإنِّي وإيَّاها لَذاتٌ ومَن وشى

            بها وثَنى عنها صفاتٌ تبَدَّتِ

Muhakkak ben ve sevgili her ikimiz bir zâtız, aramızda hiçbir ayrılık yoktur. Beni sevgiliyi gammazlayıp kötü hâlimi söyleyen ve levm edip kınayan kimse, beni ondan çevirir, işte bunlar benden zâhir olan sıfatlardır. Benim mertebeme nisbetle de başka değildir, belki aynıdır.

400.     فذا مُظهِرٌ للرُّوحِ هادٍ لأفقِها

            شُهوداً بدا في صيغةٍ معنوِيَة

[Lâhî ve vâşî Hakk sıfatını izhar ettiklerine göre vâşî rûhânî kuvvelerden ibârettir; ] O halde vâşî müşâhede konusunda rûh için, ufkuna, makâmına ve aslî merkezine doğru yol gösteren bir yardımcıdır. Yâni müşahededen ötürü Hakk'ın zâtına hidâyet eder (yol gösterir); o müşâhede ki bütün ervâhın doğuş yeridir.

401.     وذا مُظهِرٌ للنَّفس حادٍ لرِفقِها

            وُجوداً غدا في صيغةٍ صُوَريَّة

Yine lâhî, şeytânî ve nefsânî kuvvelerden ibârettir.  Şuhûdu غدا demekle vasfetti. O şühud ki mânevî mâhiyettedir, görülen ve duyulan âlemdeki gözle olan şühud gibi değildir.

[Şeytânî kuvvetler nefse yardımcıdır ve onu arkadaşlarına sevk eder. Nefsin arkadaşlarından murad cismânî kuvvelerdir. Onlar da gazab kuvveti, şehvet kuvveti, hırs, hased, kibir vb. şeylerdir ki nefsin arkadaşlarıdır.]

402.     ومَنْ عرَفَ الأشكالَ مِثْلي لَم يَشبْ

            هُ شِرْكُ هُدىً في رَفع إشكالِ شُبهة

Bu şekiller ve âlemin sûretleri tek zâtın hey'etinin sûretleridir. Ve bu şekiller ve sûretler birinci mertebede zâtın aynıdır, ikinci mertebede ne ayn ve gayrdır, kevn mertebesinde ise "gayr" kabul edilir. İşte bunu böyle bilen kimsenin idrak ve anlayışına, bu tür şüphelerin işkâlinin giderilmesi sırasında şirk-i Hüdâ yâni gizli şirk şüphesi karışmaz.

[Gizli şirke "şirk-i hüdâ" demeleri şu yüzdendir: Şerîat ve tarîkatin zâhirine göre, hidâyet "gayr"ın isbatıyla doğru olur ve gerçekleşir.]

403.     وذاتيَ باللَّذَّاتِ خَصَّتْ عَوالِمي

            بمجموعِها إمدادَ جمعٍ وعمَّت

Benim zâtım bu lezzetlerin husûlü sebebiyle bütün âlemlerime "cem"' imdâdını yâni cem' mertebesinden yardım etmeyi tahsis etti ve herkes için umûmî hâle getirdi.

[Bu sözü kutbiyyet mertebesinde buyurmuşlardır, avâlimi nefislerine izâfe etmeleri de bunu gösterir. Zîrâ Cenâb-ı Hak önce Gavs-i ekbere tecellî edip o kemal mertebede feyz aldıktan sonra, rûhânî ve cismânî bütün âleme onun zâtından Hakk feyzi yansımış olur ve bütün âlem onun kuvveleri ve uzvu gibi olur.]

404.     وجادتْ ولا استعدادَ كَسبٍ بفيضِها

            وقبلَ التَّهَيِّي للقَبولِ استعدَّتِ

Benim zâtım feyz-i akdesiyle âlemlerin zerrelerine, onların isti'dâdlarında zat, sıfat, hal ve fiil itibarıyla elde etme özelliği olmadığı halde cömertlikte ve feyz intikâlinde bulundu. [Ve benim zâtım kabûle hazır olmazdan evvel isitîdâtlı oldu ve sevgiliden kemâlâtı kabul etti. Bu durumda sevgilinin zâtını birleşme hükmüyle kendi zâtı kılmış olur.]

[Güneş zât gibidir. Ve güneşten cama vuran basit ışık feyz-i akdes gibidir; çeşitli camlardan yansıyan renkli ışıklar ise feyz-i mukaddes gibidir.]

405.     فبالنَّفس أشباحُ الوُجودِ تنعَّمَتْ

            وبالرُّوحِ أرواحُ الشُّهودِ تهَنَّت

Bütün âlemlerin kemâlât ve füyuzâtı benim zâtımdan bulmuş olunca, benim nefsim ve zâtım sebebiyle, vücud ehlinin bedenleri nîmetlenip lezzet aldılar ve hayât-ı tayyibeye ulaştılar. Gene benim rûhum sebebiyle şühûd ehlinin ruhları güzellik buldular.

406.     وحالُ شُهودي بينَ ساعٍ لأفقِهِ

            ولاحٍ مُراعٍ رفْقَهُ بالنَّصيحة

Benim sevgiliyi müşahede etmemin hâli ve sıfatı, vâşî ile lâhî (Gammaz ve kınayıcı) arasında bir yerdedir. Sâî (koğucu)'dan murad rûhânî kuvvelerdir ki yüksek ufka ve tâ merkeze götürücüdür. Biri de lâhîdir, onunla kasdedilen nefsânî kuvveler ve cismânı arzûdur ki arkadaşlarını hulûs ve nâsîhatla gözetir.

 

 

 

407.     شهيدٌ بحالي في السَّماعِ لجاذبِي

            قَضاءُ مَقَرِّي أو مَمَرُّ قضيَّتي

Bu husus karar kıldığım yerin hükmünü ve dâvâmın güzergâhını celbetmek için benim semâ'daki hâlime ve hareketime iyi bir şâhittir.

Hattâ rûhum sûret âlemini ve kesret mertebesini terk edip bu âlemde ebedî olarak kalmak ister. [Bunlar, hükmümün geçtiği yere yâni kesret âlemine ve beşeriyet mertebesine cezbedip yine şimdiki hâlime getirir.]

408.     ويُثبِتُ نَفيَ الإِلتِباسِ تطابُقُ ال

            مِثالَينِ بالخَمسِ الحواسِ المُبينَة

["Misâleyn"den murad ya büyük kevnî âlem ve küçük insânî âlemdir veya ruhta mürtesem olan rûhânî sûretler ve nefste yaradılıştan var olan mahsüs (duyulabilen) sûretler olabilir. Eğer "misâleyn"den büyük âlem ve küçük âlem kasdedilirse mânâ şöyle olur:]

Ey âşık, bu iltibas ve şüphenin yok olmasını ve tevhîdin sûretinden şüphenin kalkması, büyük kevnî âlem ve küçük insânî âlem zâhirî beş duyu ile iki misal isbat eder.

409.     وبَيْنَ يَدَيْ مَرْمَايَ دونَكَ سِرّ ما

            تلقَّتْهُ منها النَّفسُ سِرّاً فألقَت

Ey âşık benim maksad ve merâmımdan evvel olan şeyin sırrını al; nefsim o sırrı o sevgiliden veya algılayıcı duyulardan gizlice elde etti ve onu sana attı.

410.     إذا لاحَ معنى الحُسنِ في أيّ صورةٍ

            ونَاح مُعَنَّى الحُزن في أَيّ سورةِ

Gerçekte vahdet sırrı ve adâlet eseri olan güzelliğin mânâsı ve latîfesi, beşerde veya başkasında herhangi bir sûrette görünse; hüzünle dertli bir âşık, Kur'an âyetlerini dinlerken ağlayıp feryad etse;

411.     يشاهُدها فكري بطَرْفِ تخَيُّلي

            ويسمَعُها ذِكْري بِمسْمَعِ فطنتي

O güzelliğin zuhûrunda benim düşünce kuvvetim hayal gözüyle sevgilinin güzelliğini müşâhede eder. Zekâ kulağıyla zikir organlarım o hazin sesi dinlediği vakit sevgilinin kelâmını işitir.

412.     ويُحضِرُها للنَّفسِ وَهْمي تصوّراً

            فيحسَبُها في الحسِّ فَهمي نديمتي

Vehim kuvvetim, nefsimi müşâhede için tasavvur olarak o sevgiliyi (gözümün önüne) hazır hâle getirir ve benim anlayışım sevgiliyi, görünen güzellikte konuşan arkadaş ve kerîm dost olarak kabul eder.

[410-411-412. Beyitlerde anlaşılan mana]

[Ne zaman bir güzellik görsem ve hazin bir ses işitsem hayal gözümle fikrim onun güzelliğini müşâhede eder, kulağım ve zikrim onun kelâmını dinler, vehmim nefsime onun sûretini hatırlatır, fehmim görünen güzellikte sevgilimin arkadaşlığını hisseder.]

413.     فأعجَبُ مِن سُكري بغيرِ مُدامَةٍ

            وأطرَبُ في سرِّي ومِنِّيَ طرْبَتي

Nasıl oldu da şarapsız sarhoş oldum, ben buna şaşıyorum? sırrımda ve kalbimdeki bu sevinç nasıl oluyor? Halbuki benim neş'em kendimdendir, dışarıdan değildir.

414.     فيرقُصُ قَلبي وارتِعاشُ مفاصِلي

            يُصَفِّقُ كالشادي وروحيَ قَينَتي

Bu sarhoşluk ve neş'e sebebiyle mafsallarımın titremesi muğannî gibi el çırpar, rûhum bana muğanniyelik [şarkı söyleyen kadın] yapar, kalbim raks ve hareket eder, coşup taşar.

415.     وما بَرِحَتْ نفسي تَقوّت بالمُنى

            وتمحو القوى بالضُّعف حتى تَقوَّتِ

Benim rûhum evvelen ve ahiren seyr ve talepte visâl arzûsuyla gıdalanma ve kuvvet bulmaya devam etti ve benim zahirî ve bâtını kuvvetlerim zayıflıklarına rağmen, o arzûya kavuşmaya niyet etmekten ve yönelmekten geri kalmadı. Böylece benim bütün kuvvelerim maksadına erişmek sûretiyle kuvvet ve kudret sâhibi oldu.

416.     هُنَاكَ وجَدتُ الكائناتِ تحالَفَتْ

            على أنَّها والعَوْنُ منِّي معينتي

Rûhumun visâl arzûsundan gıdalandığı bu makamda, nefsânî kuvvelerimin kendisine yönelmekle kuvvet kazandığı bu yer ile ben bütün kâinâtı aşk yolu üzere söz verici ve dostluk kurucu olarak buldum; hepsini bana yardımcı buldum. Halbuki o yardım ve inâyet, muvâfakat ve muâhede yine benden hâsıl olmaktadır, başkasından değildir.

 [Kâbe'nin etrafında dönmek gibi, ay yüzlülerin köyünün etrafına aşk ekme usûlünü bu âleme ben getirdim.]

417.     ليجمَعَ شَملي كُلُّ جارحَةٍ بها

            ويَشمَلَ جَمَعي كلُّ مَنبِتِ شعرَة

Onun sevgisi sebebiyle benim her bir organımın ayrılığını cem' hâline getirmek içindir. Tâ ki o sevgilinin cem'iyet hükmü her bir uzvuma sirâyet etsin, hattâ her biri bütün zâhir ve bâtın ayrılıklarımı cem' etsin. Her bir kılımın köküne şâmil olsun, tâ ki her bir parçamdan tefrika ve çokluk kalkarak bütün uzvum cem'iyyeti gerektiren işler yapsın.

418.     ويخلَعَ فينا بَيننا لُبْسَ بينِنا

            على أنَّني لم أُلفِهِ غير أُلفَة

Yine bu kâinatın bana yardım etmesi için yemin vermesi veya benim cem'im o sevgiliyle benim aramdaki uzaklık elbisesini ve bütün aykırılık ve farklılıkları çıkarmamdan dolayıdır veya uzaklık elbisesinin çıkarılması içindir.

Bununla birlikte ben cem' makamında bu uzaklığı ve zahirî tefrikayı ülfet ve cem'iyyetten başka olarak görmem. Belki bütün ayrılıkları ve çoklukları ayn-ı cem'iyyet ve sırf vahdet görürüm.

419.     تنبَّهْ لِنَقْلِ الحِسَّ للنَّفسِ راغباً

            عن الدَّرس ما أبدَتْ بوَحي البديهة

Ey âşık, öğrenme yoluyla beş duyunun nefse naklettiği sırların idrâki için ki onları sevgili herhangi bir gayret sonucu olmaksızın açık seçik vahiy vâsıtasıyla izhar etmiştir, onların idrâki için burhan gerekmez.

Vahy ve ilhamla ilgili her şey bedîhiyat [apaçık hususlar] kabîlindendir, delîle muhtaç olmaz, şüphe onda çarpıntı yapmaz,

420.     لروحيَ يُهدي ذكْرُها الرَّوْحَ كُلّما

            سَرَتْ سَحَراً منها شَمالٌ وَهَبَّتِ

Ne zaman ki segilinin lütuf hazînesinden seher vaktinde şimal rüzgârı esse, o güzel rüzgâr benim ruhuma o sevgilinin zikrini hediye eder.

Veya: Ne zaman ki seher vaktinde sevgili tarafından seher rüzgârı esse benim ruhuma o onun zikri rahatlık verir.

421.     ويَلتذُّ إنْ هاجَتهُ سَمَعيَ بالضُّحى

            على وَرَقٍ وُرْقٌ شَدَتْ وتغنَّت

Sevgilinin köyünün güvercini, kuşluk vaktinde ağaç dalları üzerinde, çiçek yaprakları arasında ne zaman yâdigâr nağmeleriyle teğannî ve terennüm eylese benim kulağım lezzet duyar.

422.     ويَنعَمُ طَرْفي إنْ رَوَتْهُ عَشيَّةً

            لإِنسْانِهِ عنها بُروقٌ وأهْدَتٍ

Eğer sevgilinin zikrini yatsı vaktinde şimşekler ve fecirler rivâyet etse, ondan da benim göz bebeğim gözüme nakletse, böylece o şimşekler o zikri rûhuma hediye etse, benim gözüm nimete gark olur ve aydınlanır.

423.     ويَمْنَحُه ذَوقي ولَمْسيَ أَكْؤس الشْ

            شَرابِ إذا ليلاً عَلَيَّ أُديرَتِ

Geceleyin kadeh bana dönünce, şarâbı tatmam ve onun kadehine dokunmam bana sevgilimi hatırlama nimetini bahşeder.

[Geceleyin bana lezzetli şarap kadehleri döndürülünce nefâseti ve tadından dolayı o kadehler benim tatma, dokunma vs. duyularıma sevgiliyi hatırlatmış olurlar.]

424.     ويوحيه قلبي للجوانح باطناً

            بظاهر ما رسلُ الجوارحِ أَدَّتِ

Kalbim sevgilinin zikrini iç kuvvetlerime gizlice bildirir; her a'zâ da elçilerinin yerine getirdiği şeyin zahirine uygun davranışlar içinde olurlar.

425.     ويُحضِرُني في الجمع مَن باسمها شدا

            فأنشهَدُها عندَ السِّماعِ بجُملتي

Semâ' topluluğu arasında sevgilimin ismiyle teğannî eden, onun yüksek zâtı ve güzel sıfatlarını zikredip terennüm eden kimse beni hazır hâle getirir. O sevgilinin vasıflanın, isimlerini, güzelliklerini, medih ve senâsını işittiğim vakit bütün uzuvlarımda ve hücrelerimde, rûhânî ve cismânî bütün kuvvelerle ve bedenle o sevgiliyi müşâhede ederim.

[Bir kâmilin kalb ve rûhu kevnî elbiselerden soyunup, bâtın nûru organlarına iyice sirâyet edince, Hakk'ı her uzvuyla ve her kuvvesiyle zâhiren ve bâtınen müşâhede etmesinde şaşılacak bir şey yoktur.]

426.     فيَنحو سَماء النَّفحِ روحي ومظهري ال

            مُسَوَّى بها يحْنو لأترابِ تُرْبَتي

Rûhum güzel ses ve hüzünlü nağme dinlediği sırada, vuslat menba'larına yönelir, kudret eliyle düzeltilmiş ve mayalanmış olan mazharım da tabiî âleme ve unsurî mertebesine meyleder.

Semâ' sâhibinin sıkıntısı, ızdırâbı, dönmesi, raksı, çabukluğu rûhun baka âlemine, nefsin de süfliyet mertebesine çekilmesine delâlet ve şehâdet eder.

427.     فمِنِّيَ مَجذوبٌ إلَيها وجاذِبٌ

            إليِه ونَزْعُ النَّزْعِ في كلّ جَذبَة

Benden sevgili tarafına bir çekilen vardır ki o, rûhumdur, o rûhumu bana cezbeden bir şey var ki o tabiatım ve nefsimdir. Yüksek tarafın iştiyâkı gâlip olup rûhânî zevk rûhumu celbedince ve rûhum birliğe çekilip bedeni terk etmek isteyince, nefsim ve tabîatım onu kendi âlemine çekerek ilk mertebesine indirirler; her cezbede de can çekişmenin çekişi görülür.

428.     وما ذاكَ إلاَّ أَنَّ نَفسي تَذَكَّرَتْ

            حَقيقتها مِن نَفسِها حينَ أوحت

Zâtımın hakîkatini kendi zâtından mugannilerin nağmeleri içinde tezekkür etmesinden başka bir şey değildir. Zâtım o vahiyden ilâhı hitap lezzetini tattı.

429.     فحَنَّتْ لتَجريدِ الخطاب ببرْزَخ التْ

            تُرابِ وكُلٌّ آخِذٌ بأزِمَّتي

Nefsim toprak berzahına, yâni toprak unsuru şekline inerek mücerred hitâbı arzûladı. [Bu toprak şeklinin "berzah" olması, vahdetle kesreti birleştirdiği için olmalıdır veya hayatla ölüm arasında vâki olduğu içindir.] Hâlbuki toprak berzahına âit kuvvelerimden her biri, benim yularımı hakîkate yükselmeye mecâl bırakmayacak şekilde eline almış durumdadır.

430.     ويُنبيكَ عن شأني الوَليدُ وإن نشا

            بَليداً بإلهامٍ كوَحيٍ وفِطنَةٍ

Ey benim semâ' ve saf âdaki hâlim hakkında bilgi sâhibi olmak isteyen kimse! Benim semâ'daki hâlim hakkında beşikteki süt çocuğu sana bir fikir verebilir: Kalbine ilkâ olunan vahye benzer ilham vâsıtasıyla ve zekâsı sebebiyle o çocuk iyi bir örnektir.

431.     إذا أنَّ من شدَّ القِماط وحنَّ في

            نشاطٍ إلى تَفريجِ إفراطِ كُرْبة

Her ne kadar büyüdüğü zaman ahmak ve bön birisi olup o zevki unutmuş bile olsa netice değişmez. Evet beşikteki küçük bebek kundağın sertliği ve beşiğin verdiği sıkıntıdan dolayı ağlayıp inlediği, feryâd ettiği vakit, eziyet ve sıkıntısının dağılmasını, ferahlık bulmayı arzû edince,

432.     يُناغي فيُلغى كُلّ كَلٍّ أصابَهُ

            ويُصغي لِمَنْ ناغاهُ كالمُتَنَصِّتِ

Kendisine ninni söylenir, dadısı güzel sesle ona nağmeler söyler. O nağmeler sebebiyle kendisindeki üzüntü ve sıkıntılar sanki üzerinden kaldırılır, yok olur. O bebek, susup inleyenler gibi o sese kulak verir ve dinler.

433.     ويَنسيهِ مُرَّ الخَطبِ حُلْوُ خِطابِه

            ويُذكِرُهُ نَجْوى عهودٍ قديمة

O ninni söyleyicinin tatlı sözleri ve güzel nağmeleri, o bîçare bebeğe beşiğin verdiği zorluk, sıkıntı ve zahmetleri unutturur. Ninni söyleyici güzel ve yanık sesiyle bebeğe eski sözlerin ve geçmişteki bağların sırlarını hatırlatır;

434.     ويُعرِبُ عن حالِ السَّماعِ بحالِه

            فيُثبِتُ للرَّقصِ انتِفاء النقيصة

O olgun bebek hal diliyle, semâ' ve safâdaki nice halleri ortaya koyar. Akıl sahipleri nezdinde mâlûmdur ki, dadılar bebeklerin beşiğini sâdece onları teskin etmek için sallarlar.

[Şöyle derler: (Raks eksikliktir). Bunların böyle deyip âşıkların raksında noksanlık görmelerini bebeğin hâli geçersiz kılar.]

435.     إذا هامَ شَوْقاً بالمُناغي وهَمَّ أنْ

            يَطيرَ إلى أوطانِهِ الأوَّلِيَّة

O süt çocuğu ninni söyleyicinin ninnileri ve nağmeleriyle ulvî âleme ve aslî merkezine şevkle hayran olsa ve ilk vatana ve ezeliyet mekânına uçmaya niyet etse,

436.     يُسَكَّنُ بالتَّحريكِ وهو بمَهْدِهِ

            إذا ما لهُ أيدي مُرَبِّيهِ هَزَّت

Onun bu ıstırap ve zorlukları beşikte kendisini sallamak sûretiyle teskin edilir. Bebek zaman zaman sıkıntıya düşünce mürebbiyenin eli, sükûnet bulması için onu sallar ve bebek beşiğin sallanmasından haz duyar ve ıstırâbı son bulur.

437.     وجدتُ بوَجدٍ آخذِي عند ذكرِها

            بتَحبيرِ تالٍ أو بألحانِ صَيَّت

Kur’ân-ı Kerim okuyan birisinin güzel sesiyle veya şarkıcıların yüksek sesli nağmeleri sebebiyle sevgiliyi hatırladığım sırada beni yakalayan vecd hâlimde iken ruhunu teslim etmek üzere can çekişen kimsenin hâlini bulurum.

438.     كما يجدُ المكروبُ في نزعِ نفسِهِ

            إذا ما له رسلُ المنايا توفَّتِ

Can çekişenin bu hâli, ölüm meleği kendisini öldürürken ve rûhunu kabzederken olan haldir. Bu sırada sanki can çekişme hâlindeki dertlinin elemlerini ve zorluklarını hissederim.

439.     فواجدُ كَرْبٍ في سياقٍ لفُرْقَةٍ

            كمَكروبٍ وَجْدِ لاشتياق لرُفقة

Kederli kimse ölüm meleklerinin ölüm atını, ruh ve bedenin ayrılığı için sevk ettikleri vakit vecdden dolayı kederlenmiş gibidir. Bunu böyle olması vecd ânında kâmil ruhlara, mücerred nefislere ve mele-i a'lâdan olan arkadaşlarına iştiyâkı olduğundandır. Bunlara iştiyâkı demek bunlara ulaşma ve kavuşmayı istemektir.

440.     فذا نفسُهُ رَقَّتْ إلى ما بَدَتْ بِه

            وروحي ترَقَّتْ للمبادي العَلِيَّة

O kederli kimsenin nefsi, bedenî ve hayvânî kuvvelerinin zuhûruna sebep olan şeye meyil ve sevgi gösterir. Benim rûhum ise felekleri hareket ettiren ruhlara ve yüksek makamlara yâni zâtın isimlerine yönelir ve yükselir.

441.     وبابُ تخَطّيّ اتِّصالي بحيثُ لا

            حِجابَ وِصالٍ عنهُ روحي ترَقَّت

Benim ittisal mertebesini aştığım makamda visâl hicâbı yoktur, o visâl hicâbından benim rûhum terakkî etti. Benim olduğum mertebede ulaşan, ulaşılan tek zattır, başkalık ve ikilik yoktur.

442.     على أثَري مَن كان يُؤثِرُ قصْدَهُ

            كمِثليَ فَلْيَركَبْ له صِدْقَ عَزمة

Benim gibi o kapıya yönelmeyi seçen, ona niyetlenen kimse, benim yolum üzre azîmet merkebine giderek o cenâba binsin. Veya mânâ: Benim gibi o. kapıya varmaya niyetlenen kimse sıdk-ı azm (azîmet) merkebine binsin.

443.     وكمَ لُجَّةٍ قد خُضْتُ قبلَ ولوجه

            فَقيرُ الغِنى ما بُلّ مِنها بَنَغْبَة

Birleşme ve birlik kapısına girmezden evvel birlik ummânından çok deryâya ve nice denizlere daldım. Dünyevî zenginliğe muhtaç olan âbidler ve zâhidler veya âhiret devlet ve servetine muhtaç bulunan akil adamlar o deryâdan bir yudumla bile ıslanıp rızıklanmadılar.

[Zîrâ birleşme mertebesi her zâhid ve âbidin nasîbi değildir. O, murâdı kalmamış âşıklara müyesserdir.]

444.     بمِرْآةِ قولي إنْ عزَمتَ أُريكَة

            فأصْغِ لِما أُلقي بسَمعِ بَصِيرة

Ey âşık, eğer sen bu yola azmeder ve Hakk dergâhına kesin olarak yönelirsen, benim sözüme kulak ver ve benim kulak verdiğim şeyi can kulağıyla dinle. Tâ ki ben sana bu kapının yolunu söz aynamda göstereyim.

445.     لَفَظتُ من الأقوالِ لَفظيَ عِبرَةً

            وحَظِّي من الأفعالِ في كلّ فَعْلة

Ben i'tibar maksadıyla sözlerimden lafzımı attım, tâ ki ağyar hâlime vâkıf olmasın. Lafzı atmak (tarh-ı lafz) şu demektir: Kendisinden çıkan her sözün hakikatlerini, inceliklerini ve sırlarını kendine mâl etmeyip Hak'tan bilmektir.

446.     ولَحظي على الأعمالِ حُسنُ ثَوابها

            وحِفظيَ للأحوالِ من شَينِ رِيبة

Yine her bir işte nefsimin payını attım ki karşılığında sevab ve bedel düşünmem. [Ne yaparsam Allah rızâsı için yapanın, yaptığımı da kendimden bilmem.] Aynı şekilde, amellerin sevab güzelliği üzerinde düşünmeyi attım.

447.     ووعظي بصِدق القصدِ إلقاء مخلِصٍ

            ولَفْظي اعتبار اللَّفظِ في كلّ قِسمَة

Hallerimi süslemek ayıbından ve korunmamı attım. Azm ve kararlıkla doğruluğu sebebiyle halka vaaz ve nâsîhat etmeyi, ihlâs sâhiplerinin attığı gibi attım. Sözümü de attım, yâni şu sayılan kısımların her birinde olan lafzı itibarı (atmak) sözünü de attım.

[Bu durumda âlimlerden, âmillerden ve herkesten hâlis olup, ne zuhûr ederse Hak'tan zuhûr eder görürüm.]

448.     وقَلبِيَ بَيْتٌ فيه أسكن دونَهُ

            ظُهُورُ صِفاتي عَنهُ من حُجُبِيتي

Benim kalbim beytullahtır, varlığın hakikati olan ben orada oturuyorum. Benim kalbimin altında başka bir ev daha vardır ki o zâhirî Kâbe'dir veya cismânî bedendir; işte zâtımın perdelenmesi ve varlığımın gizlenmesi dolayısıyla sıfatlarımın zuhûru ondandır.

449.     ومنها يَميني فيَّ رُكنٌ مُقَبَّلٌ

            ومن قِبلَتي للحُكمِ في فيّ قُبلَتي

Benim sağ elim zâtımın mazharı olan bedenimde bir rükündür, o öpülmesi müstehab olan şeylerdendir ve zâtımın perdelendiği adı geçen sıfatlardandır. Hacerü'l-Esved ve Ruknü'l-yemânî gibi, ağzımı dokundurduğum bâzı yerleri öpüşümün bir hikmeti vardır.

450.     وحَوْليَ بالمَعنى طَوافي حقيقةً

            وسَعيي لوَجهي من صفائي لمَرْوَتي

Zahirî Ka'be kalbimin sûreti ve hakikatimin eserinin mazharı olduğuna göre, benim tavâfım, mânâ bakımından gerçekten zâtımın etrâfındadır. Aynı şekilde çalışıp çabalamam (sa'yim) riyâzetler, mücâhedeler ve sülûküm rûhumun Safâ'sından, nefsimin Merve'sinedir, zâtımın rızâsı sıfatlarımın ma'rifetleri içindir.

 

451.     وفي حَرَمٍ من باطني أمْنُ ظاهري

            ومِنْ حولِهِ يُخشى تخطُّفُ جيرتي

Harem-i İlâhî olan bâtınımdan benim zahirimin emniyeti hâsıldır. Bir halde ki o haremin etrâfındaki komşularımın esir alınıp götürülme korkusu vardır.

452.     ونفسي بصَومي عن سِوايَ تفَرُّداً

            زكتْ وبفَضلِ الفيضعنِّي زَكَّت

Benim nefsim Allah'tan gayri her şeyi ve başkalarını görmekten ayrılarak mâsivâdan el çekmiş olması dolayısıyla temizlendi. Ayrıca İlâhî tecellîlerin tevâlîsi ve rahmâni feyizlerin ard arda gelmesi demek olan feyz-i kudsînin fazlıyla "vücud" hazînesinden, hak edenlere ve isti'dâdlı olanlara zekât verdi ve onları da mâsivâdan temizledi.

453.     وشَفعُ وُجودي في شُهوديَ ظلَّ في اتْ

            تِحاديَ وِتْراً في تَيَقُّظِ غَفوَتي

Vücûdumun zevciyyeti, Hakk'ı müşâhede ettiğim sırada tek oldu ve gaflet uykusundan uyandığım vakit de vahdet mertebesini buldu. Bu gafletten uyanış o sevgiliyle birleşme etmem durumunda vâkidir. Yâni bîgânelik yok oldu yegânelik hâsıl oldu; ben cân-ı cânâna vâsıl olup aslı olmayan aykırılığı bertaraf ederek Hakk'a vuslatla şereflendim

454.     وإسراءُ سرِّي عن خُصوصِ حقيقةٍ

            إليَّ كَسَيري في عُمومِ الشريعةِ

Rûhumun sırrının benim zâtıma doğru olan ve hakikat ehlinin havâssının gözlerinden gizli olarak gerçekleşen seyri, benim şeriat ehlinin avâmında seyrim gibidir.

[Benim seyrim şeriat ehlinin avâmı arasında nasıl gizli ise hakikat ehlinin gözlerinden de öyle örtülüdür ve gizlidir, dolayısıyla hakikat erbâbının havâssı da benim sırlarımı idrak etmekle hayran ve şaşkındırlar.]

455.     ولم ألهُ باللاَّهوتِ عن حُكمِ مظهَري

            ولم أنسَ بالنَّاسوتِ مظهرَ حِكمتي

İlâhiyet mertebesinden dolayı ve cem'-i vahdet makamıyla muttasıf olmam hasebiyle, mazharımın hükmüyle, beşeriyetimin muktezâsıyla ve tabiatımın haklarını yerine getirmekle meşgul olmam.

Yine insâniyetim sebebiyle hikmeti izhar edeni ve ma'rifetimi vereni unutmam. Nâsûtumun (insan olmamın) lezzeti, lâhûtun vahdetine mâni olmadığı gibi, lâhut sırları ve nurlarının galebesi de nâsut kesreti mertebesine mâni olmaz.

456.     فعَنِّي على النَّفس العُقودُ تحكَّمت

            ومنِّي على الحِسّ الحُدودُ أُقيمتِ

Gayb âlemindeki verdiğim yeminler nefs-i nâtıkam üzre benden çıktı ki o "Elestü birabbiküm" sözüdür. Yine şehâdet mertebesinde zâhirî tarafıma yükletilen şer'î sınırlar ve uyulması gerekli işlerin hepsi vahdet ve birleşme hükmü îtibâriyle benden banadır.

457.     وقد جاءَني منِّي رسولٌ عليه ما

            عَنِتُّ عزيزٌ بي حريصٌ لرأفَة

Kesret perdeleriyle örtülü bulunduğum sırada bana benden bir resûl-i mükerrem geldi; benim cezayı mucip helâk yerlerine uğramam, dalâlet ateşine ve şüphe ve hayal cehennemine düşmem o resûle çok ağır gelir. Bana olan şefkat ve merhametinden dolayı, o benim terbiye ve irşâdım husûsunda çok gayretlidir.

Zîrâ Resul, cüz'î ruhların müdebbiri olan küllî ruhtur. Tefrika, kesret ve dalâlet çöllerinde yol gösterici olan başka nebiler ve velîler bu küllî rûhun mazharıdırlar.

[Şu âyete telmih vardır. (Tevbe, 9/128). "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir".]

458.     بحُكمي من نَفسي عليها قَضَيتُهُ

            ولما توَلَّتْ أمرَها ما تولَّتِ

Durum anlatılan şekilde olunca benim hükmüm, külliyyetim ve cemi'yyetim îtibâriyle benim zâtımdan çıkanı, zâtımın tafsilâtlı şekilde zuhûru bakımından üzerine hükmeyledi.

[Vücudda benden başkası yok ki ben ona hükmedeyim veya o bana hükmetsin. Benim nefsim işimin idarecisi ve hâkimi olunca ve hakîkat îtibâriyle hükmünü icra edince, yine nefsim mezâhirde zuhûr etme îtibâriyle o işi kabul edip yüz çevirmedi. Böylece hükmeden ve hükmedilen kendisi oldu.]

459.     ومن عهد عهدي قبل عصرِ عناصري

            إلى دارِ بَعثٍ قبلَ إنذارِ بَعثَة

"Bütün maddî sûretlerin kendisinden oluştuğu unsurlarımın taayyünü zamânımdan önceki bir vakitte vukû bulan mîsâkımdan ben hazret-i zâtımdan nefsime gönderilmiş idim.

460.     إليَّ رَسولاً كُنتُ منيَ مُرْسَلاً

            وذاتي بآياتي عليَّ استَدَلَّتِ

Aynı şekilde bu göndermenin başlangıcı, bi'setin benden ve zâtımdan inzârından önceydi, şu bakımdan ki onun tafsîlinin sûretleri, âyetlerim ve sıfatlarımla zâtıma delâlet eder."

[ Demek ki zat çıplaklığı îtibâriyle "mürsil/haber gönderen" olur, ruh libâsını giyinmek îtibâriyle "resul/peygamber" olur, nefs ve mevcûdât libâsını giyinmek îtibâriyle "mürselün ileyh= kendisine gönderilen/ümmet" olur.]

461.     ولما نقَلتُ النَّفسَ من مُلكِ أرضِها

            بحكمِ الشِّرا منها إلى مُلكِ جَنَّة

Ben nefs-i natıkamı arzının mülkünden, tabiat ve beşeriyet ikliminden cennet mülküne nakledince, o sevgiliyle alış verişte bulunmak maksadıyla cismâniyet zeminimin tasarruflarıyla ilgilenmekten soyununca, ki bu alış veriş şu âyetin hükmüyledir:

462.     وقد جاهدتْ واستُشهدتْ في سبيلها

            وفازتْ ببُشرَى بيعِها حينَ أوفَت

 [(Tevbe,9/111). "Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır"] nefsim sevgilinin aşkı yolunda şehâdete erinceye kadar mücâhede etti ve kendinden vererek elden geldiği kadar satın alıcıya tamâmen teslim olmayı yerine getirdiği sırada satın alma müjdesine nâil oldu.

463.     سَمتْ بي لجَمعي عن خُلودِ سمائِها

            ولم أرْضَ إخلادي لأرضِ خليفتي

Böylece nefsim beni, ebedîlikle vasıflanmış olan cennetin semâsını aşarak ahadiyyetü'l-cem' mertebesi olan ve hakikatime mahsus bulunan hazret-i cem'a yükseltti. Oysa ben, halîfem olan Adem (aleyhisselâm)'ın yerine meyletmeye râzı değilim.

[O Âdem ki (A'raf, 7/19). "Sen ve zevcen cennette otur" âyetine göre, cennet kendisi için yer olarak gösterilmiştir. Veya halîfeden murad insanlar olabilir, zîrâ onlara tasarruf ve irâdeleri sebebiyle cisimler âleminde Allah'ın hâlîfesidirler.]

464.     وكيفَ دُخولي تحتَ مِلكي كأوْلِيَا

            ء مُلْكِي وأتباعي وحزْبي وشيعتي

Ben nasıl olur da, maddî olsun mânevî olsun tasarrufum altında olan şeylerin altına girerim ve onlar bana tasarruf eder, ben nasıl olur da, mülkümün hükümleri ile kayıtlı olurum?

[Nitekim mülkümün evliyâsı benim tasarrufum altındakilere dâhildirler, felekler ve unsurlar mülküm cümlesinden birileridir, zamanın îcâbına göre onlar üzerinde tasarruf ederler. Yine müslümanlardan tâbîlerim, mü'minlerin havâssından hizbim, sâlihlerin ebrârından cemaatlerim evliyâm gibi mülkümün içine dâhillerdir ve tasarrufum altındadırlar.]

465.     ولا فَلَكٌ إلاَّ ومن نورِ باطِني

            بِه مَلَكٌ يُهدي الهُدى بمَشيئَتي

Dokuz felekten hepsi benim bâtın nûrumdan hâsıl olduğu halde, nasıl olur da evliyâm gibi vesâir tâbilerim ve cemaatlerim gibi mülkümün altına girerim? O dokuz felekte melek, bütün mülklere, feleklerin sâkinlerine ve yeryüzünde bulunanlara hidâyet ihsan eder ki bu benim irâdemledir ve benim emrim dışında hiçbir şey olmaz.

466.     ولا قُطْرَ إلاَّ حلّ مِن فيض ظاهري

            بِه قَطرَةٌ عنها السَّحائبُ سَحَّت

Âlemin hiçbir tarafı yoktur ki benim feyz-i zahirimden ve apaçık ismimden inmemiş olsun. Zırâ bu kâinatın vücûdu benim coşup taşan cömertlik denizimden ve vücûdumun görünen feyzinden bir feyzdir. Ve o tarafta bir damla vardır ki bulutlar yağmur damlalarını o damladan döker. Öyle bir damladır ki, kendisinden yükselen bulut buharlarını cezbedip arza döken okyanus onun lütuf deryâsına nisbetle değersiz bir deryâ gibidir.

467.     ومن مطلعي النورُ البَسيطُ كلَمعةٍ

            ومِن مشرَعي البحرُ المحيطُ كقطرَة

Basit güneş ışığı benim hakikatimden bir parıltı ve bir zerredir. Okyanus benim ilim nehrimden, cömertlik ve hilim denizimden bir damladır. Benim ilm-i ledünnümde binlerce Hızır âciz olur. Nice Mûsâ benim her bir tecellîmde hayran olur. Dertlinin dermanı benim. Her mâdenin kaynağı benim. O emsalsiz inci benim, o sonsuz deniz benim.

468.     فكُلِّي لكُلِّي طالِبٌ مُتَوَجِّهٌ

            وبعضي لبَعضي جاذِبٌ بالأعِنَّة

Benim kalbime, kalıbıma, rûhuma ve ismime âit her bir parçam, cem' makamıma ve birlik mertebesi olan küllî mertebeme yöneliktir ve onu ister. Yine, bâzı parçalarım maddî olsun manevî olsun, bâzı parçalarımı cezb edici yularlarla çekmektedir.

469.     ومَن كان فوق التَّحت والفوْقُ تحته

            إلى وجهِه الهادي عَنَتْ كلُّ وِجهَة

O "alt"ın üstünde ve yönlerin yükseğinde olan da kimdir? Ona nisbetle, üstünlükle isimlenen her yücelik onun altındadır ve o "üst" "alt" ve yönlerden berî ve yücedir. Onun hidâyet edici ve bâki zâtına bütün yönler yüz sürmeli ve eğilmelidir.

[Demek ki ben, hakikat îtibâriyle her alt'ın üstündeyim. Bütün üst'ler ve yücelikler nûrumun kuşatması altına dâhildir. Bu sebeple bütün âlem sûreti ve mânâsıyla bana yöneliktir ve benden yardım ister ve ben hepsine yardımcı ve fayda vericiyim.]

470.     فتحتُ الثَّرَى فوقُ الأثيرِ لرَتْقِ ما

            فَتَقْتُ وفَتقُ الرَّ تقِ ظاهرُ سُنَّتي

Benim, yükseklikteki kemâlim ve bütün yönlerin bana yönelmesi sebebiyle ve hilâfetim hasebiyle, taht-ı serâ (toprağın altı) bana semânın üstüdür. Bana göre gökle yerin, enlemle boylamın, alçak ve yükseğin, esir ve toprağın farkı yoktur. Bütün zıdlar müşâhede gözümde aynı seviyededir.

["Eğer yerin içine iple bir adam sarkıtsaydınız Allah'ın üzerine düşerdi, semâda da arzda da ilâh olan odur"  hadîsinin hükmüne göre Cenâb-ı hak her şeyi kuşatmış olunca, Hakk'ın müşâhedesinde toprağın altıyla göğün üstünün bir farkı olmaz. "Beni Metta oğlu Yunus'tan üstün bilmeyin"  hadîsi de buna delâlet eder.

Mertebelerin ilki isim ve sıfatların ayrılmasıdır. Mertebelerin sonu mevcûdâtın sûretlerinin ayrılmasıdır. Bitişme mertebesinin ilki zât-ı ahadiyyet sonu ise insâniyet mertebesidir.]

471.     ولا شبهَةٌ والجمعُ عينُ تَيَقُّنٍ

            ولا جِهَةٌ والأينُ بَينَ تَشَتُّتي

Cem' makamına ulaşan ve ayne'l-yakîn mertebesini hâsıl eden kimsede şüphe ve şâibe kalmaz. Nereye yönelinse muayyen ve mukayyed cihet söz konusu olmaz. Zaman ve uzaklık parçalanmayı ve ayrılığı gerektirir; ikilik, başkalığı gösterir. O halde göz sâhibi olan; zaman, uzaklık, kir pas ve yalandan temiz ve uzaktır.

472.     ولا عِدَّةٌ والعَدّ كالحدّ قاطِعٌ

            ولا مُدَّةٌ والحدّ شِرْكُ موَقتِ

Cem' mertebesinde sayı da yoktur ki, ne kadar gün, ne kadar saat vâsıl olman ve ne kadar gün ayrı olman söz konusu olsun. Zîrâ saymak, sınır (hadd) gibi kesicidir. Nitekim hadd, sınırsızı sınırlı kılar ve sanki o sınırlıyı sınırsızlıktan kesip ayırmış olur.

"Müddet" dahî yoktur; müddet şu demektir ki, bâzan vuslat ve kavuşma gerçekleşir, bâzan da bu gerçekleşmez. Onun için müddet yoktur, zîrâ müddet sınırlamaktır. Ayrıca müddet ve sınır muvakkate muzaf olan şirktir.

Yâni vuslata vakit tâyin eden kimsenin şirkidir. O halde müddet sayı, zaman, uzaklık, şüphe ve şâibe hepsi perdelenmiş olanların hâlidir. Başkalık ve ayrılık olmaksızın vuslat ise kâmilllerin işidir.

473.     ولا نِدّ في الدَّارَينِ يقضي بنَقْضِ ما

            بَنيتُ ويُمضي أمرُهُ حُكمَ إمرَتي

Her iki cihanda bana ortak ve benzer yoktur ki benim yaptığım şeyi yıkmaya ve tâmir ettiğim işi bozmaya hükmetsin. Ve benim hükümdarlık ve sâhiplik selâhiyetim üzerine "olur" emrini imzâlasın.

474.     ولا ضِدّ في الكَونَينِ والخَلقُ ما ترى

            بهِمْ للتَّساوي من تفاوُتِ خِلقَتي

Her iki cihanda bana zıd olan dahî yoktur ki benim emrime muhâlefet etsin. Zîrâ sen, mahlûkatta, hilkat zıddiyetine, tenâsübsüzlüğe, hakîkat ihtilâflarına dâir bir şey göremezsin. Çünkü bunların yaratılışı eşitlikte olup, birbirine aykırılığı yoktur.

475.     ومني بدا لي ما عليَّ لَبِسْتُهُ

            وعني البَوادي بي إليَّ أُعيدَتِ

[Ahadiyyet-i cem' makamının diliyle buyururlar ki:] Benim şuûn-ı zâtımın sûretlerinden bâzı oluşlar demek olan mümkin hakikatler ve kainata âit bilgiler benden, benim için ve bana zâhir oldu; işte onları ben örttüm. Bu zâhirî işler benden sâdır oldu, benim kudretimle hâsıl oldu, yine bana döndürüldü.

[O halde hakikatte, gösteren, gösterilen ve kendisi için gösterilen; örten, örtülen ve kendi üzerine örtülen; döndüren, döndürülen ve kendisinden döndürülen ve kendine döndürülen hepsi benim ve benden başkası değildir.]

476.     وفي شَهِدْتُ السّاجدينَ لمَظهري

            فحَقّقْتُ أني كُنتُ آدمَ سَجدَتي

Bedenime ve mazharıma [zuhur ettiğim şey] secde etmekte olan melekleri zâtımda müşâhede ettim. Hakîkaten secdemin Âdem'inin ben olduğunu bildim. Yâni secde eden melekler benim sıfatlarımdan bir sıfatımdır ki zâtıma secde kıldılar. Kendi zâtımdaki meleklerden secde eden ve Âdem'de secde edilenin yine ben olduğumu, benden başkası olmadığını müşâhede ettim.

477.     وعايَنتُ روحانيّة الارَضِينَ في

            مَلائِكِ عِليّيّنَ أكْفاء رُتْبَتي

Ben arz meleklerini, ıllîyyin melekleri zümresinde benim mertebeme nisbetle emsal ve denk gördüm. Yâni semâvî rûhânîlerde zuhûrum nasılsa süflî rûhânîlerde de aynı şekilde benzer ve denktir.

[Her ne kadar bu cümlede zâhir îtibâriyle üstlük ve altlık tasavvur edilir, ihtilâf ve farklılık görülürse de benim mertebeme nisbetle hepsi bir ve berâberdir.]

478.     ومن أفقي الدّاني اجتَدى رِفْقيَ الهُدى

            ومِن فَرْقيَ الثاني بدا جَمعُ وَحدَتي

Arif ve kâmilin iki yüzü vardır. Bir yüzü cem' mertebesine rıfk-ı Huda ya [sevgili dosta] bakar ve ondan kemâlâtı elde eder, bu tarafına "ufk-ı a'lâ" denir.

Bir yüzü ise kesret tarafına bakar ki, beşeriyeti ve cismânîyetidir. Bu yüzüne ufk-ı ednâ denir ki bu tarafından halka feyz dağıtır.

[O bakımdan şöyle buyururlar:

Benim ufk-ı dânîmden, yâni beşerî sûretimden, yol arkadaşlarım hidâyet ve yardım talebinde bulunurlar. Benim cem'-i vahdetim, bana fark-ı sâniden zahir oldu ki bu "mahvdan sonraki ayıklık" mertebesi dedikleridir. Kâmilin son noktası "ikinci fark"ta hâsıl olur. Zîrâ vahdet ile kesret berâberce tek hâlette birleşir, vahdetin müşâhedesi kesrete ve kesreti görmek de vahdete mâni olmaz. Halkı Hak'ta, Hakk'ı halkta görüp her mertebenin hükmünü icrâ eder. Sûretin çokluğu onu vahdetten perdelemez.]

479.     وفي صَعقِ دَك الحِسّ خَرّت إفاقةً

            ليَ النّفسُ قبلَ التّوبِة المُوسويّة

Hz. Mûsâ Allah'ı görmeyi isteyip (beni göremezsin) hitabıyla savulunca yüz üstü düşerek şaşkın hâle gelip kendinden geçtikten sonra "Seni tenzih ederim, sana tevbe ettim"dedi.

Mûsâ'nın bu tevbesinden evvel Hakk'ın tecellîsinin hissimi parçalayıp yok etmesinin şaşkınlığı sırasında, benim nefsim, ifâkat [iyileşmek ] için düştü ve kendinden kayboldu, yâni bu hal benim için de ezelî bir hâdisedir.

480.     فلا أينَ بَعدَ العينِ والسّكْرُ منه قد

            أَفَقْت وعين الغين بالصّحوِ أصْحَت

Nefsimin ayılması ve zâtı görme isteğinden dönme sebebiyle (nerede?) "Ne cihette ve nerededir?" sözü kalmadı. Zîrâ gözle gördükten ve müşâhede ve beyandan sonra soru kalmaz. Hâlbuki ben başkalık ve ayrılık sarhoşluğundan ayıldım ve zâtının birlik perdesi ayıklık vâsıtasıyla zâil oldu, müşâhede devleti hâsıl oldu ve ben birliğimizin cemâlini müşâhedeye başladım.

481.     وآخِرُ مَحْوٍ جاءَ خَتمي بعدَهُ

            كأوّل صَحْوٍ لارْتِسامٍ بِعِدّة

Benim aşk yolumun tamamlanması kendisinden sonra gelen mahvımın son mertebesi, ayıklığın başlangıcı gibidir, çünkü bu ikisi sayıyla bilinir.

İlk mahvın sonu ayıklık gibidir. Bu bakımdan âşık, ayıklığın evvelinde kesretle kâimdir, mahvın sonunda da kesret gelir, fakat vahdet şeklinde olur.

482.     ومأخوذُ محْوِ الطَّمسِ مَحقاً وزنتْهُ

            بمَحذوذِ صحْوِ الحسّ فَرقاً بِكفَّة

Mahvın çekip aldığı kimseyi ben şühud kefesi ve keşif terâzisiyle tarttım; cem'-i cem'de his âlemine, muzaf olan ayıklığın kesilmesiyle, o yok olduğundan dolayı kendisine zâtı ve sıfatları izâle etmek izâfe edilmiştir. Belki onun hakîkî keşiften kesilmesi fark ve kesret sebebiyle olmuştur. Bu ikisini berâber ve ikiz buldum. Zîrâ her biri tek hakîkatin mazharıdır. Her ne kadar mertebeler bakımından farklı ise de hakîkate nazaran birdirler.

483.     فنقطةُ عينِ الغينِ عن صحويَ انمحت

            ويَقْظَةُ عينِ العينِ محْويَ ألغَت

Benim zat perdemin ğaynının noktası, ayıklığımın kemâlinden dolayı mahv olup, o "ayn"ı "gayn" yapan beşeriyet noktası zâil olunca, ğayn ayn olarak, aralık ve yalan bertaraf oldu. Ve benim zat gözümün uyanıklığı mahvımı da ilgâ etti. Yâni Hakk'ın vücûdunda vücûdumu fânî ve mahv kıldım. Yakînim de zannı mahv edip fenâ içinde fenâ hâsıl oldu.

484.     وما فاقِدٌ بالصّحوِ في المَحوِ واحدٌ

            لتَلْوِيِنِه أهلاً لِتَمْكِيْنِ زُلْفَة

Birinci duruma göre: Âşık bir şeyi ayıklık hâlinde kaybeder ve mahv zamanında onu tamâmen bulursa o âşık renge boyanıp ve tahvilinden dolayı yakınlık temkinine ve vuslat makamına nâil olur.

Yâni âşık ayıklıktan sonra mahv hâlinde temkîn-i kurbet makamına sâhip olup evvelce eseri kalmamış vücud her ne ise bu makamda onu bulur.

485.     تَساوَى النّشاوى والصُّحاةُ لِنَعتِهِمْ

            بِرَسْمِ حُضورٍ أو بوَسْمِ حظيرة

Benim nazarımda, hâlin galebesiyle sarhoş olan ahval erbâbı ile, yoldaki mertebelerinin nurlarıyla sâfî ve ayık olan huzur sahipleri müsâvî oldular. Bu iki zümre benim nezdimde eşittir. Çünkü biri huzur eseriyle, öteki makam alâmetiyle sıfatlanmıştır. Zîrâ bu her iki zümre kâmil değildir.

Şu bakımdan ki, sarhoşlar sıfat tecellîlerinin ahvâlinden bir zevke kanaat edip onunla sarhoş ve huzur dolu olurlar. Fakat sekr ve vecdin üstündeki bir çok tecellîden gâfil kalırlar.

486.     ولَيسوا بقَوْمِي مَن عَلَيْهِمْ تعاقبَتْ

            صِفَاتُ التِبَاسٍ أو سِماتُ بقيّة

Üzerlerine beşerî sıfatların veya bu sıfatların kalıntısının alâmetleri ardı ardına gelen kimse benim kavmim değildir. Yâni o, kemal sahiplerinden değildir. Yâni bir keresinde beşerî sıfatlar yok olup sonra tekrar ortaya çıksa ve o enâniyet kalıntısının izleri bâzı vakitlerde onlarda görülse, işte bu minval üzere olan kimseler kemal ehlinin tâbîlerinden olamazlar.

487.     ومَن لم يرِث عنّي الكَمَالَ فناقصٌ

            على عَقِبَيْهِ ناكِصٌ في العُقوبة

Mahv ve sahv sâhibi olup da benden ve benim benzerimden kemal elde edemeyen ve mîras bırakılan sırlara vâris olmayan her âşık eksiktir hattâ cezâya mâruz kalarak iki ökçesi üzerine dönücüdür.

488.     وما فيّ ما يُفضي للَبْسِ بقيّةٍ

            ولا فَيءَ لي يَقضي عليّ بفَيئَة

Benim vücûdumda varlık kalıntısına dayalı örtü ve hicaba sebep olan bir şey kalmadı. Yine benim eser ve alâmetim, muhdes ve mevhum vücûdum da yoktur ki, ilk mertebeye dönmek için bana hükmetsin.

489.     وماذا عَسى يَلْقى جَنانٌ وما بِهِ

            يفُوهُ لِسانٌ بينَ وَحْيٍ وصيغَة

Bâtın ve zâhirde gizli mânâlardan saklı maârif ve letâiften kalbin bana ilkâ etmesi ve lisânın konuşması umulan ve kalbin vahyiyle ibâreleri süsleme arasında vâki olan ne vardır ki? Yâni kalbimin bana ilkâ etmediği bir mânâ kalmamıştır; Allah'ın tevhidi ve sırlarından, fenâ ve baka mertebe ve makamlarından lisânımın söylemediği bir söz yoktur. O halde benden kemal elde etmeyenin nâkıs olması kesindir.

490.     تعانَقتِ الأطرافُ عنديَ وانطوى

            بِساطُ السِّوى عدلاً بحُكم السويَّة

Benim şühûdumda taraflar, yönler, rezil ve şerefli olanlar, kahır ve gazabın her türü, lütuflar ve merhametler, ezel ve ebed, evvel ve âhir, zâhir ve bâtın, kıdem ve hudûs, nur ve zulmet hepsi birbirine bitişti ve adâlet bakımından eşitlik ve adâlet hükmüyle aykırılık kilimi dürüldü.

491.     وعادَ وُجودي في فَنا ثَنَوِيَّةِ ال

            وُجودِ شُهوداً في بَقَا أحَديَّة

Benim vücûdum varlığın ikiliği sıfatının yok olması hâlinde, birliğin bakâsında saf şühud olur. Böylece tâlib matlûba ulaştı, birlik hâsıl oldu, bîgânelik yok oldu. Asla engel kalmayıp (Allah vardı, O'nunla birlikte bir şey yoktu) sırrı olduğu gibi ortaya çıktı.

492.     فما فَوْقَ طَوْرِ العقْلِ أوّل فَيضةٍ

            كما تحتَ طُورِ النّقْلِ آخر قَبضَة

Bende taraflar, zıdlar ve ihtilâfın kucaklaşması kesinleşti, zıd yönlerin müsâviliği gerçek olup aykırılık kilimi dürüldü, muhâlefet perdeleri ve ilişkiyi kesmek ortadan kalktı; böylece akıl tavrının üstünde, mümkinât ve mükevvenâtın ötesinde olan şey vâki oldu. İşte, rûh-ı a'zam ve Habîb-i ekrem'in hakikati olan Hakk'ın feyzinin başlangıcı, o vâki olan şey gibidir. تحتَ طُورِ -'de murad beşeriyet mertebesidir ki nakil ilimlerin geldiği yerdir, münâcat tavrıdır, ilâhı tecellîlerin makamıdır, vücûdu her şeyden sonra olan kabza-i Hak'tır.

493.     لذلك عَن تفضيلِهِ وهْوَ أهلُهُ

            نَهانَا على ذي النّونِ خيرُ البرِيّة

Bu müsâvîlik, aşağılık ve yukarılık eşitliği sebebiyle...) Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem hazretleri Yûnus b. Mettâ üzere tafdilden men etti, oysa Yûnus peygamber ehl-i tafdildendir. Nitekim şöyle buyururlar: "Beni Yûnus b. Mettâ'dan üstün görmeyiniz"

[Mi'rac; başlangıcı, sonu, zahiri, bâtını, üstü, altı kuşatan bir hüviyete ulaşma olduğuna göre, alta ve üste âit hangi yön olursa olsun rabbânî mi'raçta ve vusulde, her ne kadar mertebeler bakımından şeref düşünülürse de farklılık olmaz. Nitekim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin mi'râcı, ceberut ve melekûtun üstünde olup Hz. Yûnus'unki ise yerin altında, balığın kamında oldu. Fakat her ne kadar benim mi'râcım arşî, onunki ferşî ise de Allah'a ulaşmada benimkiyle Yûnus'un mi'râcını farklı görmeyin.., diye üstün ve farklı bulmayı yasakladılar.]

494.     أشَرْتُ بما تُعطي العِبَارَةُ والذي

            تَغَطَّى فقَدْ أَوْضحْتُهُ بلَطِيفِة

Ben alt oluş üst oluş, birleşme, zıdlık ve aykırılıktan ibâret ve lafızların verdiği adı geçen mânâya işâret ettim. Latif işâret ve fâsîh ibâre ile gözleri perdelenmiş olanlara örtülü olan sırları ve mânâları îzah ve izhar ettim. Tâ ki zevk ve vicdan sahipleri ondan nice sırlar ve irfan alsınlar.

495.     ولَيْسَ ألَستُ الأمسِ غَيْراً لِمنْ غدا

            وجِنحي غدا صُبحي ويوميَ لَيْلَتِي

Bana göre dün vâki olan "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitâbı, yarınki (Ğâfir, 40716) "Mülk kimidir?" hitâbına aykırı/zıt değildir. Benim zulmetim sabah nûrum oldu ve gündüzüm gecem oldu. Zîrâ "Allah katında sabah ve akşam yoktur" Hakikat mertebesinde nur ve zulmet, mânâ ve sûret, mebde' ve mead, ezel ve ebed, zâhir ve bâtın, evvel ve âhir hepsi müsâvî ve berâberdir.

496.     وسِرُّ بَلى لله مِرْآةُ كَشْفهَا

            وإثْبَاتُ مَعنى الجَمْعِ نَفْيُ المَعيّة

Allah için olan "belâ" sözünün gerçeği; vahdet îtibâriyle "Elestü bi rabbiküm" deyip tafsil îtibâriyle "belâ" diyen hakîkatin keşif ve vuzûhunun hakikatidir. O halde "belâ" sözü o hakîkatin keşfine ayna olmuş olur.

Bizim "belâ" dememizin hakîkati, o hakîkatin keşfinin aynasıdır ve cem' mânâsını isbat etmek maıyyeti nefyetmektir. Bilmelisin ki Cenâb-ı hakîkatle birlikte başka bir şey daha yoktur ki ona "belâ" demiş olsun. Belki de "elestü bi-rabbiküm" diyen cem' diliyle o hakikattir ve bu hitâba "belâ" deyip cevap veren, tafsil îtibâriyle yine o hakikattir. O halde cem' ve tafsil meşâyıha göre hakîkî vahdetin iki mertebesidir. Soran ve cevâbı alan gerçekte O'dur.

497.     فلا ظُلَمٌ تَغشَى ولاَ ظُلمَ يُخْتَشى

            ونِعْمَةُ نوري أطفأتْ نارَ نَقْمَتي

Benim nazarımda zıtların müsâviliği, karşıtların ve sayıların birliği kesinleşince cem'i isbat etmek ve maıyyeti nefyetmek gerçekleşince, beni bürüyecek zulmânî perdeler yok demektir. Yine gâilesinden korkulacak zulüm ve sitem de yoktur. Halbuki benim mârifet nûrumun nîmeti  "Rahmetim gazabımı geçti" hükmünce azâbımın ateşini söndürdü.

[Hattâ rahmetimin kemâlinden, gazab ateşim bana: "Geç ey mü'min senin nûrun benim ateşimi söndürdü" diye ağlayıp inler]

498.     ولا وَقت إلاّ حيثُ لا وقتَ حاسِبٌ

            وُجودَ وُجودي من حِساب الأهلّة

Bana ancak aylarla hesaplanan cismânî vücûdumun vücûd-ı hakkânîsini hesaplayıcı olmayan bir vakit gereklidir. O bakımdan ezelî ve ebedî olması mukarrerdir; öyleyse ayların, yılların ve günlerin hesaplanmasıyla hâsıl olan vücud, hakkânî vücûdun galebesiyle yok olunca ve hakkânî vücud zuhûr edince bu hakkânî vücûda nisbetle aylar, günler, yıl, zaman, mekân geçmiş, gelecek ve hal berâber ve birdir.

499.     ومسجونُ حَصْرِ العَصرِ لم يرَ ما وَرا

            ءَ سجِيّتِهِ في الجَنَّةِ الأبَدِيّة

Kemal ehline göre vakitler, saatler, istikbal ve hal yoktur. Oysa zaman kalesine kapanmış ve mekân zindanına hapsolmuş olan, tabiat hapishânesinin ötesini ki orası lâhut, ceberut ve melekût âlemidir, zat ve sıfatların ebedî cennetinde göremez.

[Dünyâ kabrinin esîri, pespâye arzûlar cehenneminin mahbûsu olan, ipek böceği ve şaşkın sinek gibi değersiz bir hissî lezzetten zevk alır ve onunla kayıtlı iken, nasıl olur da arşın sâhasını ölçer ve onun rûhu mânâ âlemine nasıl gider?]

500.     فبي دارتِ الافلاكُ فاعجبْ لقُطْبِها ال

            مُحيطِ بها والقُطبُ مركزُ نُقطَة

[Benim katımda yönler müsâvi, gayriyet kilimi dürülü, berâberlik ve ikilik perdesi kaldırılmış olunca, benim sebebimle ve bâtın kuvvemle felekler döner.]

Sen feleklerin kutbuna şaşadur; o kutup ki felekleri kuşatmıştır ve semâları içinde bulundurmaktadır. Oysa kutup noktadan ibâret merkezdir ki eflâk onu kuşatmıştır. Fakat insandan olan "kutb" felekleri ve yerleri, balığı ve simak yıldızını ve ikisi arasında ne kadar eşyâ varsa, ateşe âit olsun suya ve toprağa âit olsun hepsini içinde bulundurur.

[Bil ki "kutb" ezelen ve ebeden, varlığın başından sonuna kadar Hakîkat-i Muhammediyyedir. Hz. Âdem'den kendi zamanlarına (yâni Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin zamanına) gelinceye kadar her kim bu hakikatin mazharı olduysa "kutbü'l-aktâb" oldu. Zamân-ı şeriflerinden sonra ümmetinden her kim bu sırra mahrem olduysa yine kutbü'l-aktâb oldu. Nitekim şu hadisle bu husûsa işâret buyururlar; İbn Mesud'dan sahih rivâyetle şöyle nakledilir: Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdular:

"Allah'ın yeryüzünde üçyüz kimsesi vardır ki kalpleri Âdem'in kalbi gibidir. Kırkının kalbleri Mûsâ'nın kalbi gibidir, yedisinin kalbleri İbrahim'in kalbi gibidir, dördünün kalbi Cebrail'in kalbi gibidir, üçünün kalbi Mîkâil'in kalbi gibidir, birinin kalbi İsrafil'in kalbi gibidir ki ona Kutb denir, onlardan biri öldüğü vakit, Allah üçlerden birisini sağ tarafın sahibi olarak onun yerine getirir, üçlerden biri öldüğü vakit, Allah dörtlerden birini onun yerine getirir, bu böylece devam eder."

Üçlerden birine "Kutbü'l-aktâb" derer ve "Gavs-ı ekber" de derler. İki kişiye "İmâman" derler, sâhibü'l-yemîn (sağdaki) melekûta bakar ve orada tasarruf eder, sâhibü'l-yesar (soldaki) şehâdet âleminde tasarruf eder. Dört kimseye "Evtâd" derler, bunlar dört yönde yâni doğu, batı, kuzey ve güneyde kâimdirler. Yedi kimseye "Abdâl" denir, şu bakımdan ki bunlar kendi beşeriyetlerini zat ve sıfatların nûruna tebdil eylemişlerdir. Nitekim Hz. Mevlânâ buyurur: [Abdal kimdir? Varlığı değişmiş olan, Tanrı'nın değiştirmesiyle şarabı sirke kesilen. Mesnevî-i Şerif, III,4000]

"Kırk kimseye Nükabâ derler. Yirmi ikisi Şam'da ve on sekizi Irak'da saklıdır." Nitekim şu hadis buna delâlet eder:  "Allah'ın kırkları vardır, yirmi ikisi Şam'da on sekizi Irak'ta bulunur. Onlardan biri öldüğü vakit Allah yerine bir başkasını getirir, vakit gelince de hepsi ölür."

(İçyüzlere Nücebâ derler. Bunlardan biri kaybolsa ümmetin sâlihlerinden birini bunlara idhal ederler.]

501.     ولا قُطْبَ قَبلي عن ثلاثٍ خَلَفتُهُ

            وقُطْبِيّةُ الأوتادِ عن بَدَليّة

Kutubluk mertebesi, evtâd, ebdâl, nücebâ ve nükabânın makamları bilindiğine göre ben Hakîkat-i Muhammediye'nin mazharı ve asrın kutbü'l-aktâbı olduğuma göre, benden evvel "üçler"i mütecaviz olan ve kendisine halîfe olacağım bir kutub yoktur. Kutbiyyet-i evtâd benim bedeliyyetimden dolayı kutubdur ve ben kutbü'l-aktâbım. Evtâd ve ebdâl her ne kadar kutub iseler de, onlar benim halîfem ve bedelimdirler. Ve benim tasarrufum altındadırlar.

[Kutub insanın rûh-ı a'zamı gibidir. İmâmân akılla rûh-ı hayvâniyye gibidir. Evtâd anâsır-ı erbaa ve ahlât-ı erbaa gibidir ki, bedenin ayakta durması onlarladır. Abdal yedi sıfat gibidir ki, onlar hayat, ilim, irâde, kudret, sem', basar ve kelâmdır. Nücebâ ve nükabâ öteki kuvveler, damarlar ve sinirler gibidir. İşte bu insân-ı kebîrin vücûdunda müdebbir ve mutasarrıf olan gavsı a'zam ve rûh-i âlemdir. Şâir şeyler, başka velîler, arifler ve sâlihlerin hepsi ona tâbidir. Nitekim Hz. Mevlânâ şu beyitlerde âfak kutbunu tavsif ederek şöyle buyururlar: Kutup arşlarıdır, işi de avlamaktır. Bu halkın artakalanları, onun artıklarını yerler.

Kudretin yettikçe kutbun rızâsına çalış da o kuvvetlensin, vahşi hayvanları avlasın.

O, akıl gibidir. Halksa bedendeki uzuvlara benzer. Bedenin tedbîri, akla bağlıdır.

Kutup, o kimsedir ki kendi etrâfında döner dolaşır. Göklerse onun etrâfında döner.

Mesnevî-i Şerif, V, 2339-40, 2343, 2345]

 

502.     فلا تَعْدُ خَطّي المُسْتَقِيمَ فإنّ في الزْ

            زَوايا خبَايا فانتَهِزْ خَيرَ فُرْصَة

Ben Hakîkat-i Muhammediyyenin mazharı, makâm-ı Ahmedînin halîfesi ve kâimi olduğuma, bütün mahlûkat mânâ îtibâriyle bana tâbi olduğuna göre; ey âşık, eğer sen Cenâb-ı Hakk'a ulaşmayı istiyorsan benim doğru ve sağlam yolumdan çıkma. Zîrâ benim yolumun zâviyelerinde gizli feyizler, fetih ve keşif hazîneleri vardır. O halde sen derhal hayrı fırsat bil, sülük ve teveccühü ganîmet gör.

Veya زَوايا 'dan murad tarîkin fakr ve fenâsı olabilir. Bu durumda mânâ şöyle olur: Ey âşık, benim istikâmetli yolumun fakr, fenâ, riyâzat ve belâsını görerek sınırı aşıp vazgeçme. Zîrâ fakr yolunun her köşesine nice gizli hazîne konmuştur. O halde hayr-ı fırsatla fırsat gözet.

503.     فعَنّي بَدا في الذّرّ فيّ الوَلا وَلي

            لِبَانُ ثُدِيّ الجَمْعِ مِنّيَ دَرّت

Ben birlik makamının sahibi ve cemâl ve tafsil mertebesinin mâliki olduğumdan, benim gizli hazine olan zâtımın hakikatinden, ilk mertebe "Bilinmeyi sevdim" hükmüyle kâinattaki nüfusun doğmasında ve zâtımın âdemoğlunun zerrât-ı misâliyyesinde taayyünlerinde sevgi zahir oldu, ruhların birbiriyle birleşmesi ve ülfeti o sevgi sebebiyledir. Bu ilimlerle onlar zatlarını, vücudlarına lâzım olan şeyleri ve Rablerini idrak ettiler.

504.     وأَعجَبُ ما فيها شَهِدْتُ فراعَني

            ومن نفث روح القدس في الرّوع روعتي

O sevgilinin tecellî ve sevgisinde hâsıl olan çok garip şey, onu müşâhede etmem ve Cebrâil'in kalbime ilkâsından korkarken beni hayret veya korkuya düşürmesidir.

[ En garip ve hayret edilecek şey, o sevgilinin tecellîsinde onu müşâhede etmem ve onun görmemdir

505.     وقد أشهَدَتني حُسنها فشُدِهْتُ عن

            حِجاي ولم أُثبِتْ حِلايَ لدَهْشَتِي

Bu beni hayrete düşürdü veya korkuya düşürdü, Cebrâil'in ilkâsından korkarken kalbime getirdi, oysa o yüce zat bana mutlak güzelliğini gösterdi. Ben de aklımdan dehşete düşmüş olup, tecellî eden zattaki hayretimden dolayı sıfatlarını isbat etmedim.

506.     ذَهَلْتُ بها عنّي بحيثُ ظَنَنْتُني

            سِوَايَ ولم أقْصِدْ سَواء مَظِنّتي

Bu çok hayret edilecek mesele şudur: Ben o sevgili sebebiyle nefsimden gâfil oldum, onu unuttum, öylesine gâfil oldum ki kendimi başkası ve yabancı sandım. Oysa ben töhmet mahallinin yoluna niyet etmedim ve şöyle demedim: Hey! Ben onun kendisi miyim, başkası mıyım? Belki onun gayrıyım diye bilip, aynı olmayı tahayyül ve zannetmişim.

[Ve ayniyetin doğru yoluna gitmemişim. İşte çok tuhaf ve garip olan hal bir kimsenin kendi zâtından gâfil olması ve kendinin kendinden başka zannetmesidir.]

507.     ودَلّهني فيها ذُهُولي فلم أُفِقْ

            عَليّ ولم أَقفُ التِماسي بِظِنّتي

O sevgilinin zâtında ve sıfatlarının güzelliğindeki dalgınlık ve gafletim beni şaşkın ve hayran kıldı; bu hayret ve dalgınlık öylesine devam etti ki ben kendime dönmedim, yâni ayılıp kendime gelemedim. Ben vücûdumdan emin olmadığım için herhangi bir istek peşinde de değildim.

Burada yokluktaki kemâlini anlatmaktadır. Zîrâ yokluk sâhibi, mutlak bir istekte bulunmaz, onun isteği Allah'ın isteğidir. Zîrâ onun vücûdu yoktur, belki sâdece vücudla zannedilendir.

508.     فأصبحْتُ فيها والِهاً لاهياً بِها

            ومَن وَلّهتْ شُغلاً بها عنهُ ألهَت

Dalgınlığım beni şaşkın ve hayran kılınca ve ben akıl âlemine gelip ayılmayınca o sevgilinin güzelliğinin müşahedesinde şaşıp kaldım ve onunla meşgul oldum. O sevgili şaşkın hale getirdiği kimseyi zâtıyla meşgul ettiğinden dolayı ona kendi nefsini unutturur.

509.     وعن شُغُلي عنّي شُغِلْتُ فَلَوْ بها

            قضيتُ ردىً ما كنتُ أدري بنُقلتي

Dalgınlığım benim aklımı başımdan aldığından dolayı ben o sevgilinin zâtında ve onunla meşgul olarak şaşkın hale düştüm. Şimdi onunla meşgûliyetimden dolayı o benim varlığıma hayran ve şaşkın kaldı; beni o meşgûliyetten alıkoydu, benim meşgûliyetimden de alıkoydu ve ben beni ihmal ettim, kendimi unuttum. Hal böyle olunca eğer ben o sevgilinin muhabbetiyle helâk olarak ölsem dünyâdan âhirete intikâlimi bilemem, hattâ kendimden öylesine gâfil olmuşumdur ki ben var mıyım, meşgûliyetim var mıdır, idrak edemem.

510.     ومِن مُلَحِ الوجدِ المُدلِّهِ في الهوى ال

            مُوَلّه عقلي سَبْيُ سَلْبٍ كغَفْلَتي

Aklı başından alınmış olanın aklını yağmalamak cânânın sevgisiyle hayran edici ve aklımı sersem ve şaşkın hâle getirici olan vecdin güzellikleri cümlesinden ve hoş ve garip cihetlerindendir. Bu mânâ gâfilleri gâfil kılmaya benzer.

Şaşılacak taraf şudur: Akıllının aklı olmalı ki elinden alınsın, zekâ ve idrak sâhibi olmalı ki yağmalansın. İşte soyulmuş olanı yağmalamak gâfilleri gâfil kılmak gibidir. Bu mânâ ise nevâdirdendir. Zîrâ soyulmuş olan fânidir ve fâniliği yağmalamak çok garip bir mânâdır.

511.     أُسائِلُها عنّي إذا ما لقيتُها

            ومِن حيثُ أهدَتْ لي هُداي أضلّت

[Vecd ve sevginin anlaşılmaz yönlerinden biri de şudur:]

Ne zaman sevgiliye yakın olsam, ona kavuştuğum vakit, kendisine benim hâlimden sorarım ve derim ki: "Ey sevgilim benim hâlim nasıldır?" Bu ise insanlar arasında bilinen bir şey değildir. Halkın âdeti şudur: Bir kimse bir kimseyle karşılaştığı vakit "nasılsın?" der. Bu mânâ gerçekten gariptir. ]

Yine şu husus da acâib şeylerdendir:

O sevgili bana hidâyeti vermiş olması dolayısıyla beni dalâlete sürükledi. Bu hidâyet hidâyet edici, hidâyet olunan, yol ve yolcu sûret îtibâriyledir. Şüphesiz aykırılığı taşıyan hidâyet mânâsı bakımından, başkalık ve ayrılık olmayan tek zattan beni saptırmış olur.

512.     وأطلُبُها منّي وعِنديَ لم تزَلْ

            عجبتُ لها بي كيف عنّي اسَتَجَنّت

Yine o garip işlerden biri de şudur: O sevgiliyi ben benden isterim, hâlbuki o sevgili dâimâ benim yanımdadır, bir an ve bir saat benden ayrılmış değildir; bana şah damarımdan daha yakın olup onunla işitir, onunla görür, onunla tutar ve onunla yürürüm.

[İşte o sevgilin için şuna şaştım ki neden benim taayyünüm sebebiyle benden gizlendi; bununla berâber o benim aynımdır, bir şey kendinden nasıl gizlenir ve kendisini nasıl ister?

Bu mertebede olanların hâli gaflet içindeki şu kimsenin hâline benzer: O kimse şaşkın ve şeydâ bir durumda bir yere giderken, kendi elbisesine benzer bir kıyâfet giymiş ve beline bir kabak asmış birini görünce şöyle der:

Ne acâip şey, bu benim, o halde ya ben kim olabilirim?

Şaşkınlardan birinin beş merkebi varmış, birine binmiş, dördü önünce gidermiş, bir ara bakmış dört merkebi var. Hemen yoldaşlarına der ki: Benim merkebim beş tanedir, kim aldı benim merkebimin birini?

Ve sür'atle aramaya koyulur.

513.     وما زِلْتُ في نفسي بها مُتَرَدّداً

            لنَشْوَةِ حِسّي والمَحَاسِنُ خمْرَتي

Dâimâ kendi nefsimde nefsim sebebiyle mütereddit oldum; nasıl olur, benim zâtım onun zâtı mıdır ki onunla görürüm, onula bilirim ve her işi onunla yaparım! Veya ben gayrı mıyım?

Eğer gayrı isem ben kimim?

Eğer aynı isem o halde benim bu yanıp tutuşmam istek ve arzum ne demek oluyor?

İşte benim bu devamlı tereddüdüm, hissimin sarhoşluğundan dolayıdır, oysa benim şarâbım onun çeşitli güzellikleri ve mahzarlarıdır.

514.     أُسافِرُ عن عِلْمِ اليقينِ لِعَيْنه

            إلى حقّه حيثُ الحقيقةُ رِحْلتي

Ben nefsimde ilme'l-yakîn makamından ayne'l-yakîne göçerek sefer ederim. Ve benim göçüm hakikatim îtibâriyle hakka'l-yakînedir. (Abadan'dan öte köy yoktur) gereğince hakka'l-yakîn makamların sonuncudur.

515.     وأنشُدُني عني لأُرْشِدَني على

            لساني إلى مُسْتَرشِدِي عندَ نَشدَتي

Bu çokluk makamında bana hayret ve şaşkınlık galebe edip zâtımın ma'rifetinde mütereddit olunca; müsterşid [Doğru yolun gösterilmesini ve irşad edilmesini isteyen ] ve âşıkları irşad için lisânım üzere yemînim sırasında, ben benden beni, zât-ı mahbûbumu isterim. Demek ki ben, zâtımın mazharı olan kemal ehli saâdet sâhiplerinden, kendi zât-ı matlûbumu isterim. Bu talep gerçekte benden yine beni istemektir. Ve benim bu isteğim; suâlim, talebim ve kasemim katında, benim lisânımla müsterşidleri irşad içindir.

516.     وأسألُني رَفْعي الحِجابَ بكَشْفِي النْ

            نقابَ وبي كانتْ إليّ وسيلَتي

Ben peçeyi açmak sûretiyle, tenezzülât-ı vücûdun mertebelerinden hâsıl olan ve zâtımı görmeye engel teşkil eden perdenin kalkmasını benden isterim, halbuki benim bana vesîlem benimledir.

517.     وأنظُرُ في مِرآةِ حُسنِي كي أَرَى

            جَمالَ وُجودي في شُهوديَ طَلعَتِي

Ben, mutlak vücûdumun cemâlini güzelliğimin müşâhedesinde görmek için hüsnümün aynasına bakarım. Yâni ben, zât-ı mutlakımın cemâlini aynalarda ve tecellî yerlerinde görmek isteyince güzel sûretlere, hoş ve emsalsiz şekilllere bakarım. Gerçekten bu güzel sûretler benim mutlak güzelliğimin aynasıdır.

Benim güzellik aynam olan güzel sûretlere nazarım, zâhirle bâtın arasında toplayıcı olan vücûdumun cemâlini, yüzünün müşâhedesinde görmek içindir.

518.     فإن فُهتُ باسْمي أُصغِ نحوي تشوّقاً

            إلى مُسمِعي ذِكري بنُطقي وأُنصِت

Eğer ben ismimi söyleyip nâmımı zikretsem, kendimden tarafa yönelip benim zikrimi nutkum vâsıtasıyla dinlemekte olan kimseye kulak verir ve sükût ederim.

[Sözün hakikati şudur: Konuşan ve zikredenlerin hepsi bütünüyle tek hakikatin sûretleri olduğuna ve bütün isimlerle müsemmâ olan o zat, yegâne olduğuna göre, gerçekten zikreden, zikredilen ve zikir, müsemmâ ve isim odur. ]

519.     وأُلصِقُ بالأحشاءِ كَفّي عسايَ أن

            أُعانِقَها في وَضْعِها عند ضَمّتي

Ben sevgiliyle kucaklaşmayı umarak avucumu bâtınımın göğsüne yapıştırırım, avucumu bâtınımın üstüne koyduğum vakit nefsimi nefsime katmış olurum.

Yâni sevginin şiddetinden zuhûru ve vahdet nûrunun galebesi sırasında elimi bâtını kuvvetlerime yapıştırırım.

520.     وأهْفو لأنفاسي لعَلّيَ واجِدي

            بها مُستجيزاً أنّها بيَ مَرّتِ

Benim vücûduma elimi yapıştırmam şu sebepledir: Avucumu vücûduma koyduğum ve ona âdeta eklediğim vakit, sevgilimle kucaklaşmayı umarım. Ve yine ben şiddetli bir meyil ve tam bir yönelişle benim nefeslerime meylederim. Bu nefesler sebebiyle o sevgiliyi isteyerek, zâtımın hakikatini bulmayı ümid ederim.

[Zirâ sevgilim bana geçti, benim nefeslerime meylim onların, sevgilinin güzel kokuları ve hoş kokulu esintileriyle amberlenmiş ve kokulandırılmış olmasından dolayıdır.]

521.     إلى أن بَدا منّي لِعَيْنِيَ بارقٌ

            وبانَ سَنا فجري وبانت دُجنّتي

Yâni parlak tecellî ve nur benden benim zâtıma görününceye, hakikat sabâhının müjdesi ortaya çıkıncaya ve beşeriyet karanlığım ayrılıp yok oluncaya kadar, ben nefsimde mütereddit olmaktan ve dâimâ kendi kendim-de sefer kılmaktan hâlî olmadım.

Şimdi visâl içinde visâl ve kemal içinde kemaldir, tereddüt ve hayret bertaraf ve def edilmiş durumdadır.

522.     هناكَ إلى ما أحجمَ العقلُ دونَهُ

            وصَلْتُ وبي منّي اتّصالي ووُصْلتي

Ben, perde kalkıp visâl müyesser oluncaya kadar "ilm"den "ayn"a ve "ayn"dan hakîkat-i zâta göç etmeye devam ettim. Böylece hakikat mertebesinde öyle bir makama vâsıl oldum ki, orada akla yer yoktur, anlayış (fehm) ondan yüz çevirmiş ve ayrılmıştır.

O halde ki, o vuslat benden başkasına değildir, belki ittisâlim ve vuslatım benden yine banadır.

523.     فأسفَرْتُ بِشراً إذ بلَغْتُ إليّ عن

            يَقينٍ يَقيني شدَّ رَحل لِسَفْرَتي

Benim yüzüm sevinç ve güzellikçe aydınlandı ve parıldadı. Zîrâ ben yakın bakımından zâtımın hakikatine ulaştım; o yakîn bir makamdan bir makama sefer için göç etmekten beni korur.  

["Perde açılsa bile benim yakînim artmaz" sözü benim hâlime uygun olup ulaştığım mertebeden öte makam ve mertebe kalmadı. (Abadan'dan öte köy yoktur).]

524.     وأَرْشَدْتُنِي إذ كنتُ عنّيَ ناشدي

            إليّ ونفسي بي عليّ دَليلَتي

Hakikatte benden beni istediğim zaman, ben beni bana irşad eyledim. O halde ki benim nefsim, benim nefsim üzerine benim sebebimle delildir; vahdet mertebesinde başkasının işi yoktur. Eğer sâlikin basiret gözünden çokluk perdesi kalkıp birlik nazarıyla baksa; mürşid, müsterşid, reşad, mürîd, irâde ve murâdın o olduğunu, O'ndan başkası olmadığını anlar.

525.     وأستارُ لَبْسِ الحِسّ لما كشَفْتُها

            وكانتْ لها أسرارُ حُكميَ أَرْخَت

Ben duyuların şüphe perdelerini açınca, şimdi o perdeleri benim kazâ ve kaderimin sırları gevşetip salıverdi, tâ ki herkes bu birlik sırlarından haberdar olmasın.

Hakîkat-i hal böyle olunca ben nefsin hicabını ondan his peçesini açmak sûretiyle kaldırdım;

526.     رَفعتُ حِجاب النّفسِ عنها بكشفيَ النْ

            نِقابَ فكانت عن سؤالي مُجيبتي

Bir halde ki, nefsim hicâbı kaldırmak husûsundaki suâlime cevap verdi ve kaldırdı. Bu çokluk ve duyular perdesini şühud gözümden kaldırmak isterim diye teveccüh ettiğimde, isteğimden bana cevap verip duyular perdesini kaldırdı.

527.     وكنتُ جِلا مِرآةِ ذاتيَ مِن صَدا

            صِفاتي ومني أُحدِقَتْ بأشِعّة

Ben çokluğu taşıyan sıfatlarımın pasından zat aynamın cilâsı oldum, bir halde ki o sıfatlar benim nurlarım sebebiyle benden görüldü, idrak ve ihâta olundu. Yâni ben Hakk'ın bütün sıfatlarının mazharı olan hakîkat-ı câmiiyim. Ben zat aynasının cilâsıyım ve hakkânî sıfatlar benim vâsıtamla göründü.

528.     وأشهدُني إيّايَ إذ لا سِواي في

            شُهوديَ موجودٌ فيَقضي بزحمة

Ben beni bana gösterdim, zîrâ benim gördüğümde benden başka bir mevcud yoktur ki bana zahmet vererek hükmetsin. O bakımdan; şâhid, meşhud, gören ve görülen benim, aykırılık ve zahmet verme söz konusu değildir.

529.     وأسمَعُني في ذكريَ اسميَ ذاكري

            ونفسي بنَفْيِ الحس أصغَتْ وأسمَت

İsmimi anan lisânım, benim zikrimde bana ismimi işittirdi; bir halde ki, benim zâtım sıfatları nefyederek ona kulak verip beni üstün kıldı. Hissi nefyetmekten murad; işitmek, görmek, söylemek, tutmak vb. çok sayıda sıfatların yok edilmesidir; bu sıfatlar sâlikle vahdet-i zat arasında engel ve perdedir.

Onun için Hz. Ali (kerremallâhü vecheh ve radıya'llâhu anh) şöyle buyururlar: "İhlâsın kemâli, ihlâs sâhibinin sıfatlarının yok olmasıdır."

530.     وعانقْتُني لا بالتِزَامِ جوارحي ال

            جوانِحَ لَكِنّي اعتنقْت هوِيّتِي

Aletler olmaksızın, işiten ve işitilen, zikreden ve zikredilen ayn-ı vâhid olup, nefsim beni çok sayıda sıfatlarla perdelenmekten yüce kıldı ve ben zâtımla kucaklaşıp ona ulaştım. Bu zâhirî organlarımın bâtını kuvvelerime tutunması ve bitişmesi yoluyla olmadı; lâkin aykırılığı yok etmek sûretiyle zâtımın hakikatini kucakladım.

[Ben bana güzel kokumu koklattım; bir halde ki, benim teneffüsümün güzel râyihası, öğütülmüş çeşitli güzel kokuların (abîr) nefeslerini kokulu hale getirmiştir; çünkü bu mevcûdât nefes-i rahmanidir.]

531.     وأوجَدْتُني روحي وروح تَنَفّسي

            يُعَطّرُ أنفاسَ العبيرِ المُفتت

Benim zâtımın güzel kokusu, yâni eserleri ve ahkâmını, zahir îtibâriyle bana arz eyledim; bir halde ki, benim isim ve sıfatlarımın eserleri demek olan teneffüsümün kokusu mümkün hakikatler demek olan her öğütülmüş güzel kokular karışımını, sıfatlarımın esintileriyle kokulu kılmaktadır.

532.     وعن شِرْكِ وصَفِ الحسّ كُلّي منزه

            وفيٌّ وقد وحّدْتُ ذاتيَ نُزهتي

Zâtımın işitmesi ve görmesinin, işitme ve görme âletimle ortaklığından münezzeh oluşu gibi benim zâtî sıfatlarımdan her bir vasfım his sıfatının ortaklığından münezzehdir. Zîrâ idrak hâsselerinin sıfatları da âlete muhtaçtır ve benim münezzeh ve mukaddes oluşum zâtımdandır; bir halde ki, ben zâtımı ortaklıktan ve âlete muhtaç olmaklıktan tenzih eyledim.

533.     ومَدْحُ صِفَاتي بي يُوَفّقُ مادِحي

            لحَمْدي ومدْحي بالصفات مذَمّتي

Sıfatlarımı zâtımla övmek, beni medhedeni hamdime uygun yapar, oysa beni sıfatlarla övmek beni kötülemek demektir. Yâni zikir sırasında zâtı sıfatlarla öven kimse, bir bakıma onu zemmetmiş olur. Zîrâ fazilet sâhibini fazla gelmiş şeyle medhetmiş olur. Fakat sıfatları zatla öven kimse zâta hamdetmiş ve sıfatları medhetmiş olur.

534.     فشاهِدُ وصفي بي جَليسي وشاهدي

            به لاحتِجَابي لن يَحِلّ بِحِلّتي

Benim vasfımı benim bedenimde müşâhede eden ve beni o vasıfla gören kimse, benim makam ve menzilime inmemiştir. Zîrâ benim zâtım, sıfatlarımla perdelidir. O bakımdan çeşitli sıfatlanma bakan benim vahdet-i zâtımı anlayamamıştır.

535.     وبي ذِكْرُ أسمائي تيَقّظُ رُؤيَةٍ

            وذِكرِي بها رُؤيا تَوَسُّن هجْعَتي

Zâtımla benim isim ve sıfatlarımı anmak ve müşâhede etmek, teyakkuzu [uyanık] görmek ve intibâhı [uyanıklığı] müşâhede etmektir. Beni isim ve sıfatlarımla anmak ve bildirmek ise uyku ve gafletten olan hayâlî bir müşâhededir. Öyleyse, zâtı isimler ve sıfatlarla tanımak hicab ve gaflettir. Zâtı, fiillerle istidlâl edenin gaflet ve cehâleti daha çoktur.

536.     كذاكَ بِفعلي عارِفي بيَ جاهلٌ

            وعارِفُهُ بي عارِفٌ بالحقيقة

Yine, yâni benim zâtımı isimler ve sıfatlarımla bilenler gibi, benim fiilimle beni tanıyanlar, benim zâtımı bilmezler ve onlar benim mârifetimin hakikatinden gâfildirler. Fiilimi benim zâtımla tanıyanlar ve sanâyi' ve bedâyiimi benim nûrumla bilenler ise beni gerçekten tanıyanlardır.

[Nitekim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemden bir a'râbî şöyle sordu: "Ya Rasûlu'llâh, eşyâyı neyle bildin?

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi: "Eşyâyı Allah'la, yâni Allah'ın nûruyla tanıdım

"Allah'ı eşyâ ile tanıdım" demedi. Eğer böyle deseydi, eserden müessire istidlâl etmiş olurlardı. Nitekim filozofların ve hukemânın istidlalleri böyledir.]

537.     فخُذْ عِلمَ أعلامِ الصفاتِ بِظاهرِ ال

            مَعَالمِ مِنْ نَفسٍ بذاكَ عليمَة

Hal böyle olunca, ey ilm-i ledünnî isteklisi, sen insanların organlarına bitişik olan meşhur İlâhî sıfatları ve rabbânî isimlerin analarını, sıfatlar ilmini iyi bilen mürşid-i kâmilden al.

"ilmi ricalin ağzından, kalb vâsıtasıyla al, köstekli olan akıl ile değil."

538.     وفَهْمُ أسامي الذّاتِ عنها بباطنِ ال

            عَوَالم ومن روحٍ بذاكَ مُشيرَة

Ey zât isimlerin sırlarına tâlib olan âşık, zat isimlerinin anlaşılmasını ve idrâkini adı geçen sıfatlardan al. O sıfatlar âlemlerin bâtınında yerleşmiştir, ondan da murad ya ceberut âlemi veya ahadiyyet âlemidir; o sırlan ve onların idrâkini, bu anlayış ve idrake işaret edici olan insân-ı kâmil ve mürşid-i kâmilin ruhundan al.

539.     ظُهورُ صِفاتي عن اسامي جوارحي

            مجازاً بها للحكمِ نفسي تسَمّت

Benim sıfatlarımın zuhûru yâni işitmek, görmek ve kudretimin vb. sıfatlarımın organlarımın isminden zuhûru; işitici, görücü ve tutucu şekilde zuhûru mecaz yoluyladır. Yâni gözümde görmeklik, kulağımda işitmeklik, elimde tutmaklık, dilimde söylemeklik, bunların hepsi organlarımda mecaz yoluyladır, hakîkat değildir. O organlarımın isimleri ki, benim sûretimi idâre eden nefsim büyük bir hikmet ve maslahat için o isimlerle isimlendi.

540.     رُقُومُ عُلُومٍ في سُتُورِ هياكِلٍ

            على ما وراءَ الحسّ في النّفس ورَّت

Perdelerinde zâhir ve hâsıi olan beden şekillerinin işâret ve ilimlerin sıfatları, mânâ ve mefhumların alâmetleri organlarımın isimlerinden zâhir olur. Öyle şekiller ki, soyut nefsimde his ötesi olan mânâları örtüp gizleyerek o gaybî mânâlara perde olmuştur. Zirâ mânâlar, organların şekillerinde görünüp onların isimleriyle isimlenmiştir. insanların çoğu o yüce mânâları organların sıfatları ve uzuvların isimleri zannederler. Oysa böyle değildir. Zîrâ gözde ve kulakta zâhir olan ve başka uzuvlarda görülen, nefs-i nâtıkanın sıfatlarında sâbit ve nakşedilmiş olan ilimlerin alâmetleridir. Ve organların bu sıfatlarla sıfatlanması mecâzendir, hakîkaten değildir.

541.     وأسماءُ ذاتي عن صِفَاتِ جوانحي

            جَوازاً لأسرارٍ بها الرّوحُ سُرّتِ

Bâtını kuvvelerimden ve rûhânî sıfatlarımdan hâsıl olan zâtımın isimleri ile rûhumun neşeli olması esrâr-ı İlâhî için câizdir.

542.     رمُوزُ كُنُوزٍ عن معاني إشارةٍ

            بمكنونِ ما تُخفي السرائِرُ حُفّتِ

Benim zâtımın isimleri mahfuz ve gizli sırların gizlendiği şeyin gizlisine rûhun işâret ettiği mânâlardan hâsıl olan hazînelerin remzleridir.

Zâtî isimlerin sıfatlardan husûlü şöyledir: Her sıfatın ismini o sıfatla muttasıf olduğu vakit zâta ıtlak eylemek câizdir. Eğer dikkatle bakılırsa zat isimlerinin sıfatlardan ve sıfatların zattan hâsıl olduğu görülür.

[Rûhun sırlar için mesrur olması şöyledir: Cem' mertebesinde Cenâb-ı Zât'a hangi sıfatlar ıtlak ve nisbet olunursa, tafsil mertebesinde halîfetullah olan insana o sıfatlar nisbet olunur. Böylece insân-ı kâmilin rûhu o sıfatlarla kendisini muttasıf görünce bu sırların müşâhedesinden dolayı mesrur olur. Bunun delilleri Allah'ın sıfatlarıyla muttasıf olmaktır.] 

543.     وآثارُها بالعالمين بِعِلْمِها

            وعنها بها الأكوانُ غيرُ غَنِيّة

Âlemlerde her mevcutta olan isim ve sıfatların eserleri, o eserlerin ilmiyle arkadaşlık ve mârifetiyle yakınlık kurmak zikir elde etmenin sebeb-i vücûdudur; bir halde ki, varlıklar o isimlere ve sıfatlara muhtaçtırlar ve onlardan müstağni değillerdir.

544.     وُجُودُ اقتِنَا ذِكْرٍ بأيْدِ تَحَكّمٍ

            شهودُ اجتِنَا شُكْرٍ بأيْدٍ عميمَة

Yâni açığa çıkan hüküm kuvvetiyle, zâtı ve ef'âlin sıfatlarını zikretmektir. Bu müşâhede sebebidir.  Ve geniş nimetler ve bol kerem vâsıtasıyla nimet verenin şükrünün meyvesini derlemektir.

545.     مظاهِرُ لي فيها بَدَوْتُ ولم أكنْ

            عَلَيّ بخافٍ قبلَ مَوطِنِ بَرْزتي

Yâni adı geçen o eserler benim kendilerinde göründüğüm isimlerin ve sıfatlarımın zuhurudur. Bir halde ki, ben zuhur yerinden önce kendi nefsime gizli değildim, yâni daha zuhur mertebesine gelmezden evvel ahadiyyet makamında ben bana gizli değildim, belki zâtımı zâtımla bilici ve kendi kendimi müşahede ediciydim.

[Nitekim Şeyh-i Ekber Fusûs'da buyurur: "Bir şeyin kendisini bizzat kendisiyle görmek, kendine ayna olan başka bir işte görmesi gibi değildir"]

546.     فلفْظٌ وكُلّي بي لِسانٌ مُحدِّثٌ

            ولحظٌ وكُلّي فيّ عَينٌ لِعَبرَتي

O eserlerin, isim ve sıfatların mezâhiri olduğu anlaşıldıysa; buna göre, dilimde olan söz, o eserlerdendir ki Kelâm'ın eseridir; gözümdeki bakış, gözün'ın eseri olan eserlerdendir.

547.     وسَمْعٌ وكُلّي بالنّدى أسمعُ النِّدا

            وكُلّيَ في رَدّ الرّدى يدُ قُوّة

Kulağımdaki işitme, elimdeki kuvvet o sıfatların eserlerindendir. Bir halde ki benim bütün eczam, banim hakikatimi hatırlatan ve söyleyen lisandır.

[Yine benim gözümdeki bakışım o eserlerdendir; bir halde ki, benim bütün uzuvlarım, ibret ve kudretin müşahedesi için benim zâtımda bakıp durmadadır. Benim işitmem o eserlerdendir, bir halde ki, benim bütün vücûdum baştan ayağa bütün meclislerde ve toplantı yerlerinde olan sesleri işitir. ]

Benim bütün uzuvların helâk ve belâyı def etmede benim kuvvetim, elimdir.

548.     معاني صِفَاتٍ ما وَرا اللَّبسِ أُثْبِتَتْ

            وأَسْماءُ ذاتٍ ما رَوى الحسُّ بَثّت

Zikredilen söz, bakış ve işitme ve kuvvet sıfatları, cisim perdesinden önce nefs-i natıkada isbat olunmuş olan sıfatların menzilleri veya mânâlarıdır.

[Veya bu mânâlar yâni söz, bakış, işitme ve kuvvet, sûret âleminin ötesinde yâni ceberut ve melekûtta Kelâm, Basar, Sem' ve Kudret sûretinde sabit olmuştur. O halde anılan bu sıfatlar, o yüce sıfatların menzilleri ve mazharları ve eserleridir. ]

Zat isimleri ise, göklerde ve yerde olan gözle görülen şeyleri ayırdı, izhar etti ve onları nefs-i natıkaya nakledip haber verdi.

549.     فتصرفُها مِنْ حافِظِ العَهْدِ أوّلاً

            بنَفسٍ عليها بالوَلاءِ حفيظَة

Ahdi muhâfaza etmesi, koruyucu nefs üzerine Hakk'ın sevgisi sebebiyledir ve mezkûr İlâhî isimler iftihar şarkıcılarındır. [Yâni müfâharet için olan mugannilerdir ki her biri bir makamdan başlarlar ve her biri bir mertebenin sırrını söylerler;

550.     شوادي مُباهاةٍ هوادي تنَبُّهٍ

            بَوادي فُكاهاتٍ غَوادي رَجِيّة

Onlar tecellî nağmeleriyle ârifleri güzelleştirir ve esrâr-ı İlâhî sâkinlerini heyecanlandırırlar. O iftihar şarkıcıları hevâdî-i tenebbühtür, yâni gâfilleri gaflet ve cehâlet uykusundan uyandır-manın başlangıcıdır; onlar mânevî hayâtın güzelliklerine delâlet eden görünüşlerdir ki, nefse ondan sürür, kalbe ve bedene nur ve sevinç hâsıl olur; onlar beklenen bulutlardır ki, ümid edenlere sır yağmurlarını ve ikram damlalarını yağdırıp cennet bahçelerini ter ü tâze yaparlar.

551.     وتوقيفُها من مَوثِقِ العَهدِ آخراً

            بنفسٍ عل عِزّ الإِباءِ أبيّة

Mezkûr İlâhî isimlerin kalbî mânâlarına vâkıf ve muttali kılması âhir-i zuhûrunda, yâni husûsî sûrette zuhûru durumunda ilk ahdi sağlamlaştıran sevgiliden hâsıl olur; O nefs çekinen ve imtinâ edenlerin izzeti üzere imtinâ edicidir ve Hak'tan imtinâ edenlerin izzetinden imtinâ etmek itâatın ta kendisidir.

[O isimlerin tutmak, onların mânâlarını ve sırlarını anlamaya muvaffak olmak, o son makamda, ilk ahdi sağlamlaştıran sevgiliden hâsıl olur. Bu husus âlimlerin ve âriflerin ilmi ve anlayışından imtinâ eden isimlerin izzet ve tasarruflarından imtinâ edici olan âlim ve kâmil nefis vâsıtasıyla olur. Nitekim Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurur: "Âdem ve ondan sonrakiler benim sancağım altındadırlar, ve ben iftihar etmem"

Ebu's-Suud b. Şiblî'nin şöyle buyurduğu nakledilir:

"Bana tasarruf verildi, fakat ben nezâketen onu terk ettim"

Büyüklerden bâzısı şöyle der: "Allah'ın bâzı kulları vardır ki kendilerine "ol" deme yetkisi verildiği halde onu reddetmişlerdir"

552.     جواهرُ أنباء زواهرُ وُصْلَةٍ

            طواهرُ أبناء قواهرُ صَولَة

O isimlerin eseri Hz. Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellemin verdiği haberlerin hakîkatleridir; O isimler vuslat çiçekleridir. Yâni İlâhî haberlerin zâhiridirler. Peygamberlerin dillerinden âlem ehline onu ibraz ve izhar eyledi. İlâhî haberlerin zâhirleri nefsin hâkimiyetini ve şeytanın kuvvetini kahr edicidir.

553.     وتَعرِفُها مِن قاصِد الحَزْم ظاهراً

            سَجِيّةُ نفسٍ بالوجودِ سخيّة

Zâhir îtibâriyle, o isimlerin akıllı ve doğru görüşlü sultandan sâdır olan târîfi, vücûdunu bezleden o nefsin güzel huyudur. Yâni İlâhî isimlerin târîfi ve onun mânâ ve sırlarının anlatılması, isim ve sıfatlar ilmini iyi bilen Hz. Nebî'den zâhiri îtibâriyle sâdır olmuştur ki, o isimlerin târîfi Hak yolunda vücûdunu bezleden kerîm ve mutmainne olan nefsin huyudur. O sevgilinin nefsi Hakk'ın isim ve sıfatlarıyla ahlâklanmış olup, bütün sıfatları, Hakk'ın sıfatlarını etraflıca bildirici idi.

554.     مَثاني مُناجاةٍ معاني نباهَةٍ

            مغاني مُحاجاةٍ مَباني قَضيّة

O İlâhî isimler kulun Rabbe münâcâtının tekrârıdır (mesânî).

[Meselâ yâ Kâbıd ve yâ Bâsıt, yâ Hâfıd ve yâ Dâfi', yâ Muizz ve yâ Müzill gibi ki bunlarda tezâd ve tekâbül olduğundan dolayı "mesnâ" kelimesi kullanılmıştır.]

O İlâhî isimler, şeref ve efendilik mânâsı, izzet ve şan güzelliği muammâ ve esrar menzilidirler. Bunları ise ilimde rüsuh sâhibi olanlar bilir, eşyânın hakikatlerini tanıyanlar onlara vâkıf olabilirler. Yine o isimler îman ve irfan hükümlerinin temelleridir.

555.     وتَشريفُها من صادِقِ العزمِ باطناً

            إنابَةُ نفسٍ بالشّهود رضيّة

Bâtın îtibâriyle bu İlâhî isimlerin şereflenmesi, o kâmil ve mükemmil olan şeyh-i vâsıldan sâdır olmaktadır; bu ise Rabbinin şühûduna râzı olan nefsin inâbetinin [nefsin günahları terk ile Hakka dönüş ] neticesidir.

556.     نجائِبُ آيَاتٍ غرائبُ نُزهَةٍ

            رغائبُ غاياتٍ كتائِبُ نَجْدَة

O şerefli isimler, kerîm âyetler, mübârek alâmetler, şaşılacak ferahlıklar ve hayret veren zuhûrlardır, son derecede beğenilen ikram ve ihsanlardır, din düşmanları üzerine yürüyen şecâat askerleridir, saldırı ve kuvvet ordusudur.

557.     فللَّبْسِ منها بالتَعَلّقِ في مَقا

            مِ الإسلامِ عن أحكامِهِ الحِكَميَّة

Beden ve sûretin o isimlere bağlılığı sebebiyle, insan bedeni için o isimlerin faydalarından ve eserlerinden İslâm makamında ve İslâm'ın hikmetli ahkâmını tecâvüz etmeksizin, şer'î hükümlerden bereketler hâsıl olması söz konusudur.

558.     عقائقُ إحكامٍ دقائقُ حِكْمَةٍ

            حقائقُ إحكامٍ رقائقُ بَسْطَة

[Oruç, kıyam, namaz, zekât vs. sünnetler ve vâcibler gibi.] Ayrıca dînî hikmetin herkesin idrak edemeyeceği yönleri vardır. Ahkâm-ı ilâhîyyenin hakîkatleri vardır, rekâiki [İnce ve nâzik olan şeyler] ve sonsuz lezzeti vardır.

559.     ولِلْحٍسّ منها بالتحقّقِ في مقا

            مِ الإيمانِ عن أعْلامِهِ العَمليّة

[O isim ve sıfatların faydalarından ve eserlerinden, zâhirî ve bâtınî hâsselerin îman makamında o isimlerle ahlâklanması sebebiyle,] amele âit îman esaslarını tecâvüz etmeksizin, o hasseler için zikir mâbedleri hâsıl olur. Yâni Hakk'ın isim ve sıfatlarının zikredildiği makamlar ve menziller hâsıl olur.

560.     صوامِعُ أَذْكَارٍ لوامعُ فِكْرَةٍ

            جوامِعُ آثار قوامعُ عِزَّة

Veya "savâmi'"dan murad mahlûkat olabilir.

İlâhî zikirlerin mâbedleri demek olan mahlûkâtın sırları hâsıl olup, ayrıca şunlar da vardır: O zâhirî ve bâtınî hasseler için fikir parıltıları vardır. Yâni fikir kuvvetinin nurları hâsıl olur. İsim ve sıfatların eserlerinin toplulukları vardır ki bunlardan murad, zâhirî ve bâtını hislerle idrak olunan zâhir ve bâtın nimetleridir. O hasseler ve isimlerden izzet ve kudretin kahredici vasfı hâsıl olur ki, nefsin kibrini şeytanın kudretini, münkirlerin gücünü ve kuvvetini kahreder.

561.     وللنّفسِ منها بالتخلّقِ في مَقا

            مِ الإِحْسَانِ عن أنبائِه النَبويّة

O isim ve sıfatların eserlerinin faydası olarak nefs-i nâtıka için şurıların hâsıl olması da söz konusudur. Nefs-i nâtıkanın, "ihsan" makamında; isim ve sıfatların hakikatleriyle mütehakkık olması sebebiyle, ihsan makamını ve Hz. Nebî'ye âit haberlerin gerektirdiği şeyleri tecâvüz etmeksizin hâsıl olacak ilâh!

562.     لطائفُ أخبارٍ وظائفُ مِنْحَةٍ

            صحائِفُ أحبارٍ خلائفُ حِسْبة

Haberlerin latîfeleri, rûhî eğlenceler vardır. Ayrıca rahmânî ve rabbânî bağışlar, Allah'ı bilenlere âit sahîfeler ve İlâhî sırların bilgileri vardır. Ve tedbîrin halîfeleri vardır.

Yâni kendi tedbîrinin makamına İlâhî tedbirler halîfe olur, böylece her işi Hakk'ın tedbirleriyle olmuş olur.

563.     وللجَمعِ من مَبْدَا كأنّك وانتهى

            فإن لم تكُنْ عن آيَةِ النظريّة

İnsanın hakîkat-i camiası için, [sanki O'nu görüyormuşçasına] başlangıcından           [her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da] manasının sonuna kadar o İlâhî isimlerin faydaları ve eserleri vardır.

[Yâni müşâhede makamının başlangıcından sevgi makamının nihâyetine kadar bu söz konusudur. Müşâhede makamının başlangıcından murâkabe mertebesinin nihâyetine kadar insan rûhu için, görünür şekilde, müşâhede makamının ve murâkabe mertebesinin nazar ve şühûda âit alâmetlerini görmektir.]

O alâmetler ve nazarî delillerden murad (Fussılet, 41/53). "Onlara âyetlerimizi ufuklarda ve kendi içlerinde göstereceğiz. Böylece onun gerçek olduğunu anlayacaklardır".

564.     غُيُوثُ انفعالات بُعوثُ تنَزّهٍ

            حُدوثُ اتصالات لُيوثُ كتيبة

Guyûs-i infiâlât vardır, yâni öyle tecellî yağmurları vardır ki aşığın nefsine, müşâhede ve murâkabe makamları arasında indiği vakit, aşığın nefsi hayret, dehşet, şaşkınlık, sarhoşluk, ferah, sevinç vb. hallerden dolayı ondan münfaıl ve müteessir olur.

Yine buûs-i tenezzüh vardır. Yâni ferahlık ordusu, sürür askerleri ve şîrinlik sevinçleri ona tâbî olur ve onu tâkip eder.

Hudûs-i ittisâlât hâsıl olur. Yâni iki makam arasında aşığın rûhuna külli isimlerin ve İlâhî sıfatların bitişmesi hâsıl olur ki müşâhede ve murakâbeden önce bu hal ve bu ittisal vâki olmamıştır.

Yine onun esmâ-i ilâhiyye askerlerinin arslanları vardır ki, onun rûhuna imdad ve muâvenet eder ve o Allah askerlerinin yardım ve muzaheretiyle nefis ve şeytan arzusuna gâlip olur.

İlâhi isimlerin arslanları "Kavı", "Kadîr" ve "Kâhir" isimleridir ki, bunlar kuvvet ve üstün-lükte isimler ordusunun arslanlarıdır.

565.     فمرجِعُها للحِسّ في عالمِ الشها

            دةِ المُجْتَدِي ما النفسُ منّي أَحسّت

İlâhi isimlerin şehâdet âleminde, bağış ve menfaat isteklisi olan mahsus şeyler için mercii, nefsimin zâtımdan his ve idrak ettiği şeydir.

[Nefsimin idrak ettiği şey dört nevi üzeredir:

Birincisi Kitab ve sünnetten hâsıl olan ibârelerin fasılları ve şer'i emirlerle hükümlerdir. Bunlar nebî ve velîlerin sözüdür ki lisâna mahsustur.

İkincisi, İlâhî hayata ulaşmaktır ki rahmânî füyûzattır; ondan kişilere ve zatlara hayat ve canlılık gelir ki işitme-ye mahsusdur.

Üçüncüsü İlâhî işâretlerin hâsıl olmasıdır ki görmeye mütealliktir.

Dördüncüsü küllî bağışların asıllarıdır ki zâhirî ve bâtınî nimetlerden bütün zâhirî ve bâtınî duyular üzerine şâmil olmuştur.]

Nefs ilk olarak mahsüsâtı ihsas etmese isim ve sıfatlara ve mânevî hediyelere vâkıf olamaz. İşte o İlâhî isimlerin bu şehâdet âleminde mercii ki hislerdir, nefs-i nâtıka onu hislerden duyar ve idrak eder.

566.     فُصُولُ عِباراتٍ وُصولُ تحيّةٍ

            حُصولُ إشاراتٍ أُصولُ عطيّة

Meselâ dinleyen kimse lügat ve kelimeleri işitmese sözden anlaşılan ilim ve mârifetlere vâkıf olamaz. Yine bakan kimse yazılı söz ve harflere veya hissedilen şeylere bakmasa onlara konulmuş olan mânâlardan ve sırlardan bir şey idrak edemez. Demek ki duyulan şeylerin (mahsûsat) idrâki hislerle olur, eşyânın iç yüzünün idrâki ise bâtın hislerle olur.

567.     ومطلِعُها في عالَمِ الغيْبِ ما وَجَدْ

            تُ مِنْ نِعَمٍ منى عليّ استجدّت

Esmâ-i ilâhı güneşlerinin gayb âlemindeki yerini ben yeni nimetlerden benim zâtımdan benim üzerime gelen yeni nimetler olarak gördüm. Benden bana yenilenen bu nimetleri, gayb âleminde isimlerin doğuş yeri olarak gördüm.

568.     بشائِرُ إقرارٍ بصائرُ عَبرَةٍ

            سرائرُ آثارٍ ذخائِرُ دعْوَة

O, Hakk'ın vahdâniyetine îman ve ikrar müjdesidir; o, eserden müessirin, sanattan Sâni'ın [yaratıcının] kendisiyle bilindiği ibret basiretidir.

[Zîrâ Sâni'ın vücûduna muttali olmak, Hâlik'ın isim ve sıfatlarına vâkıf olabilmek, îmansız ve basiret nûru olmaksızın mümkün değildir. O eserlerin sırlarıdır, davetin azıklarıdır. ]

Yâni enbiyânın da'veti için îman ve İslâm azığıdır ki Allah Teâlâ kulların kalbinde onu biriktirmiştir.

569.     وموضِعُها في عالمِ المَلَكوتِ ما

            خُصِصْتُ من الإِسرا بة دون أُسرتي

Yüce melekût âlemindeki isimlerin yeri öyle yüksek bir mertebedir ki, o mertebeye zâhirî ve bâtını hislerim değil benim zâtım tahsis olundu, çünkü Cenâb-ı Hakk benim sırrımı o mertebeye geceleyin götürdü (isrâ).

570.     مدارسُ تنزيلٍ مَحارسُ غِبْطَةٍ

            مغارِسُ تأويل فوارِسُ مِنعَة

Tahsis olunduğum o yüce mertebe Kur'an hakikatleri ve mânâlarının okulları, ilim ve irfan öğretilen yerlerdir. O mertebe gıbta ve hasedden korunmuş, ulaşılması imkânsızdır. Orası mânâ ve te'vil fidelerinin dikildiği yerdir, nefsânî âfetlerden ve şeytânı ilkâlardan muhâfaza edilmiş durumdadır.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar