Print Friendly and PDF

Sana Değil Resmine Aşığım... Sevmek Zamanı

Bunlarada Bakarsınız

 



Sevmek Zamanı (1965)
YÖNETMEN: Metin Erksan OYUNCULAR: Müşfik Kenter, Sema Özcan, Süleyman Tekcan, Fadıl Garan, Adnan Uygur. SENARYO: Metin Erksan YAPIMCI: Metin Erksan (89 dakika)

Bir filmi “kült” yapan şey nedir? Çekildiği yıl ıskalanmış olsa da sonradan keşfedilip zamanla eskitilemeyen sıra dışı anlatısı mı? Akıldan çıkmayan, değişik ve keskin hatlara sahip bir hikayesinin olması mı? Ya da uzlaşmasız ve aykırı bir film olması mı? “Sevmek Zamanı” için cevap “hepsi”...

1965 yılı Türk sinemasının çok film ürettiği yıllardan biridir (214)... Salon komedilerinin, yabancı filmlerin yerli uyarlamalarının, avantür maceraların, gişe melodramlarının her türlüsünü barındıran bir film yelpazesini barındırır. Ama aynı yıl sadece çekildiği yıl değil bütün Türk sineması tarihinde ayrıksı bir yerde kendine yer açacak olan Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”nın da çekildiği yıldır... Erksan tabi ki de ‘bir resme aşık olan’ boyacı Halil’in hikayesini gösterecek salon bulamaz. Film sinemateklerde bazı özel gösterimlerde seyircisiyle buluşur. Dönemin sinema yazarları kendi mecralarında filmi tartışırlar. TRT’nin filmi yayınlamasıyla da film en geniş izleyici kitlesine ulaşmış olur.
"Resmin sen değilsin ki, resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın..."
Erksan’ın filmi dönemin Yeşilçam aşk filmlerindeki gibi sınıfsal farklılığın ön planda olduğu bir aşk hikayesiymiş gibi başlıyor en başta. Büyükada’da bir zengin evinde boyacılık yapan Halil, ansızın yüzyüze geldiği duvara asılı büyük bir kadın fotoğrafına aşık olur. Fotoğraftaki Meral ise ait olduğu sınıf içinde yalnızlık çeken bir genç kadındır. Halil’in bu ‘değişik’ ama son derece samimi aşkı onu en başta şaşırtır (“Bu zamanda resme aşık olan var mıdır?”) ve kısa bir süre sonra bu aşka karşılık vermek ister. Halil’in tavrı ise çok nettir. Onu reddeder ve resminle arasından çıkmasını ister. Halil’in yaşadığı aşkı ‘doğu usülü’ne yakınlaştıran ayrıntı da bu zaten. Çünkü Halil ustasının ve resmin sahibinin tüm ısrarlarına rağmen resimle yaşadığı aşkın diğerinden daha gerçek olduğuna inanır. En çok da tasavvufta karşımıza çıkan “surete aşık olmak” kavramının altını dolduran bir samimiyeti içinde barındıran Halil’in bu şiddetli aşkı daha bir araya geldikleri ilk sahneden itibaren bizi filmin içine çekiveriyor. Halil Türk sinemasındaki pek çok aşık erkeğin aksine kendisini o kadar güzel ifade ediyor ki, her söylediğini pürdikkat dinliyoruz. Halil ustasına Meral’in aslında resminden çok daha güzel olduğunu söyler mesela ama o bununla hiç ilgilenmiyordur. “Suret”e asıl anlamını veren o surete aşık olan kişidir çünkü. Halil resimdeki bakışa, ifadeye aşıktır ve bunu resmin sahibinde bulamamaktan korkmaktadır: “Resmin sen değilsin ki, resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.... Ben senin resmine değil de sana aşık olsaydım ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme, belki de alay edecektin sevgimle... Halbuki resmin bana dostça, iyilikle bakıyor ve ebediyen öyle bakacak...” Resim Halil’i yargılamıyordur. Oysa Meral illa ki bir gün, aşkın aşıkları yorgun düşüren gidişatında Halil’in kalbini kıracaktır... 
Meral'in zengin babası Halil'i onaylar gibi yapar bu sahnenin başında ama sonra lafı döndürür dolaştırır "bu iş olmaz"a getirir...
Meral bir süre “Bu aşkın yarısı bana ait” diyerek Halil’in aşkını somutlamak, bunu normal bir ilişkiye taşımak ister. Halil sonunda bağıra bağıra “Ellerini tutmak istemiyorum.. Bir gün çekeceksin o ellerini benden” der ve Meral’i uzaklaştırır kendisinden. Aşkın, tutkunun ilelebet süremeyeceği gerçeğiyle yaşayan Halil bu yaşadığı ‘aşık’ hâlinin süresini alabildiğine uzatmak istiyordur. Ama bir süre sonra teslim olmak zorunda kalır. (Hep öyle olmaz mı?)   
Nitekim Halil de aynı zamanda bir udi olan ustasının yaptığı duygusal ve iyi niyetli iteklemeler sayesinde Meral’in hayatına girme cesaretini bulur kendinde. Oysa Meral’in etrafında dolanan kendi sınıfından bir adam vardır. Başar elinde tüfeğiyle dolaşan bir ‘yokedici’dir ve Meral’i paylaşmaya hiç mi hiç niyetli değildir...
Film Halil’in ‘soyut’ta tutmaya çalıştığı aşkını ‘somut’a taşıdığında mutsuzluğa ve beraberinde bir yokoluşa gittiğini de gösterir bize. Somutlaşan aşk beraberinde somut sorunlar getirmeye başlar. Mesela Meral’in zengin babası çok olumlu karşılar gibidir Halil’i en başta... “Kızımın seçimi benim için önemlidir. Yakışıklı bir adamsın, kızım iyi seçim yapmış” der. Hatta “birbirini seven insanların çocukları daha güzel olurmuş” bile der. Ama sonra lafı döndürür dolaştırır “zengin bir kıza senin gibi iyi bir adam bile yetemez”e getirir sözü. Güzel başlayan bir rüyanın kabusa dönüşümü sanki...
Beklenen tüfekli final ise bize Halil’in inatla sürdürdüğü “ben sana değil, resmine aşığım” söyleminde ne kadar haklı olduğunu kanıtlar bir taraftan... Halil’in korktuğu ‘gerçeklik’ atış poligonlu, dayaklı, anlayışsız, tüfekli müfekli bir gerçekliktir ne de olsa... O gerçeklik amansız bir şekilde aşıkların da kaderini çizer.
“Sevmek Zamanı”nı özel yapan hikayesi değil tabi sadece. Erksan’ın zamanının çok önünde adeta Antonioni sinemasına yakın duran biçimsel tavrı dönemin pek çok yönetmeninin cüret bile edemeyeceği bir kararlılığın ürünü. Uzun kaydırmalar, gölgeye düşen yüzler, farklı bir oyuncu yönetimi, konuşan karakteri kimi zaman görmeyen açılar... (Başar’ın hikayeye girişini sağlayan teras sahnesindeki kamera devinimindeki eşsiz sinema lezzeti...) Hepsi, üstelik asistansız, minimum kadro ve parayla çekilmiş bu filmdeydi. Büyük oranda sahnelere eşlik eden Türk sanat müziği ezgileri, filmi klasik melodramlara yaklaştırsa da kullanım tarzlarıyla bir yandan da farklılaştırıyordu. Ağır kamera hareketleriyle ahenk içinde bir uyum sergileyen müzikler hem melankolik aşk hikayesine hizmet ediyor hem de filmin doğu dokusunu besliyor çünkü...
Özcan Alper'in "Sonbahar"ında da buna benzer bir sahne vardır...
Filmin insan-doğa ilişkisine karşı bakışı ise tek kelimeyle muhteşem. Halil’in her kırgınlığında doğaya sığınışı, ormana, denize doğru kaçması... Aşık olduğunun bilincine her vardığında yağmurun ona eşlik ediyor oluşu... Meral’in koca bir şehre tepeden bakan terasta yaşadığı yalnızlıktaki huzursuzluğu ile Halil’in öten kuşlarla dolu ormanda, ya da ıssız bir göl kenarındaki huzur arayışındaki tezatlık... Anlattığı dramatik hikayesinde insan-doğa arasındaki ilişkiden büyük ölçüde faydalanan modern Türk sinemasının başarılı pek çok örneğinin (Mayıs Sıkıntısı, Yumurta, Bal, Sonbahar vs...) öncülü sayılabilecek böyle bir bakışı da taşıyor “Sevmek Zamanı”.
Halil rolündeki Müşfik Kenter’in son derece özgün ve ekonomik performansı büyük ölçüde Erksan’ın başarısı. Bir tiyatro oyuncusundan bu kadar sinematografik bir verim almak kolay değil. Yeşilçam melodramlarının köşede kalmış oyuncusu Sema Özcan da dönemin aktrislerinden çok farklı bir şekilde oynatılmış. Özcan’ın performansının ‘yabancılaştırıcı’ bir etkisi var sanki... Bu da filmin seyir zevkine bir kat daha katlıyor...
“Sevmek Zamanı” bugün hâlâ “Tüm Zamanların En iyi Türk Filmleri” soruşturmalarında ilk 10 filmin arasına girebilen, hiç eskimeyen, tam tersi okumalarla algılanıyor olsa bile yaş grubuna bağlı olmaksızın seyircisinde hep iz bırakan bir film olmayı sürdürüyor. “Sevmek Zamanı” yaşımız kaç olursa olsun sinemaya olan aşkımızın ne kadar haklı bir tutku olduğunu kanıtlamak için inatla, eskimeden hatta şarap gibi giderek daha da lezzet kazanarak, itinayla yapılmış şahane bir abide gibi duruyor yerli yerinde...  



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar