Kasidei Taiyye ve Türkçesi 2. Kısım
"Divan'ül Fârid"
251. وتَظْهَرُ للعُشَّاقِ في كلّ مَظْهَرٍ
من اللَّبْسِ في أشْكالِ حُسنٍ
بديعة
Sevgilim her bir şeyde
elbise ve perdenin arkasından güzellik ve cemâlin zâtı olan fevkalâde
şekillerde hoş ve güzel sûretlerde âşıkların gözüne görünür. Sevilen ve âşık
olunan her güzel şekil ve hoş sûret, hakîkatte kendi mükemmel güzelliğinin
parıltısıdır ki, âşıkların gözünden yine onu temâşâ eder.
252. ففي مَرَّةٍ لُبْنَى وأخْرى بُثَيْنَة
وآوِنَةً تُدْعَى بعَزَّةَ
عَزَّتِ
Sevgilim bâzen Lübnâ
şeklinde Kays'a görünür, başka bir zaman Büseyne şeklinde, bâzen de Küseyyir'in
gözünde büyük değer taşıyan Azzete ismiyle anılır. [Muhtelif sûret ve şekillerde
görünen yine biricik kendisidir.]
253. وَلَسنَ سِواها لا ولا كَنَّ غَيرَها
وما إن لها في حُسنها من شَريكةِ
İsimleri zikredilenler
hakîkî sevgilimden başka değillerdir. Onların güzellikleri onun güzelliğinden
ayrı değildir. [Belki de bunların hepsi onun güzelliğinin mazharı ve
aynasıdır.] Ve sevgili için güzellikte bir ortak yoktur, [başkalarının
güzelliği onun güzelliğinden ödünç alınmadır.]
254. كذاكَ بحُكْمِ الاتّحادِ بحُسْنِها
كما لي بَدَتْ في غيرِها
وتزَيَّتِ
Nasıl ki Sevgilim,
sevgililerin görünüşünde zâhir oluyor ve onlarla birliği varsa, onun
sevilmeyenlerdeki güzellik zuhûru [ onların şeklinde temessülü gibi], birleşme
hükmüyle ben de onlara göründüm.
255. بدوْتُ لها في كُلّ صَبٍ مُتَيَّمٍ
بأيّ بديعٍ حُسْنُهُ وبأيَّةِ
[Sevilen ister erkek ister
kadın olsun,] âşıklar kimi severse sevsinler onların hepsinin üzerinde görülen
güzellikler, birleşme hükmü îtibâriyle benim. [Hakikate bakılırsa aşk, âşık ve
mâşuk bir olduğu görülür, kendi cemâline âşık ve hayran olan yine kendisidir.]
[Beyt: O’nun cemâli yüzbin
tane yüze sahip olduğu için, her zerrede başka bir yüz oldu. Sonunda her
zerreye, kendi cemâlinden başka bir yüz gösterdi Dost.]
256. وَلَيسوا بغَيري في الهوَى لتَقَدّمٍ
عليَّ لِسَبْقٍ في اللَّيالي
القَديمةِ
[Bu beyit soruya cevap
gibidir. Dedin ki, bütün âşıklarda zâhir olan benim. Aslında bütün mâşuklarda
zâhir olan sevgilidir. O halde senin vücûdundan önceki âşıklara ne dersin?]
Benim maddî vücûdumdan önce
gelen âşıklar, birçok zaman evvel gelmiş olmaları dolayısıyla yâr sevgisinde
benden başka değillerdir. Zîrâ iki vücuddan birinin ötekinden önce gelmesi bu
iki vücud arasında uzaklık ve başkalık olmasını gerektirmez.
257. وما القَومُ غَيري في هَواها وإنَّما
ظَهَرْتُ لهمْ لِلَّبْسِ في كل
هيئَةِ
Yâni âşıklar ve şaşkın hâle
gelmişler topluluğu benim sevgimde benden başka değillerdir. Ve hakîkaten
bunların vücûdunda her hey'et ve sûrette benzeyiş ve gizlenme için zâhir olan
benim.
258. ففي مَرْةٍ قَيساً وأخرَى كُثَيّراً
وآوِنَةً أبدو جَميلَ بُثَيْنَةِ
Ben bâzen Kays şeklinde
göründüm ve Lübnâ'ya âşık oldum. Başka bir zaman Küseyyera şeklinde görünüp
Azzete'nin cemâline hayran oldum, bâzen de Büseyne'nin âşıkı Cemil olarak
göründüm.
259. تجَلَّيْتُ فيهمْ ظاهراً واحْتَجَبْتُ با
طِناً بهم فاعْجَبْ لِكشْف بسُترة
Ben bu âşıkların vücudlarında
zâhir olarak âriflere tecellî eyledim ve bunların sûretiyle bâtın olarak
gizlendim ve perdelendim ki gaflet ehli ve kesret erbâbı bunları benden başka
sanırlar. Ey Hak yolunun sâliki benim gizlilikle birlikte zuhûruma şaşmaz
mısın? Zîrâ zuhûr ve bütün birbirine zıddır, bilhassa tek halde olunca
(bunlardan biri bulunup diğeri bulunmayınca) şaşkınlık konusu olur.
260. وهُنّ وهُمْ لا وهْنَ وهْمٍ مَظاهِرٌ
لنا بتَجَلِّينا بحبٍّ ونَضْرَة
Meşhur sevilmiş kadınlar,
zikredilen ve edilmeyen şevk dolu âşklar, kendilerine sevgiyle, güzellikle
tecellî ettiğimiz için zaaf, vehim ve galat söz konusu olmaksızın hepsi bizim
görüntülerimizdir. Yâni aşk ve sevgiyle âşıklara tecellîmiz ve güzellik ve
letâfetle de sevgililere tecellîmiz olduğundan bunların hepsi gerçekte bizim
zuhurumuz başkası değildir.
261. فكُلّ فَتى حُبٍّ أنا هُوَ وهيَ حِبْ
بُ كلّ فَتىً والكُلّ أسماءُ
لُبْسة
Hal böyle olunca, sevdiğimiz kadınlar ve âşıklar bizim
mazharımız olunca, bu durumda sevgi sahibi olan her seven ve tâlib olan benim
ve ben oyum.
Sevgilim ise bütün âşıkların ve gençlerin sevgilisidir,
Sevenler ve sevilenlerin hepsi kendileriyle gizlenilen örtü ve elbiselerdir.
262. أسامٍ بِها كُنْتُ المُسمَّى حَقيقَةً
وكنتُ ليَ البادي بِنَفْسٍ
تخَفَّت
O isimler elbisesi
sebebiyle ben hakîkaten müsemmâ [isimlendirilen] oldum ve vahdet-i zâtımla
örtülen, sıfatlarımın cem'iyyetiyle gizlenip perdelenen nefsle ben bana zâhir
oldum. [birleşme cihetinden ve hakîkate nazaran, seveler ve sevilenlerin hepsi
şahısları ve isimleri benim isimlerim ve işlerimdir, başka değildir.]
263. وما زِلْتُ إيَّاها وإيايَ لَم تَزَلْ
ولا فَرْقَ بل ذاتِي لذاتي
أحَبَّتِ
Dâimâ ben O'yum; ben o olmaktan ve o ben olmaktan zâil
olmadım, aramızda fark yoktur, belki de zâtım zâtımı sevdi.
264. وليس معي في الملك شيىءٌسِواي وال
مَعيَّةُ لم تخطُرْ على
ألْمَعِيَّة
"Maiyyet/Beraberlik.
Arkadaşlık" iki kısımdır. Biri zatla maıyyet, öteki sıfatlarla maıyyettir.
Zatla maıyyet memnû'dur. Zîrâ ortaklık ve hulûlü gösterir. Sıfatlarla maıyyet
câizdir.
265. وهَذي يَدي لا إنّ نَفْسي تَخَوَّفَتْ
سِوَاي ولا غيري لخيري تَرجَّتِ
İşte benim elim; [yemîn
eder, bîat ederim, ahdimi bozmayı kendime büyük noksan bilirim; maiyyeti
nefyettiğime ve ikiliği kaldırdığıma dâir sözümde sâdıkım.] Maiyyeti nefyetmem,
[hulûl ve ikiliği kaldırmam] nefsim başkasından korktuğu veya başkasından bir
şey umduğu için değildir ki bana bu hususta bunlardan bir büyük iyilik isâbet
etsin.
266. ولاذُلُّ إخمالٍ لِذِكري توَقَّعَتْ
ولا عِز إقْبالٍ لِشكري تَوَخَّت
Nefsim başkasından korktuğu
veya başkasından bir şey umduğu için değildir ki bana bu hususta bunlardan bir
büyük iyilik isâbet etsin: Yine insanlar arasında ismimin unutulup kaybolması
zilletinden korktuğu için de nefsim böyle bir şey yapmadı; halkın bana övgüsü
dolayısıyla, onların kabul ve ikbâli şerefini de aramış değildir.
267. ولكنْ لِصَدِّ الضّدّ عن طَعْنهِ على
عُلا أولياءِ المُنْجدينَ بنَجدتي
Lâkin ben, zıd görüşlü ve
muhâlif olanların, evliyânın büyüklerini kötüleyip ayıplamalarına mâni olmak
için hulûl ve beraberliği nefyedip birleşme ve birliği isbat konusunda ahd ü
bîatte bulundum. O büyük evliyâ ve asfiya ki duâ ve himmetleriyle, hâcetlerin
yerine gelmesinde ve belâların def'inde halka yardımcıdırlar. [Ayrıca Hakk'ın
bana verdiği benim şecâat ve kuvvetimle de bu işler olur ve ben bu mânevî
kuvvetle bunlara yardım ederim.]
268. رَجَعْتُ لأعمال العبادةِ عادَةً
واعدَدْتُ أحْوَالَ الإرادةِ
عُدتي
Ben ne zaman son mertebemin
zirvesinden başlangıç çukuruna döner ve inersem, [âdet için başlangıç hâlindeki
dostları irşad maksadıyla nâfile ibâdetlere dönerim.] İrâde ahvâlini vuslat ve
yakınlık âleti ve vahdeti müşâhede sebebi olarak hazır vaziyete getiririm. [Ki
bunlar hidâyet ehlinin vazifesidir. Gerçekte benim bu amellere ve hallere
ihtiyâcım yoktur. ]
Hz. Mevlânâ buyurur: [Ben
nurlara dolmuş, garkolmuş bir güneşim. Kendimi nurdan ayır edemiyorum. O
halvete girmem, namaz kılmam, halka öğretmek için. Mesnevî-i Şerif, III,
2408-2409]
269. وعُدتُ بنُسكي بعد هتكي وعُدتُ من
خَلاعَةِ بَسْطي لانْقباضٍ بعفَّة
Allah'ın haramlarını yırttıktan sonra ben
ibâdetime sığındım, bastımla [genişliğim/ferahımla] ilgili olan izardan [göğüs
elbisemden] soyunmadan takvâ ve iffet sebebiyle olan kabz [sıkıntı/tutukluluk]
hâline döndüm.
270. وصُمْتُ نَهارِي رغبةً في مَثوبَةٍ
واحْيَيْتُ لَيلي رَهبةً مِن
عُقوبَةِ
Bidâyet ehlinin [çocukların]
yaptığı gibi, ben karşılık olarak verilecek nimetlere rağbet ettiğim için
gündüzlerimi oruçlu geçirdim, uhrevî cezâlardan korktuğum için geceleri namaz
kıldım.
271. وعَمّرْتُ أَوْقَاتي بِوِرْدٍ لِوَارِدٍ
وَصمْتٍ لسَمْت واعتكاف لحرمة
Değerli vakitlerimi, İlâhî
vâridat ve rabbânî ilhamlar için vird ile geçirdim. ["Vâridât evrâdın
semeresidir" denilmiştir.] Vakarlı olmak ve kötülüklerden dili korumak
için vakitlerimi zikirle geçirdim. Aynı şekilde iyilerin yoluna uymak için
îtikâfla geçirdim.
272. وبِنتُ عنِ الأوطانِ هِجران قاطعٍ
مُواصَلَةَ الإِخوانِ واخترتُ
عُزْلتي
Ben dostlara kavuşmayı ve
kardeşlerimle berâberliği kesip atmış kimsenin ayrılığı gibi, vatanımdan
ayrıldım ve halvet ve uzleti seçtim.
273. وَدَقَّقْتُ فِكري في الحلالِ تَوَرُّعاً
وراعَيتُ في إصْلاحِ قُوتيَ
قوَّتي
Ben fikrimi ve nazarımı
helâli isteme husûsunda vera' sebebiyle çok ince hâle getirdim.
Ben yemeği ancak nefsimin
ibâdet vazifelerini yerine getirmesine yetecek kadar yedim. [Ondan başkasını
Allah yolunda infak ettim.]
[Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem vera' hakkında şöyle buyurdu: "Değer
bakımından vera'a denk bir şey yoktur."
Sıddîku'l-Ekber
(radıya'llâhu anh): "Haramdan bir kapıya uğrarım korkusuyla, helâle âit
yetmiş kapıyı terk ettim"]
274. وانفَقْتُ من سُتْر القَنَاعَةِ راضياً
منَ العيْشِ في الدنيا بأيسرِ
بُلغة
Ben kanaat hazînesinin
zenginliğinden râzı olarak kâfi mikdarda dünyâ maişetini az bir şeye infak
ettim. Az şeyle iktifâ, nefsin hazzı olmayıp, onun hakkıdır,
["Nefsin senin
bineğindir, ona iyi davran" hadîsi bu hususta vârid olmuştur.]
275. وهَذَّبتُ نفسي بالرياضة ذاهباً
إلى كشفِ ما حُجبُ العوائدِ غطَّت
Nefsimi riyâzet ve mücâhede
ile kötü fiillerden, zâtımı kirli ve alçak işlerden temizledim; bunu, nefsânî
haz perdelerinin veya cismânî âdetlerin örttüğü hakikatin keşfine götürücü
olarak yaptım.
276. وجَرَّدتُ في التجريد عزْمي تزَهُّداً
وآثَرْتُ في نُسكي إستِجابةَ
دَعوتي
Ben zâhidlik gâyesiyle
maddî ve mânevî alâkaları yok etme husûsundaki azmimi ve kasdımı dünyâ ve
içindekileri terk etmede hâlis kıldım. İbâdet ve tâatımda duâmın kabûlünü
istedim. Yâni bu ibâdetleri seçmekle duâmın kabûlünü murad ettim.
277. متى حِلْتُ عن قولي أنا هيَ أو أقُلْ
وحاشا لمثْلي إنَّها فيَّ حَلَّتِ
"Ben oyum ve ondan
başka değilim, ikilik ve başkalık yoktur" sözümden ve "Şüphesiz o sevgili
bana hulûl etti" deyişimden ne zaman ayrılırsam, ben o illetli ve bilinen
ibâdetlere dönerim. Hâşâ ki, bizim gibi birlik ehli, birlik ve birleşme
sözünden ayrılsın ve "bana Hakk hulûl etti desin" ve az önce
anlatılan biçimde ibâdet etsin!.
278. ولَسْتُ على غَيْبٍ أُحيلُكَ لا ولا
على مُستحيلٍ موجبٍ سَلْبَ حيلتي
Ey âşık durumunda olan, ben
ki, bu hulûlü nefyettim ve birleme ve karışma dâvâsında bulundum. [Ben seni bu
hususta anlayışı kıt ve ilmi az olan perdeli vaziyetteki zâhir ehli gibi] gâib
bir şeye veya belirsiz bir işe havâle etmiyorum. Yine seni, benim gücümü
kudretimi ortadan kaldıracak olan imkânsız bir işe de havâle etmiyorum.
279. وكيفَ وباسْمِ الحق ظَلَّ تحَقُّقي
تكونُ أراجيفُ الضَّلالِ مُخيفَتي
Bana yalancı dalâlet haberlerini
nisbet etmeleri ki kasdedilen karışma ve birleşmedir, nasıl olur da beni
korkutucu olur?
Veya:
Nasıl olur da dalâlet
ehlinin kuruntu haberleri beni korkutur? Ben Hakk'ın ismiyle muttasıf oldum.
Dalâlet ehlinden murad, şekilciler ve anlayışlı olduklarını sananlardır ki,
bunlar ilimlerin hakikatinden habersiz bulundukları için ehlüllaha hulûl ve
ittihad [karışma ve birleşme] isnad ederler.
280. وها دِحيَةٌ وافى الأمينَ نبيَّنا
بصورَتِه في بَدءِ وَحْيِ
النّبوءةِ
Şu husûsu hulûl ve ittihâdı
nefyetmek şeklindeki dâvâsına delil olarak ileri sürdüler. Hayal ve vehimle
perdelenmiş olanlar bu fevkalâde misalle meseleyi anlasınlar ki;
281. أجبريلُ قُلْ لي كان دِحيَةُ إذ بدا
لِمُهْدي الهُدى في هيْئَةٍ
بَشَريَّة
Hz. Cibril'in Dıhye
şeklinde zuhûrundan Dihye'nin vücûduna hulûl etmesi ve onunla birleşmesi icab
etmez; Nübüvvetin başlangıcında,
risâletini edâ etmekte iken bizim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme
Cebrâil Dıhye sûretine bürünmüş olduğu halde geldi.
[Ey Hakk'ın tecellîsini
inkâr eden kimse, söyle bana; Cebrâil, yol gösterici olan Peygamber'e beşer
sûretinde ve Dihye şeklinde göründüğü vakit Dihye-i Kelbî mi oldu?
Bilinmelidir ki Cebrail
Dihye-i Kelbî olmadı. Zîrâ Dihye-i Kelbî o sırada ya evinde veya ticârette
bulunuyordu. Cebrail Dihye olmadığına göre, demek ki Cenab-ı Hakk'ın kul
sûretinde zuhûrundan dolayı kul olması ve kul sûretine hulûl edip onunla
birleşmesi lâzım gelmez. Belki temessül ve telebbüsü lâzım gelir, aşağıda
geleceği üzere "telebbüs/İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. *
Örtülü olmak " ve "temessül/Benzeşmek. Cisimlenmek." câizdir.
282. وفي عِلمِه عن حاضريه مزِيَّةٌ
بماهيّةِ المَرْئيّ من غيرِ
مِرْية
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellemin ilminden, Cebrâil'in mâhiyeti hakkında, şekli olmaksızın ve
görmeksizin, hazır olan ashâb-ı kiramdan görünmesinden daha fazlası ve üstünü
vardır.
283. يَرَى مَلَكاً يوحي إليه وغيرُهُ
يَرى رَجُلاً يُدْعَى لَدَيْهِ
بِصُحبة
Zîrâ o Peygamber, kendisine
vahyeden meleği görürdü; Peygamber'den başkası ise onu insan olarak görürdü, bu
da onu Resûl'le sâbit olan sohbetine riâyeten olurdu.
284. ولي مِن أتَم الرّؤيَتينِ إشارةٌ
تُنَزِّهُ عن رأيِ الحُلولِ
عقيدتي
Benim hulûl ve ittihâdı
nefyettiğim iddiada Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ile ashâbın
görmesinden işâret vardır. Öyle bir işâret ki hulûl ve birleşme görüşünden
benim inancımı tenzih eyler.
[En doğru görme Peygamber
(salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in görmesidir, zîrâ görülenin hakikati ona
açıktır, başkalarına örtülüdür. Çünkü o Cebrâil'i görürdü, hazır olanlar
Dihye-i Kelbî'yi görürlerdi. İşte ârifler de bütün mazharlarda hulûl ve
ittihadsız Hakk'ı müşâhede ederler, bilhassa kendi zatlarında. Lâkin cihânın
nâ-mahremleri bu irfan ve iz'andan/Basiret. Anlayıştan mahrumdurlar.]
285. وفي الذكرِ ذكرُ اللَّبْس ليسَ بمُنكرٍ
ولم أعْدُ عن حُكمَيْ كتابٍ
وسُنَّة
Ey birlik sırlarını inkâr
eden, Kur'ân-ı Kerim'de, Hakk'ın bu sûrette telebbüsü zikretmesi, münker ve
merdud değildir. Belki âyetlerle ve hadislerle sâbittir. ve ben Allah'ın
kitâbının ve Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellemin sünnetinin hükümlerini
çiğnemedim.
[Birinci olarak Kur'an'daki
âyetlerden biri Mûsâ (aleyhisselâm)'ın kıssasında geçmektedir ki, ona ateş
şeklindeki bir ağaçtan tecellî buyurmuştur: (Kasas, 28/30). "Oraya gelince
mübârek bölgede vadinin sağ tarafındaki ağaçtan kendisine: Ey Musa şüphesiz ben
âlemlerin Rabbi olan Allah'ım diye seslenildi"]
286. مَنَحْتُكَ علماً إن تُرِدْ كشفَه فرِدْ
سبيلِي واشرَعْ في اتِّباعِ
شريعتي
Ey âşık ben sana büyük bir
ilim verdim ki o birlik ilmidir. Eğer sen vicdan ve muâyene yoluyla bu ilmin
keşfini istersen benim yoluma dâhil ol ve şerîatime uymaya başla ki bunlar Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin yoludur.
[Şerîati kendi nefsine
nisbet etmesi makam-ı Muhammedîden hikâye yoluyladır. Veya kendi zamanında Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin makamına kâim olduğu içindir. Zîrâ (Kavmi
içinde şeyh, ümmeti içinde peygamber gibidir). O bakımdan şerîat sahibi
olmasını kendisine isnad eylemesi câizdir. Veya "şerîatim" demekten
murad, kendilerinin tarîkati olabilir ki bu da şerîat-i Muhammedînin
hulâsasıdır.]
287. فمَنْبعُ صدِّي من شرابٍ نقيعُهُ
لَديَّ فدَعْني من سَرابٍ بقيعة
Ey âşık, ben sana emsalsiz
bir ilim olan birlik ilmini verdim, eğer bu ilmin keşfini arzû edersen benim
yoluma gir. Zîrâ tatlı suyun membaı bir şaraptandır; o tatlı su ki, pınarı
benim katımdadır.
288. ودُونَكَ بحراً خُضْتُهُ وقَف الأُلى
بساحلهِ صَوناً لَمَوضعِ حُرْمتي
Ey âşık, benim daldığım
öyle bir denizdir ki evvelki velîler ve geçmiş ârifler onun sâhilinde benim hürmetimi
korumak ve tâzim mevkime riâyet için durakladılar. Zîrâ tam verâset her uluya
müyesser değildir. Havâss hattâ havâssın havâssı bu denize dalamazlar. Meğer ki
gavs-i ekber ve çok sevilen iftihar edilenlerden saâdet sâhipleri olsun.
289. ولا تقْرَبوا مالَ اليتيمِ إشارةٌ
لكَفِّ يدٍ صُدَّتْ له إذ
تصَدَّتِ
Ey eziyetlerle dolu âşık,
(En'am, 6/152). "Yetimin malına ancak en iyi bir şekilde yaklaşın"
âyetinde o mala saldırdığı vakit nâ-mahrem elinin men' edilmesine işâret
müjdesi vardır.
[Mevcûdât sadefinde bir
tâne ve yegâne olan Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bir dürr-i
yetim ve cevher-i azimdir.]
[ Hz. Mûsa (aleyhisselâm), bu mertebeyi ve bu görmeyi
Hakk'tan ricâ edip dedi ki: (Rabbim zat olarak bana kendini göster), "Ben
sana bakayım" Bu tecellî Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme mahsus
olduğundan "Beni göremezsin" hitâbıyla men' olundu. Rivâyet edilir
ki, bayıldıktan sonra ayılıp kendine gelince Cenâb-ı Hakk'tan şöyle hitab
buyruldu: (Ey Mûsâ, bu senin için değildir. Bu, senden sonra gelecek olan
Yetîm'indir). Mûsâ bu mânâyı anlayınca tevbe ve inâbete yönelip dedi ki: (Araf,
7/143). "Ya Rabbi, münezzehsin. Sana tevbe ettim, ben inananların
ilkiyim" Yâni ben seni bu rü'yetle görmeden ve sana vâsıl olmadan seni
tenzih ederim, anlaşıldı ki, o kimseye bu mertebeyi müyesser ve mahsus kıldın
ve ben heves ettiğim mertebeden döndüm. Ben bu mertebenin Hz. Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve selleme mahsus olduğuna inananların ilkiyim, dedi.
290. وما نالَ شيئاً منهُ غيري سوى فتىً
على قَدَمي في القبضِ والبسطِ ما
فتي
O birlik denizinden ve
benzersiz makamdan verâset yoluyla, benden başka bir kimse bir şeye nâil ve
vâsıl olamadı. Meğer ki fiitüvvet sâhibi ve mürüvvete mazhar olan müstesnâdır;
o fütüvvet sâhibi ki kabzda ve bastta, celâl ve cemâlde, zevk ve hâlde uyma
yoluyla ayağını ayağımdan ayırmadı; [kahır ve lütuf nezdinde müsâvi olup benim
gibi zat ve sıfatlarını Hakk'ın zat ve sıfatlarında yok eti.]
[Bu durumda o kâmil de
benim vâsıl olduğum ahadiyyet mertebesine ve makâm-ı Muhammedi'nin sırlarına
vâsıl olur.]
291. فلا تَعْشُ عن آثارِ سَيريَ واخْشَ غَيْ
نَ إيثار غَيري واغشَ عَينَ
طريقتي
Durum bu ise, ey âşık sen
de benim seyrimin eserlerinden makam ve menzilimin sırlarından yüz çevirip
onları görmezlikten gelme. Benden başkasına uymanın hicâbından kork ki, benden
başkasına uymak hak dahi olsa benim yoluma gel ki, bu yol Hz. Risâletpenâh'ın
yoludur.
292. فؤادي وَلاها صاحِ صاحي الفؤادِ في
ولايةِ أمري داخلٌ تحتَ إمرتي
Ey kalbi temiz olan
arkadaşım, o sevgilinin aşk vâdîsi [ (Al-i İmran, 3/31). "Eğer Allah'ı
seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin" gereğince] benim
ülkemdedir, benim mülküme ve tasarrufuma dâhildir. Bana tam bir şekilde ittibâ
olmadıkça Hakk'a sevgi sahih olmaz.
293. ومُلْكُ معالي العشقِ مُلكي وجندي ال
مَعاني وكُلّ العاشقينَ رعيَّتِي
Ey âşık, aşk ve sevginin
yüce memleketi benim tasarrufum altındadır. Benim askerim İlâhî tecellîden
hâsıl İlâhî mânâlar ve rabbânî hakikatlerdir. Bütün Hakk âşıkları benim
tebeamdır ve benim tasarrufum altında mahkûmlardır.
294. فنى الحبّ ها قد بنتُ عنهُ بحُكم مَن
يَراهُ حِجاباً فالهوى دونَ
رُتبتي
Ey âşık, ben sevginin fenâ
bulduğu bir mertebedeyim. Ben o sevgiden ayrıldım, [fakat bu mutlak değildir,]
sevgiyi hicab gören kimsenin sebebiyledir. Hal böyle olunca sevgi ve arzu benim
mertebemden aşağıdır.
[Zîrâ sevgi sıfattır ve
sıfat zâtın hicâbıdır. Kezâ aşk bir seven bir de sevileni ister, dolayısıyla
ikiliği gerektirir. Benim ulaştığım ahadiyyet mertebesinde ise ikilik ortadan
kalkmıştır. Bu mertebede seven sevilenin aynı, sevilen de sevenin aynıdır.]
295. وجاوزتُ حدَّ العشقِ فالحبّ كالقلى
وعن شأوِ مِعراجِ اتِّحاديَ
رِحْلتي
Ben aşk ve sevginin
sınırını da geçtim, o yüzden bana şimdi sevgi, buğz ve düşmanlık gibidir. Her
ne kadar sevgi bütün mertebelerden yüksek ise de, ıtlak mertebesine ve
ahadiyyet mertebesine nisbetle aşağıdır.
İkinci mana: Ben birleşmek
mi'râcının sonundan göçerken aşk sınırını geçtim. Zîrâ birleşmek bile bir
yönden cem'ü'l-cem' mertebesinde olanlara nisbetle hicabdır.
[Zîrâ sevgi, sevenle
sevilen arasında bir nisbettir, dolayısıyla aykırılık kuruntusunu gerektirir.
Muğâyeret sıfatı bir yönden gizli şirktir.] Zîrâ bu mertebede olan, seveni
sevilenin aynı görür. Aşk ve sevgi mertebesinde olan ise, hakîkî mahbûbu başka
zanneder. İşte bu yönden vahdet mertebesinde olanlara göre aşağıdır.]
296. فطبْ بالهوى نفساً فقد سُدتَ أنفُس ال
عبادِ منَ العُبَّادِ في كُلّ
أُمَّةِ
Bana tam bir şekilde uyar
ve sözümü iyice dinlersen, sevgi ve sevgi sebebiyle nefsin iyi olur. Zîrâ
muhakkak ki sen, bütün topluluklarda âbidlerin en iyisine ve zâhidlerin en
üstününe efendi ve büyük oldun. Çünkü âbidler, zâhidler, sâlikler ve nâsikler
her ne kadar ibâdet ve tâat îtibâriyle üstün iseler de âşıklar ve âriflere göre
aşağıdırlar.
297. وفُزْ بالعُلى وافخَرْ على ناسكٍ علا
بظاهرِ أعمالٍ ونَفْسٍ تزَكَّت
Ey âşık, sevgi ve aşk
sebebiyle yüksek makamlar elde et. Ve yine bu sebeple zâhir amellerle, iyi
işlerle, rezâletlerden ve kötülüklerden temizlenip arınan nefisle âlî dereceye
yükselmiş olan âbidlere karşı da iftihar et.
298. وجُزْ مُثقَلاً لو خَفَّ طَفَّ مُوكَّلاً
بمَنقول أحكام ومعقولِ حكمة
Ey âşık, amellerini ağır
gören zâhid ve âbidleri aş ve geç; eğer onların amelleri hafif olsa mizanları
eksik tartar, yâni amellerde kusur ve eksiklik yapsalar cezâları noksan olur
veya halkın iltifatı veya âlem ehlinin nazarı onlara hafif olsa, amelleri ve
ilimleri tamâmen bozulmuş olur. Amellerini ağır gösteren bu kimseler aynı
zamanda şer'î hükümlerin naklettiği şeylere ve felsefecilerinin sözlerine
sıkıca bağlıdırlar.
299. وحُزْ بالولا ميراثَ أرفَعِ عارفٍ
غَدا همُّهُ إيثارَ تأثيرِ هِمَّة
İlâhî sevgi sebebiyle,
kâmillerin en kâmili âriflerin en ârifi, insan nev'inin en şereflisi olanın
yâni Rahman'ın sevgilisi (aleyhisselâm)'ın mîrâsını topla (ona sâhip ve malik
ol). Enbiyânın mîrâsı İlâhî mârifetler ve ilimler, Rabbânî mükâşefe ve
tecellîlerdir.
300. وتِهْ ساحباً بالسُّحب أذيالَ عاشقٍ
بوَصْلٍ على أعلى المَجرَّةِ
جُرَّتِ
Ey âşık, birlik ve aşk
mertebesini elde edince, kibirle eteğini bulutlara çekerek, yâni eteğini buluta
semâya, en yüksek maksada ve yüce âleme çekerek kibirlilik göster.
[Âşık, kâmil, âlim, âmil
olan enbiyânın seyyidi, evliyâ ve asfiyânın dayanağı Efendimiz salla’llâhu
aleyhi ve sellemde olduğu gibi ki o, Cenab-ı Hakk'a ulaşmaları sebebiyle,
mübârek etekleri Saman Yolu'nun üzerine çekilmişti. ]
Yine sen de Hakk sevgisiyle
vasıflanıp birlik mertebesiyle ahlâklanınca, her iki âleme karşı kibirlilik ve
iftihar göstererek, himmet nazarını kâinatın tozuyla tozlandırma, tahtının
eteğini mümkün olanlar kirleriyle kirletme ve herkesten el etek çekip, Hakk'tan
başkasını bilme.
301. وجُلْ في فُنونِ الاتحادِ ولا تَحدْ
إلى فئةٍ في غَيرِهِ العُمْرَ
أفنَت
Ey âşık, ittihad [birleşme]
tabakalarında dolaşırsan, zâtın birliği zirvelerinde kanat açıp uç, birleşme ve
tevhidden başka konularda ömürlerini yok eden zümrenin sözlerine, işlerine ve
ahvâline meyledip rağbet gösterme.
302. فواحدُهُ الجَمُّ الغفيرُ ومَن غدا
هُ شِرْذِمة حُجَّتْ بأبلغِ
حُجَّة
Ey âşık, birleşme
tabakalarında dolaş ve çalış veya ehline itâat veya boyun eğip onlardan yardım
iste. Zîrâ birleşme ehlinin bir tânesi bile büyük topluluk menzilesindedir.
Nitekim Hz. Mevlânâ buyururlar:
[Onlardan iki dosta bir
arada gördün mü bil ki onlar birdir, hem altı yüz bin. Onların sayılan dalgalar
gibidir. Onları rüzgâr, zâhiren çoğaltır. Çokluk, rûh-i hayvânîdedir; rûh-i
insânî ise birdir. Mesnevi, 1,184-188]
[Mânâlarda taksim ve sayı
yoktur, ayırma, birleştirme olmaz. Mesnevi, I, 681 ]
303. فمُّتَّ بمَعناهُ وعشْ فيه أو فمُتْ
مُعَنَّاهُ واتْبَعْ أُمَّةً فيهِ
أمَّتِ
Ey âşık, birleşmenin
mânâsına ve birliğin hakikatine sen de ulaş ve tevessül et. Eğer birleşmenin
mânâsına ulaştın ise o yüksek makamda yaşa. Eğer vâsıl olmadınsa elde etmek
için zahmet ve yorgunluğa katlanarak bu konuda önder olan topluluğa ittibâ
eyle.
304. فأنتَ بهذا المَجدِ أجدَرُ من أخي اجْ
تهادٍ مُجِدٍّ عن رجاءٍ وخيفةِ
Ey âşık, Hak yolunda
çalışıp çabalaması korku ve ümitle, yâni bir maksadla olan gayret sâhibinden, birleşme
ve birlik gibi bir devlet ve ululuğa daha lâyıksın. Fakat âşıkın gayret ve
çalışması katışıksız, korku ve ümitle olmaksızın zâtı için doğan bir istektir
305. وغيرُ عجيبٍ هَزُّ عطفَيْكَ دونهُ
بأهْنا وأنهى لذّةٍ ومسرّةِ
Ey âşık [o büyüklük ve
ululuk sırasında büyük tat alarak ve sonsuz mutluluk duyarak] omuzlarını
oynatıp azametle yürümen ve böbürlenmen garib ve tuhaf değildir. Son derece tat
bulma, müşâhede şarâbını birlik sâkîsinden vâsıtasız olarak içmektir. Aksâ-yı
meserret, [sonsuz sevinç/tat] vahdetin kusursuz cemâlini müşâhede edip
başkasını unutmaktır.
[Bu mertebeye vâsıl olanın
büyüklenmesi ve övünmesi, şerîatte kötülenmiş olan gurur ve kibir değildir.
Burada kasdedilen, bu eserlerden ve nurlu makamlarından bir eseri, irşad için
veya inkârı def etmek için perdelenmiş olanlara göstermeleridir.]
306. وأوْصافُ من تُعْزَى إليهِ كمِ اصْطفتْ
من الناسِ مَنْسيّاً وأسماهُ
أسمتِ
Hakk'ın kendisine veya birleşme
ve birlik makamına nisbet edilen vasıfları, insanlardan ismi silinmiş, cismi
unutulmuş nice kimseleri seçip yüce hale getirdi. Hakk'ın o isimleri
insanlardan seçtiği kimsenin kadrini yüksek ve ismini büyük kıldı.
[Zikredilen bu hususlar
insanlar arasında unutulup gitmiş olan çok kimseleri seçip yücelterek âlem
dilinde güzel vasıflar, velilik ve hoşa giden kerâmetlerle anılır hale getirdi,
her birinin mübârek isimlerini de bu vasıflar yüceltti. Kimine "seyyidü't-tâife"
dediler, kimine "sultânü'l-ârifin", kimine
"sultânü'l-âşıkın", kimine de "sultanü'l-meczûbîn"
dediler.]
307. وأنتَ على ما أنتَ عنِّيَ نازحٌ
وليسَ الثّرَيَّا للثَّرَى
بِقَرينَة
Ey âşık, sen, senin olduğun
cem' mertebesi birleşme makamı üzere, yine benden ve benim mertebemden uzaksın.
Nitekim Süreyyâ yıldızı toprağa yakın değildir, uzaktır. Yine, birleşme ve
birlik makamı benim makamıma nisbetle böyledir.
308. فطُورُك قد بُلّغتُهُ وبَلَغتَ فَوْ
قَ طَوركَ حيث النَّفسُ لم تَكُ
ظُنَّت
Ey güzel sıfatlı ârif,
senin Allah'ın izniyle eriştiğin, cem' ve birleşme mertebesi olan tavrın,
tecellî mahalli ve münâcât makamıdır; ben ise senin eriştiğin sınırın ve tavrın
en son noktasına ve en nihâyetine ulaştım ve nâil oldum ki sen onu
kavrayamazsın.
309. وحَدُّكَ هذا عندَهُ قفْ فَعَنه لو
تقدَّمْتَ شيئاً لاحترقتَ بجَذوة
Ey âşık, senin haddin
[sonun] şu birlik ve birleşme makamıdır. Bu makamda dur ve aşma. Eğer bu
makamdan azıcık ileri gidersen, İlâhî tecellî ve Rabbani nur şimşeklerinin
kıvılcımları seni yakar.
310. وقَدري بحَيث المرْءُ يُغُبَطُ دونَهُ
سُمُوّاً ولكن فوق قدرِكَ غِبطتي
Benim değerim ve yerim,
üstünlüğü ve yüceliği bakımından gıbta edilen kimsenin aşağısındadır. Zîrâ
imrenilen her makam, anlayış ve akılla kavranabilir demektir. Fakat benim
makamım akıl sınırının ötesindedir. Lâkin benim makamıma senin kadrinin üstünde
olan değer, makam ve yer imrenmektedir. [Ve bu makam, makâm-ı Hazret-i
Muhammedî'dir. (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
311. وكُلُّ الوَرى أبْناءُ آدمَ غيرَ أنْ
نِي حُزْتُ صَحْوَ الجمع من بين
أخوتي
Bütün halk ve her insan
âdemoğludur; ben hâriç, muhakkak ben din kardeşliğimden başka "sahv-ı cem"e [birleşmeden sonra
ayıklık] sâhip oldum. Bu sahv-ı cem'in alâmetlerindendir ki, bu kulakla dahî
Hakk'ın sözünü işitebilirsin, nitekim Hz. Mûsâ'nın işittiği gibi ve her uzvu
ötekinin hükmünü yerine getirebilir. Meselâ kulak görür, göz işitir, el koklar
vb. nitekim buna işâret ederler:
312. فسَمْعي كَليميٌّ وقلبي منَبَّأ
بأحمَدَ رُؤيا مُقَلَةٍ
أحْمَديَّة
Ey âşık ve ârif, [ihvânım
arasında ben sahv-ı cem'a sâhip oldum.] Zîrâ benim kulağım benim lisânımdır,
[hem Hakk'ın kelâmını idrak eder hem bana söyler. ] Benim kalbim Hz. Ahmed
salla’llâhu aleyhi ve selleme mensub olan gözümün görüşünün fevkalâde üstün
oluşunun haber verildiği yerdir.
[Şu şekilde ki, benim
sevgiliyi görüşüm, Hz. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellemin görüşüdür; bu
bana tam uyma sûretiyle mîras kılındı. Veya benim rüyam Hz. Peygamber'in rüyâsı
gibidir ki, hatâ, yanılmadan mahfuzdur. Nitekim Hz. Nebî vâkıada ne görse sabah
aydınlığı gibi âşikâr olurdu ve tâbire muhtaç olmazdı. yine benim de vâkıam
sabah aydınlığı gibi görünür; tâbire muhtaç olan da ilmimin kemâlinin tâbiri
olduğundan, uyanıklıktaki haller gibi tam bir şekilde ortaya çıkacağından ve
çok doğru olacağından hiç şüphe etmem. O halde benim kalbim Hz. Muhammed'in göz
bebeğinin görüşüne mahaldir. Zîrâ birlik makamından, Ahmed'in göz bebeği her ne
müşâhede ederse, benim göz bebeğime de o müşâhede müyesserdir. Zîrâ vâris-i tâm
odur ki, o sevgilinin nûruyla boyanınca onun görüş ve kudretinden ilim ve
hikmetinden, izzet ve rütbesinden hâsıl olan her hâlinden ona mîras gelir. Her
kim tam vâris olursa o sevgilinin bu sözü ve bu maksadı bir nevi dile gelip:
Bütün insanoğullarından ben üstünüm! dese doğrudur.]
313. وروحيَ للأرواحِ روحٌ وكُلّ ما
تُرى حَسَناً في الكونِ من فَيض
طينتي
Ey âşık benim rûhum bütün ruhların rûhudur. Bu kâinatta
gördüğüm her güzellik, adâlet, letâfet bunların hepsi benim tıynet-i
sûriyemin [yaratılış görünüşüme]
feyzindendir.
[Hakikatte ruhların rûhu ve
nurların nûru Hakîkat-i Muhammediyyedir. Bu hakikate mazhar olan ve tam
verâsete vüsul bulan her kâmile "kutbü'l-aktâb", "gavs-ı
ekber" denilir ki zâhiren bâtınen kâim-i makâm-ı Muhammed'dir. O sâhib-i
saâdetin bu makamda gösterdiği her şey gerçekten kendi halleridir. Lâkin bu
makam, makâm-ı Muhammedi'nin esrârıyla vasıflanmak ve nurlarıyla boyanmak
sûretiyle hâsıl olur. Nitekim Şeyh-i Ekber şöyle buyurur: "Ben Kur'an'ım,
seb'ul-mesârûyim, rûhun ruhuyum, kapların (bedenlerin) rûhu değilim"
O halde bu makama vâsıl olan her kâmilin rûhu, bütün ruhlara el uzatır ve feyz
verir; arşı, ferşî, mülkî, melekî, arzî ve felekî bütün ruhlara onun feyz ve
imdâdı ulaşır. Yine bütün kâinatta ne kadar güzellik, letâfet, adâlet ve
tazelik görürsen hepsi onun temiz yaradılışının feyzinin yansımasıdır. Her şey,
kabiliyeti ölçüsünde ondan feyz alır ve istifâde eder.]
314. فذَرْ ليَ ما قبلَ الظُّهورِ عَرَفتُهُ
خصوصاً وبي لَم تَدْرِ في الذرّ
رُفقتي
Ey sırlara vâkıf olan,
zuhûrumdan önce benim bildiğim ve ilmi ve mârifeti bana mahsus olan şeyi bana
bırak. Zîrâ zuhûrumdan önce ilim mertebesinde olan sırlarımı kimse anlayamaz.
315. ولا تُسمني فيها مُريداً فمَن دُعي
مُراداً لها جَذْباً فقيرٌ لعصمتي
Vuslat yolunda veya
arkadaşların arasında beni "mürid" ismiyle çağırma. O sevgilinin
cezbesi dolayısıyla kime "murad" veya "mürşid" denirse,
sâliklerin murâdı ve tâliblerin matlûbu olan o mürşid, benim hıfzıma, ismetime,
korumama ve himâyeme muhtaçtır. Eğer onlardan benim ismet ve imdâdım [yardımım]
kesilse, onlar irşad mertebesinden muradlık makamından düşmüş olurlar.
316. وألْغِ الكُنى عني ولا تَلغُ ألكناً
بِها فهيَ مِن آثارِ صيغةِ صَنعتي
Ey beni medheden kimse
benim büyüklüğümü söylerken, künye ile anma yoluna gitme. Bana
["Ebu'l-Maâli, Ebu'l-Mekârim, mürid, murad, mahbûbü'l- fuad, sâhibü'l-irşad,
ârif-i esrâr-ı mebde ü mead" gibi] künyelerle tâzimde bulunma. [Konuşmaz
ve dilsiz olduğun halde mânâsız ses sarfetme. Zîrâ] bu künye ve isimler benim
yaptığım şeyin ıstılahının eserlerindendir. [Benim zâtıma nisbetle bütün
sıfatlar berâber ve eşittir.]
[Arapların bâzı âdetleri ve
ıstılahları vardır. O âdetler ve ıstılahlarla iftihar edilecek bir hâtıra, iyi
bir iz bırakmak isterler. Tâ ki hayatlarında ve ölümlerinde iyi hâtıra ile
anılsınlar. Hizmetçi ve âile çokluğu, cömertlik ve kerem fazlalığı, şecâat,
arkadaşların ve dostların haklarına vefâ göstermek vb. Evlât çokluğuyla iftihar
etmek de bunların en büyük övünçleridir. Hattâ çocuğu olmayanı
"ebter" diye kötüleyip ayıplar idiler. Bir kimsenin erkek evlâdı
olunca, hürmeten kendisine o çocuğun ismi ile künye verirlerdi. Ebu'l-Kâsım,
Ebu'l-Mekârim, Ebu'l-Maâli ve Ebu Usâme gibi. Bunlar arasında tâzim ve tekrim
kinâye ile anılmaktır. Kendi ismi ile anılmak o kadar makbul değildir.]
317. وعن لَقَبي بالعارِفِ ارْجعْ فإنْ تَرَ
التْ
تَنابُزَ بالألقابِ في الذّكرِ
تُمقَت
Ey beni övmeye çok hevesli
olan kimse, bana "ârif ve vâkıf" lakabı vermekten vazgeç, eğer
Kur'an'daki tenâbüz bi'l-elkâb (kötü lakab takma)'nın cevazına inanırsan (onu
doğru görürsen) ve yasaklanan bu işten tevbe etmezsen gazaba uğrarsın ve
kendini bu gazabda hebâ edersin.
[Zât ve sıfat tecellîsine,
hakâyıka, ilimlere ve kâinatın sırlarına vâsıl olan kimseye ârif-i billâh
derler. Lâkin bu mertebe ahadiyyet-i cem' makamına ve sahv-ı cem'a nisbetle
daha aşağıdır. Zîrâ makamların nihâyetinin en sonu ve yüksek gâyelerin en
nihâyeti, daha ötesinde başka bir mertebe olmayan "sahvü'l- cem"dir.
O yüzden bu makamda olanlara "ârif" denmesi kötü lakabla anılmak
gibidir.]
318. فأصغَرُ أتباعي على عينِ قَلبِه
عَرائسُ أبكارِ المَعارِفِ
زُفَّتِ
Bana tâbi olanların en
küçüğünün kalb gözüyle, haklarında (Rahman, 55/56). "Daha önce ne insan ne
de cinler dokunmamıştır" beyânı bulunan arâis-i ebkâr-ı irfan [bekar
gelinler bilmek] ve muhadderât-ı esrâr-ı can [canı uyuşturan ilaçlar] olan
kadınların zifaf birleşmesi vâki olmuştur. O halde ne halle bana ârif lakabı
verilmesi doğru olur?
319. جَنى ثَمَرَ العرْفانِ من فَرْعِ فِطنَة
زكا باتّباعي وهوَ من أصلِ فطرَتي
Benim en küçük tâbiim
(hizmetçim) ve en değersiz cemaatim, bana uyması sebebiyle irfan meyvesini
idrak etti ve basiret ağacından topladı ve bana son derece itâatkâr olması
dolayısıyla zekî oldu ve gelişti; halbuki o benim fıtrat kökümden bir daldır ve
zâtımın ilminden bir tayyün ve takdirdir.
320. فإنْ سيلَ عن مَعنىً أتَى بغرائبٍ
عنِ الفَهمِ جلَّتْ بل عن الوَهم
دقت
[Benim en değersiz
cemaatimin mertebesinin yüceliği ve derecesinin üstünlüğü o seviyededir ki,
eğer onlara kemâlin mânâsından cemâl ve celâlin sırları sorulsa, cevap olarak]
öyle garib ilimler, şaşılacak sırlar ve benzersiz mânâlar söylerler ki ulemânın
anlayışının çok üstünde bulunur; hattâ âriflerin hâkimlerin/felsefecilerin, zan
ve tasarruflarından yüksek ve ince olurdu.
[En küçük tâbiim bu
seviyede olunca, tasavvur et ki benim yüce mertebem akılların idrâkinden ne
kadar münezzeh ve bana "ârif" denilmesinin kötü lakab sayıldığı
kesindir.]
321. ولا تدعُني فيها بنَعتٍ مُقَرَّبٍ
أراهُ بِحُكمِ الجمعِ فَرْقَ
جريرَةِ
Bana sevgilimle bir oluşumu
veya sevenler topluluğu içinde "mukarreb" sıfatıyla hitap etme, zîrâ
ben o mukarreblik sıfatını, cem' nokta-i nazarından büyük suç olan
"tefrika/ayrılık/ikilik" olarak görürüm. Çünkü "mukarreb"
olmak ittihada [birleşmeye] mânidir ve ikiliği gösterir. [Zîrâ mukarreb, bir
yaklaşan ve bir de yaklaşılanı gösterir.]
[ Hakk'ın vasıflarıyla
ahlâklanmak benim özelliğim olmuştur. O halde bana nasıl olur da
"ârif" ve "mukarreb" demek doğru olur.]
322. فوَصليَ قَطعي واقترابي تَباعُدي
ووُدّيَ صَدّي وإنتهائي بَداءتي
Yâni eğer bana
"vâsıl" dersen benim vaslım ayn-ı kat'ımdır. [kendimden kendimedir]
Eğer "mukarreb" dersen, yakınlaşmam uzaklaşmamdır, eğer
"muhib" dersen sevgim yüz çevirmiş ve yasaklanmış olmamdır. Eğer
"müntehî" dersen, nihâyetim bidâyetimdir.
[Çünkü vasl bir ulaşan bir
ulaşılan ister. Yakınlaşma, bir yaklaşan bir yaklaşılan gerektirir. Sevgi, bir
seven bir sevilen; nihâyet, bidâyet ister. Bunların hepsi de tefrikayı
[ikiliği] îcab ettirir. İşte bu mertebelerden biriyle kayıtlı olmak, ehl-i
vahdet katında aynen zıddıyla vasıflamak gibidir. Ehl-i vahdet ise bunların
hepsini câmi'dir.]
323. وفي مَن بِها وَرَّيتُ عنِّي ولمْ أرِدْ
سوايَ خلَعَتُ اسمي ورَسمي
وكُنيتي
"Ben onu severim, ona sâdık bir âşığım, onu istiyorum,
ona uygunum" demek sûretiyle ve onun sevgisiyle o sevgilide ben kendimi
gizledim. Halbuki ben kendi zâtımdan başka bir sevgili arzû etmem ve
kendimden başkasını sevmem. Zîrâ ben ismimi, resmimi ve künyemi soydum ve
devirdim bu üç şeyin yok olmasından sonra hakkânî vücudla bâki olup, mahbûbun
kendisi olan muhib ve mahbûbun kendisi hâline gelen tâlib olarak ikilik ortadan
kalkmıştır. Lâkin gizlenmek
için bâzen "o" derim, bâzen "ben" derim. (Ben o oldum, o
ben oldu).
324. فسرْتُ إلى ما دونَه وَقَف الأُولى
وضَلَّتْ عُقولٌ بالعوائدِ
ضَلَّتِ
Ben Hak sevgisinde ismimi,
şeklimi ve alâmetimi soyup attığım vakit, bu hâlin akabinde öyle bir yüksek makam
ve mertebeye çıktım ki, geçmiş ârifler, eski âlimler ve hakîmler onun altında
bir seviyede kaldılar;
Bana mahsus olan bu
makamda, bir takım menfaatlerle yolunu kaybederek akıllar helâk ve fânî
oldular.
325. فلا وَصفَ لي والوَصفُ رسمٌ كذاكالاسم
وسمُ فإن تَكني فكَنّ أو انعتِ
Benden bütün gayriyet ve
zıddiyet elbiseleri soyulup ikilik ve tefrika ortadan kaldırıldığına ve ben tam
bir yoklukla vahdet makamına ve ahadiyet mertebesine ulaştığıma göre, benim
herhangi bir vasfım yoktur ki onunla beni tavsif etsinler ve ben makam ve
tecellî sâhipleri yanında tanınabileyim.
326. ومن أنا إياها إلى حيث لا إلى
عَرجتُ وعطَّرْتُ الوُجودَ
برَجعتي
Ben eniyyetimin [kendimin]
ve beşeriyyetimin başlangıcından hazret-i zât-ı Ahmediyyete yükseldim; bu öyle
bir yükseliş ki, onda إلى ile anlaşılan nihayet
ve "gayet" yok idi. Başlangıç, son, evvel, ve gâye gibi şeyler onda
eşit idi. Ben bu vücûdumu o sevgiliye yükselmek ve dönmek sebebiyle kokulu
kıldım.
327. وعن أنا إيَّايَ لِباطِن حكمَةٍ
وظاهرِ أحكام أقيمَتْ لدَعوتِي
Benden bana dönmekle,
hikmetin bâtınından ve ahkâm-ı şerîatin zâhirinden ötürü kâinatın vücûdunu
muattar [kokulanmış] kıldım. Bu ahkâm [hükümler] benim halkı Hakk'a da'vet
etmem, insanların nefislerini olgunlaştırmam ve tabîat erbâbını terbiyem için
konuldu.
328. فغايَةُ مَجذوبي إليهَا ومُنتهَى
مُراديه ما أسلَفتُهُ قبلَ توبتي
Benim bâtınî kuvvetimle
sevgiliye cezbolunan âşıkların en son makamı ve onların murâdı olan şeyhlerin
makamının sonu "cem" makamıdır ve ben o makamı, ahadiyyet makamından
dönmezden evvel geçtim ve geride bıraktım.
329. ومنِّيَ أوْجُ السَّابقينَ بزَعمهمْ
حَضيضُ ثرى آثارِ موضعِ وطْأتي
Kendilerini önde
zannedenlerin zirvesi ve en yüksek mertebesi, benim mertebemden yerdeki çukur
gibi aşağıdır ki sanki ayağımı bastığım yerin izidir.
330. وآخرُ ما بَعدَ الإِشارةِ حيثُ لا
ترقّي ارتفاعٍ وضعُ أولِ خطوتي
Kendisinden öte irtifâ
ilerlemesi yoktur diye uzaklık işâretiyle ifâde edilen en son makam, benim ilk
ayağımı bastığım ve ilk adımı attığım yerdir. Gerçekten kutbü'l-aktâbın makamı,
aktâba nisbetle böyledir. Kâmil olsun olmasın, kendilerini yüksek mertebeye
erişmiş sayan bütün makam sâhipleri ve mükâşefe erbâbının, abdâlın, nücebânın,
nükabânın, evliyânın ve âriflerin mertebeleri, gavs-i ekberin mertebesine
nisbetle işte o yerdir.
331. فماعالم إلاّبفضلي عالمٌ
و لا ناطِقٌ في الكَونِ إلاّ
بمِدْحَتي
Benim fazl ve ihsanımla
âlim olmayan hiçbir âlim ve ârif yoktur. Çünkü ben hakîkat-i Muhammediyyenin
kemâliyle vârisiyim ve başkaları bana tâbidirler. Her konuşan ancak benim
medhimi söyler. Zırâ kâinatın ayakta durmasının sebebi ve mevcudatın füyuzâtını
ulaştıran benim. Çünkü ben hakıkat-i Muhammediyyenin mazharı ve gavs-i ekberim
ve her şeyin neşv ü nemâsı, feyiz bulması benim zâtımdandır.
[Benim mertebemin yüceliği
ve mevkiimin üstünlüğü mâlûm olduğuna ve ben tamamen fânî olup Hakk'la bâki
olduğuma göre, ulvî ve süffi bütün âlemler ancak benim fazlım ve feyzimle
âlemdir. Yine kâinattaki her tesbih eden ve söyleyen (İsra, 17/44). "Onu
tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur" gereğince ancak beni medh ü senâ eder.]
332. ولاغَرْوَ أن سُدْتُ الأُلى سَبَقوا، وقد
تمسَّكتُ
من طهَ بأوثقِ عُروةِ
Ey âşık, evvel zamanda
benden önce gelmiş velîler, ârifler ve seçilmişler benim efendi ve üstün
olmamda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü ben Hz. Nebî'nin sağlam ipine sımsıkı
sarıldım. O ip ona uymaktır, onun şerîatıdir, onu lâyıkıyla anlamaktır, onun
makamını tatmak, cemâlini müşahede etmek, onun faziletine gark olmaktır. Böyle,
makamı yüce bir sultâna tam intisâbı olanın cümle halka efendi olması söz
götürmez, bunda şaşılacak bir şey yoktur.
333. عليها مَجازيٌ سَلامي فإنَّما
حقيقتُهُ مِني إليَّ تحيتي
Ben Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve selleme âit en sağlam ipe sarılıp, onun aşk denizine gark
ve şühûd-i hazretine müstağrak olarak, tam yakınlık ve birleşme hâsıl olunca bu
mertebede sanki onun lisânı oldum. Tefrika mertebesinde (Ey Nebi sana selâm
olsun) deyişim, ona selâm ve tahıyyet göndermem, mecaz yoluyladır. Zîrâ onun
hakikati benden bana selâm vermekliğimdir. Çünkü ahadiyyetü'l-cem' mertebesinde
Resûl'ün hakikati, benim hakikatimdir ve ben Hakîkat-i Muhammedi nûrunun
kendisiyim. O bakımdan selâmımın benden bana olması bu veçhile garib değildir.
334. وأطيَبُ ما فيها وَجَدْتُ بمُبْتَدا
غرامي وقد أبدي بها كُلَّ
نَذْرَةِ
Ben o sevgilinin
sevgisinde, aşk ve sevdâmın başlangıcında en iyi hâli buldum. Öyle ki o sevgili
sebebiyle benim sevdâm ne kadar nâdir, acâib şey ve garip hal varsa ortaya
koydu. Bu nâdir şeylerden biri, hâlimi gizlediğim halde;
335. ظُهوري وقد أخفَيتُ حالي مُنشداً
بها طَرَباً والحالُ غيرُ خَفيَّةِ
Sevgiliye şevk ve tarab
[sevinç/şenlik] için güzel şiirler, fasih beyitler söyleyerek aşk şeklinde
zuhûrumdur. Aslında benim hâlim gizli değildir, aşk ve sevgim âşikâr ve
meydandadır.
336. بَدتْ فرأيتُ الحَزْمَ في نَقصِ توبتي
وقامَ بها عندَ النُّهَى عُذْرُ
محنَتي
Sevgilim tecellî eyleyince
isâbetli görüş tevbeyi bozmada gördüm, olgun fikri yemini bozmada buldum. Aşk
ve sevgi yönünde çalışmamalıyım, zâhir âdabla edeblenip zühd ve salâhla
mühezzeb olmalıyım diye tevbe etmiştim. Şüphesiz sevgilinin zuhûru veya aşkı
sebebiyle akıl sâhipleri nezdinde benim mihnetimin özrü kâim oldu. Akıllılar
nezdinde mihnet özrü kâim oldu.
337. فمنها أماني من ضَنى جَسَدي بها
أمانيُّ آمالٍ سَخَتْ ثُمَّ
شَحَّتِ
Bedenimin hastalığından
emîn olmam sevgiliye aşkım sebebiyledir. Bu arzû ve emelleri, sevgili ikram ve
ihsan ettikten sonra, vemez oldu, bıraktı, tâ ki bunlara bağlanmayıp ıtlak
[velâyet, keramet, isim ve sıfatların tecellilerini boşlamak/salıvermek]
tarafına yöneleyim.
[Şu beyan buna delâlet eder: "Benim Allah'la öyle
bir vaktim var ki, onda bana ne bir mukarreb melek ne de mürsel bir peygamber
yetişemez. Benim Hafsa ve Zeyneb'le de vaktim vardır."
"Yine Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
beşeriyet mertebesiyle fazlaca mukayyed olduğu vakit "Bizi râhatlat ey
Bilâl!" buyururlardı. Zîrâ güzel ses hakîkat âlemîne cezbeder. Zat
tecellîsi gâlip geldiği zamanlarda da: "Konuş benimle ey Hümeyra,
konuş!" derlerdi. İstiğrak hâlinden beşeriyete dönmek için böyle
söylerlerdi. Zîrâ insan dünyâdandır.]
338. وفيها تَلافي الجسمِ بالسُّقمِ صحةٌ
لهُ وتَلافُ النَّفسِ نَفْس
الفُتُوّةِ
Sevgilinin aşkıyla cismin
hastalığa mübtelâ olması, kendisi için büyük sıhhattir. Zırâ "Hayat
ancak ölümdedir" denilmiştir. Kezâ nefs ve rûhun o sevgide telef ve
helâk olması fütüvvet ve mürüvvetin ta kendisidir. Zirâ bu yokluk ebedî hayâtın
sebebidir, yüksek derece vesilesi ve âhiret saadetinin vesilesidir ve Allah
Teâlâ'ya ulaştırıcıdır.
339. ومَوتي بها وَجْداً حَياةٌ هنيئةٌ
وإن لم أمتْ في الحبِّ عشتُ
بغُصَّةِ
Yine aşkı sebebiyle benim bu
beşerî hayattan ölümüm, vecd ve şevk bakımından zevkli bir hayat ve ebedî
lezzettir. Eğer ben o hakîki sevgide olmazsam ve canımı ona fânî kılmazsam gam
ve kederle yaşarım ve hicran ve firkat dikeniyle gönlüm yaralanır.
340. فيا مُهجتي ذوبي جوىً وصَبابَةً
ويا لوعَتي كوني كذاكَ مُذيبتي
Bedenin hastalıklarla
karşılaşması sıhhat, nefsin telef olması sırf âfiyet, ölümüm hayat ve vücûdum
Zât' a perde olduğuna göre, ey rûhum ve kalbim, o iç yanması, aşk ve deliliğimin
yanıklığı için yanıp yakılarak eri! Ve ey sevgi ateşi, ey aşk yanığı, sen de
cevâ [acımak] ve sabâbet [şiddetli sevgi/ âşıklık] gibi beni erit ve mahvet.
341. ويا نارَ أحشائي أقيمي منَ الجوى
حنَايا ضلوعي فَهْيَ غَيرُ قويمةِ
Ey içimin ateşi, benim
vücûdumun eğrilerini kalbimin ateşiyle düzgün ve doğru kıl. O eğriler benim
nefsânî kuvvelerimdir ve düzgün değildir. Böylece eğri olan iç kuvvetlerim,
sevgi ateşiyle düzelip hakîkî sevgiliye itâat etsin ve boyun eğsin. Zahirde
eğri kemik [kaburga] nasıl ki ateşle doğru ve düzgün hale gelirse içe âit eğrilikler
de gönül sevreti (kızgınlık, hiddet, öfke/şiddet) ve kalb hararetiyle
düzgünleşir.
342. ويا حُسنَ صبري في رِضَى مَن أحبُّها
تجمّلْ وكُنْ للدَّهرِ بي غيرَ
مُشمِت
Ey benim güzel sabrım, sevdiğimin rızâsı uğrunda iyi bir
sabır örneği ver ve ehl-i dehri [günümüz insanlarını] bana güldürme. Yâni
sabırsız ve tahammülsüz olmakla birlik ehlinin düşmanı olan sûrete bakanları
memnun etme. Hattâ aşka ve belâya mâruz kalırken başı dik ol, sızlanma ve
bağırıp çağırmaktan sakın.
343. ويا جَلَدي في جَنبِ طاعةِ حبِّها
تحَمَّلْ عداكَ الكَلُّ كُلَّ
عظيمة
Ey benim kuvvet ve takatim,
sevgilinin aşkı yanında (ona tâat ve sevgi sırasında) bütün büyük belâlara
tahammül et; Allah senden zaaf ve kederi uzaklaştırsın, seni tahammül ve
sabırda güçlü kılsın.
344. ويا جَسدي المُضنى تَسَلّ عنِ الشِّفا
ويا كبِدي مَن لي بأنْ تَتَفَتّتي
Ey benim zayıf olan
cesedim, şifâdan müteselli ol. Ey benim ciğerim, senin parça parça olmana karşı
bana kefil olan kimdir? Ta ki senden bu noksan zâil olup kemâle hazır olasın ve
cânânın aşkı uğrunda vücûdunu parça parça kılasın.
345. ويا سَقَمي لا تُبقِ لي رَمَقاً فقَدْ
أبَيْتُ لبُقْيا العِزِّ ذُلَّ
البَقِيَّةِ
Ey benim cânân aşkından
olan hastalığım, benim hayvâni rûhumun bakıyyesinden hiçbir şey geriye bırakma,
onu tamâmen yok et. Zîrâ ben o kalıntılar zilletinden daha bâki ve mükemmel olan izzet
uğruna imtinâ ettim /çekindim.
346. ويا صِحَّتي ما كان من صحبتي انقضَى
ووصلُكِ في الأحشاء مَيتاً
كهِجرَةِ
Ey benim tenimin sıhhati ve
bedenimin afiyeti, seninle benim sohbetimden vâki olan nesne son buldu, hâlbuki
ölüyü diriltmede senin vaslın, benim hayattan hicretim gibidir. [Hakîkî sıhhate
engel olan ve maddî sıhhate bağlı olan hayat ölümün tâ kendisidir ve öyle
vuslat ayrılık demektir.]
347. ويا كلَّ ما أبقى الضَّنى منِّي ارتحِلْ
فما لكَ مأوًى في عِظامٍ رَميمَةِ
Ey hastalık ve zayıflığın
benden geri bıraktığı belirti ve hayat kalıntısı, tamâmiyle göçüp git ve
intikal et. Zîrâ senin çürümüş kemikte ve eskimiş tende yerin yoktur. Çünkü
benim çürümüş kemiğim kötü hayattan hâlîdir. O bakımdan başka bir yer ara.
348. ويا ما عَسى منِّي أُناجِي توَهُّماً
بياءِ النِّدا أُونِستُ منكَ
بوَحشَة
Ey benden olan şey, umulur
ki: Yâ rûhî, yâ nefsî, yâ kalbî demek gibi, gerçekten değil de kuruntu yoluyla
sana nidâ harfiyle seslenirim. Ey benden nidâ ya'siy la seslenilen şey, her ne
ise ben senden fâriğ olup senin yalnızlığınla ünsiyet kıldım, artık bundan
böyle benimle ünsiyet etme.
[Öylesine sırf yokluk
hâline geldim ki, ne zaman nefsime, rûhuma ve kalbime "yâ nefsî!" ve
"yâ ruhî!" diye nidâ etsem gerçek bir şeye seslenir gibi seslenmem,
belki hayalî ve yok olmuş bir şeye nidâ eder gibi seslenirim.]
349. وكلُّ الذي ترضاه والموتُ دونَه
به أَنا راضٍ والصبابةُ أَرضتِ
Ey sevgilim, sen, belâ ve
elemden bana ârız olan her şeyden hoşnut ve razısın; şiddet ve kerâhatta ölüm
bunların en aşağısı ve değersizidir. Ölümden daha şiddetli olanı zıdlık,
ayrılma ve hicretin uzaklığıdır. Her ne ise, nasıl olursa olsun ona ben de râzı
olurum ve bunların hepsine beni sevgi ve aşk râzı etmiştir.
350. ونفسيَ لمْ تَجْزع بإتلافِها أسىً
ولوْ جزِعتْ كانتْ بغيري تأسَّتِ
Sevgilimin aşkı nefsimi
öldürmemle hüzün bakımından şikâyet veya korkuya yol açmadı. Eğer tahammül
gösterme konusunda nefsim şikâyet etseydi, benden başka olan âşıklara uymuş
olurdu. Onlara ben nasıl uyabilirim ki, sevgilimden gelen belâyı safâ olarak
görüyorum.
351. وفي كُلّ حيٍّ كل حي كمَيّتٍ
بها عندهُ قَتلُ الهوَى خيْرُ
موتَةِ
Her kabilede bütün hayat
sâhipleri o sevgilinin aşkı sebebiyle, tam teslimiyet ve itâatinden dolayı ölü
yıkayıcının elinde ölü gibi olmalıdır. O aşk sebebiyle ölü gibi olan diri
nazarında, sevgi ve aşk yüzünden ölen ve helâk olan en hayırlı ölüdür.
352. تجَمَّعَتِ الأهْواءُ فيها فما ترى
بها غيرَ صَبٍّ لا يرى غيرَ
صَبوَة
Sevgilimde, aşkın,
sevginin, cemâlin ve kemâlin bütün çeşitleri ve sınıfları toplandı. Sen
kâinatta ona âşık ve meyyal olmayan kimse göremezsin. Ona âşık olan o sevgi ve
iştiyaktan başkasını görmez ve kendisine sevgi ve dostluktan başka bir şey
yaraşmaz.
[Bütün cemâl ve kemal
sevgilimde toplandı, yine her cemâlin arzûsu ve sevgisi onda bir araya geldi. O
bakımdan her kimi görürsen aslında ona âşıktır.]
353. إذا سَفَرَتْ في يومِ عيدٍ تزاحَمتْ
على حُسنِها أبصارُ كلّ قبيلَةِ
Sevgilim bir bayram günü
görünecek olsa, bütün kabîlelerin gözleri her taraftaki halkın nazarları onun
güzelliğinin kıblesine dönerdi.
354. فأرواحُهُمْ تصْبو لمَعنى جَمالِها
وأحداقُهُمْ من حُسنِها في حديقة
Onların ruhları sevgilimin
mânâ güzelliğine yönelir. Göz bebekleri sevgilimin müstesna güzelliğinden
kudsiyet bahçelerinde dostluk meyveleri devşirirlerdi.
355. وعنديَ عيدي كُلَّ يومٍ أرى به
جَمالَ مُحَيَّاها بعَينٍ قريرةِ
Benim yanımda bayram,
sevgilinin günleri aydınlatan cemâlini aydınlık gözle gördüğüm gündedir.
[Ey yüzü mânâ ehlinin
bayramı olan ve ey şemâilinin güzelliği günün ışığı olan.]
356. وكُلّ اللَّيالي ليلةُ القَدْرِ إنْ
دَنَتْ
كما كلّ أيَّامِ اللَّقا يومُ
جُمعة
Sevgilim bana yakın olursa, her gece kadir gecesidir ve her
kavuşma günü Cuma günüdür. [Eğer cem'iyet sahibiysen her gün "cuma"
günüdür.]
[Hz. Ali kerremallâhü vecheh ve radıya'llâhu anhden şöyle
sordular
"Ey Ali bayram hakkında ne dersin?
Cevap verdi: Bizim için bugün bayramdır, yarın bayramdır,
Allah'a âsî olmadığımız her gün bayramdır, Allah'ın bizden hoşnud olduğu her
gece Kadir gecesidir"
357. وسَعيي لها حجٌّ به كُلّ وَقفةٍ
على بابها قد عادَلَتْ كلّ وَقفَة
Sevgilim için çalışıp çabalamam kabul olmuş hacc ve sa'y-ı
meşkûrdur. Bu çalışma sebebiyle onun kapısındaki benim her duruşum, Arafat'taki
bütün vakfelere denktir.
358. وأيّ بلادِ اللهِ حلَّتْ بها فما
أراها وفي عيني حَلَتْ غَيرَ
مكَّة
Allah'ın beldelerinden
herhangi birine sevgilim nüzûl etse [inse], onun zuhûru sebebiyle ve o benim
aynıma [kendime] tecellîsiyle ziynet ve tatlılık verdiğinden, ben o beldeleri
Mekke'den başka bir yer olarak görmem.
[Yâni sevgilimin o
beldelere zuhûru sebebiyle, neresi olursa olsun o beldeleri şeref ve fazilette
Kâbe'nin benzeri olarak görürüm ve Kâbe'den başka olarak görmem.]
359. وأيّ مكانٍ ضمَّها حَرَمٌ كذا
أرى كل دارٍ أوْطَنَتْ دارَ
هِجرَة
Sevgilimin ikâmet ettiği her mekân Mekke Haremidir, onun
vatan tuttuğu evi ben dâr-ı hicret [Medine] ve Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellemin şehri olarak görürüm.
360. وما سكَنَتْهُ فهوَ بيتٌ مقدَّسٌ
بقُرَّة عَيني فيهِ أحْشايَ
قَرَّتِ
Onun oturduğu yer, kemâl-i
şeref ve faziletinden beyt-i mukaddes [Kâbe] dir. Benim gözüm o yerde
aydınlandığından, bâtınî kuvvelerim karar kıldı, yâni o yerde göz aydınlığımın
zuhûru sebebiyle hatırım, himmetim, kalb ve iştiyakım karar kıldı.
361. ومسجِدِيَ الأقصى مساحبُ بُرْدها
وطيبي ثَرَى أرضٍ عليها تمَشَّت
Benim Mescid-i Aksâ'm, sevgilinin
elbisesinin eteğini topladığı yerdir ve benim kudret eliyle mayalanmış olan
balçığım, sevgilimin yürüdüğü arzın toprağıdır.
[Mescid-i Aksâ arz-ı
mukaddesin aynı gibidir. Kezâ bütün arzdan yüksektir, derler. Başka yerlere
nisbetle Mescid-i Aksâ makâm-ı birr ve mevzi-i kibrdir. Onun için bu münâsebetle
buyururlar ki:
Makâm-ı melekût olan
sevgilinin kibriyâ mertebesi, ki bu makamda istiğnâ eteğini mahsüsât tozundan
çekerler, işte bu makam benim Mescid-i Aksâ'ındır ve benim vücûdumun balçığı
onun kudret ayağının ve irâdesinin bastığı yerin toprağıdır.]
362. مَواطنُ أفراحي ومَرْبَى مآربي
وأطوارُ أوطاري ومأمن خيفتي
Benim ferahlık duyduğum
vatanlar, ihtiyâcımı karşıladığım yerler, isteklerimin sınırları, korku ve
emniyet yerim o yerlerdir ki,
363. مَغانٍ بها لم يَدخُلِ الدَّهرُ بيننا
ولا كادنا صرْفُ الزَّمانِ
بفُرقَة
Orada ikimiz arasına dehr/zaman
girmemiştir/yoktur. Zamanın geçmesi, cihânın hâdiseleri, firkat ve hicretle
bize tuzak ve hîle yapmamıştı. zamânın tasarrufu firkatle bize tuzak
kurmamıştı.
[Zîrâ dehrin tasarrufu bu
makama giremeyince zamanın tasarrufu hiç giremez. Çünkü zaman "dehr"
isminin hükümlerinden bir hüküm ve eserdir.]
364. ولا سَعَتِ الأيَّامُ في شَتِّ شَملنا
ولا حكَمَتْ فينا الليالي بجفوَة
Yaratılmışların hallerini
değiştirici olan günler, bizim cem'imizi ayırmaya çalışmamıştı. Ardarda gelen
geceler bizde cefâ ile hükmetmemişti.
[Zîrâ ben sevgilinin
kanadının gölgesiyle gizlenmiş durumdaydım. Böyleyken zaman bizi nasıl
bilebilir. Günlerin bizi ayırmaya nasıl gücü yeter, geceler cefâ göstermeye
nasıl kadir olur?]
365. ولا صبَّحَتْنا النائباتُ بنَبوَةٍ
ولا حَدَّثتنا الحادثاتُ بنكبةِ
O birleşme mertebesinde
belâlar ve sabah vaktinde cefâ ve felâketle gelip bizi hakîkî vuslattan ve
lezzet mahallinden koparamamıştı. Hâdiselerin gidişâtı bizi talihsizliğe
uğratmamıştı. Hattâ visâlin kucağında gönlümüz hoş ve mesrur idik.
366. ولا شنَّع الواشي بصدٍّ وهجرةٍ
ولا أَرجفَ اللاحي ببينٍ وسلوةِ
O mertebede gammaz, men ve
ayrılıkla bizi ayıplamamıştı. Melâmet edici firkatle, safâyı ve müstesnâlığı
haber vermekle sırrı ifşâ etmemişti de.
367. ولا استيقَظَتْ عَينُ الرَّقيبِ ولم تزَل
عليَّ لها في الحُبّ عيني رقيبتي
Gözleyicinin gözü uyuyordu,
daha uyanmamıştı, fakat sevgili için aşkta benim zâtım, benim için gözlemekten
vaz geçmemişti.
368. ولا اختُصَّ وقتٌ دونَ وقتٍ بطَيبَةٍ
بِها كلّ أوقاتي مواسِمُ لَذة
Şimdi benim müşahede
lezzetim bâzı vakitlere mahsustur. Ama o mertebede lezzet ve iyiliğin kemâli
sâdece bir vakte mahsus değildi, bütün vakitlerin o sevgili sebebiyle lezzet
mevsimleriydi.
369. نَهاري أصيلٌ كُلُّه إنْ تنَسَّمَتْ
أوائلُهُ مِنها برَدّ تحِيَّتي
Çölde oturan Araplar
arasında günün en güzel vakti ikindi sonrası idi. Çünkü günün sonunda serin
rüzgâr eser, bununla öfke ve harâret kaybolur ve fazlasıyla hoşalanırlardı.
370. ولَيليَ فيها كُلُّهُ سَحَرٌ إذا
سَرَى ليَ منها فيه عَرْفُ
نُسَيْمَةِ
Gecenin en güzel vakti
seherdir. Onun için buyururlar ki: O sevgilinin bana nesîm kokusunun geldiği
gecede, benim gecem tamamen aydınlık seher vakti gibi olur.
371. وإن طرَقتْ لَيلاً فشَهرِيَ كلُّه
بها لَيلَةُ القَدرِ ابتِهاجاً
بزَوْرة
Eğer sevgili bir gece bana gelecek olursa, benim bütün
ayımın gecesi onun gelmesi sebebiyle, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi
olur. Veya sevgilinin beni ziyâreti sebebiyle, sürür ve sevincimden dolayı ayın
on dördüne döner.
372. وإنْ قَرُبَتْ داري فعامي كلُّهُ
ربيعُ اعتِدالٍ في رياضٍ أريضَة
Eğer sevgilim evime yakın
olursa, bütün senem tâze, nezâhet dolu emsalsiz bir bahçedeki mu'tedil ilkbahar
olur.
373. وإنْ رَضيَتْ عني فعُمريَ كلُّهُ
زمانُ الصِّبا طيباً وعصرُ
الشبيبة
Sevgilim benden râzı olursa
bütün ömrüm, hatırımın hoş olması için çocukluk zamânımdaki gibi gamsız ve
kedersizdir. Ve bâtın ve zâhirimin neşesi için de gençlik çağı ve tâzelik
gibidir.
374. لَئنْ جَمَعتْ شملَ المحاسِن صورةً
شَهِدْتُ بها كُلّ المَعاني
الدَّقيقة
Sevgili güzelliklerin
hepsini bütün mertebelerde zâhir sûret îtibâriyle topladı. Ben de o sûret
vâsıtasıyla akıl ehlinin anlayışından daha yüksek olan ince mânâları müşâhede
ettim.
375. فقدْ جَمَعَتْ أحشايَ كلَّ صَبَابَةٍ
بها وجوىً يُنبيكَ عن كلّ صَبوَة
Benim bâtınî kuvvelerim de
yâni sırrım, kalbim, rûhum ve sırrımın sırrı da bütün sevgi ve aşkı o
güzellikler veya o sûret sebebiyle topladı.
[İç kuvvelerim bütün dertleri ve bütün meyil
ve sevgimi haber veren iç sıkıntısını topladı. Sevgilim bütün güzellikleri bir
araya getirdiği gibi ben de bütün aşk ve sevgiyi toplayıcıyım.]
376. ولِمْ لا أُباهي كُلَّ مَن يدَّعي الهوى
بها وأُناهي في افتخاري بحُظوَةِ
Sevgilinin aşkı ve
müşâhedesi sebebiyle ehl-i aşk ve sevgiye karşı ben niçin iftihar etmeyeyeyim?
Ondan umduğumun çok üstünde nâil olduğum haz ve;
377. وقد نِلْتُ منها فَوْقَ ما كنتُ راجياً
وما لم أكنْ أمّلتُ من قُرْبِ
قُربَتي
hiç düşünmediğim dereceye
ulaşmış yakınlık yakınlığından bulunmam sebebiyle iftihârımda niçin son noktaya
varmayayım?
["Kurb-i kurb"
(yakınlık yakınlığı, yakının yakını)'dan murad, yakınlık hâlinde yakınlığı
görmemektir. Zîrâ kendisini Hakk'a yakın gören uzaktır. Ebu Yâkub es-Sûsî şöyle
der: yakınlığa yakın olmaya devam ettikçe yakın olmaz, tâ ki yakınlıkla
yakınlıktan kaybolsun"]
378. وأرغَمَ أنفَ البَين لُطْفُ اشتِمالِها
عليَّ بما يُرْبي على كُلّ مُنيَة
Halbuki sevgilim bütün
arzûların üstünde olan lütfunu benim üzerime yayması, ayrılık ve yalanın
burnunu yere sürttü, yâni yok etti. Onun lütfunun kemâliyle ayrılık ortadan
kalktı ve sâdece vuslat kaldı. Böylece dışım ve içim cemâl mertebesiyle
vasflanmış oldu.
379. بها مثلمَا أمسَيتُ أصْبحتُ مُغرَماً
وما أصْبحتْ فيه من الحسنِ أمست
Sevgilimin aşkıyla
gecelediğim gibi aşk ve şevk sâhibi olarak sabâha öylece girdim. Yine sabahladığım her güzellikle aynı şekilde
geceledim.
[Günlerin ve gecelerin
geçmesiyle, ayların ve yılların ilerlemesiyle onun erişilmez güzelliği ve benim
eksiksiz aşkım değişikliğe uğramaz.]
380. فلوْ منحتْ كلّ الورى بعضَ حُسنها
خَلا يوسُفٍ ما فاتَهُم بمَزِيَّة
Eğer sevgilim güzelliğinden
birazcığını Yusuf'tan başka birine vermiş olsa Hz. Yusuf un güzelliği bu
kimseden daha üstün olmazdı, ve her mahlûkta güzellikte Yusuf la berâber
olurdu.
381. صرَفتُ لها كُلّي على يدِ حُسنِها
فضاعَفَ لي إحسانُها كُلَّ
وُصْلَة
Sevgilim için değerli ve
değersiz bütün sıfatlarımı, kâbiliyetlerimi onun güzellik sarrafının eline
verdim. O ise benden bunu kabul etti ve onun ihsanı bana kat kat ecirler ve
karşılıklar vererek tam bir vuslatla beni sevindirdi.
382. يُشاهِدُ منِّي حُسنَها كُلُّ ذَرَّةٍ
بها كُلّ طَرْفٍ جالَ في كلّ
طَرْفة
Benim vücud zerrelerimden
her biri sevgilinin eşsiz güzelliğini müşahede eder ve müşahedesi sebebiyle, bu
atınai bütün gözler her bakışta görmeyi ifâde eder.
[ O bakımdan ben kâinat
gözünün insanı ve kâmil sıfatlı insanın gözüyüm.]
383. ويُثني عَليها فيَّ كُلّ لَطيفَة
بكُلّ لِسان طالَ في كلّ لفظَة
Vücûdumdaki rûhî, kalbı,
aklî ve cismî her bir atına, her lafızda hamd ü senâda çoğalmakta olan bir
lisanla ezelen ve ebeden o sevgili üzerine senâ eyler, övgüde bulunur.
384. وأنشَقُ رَيَّاها بكُلِّ دقيقَة
بها كُلّ أنف ناشِق كُلّ هَبَّةِ
Rûhânî ve cismânî her ince
ve latif şeyle o sevgilinin güzel kokusunu koklarım. Ve o her ince şeyde mevcud
olan kokuyu koklamam sebebiyle bu cihanda her burun bütün kokuları
koklamaktadır.
385. ويَسمَعُ منِّي لَفظَها كُلُّ بِضعَة
بها كُلّ سَمع سامِع مُتَنَصِّت
Benim bedenimin her bir
parçası o sevgilinin inciler saçan sözünü dinler ve benim her bir parçamın
dinlemesiyle bu âlemde her kulak susup dinleyici, her dinleyen işitici ve söze
kulak vericidir.
386. ويَلْثُمُ منِّي كُلُّ جزْء لِثَامَها
بكُلّ فَم في لَثْمِهِ كلُّ
قُبْلَة
Benim her bir parçam,
âlemdeki her ağızdan bir dudakla sevgilimin atına yüz süren perdeyi öper. Her
bir öpücüğünde bütün cihanın bûsesinin lezzeti vardır.
[Her ne kadar bu beş beyit
görünüşte mübâlağalı ise de yüce mertebelerini haber verdiği ve kutbiyet
makamlarını işâret ettiği bir gerçektir.]
387. فلو بَسَطَتْ جسمي رأتْ كلّ جوْهر
بهِ كلّ قَلْب فيه كلّ مَحَبَّة
Sevgilim benim cismimi
yaysa, parçalarını tamâmen çözse, birbirinden ayırsa bölünemez derecede
küçültseydi, cismimin her zerresinde, kâinatın tamâmının sevgisini ve bütün
kalblerin duyacağı ölçüde her bir zerremde bulması kâbil olurdu.
388. وأغرَبُ ما فيها استَجَدتُ وجادَ لي
به الفتحُ كَشفاً مُذهِباً كلّ
رِيبَة
Sevgilinin sevgisinde ne
garip şeyler oldu, birlik tecellîsinin açılması bütün şüphelerden uzak bir
şekilde bunu ortaya koydu ve şu hususları ben çok iyi ve güzel bulmaya
başladım:
389. شُهودي بعَينِ الجمع كلَّ مخالِفٍ
وليَّ ائتِلافٍ صَدُّهُ
كالموَدَّة
Ben kınayıcı ve gammaz gibi
bütün muhâlifleri, ülfet edilecek bir arkadaş, bir dost olarak görmeye
başladım. Bunların her birinin yüz çevirmesi, buğzu ayıplaması artık
bana dostluk ve sevgi gibidir.
390. أحَبَّنيَ اللاَّحي وغارَ فلامَني
وهامَ بها الواشي فجارَ برِقْبَة
Kötüleyen kimse beni sevdi,
kıskandı ve kıskançlığı sebebiyle beni kınadı. Beni gammazlayan ise sevgilinin
güzelliğine hayran oldu, aşırı hayranlığı sebebiyle beni rakib görerek
koruyuculuk hissiyle bana eziyet etti. Demek ki aslında kınayanın eziyet ve
kötülemesi, gammazın koğuculluk ve jurnalciliği sırf sevgi ve dostluktan
ibârettir.
391. فشُكري لِهذا حاصِلٌ حيثُ بِرِّها
لِذا واصِلٌ والكُلّ آثارُ نِعمتي
[Bütün muhâlifleri sâdık
dost gördüğüme, gerçekten bunların beni kınayıp gammazlamaları sevgi ve
kıskançlıktan olduğuna ve bunların kıskançlık ve hasedi benim aşk ve sevgimi
arttırdığına göre,] benim bu muhaliflere teşekkür etmem gerekir. Çünkü o
sevginin iyiliği ve sırrı bunlar sebebiyle bana ulaşmaktadır. Halbuki hepsi
benim nimetimin eseridir.
[Kınayıcı ve gammaz ve
bunların kınaması ve düşmanlığı bir bakıma "başka" olabilir;
bunlardan doğan menfaat "başka" sının hakikatine âit olabilir. Acaba
böyle midir? işte muvahhid bunların hepsini tek zâttan gördüğü içindir der ki:
"Bunların hepsi benim nimetimin eserleridir, asla başkasından
değildir"]
392. وغيري على الاغيارِ يُثني وللسِّوى
سِوايَ يُثنِّي منهُ عِطفاً
لِعَطفَتي
Hal budur ki benden başkası
tek zâtın işlerini "ağyar" görür ve ağyârı över. Ama ben böyle
değilim, belki benim övdüğüm yine benden banadır. Yine benden başkası nefsimden
yüz çevirerek gayriye yönelir, onun önünde eğilir, şefaat ve merhamet için iki
kat olur. Lâkin ben böyle değilim.
393. وشُكريَ لي والبُرّ مِنِّيَ واصِلٌ
إليَّ ونفسي باتَّحادي استَبَدَّت
Şükrüm her ne kadar zahiren
başkasına da olsa yine hakikatte benim içindir. Zâhirde başkasından bulaşır
görünen iyilik ve ihsan benden bana ulaşır. Çünkü benim nefsim cananla
birleşmede müstakil oldu ve birlik mertebesinde kemâle erip başkalarından
müstağni oldu.
394. وثَمَّ أُمورٌ تَمَّ لي كَشفُ سِتْرِها
بصَحوٍ مُفيقٍ عن سِوايَ تغَطَّت
Sarhoşluktan sonra tam
ayılmanın vâsıtasıyla, büyük işlerin ve birçok sırların perdesinin açılması ve
örtüsünün kalkması benim için tamam oldu; bunlar benden başkasına örtülü ve
perdelidir. Sarhoşluktan sonra ayıklık mertebesini bulmayan bu sırrı bilmez.
395. وعَنِّيَ بالتَّلويحِ يَفْهَمُ ذائقٌ
غَنِيٌّ عن التصريحِ للمُتعَنِّت
O büyük işleri kapalı ve
gizli sırları kâbiliyeti kadarıyla basit bir işâretle benden anlayabilir. O
zevk sâhibi inkârcı ve inatçı için gerekli olan beyandan müstağnidir.
396. بها لم يُبِحْ من لم يبح دمَهُ وفي الْ
إشارَةِ مَعنًى ما العِبارَةُ
حَدَّت
Evliyaya açılmış olan esrar
ve mânâları bir kimse, kanını kendilerine mübah kılmaksızın perdeli olanlara
(mahcûba) izhar edip gösteremez. Hal budur ki bu sırlara İmâ yoluyla işâret
etmekte nice mânâ vardır; zîrâ kelimeler onu târif edemez, söz ve beyan onu
açıklayamaz. [Çünkü coşkun dalgalı ilâh sırların denizleri sözün dar oluğuna
sığmaz ve ağır çeken ilim ve irfan dağı söz ve beyan terâzisiyle tartılmaz.]
397. ومَبْدأُ إبْداها اللَّذانِ تسَبَّبا
إلى فُرْقتي والجَمعُ يَأبَى
تشَتُّتي
Zikredilen işlerin ve kapalı sırların izhar
edilmesinin başlangıcı şöyledir: Lâhî ve vâşî (kınayıcı ve gammaz) ismiyle
anılan o iki kimse, benim sevgilimden ayrılmama sebep olmak istediler. Halbuki
hakîkat-i cem' ve birlik mertebesi benim ayrılığıma mâni olur.
[Allah bilir, /115-b/
burada lâhîden murad ruh ve vâşî
(gammazlayıcı)'dan murad nefs olabilir veya "Orada insanı mı halîfe
kılacaksın" (Bakara, 2/30) diyen melekler ve vâşîden murad şeytan
olabilir.]
[Mânâlarda taksim ve sayı
yoktur; ayırma, birleştirme olmaz. Mesnevi, I, 681 ]
398. هُما مَعَنا في باطنِ الجَمعِ واحدٌ
وأرْبعةٌ في ظاهرِ الفَرْقِ
عُدَّتِ
مَعَنا
da cemi' zamiri ile kasdedilen kendi nefsiyle sevgilidir ve هُما zamiri lâhîye ve vâşîye işaret eder. Yâni o lâhi ve vâşi ve
sevgili ve ben bâtın-ı cem'a nazaran biriz. Ve bu dört adet zâhir-i farkta ve
vücud mertebesinde sayılmıştır.
399. وإنِّي وإيَّاها لَذاتٌ ومَن وشى
بها وثَنى عنها صفاتٌ تبَدَّتِ
Muhakkak ben ve sevgili her
ikimiz bir zâtız, aramızda hiçbir ayrılık yoktur. Beni sevgiliyi gammazlayıp
kötü hâlimi söyleyen ve levm edip kınayan kimse, beni ondan çevirir, işte
bunlar benden zâhir olan sıfatlardır. Benim mertebeme nisbetle de başka
değildir, belki aynıdır.
400. فذا مُظهِرٌ للرُّوحِ هادٍ لأفقِها
شُهوداً بدا في صيغةٍ معنوِيَة
[Lâhî ve vâşî Hakk sıfatını
izhar ettiklerine göre vâşî rûhânî kuvvelerden ibârettir; ] O halde vâşî
müşâhede konusunda rûh için, ufkuna, makâmına ve aslî merkezine doğru yol
gösteren bir yardımcıdır. Yâni müşahededen ötürü Hakk'ın zâtına hidâyet eder
(yol gösterir); o müşâhede ki bütün ervâhın doğuş yeridir.
401. وذا مُظهِرٌ للنَّفس حادٍ لرِفقِها
وُجوداً غدا في صيغةٍ صُوَريَّة
Yine lâhî, şeytânî ve
nefsânî kuvvelerden ibârettir. Şuhûdu غدا demekle vasfetti. O şühud ki mânevî
mâhiyettedir, görülen ve duyulan âlemdeki gözle olan şühud gibi değildir.
[Şeytânî kuvvetler nefse
yardımcıdır ve onu arkadaşlarına sevk eder. Nefsin arkadaşlarından murad
cismânî kuvvelerdir. Onlar da gazab kuvveti, şehvet kuvveti, hırs, hased, kibir
vb. şeylerdir ki nefsin arkadaşlarıdır.]
402. ومَنْ عرَفَ الأشكالَ مِثْلي لَم يَشبْ
هُ شِرْكُ هُدىً في رَفع إشكالِ
شُبهة
Bu şekiller ve âlemin
sûretleri tek zâtın hey'etinin sûretleridir. Ve bu şekiller ve sûretler birinci
mertebede zâtın aynıdır, ikinci mertebede ne ayn ve gayrdır, kevn mertebesinde
ise "gayr" kabul edilir. İşte bunu böyle bilen kimsenin idrak ve
anlayışına, bu tür şüphelerin işkâlinin giderilmesi sırasında şirk-i Hüdâ yâni
gizli şirk şüphesi karışmaz.
[Gizli şirke "şirk-i
hüdâ" demeleri şu yüzdendir: Şerîat ve tarîkatin zâhirine göre, hidâyet
"gayr"ın isbatıyla doğru olur ve gerçekleşir.]
403. وذاتيَ باللَّذَّاتِ خَصَّتْ عَوالِمي
بمجموعِها إمدادَ جمعٍ وعمَّت
Benim zâtım bu lezzetlerin
husûlü sebebiyle bütün âlemlerime "cem"' imdâdını yâni cem'
mertebesinden yardım etmeyi tahsis etti ve herkes için umûmî hâle getirdi.
[Bu sözü kutbiyyet
mertebesinde buyurmuşlardır, avâlimi nefislerine izâfe etmeleri de bunu
gösterir. Zîrâ Cenâb-ı Hak önce Gavs-i ekbere tecellî edip o kemal mertebede
feyz aldıktan sonra, rûhânî ve cismânî bütün âleme onun zâtından Hakk feyzi
yansımış olur ve bütün âlem onun kuvveleri ve uzvu gibi olur.]
404. وجادتْ ولا استعدادَ كَسبٍ بفيضِها
وقبلَ التَّهَيِّي للقَبولِ
استعدَّتِ
Benim zâtım feyz-i
akdesiyle âlemlerin zerrelerine, onların isti'dâdlarında zat, sıfat, hal ve
fiil itibarıyla elde etme özelliği olmadığı halde cömertlikte ve feyz
intikâlinde bulundu. [Ve benim zâtım kabûle hazır olmazdan evvel isitîdâtlı
oldu ve sevgiliden kemâlâtı kabul etti. Bu durumda sevgilinin zâtını birleşme
hükmüyle kendi zâtı kılmış olur.]
[Güneş zât gibidir. Ve
güneşten cama vuran basit ışık feyz-i akdes gibidir; çeşitli camlardan yansıyan
renkli ışıklar ise feyz-i mukaddes gibidir.]
405. فبالنَّفس أشباحُ الوُجودِ تنعَّمَتْ
وبالرُّوحِ أرواحُ الشُّهودِ
تهَنَّت
Bütün âlemlerin kemâlât ve
füyuzâtı benim zâtımdan bulmuş olunca, benim nefsim ve zâtım sebebiyle, vücud
ehlinin bedenleri nîmetlenip lezzet aldılar ve hayât-ı tayyibeye ulaştılar.
Gene benim rûhum sebebiyle şühûd ehlinin ruhları güzellik buldular.
406. وحالُ شُهودي بينَ ساعٍ لأفقِهِ
ولاحٍ مُراعٍ رفْقَهُ بالنَّصيحة
Benim sevgiliyi müşahede
etmemin hâli ve sıfatı, vâşî ile lâhî (Gammaz ve kınayıcı) arasında bir
yerdedir. Sâî (koğucu)'dan murad rûhânî kuvvelerdir ki yüksek ufka ve tâ
merkeze götürücüdür. Biri de lâhîdir, onunla kasdedilen nefsânî kuvveler ve
cismânı arzûdur ki arkadaşlarını hulûs ve nâsîhatla gözetir.
407. شهيدٌ بحالي في السَّماعِ لجاذبِي
قَضاءُ مَقَرِّي أو مَمَرُّ
قضيَّتي
Bu husus karar kıldığım
yerin hükmünü ve dâvâmın güzergâhını celbetmek için benim semâ'daki hâlime ve
hareketime iyi bir şâhittir.
Hattâ rûhum sûret âlemini
ve kesret mertebesini terk edip bu âlemde ebedî olarak kalmak ister. [Bunlar,
hükmümün geçtiği yere yâni kesret âlemine ve beşeriyet mertebesine cezbedip
yine şimdiki hâlime getirir.]
408. ويُثبِتُ نَفيَ الإِلتِباسِ تطابُقُ ال
مِثالَينِ بالخَمسِ الحواسِ
المُبينَة
["Misâleyn"den
murad ya büyük kevnî âlem ve küçük insânî âlemdir veya ruhta mürtesem olan
rûhânî sûretler ve nefste yaradılıştan var olan mahsüs (duyulabilen) sûretler
olabilir. Eğer "misâleyn"den büyük âlem ve küçük âlem kasdedilirse
mânâ şöyle olur:]
Ey âşık, bu iltibas ve
şüphenin yok olmasını ve tevhîdin sûretinden şüphenin kalkması, büyük kevnî
âlem ve küçük insânî âlem zâhirî beş duyu ile iki misal isbat eder.
409. وبَيْنَ يَدَيْ مَرْمَايَ دونَكَ سِرّ ما
تلقَّتْهُ منها النَّفسُ سِرّاً
فألقَت
Ey âşık benim maksad ve
merâmımdan evvel olan şeyin sırrını al; nefsim o sırrı o sevgiliden veya
algılayıcı duyulardan gizlice elde etti ve onu sana attı.
410. إذا لاحَ معنى الحُسنِ في أيّ صورةٍ
ونَاح مُعَنَّى الحُزن في أَيّ
سورةِ
Gerçekte vahdet sırrı ve
adâlet eseri olan güzelliğin mânâsı ve latîfesi, beşerde veya başkasında
herhangi bir sûrette görünse; hüzünle dertli bir âşık, Kur'an âyetlerini
dinlerken ağlayıp feryad etse;
411. يشاهُدها فكري بطَرْفِ تخَيُّلي
ويسمَعُها ذِكْري بِمسْمَعِ فطنتي
O güzelliğin zuhûrunda
benim düşünce kuvvetim hayal gözüyle sevgilinin güzelliğini müşâhede eder. Zekâ
kulağıyla zikir organlarım o hazin sesi dinlediği vakit sevgilinin kelâmını
işitir.
412. ويُحضِرُها للنَّفسِ وَهْمي تصوّراً
فيحسَبُها في الحسِّ فَهمي نديمتي
Vehim kuvvetim, nefsimi
müşâhede için tasavvur olarak o sevgiliyi (gözümün önüne) hazır hâle getirir ve
benim anlayışım sevgiliyi, görünen güzellikte konuşan arkadaş ve kerîm dost olarak
kabul eder.
[410-411-412. Beyitlerde
anlaşılan mana]
[Ne zaman bir güzellik görsem ve hazin bir ses işitsem hayal
gözümle fikrim onun güzelliğini müşâhede eder, kulağım ve zikrim onun kelâmını
dinler, vehmim nefsime onun sûretini hatırlatır, fehmim görünen güzellikte
sevgilimin arkadaşlığını hisseder.]
413. فأعجَبُ مِن سُكري بغيرِ مُدامَةٍ
وأطرَبُ في سرِّي ومِنِّيَ
طرْبَتي
Nasıl oldu da şarapsız
sarhoş oldum, ben buna şaşıyorum? sırrımda ve kalbimdeki bu sevinç nasıl
oluyor? Halbuki benim neş'em kendimdendir, dışarıdan değildir.
414. فيرقُصُ قَلبي وارتِعاشُ مفاصِلي
يُصَفِّقُ كالشادي وروحيَ قَينَتي
Bu sarhoşluk ve neş'e
sebebiyle mafsallarımın titremesi muğannî gibi el çırpar, rûhum bana
muğanniyelik [şarkı söyleyen kadın] yapar, kalbim raks ve hareket eder, coşup
taşar.
415. وما بَرِحَتْ نفسي تَقوّت بالمُنى
وتمحو القوى بالضُّعف حتى
تَقوَّتِ
Benim rûhum evvelen ve
ahiren seyr ve talepte visâl arzûsuyla gıdalanma ve kuvvet bulmaya devam etti
ve benim zahirî ve bâtını kuvvetlerim zayıflıklarına rağmen, o arzûya kavuşmaya
niyet etmekten ve yönelmekten geri kalmadı. Böylece benim bütün kuvvelerim
maksadına erişmek sûretiyle kuvvet ve kudret sâhibi oldu.
416. هُنَاكَ وجَدتُ الكائناتِ تحالَفَتْ
على أنَّها والعَوْنُ منِّي
معينتي
Rûhumun visâl arzûsundan
gıdalandığı bu makamda, nefsânî kuvvelerimin kendisine yönelmekle kuvvet
kazandığı bu yer ile ben bütün kâinâtı aşk yolu üzere söz verici ve dostluk
kurucu olarak buldum; hepsini bana yardımcı buldum. Halbuki o yardım ve inâyet,
muvâfakat ve muâhede yine benden hâsıl olmaktadır, başkasından değildir.
[Kâbe'nin etrafında dönmek gibi, ay yüzlülerin köyünün etrafına aşk
ekme usûlünü bu âleme ben getirdim.]
417. ليجمَعَ شَملي كُلُّ جارحَةٍ بها
ويَشمَلَ جَمَعي كلُّ مَنبِتِ
شعرَة
Onun sevgisi sebebiyle
benim her bir organımın ayrılığını cem' hâline getirmek içindir. Tâ ki o sevgilinin
cem'iyet hükmü her bir uzvuma sirâyet etsin, hattâ her biri bütün zâhir ve
bâtın ayrılıklarımı cem' etsin. Her bir kılımın köküne şâmil olsun, tâ ki her
bir parçamdan tefrika ve çokluk kalkarak bütün uzvum cem'iyyeti gerektiren
işler yapsın.
418. ويخلَعَ فينا بَيننا لُبْسَ بينِنا
على أنَّني لم أُلفِهِ غير أُلفَة
Yine bu kâinatın bana
yardım etmesi için yemin vermesi veya benim cem'im o sevgiliyle benim aramdaki
uzaklık elbisesini ve bütün aykırılık ve farklılıkları çıkarmamdan dolayıdır
veya uzaklık elbisesinin çıkarılması içindir.
Bununla birlikte ben cem'
makamında bu uzaklığı ve zahirî tefrikayı ülfet ve cem'iyyetten başka olarak
görmem. Belki bütün ayrılıkları ve çoklukları ayn-ı cem'iyyet ve sırf vahdet
görürüm.
419. تنبَّهْ لِنَقْلِ الحِسَّ للنَّفسِ
راغباً
عن الدَّرس ما أبدَتْ بوَحي
البديهة
Ey âşık, öğrenme yoluyla
beş duyunun nefse naklettiği sırların idrâki için ki onları sevgili herhangi
bir gayret sonucu olmaksızın açık seçik vahiy vâsıtasıyla izhar etmiştir,
onların idrâki için burhan gerekmez.
Vahy ve ilhamla ilgili her
şey bedîhiyat [apaçık hususlar] kabîlindendir, delîle muhtaç olmaz, şüphe onda
çarpıntı yapmaz,
420. لروحيَ يُهدي ذكْرُها الرَّوْحَ كُلّما
سَرَتْ سَحَراً منها شَمالٌ
وَهَبَّتِ
Ne zaman ki segilinin lütuf
hazînesinden seher vaktinde şimal rüzgârı esse, o güzel rüzgâr benim ruhuma o sevgilinin
zikrini hediye eder.
Veya: Ne zaman ki seher
vaktinde sevgili tarafından seher rüzgârı esse benim ruhuma o onun zikri
rahatlık verir.
421. ويَلتذُّ إنْ هاجَتهُ سَمَعيَ بالضُّحى
على وَرَقٍ وُرْقٌ شَدَتْ وتغنَّت
Sevgilinin köyünün
güvercini, kuşluk vaktinde ağaç dalları üzerinde, çiçek yaprakları arasında ne
zaman yâdigâr nağmeleriyle teğannî ve terennüm eylese benim kulağım lezzet
duyar.
422. ويَنعَمُ طَرْفي إنْ رَوَتْهُ عَشيَّةً
لإِنسْانِهِ عنها بُروقٌ وأهْدَتٍ
Eğer sevgilinin zikrini
yatsı vaktinde şimşekler ve fecirler rivâyet etse, ondan da benim göz bebeğim
gözüme nakletse, böylece o şimşekler o zikri rûhuma hediye etse, benim gözüm
nimete gark olur ve aydınlanır.
423. ويَمْنَحُه ذَوقي ولَمْسيَ أَكْؤس الشْ
شَرابِ إذا ليلاً عَلَيَّ
أُديرَتِ
Geceleyin kadeh bana
dönünce, şarâbı tatmam ve onun kadehine dokunmam bana sevgilimi hatırlama
nimetini bahşeder.
[Geceleyin bana lezzetli
şarap kadehleri döndürülünce nefâseti ve tadından dolayı o kadehler benim
tatma, dokunma vs. duyularıma sevgiliyi hatırlatmış olurlar.]
424. ويوحيه قلبي للجوانح باطناً
بظاهر ما رسلُ الجوارحِ أَدَّتِ
Kalbim sevgilinin zikrini iç
kuvvetlerime gizlice bildirir; her a'zâ da elçilerinin yerine getirdiği şeyin
zahirine uygun davranışlar içinde olurlar.
425. ويُحضِرُني في الجمع مَن باسمها شدا
فأنشهَدُها عندَ السِّماعِ
بجُملتي
Semâ' topluluğu arasında
sevgilimin ismiyle teğannî eden, onun yüksek zâtı ve güzel sıfatlarını zikredip
terennüm eden kimse beni hazır hâle getirir. O sevgilinin vasıflanın,
isimlerini, güzelliklerini, medih ve senâsını işittiğim vakit bütün uzuvlarımda
ve hücrelerimde, rûhânî ve cismânî bütün kuvvelerle ve bedenle o sevgiliyi
müşâhede ederim.
[Bir kâmilin kalb ve rûhu
kevnî elbiselerden soyunup, bâtın nûru organlarına iyice sirâyet edince, Hakk'ı
her uzvuyla ve her kuvvesiyle zâhiren ve bâtınen müşâhede etmesinde şaşılacak
bir şey yoktur.]
426. فيَنحو سَماء النَّفحِ روحي ومظهري ال
مُسَوَّى بها يحْنو لأترابِ
تُرْبَتي
Rûhum güzel ses ve hüzünlü
nağme dinlediği sırada, vuslat menba'larına yönelir, kudret eliyle düzeltilmiş
ve mayalanmış olan mazharım da tabiî âleme ve unsurî mertebesine meyleder.
Semâ' sâhibinin sıkıntısı,
ızdırâbı, dönmesi, raksı, çabukluğu rûhun baka âlemine, nefsin de süfliyet
mertebesine çekilmesine delâlet ve şehâdet eder.
427. فمِنِّيَ مَجذوبٌ إلَيها وجاذِبٌ
إليِه ونَزْعُ النَّزْعِ في كلّ
جَذبَة
Benden sevgili tarafına bir
çekilen vardır ki o, rûhumdur, o rûhumu bana cezbeden bir şey var ki o tabiatım
ve nefsimdir. Yüksek tarafın iştiyâkı gâlip olup rûhânî zevk rûhumu celbedince
ve rûhum birliğe çekilip bedeni terk etmek isteyince, nefsim ve tabîatım onu
kendi âlemine çekerek ilk mertebesine indirirler; her cezbede de can çekişmenin
çekişi görülür.
428. وما ذاكَ إلاَّ أَنَّ نَفسي تَذَكَّرَتْ
حَقيقتها مِن نَفسِها حينَ أوحت
Zâtımın hakîkatini kendi
zâtından mugannilerin nağmeleri içinde tezekkür etmesinden başka bir şey
değildir. Zâtım o vahiyden ilâhı hitap lezzetini tattı.
429. فحَنَّتْ لتَجريدِ الخطاب ببرْزَخ التْ
تُرابِ وكُلٌّ آخِذٌ بأزِمَّتي
Nefsim toprak berzahına,
yâni toprak unsuru şekline inerek mücerred hitâbı arzûladı. [Bu toprak şeklinin
"berzah" olması, vahdetle kesreti birleştirdiği için olmalıdır veya
hayatla ölüm arasında vâki olduğu içindir.] Hâlbuki toprak berzahına âit
kuvvelerimden her biri, benim yularımı hakîkate yükselmeye mecâl bırakmayacak
şekilde eline almış durumdadır.
430. ويُنبيكَ عن شأني الوَليدُ وإن نشا
بَليداً بإلهامٍ كوَحيٍ وفِطنَةٍ
Ey benim semâ' ve saf âdaki
hâlim hakkında bilgi sâhibi olmak isteyen kimse! Benim semâ'daki hâlim hakkında
beşikteki süt çocuğu sana bir fikir verebilir: Kalbine ilkâ olunan vahye benzer
ilham vâsıtasıyla ve zekâsı sebebiyle o çocuk iyi bir örnektir.
431. إذا أنَّ من شدَّ القِماط وحنَّ في
نشاطٍ إلى تَفريجِ إفراطِ كُرْبة
Her ne kadar büyüdüğü zaman
ahmak ve bön birisi olup o zevki unutmuş bile olsa netice değişmez. Evet
beşikteki küçük bebek kundağın sertliği ve beşiğin verdiği sıkıntıdan dolayı
ağlayıp inlediği, feryâd ettiği vakit, eziyet ve sıkıntısının dağılmasını,
ferahlık bulmayı arzû edince,
432. يُناغي فيُلغى كُلّ كَلٍّ أصابَهُ
ويُصغي لِمَنْ ناغاهُ
كالمُتَنَصِّتِ
Kendisine ninni söylenir,
dadısı güzel sesle ona nağmeler söyler. O nağmeler sebebiyle kendisindeki
üzüntü ve sıkıntılar sanki üzerinden kaldırılır, yok olur. O bebek, susup
inleyenler gibi o sese kulak verir ve dinler.
433. ويَنسيهِ مُرَّ الخَطبِ حُلْوُ خِطابِه
ويُذكِرُهُ نَجْوى عهودٍ قديمة
O ninni söyleyicinin tatlı
sözleri ve güzel nağmeleri, o bîçare bebeğe beşiğin verdiği zorluk, sıkıntı ve
zahmetleri unutturur. Ninni söyleyici güzel ve yanık sesiyle bebeğe eski
sözlerin ve geçmişteki bağların sırlarını hatırlatır;
434. ويُعرِبُ عن حالِ السَّماعِ بحالِه
فيُثبِتُ للرَّقصِ انتِفاء
النقيصة
O olgun bebek hal diliyle,
semâ' ve safâdaki nice halleri ortaya koyar. Akıl sahipleri nezdinde mâlûmdur
ki, dadılar bebeklerin beşiğini sâdece onları teskin etmek için sallarlar.
[Şöyle derler: (Raks
eksikliktir). Bunların böyle deyip âşıkların raksında noksanlık görmelerini
bebeğin hâli geçersiz kılar.]
435. إذا هامَ شَوْقاً بالمُناغي وهَمَّ أنْ
يَطيرَ إلى أوطانِهِ الأوَّلِيَّة
O süt çocuğu ninni
söyleyicinin ninnileri ve nağmeleriyle ulvî âleme ve aslî merkezine şevkle
hayran olsa ve ilk vatana ve ezeliyet mekânına uçmaya niyet etse,
436. يُسَكَّنُ بالتَّحريكِ وهو بمَهْدِهِ
إذا ما لهُ أيدي مُرَبِّيهِ
هَزَّت
Onun bu ıstırap ve
zorlukları beşikte kendisini sallamak sûretiyle teskin edilir. Bebek zaman
zaman sıkıntıya düşünce mürebbiyenin eli, sükûnet bulması için onu sallar ve
bebek beşiğin sallanmasından haz duyar ve ıstırâbı son bulur.
437. وجدتُ بوَجدٍ آخذِي عند ذكرِها
بتَحبيرِ تالٍ أو بألحانِ صَيَّت
Kur’ân-ı Kerim okuyan
birisinin güzel sesiyle veya şarkıcıların yüksek sesli nağmeleri sebebiyle
sevgiliyi hatırladığım sırada beni yakalayan vecd hâlimde iken ruhunu teslim
etmek üzere can çekişen kimsenin hâlini bulurum.
438. كما يجدُ المكروبُ في نزعِ نفسِهِ
إذا ما له رسلُ المنايا توفَّتِ
Can çekişenin bu hâli, ölüm
meleği kendisini öldürürken ve rûhunu kabzederken olan haldir. Bu sırada sanki
can çekişme hâlindeki dertlinin elemlerini ve zorluklarını hissederim.
439. فواجدُ كَرْبٍ في سياقٍ لفُرْقَةٍ
كمَكروبٍ وَجْدِ لاشتياق لرُفقة
Kederli kimse ölüm meleklerinin
ölüm atını, ruh ve bedenin ayrılığı için sevk ettikleri vakit vecdden dolayı
kederlenmiş gibidir. Bunu böyle olması vecd ânında kâmil ruhlara, mücerred
nefislere ve mele-i a'lâdan olan arkadaşlarına iştiyâkı olduğundandır. Bunlara
iştiyâkı demek bunlara ulaşma ve kavuşmayı istemektir.
440. فذا نفسُهُ رَقَّتْ إلى ما بَدَتْ بِه
وروحي ترَقَّتْ للمبادي
العَلِيَّة
O kederli kimsenin nefsi,
bedenî ve hayvânî kuvvelerinin zuhûruna sebep olan şeye meyil ve sevgi
gösterir. Benim rûhum ise felekleri hareket ettiren ruhlara ve yüksek makamlara
yâni zâtın isimlerine yönelir ve yükselir.
441. وبابُ تخَطّيّ اتِّصالي بحيثُ لا
حِجابَ وِصالٍ عنهُ روحي ترَقَّت
Benim ittisal mertebesini
aştığım makamda visâl hicâbı yoktur, o visâl hicâbından benim rûhum terakkî
etti. Benim olduğum mertebede ulaşan, ulaşılan tek zattır, başkalık ve ikilik
yoktur.
442. على أثَري مَن كان يُؤثِرُ قصْدَهُ
كمِثليَ فَلْيَركَبْ له صِدْقَ
عَزمة
Benim gibi o kapıya
yönelmeyi seçen, ona niyetlenen kimse, benim yolum üzre azîmet merkebine giderek
o cenâba binsin. Veya mânâ: Benim gibi o. kapıya varmaya niyetlenen kimse
sıdk-ı azm (azîmet) merkebine binsin.
443. وكمَ لُجَّةٍ قد خُضْتُ قبلَ ولوجه
فَقيرُ الغِنى ما بُلّ مِنها
بَنَغْبَة
Birleşme ve birlik kapısına
girmezden evvel birlik ummânından çok deryâya ve nice denizlere daldım. Dünyevî
zenginliğe muhtaç olan âbidler ve zâhidler veya âhiret devlet ve servetine
muhtaç bulunan akil adamlar o deryâdan bir yudumla bile ıslanıp
rızıklanmadılar.
[Zîrâ birleşme mertebesi
her zâhid ve âbidin nasîbi değildir. O, murâdı kalmamış âşıklara müyesserdir.]
444. بمِرْآةِ قولي إنْ عزَمتَ أُريكَة
فأصْغِ لِما أُلقي بسَمعِ بَصِيرة
Ey âşık, eğer sen bu yola
azmeder ve Hakk dergâhına kesin olarak yönelirsen, benim sözüme kulak ver ve
benim kulak verdiğim şeyi can kulağıyla dinle. Tâ ki ben sana bu kapının yolunu
söz aynamda göstereyim.
445. لَفَظتُ من الأقوالِ لَفظيَ عِبرَةً
وحَظِّي من الأفعالِ في كلّ
فَعْلة
Ben i'tibar maksadıyla
sözlerimden lafzımı attım, tâ ki ağyar hâlime vâkıf olmasın. Lafzı atmak
(tarh-ı lafz) şu demektir: Kendisinden çıkan her sözün hakikatlerini,
inceliklerini ve sırlarını kendine mâl etmeyip Hak'tan bilmektir.
446. ولَحظي على الأعمالِ حُسنُ ثَوابها
وحِفظيَ للأحوالِ من شَينِ رِيبة
Yine her bir işte nefsimin
payını attım ki karşılığında sevab ve bedel düşünmem. [Ne yaparsam Allah rızâsı
için yapanın, yaptığımı da kendimden bilmem.] Aynı şekilde, amellerin sevab
güzelliği üzerinde düşünmeyi attım.
447. ووعظي بصِدق القصدِ إلقاء مخلِصٍ
ولَفْظي اعتبار اللَّفظِ في كلّ
قِسمَة
Hallerimi süslemek
ayıbından ve korunmamı attım. Azm ve kararlıkla doğruluğu sebebiyle halka vaaz
ve nâsîhat etmeyi, ihlâs sâhiplerinin attığı gibi attım. Sözümü de attım, yâni
şu sayılan kısımların her birinde olan lafzı itibarı (atmak) sözünü de attım.
[Bu durumda âlimlerden,
âmillerden ve herkesten hâlis olup, ne zuhûr ederse Hak'tan zuhûr eder
görürüm.]
448. وقَلبِيَ بَيْتٌ فيه أسكن دونَهُ
ظُهُورُ صِفاتي عَنهُ من
حُجُبِيتي
Benim kalbim beytullahtır, varlığın hakikati olan ben orada
oturuyorum. Benim kalbimin altında başka bir ev daha vardır ki o zâhirî
Kâbe'dir veya cismânî bedendir; işte zâtımın perdelenmesi ve varlığımın
gizlenmesi dolayısıyla sıfatlarımın zuhûru ondandır.
449. ومنها يَميني فيَّ رُكنٌ مُقَبَّلٌ
ومن قِبلَتي للحُكمِ في فيّ
قُبلَتي
Benim sağ elim zâtımın
mazharı olan bedenimde bir rükündür, o öpülmesi müstehab olan şeylerdendir ve
zâtımın perdelendiği adı geçen sıfatlardandır. Hacerü'l-Esved ve Ruknü'l-yemânî
gibi, ağzımı dokundurduğum bâzı yerleri öpüşümün bir hikmeti vardır.
450. وحَوْليَ بالمَعنى طَوافي حقيقةً
وسَعيي لوَجهي من صفائي لمَرْوَتي
Zahirî Ka'be kalbimin sûreti ve hakikatimin eserinin mazharı
olduğuna göre, benim tavâfım, mânâ bakımından gerçekten zâtımın etrâfındadır.
Aynı şekilde çalışıp çabalamam (sa'yim) riyâzetler, mücâhedeler ve sülûküm
rûhumun Safâ'sından, nefsimin Merve'sinedir, zâtımın rızâsı sıfatlarımın
ma'rifetleri içindir.
451. وفي حَرَمٍ من باطني أمْنُ ظاهري
ومِنْ حولِهِ يُخشى تخطُّفُ جيرتي
Harem-i İlâhî olan
bâtınımdan benim zahirimin emniyeti hâsıldır. Bir halde ki o haremin
etrâfındaki komşularımın esir alınıp götürülme korkusu vardır.
452. ونفسي بصَومي عن سِوايَ تفَرُّداً
زكتْ وبفَضلِ الفيضعنِّي زَكَّت
Benim nefsim Allah'tan
gayri her şeyi ve başkalarını görmekten ayrılarak mâsivâdan el çekmiş olması
dolayısıyla temizlendi. Ayrıca İlâhî tecellîlerin tevâlîsi ve rahmâni
feyizlerin ard arda gelmesi demek olan feyz-i kudsînin fazlıyla
"vücud" hazînesinden, hak edenlere ve isti'dâdlı olanlara zekât verdi
ve onları da mâsivâdan temizledi.
453. وشَفعُ وُجودي في شُهوديَ ظلَّ في اتْ
تِحاديَ وِتْراً في تَيَقُّظِ
غَفوَتي
Vücûdumun zevciyyeti,
Hakk'ı müşâhede ettiğim sırada tek oldu ve gaflet uykusundan uyandığım vakit de
vahdet mertebesini buldu. Bu gafletten uyanış o sevgiliyle birleşme etmem
durumunda vâkidir. Yâni bîgânelik yok oldu yegânelik hâsıl oldu; ben cân-ı
cânâna vâsıl olup aslı olmayan aykırılığı bertaraf ederek Hakk'a vuslatla
şereflendim
454. وإسراءُ سرِّي عن خُصوصِ حقيقةٍ
إليَّ كَسَيري في عُمومِ الشريعةِ
Rûhumun sırrının benim
zâtıma doğru olan ve hakikat ehlinin havâssının gözlerinden gizli olarak
gerçekleşen seyri, benim şeriat ehlinin avâmında seyrim gibidir.
[Benim seyrim şeriat
ehlinin avâmı arasında nasıl gizli ise hakikat ehlinin gözlerinden de öyle
örtülüdür ve gizlidir, dolayısıyla hakikat erbâbının havâssı da benim sırlarımı
idrak etmekle hayran ve şaşkındırlar.]
455. ولم ألهُ باللاَّهوتِ عن حُكمِ مظهَري
ولم أنسَ بالنَّاسوتِ مظهرَ
حِكمتي
İlâhiyet mertebesinden
dolayı ve cem'-i vahdet makamıyla muttasıf olmam hasebiyle, mazharımın
hükmüyle, beşeriyetimin muktezâsıyla ve tabiatımın haklarını yerine getirmekle
meşgul olmam.
Yine insâniyetim sebebiyle
hikmeti izhar edeni ve ma'rifetimi vereni unutmam. Nâsûtumun (insan olmamın)
lezzeti, lâhûtun vahdetine mâni olmadığı gibi, lâhut sırları ve nurlarının
galebesi de nâsut kesreti mertebesine mâni olmaz.
456. فعَنِّي على النَّفس العُقودُ تحكَّمت
ومنِّي على الحِسّ الحُدودُ
أُقيمتِ
Gayb âlemindeki verdiğim
yeminler nefs-i nâtıkam üzre benden çıktı ki o "Elestü birabbiküm"
sözüdür. Yine şehâdet mertebesinde zâhirî tarafıma yükletilen şer'î sınırlar ve
uyulması gerekli işlerin hepsi vahdet ve birleşme hükmü îtibâriyle benden
banadır.
457. وقد جاءَني منِّي رسولٌ عليه ما
عَنِتُّ عزيزٌ بي حريصٌ لرأفَة
Kesret perdeleriyle örtülü
bulunduğum sırada bana benden bir resûl-i mükerrem geldi; benim cezayı mucip
helâk yerlerine uğramam, dalâlet ateşine ve şüphe ve hayal cehennemine düşmem o
resûle çok ağır gelir. Bana olan şefkat ve merhametinden dolayı, o benim
terbiye ve irşâdım husûsunda çok gayretlidir.
Zîrâ Resul, cüz'î ruhların
müdebbiri olan küllî ruhtur. Tefrika, kesret ve dalâlet çöllerinde yol
gösterici olan başka nebiler ve velîler bu küllî rûhun mazharıdırlar.
[Şu âyete telmih vardır.
(Tevbe, 9/128). "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir
ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere
karşı çok şefkatlidir, merhametlidir".]
458. بحُكمي من نَفسي عليها قَضَيتُهُ
ولما توَلَّتْ أمرَها ما تولَّتِ
Durum anlatılan şekilde
olunca benim hükmüm, külliyyetim ve cemi'yyetim îtibâriyle benim zâtımdan
çıkanı, zâtımın tafsilâtlı şekilde zuhûru bakımından üzerine hükmeyledi.
[Vücudda benden başkası yok
ki ben ona hükmedeyim veya o bana hükmetsin. Benim nefsim işimin idarecisi ve
hâkimi olunca ve hakîkat îtibâriyle hükmünü icra edince, yine nefsim mezâhirde
zuhûr etme îtibâriyle o işi kabul edip yüz çevirmedi. Böylece hükmeden ve
hükmedilen kendisi oldu.]
459. ومن عهد عهدي قبل عصرِ عناصري
إلى دارِ بَعثٍ قبلَ إنذارِ
بَعثَة
"Bütün maddî
sûretlerin kendisinden oluştuğu unsurlarımın taayyünü zamânımdan önceki bir
vakitte vukû bulan mîsâkımdan ben hazret-i zâtımdan nefsime gönderilmiş idim.
460. إليَّ رَسولاً كُنتُ منيَ مُرْسَلاً
وذاتي بآياتي عليَّ استَدَلَّتِ
Aynı şekilde bu göndermenin
başlangıcı, bi'setin benden ve zâtımdan inzârından önceydi, şu bakımdan ki onun
tafsîlinin sûretleri, âyetlerim ve sıfatlarımla zâtıma delâlet eder."
[ Demek ki zat çıplaklığı
îtibâriyle "mürsil/haber gönderen" olur, ruh libâsını giyinmek
îtibâriyle "resul/peygamber" olur, nefs ve mevcûdât libâsını giyinmek
îtibâriyle "mürselün ileyh= kendisine gönderilen/ümmet" olur.]
461. ولما نقَلتُ النَّفسَ من مُلكِ أرضِها
بحكمِ الشِّرا منها إلى مُلكِ
جَنَّة
Ben nefs-i natıkamı arzının
mülkünden, tabiat ve beşeriyet ikliminden cennet mülküne nakledince, o sevgiliyle
alış verişte bulunmak maksadıyla cismâniyet zeminimin tasarruflarıyla
ilgilenmekten soyununca, ki bu alış veriş şu âyetin hükmüyledir:
462. وقد جاهدتْ واستُشهدتْ في سبيلها
وفازتْ ببُشرَى بيعِها حينَ أوفَت
[(Tevbe,9/111). "Allah mü'minlerden
mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın
almıştır"] nefsim sevgilinin aşkı yolunda şehâdete erinceye kadar mücâhede
etti ve kendinden vererek elden geldiği kadar satın alıcıya tamâmen teslim
olmayı yerine getirdiği sırada satın alma müjdesine nâil oldu.
463. سَمتْ بي لجَمعي عن خُلودِ سمائِها
ولم أرْضَ إخلادي لأرضِ خليفتي
Böylece nefsim beni,
ebedîlikle vasıflanmış olan cennetin semâsını aşarak ahadiyyetü'l-cem'
mertebesi olan ve hakikatime mahsus bulunan hazret-i cem'a yükseltti. Oysa ben,
halîfem olan Adem (aleyhisselâm)'ın yerine meyletmeye râzı değilim.
[O Âdem ki (A'raf, 7/19).
"Sen ve zevcen cennette otur" âyetine göre, cennet kendisi için yer
olarak gösterilmiştir. Veya halîfeden murad insanlar olabilir, zîrâ onlara
tasarruf ve irâdeleri sebebiyle cisimler âleminde Allah'ın hâlîfesidirler.]
464. وكيفَ دُخولي تحتَ مِلكي كأوْلِيَا
ء مُلْكِي وأتباعي وحزْبي وشيعتي
Ben nasıl olur da, maddî
olsun mânevî olsun tasarrufum altında olan şeylerin altına girerim ve onlar
bana tasarruf eder, ben nasıl olur da, mülkümün hükümleri ile kayıtlı olurum?
[Nitekim mülkümün evliyâsı
benim tasarrufum altındakilere dâhildirler, felekler ve unsurlar mülküm
cümlesinden birileridir, zamanın îcâbına göre onlar üzerinde tasarruf ederler.
Yine müslümanlardan tâbîlerim, mü'minlerin havâssından hizbim, sâlihlerin
ebrârından cemaatlerim evliyâm gibi mülkümün içine dâhillerdir ve tasarrufum
altındadırlar.]
465. ولا فَلَكٌ إلاَّ ومن نورِ باطِني
بِه مَلَكٌ يُهدي الهُدى
بمَشيئَتي
Dokuz felekten hepsi benim
bâtın nûrumdan hâsıl olduğu halde, nasıl olur da evliyâm gibi vesâir tâbilerim
ve cemaatlerim gibi mülkümün altına girerim? O dokuz felekte melek, bütün
mülklere, feleklerin sâkinlerine ve yeryüzünde bulunanlara hidâyet ihsan eder
ki bu benim irâdemledir ve benim emrim dışında hiçbir şey olmaz.
466. ولا قُطْرَ إلاَّ حلّ مِن فيض ظاهري
بِه قَطرَةٌ عنها السَّحائبُ
سَحَّت
Âlemin hiçbir tarafı yoktur
ki benim feyz-i zahirimden ve apaçık ismimden inmemiş olsun. Zırâ bu kâinatın
vücûdu benim coşup taşan cömertlik denizimden ve vücûdumun görünen feyzinden
bir feyzdir. Ve o tarafta bir damla vardır ki bulutlar yağmur damlalarını o
damladan döker. Öyle bir damladır ki, kendisinden yükselen bulut buharlarını
cezbedip arza döken okyanus onun lütuf deryâsına nisbetle değersiz bir deryâ
gibidir.
467. ومن مطلعي النورُ البَسيطُ كلَمعةٍ
ومِن مشرَعي البحرُ المحيطُ
كقطرَة
Basit güneş ışığı benim
hakikatimden bir parıltı ve bir zerredir. Okyanus benim ilim nehrimden,
cömertlik ve hilim denizimden bir damladır. Benim ilm-i ledünnümde binlerce
Hızır âciz olur. Nice Mûsâ benim her bir tecellîmde hayran olur. Dertlinin
dermanı benim. Her mâdenin kaynağı benim. O emsalsiz inci benim, o sonsuz deniz
benim.
468. فكُلِّي لكُلِّي طالِبٌ مُتَوَجِّهٌ
وبعضي لبَعضي جاذِبٌ بالأعِنَّة
Benim kalbime, kalıbıma,
rûhuma ve ismime âit her bir parçam, cem' makamıma ve birlik mertebesi olan
küllî mertebeme yöneliktir ve onu ister. Yine, bâzı parçalarım maddî olsun
manevî olsun, bâzı parçalarımı cezb edici yularlarla çekmektedir.
469. ومَن كان فوق التَّحت والفوْقُ تحته
إلى وجهِه الهادي عَنَتْ كلُّ
وِجهَة
O "alt"ın üstünde
ve yönlerin yükseğinde olan da kimdir? Ona nisbetle, üstünlükle isimlenen her
yücelik onun altındadır ve o "üst" "alt" ve yönlerden berî
ve yücedir. Onun hidâyet edici ve bâki zâtına bütün yönler yüz sürmeli ve
eğilmelidir.
[Demek ki ben, hakikat
îtibâriyle her alt'ın üstündeyim. Bütün üst'ler ve yücelikler nûrumun kuşatması
altına dâhildir. Bu sebeple bütün âlem sûreti ve mânâsıyla bana yöneliktir ve
benden yardım ister ve ben hepsine yardımcı ve fayda vericiyim.]
470. فتحتُ الثَّرَى فوقُ الأثيرِ لرَتْقِ ما
فَتَقْتُ وفَتقُ الرَّ تقِ ظاهرُ
سُنَّتي
Benim, yükseklikteki
kemâlim ve bütün yönlerin bana yönelmesi sebebiyle ve hilâfetim hasebiyle,
taht-ı serâ (toprağın altı) bana semânın üstüdür. Bana göre gökle yerin,
enlemle boylamın, alçak ve yükseğin, esir ve toprağın farkı yoktur. Bütün
zıdlar müşâhede gözümde aynı seviyededir.
["Eğer yerin içine
iple bir adam sarkıtsaydınız Allah'ın üzerine düşerdi, semâda da arzda da ilâh
olan odur" hadîsinin hükmüne göre
Cenâb-ı hak her şeyi kuşatmış olunca, Hakk'ın müşâhedesinde toprağın altıyla
göğün üstünün bir farkı olmaz. "Beni Metta oğlu Yunus'tan üstün
bilmeyin" hadîsi de buna
delâlet eder.
Mertebelerin ilki isim ve
sıfatların ayrılmasıdır. Mertebelerin sonu mevcûdâtın sûretlerinin
ayrılmasıdır. Bitişme mertebesinin ilki zât-ı ahadiyyet sonu ise insâniyet
mertebesidir.]
471. ولا شبهَةٌ والجمعُ عينُ تَيَقُّنٍ
ولا جِهَةٌ والأينُ بَينَ
تَشَتُّتي
Cem' makamına ulaşan ve
ayne'l-yakîn mertebesini hâsıl eden kimsede şüphe ve şâibe kalmaz. Nereye
yönelinse muayyen ve mukayyed cihet söz konusu olmaz. Zaman ve uzaklık
parçalanmayı ve ayrılığı gerektirir; ikilik, başkalığı gösterir. O halde göz
sâhibi olan; zaman, uzaklık, kir pas ve yalandan temiz ve uzaktır.
472. ولا عِدَّةٌ والعَدّ كالحدّ قاطِعٌ
ولا مُدَّةٌ والحدّ شِرْكُ موَقتِ
Cem' mertebesinde sayı da
yoktur ki, ne kadar gün, ne kadar saat vâsıl olman ve ne kadar gün ayrı olman
söz konusu olsun. Zîrâ saymak, sınır (hadd) gibi kesicidir. Nitekim hadd,
sınırsızı sınırlı kılar ve sanki o sınırlıyı sınırsızlıktan kesip ayırmış olur.
"Müddet" dahî
yoktur; müddet şu demektir ki, bâzan vuslat ve kavuşma gerçekleşir, bâzan da bu
gerçekleşmez. Onun için müddet yoktur, zîrâ müddet sınırlamaktır. Ayrıca müddet
ve sınır muvakkate muzaf olan şirktir.
Yâni vuslata vakit tâyin
eden kimsenin şirkidir. O halde müddet sayı, zaman, uzaklık, şüphe ve şâibe
hepsi perdelenmiş olanların hâlidir. Başkalık ve ayrılık olmaksızın vuslat ise
kâmilllerin işidir.
473. ولا نِدّ في الدَّارَينِ يقضي بنَقْضِ ما
بَنيتُ ويُمضي أمرُهُ حُكمَ
إمرَتي
Her iki cihanda bana ortak
ve benzer yoktur ki benim yaptığım şeyi yıkmaya ve tâmir ettiğim işi bozmaya
hükmetsin. Ve benim hükümdarlık ve sâhiplik selâhiyetim üzerine "olur"
emrini imzâlasın.
474. ولا ضِدّ في الكَونَينِ والخَلقُ ما ترى
بهِمْ للتَّساوي من تفاوُتِ
خِلقَتي
Her iki cihanda bana zıd
olan dahî yoktur ki benim emrime muhâlefet etsin. Zîrâ sen, mahlûkatta, hilkat
zıddiyetine, tenâsübsüzlüğe, hakîkat ihtilâflarına dâir bir şey göremezsin.
Çünkü bunların yaratılışı eşitlikte olup, birbirine aykırılığı yoktur.
475. ومني بدا لي ما عليَّ لَبِسْتُهُ
وعني البَوادي بي إليَّ أُعيدَتِ
[Ahadiyyet-i cem' makamının
diliyle buyururlar ki:] Benim şuûn-ı zâtımın sûretlerinden bâzı oluşlar demek
olan mümkin hakikatler ve kainata âit bilgiler benden, benim için ve bana zâhir
oldu; işte onları ben örttüm. Bu zâhirî işler benden sâdır oldu, benim
kudretimle hâsıl oldu, yine bana döndürüldü.
[O halde hakikatte, gösteren, gösterilen ve kendisi için
gösterilen; örten, örtülen ve kendi üzerine örtülen; döndüren, döndürülen ve
kendisinden döndürülen ve kendine döndürülen hepsi benim ve benden başkası
değildir.]
476. وفي شَهِدْتُ السّاجدينَ لمَظهري
فحَقّقْتُ أني كُنتُ آدمَ سَجدَتي
Bedenime ve mazharıma [zuhur ettiğim şey] secde etmekte olan
melekleri zâtımda müşâhede ettim. Hakîkaten secdemin Âdem'inin ben olduğunu
bildim. Yâni secde eden melekler benim sıfatlarımdan bir sıfatımdır ki zâtıma
secde kıldılar. Kendi zâtımdaki meleklerden secde eden ve Âdem'de secde
edilenin yine ben olduğumu, benden başkası olmadığını müşâhede ettim.
477. وعايَنتُ روحانيّة الارَضِينَ في
مَلائِكِ عِليّيّنَ أكْفاء
رُتْبَتي
Ben arz meleklerini,
ıllîyyin melekleri zümresinde benim mertebeme nisbetle emsal ve denk gördüm.
Yâni semâvî rûhânîlerde zuhûrum nasılsa süflî rûhânîlerde de aynı şekilde
benzer ve denktir.
[Her ne kadar bu cümlede
zâhir îtibâriyle üstlük ve altlık tasavvur edilir, ihtilâf ve farklılık
görülürse de benim mertebeme nisbetle hepsi bir ve berâberdir.]
478. ومن أفقي الدّاني اجتَدى رِفْقيَ الهُدى
ومِن فَرْقيَ الثاني بدا جَمعُ
وَحدَتي
Arif ve kâmilin iki yüzü
vardır. Bir yüzü cem' mertebesine rıfk-ı Huda ya [sevgili dosta] bakar ve ondan
kemâlâtı elde eder, bu tarafına "ufk-ı a'lâ" denir.
Bir yüzü ise kesret
tarafına bakar ki, beşeriyeti ve cismânîyetidir. Bu yüzüne ufk-ı ednâ denir ki
bu tarafından halka feyz dağıtır.
[O bakımdan şöyle
buyururlar:
Benim ufk-ı dânîmden, yâni
beşerî sûretimden, yol arkadaşlarım hidâyet ve yardım talebinde bulunurlar.
Benim cem'-i vahdetim, bana fark-ı sâniden zahir oldu ki bu "mahvdan
sonraki ayıklık" mertebesi dedikleridir. Kâmilin son noktası "ikinci
fark"ta hâsıl olur. Zîrâ vahdet ile kesret berâberce tek hâlette birleşir,
vahdetin müşâhedesi kesrete ve kesreti görmek de vahdete mâni olmaz. Halkı
Hak'ta, Hakk'ı halkta görüp her mertebenin hükmünü icrâ eder. Sûretin çokluğu
onu vahdetten perdelemez.]
479. وفي صَعقِ دَك الحِسّ خَرّت إفاقةً
ليَ النّفسُ قبلَ التّوبِة
المُوسويّة
Hz. Mûsâ Allah'ı görmeyi
isteyip (beni göremezsin) hitabıyla savulunca yüz üstü düşerek şaşkın hâle
gelip kendinden geçtikten sonra "Seni tenzih ederim, sana tevbe
ettim"dedi.
Mûsâ'nın bu tevbesinden
evvel Hakk'ın tecellîsinin hissimi parçalayıp yok etmesinin şaşkınlığı
sırasında, benim nefsim, ifâkat [iyileşmek ] için düştü ve kendinden kayboldu,
yâni bu hal benim için de ezelî bir hâdisedir.
480. فلا أينَ بَعدَ العينِ والسّكْرُ منه قد
أَفَقْت وعين الغين بالصّحوِ
أصْحَت
Nefsimin ayılması ve zâtı
görme isteğinden dönme sebebiyle (nerede?) "Ne cihette ve nerededir?"
sözü kalmadı. Zîrâ gözle gördükten ve müşâhede ve beyandan sonra soru kalmaz.
Hâlbuki ben başkalık ve ayrılık sarhoşluğundan ayıldım ve zâtının birlik
perdesi ayıklık vâsıtasıyla zâil oldu, müşâhede devleti hâsıl oldu ve ben
birliğimizin cemâlini müşâhedeye başladım.
481. وآخِرُ مَحْوٍ جاءَ خَتمي بعدَهُ
كأوّل صَحْوٍ لارْتِسامٍ بِعِدّة
Benim aşk yolumun
tamamlanması kendisinden sonra gelen mahvımın son mertebesi, ayıklığın
başlangıcı gibidir, çünkü bu ikisi sayıyla bilinir.
İlk mahvın sonu ayıklık
gibidir. Bu bakımdan âşık, ayıklığın evvelinde kesretle kâimdir, mahvın sonunda
da kesret gelir, fakat vahdet şeklinde olur.
482. ومأخوذُ محْوِ الطَّمسِ مَحقاً وزنتْهُ
بمَحذوذِ صحْوِ الحسّ فَرقاً
بِكفَّة
Mahvın çekip aldığı kimseyi
ben şühud kefesi ve keşif terâzisiyle tarttım; cem'-i cem'de his âlemine, muzaf
olan ayıklığın kesilmesiyle, o yok olduğundan dolayı kendisine zâtı ve
sıfatları izâle etmek izâfe edilmiştir. Belki onun hakîkî keşiften kesilmesi
fark ve kesret sebebiyle olmuştur. Bu ikisini berâber ve ikiz buldum. Zîrâ her
biri tek hakîkatin mazharıdır. Her ne kadar mertebeler bakımından farklı ise de
hakîkate nazaran birdirler.
483. فنقطةُ عينِ الغينِ عن صحويَ انمحت
ويَقْظَةُ عينِ العينِ محْويَ
ألغَت
Benim zat perdemin ğaynının
noktası, ayıklığımın kemâlinden dolayı mahv olup, o "ayn"ı
"gayn" yapan beşeriyet noktası zâil olunca, ğayn ayn olarak, aralık
ve yalan bertaraf oldu. Ve benim zat gözümün uyanıklığı mahvımı da ilgâ etti.
Yâni Hakk'ın vücûdunda vücûdumu fânî ve mahv kıldım. Yakînim de zannı mahv edip
fenâ içinde fenâ hâsıl oldu.
484. وما فاقِدٌ بالصّحوِ في المَحوِ واحدٌ
لتَلْوِيِنِه أهلاً لِتَمْكِيْنِ
زُلْفَة
Birinci duruma göre: Âşık
bir şeyi ayıklık hâlinde kaybeder ve mahv zamanında onu tamâmen bulursa o âşık
renge boyanıp ve tahvilinden dolayı yakınlık temkinine ve vuslat makamına nâil
olur.
Yâni âşık ayıklıktan sonra
mahv hâlinde temkîn-i kurbet makamına sâhip olup evvelce eseri kalmamış vücud
her ne ise bu makamda onu bulur.
485. تَساوَى النّشاوى والصُّحاةُ لِنَعتِهِمْ
بِرَسْمِ حُضورٍ أو بوَسْمِ حظيرة
Benim nazarımda, hâlin
galebesiyle sarhoş olan ahval erbâbı ile, yoldaki mertebelerinin nurlarıyla
sâfî ve ayık olan huzur sahipleri müsâvî oldular. Bu iki zümre benim nezdimde
eşittir. Çünkü biri huzur eseriyle, öteki makam alâmetiyle sıfatlanmıştır. Zîrâ
bu her iki zümre kâmil değildir.
Şu bakımdan ki, sarhoşlar
sıfat tecellîlerinin ahvâlinden bir zevke kanaat edip onunla sarhoş ve huzur
dolu olurlar. Fakat sekr ve vecdin üstündeki bir çok tecellîden gâfil kalırlar.
486. ولَيسوا بقَوْمِي مَن عَلَيْهِمْ
تعاقبَتْ
صِفَاتُ التِبَاسٍ أو سِماتُ
بقيّة
Üzerlerine beşerî
sıfatların veya bu sıfatların kalıntısının alâmetleri ardı ardına gelen kimse
benim kavmim değildir. Yâni o, kemal sahiplerinden değildir. Yâni bir keresinde
beşerî sıfatlar yok olup sonra tekrar ortaya çıksa ve o enâniyet kalıntısının
izleri bâzı vakitlerde onlarda görülse, işte bu minval üzere olan kimseler
kemal ehlinin tâbîlerinden olamazlar.
487. ومَن لم يرِث عنّي الكَمَالَ فناقصٌ
على عَقِبَيْهِ ناكِصٌ في
العُقوبة
Mahv ve sahv sâhibi olup da
benden ve benim benzerimden kemal elde edemeyen ve mîras bırakılan sırlara
vâris olmayan her âşık eksiktir hattâ cezâya mâruz kalarak iki ökçesi üzerine
dönücüdür.
488. وما فيّ ما يُفضي للَبْسِ بقيّةٍ
ولا فَيءَ لي يَقضي عليّ بفَيئَة
Benim vücûdumda varlık
kalıntısına dayalı örtü ve hicaba sebep olan bir şey kalmadı. Yine benim eser
ve alâmetim, muhdes ve mevhum vücûdum da yoktur ki, ilk mertebeye dönmek için
bana hükmetsin.
489. وماذا عَسى يَلْقى جَنانٌ وما بِهِ
يفُوهُ لِسانٌ بينَ وَحْيٍ وصيغَة
Bâtın ve zâhirde gizli
mânâlardan saklı maârif ve letâiften kalbin bana ilkâ etmesi ve lisânın
konuşması umulan ve kalbin vahyiyle ibâreleri süsleme arasında vâki olan ne
vardır ki? Yâni kalbimin bana ilkâ etmediği bir mânâ kalmamıştır; Allah'ın
tevhidi ve sırlarından, fenâ ve baka mertebe ve makamlarından lisânımın
söylemediği bir söz yoktur. O halde benden kemal elde etmeyenin nâkıs olması
kesindir.
490. تعانَقتِ الأطرافُ عنديَ وانطوى
بِساطُ السِّوى عدلاً بحُكم
السويَّة
Benim şühûdumda taraflar,
yönler, rezil ve şerefli olanlar, kahır ve gazabın her türü, lütuflar ve
merhametler, ezel ve ebed, evvel ve âhir, zâhir ve bâtın, kıdem ve hudûs, nur
ve zulmet hepsi birbirine bitişti ve adâlet bakımından eşitlik ve adâlet
hükmüyle aykırılık kilimi dürüldü.
491. وعادَ وُجودي في فَنا ثَنَوِيَّةِ ال
وُجودِ شُهوداً في بَقَا أحَديَّة
Benim vücûdum varlığın
ikiliği sıfatının yok olması hâlinde, birliğin bakâsında saf şühud olur.
Böylece tâlib matlûba ulaştı, birlik hâsıl oldu, bîgânelik yok oldu. Asla engel
kalmayıp (Allah vardı, O'nunla birlikte bir şey yoktu) sırrı olduğu gibi ortaya
çıktı.
492. فما فَوْقَ طَوْرِ العقْلِ أوّل فَيضةٍ
كما تحتَ طُورِ النّقْلِ آخر
قَبضَة
Bende taraflar, zıdlar ve
ihtilâfın kucaklaşması kesinleşti, zıd yönlerin müsâviliği gerçek olup aykırılık
kilimi dürüldü, muhâlefet perdeleri ve ilişkiyi kesmek ortadan kalktı; böylece
akıl tavrının üstünde, mümkinât ve mükevvenâtın ötesinde olan şey vâki oldu.
İşte, rûh-ı a'zam ve Habîb-i ekrem'in hakikati olan Hakk'ın feyzinin
başlangıcı, o vâki olan şey gibidir. تحتَ طُورِ
-'de murad beşeriyet mertebesidir ki nakil ilimlerin geldiği yerdir, münâcat
tavrıdır, ilâhı tecellîlerin makamıdır, vücûdu her şeyden sonra olan kabza-i
Hak'tır.
493. لذلك عَن تفضيلِهِ وهْوَ أهلُهُ
نَهانَا على ذي النّونِ خيرُ
البرِيّة
Bu müsâvîlik, aşağılık ve
yukarılık eşitliği sebebiyle...) Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
hazretleri Yûnus b. Mettâ üzere tafdilden men etti, oysa Yûnus peygamber ehl-i
tafdildendir. Nitekim şöyle buyururlar: "Beni Yûnus b. Mettâ'dan üstün
görmeyiniz"
[Mi'rac; başlangıcı, sonu,
zahiri, bâtını, üstü, altı kuşatan bir hüviyete ulaşma olduğuna göre, alta ve
üste âit hangi yön olursa olsun rabbânî mi'raçta ve vusulde, her ne kadar
mertebeler bakımından şeref düşünülürse de farklılık olmaz. Nitekim Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin mi'râcı, ceberut ve melekûtun üstünde
olup Hz. Yûnus'unki ise yerin altında, balığın kamında oldu. Fakat her ne kadar
benim mi'râcım arşî, onunki ferşî ise de Allah'a ulaşmada benimkiyle Yûnus'un
mi'râcını farklı görmeyin.., diye üstün ve farklı bulmayı yasakladılar.]
494. أشَرْتُ بما تُعطي العِبَارَةُ والذي
تَغَطَّى فقَدْ أَوْضحْتُهُ
بلَطِيفِة
Ben alt oluş üst oluş, birleşme,
zıdlık ve aykırılıktan ibâret ve lafızların verdiği adı geçen mânâya işâret
ettim. Latif işâret ve fâsîh ibâre ile gözleri perdelenmiş olanlara örtülü olan
sırları ve mânâları îzah ve izhar ettim. Tâ ki zevk ve vicdan sahipleri ondan
nice sırlar ve irfan alsınlar.
495. ولَيْسَ ألَستُ الأمسِ غَيْراً لِمنْ غدا
وجِنحي غدا صُبحي ويوميَ
لَيْلَتِي
Bana göre dün vâki olan
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitâbı, yarınki (Ğâfir, 40716)
"Mülk kimidir?" hitâbına aykırı/zıt değildir. Benim zulmetim sabah
nûrum oldu ve gündüzüm gecem oldu. Zîrâ "Allah katında sabah ve akşam
yoktur" Hakikat mertebesinde nur ve zulmet, mânâ ve sûret, mebde' ve
mead, ezel ve ebed, zâhir ve bâtın, evvel ve âhir hepsi müsâvî ve berâberdir.
496. وسِرُّ بَلى لله مِرْآةُ كَشْفهَا
وإثْبَاتُ مَعنى الجَمْعِ نَفْيُ
المَعيّة
Allah için olan
"belâ" sözünün gerçeği; vahdet îtibâriyle "Elestü bi
rabbiküm" deyip tafsil îtibâriyle "belâ" diyen hakîkatin keşif
ve vuzûhunun hakikatidir. O halde "belâ" sözü o hakîkatin keşfine
ayna olmuş olur.
Bizim "belâ"
dememizin hakîkati, o hakîkatin keşfinin aynasıdır ve cem' mânâsını isbat etmek
maıyyeti nefyetmektir. Bilmelisin ki Cenâb-ı hakîkatle birlikte başka bir şey
daha yoktur ki ona "belâ" demiş olsun. Belki de "elestü
bi-rabbiküm" diyen cem' diliyle o hakikattir ve bu hitâba "belâ"
deyip cevap veren, tafsil îtibâriyle yine o hakikattir. O halde cem' ve tafsil
meşâyıha göre hakîkî vahdetin iki mertebesidir. Soran ve cevâbı alan gerçekte
O'dur.
497. فلا ظُلَمٌ تَغشَى ولاَ ظُلمَ يُخْتَشى
ونِعْمَةُ نوري أطفأتْ نارَ
نَقْمَتي
Benim nazarımda zıtların
müsâviliği, karşıtların ve sayıların birliği kesinleşince cem'i isbat etmek ve
maıyyeti nefyetmek gerçekleşince, beni bürüyecek zulmânî perdeler yok demektir.
Yine gâilesinden korkulacak zulüm ve sitem de yoktur. Halbuki benim mârifet
nûrumun nîmeti "Rahmetim
gazabımı geçti" hükmünce azâbımın ateşini söndürdü.
[Hattâ rahmetimin
kemâlinden, gazab ateşim bana: "Geç ey mü'min senin nûrun benim ateşimi
söndürdü" diye ağlayıp inler]
498. ولا وَقت إلاّ حيثُ لا وقتَ حاسِبٌ
وُجودَ وُجودي من حِساب الأهلّة
Bana ancak aylarla
hesaplanan cismânî vücûdumun vücûd-ı hakkânîsini hesaplayıcı olmayan bir vakit
gereklidir. O bakımdan ezelî ve ebedî olması mukarrerdir; öyleyse ayların,
yılların ve günlerin hesaplanmasıyla hâsıl olan vücud, hakkânî vücûdun galebesiyle
yok olunca ve hakkânî vücud zuhûr edince bu hakkânî vücûda nisbetle aylar,
günler, yıl, zaman, mekân geçmiş, gelecek ve hal berâber ve birdir.
499. ومسجونُ حَصْرِ العَصرِ لم يرَ ما وَرا
ءَ سجِيّتِهِ في الجَنَّةِ
الأبَدِيّة
Kemal ehline göre vakitler,
saatler, istikbal ve hal yoktur. Oysa zaman kalesine kapanmış ve mekân
zindanına hapsolmuş olan, tabiat hapishânesinin ötesini ki orası lâhut, ceberut
ve melekût âlemidir, zat ve sıfatların ebedî cennetinde göremez.
[Dünyâ kabrinin esîri,
pespâye arzûlar cehenneminin mahbûsu olan, ipek böceği ve şaşkın sinek gibi
değersiz bir hissî lezzetten zevk alır ve onunla kayıtlı iken, nasıl olur da
arşın sâhasını ölçer ve onun rûhu mânâ âlemine nasıl gider?]
500. فبي دارتِ الافلاكُ فاعجبْ لقُطْبِها ال
مُحيطِ بها والقُطبُ مركزُ نُقطَة
[Benim katımda yönler
müsâvi, gayriyet kilimi dürülü, berâberlik ve ikilik perdesi kaldırılmış
olunca, benim sebebimle ve bâtın kuvvemle felekler döner.]
Sen feleklerin kutbuna
şaşadur; o kutup ki felekleri kuşatmıştır ve semâları içinde bulundurmaktadır.
Oysa kutup noktadan ibâret merkezdir ki eflâk onu kuşatmıştır. Fakat insandan
olan "kutb" felekleri ve yerleri, balığı ve simak yıldızını ve ikisi
arasında ne kadar eşyâ varsa, ateşe âit olsun suya ve toprağa âit olsun hepsini
içinde bulundurur.
[Bil ki "kutb"
ezelen ve ebeden, varlığın başından sonuna kadar Hakîkat-i Muhammediyyedir. Hz.
Âdem'den kendi zamanlarına (yâni Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin
zamanına) gelinceye kadar her kim bu hakikatin mazharı olduysa "kutbü'l-aktâb"
oldu. Zamân-ı şeriflerinden sonra ümmetinden her kim bu sırra mahrem olduysa
yine kutbü'l-aktâb oldu. Nitekim şu hadisle bu husûsa işâret buyururlar; İbn
Mesud'dan sahih rivâyetle şöyle nakledilir: Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi
ve sellem Efendimiz şöyle buyurdular:
"Allah'ın yeryüzünde
üçyüz kimsesi vardır ki kalpleri Âdem'in kalbi gibidir. Kırkının kalbleri
Mûsâ'nın kalbi gibidir, yedisinin kalbleri İbrahim'in kalbi gibidir, dördünün
kalbi Cebrail'in kalbi gibidir, üçünün kalbi Mîkâil'in kalbi gibidir, birinin
kalbi İsrafil'in kalbi gibidir ki ona Kutb denir, onlardan biri öldüğü vakit,
Allah üçlerden birisini sağ tarafın sahibi olarak onun yerine getirir, üçlerden
biri öldüğü vakit, Allah dörtlerden birini onun yerine getirir, bu böylece
devam eder."
Üçlerden birine
"Kutbü'l-aktâb" derer ve "Gavs-ı ekber" de derler. İki
kişiye "İmâman" derler, sâhibü'l-yemîn (sağdaki) melekûta bakar ve
orada tasarruf eder, sâhibü'l-yesar (soldaki) şehâdet âleminde tasarruf eder.
Dört kimseye "Evtâd" derler, bunlar dört yönde yâni doğu, batı, kuzey
ve güneyde kâimdirler. Yedi kimseye "Abdâl" denir, şu bakımdan ki
bunlar kendi beşeriyetlerini zat ve sıfatların nûruna tebdil eylemişlerdir.
Nitekim Hz. Mevlânâ buyurur: [Abdal kimdir? Varlığı değişmiş olan, Tanrı'nın
değiştirmesiyle şarabı sirke kesilen. Mesnevî-i Şerif, III,4000]
"Kırk kimseye Nükabâ
derler. Yirmi ikisi Şam'da ve on sekizi Irak'da saklıdır." Nitekim şu
hadis buna delâlet eder: "Allah'ın
kırkları vardır, yirmi ikisi Şam'da on sekizi Irak'ta bulunur. Onlardan biri
öldüğü vakit Allah yerine bir başkasını getirir, vakit gelince de hepsi
ölür."
(İçyüzlere Nücebâ derler.
Bunlardan biri kaybolsa ümmetin sâlihlerinden birini bunlara idhal ederler.]
501. ولا قُطْبَ قَبلي عن ثلاثٍ خَلَفتُهُ
وقُطْبِيّةُ الأوتادِ عن بَدَليّة
Kutubluk mertebesi, evtâd,
ebdâl, nücebâ ve nükabânın makamları bilindiğine göre ben Hakîkat-i
Muhammediye'nin mazharı ve asrın kutbü'l-aktâbı olduğuma göre, benden evvel
"üçler"i mütecaviz olan ve kendisine halîfe olacağım bir kutub
yoktur. Kutbiyyet-i evtâd benim bedeliyyetimden dolayı kutubdur ve ben
kutbü'l-aktâbım. Evtâd ve ebdâl her ne kadar kutub iseler de, onlar benim
halîfem ve bedelimdirler. Ve benim tasarrufum altındadırlar.
[Kutub insanın rûh-ı a'zamı
gibidir. İmâmân akılla rûh-ı hayvâniyye gibidir. Evtâd anâsır-ı erbaa ve
ahlât-ı erbaa gibidir ki, bedenin ayakta durması onlarladır. Abdal yedi sıfat
gibidir ki, onlar hayat, ilim, irâde, kudret, sem', basar ve kelâmdır. Nücebâ
ve nükabâ öteki kuvveler, damarlar ve sinirler gibidir. İşte bu insân-ı kebîrin
vücûdunda müdebbir ve mutasarrıf olan gavsı a'zam ve rûh-i âlemdir. Şâir
şeyler, başka velîler, arifler ve sâlihlerin hepsi ona tâbidir. Nitekim Hz.
Mevlânâ şu beyitlerde âfak kutbunu tavsif ederek şöyle buyururlar: Kutup arşlarıdır,
işi de avlamaktır. Bu halkın artakalanları, onun artıklarını yerler.
Kudretin yettikçe kutbun
rızâsına çalış da o kuvvetlensin, vahşi hayvanları avlasın.
O, akıl gibidir. Halksa
bedendeki uzuvlara benzer. Bedenin tedbîri, akla bağlıdır.
Kutup, o kimsedir ki kendi
etrâfında döner dolaşır. Göklerse onun etrâfında döner.
Mesnevî-i Şerif, V,
2339-40, 2343, 2345]
502. فلا تَعْدُ خَطّي المُسْتَقِيمَ فإنّ في
الزْ
زَوايا خبَايا فانتَهِزْ خَيرَ
فُرْصَة
Ben Hakîkat-i Muhammediyyenin mazharı, makâm-ı Ahmedînin
halîfesi ve kâimi olduğuma, bütün mahlûkat mânâ îtibâriyle bana tâbi olduğuna
göre; ey âşık, eğer sen Cenâb-ı Hakk'a ulaşmayı istiyorsan benim doğru ve
sağlam yolumdan çıkma. Zîrâ benim yolumun zâviyelerinde gizli feyizler, fetih
ve keşif hazîneleri vardır. O halde sen derhal hayrı fırsat bil, sülük ve
teveccühü ganîmet gör.
Veya زَوايا 'dan murad tarîkin fakr ve fenâsı olabilir. Bu durumda mânâ
şöyle olur: Ey âşık, benim istikâmetli yolumun fakr, fenâ, riyâzat ve belâsını
görerek sınırı aşıp vazgeçme. Zîrâ fakr yolunun her köşesine nice gizli hazîne
konmuştur. O halde hayr-ı fırsatla fırsat gözet.
503. فعَنّي بَدا في الذّرّ فيّ الوَلا وَلي
لِبَانُ ثُدِيّ الجَمْعِ مِنّيَ
دَرّت
Ben birlik makamının sahibi
ve cemâl ve tafsil mertebesinin mâliki olduğumdan, benim gizli hazine olan
zâtımın hakikatinden, ilk mertebe "Bilinmeyi sevdim" hükmüyle
kâinattaki nüfusun doğmasında ve zâtımın âdemoğlunun zerrât-ı misâliyyesinde
taayyünlerinde sevgi zahir oldu, ruhların birbiriyle birleşmesi ve ülfeti o
sevgi sebebiyledir. Bu ilimlerle onlar zatlarını, vücudlarına lâzım olan
şeyleri ve Rablerini idrak ettiler.
504. وأَعجَبُ ما فيها شَهِدْتُ فراعَني
ومن نفث روح القدس في الرّوع
روعتي
O sevgilinin tecellî ve
sevgisinde hâsıl olan çok garip şey, onu müşâhede etmem ve Cebrâil'in kalbime
ilkâsından korkarken beni hayret veya korkuya düşürmesidir.
[ En garip ve hayret
edilecek şey, o sevgilinin tecellîsinde onu müşâhede etmem ve onun görmemdir
505. وقد أشهَدَتني حُسنها فشُدِهْتُ عن
حِجاي ولم أُثبِتْ حِلايَ
لدَهْشَتِي
Bu beni hayrete düşürdü
veya korkuya düşürdü, Cebrâil'in ilkâsından korkarken kalbime getirdi, oysa o
yüce zat bana mutlak güzelliğini gösterdi. Ben de aklımdan dehşete düşmüş olup,
tecellî eden zattaki hayretimden dolayı sıfatlarını isbat etmedim.
506. ذَهَلْتُ بها عنّي بحيثُ ظَنَنْتُني
سِوَايَ ولم أقْصِدْ سَواء
مَظِنّتي
Bu çok hayret edilecek
mesele şudur: Ben o sevgili sebebiyle nefsimden gâfil oldum, onu unuttum,
öylesine gâfil oldum ki kendimi başkası ve yabancı sandım. Oysa ben töhmet
mahallinin yoluna niyet etmedim ve şöyle demedim: Hey! Ben onun kendisi miyim,
başkası mıyım? Belki onun gayrıyım diye bilip, aynı olmayı tahayyül ve
zannetmişim.
[Ve ayniyetin doğru yoluna
gitmemişim. İşte çok tuhaf ve garip olan hal bir kimsenin kendi zâtından gâfil
olması ve kendinin kendinden başka zannetmesidir.]
507. ودَلّهني فيها ذُهُولي فلم أُفِقْ
عَليّ ولم أَقفُ التِماسي
بِظِنّتي
O sevgilinin zâtında ve
sıfatlarının güzelliğindeki dalgınlık ve gafletim beni şaşkın ve hayran kıldı;
bu hayret ve dalgınlık öylesine devam etti ki ben kendime dönmedim, yâni ayılıp
kendime gelemedim. Ben vücûdumdan emin olmadığım için herhangi bir istek
peşinde de değildim.
Burada yokluktaki kemâlini
anlatmaktadır. Zîrâ yokluk sâhibi, mutlak bir istekte bulunmaz, onun isteği
Allah'ın isteğidir. Zîrâ onun vücûdu yoktur, belki sâdece vücudla
zannedilendir.
508. فأصبحْتُ فيها والِهاً لاهياً بِها
ومَن وَلّهتْ شُغلاً بها عنهُ
ألهَت
Dalgınlığım beni şaşkın ve
hayran kılınca ve ben akıl âlemine gelip ayılmayınca o sevgilinin güzelliğinin
müşahedesinde şaşıp kaldım ve onunla meşgul oldum. O sevgili şaşkın hale
getirdiği kimseyi zâtıyla meşgul ettiğinden dolayı ona kendi nefsini unutturur.
509. وعن شُغُلي عنّي شُغِلْتُ فَلَوْ بها
قضيتُ ردىً ما كنتُ أدري بنُقلتي
Dalgınlığım benim aklımı başımdan
aldığından dolayı ben o sevgilinin zâtında ve onunla meşgul olarak şaşkın hale
düştüm. Şimdi onunla meşgûliyetimden dolayı o benim varlığıma hayran ve şaşkın
kaldı; beni o meşgûliyetten alıkoydu, benim meşgûliyetimden de alıkoydu ve ben
beni ihmal ettim, kendimi unuttum. Hal böyle olunca eğer ben o sevgilinin
muhabbetiyle helâk olarak ölsem dünyâdan âhirete intikâlimi bilemem, hattâ
kendimden öylesine gâfil olmuşumdur ki ben var mıyım, meşgûliyetim var mıdır,
idrak edemem.
510. ومِن مُلَحِ الوجدِ المُدلِّهِ في الهوى
ال
مُوَلّه عقلي سَبْيُ سَلْبٍ
كغَفْلَتي
Aklı başından alınmış
olanın aklını yağmalamak cânânın sevgisiyle hayran edici ve aklımı sersem ve
şaşkın hâle getirici olan vecdin güzellikleri cümlesinden ve hoş ve garip
cihetlerindendir. Bu mânâ gâfilleri gâfil kılmaya benzer.
Şaşılacak taraf şudur:
Akıllının aklı olmalı ki elinden alınsın, zekâ ve idrak sâhibi olmalı ki
yağmalansın. İşte soyulmuş olanı yağmalamak gâfilleri gâfil kılmak gibidir. Bu
mânâ ise nevâdirdendir. Zîrâ soyulmuş olan fânidir ve fâniliği yağmalamak çok
garip bir mânâdır.
511. أُسائِلُها عنّي إذا ما لقيتُها
ومِن حيثُ أهدَتْ لي هُداي أضلّت
[Vecd ve sevginin
anlaşılmaz yönlerinden biri de şudur:]
Ne zaman sevgiliye yakın
olsam, ona kavuştuğum vakit, kendisine benim hâlimden sorarım ve derim ki:
"Ey sevgilim benim hâlim nasıldır?" Bu ise insanlar arasında bilinen
bir şey değildir. Halkın âdeti şudur: Bir kimse bir kimseyle karşılaştığı vakit
"nasılsın?" der. Bu mânâ gerçekten gariptir. ]
Yine şu husus da acâib
şeylerdendir:
O sevgili bana hidâyeti
vermiş olması dolayısıyla beni dalâlete sürükledi. Bu hidâyet hidâyet edici,
hidâyet olunan, yol ve yolcu sûret îtibâriyledir. Şüphesiz aykırılığı taşıyan
hidâyet mânâsı bakımından, başkalık ve ayrılık olmayan tek zattan beni saptırmış
olur.
512. وأطلُبُها منّي وعِنديَ لم تزَلْ
عجبتُ لها بي كيف عنّي اسَتَجَنّت
Yine o garip işlerden biri
de şudur: O sevgiliyi ben benden isterim, hâlbuki o sevgili dâimâ benim
yanımdadır, bir an ve bir saat benden ayrılmış değildir; bana şah damarımdan
daha yakın olup onunla işitir, onunla görür, onunla tutar ve onunla yürürüm.
[İşte o sevgilin için şuna
şaştım ki neden benim taayyünüm sebebiyle benden gizlendi; bununla berâber o
benim aynımdır, bir şey kendinden nasıl gizlenir ve kendisini nasıl ister?
Bu mertebede olanların hâli
gaflet içindeki şu kimsenin hâline benzer: O kimse şaşkın ve şeydâ bir durumda
bir yere giderken, kendi elbisesine benzer bir kıyâfet giymiş ve beline bir
kabak asmış birini görünce şöyle der:
Ne acâip şey, bu benim, o halde
ya ben kim olabilirim?
Şaşkınlardan birinin beş
merkebi varmış, birine binmiş, dördü önünce gidermiş, bir ara bakmış dört
merkebi var. Hemen yoldaşlarına der ki: Benim merkebim beş tanedir, kim aldı
benim merkebimin birini?
Ve sür'atle aramaya koyulur.
513. وما زِلْتُ في نفسي بها مُتَرَدّداً
لنَشْوَةِ حِسّي والمَحَاسِنُ
خمْرَتي
Dâimâ kendi nefsimde nefsim
sebebiyle mütereddit oldum; nasıl olur, benim zâtım onun zâtı mıdır ki onunla
görürüm, onula bilirim ve her işi onunla yaparım! Veya ben gayrı mıyım?
Eğer gayrı isem ben kimim?
Eğer aynı isem o halde
benim bu yanıp tutuşmam istek ve arzum ne demek oluyor?
İşte benim bu devamlı
tereddüdüm, hissimin sarhoşluğundan dolayıdır, oysa benim şarâbım onun çeşitli
güzellikleri ve mahzarlarıdır.
514. أُسافِرُ عن عِلْمِ اليقينِ لِعَيْنه
إلى حقّه حيثُ الحقيقةُ رِحْلتي
Ben nefsimde ilme'l-yakîn
makamından ayne'l-yakîne göçerek sefer ederim. Ve benim göçüm hakikatim
îtibâriyle hakka'l-yakînedir. (Abadan'dan öte köy yoktur) gereğince
hakka'l-yakîn makamların sonuncudur.
515. وأنشُدُني عني لأُرْشِدَني على
لساني إلى مُسْتَرشِدِي عندَ
نَشدَتي
Bu çokluk makamında bana
hayret ve şaşkınlık galebe edip zâtımın ma'rifetinde mütereddit olunca;
müsterşid [Doğru yolun gösterilmesini ve irşad edilmesini isteyen ] ve âşıkları
irşad için lisânım üzere yemînim sırasında, ben benden beni, zât-ı mahbûbumu
isterim. Demek ki ben, zâtımın mazharı olan kemal ehli saâdet sâhiplerinden,
kendi zât-ı matlûbumu isterim. Bu talep gerçekte benden yine beni istemektir.
Ve benim bu isteğim; suâlim, talebim ve kasemim katında, benim lisânımla
müsterşidleri irşad içindir.
516. وأسألُني رَفْعي الحِجابَ بكَشْفِي النْ
نقابَ وبي كانتْ إليّ وسيلَتي
Ben peçeyi açmak sûretiyle,
tenezzülât-ı vücûdun mertebelerinden hâsıl olan ve zâtımı görmeye engel teşkil
eden perdenin kalkmasını benden isterim, halbuki benim bana vesîlem benimledir.
517. وأنظُرُ في مِرآةِ حُسنِي كي أَرَى
جَمالَ وُجودي في شُهوديَ
طَلعَتِي
Ben, mutlak vücûdumun
cemâlini güzelliğimin müşâhedesinde görmek için hüsnümün aynasına bakarım. Yâni
ben, zât-ı mutlakımın cemâlini aynalarda ve tecellî yerlerinde görmek isteyince
güzel sûretlere, hoş ve emsalsiz şekilllere bakarım. Gerçekten bu güzel
sûretler benim mutlak güzelliğimin aynasıdır.
Benim güzellik aynam olan
güzel sûretlere nazarım, zâhirle bâtın arasında toplayıcı olan vücûdumun
cemâlini, yüzünün müşâhedesinde görmek içindir.
518. فإن فُهتُ باسْمي أُصغِ نحوي تشوّقاً
إلى مُسمِعي ذِكري بنُطقي وأُنصِت
Eğer ben ismimi söyleyip
nâmımı zikretsem, kendimden tarafa yönelip benim zikrimi nutkum vâsıtasıyla
dinlemekte olan kimseye kulak verir ve sükût ederim.
[Sözün hakikati şudur:
Konuşan ve zikredenlerin hepsi bütünüyle tek hakikatin sûretleri olduğuna ve
bütün isimlerle müsemmâ olan o zat, yegâne olduğuna göre, gerçekten zikreden, zikredilen
ve zikir, müsemmâ ve isim odur. ]
519. وأُلصِقُ بالأحشاءِ كَفّي عسايَ أن
أُعانِقَها في وَضْعِها عند
ضَمّتي
Ben sevgiliyle kucaklaşmayı
umarak avucumu bâtınımın göğsüne yapıştırırım, avucumu bâtınımın üstüne
koyduğum vakit nefsimi nefsime katmış olurum.
Yâni sevginin şiddetinden
zuhûru ve vahdet nûrunun galebesi sırasında elimi bâtını kuvvetlerime
yapıştırırım.
520. وأهْفو لأنفاسي لعَلّيَ واجِدي
بها مُستجيزاً أنّها بيَ مَرّتِ
Benim vücûduma elimi
yapıştırmam şu sebepledir: Avucumu vücûduma koyduğum ve ona âdeta eklediğim
vakit, sevgilimle kucaklaşmayı umarım. Ve yine ben şiddetli bir meyil ve tam
bir yönelişle benim nefeslerime meylederim. Bu nefesler sebebiyle o sevgiliyi
isteyerek, zâtımın hakikatini bulmayı ümid ederim.
[Zirâ sevgilim bana geçti,
benim nefeslerime meylim onların, sevgilinin güzel kokuları ve hoş kokulu
esintileriyle amberlenmiş ve kokulandırılmış olmasından dolayıdır.]
521. إلى أن بَدا منّي لِعَيْنِيَ بارقٌ
وبانَ سَنا فجري وبانت دُجنّتي
Yâni parlak tecellî ve nur
benden benim zâtıma görününceye, hakikat sabâhının müjdesi ortaya çıkıncaya ve
beşeriyet karanlığım ayrılıp yok oluncaya kadar, ben nefsimde mütereddit
olmaktan ve dâimâ kendi kendim-de sefer kılmaktan hâlî olmadım.
Şimdi visâl içinde visâl ve
kemal içinde kemaldir, tereddüt ve hayret bertaraf ve def edilmiş durumdadır.
522. هناكَ إلى ما أحجمَ العقلُ دونَهُ
وصَلْتُ وبي منّي اتّصالي
ووُصْلتي
Ben, perde kalkıp visâl
müyesser oluncaya kadar "ilm"den "ayn"a ve
"ayn"dan hakîkat-i zâta göç etmeye devam ettim. Böylece hakikat
mertebesinde öyle bir makama vâsıl oldum ki, orada akla yer yoktur, anlayış
(fehm) ondan yüz çevirmiş ve ayrılmıştır.
O halde ki, o vuslat benden
başkasına değildir, belki ittisâlim ve vuslatım benden yine banadır.
523. فأسفَرْتُ بِشراً إذ بلَغْتُ إليّ عن
يَقينٍ يَقيني شدَّ رَحل
لِسَفْرَتي
Benim yüzüm sevinç ve
güzellikçe aydınlandı ve parıldadı. Zîrâ ben yakın bakımından zâtımın
hakikatine ulaştım; o yakîn bir makamdan bir makama sefer için göç etmekten
beni korur.
["Perde açılsa bile
benim yakînim artmaz" sözü benim hâlime uygun olup ulaştığım mertebeden
öte makam ve mertebe kalmadı. (Abadan'dan öte köy yoktur).]
524. وأَرْشَدْتُنِي إذ كنتُ عنّيَ ناشدي
إليّ ونفسي بي عليّ دَليلَتي
Hakikatte benden beni
istediğim zaman, ben beni bana irşad eyledim. O halde ki benim nefsim, benim
nefsim üzerine benim sebebimle delildir; vahdet mertebesinde başkasının işi
yoktur. Eğer sâlikin basiret gözünden çokluk perdesi kalkıp birlik nazarıyla
baksa; mürşid, müsterşid, reşad, mürîd, irâde ve murâdın o olduğunu, O'ndan
başkası olmadığını anlar.
525. وأستارُ لَبْسِ الحِسّ لما كشَفْتُها
وكانتْ لها أسرارُ حُكميَ أَرْخَت
Ben duyuların şüphe
perdelerini açınca, şimdi o perdeleri benim kazâ ve kaderimin sırları gevşetip
salıverdi, tâ ki herkes bu birlik sırlarından haberdar olmasın.
Hakîkat-i hal böyle olunca
ben nefsin hicabını ondan his peçesini açmak sûretiyle kaldırdım;
526. رَفعتُ حِجاب النّفسِ عنها بكشفيَ النْ
نِقابَ فكانت عن سؤالي مُجيبتي
Bir halde ki, nefsim hicâbı
kaldırmak husûsundaki suâlime cevap verdi ve kaldırdı. Bu çokluk ve duyular
perdesini şühud gözümden kaldırmak isterim diye teveccüh ettiğimde, isteğimden
bana cevap verip duyular perdesini kaldırdı.
527. وكنتُ جِلا مِرآةِ ذاتيَ مِن صَدا
صِفاتي ومني أُحدِقَتْ بأشِعّة
Ben çokluğu taşıyan sıfatlarımın pasından zat aynamın cilâsı
oldum, bir halde ki o sıfatlar benim nurlarım sebebiyle benden görüldü, idrak
ve ihâta olundu. Yâni ben Hakk'ın bütün sıfatlarının mazharı olan hakîkat-ı
câmiiyim. Ben
zat aynasının cilâsıyım ve hakkânî sıfatlar benim vâsıtamla göründü.
528. وأشهدُني إيّايَ إذ لا سِواي في
شُهوديَ موجودٌ فيَقضي بزحمة
Ben beni bana gösterdim,
zîrâ benim gördüğümde benden başka bir mevcud yoktur ki bana zahmet vererek
hükmetsin. O bakımdan; şâhid, meşhud, gören ve görülen benim, aykırılık ve
zahmet verme söz konusu değildir.
529. وأسمَعُني في ذكريَ اسميَ ذاكري
ونفسي بنَفْيِ الحس أصغَتْ وأسمَت
İsmimi anan lisânım, benim
zikrimde bana ismimi işittirdi; bir halde ki, benim zâtım sıfatları nefyederek
ona kulak verip beni üstün kıldı. Hissi nefyetmekten murad; işitmek, görmek,
söylemek, tutmak vb. çok sayıda sıfatların yok edilmesidir; bu sıfatlar sâlikle
vahdet-i zat arasında engel ve perdedir.
Onun için Hz. Ali
(kerremallâhü vecheh ve radıya'llâhu anh) şöyle buyururlar: "İhlâsın
kemâli, ihlâs sâhibinin sıfatlarının yok olmasıdır."
530. وعانقْتُني لا بالتِزَامِ جوارحي ال
جوانِحَ لَكِنّي اعتنقْت هوِيّتِي
Aletler olmaksızın, işiten
ve işitilen, zikreden ve zikredilen ayn-ı vâhid olup, nefsim beni çok sayıda
sıfatlarla perdelenmekten yüce kıldı ve ben zâtımla kucaklaşıp ona ulaştım. Bu
zâhirî organlarımın bâtını kuvvelerime tutunması ve bitişmesi yoluyla olmadı;
lâkin aykırılığı yok etmek sûretiyle zâtımın hakikatini kucakladım.
[Ben bana güzel kokumu
koklattım; bir halde ki, benim teneffüsümün güzel râyihası, öğütülmüş çeşitli
güzel kokuların (abîr) nefeslerini kokulu hale getirmiştir; çünkü bu mevcûdât
nefes-i rahmanidir.]
531. وأوجَدْتُني روحي وروح تَنَفّسي
يُعَطّرُ أنفاسَ العبيرِ المُفتت
Benim zâtımın güzel kokusu,
yâni eserleri ve ahkâmını, zahir îtibâriyle bana arz eyledim; bir halde ki,
benim isim ve sıfatlarımın eserleri demek olan teneffüsümün kokusu mümkün
hakikatler demek olan her öğütülmüş güzel kokular karışımını, sıfatlarımın
esintileriyle kokulu kılmaktadır.
532. وعن شِرْكِ وصَفِ الحسّ كُلّي منزه
وفيٌّ وقد وحّدْتُ ذاتيَ نُزهتي
Zâtımın işitmesi ve
görmesinin, işitme ve görme âletimle ortaklığından münezzeh oluşu gibi benim
zâtî sıfatlarımdan her bir vasfım his sıfatının ortaklığından münezzehdir. Zîrâ
idrak hâsselerinin sıfatları da âlete muhtaçtır ve benim münezzeh ve mukaddes
oluşum zâtımdandır; bir halde ki, ben zâtımı ortaklıktan ve âlete muhtaç
olmaklıktan tenzih eyledim.
533. ومَدْحُ صِفَاتي بي يُوَفّقُ مادِحي
لحَمْدي ومدْحي بالصفات مذَمّتي
Sıfatlarımı zâtımla övmek, beni medhedeni hamdime uygun
yapar, oysa beni sıfatlarla övmek beni kötülemek demektir. Yâni zikir sırasında
zâtı sıfatlarla öven kimse, bir bakıma onu zemmetmiş olur. Zîrâ fazilet
sâhibini fazla gelmiş şeyle medhetmiş olur. Fakat sıfatları zatla öven kimse zâta
hamdetmiş ve sıfatları medhetmiş olur.
534. فشاهِدُ وصفي بي جَليسي وشاهدي
به لاحتِجَابي لن يَحِلّ بِحِلّتي
Benim vasfımı benim
bedenimde müşâhede eden ve beni o vasıfla gören kimse, benim makam ve menzilime
inmemiştir. Zîrâ benim zâtım, sıfatlarımla perdelidir. O bakımdan çeşitli
sıfatlanma bakan benim vahdet-i zâtımı anlayamamıştır.
535. وبي ذِكْرُ أسمائي تيَقّظُ رُؤيَةٍ
وذِكرِي بها رُؤيا تَوَسُّن
هجْعَتي
Zâtımla benim isim ve
sıfatlarımı anmak ve müşâhede etmek, teyakkuzu [uyanık] görmek ve intibâhı
[uyanıklığı] müşâhede etmektir. Beni isim ve sıfatlarımla anmak ve bildirmek
ise uyku ve gafletten olan hayâlî bir müşâhededir. Öyleyse, zâtı isimler ve
sıfatlarla tanımak hicab ve gaflettir. Zâtı, fiillerle istidlâl edenin gaflet
ve cehâleti daha çoktur.
536. كذاكَ بِفعلي عارِفي بيَ جاهلٌ
وعارِفُهُ بي عارِفٌ بالحقيقة
Yine, yâni benim zâtımı
isimler ve sıfatlarımla bilenler gibi, benim fiilimle beni tanıyanlar, benim
zâtımı bilmezler ve onlar benim mârifetimin hakikatinden gâfildirler. Fiilimi
benim zâtımla tanıyanlar ve sanâyi' ve bedâyiimi benim nûrumla bilenler ise
beni gerçekten tanıyanlardır.
[Nitekim Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellemden bir a'râbî şöyle sordu: "Ya
Rasûlu'llâh, eşyâyı neyle bildin?
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi: "Eşyâyı Allah'la, yâni Allah'ın
nûruyla tanıdım
"Allah'ı eşyâ ile
tanıdım" demedi. Eğer böyle deseydi, eserden müessire istidlâl etmiş
olurlardı. Nitekim filozofların ve hukemânın istidlalleri böyledir.]
537. فخُذْ عِلمَ أعلامِ الصفاتِ بِظاهرِ ال
مَعَالمِ مِنْ نَفسٍ بذاكَ عليمَة
Hal böyle olunca, ey ilm-i
ledünnî isteklisi, sen insanların organlarına bitişik olan meşhur İlâhî
sıfatları ve rabbânî isimlerin analarını, sıfatlar ilmini iyi bilen mürşid-i
kâmilden al.
"ilmi ricalin
ağzından, kalb vâsıtasıyla al, köstekli olan akıl ile değil."
538. وفَهْمُ أسامي الذّاتِ عنها بباطنِ ال
عَوَالم ومن روحٍ بذاكَ مُشيرَة
Ey zât isimlerin sırlarına
tâlib olan âşık, zat isimlerinin anlaşılmasını ve idrâkini adı geçen
sıfatlardan al. O sıfatlar âlemlerin bâtınında yerleşmiştir, ondan da murad ya
ceberut âlemi veya ahadiyyet âlemidir; o sırlan ve onların idrâkini, bu anlayış
ve idrake işaret edici olan insân-ı kâmil ve mürşid-i kâmilin ruhundan al.
539. ظُهورُ صِفاتي عن اسامي جوارحي
مجازاً بها للحكمِ نفسي تسَمّت
Benim sıfatlarımın zuhûru
yâni işitmek, görmek ve kudretimin vb. sıfatlarımın organlarımın isminden
zuhûru; işitici, görücü ve tutucu şekilde zuhûru mecaz yoluyladır. Yâni gözümde
görmeklik, kulağımda işitmeklik, elimde tutmaklık, dilimde söylemeklik,
bunların hepsi organlarımda mecaz yoluyladır, hakîkat değildir. O organlarımın
isimleri ki, benim sûretimi idâre eden nefsim büyük bir hikmet ve maslahat için
o isimlerle isimlendi.
540. رُقُومُ عُلُومٍ في سُتُورِ هياكِلٍ
على ما وراءَ الحسّ في النّفس
ورَّت
Perdelerinde zâhir ve hâsıi
olan beden şekillerinin işâret ve ilimlerin sıfatları, mânâ ve mefhumların
alâmetleri organlarımın isimlerinden zâhir olur. Öyle şekiller ki, soyut
nefsimde his ötesi olan mânâları örtüp gizleyerek o gaybî mânâlara perde
olmuştur. Zirâ mânâlar, organların şekillerinde görünüp onların isimleriyle
isimlenmiştir. insanların çoğu o yüce mânâları organların sıfatları ve
uzuvların isimleri zannederler. Oysa böyle değildir. Zîrâ gözde ve kulakta
zâhir olan ve başka uzuvlarda görülen, nefs-i nâtıkanın sıfatlarında sâbit ve
nakşedilmiş olan ilimlerin alâmetleridir. Ve organların bu sıfatlarla
sıfatlanması mecâzendir, hakîkaten değildir.
541. وأسماءُ ذاتي عن صِفَاتِ جوانحي
جَوازاً لأسرارٍ بها الرّوحُ
سُرّتِ
Bâtını kuvvelerimden ve
rûhânî sıfatlarımdan hâsıl olan zâtımın isimleri ile rûhumun neşeli olması
esrâr-ı İlâhî için câizdir.
542. رمُوزُ كُنُوزٍ عن معاني إشارةٍ
بمكنونِ ما تُخفي السرائِرُ
حُفّتِ
Benim zâtımın isimleri
mahfuz ve gizli sırların gizlendiği şeyin gizlisine rûhun işâret ettiği
mânâlardan hâsıl olan hazînelerin remzleridir.
Zâtî isimlerin sıfatlardan
husûlü şöyledir: Her sıfatın ismini o sıfatla muttasıf olduğu vakit zâta ıtlak
eylemek câizdir. Eğer dikkatle bakılırsa zat isimlerinin sıfatlardan ve sıfatların
zattan hâsıl olduğu görülür.
[Rûhun sırlar için mesrur
olması şöyledir: Cem' mertebesinde Cenâb-ı Zât'a hangi sıfatlar ıtlak ve nisbet
olunursa, tafsil mertebesinde halîfetullah olan insana o sıfatlar nisbet
olunur. Böylece insân-ı kâmilin rûhu o sıfatlarla kendisini muttasıf görünce bu
sırların müşâhedesinden dolayı mesrur olur. Bunun delilleri Allah'ın
sıfatlarıyla muttasıf olmaktır.]
543. وآثارُها بالعالمين بِعِلْمِها
وعنها بها الأكوانُ غيرُ غَنِيّة
Âlemlerde her mevcutta olan
isim ve sıfatların eserleri, o eserlerin ilmiyle arkadaşlık ve mârifetiyle
yakınlık kurmak zikir elde etmenin sebeb-i vücûdudur; bir halde ki, varlıklar o
isimlere ve sıfatlara muhtaçtırlar ve onlardan müstağni değillerdir.
544. وُجُودُ اقتِنَا ذِكْرٍ بأيْدِ تَحَكّمٍ
شهودُ اجتِنَا شُكْرٍ بأيْدٍ
عميمَة
Yâni açığa çıkan hüküm
kuvvetiyle, zâtı ve ef'âlin sıfatlarını zikretmektir. Bu müşâhede
sebebidir. Ve geniş nimetler ve bol
kerem vâsıtasıyla nimet verenin şükrünün meyvesini derlemektir.
545. مظاهِرُ لي فيها بَدَوْتُ ولم أكنْ
عَلَيّ بخافٍ قبلَ مَوطِنِ
بَرْزتي
Yâni adı geçen o eserler
benim kendilerinde göründüğüm isimlerin ve sıfatlarımın zuhurudur. Bir halde
ki, ben zuhur yerinden önce kendi nefsime gizli değildim, yâni daha zuhur
mertebesine gelmezden evvel ahadiyyet makamında ben bana gizli değildim, belki
zâtımı zâtımla bilici ve kendi kendimi müşahede ediciydim.
[Nitekim Şeyh-i Ekber
Fusûs'da buyurur: "Bir şeyin kendisini bizzat kendisiyle görmek,
kendine ayna olan başka bir işte görmesi gibi değildir"]
546. فلفْظٌ وكُلّي بي لِسانٌ مُحدِّثٌ
ولحظٌ وكُلّي فيّ عَينٌ لِعَبرَتي
O eserlerin, isim ve
sıfatların mezâhiri olduğu anlaşıldıysa; buna göre, dilimde olan söz, o
eserlerdendir ki Kelâm'ın eseridir; gözümdeki bakış, gözün'ın eseri olan
eserlerdendir.
547. وسَمْعٌ وكُلّي بالنّدى أسمعُ النِّدا
وكُلّيَ في رَدّ الرّدى يدُ قُوّة
Kulağımdaki işitme,
elimdeki kuvvet o sıfatların eserlerindendir. Bir halde ki benim bütün eczam,
banim hakikatimi hatırlatan ve söyleyen lisandır.
[Yine benim gözümdeki
bakışım o eserlerdendir; bir halde ki, benim bütün uzuvlarım, ibret ve kudretin
müşahedesi için benim zâtımda bakıp durmadadır. Benim işitmem o eserlerdendir,
bir halde ki, benim bütün vücûdum baştan ayağa bütün meclislerde ve toplantı
yerlerinde olan sesleri işitir. ]
Benim bütün uzuvların helâk
ve belâyı def etmede benim kuvvetim, elimdir.
548. معاني صِفَاتٍ ما وَرا اللَّبسِ
أُثْبِتَتْ
وأَسْماءُ ذاتٍ ما رَوى الحسُّ
بَثّت
Zikredilen söz, bakış ve
işitme ve kuvvet sıfatları, cisim perdesinden önce nefs-i natıkada isbat olunmuş
olan sıfatların menzilleri veya mânâlarıdır.
[Veya bu mânâlar yâni söz,
bakış, işitme ve kuvvet, sûret âleminin ötesinde yâni ceberut ve melekûtta
Kelâm, Basar, Sem' ve Kudret sûretinde sabit olmuştur. O halde anılan bu
sıfatlar, o yüce sıfatların menzilleri ve mazharları ve eserleridir. ]
Zat isimleri ise, göklerde
ve yerde olan gözle görülen şeyleri ayırdı, izhar etti ve onları nefs-i
natıkaya nakledip haber verdi.
549. فتصرفُها مِنْ حافِظِ العَهْدِ أوّلاً
بنَفسٍ عليها بالوَلاءِ حفيظَة
Ahdi muhâfaza etmesi,
koruyucu nefs üzerine Hakk'ın sevgisi sebebiyledir ve mezkûr İlâhî isimler
iftihar şarkıcılarındır. [Yâni müfâharet için olan mugannilerdir ki her biri
bir makamdan başlarlar ve her biri bir mertebenin sırrını söylerler;
550. شوادي مُباهاةٍ هوادي تنَبُّهٍ
بَوادي فُكاهاتٍ غَوادي رَجِيّة
Onlar tecellî nağmeleriyle
ârifleri güzelleştirir ve esrâr-ı İlâhî sâkinlerini heyecanlandırırlar. O
iftihar şarkıcıları hevâdî-i tenebbühtür, yâni gâfilleri gaflet ve cehâlet
uykusundan uyandır-manın başlangıcıdır; onlar mânevî hayâtın güzelliklerine
delâlet eden görünüşlerdir ki, nefse ondan sürür, kalbe ve bedene nur ve sevinç
hâsıl olur; onlar beklenen bulutlardır ki, ümid edenlere sır yağmurlarını ve
ikram damlalarını yağdırıp cennet bahçelerini ter ü tâze yaparlar.
551. وتوقيفُها من مَوثِقِ العَهدِ آخراً
بنفسٍ عل عِزّ الإِباءِ أبيّة
Mezkûr İlâhî isimlerin
kalbî mânâlarına vâkıf ve muttali kılması âhir-i zuhûrunda, yâni husûsî sûrette
zuhûru durumunda ilk ahdi sağlamlaştıran sevgiliden hâsıl olur; O nefs çekinen
ve imtinâ edenlerin izzeti üzere imtinâ edicidir ve Hak'tan imtinâ edenlerin
izzetinden imtinâ etmek itâatın ta kendisidir.
[O isimlerin tutmak,
onların mânâlarını ve sırlarını anlamaya muvaffak olmak, o son makamda, ilk
ahdi sağlamlaştıran sevgiliden hâsıl olur. Bu husus âlimlerin ve âriflerin ilmi
ve anlayışından imtinâ eden isimlerin izzet ve tasarruflarından imtinâ edici
olan âlim ve kâmil nefis vâsıtasıyla olur. Nitekim Efendimiz salla’llâhu aleyhi
ve sellem buyurur: "Âdem ve ondan sonrakiler benim sancağım altındadırlar,
ve ben iftihar etmem"
Ebu's-Suud b. Şiblî'nin
şöyle buyurduğu nakledilir:
"Bana tasarruf
verildi, fakat ben nezâketen onu terk ettim"
Büyüklerden bâzısı şöyle
der: "Allah'ın bâzı kulları vardır ki kendilerine "ol" deme
yetkisi verildiği halde onu reddetmişlerdir"
552. جواهرُ أنباء زواهرُ وُصْلَةٍ
طواهرُ أبناء قواهرُ صَولَة
O isimlerin eseri Hz. Nebî
salla’llâhu aleyhi ve sellemin verdiği haberlerin hakîkatleridir; O isimler
vuslat çiçekleridir. Yâni İlâhî haberlerin zâhiridirler. Peygamberlerin
dillerinden âlem ehline onu ibraz ve izhar eyledi. İlâhî haberlerin zâhirleri
nefsin hâkimiyetini ve şeytanın kuvvetini kahr edicidir.
553. وتَعرِفُها مِن قاصِد الحَزْم ظاهراً
سَجِيّةُ نفسٍ بالوجودِ سخيّة
Zâhir îtibâriyle, o
isimlerin akıllı ve doğru görüşlü sultandan sâdır olan târîfi, vücûdunu
bezleden o nefsin güzel huyudur. Yâni İlâhî isimlerin târîfi ve onun mânâ ve
sırlarının anlatılması, isim ve sıfatlar ilmini iyi bilen Hz. Nebî'den zâhiri
îtibâriyle sâdır olmuştur ki, o isimlerin târîfi Hak yolunda vücûdunu bezleden
kerîm ve mutmainne olan nefsin huyudur. O sevgilinin nefsi Hakk'ın isim ve
sıfatlarıyla ahlâklanmış olup, bütün sıfatları, Hakk'ın sıfatlarını etraflıca
bildirici idi.
554. مَثاني مُناجاةٍ معاني نباهَةٍ
مغاني مُحاجاةٍ مَباني قَضيّة
O İlâhî isimler kulun Rabbe
münâcâtının tekrârıdır (mesânî).
[Meselâ yâ Kâbıd ve yâ
Bâsıt, yâ Hâfıd ve yâ Dâfi', yâ Muizz ve yâ Müzill gibi ki bunlarda tezâd ve
tekâbül olduğundan dolayı "mesnâ" kelimesi kullanılmıştır.]
O İlâhî isimler, şeref ve
efendilik mânâsı, izzet ve şan güzelliği muammâ ve esrar menzilidirler. Bunları
ise ilimde rüsuh sâhibi olanlar bilir, eşyânın hakikatlerini tanıyanlar onlara
vâkıf olabilirler. Yine o isimler îman ve irfan hükümlerinin temelleridir.
555. وتَشريفُها من صادِقِ العزمِ باطناً
إنابَةُ نفسٍ بالشّهود رضيّة
Bâtın îtibâriyle bu İlâhî
isimlerin şereflenmesi, o kâmil ve mükemmil olan şeyh-i vâsıldan sâdır
olmaktadır; bu ise Rabbinin şühûduna râzı olan nefsin inâbetinin [nefsin
günahları terk ile Hakka dönüş ] neticesidir.
556. نجائِبُ آيَاتٍ غرائبُ نُزهَةٍ
رغائبُ غاياتٍ كتائِبُ نَجْدَة
O şerefli isimler, kerîm
âyetler, mübârek alâmetler, şaşılacak ferahlıklar ve hayret veren zuhûrlardır,
son derecede beğenilen ikram ve ihsanlardır, din düşmanları üzerine yürüyen
şecâat askerleridir, saldırı ve kuvvet ordusudur.
557. فللَّبْسِ منها بالتَعَلّقِ في مَقا
مِ الإسلامِ عن أحكامِهِ
الحِكَميَّة
Beden ve sûretin o isimlere
bağlılığı sebebiyle, insan bedeni için o isimlerin faydalarından ve
eserlerinden İslâm makamında ve İslâm'ın hikmetli ahkâmını tecâvüz etmeksizin,
şer'î hükümlerden bereketler hâsıl olması söz konusudur.
558. عقائقُ إحكامٍ دقائقُ حِكْمَةٍ
حقائقُ إحكامٍ رقائقُ بَسْطَة
[Oruç, kıyam, namaz, zekât
vs. sünnetler ve vâcibler gibi.] Ayrıca dînî hikmetin herkesin idrak
edemeyeceği yönleri vardır. Ahkâm-ı ilâhîyyenin hakîkatleri vardır, rekâiki
[İnce ve nâzik olan şeyler] ve sonsuz lezzeti vardır.
559. ولِلْحٍسّ منها بالتحقّقِ في مقا
مِ الإيمانِ عن أعْلامِهِ
العَمليّة
[O isim ve sıfatların
faydalarından ve eserlerinden, zâhirî ve bâtınî hâsselerin îman makamında o
isimlerle ahlâklanması sebebiyle,] amele âit îman esaslarını tecâvüz
etmeksizin, o hasseler için zikir mâbedleri hâsıl olur. Yâni Hakk'ın isim ve
sıfatlarının zikredildiği makamlar ve menziller hâsıl olur.
560. صوامِعُ أَذْكَارٍ لوامعُ فِكْرَةٍ
جوامِعُ آثار قوامعُ عِزَّة
Veya "savâmi'"dan
murad mahlûkat olabilir.
İlâhî zikirlerin mâbedleri
demek olan mahlûkâtın sırları hâsıl olup, ayrıca şunlar da vardır: O zâhirî ve
bâtınî hasseler için fikir parıltıları vardır. Yâni fikir kuvvetinin nurları
hâsıl olur. İsim ve sıfatların eserlerinin toplulukları vardır ki bunlardan
murad, zâhirî ve bâtını hislerle idrak olunan zâhir ve bâtın nimetleridir. O
hasseler ve isimlerden izzet ve kudretin kahredici vasfı hâsıl olur ki, nefsin
kibrini şeytanın kudretini, münkirlerin gücünü ve kuvvetini kahreder.
561. وللنّفسِ منها بالتخلّقِ في مَقا
مِ الإِحْسَانِ عن أنبائِه
النَبويّة
O isim ve sıfatların
eserlerinin faydası olarak nefs-i nâtıka için şurıların hâsıl olması da söz
konusudur. Nefs-i nâtıkanın, "ihsan" makamında; isim ve sıfatların
hakikatleriyle mütehakkık olması sebebiyle, ihsan makamını ve Hz. Nebî'ye âit
haberlerin gerektirdiği şeyleri tecâvüz etmeksizin hâsıl olacak ilâh!
562. لطائفُ أخبارٍ وظائفُ مِنْحَةٍ
صحائِفُ أحبارٍ خلائفُ حِسْبة
Haberlerin latîfeleri, rûhî
eğlenceler vardır. Ayrıca rahmânî ve rabbânî bağışlar, Allah'ı bilenlere âit
sahîfeler ve İlâhî sırların bilgileri vardır. Ve tedbîrin halîfeleri vardır.
Yâni kendi tedbîrinin
makamına İlâhî tedbirler halîfe olur, böylece her işi Hakk'ın tedbirleriyle
olmuş olur.
563. وللجَمعِ من مَبْدَا كأنّك وانتهى
فإن لم تكُنْ عن آيَةِ النظريّة
İnsanın hakîkat-i camiası
için, [sanki O'nu görüyormuşçasına] başlangıcından [her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da] manasının sonuna
kadar o İlâhî isimlerin faydaları ve eserleri vardır.
[Yâni müşâhede makamının
başlangıcından sevgi makamının nihâyetine kadar bu söz konusudur. Müşâhede
makamının başlangıcından murâkabe mertebesinin nihâyetine kadar insan rûhu
için, görünür şekilde, müşâhede makamının ve murâkabe mertebesinin nazar ve
şühûda âit alâmetlerini görmektir.]
O alâmetler ve nazarî
delillerden murad (Fussılet, 41/53). "Onlara âyetlerimizi ufuklarda ve
kendi içlerinde göstereceğiz. Böylece onun gerçek olduğunu
anlayacaklardır".
564. غُيُوثُ انفعالات بُعوثُ تنَزّهٍ
حُدوثُ اتصالات لُيوثُ كتيبة
Guyûs-i infiâlât vardır,
yâni öyle tecellî yağmurları vardır ki aşığın nefsine, müşâhede ve murâkabe
makamları arasında indiği vakit, aşığın nefsi hayret, dehşet, şaşkınlık,
sarhoşluk, ferah, sevinç vb. hallerden dolayı ondan münfaıl ve müteessir olur.
Yine buûs-i tenezzüh
vardır. Yâni ferahlık ordusu, sürür askerleri ve şîrinlik sevinçleri ona tâbî
olur ve onu tâkip eder.
Hudûs-i ittisâlât hâsıl
olur. Yâni iki makam arasında aşığın rûhuna külli isimlerin ve İlâhî sıfatların
bitişmesi hâsıl olur ki müşâhede ve murakâbeden önce bu hal ve bu ittisal vâki
olmamıştır.
Yine onun esmâ-i ilâhiyye
askerlerinin arslanları vardır ki, onun rûhuna imdad ve muâvenet eder ve o
Allah askerlerinin yardım ve muzaheretiyle nefis ve şeytan arzusuna gâlip olur.
İlâhi isimlerin arslanları
"Kavı", "Kadîr" ve "Kâhir" isimleridir ki, bunlar
kuvvet ve üstün-lükte isimler ordusunun arslanlarıdır.
565. فمرجِعُها للحِسّ في عالمِ الشها
دةِ المُجْتَدِي ما النفسُ منّي
أَحسّت
İlâhi isimlerin şehâdet
âleminde, bağış ve menfaat isteklisi olan mahsus şeyler için mercii, nefsimin
zâtımdan his ve idrak ettiği şeydir.
[Nefsimin idrak ettiği şey
dört nevi üzeredir:
Birincisi Kitab ve
sünnetten hâsıl olan ibârelerin fasılları ve şer'i emirlerle hükümlerdir.
Bunlar nebî ve velîlerin sözüdür ki lisâna mahsustur.
İkincisi, İlâhî hayata
ulaşmaktır ki rahmânî füyûzattır; ondan kişilere ve zatlara hayat ve canlılık
gelir ki işitme-ye mahsusdur.
Üçüncüsü İlâhî işâretlerin
hâsıl olmasıdır ki görmeye mütealliktir.
Dördüncüsü küllî bağışların
asıllarıdır ki zâhirî ve bâtınî nimetlerden bütün zâhirî ve bâtınî duyular
üzerine şâmil olmuştur.]
Nefs ilk olarak mahsüsâtı
ihsas etmese isim ve sıfatlara ve mânevî hediyelere vâkıf olamaz. İşte o İlâhî
isimlerin bu şehâdet âleminde mercii ki hislerdir, nefs-i nâtıka onu hislerden
duyar ve idrak eder.
566. فُصُولُ عِباراتٍ وُصولُ تحيّةٍ
حُصولُ إشاراتٍ أُصولُ عطيّة
Meselâ dinleyen kimse lügat
ve kelimeleri işitmese sözden anlaşılan ilim ve mârifetlere vâkıf olamaz. Yine
bakan kimse yazılı söz ve harflere veya hissedilen şeylere bakmasa onlara
konulmuş olan mânâlardan ve sırlardan bir şey idrak edemez. Demek ki duyulan
şeylerin (mahsûsat) idrâki hislerle olur, eşyânın iç yüzünün idrâki ise bâtın
hislerle olur.
567. ومطلِعُها في عالَمِ الغيْبِ ما وَجَدْ
تُ مِنْ نِعَمٍ منى عليّ استجدّت
Esmâ-i ilâhı güneşlerinin gayb âlemindeki yerini ben yeni
nimetlerden benim zâtımdan benim üzerime gelen yeni nimetler olarak gördüm. Benden
bana yenilenen bu nimetleri, gayb âleminde isimlerin doğuş yeri olarak gördüm.
568. بشائِرُ إقرارٍ بصائرُ عَبرَةٍ
سرائرُ آثارٍ ذخائِرُ دعْوَة
O, Hakk'ın vahdâniyetine
îman ve ikrar müjdesidir; o, eserden müessirin, sanattan Sâni'ın [yaratıcının]
kendisiyle bilindiği ibret basiretidir.
[Zîrâ Sâni'ın vücûduna
muttali olmak, Hâlik'ın isim ve sıfatlarına vâkıf olabilmek, îmansız ve basiret
nûru olmaksızın mümkün değildir. O eserlerin sırlarıdır, davetin azıklarıdır. ]
Yâni enbiyânın da'veti için
îman ve İslâm azığıdır ki Allah Teâlâ kulların kalbinde onu biriktirmiştir.
569. وموضِعُها في عالمِ المَلَكوتِ ما
خُصِصْتُ من الإِسرا بة دون
أُسرتي
Yüce melekût âlemindeki
isimlerin yeri öyle yüksek bir mertebedir ki, o mertebeye zâhirî ve bâtını
hislerim değil benim zâtım tahsis olundu, çünkü Cenâb-ı Hakk benim sırrımı o
mertebeye geceleyin götürdü (isrâ).
570. مدارسُ تنزيلٍ مَحارسُ غِبْطَةٍ
مغارِسُ تأويل فوارِسُ مِنعَة
Tahsis olunduğum o yüce
mertebe Kur'an hakikatleri ve mânâlarının okulları, ilim ve irfan öğretilen
yerlerdir. O mertebe gıbta ve hasedden korunmuş, ulaşılması imkânsızdır. Orası
mânâ ve te'vil fidelerinin dikildiği yerdir, nefsânî âfetlerden ve şeytânı
ilkâlardan muhâfaza edilmiş durumdadır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar