TASAVVUF GELENEĞİNDE HIRKA GİYMEK VE GİYDİRMEK
Hazırlayan: Tahir ULUÇ
İnsanı güzel ahlaklı bir hale getirmeyi amaçlayan İslam
dini, bu amaç doğrultusunda insanın ruh ve mana boyutuna gereken önemi
vermiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş ümmetlerin başına gelen İlahî
musibetlerin sebeplerinden biri olarak ahlakî yozlaşmayı zikretmekte[1]; Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) de gönderiliş sebebini güzel ahlakı tamamlamak[2] olarak beyan etmektedir.
Dünyaya bakış açılan ve bu bakış açısına muvafik hayat tarzlan
ile tasavvuf terbiyesinin nüvesini oluşturan ve sonraki dönem sûfîleri için
ikinci derecede örneklik teşkil eden zahidlerin ve daha sonra sûfîlerin,
“tasavvuf; kâl ilmi değil, hâl ilmidir”[3]
ifadesi, İslamın yukanda dile getirilen hedefi ile birlikte
değerlendirilmedi gereken bir noktadır. Şu kadan var ki, sûfîlerin bu ifadesi,
“akıl ile anlaşılamayan, sözle ifade edilemeyen ve bu yüzden de yazıya
geçirilemeyen bir muamma” olarak anlaşıldığı zamanlarda bir hayli tenkide
uğramıştır. Aslında sûfîler, “hâl” ile ilimden bir sonraki dereceyi, yani ameli
kasdetmişler; ilim tahsilinin gereksizliği gibi yanlış bir fikre taraf
olmamışlardır. Nitekim dinî ilimlerin tasnifinde tasavvufun yerini tayin etmek
üzere tasavvuf tarihi kitaplarında zikredilen “Cibril hadisi”[4] ve bu hadiste varid olan
“ihsan” kelimesi, tasavvufun anlam temelini oluşturmaktadır. “İhsan kelime
olarak “bir işi en güze! şekilde yapmak ve ziyadesiyle yapmak” anlamlarına
gelmekte ve bu hadiste ihsan; “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” olarak
tarif edilmeleredir. Bu yönüyle tasavvuf, amelde zirveyi yakalamayı, yani
ihsana ulaşmayı hedeflemektedir.
Biz bu çalışmamızda, “Hakk’a iyi bir kul, topluma faydalı
bir fert olma” ı şeklinde de tanımlanabilecek olan ihsana ulaşmada, “sûfîlerin
kendileri için seçtikleri eğitim metodu ve hayat tarzını” ifade eden tasavvuf
terbiyesine atılan ilk adımı simgeleyen hırka giymeyi konu olarak belirledik.
Bilindiği gibi geçmişte ve içinde yaşadığımız çağda
toplumu oluşturan guruplar kendilerini ifade etme ve diğer insanlardan ayırmada
kılık-kıyafet sembolünü kullanmışlar ve kullanmaktadırlar. Sözgelimi “beyaz
önlüklüler” denince insanın ilk aklına gelen, hekimler olmaktadır. Yine “cübbe”
kelimesi onu giyen meslek gurubunu çağrıştırmaktadır. Netice olarak, toplumsal
guruplar kendilerini tanımlamada kılık- kıyafet unsurunu önemli bir araç olarak
kullanmaktadır. Aynı nokta-i nazardan sûfîlere baktığımızda onların da hayat
felsefelerini giyim tarzlarına yansıttıklarım görmekteyiz. Nitekim “bir lokma,
bir hırka” sözü bu hayat tarzını tasvir eden bir deyim olarak
kullanılagelmiştir.
Hırka giymek, bilindiği gibi günümüz Türkiyesi için sûfî
hayat tarzını yansıtan bir sembol olarak kullanılmamaktadır. Çünkü 30 Kasım
1925 yılında çıkarılan ve tekke ve zaviyelerin kapatılmasını gerekli kılan
kanunla birlikte hırka, serpuş gibi tasavvufî kıyafetlerin giyilmesi de
yasaklanmıştır.
…
İnsanlara en iyiyi ve en güzeli öğretmekle
görevlendirilen Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu ilah vazifesi
Kur’ân-ı Kerîm’de şu ana başlıklar altında ifade edilmektedir: “Allah Teâlâ,
ayetlerini okuyan, müminleri tezkiye eden ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten
içlerinden bir peygamber göndermekle müminlere ihsanda bulunmuştur”® Bu ve
benzeri ayetlerde7 Cenâb-ı Hak, gönderdiği peygamberin ümmetine olan
görevlerini, “ayetlerini okumak, onları kötü şeylerden arındırmak, kitap ve
hikmeti öğretmek” olarak beyan buyurmuştur. Ayette geçen “hikmet kelimesi,
müfessirlerce “Hz. Peygemberin sünneti” şeklinde açıklanmıştır. Sünnet,
bilindiği gibi, “yol, adet” anlamlarına gelmektedir. Dinî bir terim olarak ise,
“Hz. Peygamberin İslâmî öğretirken kullanmış olduğu sözlü beyanları, fiilî
tatbikatları ve takrirleri” ifade etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisine gelen vahyi ilk önce kendi hayatında
tatbik ederek ümmeti için örnek olmuştur.
Yukarıda mealini naklettiğimiz ayette varid olan “tezkiye
)” kelimesi ile Hz. Peygamberin bir diğer görevi daha dile getirilmektedir.
Bilindiği gibi bu kelime, “temizlemek, paklamak” anlamlarına gelmektedir. Bir
kimsenin ahlakî yönünü terakkî ettirmesi ve bâtınını tasfiye etmesi buradaki
temizleme cümlesine girmektedir. Nitekim tefsirlerde, “tezkiye” kelimesinin
“şirkten ve günahlardan temizlemek” yönü ön plana çıkarılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilen dini tebliğ etme görevi
doğal olarak peygamberin vefatından sonra da devam ettirilecektir. Yukarıdaki
ayette “kendilerinin içinden bir peygamber göndererek...” ibaresi ile, insanlar
için ölüm nasıl kaçınılmaz ise, aynı cinsten olan peygamberler için de bu
durumun zarurî olduğu zımnen ifade edilmektedir. O halde Hz. Peygamberin
vefatından sonra da bu görevleri yerine getirecek kimselerin bulunması tabiî
bir ihtiyaçtır.
Bilindiği gibi hicrî 100’lü
yıllara kadar “ilim (pk.)” kelimesi ile dinî ilimlerin bütünü kastedilmekteydi.
Tefsir, hadis, fikıh, kelam gibi İslâmî ilim dallan henüz istiklâllerini
kazanmamıştı. Ancak hicrî II. asnn başlanndan itibaren İslâmî ilimler belirli
sahalarda müstakil bir hüviyet kazanmaya başlamıştı. Bu İlmî farklılaşmaya,
dönemin sosyal ihtiyaçlarının hız kazandırdığını söyleyebiliriz. Örneğin hadis
usûlü, dinî-siyasî cereyanlar
neticesinde ortaya çıkan hadis uydurma faaliyetlerinin önüne geçmek, sahih
hadislerle mevzû haberleri birbirinden ayırmak için geliştirilmiş bir
disiplindir. Yine Kelam ilmi veya daha kadim ismiyle Fıkıh ilmi, ehl-i sünnet
akidesine ters düşen fikirleri bertaraf etmek ve ehl-i sünnet inancını ortaya
koymak için ihdas edilmişti.[5] Yukarıdaki cümlemizde “ihdas
edildi” diyoruz, çünkü bu ilim dallarının hiçbiri Hz. Peygamber devri söz
konusu olduğunda günümüzdeki hâliyle mevcut değildi.
Bu zaviyeden tasavvuf ilmine baktığımızda aynı şeyle
karşılaşmaktayız. Nitekim Emevî idaresine karşı duyulan hoşnutsuzluk ve
ekonomik refahla birlikte gelen samimiyetsizlik ve buna karşı gösterilen
aksülamel, zühd hayatının yaygınlaşmasında, bazı İslam tarihçileri tarafından
önemli birer sebep olarak zikredilmektedir. ,
Tasavvuf kelime olarak Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde
yer almamaktadır. Bununla birlikte anlam ve muhteva yönüyle tasavvuf ilminin
özünü teşkil eden “dünyanın geçiciliği ahiretin ebedîliği, Allah korkusu ve
güzel ahlak sahibi olmak” gibi idealler Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamberin
sünnetinde ısrarla üzerinde durulan konulardır. Hz. Peygamber ve ashabının zühd
örnekleri ihtiva eden hayatları, Dâvud et- Tâî (ö. 161/777), Râbiatü’l-Adeviyye
(ö. 185/801), Fudayl b. İyâd (ö. 187/802) ve Ma‘rûf el-Kerhî (ö. 200/815) gibi
ilk dönem zahidlerine misal teşkil etmiştir.
Tasavvufun müstakil bir ilim olarak ortaya çıkma
sürecinden söz edecek olursak, Ebû Hâşim es-Sûfî (ö. (150/767) ilk olarak
“sûfî” lakabıyla anılmış, daha sonraları Ma‘rûf el-Kerhî, tasavvufun, bir ilim
olarak ilk defa tarifini yapmış, Hâris el- Muhâsibî (ö. 243/857) er-Ri'âye
li Hukûkillâh adlı eseri ile tasavvufun temel konularını sistematik biçimde
ilk kez ele alan isim olmuştur.
Malrûf el-Kerhî, “dünyadan el etek çekmek ve
dünyaya değer vermemek” olarak tanımlanabilecek olan zühdden, tasavvufa geçişin
ilk halkasını oluşturmaktadır. Yani tasavvuf artık amelî/tatbikî tarafi ağır
basan ferdî-zahidâne bir yaşama şekli olmaktan daha şümûllü bir anlam kazanmış;
kendisine has konular ve problemler tayin edilerek bunlara dair eserler telif
edilen bir ilim hüviyetine bürünmüştür.
Zaman içerisinde tasavvuf ilmini izah eden daha hacimli
ve teferruatlı eserler telif edilmiştir. Ebû Nasr es-Serrâc et-Tûsî (ö.
378/988)’nin el-Luma' fı't-Tasavvufv, Ebû Bekir Gülâbâdî (ö.
380/990)’nin et-Ta‘arruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvufvi , Ebû Tâlib
el-Mekkî (ö. 386/996)’nin Kûtü’l-Kulûb'u, Abdulkerîm el-Kuşeyrî (ö.
465/1072)’nin er-Risâle el-Kuşeyriyye’si, Hucvîrî (ö. 465/1072)’nin Keşful-Mahcûb'u
ve İmam Gazâlî (505/111 l)’nin İhyâu Ulûnıiddîrii bu dönemde
yazılmış en önemli tasavvufî eserlerdir.
Tasavvuf düşüncesinin şekillenmesinde diğer önemli
gelişmelerden bazıları ise şunlardır:
Sûfîlerle diğer İslam bilginleri arasında gerek alimlerin
siyasî nüfuzlarını kaybetme endişesi gerekse bazı sûfîlerden südur eden
anlaşılması ve tevili güç sözler sebebiyle şiddetli tartışmalar ve
anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır. Yalnız şu bir gerçektir ki, bu anlaşmazlıklar
neticesinde zarar gören taraf genelde sûfîler olmuştur. Bütün tarikatların
silsilelerinde sertaç olarak yer alan Cüneyd Bağdadî (ö. 297/909) bile bu
sıkıntılardan kurtulamamıştır. Sûfîlerin “mihne devri” olarak isimlendirdikleri
bu dönem, Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/921)’un idamını da beraberinde getirmiştir.
Bu olaydan sonra sûfîler artık daha ihtiyatlı konuşmuş ve
davranmışlar, “dervişlerden gayr-i ihtiyarî südur eden ve zahiri, şeriata
muhâlif fiil ve sözler anlamına gelen” şathiyeleri de pek hoş karşılamaz
olmuşlardır. Yine sûfîler, ehl-i sünnet ve’l- cemaattan ve hakikî
müslümanlardan olduklarını, yaşantılarının ve akidelerinin Kur’ân ve sünnete
muvafık olduğunu ispat eden eserler telif etmişler, bu alanda büyük sûfî
bilginler yetiştirmişlerdir. Bu süreç yaklaşık 200 yıl devam etmiş, sonrasında
sûfîlerle diğer İslam bilginleri arasında uzlaşmaya gidilmiştir. Nitekim
Abdulkerîm el- Kuşeyrî’nin köşe taşlarından birini oluşturduğu süreçle
birlikte, sûfîlerle diğer ilim ehli arasındaki buzlar erimiş, İmam Gazâlî ise
bir anlamda tasavvuf ilmini İslam dünyasında meşrû bir zemine oturtmuştur.
Dönemin Nizâmiye Medreseleri’nin baş müderrisi iken bu görevinden kendi isteği
ile ayrılan Gazâlî, Şam Ümeyye Camii’nde geçirdiği uzunca halvet yıllan
sonrasında “alim” kişiliğinin yanına “sûfî” sıfatını da ekleyerek celvet haline
dönmüştür.
Gazâlî, karizmatik yapısı ve çok yönlü bilgi birikimiyle
geniş halk kitleleri arasında itibar kazanmış, şahsıyla birlikte tasavvufun da
İslam toplumundaki rağbeti I
artmıştır. Nitekim Onun en önemli eserlerinden birisi
olan İhyâu Ulûtniddîn, tasavvuf muhitlerinde her dönemde ders kitabı
olarak okutulan ve üzerine şerhler yazılan bir eser olmakla kalmamış, aynı
zamanda diğer İslam bilginleri tarafından içerisinde zikredilen hadislerin
tahrici yapılarak İlmî değeri takdir edilen bir eser olma özelliğini de
kazanmıştır. 1
Gazâlî’den hemen sonra, tasavvuf İslam toplumunda daha
kolay yayılma imkanı bulmuş ve kitlesel bir yapı kazanmıştır ki bu dönem
tasavvuf tarihinde “tarikatlar devri” olarak isimlendirilmektedir. Hoca Ahmed
Yesevî (ö. 562/1166)’ye nisbet edilen Yeseviye tarikatı ve Abdulkâdir Geylânî
(ö. 562/1166)’ye nisbet edilen Kâdiriye tarikatı ilk tarikatlar olarak
karşımıza çıkmaktadır. VII/XnL y.y.’dan itibaren tarikatler daha da
yaygınlaşmış, Halvetiye, Şâzİliye, Kübreviye ve daha sonraları Nakşibendiye
tarikatları, İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde neş’et etmiştir. Bu
dönemle birlikte her tarikat kendine has adab ve erkanını tayin etmiş, bu adab
ve erkan çerçevesinde müridler yetiştirmiştir.
Tarikatlar, özellikle kurucusu Türk olan ilk tarikat olma
hususiyetini haiz Yeseviye tarikatı Anadolu’nun İslamlaşmasında ve
Türkleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hoca Ahmed Yesevî, dervişlerini
manevî birer fatihler olarak Anadolu ve Balkanlar’a göndermiş, bu bölgelerin
müslüman Türk’e yurt olmasına zemin hazırlamıştır.
Moğolların bu sıralarda İslam alemini
baştan başa işgal etmesi ve müslüman halkı bu saldırılara karşı koruyacak maddî
bir gücün de bulunmayışı tasavvufî hayatın yaygınlaşmasında bir diğer önemli
müessirdir. Tasavvuf tarihçileri, halkın maddî anlamda bir çöküş içine girmesi
sebebiyle manevî yönden kendilerine güç veren sûfî büyüklerine bağlandıklarım,
bu yüzden, tasavvufun İslam coğrafyasında daha hızlı bir şekilde yayıldığım
ifade etmektedir. Örneğin Yunus Emre şiirleri ile bu sıkıntılı ve çalkantılı
dönemde Anadolu’da gezgin bir derviş olarak halkın acılarını hafifletmiş,
onlara manevî yönden destek olmuştur. Bu sebeple Yunus Emre sevgisi Anadolu
Türklüğünün hafızasında canlılığım hep muhafaza etmiş, şiirleri nesilden nesile
sözlü olarak aktanlagelmiştir.
İbn Arabî, tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası olarak
kabul edilecek kadar önemli bir şahsiyettir. Nitekim tasavvuf tarihini,
“vahdet-i vücûd öncesi ve vahdet-i vücûd sonrası” veya “İbn Arabî öncesi ve İbn
Arabî sonrası” şeklinde ikiye ayıran tasavvuf tarihçileri de olmuştur. Onun
tasavvuf tefekküründe bu kadar önemli bir
şahsiyet olmasında, sanırız, kendi zamanına kadarki tasavvuf! düşünce ve
bilgi birikimini sistemli bir şekilde ve kendisine has üslubu ile ortaya koymuş
olmasının önemli bir payı vardır. İbn Arabî sûfîlerin o zamana kadar remiz ve
kapalı ifadelelerle bir anlamda geçiştirdiği, Allah, alem ve insanla ilgili
konulan en açık ve sistemli bir şekilde ortaya koyan sûfî olmuştur. Kendisinden
sonra gelen bütün sûfîler onun fikirlerinden, özellikle de “Allah-alem ve
Allah-insan münasebeti”ni konu alan vahdet-i vücûd nazariyesinden etkilenmiştir.
İbn Arabî, o döneme kadarki tasavvufî bilgi ve düşünce birikimine sahip olmak
ve bu birikime kendi tasavvufî tecrübelerini eklemek suretiyle elde etmiş
olduğu müktesebatı, yine kendisine has edebî bir üslup içinde ifade etmek ve
bununla kendisinden sonraki sûfîler üzerinde derin tesirler bırakmakla,
tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası olmayı ve “Şeyh-i Ekber” sıfatını hak
etmiş görünmektedir. Diyebiliriz ki, Füsûsu’l-Hikem ve el-l'futûhâtu,l~Mekkiyye'si
başta olmak üzere, fikirleri ve eserleri ile kendisinden sonraki tasavvuf
düşüncesine yön vermiştir. ;
HIRKANIN SÖZLÜK ve TASAVVUFÎ ANLAMI
Hırka giymek, tasavvufî hayata girişi simgeleyen ve
temeli ilk dönem zahidlerine kadar uzanan köklü bir gelenektir. Nitekim bu
gelenek, sûfîlerce; ahit almak ve zikir telkini ile birlikte tasavvufa girişin
üç temel unsurundan birisi olarak değerlendirilmiştir.[8]
“Yırtmak, delmek” anlamlarına gelen Arapça ha-ra-ka”
kökünden türeyen “hırka (^»” kelimesi, “bez parçası, paçavra” anlamlarına gelmektedir.[9]
Tasavvuf ıstılahında hırka anlamında
kullanılan diğer bir kelime olan “murakka‘a ise,
“^j (ra-ka-*a)” kökünden türemekte ve “elbiseye yama
dikmek,
elbiseyi onarmak” anlamlarına gelmektedir. Yine bu kökten türeyen (ruk‘a)”
kelimesi, “yamayı ve yırtık elbiseyi” ifade etmektedir.[10] i
Müracaat ettiğimiz Arapça sözlüklerde murakka‘a
kelimesine tesadüf edilmemekle birlikte, aynı anlama gelen “£ A»*” kelimesini Tâcu
’l-Arûs'ütâ,
(Şeref gelir yiğidi bulur da ** Entarisi eski, gömleğinin
yakası yamalıdır)” şiirinde görmekteyiz.[11]
(terki1)” de “yamalamak ve
onarmak” anlamlarına gelmektedir. Sûfîler, terkî‘”in ism-i mefûlu olan
murakka'ayı “yamalı ve eski elbise” anlamında kullanmaktadır. Ayrıca Lisânu
'l-Arab'te “hırka (^.»”, “ruk‘a (^j)”nın müteradifi olarak
gösterilmektedir.[12] ,
Eski Türklere baktığımızda, “çapan, şapan, kaftan ve
çapkıt” kelimelerinin “hırka” anlamında kullanıldığını görmekteyiz.[13]
Dîvân-ı Lügâti ’t-Türk'te, küçük hırka için
“çengşü” kelimesi kullanılmaktadır.[14]
Yine Dede Korkut destanında, özel günlerde giyilen
kaftandan ve gelinin güveye hediye olarak verdiği kırmızı renkli “ergenlik
kaftanTndan söz edilmektedir.[15]
Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş adlı
eserinin, Türklerin kıyafetlerine ayırdığı bölümünde şöyle söylemektedir:
“Türklerin bu üst giyimi, her halde
üzerinde en çok durulması gereken bir elbise olmalıdır. Erzurum ve İçel’de
yaygın olarak ceketlere, “çapan” derler. Kerkük Türkleri ise bu bezi yalnızca
kaput bezi için kullanırlardı. Aslında ise eski Türkler, yalnızca üst giyim ve
kaftanlara bu adı verirlerdi. Çoğu zamanda bu elbise, “çapan, çapkıt” şeklinde,
iki sözle adlandırılırdı. !
İslamiyetten sonra ise bu, Buharahların giydiği uzun
cübbe veya ı kaftanlar için söylenen bir tabir olmaya başlamıştı. Sözlüklerde,
“kırmızı çapan veya çapan, eski Yemen kaftanıdır, hırka manasınadır” gibi
açıklamalar da buluyoruz. Görülüyor ki, aynı söz hem palto, hem ceket hem de
hırka için kullanılıyordu. Aslında “kısa alt giyim”, yani ceket ve hırkalar,
eski Türklerde “cekrek, çekrek” sözleri ile karşılanırdı. Bu, bir Uygur
sözüdür. Küçük hırkaya ise “cengşü” adını verirlerdi. Bu Türk sözü, sonradan
Moğolca’ya da “çapan” şeklinde geçmiştir. “Çapan”, Çuvaş ağzında da aynı
şekilde söylenirdi.”[16]
Sonuç olarak, ulaştığımız klasik Arapça sözlüklerde ve
Eski Türk dilini ve kültürünü konu alan kaynaklarda hırka kelimesi, “derviş
elbisesi” anlamında kullanılmamaktadır. Bu sözlüklerin yazarlarına yakın
dönemde ve hatta daha önceki dönemlerde yaşamış sûfîler, eserlerinde hırka ve
murakka‘ayı, “zühd simgesi olarak giyilen elbise” anlamında kullanmaktadırlar.[17] Anlaşılan hırka ve murakka'a
kelimelerinde, tasavvufla birlikte bir anlam genişlemesi meydana gelmiştir.[18]
Yukarıda verilen lügavî izahlardan ve ilk dönem
zahidlerinin hayat tarzını anlatan kaynaklarından hareketle, hırka ve
murakka‘aya sûfîlerin yüklemiş olduğu anlamın, şu şekilde ortaya çıkmış
olabileceğini düşünmekteyiz:
Sûfîler, dünya malına ve hayatına düşkün olmadıklarını
yemelerinde, içmelerinde ve giyim-kuşamlannda göstermişlerdir. Giyim-kuşamlanndaki
zühdü açığa vurmak için, birçok mutasavvıfın da tasavvufun kelime kökeni olarak
benimseyip kabul ettiği, yünlü elbise giymişlerdir. Yünlü elbise giymekle
birlikte, tek elbiseli olmayı da benimsemişlerdir.[19]
Doğal olarak, bu elbise normalden daha çabuk eskiyecektir. Zühd hali yeni
elbise almaya müsait olmadığından, eskiyen veya yırtılan elbiseye yama yapmak
gerekecektir. Elbisede her bir yırtık meydana geldikçe yama yapılacak, sonuçta
elbise baştan başa yamadan oluşacaktır. Sûfîlerin zühd kastıyla yapmış,
oldukları bu uygulamada zamanla genişleme olmuş, yama dikmeye dair ahkam dahi
İlk dönem sûfî yazarlarının eserlerinde kendisine yer bulmuştur. Örneğin
Hucvîrî bununla ilgili olarak şöyle demektedir:
“Şeyhlerin bu konuda iki görüşü vardır: Bir gurup şöyle
der: Yama dikmede belli bir kaideye uymak şart değildir, nereden başım
çıkarırsa çıkarsın iğne oraya çekilir, bu konuda tekellüf ve özenme cihetine
gidilmez.
Diğer bir gurup da şöyle der: Vuruşlara riayet etmek ve
nizamda külfet ve titizlik göstermek zarûrettir.”[20]
Hırkanın ortaya çıkış serüveniyle ilgili olarak yukarıda
yapmış olduğumuz izahla birlikte, sûfîlerin yeni ve çeşitli renklerdeki
elbiseleri parçalayıp sonra bu parçalan dikerek hırka edindikleri de
söylenmektedir.[21]
Hırka, tasavvuf tarihinin genel kabul gören üçlü taksimi
içinde yani; asr-ı saadetten başlayıp Ma‘rûf el-Kerhî’nin vefat yılı olan
200/815 tarihine kadar olan “zühd dönemi”, 200/815 yılından Abdulkâdir
Geylânî’nin vefat yıh olan 561/1166 tarihine kadar olan “tasavvuf dönemi”,
tasavvufun kurumlaşmaya başladığı ve 561/1166 yıhndan günümüze kadar devam eden
“tarikatlar dönemi”[22] içinde, temelde aynı olmakla
birlikte ayrıntılarda farklı anlamlar kazanmıştır. Zühd dönemi itibarıyla
hırka, tasavvufun genelde kelime kökeni olarak türediği kabul edilen “sûf’[23], yani kaba, yünlü elbise ile
yakın anlamlar ifade etmekte, XI.yy.’dan itibaren hırka ve murakka'anın
kullanımı artarken sûfiın kullanımının azaldığı gözlenmektedir.[24]
İlk dönem zahidleri, Hz. Peygamber dönemindekine benzer
bir hayat yaşamak istemektedirler. Hicrî II. miladî VHI. yüzyılların
başlarından itibaren, içinde yaşanılan devrin getirmiş olduğu sosyal, siyasal
ve ekonomik değişiklikler, o dönem zahidleri tarafından tepkiyle
karşılanmıştır. Bu tepkinin ifadesi de, “toplumdan uzak durmak ve dönemin
baskın hayat tarzı olan ve bir anlamda sûfîlere göre lüksün simgesi olan
şeylerden tecerrüd etmek” şeklinde olmuştur. Bu devrin sosyal ve siyasal
portresi şu şekilde tasvir edilmektedir:
“Ne acıdır ki, asıl ve gerçek halife olan Hz. Ali’nin bir
suikastle öldürülmesiyle halifeliğin ortadan kaldırılmasını takip eden karmaşa,
Medine’nin içinde bulunan herşeyiyle birlikte yağmalanması dehşeti, cahiliyye
düzensizliğinin Şam’daki sefih Emevî idaresi altındaki toplumsal hayata tekrar
egemen olması gibi sebepler, birçok samimi müslümanı inziva hayatına ve dine
sığınmaya yöneltti. Dindarlıkla zühdün özdeşleşmesine bir adım kalmıştı. İşte
bu zamandan itibaren mistik hayat tarzı tabiî bir seyir takip etmiştir.
Pişmanlık ve dünyadan el etek çekmenin bir işareti olarak, diğerlerinden farklı
yünden yapılmış bir elbise giymenin benimsenmesi, İslamın ilk dönemlerine kadar
uzanmaktadır.”[25]
Bir başka husus da sûfîlerin bir sosyal gurup olarak
hırkayı giymekte yalnız olmamaları ve onların bu durumu bilmeleridir. Ancak
sûfîler hırkayı giymekteki amaçlan ile diğerlerinden aynlmaktadır. Nitekim İbn
Reddâd (ö. 821/1418), fakih, muhaddis, kadı ve yöneticilerin bu hırkayı
giydiklerini, ama önemli olanın, bu hırkayı giyerken amaçlanan şey olduğunu
belirtmiş ve “Bir kavme benzeyen ondandır”[26]
hadisini delil getirmiştir.[27]
Sûfîler bu dönemde hırkayı giyerken Hz. Peygamberin
sünnetine ittibayı hedeflemektedirler.
“Bu ümmet helal ve haramlan belirlemede devamlı sûrette
Hz. Peygamberin emir ve yasaklarına müracaat etmiş, işlerini onun beyanlanna
göre tanzim etmiştir. Yerken, içerken, evlenirken, dururken, toplarken,
ayınrken, ibadet ederken, dünyaya karşı zahid olurken, fiil işlerken veya
işlemezken hep ona tâbi olmuştur. Çünkü Allah, “Size Peygamber neyi verdiyse
onu alın; yasakladığından da kaçının.”[28]
buyurmaktadır. Bütün bunlar Hz. Peygamberin bildiğini öğretmesi, hikmetle
hareket etmesidir. Bu sabit olunca, elbise giyen herkes avret yerini örtmek ve
farzı yerine getirmek hususunda, “Hz. Peygamberin verdiğini almak” prensibine
uygun hareket etmiştir. Çünkü elbise giyen herkes, bu giyme işini mutlak olarak
Hz. peygamberden almış ve gerçek anlamda bu işi O’na uyarak yapmıştır. Bütün
bunlara Allah’ın, Resûlü ve bütün pak kimseler için seçip beğendiği; Resûlullahın
kendisi için, ümmeti içinden has kimseler ve bütün ümmet için fakirlik
elbisesini giymek ve yoksulluk kisvesine bürünmek gibi seçip bezendiği şeyleri
iyi anlamak ve bunlara olan muhabbet ve rağbette doğru olmak eklenirse durum
daha da iyi anlaşılır.”[29]
“Çünkü Allah, “Sizin için Peygamberde güzel bir örnek
vardır”[30] buyurmuş; Hz. Peygamber de,
“Allah’ım canımı fakir olarak al”[31], “Kıyamet günü makamca bana en
yakın olacak kimse, benim dünyalık konusunda bulunduğum hal üzere olandır”
buyurmuştur.”
Sonuç olarak zühd döneminde hırka veya
yünlü elbise, temelde, zahidleri diğerlerinden ayıran bir karakteristik ve bu
hayatı zahirde sembolize eden bir giysiden öteye geçmemektedir. Nitekim bazı
sûfîler, asıl olanın temiz ve yakışanı giymek olduğunu, bu konuda tekellüfe
gerek olmadığını söylemiştir.
“Dervişlerin giyim kuşam konusundaki edebi, hal ve vakte
bağlıdır. Yün, keçe, murakka‘a (yamalı) her ne bulurlarsa giyerler. Bunlardan
başkalarını da bulurlarsa giyerler. Sadık derviş, ne giyerse onun güzel ve
temiz olmasına dikkat ederek giydiğinin hakkını verir. Giydiği herşeyin
üzerinde bir mehabet ve celal sıfatı bulunur. Bu konuda tekellüfe (zorlama ve
yapmacıklığa) kaçmaz, irade beyan etmez (yani, elbise çeşitleri arasında tercih
göstermez, ne bulursa onu giyer).”[32]
“Eski giymek kendisine daha hoş gelir, hep yeni giymekten
de çok elbise sahibi olmaktan da sıkılır. Onun yerine az, eski ve yamalılarla
yetinir. Temizlik ve taharete titizlik gösterir.”[33]
Tasavvuf dönemiyle birlikte hırka, zühd döneminde sahip
olduğu anlamdan daha geniş anlamlar kazanmıştır. Ama yine esas itibarı ile zühd
dönemindeki anlamdan çok farklı bir şeyi ifade etmemektedir. Tarikatlar dönemi
içerisinde tasavvuf döneminin birikimi de kendisine yer bulacağından, bu iki
dönemle ilgili olarak bu kadarhk bilgiyle yetiniyoruz.
Hırkanın bize göre asıl anlamım kazanması tarikatlar
döneminde gerçekleşmiştir. Çünkü tarikatlarla birlikte, her şeyhin kendi
müridini eğitmeye ilişkin seçmiş ve geliştirmiş olduğu metod belirginleşmiş,
artık bu sahada yazılan kitaplarda tasavvuf terbiyesi sistemli bir yapı
kazanmıştır.
Biraz önce de belirtildiği gibi, tarikatlar dönemi
tasavvufun kurumlaşmaya başladığı, yani adap ve erkanın daha net bir şekilde
ortaya konulduğu, farklı tarikatların mürid eğitiminde kendilerine has metodlar
geliştirdiği bir dönemdir. Bu dönemin başlangıç noktası, umumiyetle, Abdulkâdir
Geylânî’nin vefat yılı olan 561/1166 kabul edilmektedir. Artık bu dönemden
itibaren tasavvuf! hayata girmek, belirli bir topluluğa dahil olmayı ve o
topluluğun hayat biçimini de özümseyip kabul etmeyi yani “teslimiyeti” de
beraberinde getirmektedir. Konuyu tasavvufun kendi terminolojisi içinde
anlatmak istersek şunları söyleyebiliriz:
Mürid kendisini ahlakî yönden geliştirmek ve Hakk’a halis
bir kul olmak isteyen kimsedir. Ona bu vasıflan kazandıracak veya bu vasıflara
ulaşmada rehberlik edecek kimse de Hz. Peygamberden gelen manevî silsileyi haiz
arif bir şeyhtir. Şeyh, bu kişiyi terbiyesi altına aldığının, onu müridliğe
kabul ettiğinin nişanesi olarak; çalışmamızn ileriki bölümlerinde ele alınacak
olan bazı dua ve sembolik törenlerle hırka giydirmektedir. Bu hırkayla birlikte
mürid, artık şeyhin seyr-i sülük zarfinda onun için seçmiş olduğu metoda uymak,
tavsiyelerini yerine getirmekle yükümlüdür. Sühreverdî (ö. 632/1234) konuyla
ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“Hırka giymek, şeyh ile mürid arasında bir bağlatı
kurmak; müridin nefsi ile kendisi arasında şeyhinin hakemliğini kabul etmesi ve
şeyhine ait bir elbise ile talibin nefsinde hakimiyet tesis etmesi demektir.
Dünyevî meselelerde bir başkasının hakemliğine razı olmak caizdir. Öyle ise
dünyevî işlerde birisinin hakemliğini kabul eden bir kimse, iyi niyet ve sağlam
bir inançla şeyhine yönelen, samimi olarak terbiye edilmesini isteyen bir
talibin, uhrevî işlerle alakalı olarak nefsi ile kendi arasında şeyhini hakem
tayin etmesini ve bunun işareti olarak hırka giymesini inkar etmemelidir.
Mürid, giydiği hırka ile özellikle dinî meselelerde kendisine doğruyu
göstermesi, doğru yola iletmesi, vecd yollarını öğretmesi, nefsin sahibine
kurduğu tuzakları ve bu tuzakların amelleri nasıl bozduğunu anlatması, düşmanın
gönüle giriş yollarını tanıtması için temsilî olarak şeyhin hakemliğine rıza
göstermiş demektir. Böylece kendisini şeyhin iradesine terkederek onun görüşüne
teslim olur; bütün tasarruflarında onun doğru kabul ettiğini yapmaya çalışır.
Bu sebeple, şeyhin, müridin nefsi üzerindeki hakemliğine ve tasarruflarına
işaret olmak üzere ona bir hırka giydirmesi, müridin işlerini mürşidine tevfiz
ve iradesine teslim etmesinin bir alameti olarak, bir beyat ve intisap merasimi
ile şeyhin hakimiyeti altına girmesinin ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in sünnetini ihya, Resûlullahın ve Cenabı Hakk’ın tasarrufuna razı
olmasının bir ifadesi olarak değerlendirilir.”[34]
Bu cümlelerden de anlaşıldığı gibi hırka giymek, bir şeyhe bağlanmayı ve
tarikata girmeyi temsil etmektedir.
“Gerçekte mürid tarafından giyilen hırka, şeyhi ile
arasında akdedilen karşılıklı sözleşmenin ifadesidir. Hırka, sohbet yoluna
girişin basamağıdır,”[35]
Sûfîler hırkada manevî bir sirayet görmüşler, bu sirayeti
de tasavvufî terbiyede, müridi hayra teşvik ve teşcî eden güç olarak
kullanmışlardır.
“Doğru bir mürid, bir şeyhin hükmü ve sohbeti altına
girer ve onun edebiyle edeplenirse, şeyhin bâtınından müridin bâtınına diğer
bir meşaleden alınan bir ateşle tutuşan bir meşale örneğinde olduğu gibi bir
hal geçişi olur.”[36]
Daha önce de söylediğimiz gibi, mürid şeyhin elinden
hırka giyerken artık kendi iradesini terketmekte, şeyhin iradesine teslim
olmaktadır. Tasavvufun belki de en çok tenkid edilen yönlerinden biri olan
şeyhe teslimiyeti, daha doğrusu mutlak teslimiyeti iyi tanımlamak, sınırlarım
iyi çizmek gerekmektedir. “Mutlak teslimiyet” ifadesinden sonra, teslimiyetin sınırlarım
tespit etmek bir hayli güç olmakla birlikte, şeyh-mürid ilişkisini,
bilgi-hürriyet veya bilgi-seçme serbestisi çerçevesinde ele almanın yerinde
olacağım düşünüyoruz. Burada “bilgi-hürriyet” veya “bilgi-seçme serbestisi” ile
kasdımız, bir kimsenin bir konuda veya alanda, yetkinliğe ulaşmadan, yani kemal
seviyesini yakalamadan kendi haline bırakılmamasıdır. Nitekim şeyh-mürid
ilişkisini değerlendirirken Kuşeyrî’nin şu cümlelerini dikkate almanın isabetli
olacağım düşünüyoruz:
“Risâle'sinde Kuşeyrî, Ali ed-Dakkâk’tan rivayetle
şöyle der; “Bir ağaç onu diken her hangi biri olmadan da kendi başına
bitebilir; ama meyve vermez. Meyve verse bile dağda bayırda yetişen ağaçların
meyvesi gibi zayıf olur ve bağ-bahçe meyvesinin tadında olmaz. Bir fidan bir
yerden başka bir yere götürülürse daha güzel olur ve daha çok meyve verir.
Çünkü bir ağacın içinde bulunduğu çevre, o ağacın gelişip büyümesinde ve meyve
vermesinde etkilidir.”[37]
İlk bakışta mürid şeyhe teslim oluyormuş gibi görünse de,
sûfîler bu durumu, müridin şeyhe değil Allah’a teslim olduğu şeklinde
anlamaktadır. Tasavvuf terbiyesinde mürid, şeyhe Allah’ın bir emanetidir. Şeyhi
her an için Hz. Peygamber denetlemekte, Hz. Peygamberi de Allah’ın kitabı
denetlemektedir. Nitekim hırkada var olduğu kabul edilen işârî anlamlar izah
edilirken bu noktaya dikkat çekilmiştir:
“Delîl”, bu yolda doğru bir rehber olmaksızın
yürünemeyeceğine ve bu rehberin de burada arif bir şeyh olduğuna, Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeyhin üzerinde (denetçi), sonra Kur’ân-ı
Kerîm’in de Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üzerinde (denetçi)
olduğuna işarettir. Bu yolda Peygamberin varlığı zorunludur. Çünkü O, dinle
ilgili işlerin bütününde kendisine uyulan kimsedir.”41
Bu söylediklerimizi destekler mahiyette ileride daha
geniş olarak ele alacağımız tahkim veya inabeden de söz etmek faydalı
olacaktır. Sûfîler kendilerine gelen kimseleri, mürid olarak kabul ettiklerinde
onlarla biat etmekteler ve bu tören sırasında, “Sana biat edenler Allah’a biat
etmiştir.”42 ayetini okumaktadırlar. Bilipdiği gibi bu ayette
Bey‘atu’r-rıdvân kastedilmektedir. Yani ashap, Hz. Peygambere zorlukta ve
kolaylıkta uyacağına dair söz verirken, gerçekte Allah’a söz vermektedir.
Sûfîler de müridlerinden söz alırken, Hz. Peygamberin naibi olarak bu işi
yaptıklarını, gerçekte müridin Allah’a söz verdiğini ve kendilerinin de müridle
birlikte tövbe etmeleri gerektiğini vurgulamaktadırlar.
“Şeyh, müride tövbe adabını ve kendisine bağlılık şeklini
anlatır. Akabinde sağ elini nin ayasını tövbe eden kimsenin avucuna koyar. Ona,
şeyh ve müridin tövbe de müşterek olduğunu, Allah’ın, “Ey müminler! Hepiniz
Allah’a dönün; umulur ki kurtulursunuz”43, emri gereğince şeyhin de
tövbe etmesi gerektiğini anlatır.’144
Kâşânî de hırkayı tarif ederken ve ne için giydirildiğini
ta’lil ederken aynı şeylerin üzerinde durmaktadır:
“Müridin, iradesi altına girdiği ve elinde tövbe etmiş
olduğu şeyhin elinden, birtakım maksatlar için giydiği elbisedir. Bu maksatlar
şunlardır:
a-Müridin
bâtınının, murad mertebesine ulaşan kimsenin sıfatlarıyla sıfatlanması için
zâhiren de onun elbisesini giymesidir. Murad makamına45 ulaşan
kimsenin elbisesi ise hem zâhir hem bâtın cihetiyle takva elbisesidir. Allah
Teâlâ; “Ey Adem oğulları! Size ayıp
yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi ise daha
hayırlıdır.” [38] buyurmuştur.
b-Müride, mübarek elinden hırka giydiği şeyhin
bereketinin ulaşması.!
c-Şeyhe hırka giydirme anında galip olan ve şeyhin
mukaddes nur ile nurlandınlmış tesirli bakışı ile gördüğü hali elde etmek. Mürid,
önünde bulunan engelleri kaldırması ve istidadını saflaştırması için şeyhe
muhtaçtır. Müridin, elinde tövbe ettiği kimse bu hale vakıf olursa, Hakk’ın
nuruyla neye ihtiyacı olduğunu bilir; Allah’tan, kalbi onunla muttasıf oluncaya
kadar ihtiyaç duyduğu şeyi kendisine vermesini ister. Böylece (bu istenilen
şey) şeyhin kalbinden müridin kalbine geçer.
d-Müridle şeyh arasında bu hırka ile bir bağlılık oluşur
ve ikisi arasındaki kalbî bağlılık ve muhabbet devamlı olur. Şeyh müride, kamil
insanların mertebesine ulaşıncaya kadar yolunda (tutumunda), davranışında,
ahlak ve ahvalinde her zaman kendisine uymayı öğütler. Çünkü şeyh gerçek bir
babadır. Nitekim Hz. Peygamber, “Üç baba vardır; doğumuna sebep olan baba, sana
ilim öğreten baba ve seni terbiye eden baba.”[39]
Kâşânî burada hırkanın sûfîlerce ne anlama geldiğini ve
hangi maksatlarla giydirildiğini özet olarak beyan etmektedir. Ona göre hırkayı
giydiren şeyh, kendisinde bulunan güzel özelliklerin müride de sirayet
etmesini, akabinde kendisini her işinde ve anında hatırlaması ve onun
tavsiyelerine uygun hareket etmesini arzulamaktadır. Ayrıca, hırkayı Kur’ân-ı
Kerîm’deki takva elbisesine benzetmekte, hırkayla müridin kötülüklere karşı
korunduğunu ifade etmektedir.
Sûfîler arasında, hırka silsilesinin,
ona bağlı olarak da hırka edebinin, tövbe almanın, tahkimin, nasihatin,
vasiyetin, zikir telkininin ve talimin bir tek silsile olup Hz. Peygambere
dayandığı ve Allah’a ulaştığı hususunda icmânın varlığından söz edilmektedir.[40] Tabiî bu söz konusu icmâyı,
daha dar kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. '
Hırkanın tarikatlar dönemiyle birlikte, sûfîler için
neredeyse vazgeçilmez bir unsur olduğunu görmekteyiz. Bu dönemde hırkaya bu
kadar önem verilmesinin sebebi, bizce hırkanın, onu giyen kimsenin bir eğitim
sürecinden geçtiğini, yani bir anlamda hakikî derviş olduğunu göstermesidir.
“Bir tarikata intisâb ve zikrullâha muvâzabat ile kat‘-ı
menâzil ederek mertebe-i irşâda vâsıl olanlara, şeyhlerinden gördüğü irşâd ve
terbiye dâiresinde, irşâd ve terbiye-i tâlibîne ruhsat ve me’zûniyeti
mutazammın, şeyhi tarafından bir vesîkay-ı mahtûma verilir ki, bunun ehl-i
tarîkatçe ismi “icâzetnâme-hilâfetnâme”dir. İşte böyle bir icâzetnâme vermeye
“ilbâs-ı hırka-hırka giydirmek” ve almaya da “lebs-i hırka-hırka giymek”
denilmekte ve merâsim ve ed€iyâ-i mahsûsa ile taç giydirilmektedir.”[41]
Burada anlatılan hırka, çalışmamızın
“hırka çeşitleri” bölümünde ele alacağımız, “hırka-i tarikat veya icazet”tir. ;
Yine sûfîlerin sohbetlerine, en azından özel sohbetlerine
katılmak için, hırka sahibi olmak ve bu hırkanın kendisine nasıl ulaştığını
gösteren silsileyi de bilmek icap ettiği görülmektedir.
“Pir elini müridin başına koyarak ve ona hırka
giydirerek, herkese, kendisinin bu müridi tanıdığını ve onun sûfîlerle sohbete
ehil olduğunu ilan eder. Bu yüzden sûfîler tanımadıkları bir derviş tekkelerine
girmek veya meclislerinde bulunmak istediğinde ona, “Sohbet şeyhin kim?” ve
“Kimin elinden hırka giydin?” sorularını sorarlar. Sûfîler bu iki nesebe çok
önem verirler. Onlara göre bu iki nesep dışmda (hakikî) nesep yoktur. Eğer bir
kimse ömek aldığı şeyhine varan nesebini (şeyh silsilesini) sayapıazsa, sûfîler
onu (meclislerine ) kabul etmezler.”[42]
Sûfîlerden olmak için de bu anlamda hırka giymek, bir nevî zorunluluk ifade
etmektedir.
Sonuç olarak hırka giymek tarikatlar döneminde, bir
şeyhin terbiyesi altına girmeyi ve ona teslim olmayı ifade ettiğini
söyleyebiliriz.
Tasavvuf, muhtevasında olan zevk ve hali, sırrîliği
hırkaya da yansıtmıştır. Sûfîler, hırkaya bu meyanda birçok anlamlar
yüklemişler, onunla hayat felsefelerini ifade etmişlerdir. Örneğin Hucvîrî
hırkayı şöyle görmektedir:
“Hırkanın beli
sabırdan, iki yeni havf ile recâdan, iki yanı kabz ile basttan , kuşağı nefse
muhalefet etmekten, yakası doğru yakînden[43]
[44], pervazı Maştandır.”[45]
“Hırkanın bel kısmı masiva ile ülfet etme halinin fani
olmasından, iki yeni hıfz ve ismetten, iki yanı fakr ile safvetten, kuşağı
müşahede makamında ikamet etmekten, yakası huzurdayken emniyet içinde olmaktan,
pervazı vuslat makamında sabit halde bulunmaktan (mamül)’dır.”[46]
Hırkaya bu şekilde yüklenen anlamlar
zamanla daha da genişlik kazanmıştır. Tarikatlar dönemi akabinde, başka bir
dönem ayrımı olarak kabul edilen İbn Arabî (ö. 638/1241) ve tasavvufa getirdiği
yenilikler, hırkayı algılayışta da kendisini göstermiştir. İbn Arabi’nin
takipçilerinden olan el-Beytimânî (ö. 1173/, 1759) hırkada denınî manalar
sezinlemede, zirvedeki müelliflerdendir. Şimdi İbn Arabî ve el-Beytimânî’nin
hırkayı nasıl anladıklarına geçelim. i
İbn Arabî, hırka konusunda, diğer sûfîlerden çok farklı
şeyler söylememektedir. O da lıırka hakkında yazmış olduğu risalesinde,
hırkayı, “sohbet ve güzel ahlak” olarak değerlendirmektedir. Fakat şu
cümlelerinde olağanlığın dışına çıkmaktadır;;
“Benim kalbime ilham edilen düşünceye göre, Hak kulunun
kalbini giymiştir. Nitekim Allah Teâlâ “Yerime ve göğüme sığmadım; kulumun
kalbine sığdım.”[47] buyurmuştur. Çünkü
elbiseyi giyen, o elbiseye sığmış olur. Bu durum, benim kalbimde tazim,
alimlerin yaranda itibar görünce bu konuda şu beyitleri yazdım:
Ben çok cimri bir alemim,
Dinim
ve örtünmem hususunda cömertlik yapmam.
Ama benim bu yaptığım
cimrilik değil;
Bilakis ihsan ve büyük
bir cömertliktir.
(Bu cömertlik) çok iyi
bilen kalbimin tasdik ettiği her yere indirilmiştir.
Ben Güneş’im; kendi kendime
doğarım.
Yeter ki ben isteyeyim;
işaretler bana görünür;
Ben bunu gerektiği
zaman istediğimde, yıldızlar bana görünür.
Benim batmamdan dolayı
gece gelince,
Alem
de muzlim de beni kaybeder.
Hırkam onun zatım
giyince,
Arap da Acem de şaşırır
kalır.”[48]
[49]
Anlayabildiğimiz kadarıyla, kulun kalbiyle hırka arasında
bir teşbih yapılmaktadır.
Şimdi el-Beytimânî’nin düşüncelerine geçelim.
el-Beytimânî, hırkanın muhtevası yönüyle bütün elbiseleri içine alabilecek bir
genişliğe sahip olduğunu söylemekte; taşımış olduğu yüce manalar sebebiyle bu
elbisenin "hırka” olarak isimlendirildiğini ifade etmektedir.
“Bu elbise hırka olarak isimlendirilmiş ve bu
isimlendirmeyle hususiyet kazanmıştır. Hırka; önü açık elbise, gömlek, sarık,
yaşmak gibi kendisiyie giyme işinin gerçekleştiği ve elbise sınıfına giren
herşeydir. Çünkü bu isim, bereketinin şümûllülüğü ve işaretinin umumîliği ile
bütün giyecekleri içine almaktadır. Bu sebeple etek, gömlek, ridâ, cübbe,
sarık, kaba ve diğer elbiseler, iyi-kötü, kalın-ince bütünüyle hırka olarak
isimlendirilebilir. Fakat bu elbiselerden biri diğerinin ismiyle
isimlendirilemez. Bu yüzdendir ki, gömleğe etek, eteğe gömlek, tâkiyeye cübbe,
güzel ve yumuşak elbiseye sert ve kötü; kötü ve sert elbiseye de güzel ve
yumuşak elbise diyemeyiz: Hırka isminin muhtevasında yüce manalara dair
inceliklerin ve bilinen bazı işaretlerin bulunması sebebiyle bu kadri yüce
elbiseye “hırka” denmiştir.”
Hırka, tasavvufî hayata girişin ilk adımı ile
özdeşleştiği için, ona şu anlamlar da yüklenmiştir:
Muttakîlerin şiarı, tövbekarlara şeref veren özel bir
elbise, Allah’tan gelen yardım belgesi, Hakk’a yürüme elbisesi, Allah ile olan
dostluğun' işareti, iyân bahçelerinin kaynaklarından ve hakikî marifet
meclislerinden imanın özünü ve ihsanın güzel kokusunu getirendir. Samimi mürid
bu hırkayı giyerse, Nasıl ki Yûsuf un gömleği ile Yâkub’un gözleri eski haline
döndüyse, bu müride de öylece hakikî ve gerçek vuslat cihetinden ilk cemdeki[50] hazır bulunma halinin gözü
geri döner.[51]
Yine hırka Kur’ân’da geçen
“sağlam kulp (<^jll sJJ^')”a59 [52]
benzetilmiştir.
“Kim bu hırka dairesine sohbet veya nisbetle girerse,
hırkanın himayesi sebebiyle güvene kavuşur. Kim hırka evliyasının ellerinden
bir el tutarsa Allah’ın eline tutunmuş ve yapışmış; rahmet deryasının feyzine
talip olmuş olur. Kim hırka ı
şeyhlerinin birinden hırka giyerse, Allahu Teâlâ’nın
Celal gölgesi altınde bulunan bayrak ve sancağın altında sabahlar ve akşamlar.”[53]
Bize göre sûfîlerce hırkaya verilen bâtınî anlamlar
içerisinde en ilginç olanı, serpuş dilimlerinin Arap harflerinden “dal”a
benzetilmesi, sonra da bu “dal” üzerinde Ebced hesabı ile çeşitli manalar
istinbat edilmesidir.
“Bazı kimseler Halvetiye sâdâtı ıstılahında “kisve”
olarak bilinen kavuk üzerine çizilmiş, maruf bu şekillerin/desenlerin dört
yönde bulunan (Allah’ın) Celal ismi olduğunu, bazı kimseler ise on iki isim
olduğunu söylemiştir. Bazıları da bu söylenilenlerin aksine, bu şekillerin onu
giyen kimselerin meşrep, itikad ve tevillerine müncer olduğunu söylemiştir.
Bana göre ise bu şekil sadece “dal” harfi olup anlamı şudur:
Salik,
Allah Teâlâ’ya giden yolunda, kesin bir delille sağ, sol, arka, ön olmak üzere
dört yönde yürümektedir. “Dal” harfinin Ebced hesabındaki sayısal karşılığı
dörttür. Bu “dal” harfinden dört isim ortaya çıkmıştır. Bu isimlerin hepsinin
de ilk harfi “daf’dır. Bu isimler; “Deyyân”, “Dâim (sürekli)”, “Dâ‘î
(çağıran)”, “Delil (yol gösteren)” ^dir. Bütün bunlar salik için yolda giderken
birer öğüt/hatırlatmadırlar. “Deyyân”, “diyanet”te (ibadet vesilesi olan
herşeyde) mübalağadır. “Dâ‘î”, Hak Teâlâ’nın, müridi her nefesinde verdiği söze
en güzel şekilde sadık kalmaya ve Hakk’a ibadet etmekte sebatkâr olmaya
çağırdığına işarettir. “Delil”, bu yolda doğru bir rehber olmaksızın
yürünemeyeceğine ve bu rehberin de arif bir şeyh olduğuna, Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeyhin üzerinde (denetçi), Kur’ân-ı Kerîm’in
de Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üzerinde (denetçi) olduğuna
işarettir. Bu yolda Peygamberin varlığı zorunludur. Çünkü O, dinle ilgili
işlerin bütününde kendisine uyulan kimsedir. Kisvede adı geçen dört yöne
gelince, daha önce “dal”ın Ebced hesabında karşılığının dört olduğunu
söylemiştik. Dörtle de dördü çarptığımızda, Allah’ın güzel isimlerinden
hepsinin sonunun bittiği on altı “dal” (4 dal x 4= 16 dal) sonucu çıkmaktadır.
Bu isimler de; Vedûd, Mecîd, Şehîd, Hamîd, Mübdî, Mu‘îd, Vâhid, Mâcid, Vâcid,
Ahad, Ferd, Samed, Hâdî[54], Reşîd, Şedîd, Fa‘âl
limâ-Yürîd’dir. Mürid, bu hırkayı giyince sayılan bu on altı ismi
hatırlamalıdır. Çünkü bu hırka, müridin tepesinde onun ne söyleyip ne yaptığını
gözetlemektedir. “Dal”lann hepsi ise, dört yönün her birinde dört “dal” olmak
üzere (toplam on altı tane)’dir. Eğer “dal”lann altındaki bu yumru şekli de
bazılarının dediği gibi “dal” olarak kabul edersek, o zaman her yönde beş “dal”
var demektir. Bu takdirde Allah’ın on altı güzel ismine ek olarak, ortasında
“dal” olan, “Kuddûs, Adi, Kadir, Bedî‘” dört güzel isimle birlikte sonuç yirmi
çıkmaktadır. Bu şekiller içerisinde kendisine ihtiyaç hissedilen tek şey dört
“dal”dır. Nitekim bu dört “dal”ın, “dört kere dört “dal”= Allah’ın güzel
isimleri olan on altı “dal”’ anlamında olup daha başka bir anlam ifade
etmediğini önceden izah etmiştik. Kavuğun alt kısmında, “daf’lann sonunda yer
alan mezkur yumru şekil, “dal”lann tahtı olup, zorunlu olarak mezkur şekildeki
dördüncü “dal”ın iç tarafında ortaya çıkmıştır; yoksa bu (yumru şekil) “dal”
değildir. Yukarıda zikredilen, Allah’ın güzel isimlerindeki her bir “dal”
hırkanın sahibini, Allah’ın ahlaklarından bir ahlak ile ahlaklanmaya götürür.
Bu şekilde de salik, Allah’ı akılda tutmayı ve O’nun buyruklarına uymayı
sürdürür.”[55]
Hırka onu giyen kimseler üzerinde
farklı anlamlar kazanmaktadır. İyi halli müslümanlar üzerinde şeriatın
emirlerine sıkı sıkıya bağlanmayı ifade ederken, arifler için kalp tasfiyesi ve
nefis tezkiyesi anlamlarını muhtevidir.
“Hırka giymenin biri dışta diğeri de içte olmak üzere
simgelediği iki anlamı vardır. Dışta olan anlamı, tarikatın ruhunu açığa vurma
bağlamında, güzel yaşantılı, seçkin müminler içindir. Bu ruh dinin özüdür.
Ayrıca bu hırka, salike Allah’ı sürekli gönülden çıkarmama ve O’na devamlı
muhtaç olduğunu akılda tutmada bir uyan vazifesini görür. Hırkanın içte olan
anlamına gelince, iyi halli arif evliya içindir. Bu anlam kendisini, güzel
vasıflarla süslenmek, kötü özelliklerden uzak olmak şeklinde gösterir. Efendim
Abdulkâdir Geylânî (k.s.), “Hırka giymekte esas olan, müridin iyi ve güzel
kimselerin süsüyle süslenmesidir” demiştir. Öyle ki, mürid bu hırkayı giydiktensonra, bir kötülük yapmaya kalkıştığında hırka ona edebe
sarılmayı hatırlatır. Mürid de o kötü işi yapmaktan vazgeçer ve tekrar iyi
şeylere yönelir,”[56]
Sûfîler hırkanın renklerinde de derin anlamlar
görmüşlerdir. Örneğin Hucvîrî hırkanın renginin mavi olmasının tercih edilme
sebebini şöyle izah etmektedir:
Mavi
üzüntü ve sıkıntı rengidir. Dünya da sıkıntı ve afetler ülkesi olması
münasebetiyle sûfîler mavi giyerler. Bir gurup sûfî de kendilerinde gördükleri
“fırsatları kaçırma” sebebiyle mavi giymişlerdir.[57]
Yine bazı sûfîler hırkanın renginin siyah olmasını tercih
etmişlerdir. “Çünkü siyah, renksiz olup seyr-i sülûkta makamların sonuna
ulaşmayı ve koca derya olan gaybın sınırında durmayı simgeler,”[58]
Yine hırkada var olduğu kabul edilen “dal” harfinin
taşıdığı anlamlarla ilgili olarak el-Beytimânî şöyle devam etmektedir:
“Nitekim, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in isimleri yüzü aşkındır. “Dal” harfi bu isimlerin on
altısında yer almaktadır. Bunlar, Muhammed, Ahmed, Mahmûd, Hâmid, Ahîd, Vâhîd,
Şehîd, Mecîd, Şâhid, Meşhûd, Saîd, Mes'ûd, Mev'ûd, Hâdî, Mehdî, Kâid’dir. Bu
şekilde ele alındığında “dal” harfi,(Allah’tan başka ilah yoktur; Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) tek, bir, eksiksiz ve hep var olan Allah’ın
Peygamberidir)”ı ihtiva etmektedir. Bunda Allah’ı birlemek ve O’nu tenzih
(eksiklik bildiren niteliklerden uzak görmek) vardır ki, bu tenzih de (Ebediyyen ebedî olan; tek, bir olan;
benzersiz ve mükemmel olan; gökleri direksiz ayakta tutan yüce Allah’ı eksik
sıfatlardan tenzih ederim. O, arkadaş-çocuk edinmemiş; doğurmamış,
doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir. Eşi-benzeri de yoktur)"
dir. İşte bütün bu sayılan hususlar salikin düşüncesinde bulunmakta, dili
onunla ıslanmaktadır (hep onu söylemektedir).”[59]
Hırka giyme konusunda daha itinalı olan Mevlevîler de
hırkaya derunî anlamlar yüklemişlerdir. Nitekim onlar, hırkayı kabir, sikkeyi
de mezar taşı olarak kabul etmişlerdir.[60]
İbn Arabî ise hırka giymeye, “yeşil ölüm” tabirini kullanmaktadır.[61] Çünkü bir insan
derviş olmaya karar verdikten sonra -dünyanın lezzet ve nimetlerinden
vaz geçmek anlamı itibarı İle- ölümü kendi arzusuyla seçmiş ve kabul etmiştir.
Netice olarak sûfîler hırkada bir takım
güzel anlam görmüşler ve 'bu anlamlan müridin güzel ahlaklı bir fert olmasında
araç olarak kullanmışlardır. İbn Arabî, hırkanın nasıl giydirildiğini
anlatırken bu hususa vurgu yapmış, Abdulkâdir Geylânî de hırka giymenin bu
yönünü Ön plana çıkarmıştır. ;
HIRKA GİYMENİN DELİLLERİ VE
TARTIŞMALAR
Dinin insanları bir sonraki hayata hazırlamak gibi uhrevî
fonksiyonu yanında, sosyal bir fenomen olarak, yine kendi dinamikleri içinde
topluma yön vermek ve ona bir yapı kazandırmak gibi dünyevî boyutu da vardır.
Dinin dünyaya dönük yüzüne, toplumun ihtiyaç duyduğu herşey girer. İslam dini,
bu yönüyle batılılar tarafından dünyevî yönü en fazla olan din olarak
nitelendirilmiştir.
İslam dininin ruhunda asıl olan yasaklar değil,
mübahlardır. Konumuzla ilgili olması yönüyle, İslam dini bir giyim tarzı
getirmiş ama bu tarz kalın hatlarla çizilmiş, ayrıntılar insanlara
bırakılmıştır. Bununla birlikte, Hz. Peygamberin giyim tarzım bir zorlama
olmaksızın taklit eden ve bunda hayır telakki eden kimseler de olmuştur. Bu
ifadelerle kasdettiğimiz din-insan varlığı etkileşiminde, dinin etkileyen
pozisyonda olduğu durumdur. Yani burada, din insanların giyim-kuşamına doğrudan
müdahil ı olmaktadır.
Meseleye bir de insan varlığı açısından bakacak olursak,
konu biraz daha kapsamlı ele alınmış olacaktır. Toplumlar daimî sûrette sahip
oldukları geleneklere bir arkaplan ararlar. Örneğin modem batı toplumu, düşünce
formunun temellerini Eski Yunan’da bulur. Müslümanlar için de aynı durum söz
konusudur. Çalışmamız noktasından hareket edecek olursak sûfîler hırka giymeyi
dinî temellerle desteklemek için çaba sarfetmişler; Kur’ân-ı Kerîm
ayetlerinden, işârî tefsir metodundan hareketle deliller bulmaya çalışmışlar,
Hz. Peygamber ve ashabının, şekil olarak tam bir benzerlik olmasa da, hırka
giyip giydirdiğini savunmuşlardır. Şimdi sûfîlerin hırka giymekle ilgili olarak
öne sürdükleri Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden delillere geçelim.
i
Hırka giymekle ilgili olarak sûfîlerin iki ayeti delil
getirdiklerini görmekteyiz. Bu bölümde, ayetleri serdederken sûfîlerin anlayışı
ile birlikte, diğer müfessirlerin de düşüncelerine müracaat etmeyi uygun
buluyoruz.
l-“Ey Adem oğulları! Size edep yerlerinizi örtecek
elbise, bir de süs elbisesi indirdik. Fakat takva elbisesi daha hayırlıdır. Bu
Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki düşünüp ibret alırlar.”[62]
İbn Kesir (ö. 774/1372), ayetin ilk kısmında yer alan
“libâs (oM)”ı, “insanın örtülmesi farz olan organlarını örtmekte kullandığı
giysi”, “rîş (<_A>j)”i de “süs olarak giydiği elbise” şeklinde tefsir
etmekte, Taberî (ö. 310/923) ve Buharî (ö. 256/870)’den “riş”in ev eşyası ve
mal olduğuna dair rivayetler zikretmektedir.[63]
Ayette geçen “takva elbisesi o-IjÎ)” ile ilgili olarak da, müfessirlerden birbirine yakın
olarak nitelediği görüşler serdetmektedir.
“Takva elbisesi ise daha hayırlıdır” ayetinin tefsirinde
(takva elbisesi hakkında) müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
İkrime (ö. 159/776) bu elbisenin “takva sahiplerinin kıyamet günü giyecekleri
elbise” olduğunu, Zeyd b. Ali (ö. 122/739), Süddî (ö. 245/859), Katade (ö. 118/736)
ve İbn Cüreyc (ö. 150/767) “iman” olduğunu, Ûfî, İbn Abbas’tan rivayetle “salih
amel” olduğunu söylemiştir. İbn Abbas’tan gelen bir diğer rivayette “yüzdeki
güzel hal”, Urve b. Zübeyr’den gelen rivayete göre ise “Allah korkusudur”. Bu
görüşlerin hepsi de birbirine yakındır.”[64]
Bir başka müfessir Kâsımî (ö. 1332/1914) de yaklaşık
olarak İbn Kesîr’in söylediklerini tekrar etmektedir. Ama onun ayetle ilgili
rivayetler akabindeki yorumu sûfîlerinkine daha yakındır.
“Allah Teâlâ insanın dış yüzüıie ait örtüyü ve ziyneti
açıkladıktan sonra, içe ait ayıplan ve ziyneti açıklamıştır. İşte içe ait olan
bu ziynet de “takva elbisesi” yani, “Allah’tan korkmak, yüzde imanla ortaya
çıkan sevimlilik, salih amel” v.s.dir. Muhâyimî şöyle demiştir: “Çünkü insanın
dış yüzü halkın, iç yüzü ise Hakk’ın ı
nazargâhıdır. Hal böyle olunca insanın iç yüzünde bulunan
ayıp ve kusurlar dış yüzündeki ayıp yerlerinden daha feci ve kötüdür.” Kâşânî
şöyle demiştir: “Takva elbisesi, insandaki haram ve şüphelilerden uzak durma ve
nefsin kötü isteklerinden sakınma özelliğidir. îşte hayırlı olan budur. Çünkü
insanda bulunan bu iki özellik, şeriatın temel prensiplerinden olup, tedavide
perhizin sahip olduğu önem kadar dinde önemli bir esastır.”[65]
Ayette zikrolunan “takva elbisesi”’nin bu iki müfessir
tarafından maddî bir elbiseden ziyade iman ve güzel amelle elde edilen
hasletler ve kazançlar olarak anlaşıldığını söyleyebiliriz.
Sûfîler ise bu ayetle ilgili olarak temelde diğer
müfessirlerle aynı şeyler söylemekle birlikte, diğer tefsirlerde olmayan bazı
hususları da dile getirmektedir. Mesnevi şarihi İsmail Ankaravî (ö. 1041/1630)
söz konusu ayeti şöyle tefsir etmektedir:
“Rîş (…)” ve “riyâş kelimeleri
lügatte kıymetli libas (giyecek) manasına gelir. Takdir olunan kelam şudur ki;
size ziynet olması için kıymetli elbiseler indirdik. Bununla beraber takva
libasını da gönderdik. İşte bu takva libası, hayırlı bir libastır. Müfessirler,
“libâs-ı takvâ (<£ oM) ” sözünün birinci manasını (yani zühd ve ibadete
binaen elde edilen takvayı) murad etmişlerdir. Bazıları ise ikinci bir mananın
var olduğunu ileri sürerek bundan maksadın, düşmanın zararından çekinmek
olduğunu söylemişlerdir. Bazı meşayih de bu mevzuda şöyle demişlerdir; Libas-ı
takvadan (takva elbisesinden) maksat ehl-i verânın (zühd sahibi dindar
kimselerin) elbiseleridir ve muttakîler hırkasıdır. O hırkayı giyen, hırka
sayesinde, haramdan, kibirden, kafir nefsin hatalarından kaçınır ve bir nevi
perhiz olur.”[66]
İbn Arabî ayetle ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“Dış elbiseden zarurî olanı, edep
yerlerini örtecek olan miktardır ki o da “vikâye”den (sakınma, korunma) müştak,
takva elbisesidir. Süs olarak giyilen elbise ise kendisiyle süslenilen elbise
olup Allah’ın ihsan ettiği bir ziynettir. Allah bu ziyneti kullan için gaybının
hâzinelerinden çıkarmış, hem dünya hem de ahiret günü müminlere has kılmıştır.”[67] j
“Müminler bu elbiseden dolayı hesaba çekilmezler. Fakat
bu elbiseyi bu niyet ve ruh halinde olmaksızın giyerler; onunla süslenirler ve
bu elbiseyi övünmek ve büyüklenmek için giyerlerse, işte bu dünya hayatının
süsüdür. Allah kullarının kalbine takva elbisesini indirmiştir ki, o en hayırlı
elbise olup hepimizin giydiği elbise cinsinden mükemmel bir elbise şeklindedir.
Bu takva elbisesi cümlesinden olup bâtının edep yerlerini örten ve giyilmesi
zarurî olan bir elbise daha vardır ki, o da haramların her türlüsünden
sakınmaktır. Yine bu takva elbisesinden süs olarak dışta giyilen bir elbise
daha vardır. Bu elbise, bir hatayı affetmek ve bir kötülüğü düzeltmek gibi
nafile ibadetlere benzeyen güzel ahlak elbisesidir. Her ne kadar şâri sana
(hatayı affetmeme şeklinde) hakkım almana izin vermişse de, bu haktan vazgeçmek
bu kimsenin bâtınında süslendiği bir süstür. Bu süs, Allah’ın bâtındaki süsü ve
şeriatın (ona ulaşmada) sana yol gösterdiği her bâtın elbisesidir. Bâtın
elbisesinin dış elbise üzere olduğu (ona tâbi olup onu yansıttığı) bir
gerçektir. Nitekim bâtın elbisesi niyet ve maksatlara göre,, değişmektedir.
Bütün bunlar Allah dostlarının kalplerinde yer tutunca bu iki elbiseyi (zahir ve
bâtın elbisesini) ve iki güzelliği birleştirmek için, her iki süs ile de
süslenmek istediler. Bu yüzden esaslarını hem zahir hem de bâtın olmak üzere
her iki taraftan bina ettiler. Sûfîlerce bilinen bu hırkayı giymedeki amaç
kalplerinin (güzel ahlakı) giymesi türünden istedikleri şeyi elde etmeye vesile
olmasıdır,”[68] [69]
İbn Arabi’nin takva elbisesi hakkında yukarıda işaret
ettiğimiz görüşleri ile Kuşâşî’nin görüşleri arasında bir paralellik göze
çarpmaktadır. Nitekim Kuşâşî, İbn Arabi’den nakillerde bulunarak konuya ilişkin
şöyle bir yaklaşım sergilemektedir:
“Elbise, biri takva diğeri de süs olmak üzere iki
çeşittir. Takva elbisesi cesedini ve ruhunu koruduğun elbisedir. İşte bu takva
elbisesinin anlamıdır. Onunla ayıp yerlerini örtersin. Hayırlı olan elbisedir;
çünkü onu giymek farzdır. Süs elbisesi ise kendisiyle güzelleşilen elbise olup,
Allah’ın ona karşı özel bir sevgisi vardır. Süs elbisesinin kısımları vardır.
Kimisi vardır ki, ayet ile giyilmesi farzdır ve süs olmakla birlikte özel bir
giyilecek yeri vardır. Bu özel yer Hak Teâlâ’ya niyazda bulunma ve onun
huzurunda olma anıdır. İşte bu Allah’ın ziynetidir. “Ziynetlerinizi mescide her
gidişinizde takınınız” ayetinde, yerine getirilmesi vacip olan bir emir
bulunmaktadır. Bu emirde Allah için süslenilmesi istenen zaman ve yer de
belirtilmiştir. Hz. Peygamber bize, kendisi için süslenilmeye en layık olanın,
Hak Teâlâ olduğunu söylemiştir. Hz. peygamber, sened ve keşif olarak sahih[70] olan bir haberde, kendisine,
“Ya Resûlallah ben bir taraftan ayakkabımın ve elbisemin
güzel olmasın isterken diğer taraftan da bunun kibir olmasından korkuyorum.”
diyen birine, “Allah güzeldir; güzeli sever”[71]
buyurarak, güzellik için, her mescide gidişlerinde Allah'ın ziynetini
takınanların sadece elde edebilecekleri İlahî bir sevgi tahsis etmiştir. Bu
sebeple, kim her anında namazdaymış gibi olursa bu ziynet üzerinde olmaya devam
eder. Ve bu kimse, bu hali üzerinde devamlı bulundurmayarak sadece namaz
vaktine has tutanların aksine, “Onlar namazlarına devam ederler”[72] sınıfina dahil olur. Bu hali
üzerlerinde devamlı bulundurmayanlar, ara sıra Allah’a yakarırken; bu hali
daima üzerlerinde bulunduranlar ise daima Allah’a yakarış halindedirler.”[73]
“Bunları iyi bil; çünkü bu ahkamın marifet için önemi,
cesed için onu yöneten ruhun veya onu ayakta tutan kuvvetlerin önemi gibidir.
Bunu iyi bil. Sen bu makamda olur da sana giymen için bir elbise arz edilirse,
onu al. Çünkü sana arz edilen bu elbise dindir. Nitekim Hz. Peygamber rüyasında
gördüğü elbiseyi dine tefsir ve tevil etmiş[74],
elbisenin uzun veya kısa olmasını, dindarlığın seviyesi hakkında darb-ı mesel
olarak kullanmıştır. Eğer sen bu hale (yani devamlı Allah’ın ziynetini
giyiyormuş gibi bir hale) sahip değilsen ve içinde bulunduğun ahvale göre
işlerini farklı yapıyorsan (yani mescidde farklı dışarıda farklı bir hale sahip
oluyorsan), Allah’ın ziynetini hiç değilse yerinde (yani mescidde) takın.
Şeytanın ve dünya hayatının ruhsuz ziyneti türünden olan elbiseleri de alıp
giyme. Ziynet ancak bu üçüyle; yani şeytanın, dünya hayatının ve Allah’ın
ziyneti ile tamamlanır. Allah’ın ziyneti senin içindir. Bu yüzden (Allah)
başkasını değil, Allah’ın ziynetini sana muzaf kılmış (tamlayan yapmış) ve
“ziynetlerinizi takınınız” buyurmuştur. Bunun akabinde, “Kim Allah’ın ziynetini
haram kılar?” buyurarak bu ziyneti kendisine muzaf kılmıştır. Sonra “Ey
Muhammed, o ziynet müminler içindir” buyurarak bu ziynetin sahibini, hem ruhlu
dünya hayatındaki niteliği ve hem de ruhsuz dünya hayatının ziynetiyle safiyeti
bozulmamış olan kıyamet günündeki niteliği ile belirtmiştir. Son olarak da
“Ayetleri, bilen topluluk için böyle açıklıyoruz” ayetinde buyurduğu gibi, her
ziynetin açıklamasını yapmıştır. Allah Teâlâ bu ayette ilmin şerefine dair
uyanda bulunmuştur.”[75] [76]
İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725) ise yukandaki ayetin
tefsirine nüzul sebebiyle başlamakta ve şöyle devam etmektedir:
“Ey Adem oğullan” ayetindeki hitap, tüm insanlaradır.
Araplann, “Allah’a isyan ettiğimiz elbiselerle tavaf etmeyiz” diyerek Kabe’yi
çıplak tavaf ettikleri, bunun üzerine bu üç ayetin indirildiğine dair bir
rivayet vardır. “Size elbise indirdik”, yani sizin için gökten sebebini -ki o
da yağmur suyudur- indirmek sûretiyle elbise (nimetini) ve yerin, gökten inen
suyla pamuk, keten gibi bitirdiklerini, aynca hayvanların yünlerinden yapılan
giyeceklerini -ki bu hayvanlar da aslı itibarıyla yağmur suyundandır-
yarattık.”[77]
“Takva elbisesi”, yani Allah’tan korkmak mübteda olup
haberi de “bu daha > hayırlıdır”. Takva, giyeceğe benzetilmiştir.
Şöyle ki bu takva, kendisini'giyen kimseyi örter ve zararlı şeylerden,
elbisenin sahibini koruduğu gibi korur.[78]
‘
“Katâde ve Süddî takva elbisesini azaptan koruduğu için
“salih amel” olarak tefsir etmişlerdir. Böyle tefsir ederek, sanki onlar;
“takva elbisesi, pahalı ve kaliteli elbiselerden daha hayırlıdır. Çünkü
günahlardan sakınmayan kimse, güzel elbise de giyse avret yeri açıktır. Şair
şöyle demiştir:
“Ben hayadan ve güvenilirlikten yoksun kimseyi,
Herkesin ortasında çıplakmış gibi görürüm.”
Hâfiz şöyle demiştir:
“Gerçek fakirler (sûfîler) yarım arpa (bile) yemezler,
İpekten yapılan elbise (giyerek zühd ve takvadan
uzaklaşan kimsede) hiçbir hüner yoktur.”[79]
“Tefsîr-i Fârisî’ de şöyle geçer: “ve libâsu’t-takvâ (çfj25'
oMj)”, yani takva elbisesi, tevazu için giyilen elbise ve abalardır. “(jA ^j)
zâlike hayrun” ‘ yani bu elbise daha hayırlıdır. Bir hadiste, “kim elbisesini
inceltirse dinini de inceltir (yani ince ve rahat elbise giyen kimsenin, zühdü
terkettiği için dindarlık yönü zayıflar)”. Ayrıca, “İlk kez yünlü elbise giyen
kimseler, Cennet’ten çıkarken onu giyen Adem (a.s.) ve Havva validemizdir”
denmiştir. Ve yine “îsâ (a. s.) yünlü elbise giyer, ağaçtan yer (yani bitkisel
gıdalarla beslenir), akşamladığı yerde geceyi geçirirdi”. Çünkü yünlü elbise
giymek tevazünün alametidir; bu şekildeki bir giyinmede miskinlere benzeyiş
vardır. Akıllı olan salihlerin seçip beğendiğini seçer.”[80]
“Bil ki insanın her parçasının, o parçayı hem zahir hem
de bâtın olarak örtecek bir elbisesi vardır. Nitekim şeriat elbisesi, kötü
fiillerin çirkinliklerini, zahire ait şeriat hükümleriyle; kötü nefsanî ve
hayvani Özellikleri kalpteki tarikat adabıyla örter. Takva ise kalbin, ruhun,
sırrın ve hafinin[81] elbisesidir. Kalbin takva
elbisesi; Mevla’ya ulaşma isteğinde samimiyet olup, bu samimiyet dünya ve
dünyada bulunanların tabiatlarındaki çirkinlikleri örter. Ruhun takva elbisesi;
Hakk’ı sevmek olup, Mevla dışındakilere bağlanmanın çirkinliğini örter. Sırrın
takva elbisesi; (Allah’a) kavuşmanın çeşitlerini görmek olup Allah Teâlâ
dışındakileri görmenin çirkinliğini örter. Hafinin takva elbisesi; Hakk’ın
hüviyyeti (mutlak varlığı) ile bakî olmak olup, yaratıkların varlığım görme
çirkinliğini örter.”[82]
Sonuç olarak sûfîler yukarıda zikredilen ayetteki takva
elbisesini hırka olarak anlamışlardır. Ancak bu hırkaya yükledikleri mana diğer
müfessirlerin ayetle ilgili olarak ifade ifade ettikleri salih amel ve güzel
ahlakla netice itibarı ile aynı olduğunu düşünmekteyiz.
“Şu benim gömleğimi götürün de onu
babamın yüzüne koyun; gözleri tekrar ı
görür hale gelir. Ve bütün ailenizi bana getirin. Kafile
(Mısır’dan) ayrılınca babalan (yanındakilere); “Eğer bana bunak demezseniz
inanın ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum.” dedi. (Onlar da); “Vallahi sen hala
eski şaşkınlığmdasm.” dediler. Müjdeci gelince, gömleği onun yüzüne koydu ve
gözleri görür hale geldi. O zanian şöyle dedi: Ben size “Allah tarafından sizin
bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim” demedim mi?”[83]
Sûfîler, Yûsuf (a.s.)’un, babası Yâkub (a.s.)’a
gönderdiği gömlekle hırka arasında benzerlik kurmuşlardır. Nitekim aşağıda yer
alacağı gibi, “bü gömlek nasıl Yâkub’un gözünü açtıysa, hırka da onu giyen
kimsenin kalp gözünü açar” demişlerdir.
“Meşayih-i izam Yûsuf (a.s.)’un
gömleğinin sırrını hırkada bulmuşlar ve onu dervişlerine giydirmişlerdir. Yûsuf
(a.s.)’un gömleği nasıl ki İbrahim (a.s.)’i Firavun’un ateşinden koruduysa,
dervişlerin giymiş olduğu hırka da onları nefislerinin ateşinden korur ve
muhafaza eder. Yûsuf (a.s.) gibi, tabiatın (fitratm) kuyusundan kurtulup
marifet makamına ererek ruhanî güzelliklere vasıl olan dervişler, , bu hırkanın
bereketiyle bu mevkilere ermişlerdir. Kaldı ki Yâkub (a.s.)’un gözü Hz. Yûsuf
(a.s.)’a olan ayrılığı münasebetiyle kör olmuş, ama o gömlek sayesinde tamamen
açılmış ve görmeye başlamıştır.”[84]
Söz konusu ayetle[85]
ilgili olarak Kurtubî şöyle söylemektedir:
“İbn Süddî babasından, o da Mücâhid’den şöyle rivayet
eder: “Yûsuf (a. s.) Allah Teâlâ’yı, gömleğinin (babası) Yâkub’un gözlerini
tekrar görür hale getireceğinden daha iyi biliyordu. Fakat bu gömlek, Allah
Teâlâ’nın İbrahim’e ateşteyken Cennet ipeklerinden giydirdiği gömlektir.
İbrahim bu gömleği İshâk’a, İshâk Yâkub’a giydirmiş; Yâkub da bu gömleği
gümüşten bir madalyonun içine koymuş ve göz değer korkusuyla onu Yûsuf un
boynuna asmıştı. Cebrâil, “Gömleğini (babana) gönder; çünkü onda Cennet kokusu
vardır” diyerek gömleğin faziletini Yûsuf a haber vermiştir. Zikri geçen bu
koku bir hastaya veya dertliye isabet ettiğinde bu dertli veya hasta kimse şifa
bulurdu”.[86]
“Süddî’den gelen rivayete göre, Hasan Basrî şöyle
demiştir: “Allah Teâlâ bunu Yûsuf a bildinneseydi, Yûsuf bu gömleğin babasının
gözlerini eski haline getireceğini bilemezdi. Yûsufun bu gömleğini, babası
Yâkub’a Yahûzâ götürüyordu. Bu kimse Yûsuf a, “Senin yalandan kan sürülmüş
gömleğini babana götüren ve sem üzen bendim. Şimdi baban sevinsin ve gözleri eski
haline gelsin diye gömleği ona götüren yine benim.” dedi.”[87]
Bir diğer görüş olarak da Yûsufun babasına gönderdiği bu
gömleğin, onun sırtında paralanan gömlek olduğu, böylelikle babasının onun
zinadan sakınmış olduğunu öğreneceği söylenmiştir. Fakat birinci görüş daha
doğrudur. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den bu konuda merfu bir
hadis rivayet edilmiştir.”[88]
Sonuç olarak Yûsuf’un babasına
gönderdiği gömlek, sûfilerce hırka olarak değerlendirilmiştir.
Bu bölümde hırka ile ilgili olarak Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den rivayet edilen hadislerin yanı sıra, senedi
ashaptan birinde son bulan rivayetleri de zikredeceğiz. Burada zikrettiğimiz
hadis ve rivayetleri hırka ile ilgili olarak yazılmış eserlerden aldık. Yani
bir hadis hırka giymenin sünnet olduğuna delalet etse bile tasavvuf
kitaplarında hırkaya ilişkin bir delil olarak zikredilmemişse burada
zikretmedik.
Hadis olarak rivayet edilen haberlerden bir kısmını temel
hadis kaynaklarında bulamadık. Kütüb-i Tis'a ve diğer hadis kitaplarında
bulduğumuz hadislerin bu kaynaklardaki yerlerini gösterdik. Yine sûfîlerin
hırka giymekle ilgili olarak zikrettikleri ve mevzûat kitaplarında “mevzû”
olarak değerlendirilmiş rivayetler hakkında muhaddislerin hükümlerini dipnotta
gösterdik.
Bu önbilgi mahiyetindeki açıklamamızdan sonra konuya
ilişkin tasavvuf kitaplarında zikredilen hadislere geçebiliriz:
Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Âişe (r.a.) validemize: “Bir elbiseyi (iyice
eskiyip) yamayana kadar çıkarıp atma” buyurmuştur.
“Hz. Peygambere
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) içinde siyah bir abanın da bulunduğu bir kısım
elbiseler getirildi. Hz. Peygamber (s.a s.); “Bu elbiseyi kime giydirmemi uygun
görürsünüz?” dedi. Orada bulunanlar bir karşılık vermeyerek sustular. Bunun
üzerine Hz. Peygamber; “Bana Ümmü Hâlid’i (r.a.) getirin.” dedi. Ümmü Hâlid’i
(yaşı küçük olduğu için) taşıyarak getirdiler. Hz. Peygamber bu siyah abayı
alarak Ümmü Hâlid’e giydirdi ve; “(güle güle) eskit” dedi. -Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) giydirmiş olduğu bu elbisede yeşil veya san desenler vardı.
-Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) daha sonra; “Ümmü Hâlid! Bu
senâhtır («^ lj*).” dedi. “Senâh” ise Habeşçe “güzel” anlamına geliyordu.”[89] [90]
“Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) havanın soğuk olduğu bir fecir vakti, üzerinde
siyah yünden yapılmış bir elbise ile dışarı çıkmış ve oturmuş idi ki Fâtıma
validemiz geldi. Hz. Peygamber onu elbisesinin içine aldı. Sonra Ah (r.a.)
geldi; onu da elbisesinin içine aldı. Sonra Hasan (r.a.) geldi; onu da
elbisesinin içine aldı. Sonra Hüseyin (r.a.) geldi; onu da elbisesini içine
aldı ve şu ayeti okudu: “Allah sizden yani peygamber ailesinden kiri-pisliği
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[91]
dedi.”[92]
Ebû Burde’den gelen bir hadiste şöyle
geçmektedir; “Hz. Âişe (r.a.) bize, bir izar (belden aşağı giyilen) ve bir de
kisa (belden yukarı giyilen) olmak üzere yamalı, kalın -veya sert- iki elbise
çıkarıp gösterdi ve dedi ki; “Hz. Peygamberin Hakk’ın rahmetine kavuştuğu
sırada giydiği elbise işte budur.”[93] '
Suyûtî şöyle
demiştir: “Benim hırkaya sünnetten bulduğum delil, Beyhakî’nin Şu 'bu
’l-îmân’te. Atâ el-Horasânî tarikiyle rivayet ettiği şu hadistir: “Bir adam
Abdullah İbn Ömer’e geldi ve sarığın bir ucunu sarkıtmanın hükmünü sordu. İbn
Ömer ona dedi ki; Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir seriyye
gönderdi ve bu seriyyenin başına da Abdurrahman b. Avf ı kumandan tayin etti.
O’na bir sancak verdi. Bu sırada Abdurrahman’ın başında boyanmış ve sert kumaştan
yapılmış siyah bir sarık vardı. Hz. Peygamber onu çağırdı ve sarığını çözdü.
Sonra da bu çözdüğü sarığı onun başına kendi eliyle sardı. (İbn ömer devamında
şöyle dedi:) Sarığın bir ucunu sarkıtma konusunda en uygun olanı sarığın ucunu
yaklaşık dört parmak sarkıtmaktır. Artık sen de sarığını böyle sar; Çünkü bu en
güzel olanıdır.”[94]
Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: “Yedinci kat semaya yükseltildiğimde, Allah’ın bana
hitabından sonra, dostum Cebrail elimi tuttu ve beni cennete girdirdi. Orada
kırmızı yakuttan bir saray ve sarayın içinde kendisi ve üzerindeki kilidi
nurdan bir sandık gördüm. Dedim ki; “Dostum Cebrâil, bu sandığın içinde ne
var?” Cebrâil, “Onda senin ve senden sonra ümmetinin kıyamete kadar övünç
vesilesi; fakirlik hırkası vardır” dedi ve sandığı açtı. Sandıktan fakirlik
hırkasını çıkararak bana giydirdi ve şöyle dedi: “Ey Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)! Hak Teâlâ onu sana giydirmemi emretti. Sen de onu sadece hak
edenlere ver.”[95]
Müminlerin emîri
Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) bu hırkayı giyerek Cennet’te gezmiş ve “Fakirlik, benim ve benden sonra
da ümmetimin kıyamete kadar övünç vesilesidir”[96]
buyurmuştur.[97]
“Hz. peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), Abbas’a; “İkinci fecir vakti sen ve oğlun gelin
de Allah’ın size fayda vereceği bir dua edeyim” dedi. -İbn Abbas konuşuyor- Biz
de onunla sabah vakti Hz. Peygamberin yanına gittik. Hz. Peygamber bize bir
elbise giydirdi ve şöyle dua etti; “Allah’ım Abbas’ı ve oğlunu hem zâhir hem de
bâtın olarak öyle bir bağışla ki, artık ondan sonra hiç günahları kalmasın.
Allah’ım onu ve evladını koru.”[98]
“Rivayete göre
Ka‘b b. Züheyr, mescitte Resûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanına
girdi ve: “Suad bugün uzaklaştı, kalbim bugün hastadır.” diye başlayan ve
“Resûl ışıldayan bir kılıçtır. Allah için çekilmiş bir kılıçtır O.”
beyitleriyle sona eren şiirini okudu. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ona; “Sen kimsin?” dedi. O da kelime-i şehadet getirdikten sonra; “Ben Ka‘b b.
Züheyr’im.” diye cevap verdi. Resûlullah sırtındaki hırkayı çıkararak ona
verdi.”[99]
“Atiyye b.
Ûfî’den mervî bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Canım elinde olan
Allah’a and olsun ki ümmetimin fakirleri zenginlerinden yarım gün önce cennete
gireceklerdir. Bu yarım gün beşyüz yıla muadildir.”[100]
Daha sonra da, “Aranızda şiir okuyan kimse var mı?” diye sordu. Orada
bulunanlardan birisi, “evet” dedi ve
“Heva yılanı ciğerimi soktu ** Ne tabip var ona ne de
efsuncu,
Yalnız benim aşık olduğum bir dost ** benim efsunum
ondadır”
şiirini okudu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ve ashabı öyle
bir vecde geldiler ki, Hz. Peygamberin sırtındaki abası yere düştü. Bu hal
üzerlerinden zail olup da herkes bir yere yaslanınca Muaviye, “Ne güzel
oynuyorsunuz” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, “Sus! Daha fazla konuşma.
Sema esnasında titreyip ürpermeyen kerim değildir” dedi. Hz. Peygamberin
elbisesi dört yüz parçaya bölündü ve ashap arasında paylaşıldı.”[101]
Sahabeden biri
de; “Peygamber efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yünlü elbise giyer ve
eşeğe binerdi.” demiştir.[102]
Hz. Âişe’den
gelen bir hadiste Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Âişe’ye
şöyle buyurmuştur: “Senin kalbin bana bağlıdır. Bunun için zenginlerle düşüp
kalkma; bir elbiseyi de yamayıp (giyilemeyecek hale gelmeden) değiştirme. Sana
dünyadan yetecek olan nzık yolcunun azığı kadardır.”[103]
Abdullah b.
Mesud’dan (r.a.) rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.) ile konuştuğunda Mûsâ’nın
(â.s.) üzerinde yünden cübbe, yünden sirval (alta giyilen elbise, şalvar),
yünden gömlek, yünden başlık; ayağında da eşek derisinden yapılmış bir ayakkabı
vardı.”[104]
“Hz. Ömer (r.a.)
Kudüs’e (fethetmek üzere) gelip de rahip' ve papazlar müslümanların devlet
başkanlannı sorunca Ebû Ubeyde ve Hâlid bin Velid gibi ordu komutanları bu
kimselerle görüşmek üzere ortaya çıktılar. Bunun üzerine rahip ve papazlar,
“Sizin müslümanların eınîri olduğunuzu sanmıyoruz; sizin bunlardan başka
emîriniz var mı?” dediler. Bunun üzerine müslümanlar, “Bizim bu komutanlar
dışında bir emîrimiz vardır.” dediler. Rahipler, “O, bu komutanların da emîri
midir?” dediler. Müslümanlar, “Evet, o bunların da emîridir ve o, Ömer
İbnü’l-Hattâb (r.a.)’dır” dediler. Rahipler, “Öyleyse onu bize gönderin de bir
bakalım. Eğer o bizim bildiğimiz kimse ise şehri size savaşmadan teslim ederiz;
yok değilse teslim etmeyiz. Şayet şehri kuşatacak olursanız, bizi yenip şehri
alamazsınız.” dediler. Bunun üzerine müslümanlar Hz. Ömer’e elçi göndererek durumu
bildirdiler. Hz. Ömer, üzerinde on yedi yaması olan ve
bu yamalardan birisi de deriden olan
bir elbiseyle çıktı geldi. Rahipler, Hz. Ömer’i bu şekilde görünce şehri
savaşmadan müslümanlara teslim ettiler.”[105]
“Ömer
İbnü’l-Hattâb (r.a)’m elbisesinde yamalar vardı. Üveys el-Karenî (r.a.)
çöplüklerden bez parçalan toplar, sonra onlan Fırat nehrinde yıkar ve elbise
yapar giyerdi.”[106]
Enes b. Mâlik
(r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Ömer’in elbisesinde, onun Medine valisi iken iki
omuzu arasında, yünden ve birbiri üstüne olan üç yama görmüştüm.”[107]
Enes anlatıyor;
“Biz Ömer (r.a.) ile beraberdik. Ömer’in (r.a.) üzerinde dört tane yaması olan
bir gömlek vardı.”[108]
“Ömer’in (r.a.)
üzerinde -bir tanesi de deriden olmak üzere- on iki tane yaması olan bir gömlek
vardı. Ali’nin (r.a.) üzerinde uçları birbirine iple bitiştirilmiş bir gömlek
vardı. Ona; “Böyle bir elbise mi giyiyorsun?” dendi. Bunun üzerine Ali (r.a.);
“Mümin bana uyar da (belki) kalbi ürperir (diye bu elbiseyi giyiyorum).” diye
cevap verir.”[109]
“Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) kölenin davetine gider, eşeğe biner ve yünlü
elbise giyerdi.”[110]
“Yün elbise
giyiniz ki gönüllerinizde imanın halavetini ve hazzını bulasınız.”[111]
“En hayırlı
elbise, külfeti en az olan elbisedir” sözü Hz. Ömer’den nakledilmiştir.[112]
Hasan Basrî
(r.a.) diyor ki; “Yetmiş tane Bedir gazisi gördüm, hepsi de yün elbise
giyiyorlardı.”[113]
Ebû Bekir Sıddık
(r.a.), tecrid halinde yün elbise giyerdi.[114]
Hasan Basrî
(r.a.) anlatıyor; “Sahabeden Selmân Fârisî’yi görmüştüm, çok sayıda yama
bulunan bir çuha giyinmişti.”
Naklederler ki
Hz. Ömer, Hz. Ali ve Herim b. Hayyân (r.a.), Üveys el- Karenî’yi görmüşlerdi,
bu zat, üzerinde çok sayıda yama bulunan aba giymekteydi.122 [115] [116]
Hasan Basrî,
Mâlik b. Dinâr ve Süfyân Sevrî yünden yapılmiş aba giyen kimselerdi.[117]
Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Abbas’a, çocuklarının yanında siyah bir elbise
giydirdi.[118]
“Kim güzel bir
elbiseyi giyebileceği halde sırf Allah’a karşı tevazu olsun diye gimezse Allah
da ona cennet elbiselerinden istediğini verir.”[119]
Sûfîler yukarıda sıralanan hadis ve rivayetleri hırka
giymeye delil olarak ileri sürmekle birlikte, bazı hadislerin delalet yönünden
diğerlerine nazaran daha kat’î olduğunu düşünmekte ve bu deliller arasında bazı
tercihler yapmaktadırlar.
“Hırka konusunda Taberânî’nin rivayet ettiği “Ali
hadisini’” delil getirmek “Abdurrahman b. Avf hadisini” delil getirmekten daha
uygundur. Çünkü sûfîlerin hırka silsilesi İbn Avfa değil Ali’ye ulaşmaktadır.
Bu hadis Taberânî’nin ÂSeZur’inde Abdullah b. Beşîr’den hasen bir senedle
rivayet ettiği şu hadistir: ‘Hz. Peygamber Ali’yi Hayber’e gönderirken siyah
bir sarık sardı ve sarığın ucunu Ali’nin arkasından (veya sırtından) aşağı
sarkıttı.”[120]
Yine konuyla ilgili olarak Şa’rânî şu değerlendirmeleri
yapmaktadır:
“Sûfîlerin müridlere hırka giydirmeleriyle
ilgili delillerine gelince bize bu konuda Hâfız Zİyâüddîn el-Makdisî (ö.
643/1245), Hâfiz ibn Mübdî ve asan hâfizı Şeyh Celâlüdddîn Suyûtî’den (ö.
911/1505) şöyle bir haber ulaştı: “Hasan Basrî (ö. 110/729) ve Üveys el-Karenî
(ö. 37/657) arkadaşlarına hırka giydiriyorlardı. Ayrıca Hasan Basrî
Hz. Ali’nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh.) elinden, Üveys el-Karenî Hz. Ömer’in (r.a.) elinden, bu İki
sahabînin Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) elinden, Hz.
Peygamberin de (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah Teâlâ’nın emriyle Cibril’in
(a.s.) elinden hırka giydiğini Hasan Basrî ve Üveys el-Karenî haber
vermişlerdir.”[121] ,
Şa‘rânî (ö. 973/1565) el-Kavlü’l-Mübîn adlı
eserinde şöyle dediği Tibyânu Vesâiti 'l-Hakâik’te rivayet edilmektedir:
“Müminlerin emîri efendimiz Hz. Ömer ve Hz. Ali (r.a.), Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in emri gereğince Üveys el-Karenî’ye gitmişler
ve hırka-i şerifi giydirmişlerdir. Bu iş, Hz. Peygamberin vefatından önce
gerçekleşmiştir. Bu iki sahabî de Hz. Peygamberin elinden hırka giymiş ve zikir
telkini almıştır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Cebrail’in
elinden hırka giymiştir. O da Cenabı Hakk’ın elinden hırka giymiştir.”[122]
“Şeyh Nûrüddîn Ali el-Halebî, en-Nasîha el-Aleviyye
adlı eserinde şöyle demektedir: “Üveys el-Karenî hem Hz. Ömer’den hem de Hz.
Ali’den hırka giymiştir. Bununla ilgili olarak Üveys şöyle demiştir: “Ömer
İbnü’l-Hattâb, Hz. Ali’nin huzurunda, Arafat’ta, Cebel-i Rahmet’te, bana bir
gömlek (kamîs) giydirdi. Hz. Ali de Arafat’ta, -bir başka rivayette de Irak
sahilinde- o sırada bana bir gömlek (ridâ) giydirdi. Bu iki sahabî de Hz.
Peygamberden (hırka) giymişlerdi.”[123]
Hz. Ali’nin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’den hırka giydiğini İbn Hüseyin el-Beytimânî de söylemekte ve bu
rivâyetleri el-Hidâye ve't-Tevfik fi Sülûki Âdâbi’t-Tarîk adlı eserinde
topladığını zikretmektedir.[124] Fakat müellifin adı geçen
eserine ulaşamadık.
Hırka giymek bir yönüyle, müridle şeyh arasında bir
sözleşme olduğu için, sûfîler hırka giymekle ilgili olarak “Hz. Peygamberle,
zorlukta ve kolaylıkta, isteyerek ve kerhen yapılacak işlerde ona itaat etmek,
bir iş hususunda ehliyle münakaşada bulunmamak, her halükârda hakkı söylemek ve
Allah’ın dini hususunda kmayıcının kınamasından korkmamak üzere biat ettik”[125] hadisini de delil getirirler.
Bu bölümü noktalarken yukarıda zikredilen hadislerle
ilgili olarak “Hırka giymeye yapılan itirazlar ve cevaplar” bölümünde genel bir
değerlendirme yapacağımız için burada sözü daha fazla uzatmıyoruz.
C-HIRKA
GİYMEYE YAPILAN İTİRAZLAR VE CEVAPLAR
Sûfîler hırka giymenin Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberlerin sünneti olduğuna dair eserler telif
ederken, durumun sûfîlerin iddia ettiği gibi olmadığını savunan kimseler de
olmuştur. Bunlar arasında, İbn Kayyim el-Cevzî (ö. 597/1191) ve İbn Teymiyye
(ö. 728/1328)’nin hırka giyme geleneğine yaptığı itiraz dikkat çekmektedir.
Bu itirazlara, hırka giymeye dair bir
risale yazan İbn Teymiyye ile başlamak istiyoruz. İbn Teymiyye diğer
eserlerinde takip ettiği metod üzere, bu eserinde de ilk önce ehl-i sünnetin
tanımıyla söze başlar ve Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
‘^Devamlı oruç tutacağım, hiç kadınlara yaklaşmayacağım” diyen sahabeden bazı
kimselere buyurmuş olduğu sözleri zikreder ve şöyle devam eder: !
“Yolların en faziletlisi Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) yol edinip tuttuğu, tutulmasını emrettiği ve teşvik ettiği,
üzerinde devamlı yürüdüğü yoldur.
Hz. Peygamberin giyim kuşam tarzı; pamuklu, yünlü ve bu
ikisi dışındaki elbise türlerinden elinde bulunanı giymesidir. Pamuklu veya
keten gibi Allah’ın giyilmesini helal kıldığı şeyleri zühd ve ibadet maksadıyla
terk eden kimse, lükse olan düşkünlüğü ve büyüklenme arzusu sebebiyle, hiç
yünlü vs. şeyler giymeyen ve sadece kaliteli elbiseler giyen kimse gibidir. Bu
ikisinin de yaptığı kötüdür. Bunun içindir ki, seleften bazı kimseler, şöhrete
yol açan çok yüksek veya çok aşağı derecedeki elbiseleri kötü gördüklerini
söylemişlerdir. Ebû Dâvûd (ö. 275/888), Nesaî (ö. 303/916), İbn Mâce (ö.
273/886), Abdullah İbn Ömer (ö. 74/693)’den, onun Hz. Peygambere (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) raf ettiği şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: “Kim Şöhret
elbisesi giyerse, Allah da ona kıyamet günü o elbisenin benzerini -bir başka
rivayette “aşağılık elbisesini”- giydirir, sonra da ateş, elbisenin içindeyken
bu kimseyi yakar.”’34 Çünkü bu elbiseyi giyen kimsenin amacı
büyüklenmek ve övünmektir. Bu yüzden, Allah bu kişiyi emrine muhalefeti
sebebiyle cezalandırmış ve aşağılık bir duruma düşürmüştür. Nitekim Allah
elbisesini kendisini büyük gördüğü için uzatıp sarkıtan kimseyi de- Karun’a
yaptığı gibi- yerin dibine geçirerek cezalandırmıştır.”[126]
[127]
İbn Teymiyye, hırka giymeye iki sebebe binaen itiraz
etmektedir;
Hz. Peygamberin
sadece yünlü elbise giyerek başka çeşit elbise giymemesi gibi bir sünnetinin
olmaması.
Hırkayı giyen
kimselerin, bu elbiseyi şöhret kastıyla giymeleri. Bu sebeple de çok bayağı
elbiseler giyerek insanlara zühdünü teşhir eden kimselerle, çok kaliteli elbise
giyerek zenginliğini teşhir edenlerin, amacın şöhret olması münasebetiyle aynı
olduğunu düşünmesidir.
Îbnü’l-Cevzî ise bu konuda, Hz. Peygamber ve ashabının
yamalı elbiseler giyme sebebinin bezâze[128]
olduğunu, ama bunu zühd için çoğunlukla da fakirlikten yaptıklarını, zamane sûfîlerinin
ise bunu şöhret ve şehvet için yaptıklarını, ne ruh ne de sûret yönüyle selefe
benzemediklerini düşünmekte ve şöyle demektedir:
“Zamanımız sûfîleri farklı renklerden iki veya üç
elbiseyi alıp parçalıyorlar, daha sonra bunları birbirine dikiyorlar. Bu elbise
iki özelliği kendisinde toplamaktadır; şöhret ve şehvet. Çünkü böylesi yamalı
elbiseleri giymek, halk katında ipek giymekten daha cazibelidir. Giyen, onunla
zühd ehlinden olduğunu teşhir etmektedir. Görmez misin ki onlar yamalı
elbiselerle selef sûretinde oluyorlar?! İşte bu kimseler böyle zannediyor.
Şeytan onları kandırmış ve “Siz sûfîsiniz, çünkü sûfîler yamalı elbise giyer.
Nitekim siz de yamalı elbise giyiyorsunuz” demiştir. Şunlann yaptığıni
görüyorsun değil mi?! Oysa tasavvuf şekil değil, manadır. Zaten bunlar hem
şekil hem de mana yönünden selefe benzemiyorlar. Şekil yönünden
benzemediklerinin sebebine gelince, eskiler zarûretten elbiselerine yama
dikiyorlar,[129] bu işi yaparken de özenip
bezenmiyorlardı. Çeşit çeşit renklerde, yeni yeni elbiseler alıp onları
parçalamıyorlar, sonra da bu bez parçalarını güzelce dikerek “hırka” diye
isimlendirmiyorlardı.”[130]
Îbnü’l-Cevzî, böylesi
kimselerin, tasavvufun ruhuna uyum gösteremediklerini, ama geçim kaynakları bu
olduğu için hırka giymekten de geri durmadıklarını söyler. Hem geçim
kaynağından vazgeçmeyen hem de sûfîliği hakkıyla yaşamayan bu tür
şaklabanların, elbiselerinin altına yünlü giydiğini, -dolayısıyla sûfî
olduğunu- göstermek için de kolunun yeniyle bu yünlü elbiseye işaret
ettiğini, bunun gece hırsızlığı olduğunu, bazılarının da sert yünlü elbise
giymeye dayanamayıp alta yumuşak elbise, üste de yünlü giydiğini, bunun da
güpegündüz yapılan alenî bir hırsızlık olduğunu söyler.[131]
[132] [133]
el-Cevzî hırka giymekten hoşlanmamasının sebeplerini şu şekilde
sıralamaktadır:
a-Bu elbise selefin elbisesi değildir. Çünkü onlar
zarûrete binaen, yani yeni elbise almaya güçleri yetmediğinden elbiselerini
yamalıyorlardı,
b-Hırka giymek, fakirlik iddiasını içermektedir. Halbuki,
insan üzerindeki nimetleri göstermekle emrolunmuştur.
c-Hırka giymek zühdü açığa vurmaktır. Halbuki, biz zühdü
gizlemekle emrolunduk.
d-Hırka giymek şeriattan uzaklaşan yozlaşmış sûfîlere
benzemektir. Kim de bir kavme benzerse ondandır.
İbnü’l-Cevzî, sûfîlerin hırka giymenin ancak bir şeyhin
elinden gerçekleşeceğini söylemelerine ve buna delil olarak muttasıl bir sened
bulmalarına, yani yukarıda zikredilen “Ümmü Hâlid” hadisini delil getirmelerine
de kızmaktadır.
“Onlar bu yamalı elbisenin ancak bir şeyhin elinden
giyilebileceğine karar vermişler, bunun için de bütünüyle yalan ve muhal bir
muttasıl sened uydurmuşlar.”[134]
Müellif Ebû Tâhir el-Makdisî (ö. 507/1114)’yi zikrederk
onun “Safvetu’t- Tasavvuj” adlı kitabında, “bir şeyhin elinden hırka
giymenin sünnet olduğuna dair bap”ta yer alan “Ümmü Hâlid” hadisi ve Ebû Tâhir
Makdisî’nin bu hadisi delil getirmesi ile ilgili olarak şöyle demektedir:
“Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çocuk
olduğu için Ümmü Hâlid’e bu elbiseyi giydirmiştir. Babası, Ebû Hâlid b. Saîd b.
el-As, annesi, Heymene bintü Haleftir. Bu iki sahabî Habeş ülkesine hicret
etmiş; orada çocukları Ümmü Hâlid doğmuştur, ismi de Emet’tir. Ashap onu
getirince yaşı küçük olduğu için Hz. Peygamber (hadiste geçen) elbiseyi ona
giydirmiştir. İttifak edildiği üzere Hz. Peygamberin bu elbise giydirmesi
sünnet olmaz, Hz. Peygamberin insanlara elbise giydirmek gibi bir adeti de
yoktur.[135] Ne ashap ne de tâbiîn böyle
bir şey yapmıştır. Zaten sûfîlere göre sünnet olan küçüklere değil, büyüklere
hırka giydirmek ve hırkanın siyah olmaması, yamalı elbise veya fûta olmasıdır.
Halbuki onlar, siyah hırka giymeyi[136]
sünnet olarak tavsif etmişlerdi.”[137]
İbnü’l-Cevzî’nin sûfîlere olan itirazlarından son olarak
şeyhin hırka giydirirken müride şart koştuğu adaba, Hz. Peygamberle ashabın
biat etmesinin delil getirilmesine dair söylediklerini zikretmek istiyoruz:
“Muhammed b. Tâhir mezkur kitabında “şeyhin müride hırka
giydirirken şart koşmasının sünnet olduğuna dair bap” zikretmiş ve “Ubâde
hadisi”ni, yani “Resûlullalıla, zorda ve kolayda ona itaat edeceğimize dair
biallaştık”[138] hadisini delil getirmiştir.
Şu ince anlayışa bakınız! Şeyhin müride hırka giydirirken koştuğu şartla,
kendisine itaat edilmesi vacip olan Hz. Peygamberin bağlayıcı İslâmî biati şart
koşması arasında ne gibi bir alaka vardır?!”[139]
Görüldüğü gibi İbn Teymiyye ve İbnü’l-Cevzî’nin
itirazları aynı noktada birleşmektedir; hırka ile ilgili olarak sûfîlerce ileri
sürülen delillerin, delil olarak değerlendirilmemesi, dolayısıyla bunun sünnet
olmaması, bu elbiseyi giyen kimselerin amacının şöhret olması. Ama burada bizim
için asıl dikkat çekici olan, bu iki imamın belki de farkında olmadan
yaptıkları itiraftır. Nitekim her iki müellif de > hırkayı kötü niyetle
giyenlerin, yani suistimal edenlerin olduğunu söylemektedir. Oysa bir şeyin
hakikîsi yoksa, onun suistimali de olmaz. Demek istediğimiz şu ki, hırka
giymenin bir aslı vardır, bunu hakkıyla yerine getirenler de vardır. Kötü
niyetli kimseler ise, bu iyi insanların sırtından kazanç elde etmektedir. Zaten
bu durum İbnü’l-Cevzî ve İbn Teymiyye’den önce birçok sûfî tarafından dile
getirilmiştir.
Diğer yandan sûfîler hırka giymeye doğrudan işaret eden
sahih hadisin bulunmayışını bir problem olarak görmemektedirler. Böyle bir,
düşünceyi temellendirirken hırka giymeyi taşımış olduğu anlam itibarı ile daha
şümûllü bir şekilde ele alarak ona “sohbet” anlamı yüklemektedirler. Daha sonra
da sohbete işaret eden hadislerle hırka giymeyi delillendirmektedirler.
Yine bu meyanda sûfîlcrce “bid’at-ı hasene” ve “bid’at-ı
seyyie” ayrımının kullanıldığını görmekteyiz. Hz. Peygamberden rivayet edilen
“Her bid’at doğru yoldan ayrılmakla, doğru yoldan ayrılmak da cehennemle
eşdeğerdedir” hadisinin fahvâsma muhatap olmamak için bid’atler iyi ve kötü
olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Sûfîler de bu tasniften yola çıkarak hırka
giymeyi “bid’at-ı hasene” içinde değerlendirmişlerdir.
“Her ne kadar şeyhimiz Sehâvî (ö. 902/1496) ve diğer
hadis hâfizlannın ifadelerine göre hırka giyme konusunda sahih hadis yoksa da,
hırka giymek bidat-i hasene (yani sonradan ortaya çıkmış güzel bir
uygulama)’dir. Hırka giymekteki amaç, Allah dostlarıyla sohbet (birliktelik) ve
fakirlik alametini göstermektir. Hırka giymenin keyfiyetine dair hadis
bulunmasa bile sohbete dair hadisler vardır. Nitekim Hz. Peygamberin ashabından
erkek ve kadınlarla biat ettiğine dair meşhur rivayetler vardır. Fakirin
(mürid) kendisi için şeyhi hakem tayin etmesi Hz. Peygamberin ashabıyla biat
etmesine benzemektedir.”[140]
Bazı sûfîler de hırkaya dinin genel hükümleri içinde yer
bulmak istemektedir.
“Bu ümmet helal ve haramları belirlemede devamlı surette
Hz. peygamberin emir ve yasaklarına müracaat etmiş, işlerini onun beyanlarına
göre tanzim etmiştir. Yerken, içerken, giyerken, evlenirken, dururken,
toplarken, ayırırken, ibadet ederken, dünyaya karşı zahid olurken, fiil
işlerken veya işlemezken hep ona tâbi olmuştur. Çünkü Allah, “Peygamberin size
verdiğini alın; yasakladığından kaçının”[141]
buyurmuştur. Bütün bunlar, Hz. Peygamberin bildiğini öğretmesi, hikmetini
kullanmasıdır. Bu gerçek sabit olunca, elbise giyen herkes, avret yerlerini
örtmek ve farzı yerine getirmek konusunda, “Hz. Peygamberin verdiğini almak”
prensibine uygun hareket etmiştir. Çünkü elbise giyen herkes, bu giyinme işini,
mutlak olarak Hz. Peygamberden almış ve gerçek anlamda Hz. Peygamberden giymiştir.
Bir de buna Allah’ın, Resûlü ve bütün pak kimseler için güzel gördüğü,
Resûlullahın kendisi, ümmeti içinden has kimselere ve hatta bütün ümmete
fakirlik elbisesini giymek ve yoksulluk kisvesine bürünmek gibi seçip beğendiği
şeyleri iyi anlamak ve bunlara olan muhabbet ve rağbette doğru olmak eklenirse,
durum daha iyi anlaşılır.”[142]
“Çünkü Allah, “Sizin için Peygamberde güzel bir örnek
vardır” buyurmuş, Hz. Peygamber de, “Allah’ım canımı fakir olarak al”[143], “Kıyamet Günü bana meclisi
en yakın olacak kimse, dünyalık konusunda benim halim üzere olandır”
buyurmuştur.”[144]
Sûfîler ilim yönüyle kendilerini diğerlerinden üstün
tutmakta, yani hırkayı inkar edenleri bilgi yönüyle sınırlı kimseler olarak
nitelendirmektedir.
“İmam Gazalî (ö. 505/1111) el-Munkız mine’d-Dalâl
adlı eserinde şöyle der; “Ben kesin olarak öğrendim ki, sûfîler Allah yolunun
özel yolcularıdır. Yollan en güzel ve en doğru yol, ahlakları da en pak ve
temiz ahlaktır. Hatta bütün akıl ve hikmet ehlinin akıl ve hikmeti, şeriatın
gizli kalmış en ince ayrıntılarını bilen alimlerin ilmi toplansa ve bunlar
sûfîlerin yollarım ve ahlakım daha güzeliyle değiştirmek için uğraşsalar; bunu
yapmaya yol bulamazlar. Onların beden ve ruh olarak durmaları ve hareket
etmeleri, peygamberlik nurundan alınmıştır; aydınlanmak için peygamberlik
nurundan öte bir şey de yoktur.” Yani Allah’ın, mahlukatının çoğundan
esirgediği ama onlara verdiği özel bir anlayışla, peygamberlik nurundan
yollarım aydınlatacak bir meşale alırlar. Bu yüzden bazı kimseler, onların,
üzerine amellerini bina ettikleri temelleri göremezler ve bilgileri kısıtlı
olduğu için bu amellerin bir temeli yok zannederler. Halbuki, araştırsalar işin
aslının öyle olmadığım göreceklerdir.”[145]
Deliller kısmında zikrettiğimiz ayet ve hadisler genel
olarak sûfîler tarafından hırka giymeye delil getirilmektedir. Bu hadis ve
rivayetler içinde, Hz. Peygamberin yünlü elbise giydiğini ifade eden hadisler
de yer almakla birlikte, bunlar doğrudan hırka giymekle ilgili değildir. Yalnız
daha önce de belirttiğimiz gibi hırka giymek, yünlü elbise giymenin devamı
gibidir.
Sûfîlerin ayet ve hadisten sıraladıkları delillerin,
manaya delalet şeklini nasıl anladıklarım iki kısımda değerlendirebiliriz:
Hz. Peygamberin
ashaba elbise giydirmesi, yine Hz. Peygamberin, Mûsâ (a.s.)’ın, ashabın ve
tabiînin yünlü ve eski elbise giymeleri.
Ashabın, Hz.
Peygambere her halükârda itaat edeceklerine dair söz vermelerini dile getiren
mübayaa ayeti.
Bu iki tasımdan ilki, hırka giymenin
şekli ve sûreti için, İkincisi de muhtevası için delil getirilmiştir. Yani
hırka giydirmenin zahir yönü için ilk kısımdakiler, bâtın yönü için ikinci
kısımdakiler delil getirilmiştir.
D-HZ. ALİ’NİN Hasan BASRÎ’YE HIRKA GİYDİRMESİ
Sûfîlerin hırka silsileleri genelde Hasan Basrî vasıtası
ile Hz. Ali’ye, ondan da Hz. Peygambere ulaşmaktadır.[146]
Ne var ki bazı alimler bu silsilenin asılsız olduğunu, çünkü Hasan Basrî’nin
Hz. Ali ile görüşmediğini, bu yüzden de ondan hırka giyemeyeceğini öne
sürmüşlerdir. Sûfîler de buna mukabil, eserlerinde durumun öyle olmadığını
ispat için, bu hususa özel bir önem atfetmişlerdir. Tarih olarak Hz. Ali’nin
vefatı 40/660, Hasan Basrî’nin doğumu da 21/642 olduğuna göre, bu iki zatın
karşılaşmasında aklen muhal olmayı gerektiren bir durum yok gibi
görünmemektedir.
Bu iki güzide insanın görüşmesinin sübutu halinde, hırka
giymenin de sünnet temelli olacağım ifade etmesi yönüyle, konuya ilişkin bizim
ulaşabildiğimiz en eski kaynağın[147]
Suyûtî (ö. 91 l/1505)’nin Îlhâful-Fırka'sı olduğunu düşünüyoruz. Şa'rânî
(ö. 973/1565) de Suyûtî’nin bir anlamda duruma el koymasından önce, hadis
bilginlerinin, hırka giyme rivayetinin senedini ta‘n ettiklerini haber vererek,
Suyûtî’nin bu konuda ilk olduğu fikrimizi teyid etmektedir.[148]
Suyûtî bu eserinde, Hasan Basrî’nin Hz. Ali’den hadis
işittiğini dört ana başlık altında incelemektedir. Daha sonraları Şa'rânî’de el-Envâr
el-Kudsiyye adlı eserinde konuya tasaca değinmiştir. Kuşâşî (ö. 1071/1660)
ise Simlu’l-Mecîd adlı eserinde, konuya ilişkin en geniş açıklamayı
getiren isim olmuştur. Ancak bu açıklamalar nakilden öteye geçememiştir. Hasan
Basrî’nin Hz. Ali’den “semâf’nın olup olmadığı, esas itibarı ile hadis ilminin
konusu olduğu için, sadece çalışmamızla ilgili olduğu kadarıyla konuya
değinmenin isabetli olacağım düşünüyoruz.
Simtu'l-Mecîd’te, “Bir gurup hadis hâfizı Hasan
Basrî’nin Hz. Ali (r.a.)’dan hadis işittiğini reddetti. Somaki dönemden bazı
kimseler, hadis hâfizlanmn bu görüşüne tutunarak hırka giyme hadisinin senedini
ta‘n etmek istediler.” denmekte, fakat bu semâı, ilk olarak kimin reddettiği
belirtilmemektedir. Devamla diğer bir tasım hadis
hâfızının bu semâı tasdik ettiği
zikredilmekte, Hâfiz Ziyâüddin el-Makdisî (ö. 643/1245)’nin de Etrâfu’l-Muhtâra'te.
bu görüşü paylaştığı belirtilmektedir. Yine İbn Hacer’in ilk önceleri Hasan
Basrî’nin Hz. Ali’den semâı olmadığı fikrinde olduğu, fakat daha sonraları bu
fikrinden vazgeçtiği haber verilmektedir.[149]
[150] [151]
[152] 1
Suyûtî, bu eserinde Hasan Basrî’nin
Hz. Ali ile görüştüğüne dair bir dizi delil serdclmektedir. Bunlar özelle
şöyledir: 1
delil: Alimler
usûl kitaplarında, “Müsbit nafîye tercih edilir; çünkü müsbitte rivayet
fazlalığı vardır”[153] demişlerdir. Burada Hasan
Basrî’nin Hz. Ali’den hadis işitmesi müsbit, işitmemesi ise nafî olmaktadır.
delil: Hasan
Basrî, Hz. Ömer halife olmadan iki sene önce doğmuştur. Annesi, Ümmü Seleme’nin
kölesi, Ümmü Hayra’dır. Ümmü Seleme onu ashabın yanına götürür; ashap da ona
hayır duada bulunurmuş. Bir keresinde Ümmü Seleme onu Hz. Ömer’in yanına
götürmüş; Hz. Ömer de ona “Allah’ım onu dinde fakih kıl ve insanlara sevdir”
diyerek dua etmiştir. Hâfiz Mizzî (ö. 842/1341), onun "yevmi’d~dâr”da[154] Medine’de
bulunduğunu; bu sırada da yaşının 14 olduğunu zikreder. Ayrıca onun 7 yaşına
girdiğinde namazla emrolunduğu da bilinen birşeydir. Nitekim Hasan Basrî namaz
için cemaatta hazır bulunuyordu. O, Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar Hz.
Osman’ın arkasında namaz falmış, aynı şekilde Hz. Ali’nin de arkasında namaz
kılmıştır. Hasan bu esnada Medine’de idi. Çünkü o, Hz. Osman’ın şehit edilene
kadar Medine’den Kufe’ye gitmemiştir. Hasan Basrî büluğ çağma girdiği zamandan
14 yaşma varıncaya kadar, Hz. Ali ile mescitte hergün günde beş kez
görüşmüştür. O halde ondan hadis işittiğinin reddedilmesi doğru değildir.
Şüphesiz Hz. Ali müminlerin anneleri olan Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) hanımlarını ziyaret etmiştir. Onlardan biri de Ümmü Seleme’dir ve Hasan
bu sırada annesiyle birlikte onun yanında kalmaktaydı.”[155]
İkinci delilde özet olarak
Hasan Basrî’nin, Hz. Ali’den önce Hz. Ömer’le de görüştüğü ifade ediliyor,
akabinde 7 yaşından 14 yaşına kadar cemaatle namaza devam ettiği için Hz. Ali
ile bu süre zarfında görüşmüş olması ihtimalinin yüksek olduğu
vurgulanıyor. Son olarak da Ümmü Seleme validemizi ziyaret eden Hz. Ali’nin bu
ziyaret sırasında Ümmü Seleme’nin kölesi Ümmü Hayra ve oğlu Hasan Basrî ile
görüşmüş olabileceği ihtimali dile getiriliyor.
delil: Hasan’ın
Hz. Ali’den hadis işittiğine dair üçüncü delil, Hâfiz Mizzî (ö. 742/1341)’nin
Tefe/i’de, Ebû Nuaym (ö. 430/1038) tarikiyle rivayet ettiği şu haberdir; “Ebû
Nuaym dedi ki; bize Ebû’l-Kâsım Abdurrahmân b. el-Abbâs b. Abdurrahman b.
Zekeriyyâ, ona da Ebû Hanîfe Muhammed b. Hanîfe el-Vâsitî, ona da Muhammed b.
Mûsâ el-Curaşî, ona da Tumâme b. Ubeyde, ona da Atiyye b. Muhârib rivayet etti.
O da Mûsâ b. übeyd’den rivayet etmiştir. Mûsâ b. Ubeyd şöyle demiştir: “Hasan’a
sordum ve dedim ki, Ey Ebû Saîd! Sen, “Hz. Peygamber dedi ki...” diyorsun.
Halbuki sen Hz. Peygambere ulaşamadın?!”[156]
“Hasan Basrî şöyle cevap verdi; “Ey kardeşimin oğlu!
Bana, senden önce hiç kimsenin sormadığı bir soru sordun. Eğer yanımda hatırlı
bir kimse olmasaydın, böyle bir zamanda yaşadığımız için Haccâc’ın her yaptığı
işle ilgili olarak, “Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dedi ki...”
dediğimi duyduğunda, bu söylemiş olduğum hadisi Hz. Ali’den duyduğumu, ama
böyle yapmamın sebebinin “Ali” sözünü ağzıma alamamam olduğunu söylemezdim.”[157]
Zikredilen bu üçüncü delilde, Hasan Basrî tarikiyle
ulaşan hadislerden bazıları delil getirilmekte ve Hasan Basrî’nin, Hz. Ali’yi
atlayarak Hz. Peygamberden rivayetinin sebebi belirtilmektedir. Bilindiği gibi,
tabiînin sahabeyi zikretmeksizin, doğrudan Hz. Peygamberden yapmış oldukları
rivayetlere, hadis ıstılahında “mürsel hadis” denmekte ve hadis bilginlerin
çoğuna göre bu hadis çeşidi, dinde hüccet teşkil etmemektedir. Bunun sebebi de,
atlanılan kimsenin sahabî olmama ihtimali olarak ifade edilmektedir. Çünkü
tâbiîn, sahabe gibi udûl değildir. Hasan Basrî de, ccResûlullah dedi
ki...” dediğimde bil ki, bunu Hz. Ali’den duymuşumdur” diyerek, sahabeden olan
semâmı tasrih ettiğine göre, hadis usûlcülerinin Hasan Basrî ile ilgili olarak
mürseli kabul etmemelerinin illeti ortadan kalkmaktadır. Bu söylediklerimizle
birlikte, hadis bilginlerinin bir kısmı, Hasan Basrî’nin mürsellerini en zayıf
ve hüccet yönüyle en aşağı mürseller olarak tavsif etmişlerdir.[158] Fakat bir kısım muhaddis de Hasan
Basrî’nin asılsız (yani sahabeden semâı olmadan) bir mürsel hadis rivayet
etmediğini söylemişlerdir.[159]
Kuşâşî’nin, Suyûtî’den nakille sıraladığı delillere
dönecek olursak müellif şöyle devam etmektedir:
“Sonra Suyûtî, Hasan Basrî’nin Hz. Ali ile görüşmesi
konusunda şöyle demiştir: “İmam Ahmed[160]
(ö. 241/866), A7/A//et/’inde şöyle demiştir: “Bize Hüseyin, ona da Yûnus, o da Hasan
Basrî’den, o da Hz. Ali’den rivayet etmiştir. Hz. Peygamberin şöyle dediğini
duydum; “Kalem (hesaba çekilme, mükellefiyet), şu uç kimseden kaldırılmıştır;
büluğ çağma gelinceye kadar küçük çocuk, uyanıncaya kadar uyuyan kimse, aklı
başına tekrar gelene kadar deli.” Tirmizî (ö. 279/892), bu hadisi tahriç etmiş
ve hasen hadis[161] olduğunu söylemiştir. Nesaî
(ö. 303/943) ve Hâkim (ö. 405/1015) de bu hadisi tahriç etmiş ve sahih olduğunu
söylemiş, Ziyâüddin el-Makdisî (ö. 643/1245), bu hadisi Etrâfu ’l-Muhtâra
adlı eserinde zikretmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. Hâliz Zeynüddîn el-lrâkî
(ö. 806/1403), Tirmizî’nin Süneri'vnîn şerhinde, bu hadisten söz ederken
Ali İbn el-Medînî (ö. 234/849)’ nin şöyle dediğini rivayet etmiştir; “Hasan
Basrî, çocukluğunda Medine’de Hz. Ali’yi görmüştür”. Ebû Zur‘a, Hasan
Basrî’nin, Hz. Ali’ye halifelik için biat edildiğinde 14 yaşında olduğunu ve
Ali’yi Medine’de gördüğünü, sonra Basra ve Kufe’ye gittiğini, bundan sonra da
Hz. Ali ile görüşmediğini söylemiş, ayrıca Hasan Basrî’nin, “Rabî’yi Hz. Ali’ye
biat ederken gördüm” dediğini nakletmiştir.”[162]
“Şeyh Celâlüddîn devamla, “Bu konuda bu kadar söz yeter
ve Hasan Basrî’nin Hz. Ali ile görüşmediği sözü de “Hasan Basrî’nin Medine’den
ayrıldıktan sonra Hz. Ali’yi görmemiştir” şeklinde anlaşılır”[163]^
“Suyûtî’nin İthâfu ’l-Fırka adlı eserinde
serdedilen bütün deliller, Hasan Basrî’nin Hz.Ali ile görüşerek ondan hadis
işitmesine dairdir. Hırka giyme ve zikir telkini ile ilgili olarak bu risalede
herhangi bir şey yoktur” dersen bizim cevabımız şu olacaktır: “Sözün başında,
müteahhir dönemde yaşayan bazı kimselerin, hırka giyme hadisini ta‘n etmek
için, bir kısım hadis hafızlarının Hasan Basrî’nin Hz. Ali’den semâı olmadığını
söylemelerini delil getirdikleri zikredilmişti. Hasan Basrî’nin Hz. Ali ile
görüşerek ondan hadis aldığı ispat edildiğine göre hırka giymeyi inkar
edenlerin getirecekleri başka bir delil kalmamıştır.”[164]
Suyûtî burada Hasan Basrî’nin Hz. Ali ile görüşmesini
yeterli saymaktadır. Ama şu da bir gerçektir ki, ona varıncaya kadar hiçbir
sûfî veya hadis ; bilgini, Hasan Basrî’nin Hz. Ali’nin elinden hırka giydiğine
dair hadis usûlüne göre sahih bir sened veya rivayetin varlığından söz
etmemiştir. Nitekim İbn Arabî de bu durumu daha önce ifade ettiğimiz gibi
tasdik etmektedir. Yine Şa'rânî, Suyûtî’ye kadar böyle bir delil getirmenin
olmadığını belirtmektedir.[165] Bu da tabiî olarak, Suyûtî’ye
kadar niçin bu konuda her hangi bir izahın olmadığı sorusunu akla
getirmektedir. Demek istediğimiz şu ki, böyle bir uygulama niçin 900 yıl saklı
kalmıştır. Hırka giymek fikıh usûlü deyimiyle “umûm-ı belvâ”, yani toplumun
genelini ilgilendiren bir iş olmasına rağmen, acaba niçin Hz. Ali ile Hasan
arasında sıkışıp kalmıştır? Anlaşılan Suyûtî bu durumu umûm-ı belvâ olarak
görmemektedir. Ayrıca sonraki dönem sûfîleri bu konuya şöyle bir yaklaşım da
sergilemektedir:
“Hırka giyme ve zikir telkininin hadis ehlinin ilkleri
arasında şöhret bulamamasının sebebi, hırka giyme ve zikir telkininin,
hallerini ve amellerini gizleme eğiliminde olan Hak yolunun yolcularından çok
az kimselerin işi olması; hadis rivayeti ve arı duru, tertemiz şeriatın hükümleri
gibi herkesin bildiği şeyler cinsinden olmamasıdır. İşte bu yüzden hırka giyme
ve zikir telkini yaygınlık kazanamamıştır. Nitekim Taberânî (ö. 360/97 l)’nin
ve diğerlerinin rivayet ettiği Şeddâd b. Evs hadisinde[166]
buna işaret vardır.”[167]
Suyûtî bu eserinde Hasan Basrî’nin Hz. Ali’den hadis
aldığını söyleyen alimleri de sıralamaktadır. Bunlar Ahmed b. Hanbel (ö.
241/856), Timıizî (ö. 279/892), Nesaî (ö. 303/943), Ebû Ca'fer et-Tahâvî (ö.
321/933), Dârekutnî (ö. 375/986), Hâkim en- Neysâbûrî (ö, 405/1015), Ebû Nuaym
el-lsfahânî (ö. 430/1038), Halîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071), el-Makdisî (ö.
643/1245), el-Mizzî (ö. 742/1341), İbn Hacer el-Askalânî (ö, 852/1448) ve
Suyûtî (ö. 911/1505)’nin kendisidir.[168]
Hırka giyme ile ilgili olarak Hasan Basrî’nin Hz. Ali ile
görüşmediği fikrinde olanlar ise şöyle söylemektedir:
“Hasan b. Dıhye ve İbn Salâh (ö. 643/1245) bu hadis için,
“batıldır” demişler, şeyhimiz (İbn Hacer) de “hırka giymeyle ilgili olarak
gelen rivayetlerin hiçbiri sabit değildir; ne sahih ne basen ne de zayıf bir
haberde Hz. peygamberin sûfîlerce bilinen hırkayı ashaptan birine giydirdiğine
ve bunu yapmasını emrettiğine dair bir kayıt yoktur. Bu konudaki rivayetlerin
bütünü batıldır.” Sonra da şöyle demiştir: “Hz. Ali’nin ı
Hasan Basrî’ye hırka giydirdiğini söyleyen kimsenin bu
sözü yalan ve iftiradır. Çünkü hadis imamları, Hz. Ali’nin Hasan Basrî’ye hırka
giydirmesi şöyle dursun; Hasan Basrî’nin Hz. Ali’den hadis işittiğinin bile
sabit olmadığını düşünmektedir.” Ayrıca bu konuda şeyhimiz İbn Hacer yalnız
değildir. Aksine Hasan Basrî’nin Hz. Ali’den hadis işitmediği fikrini Dimyâtî,
Zehebî, Hekkârî, Ebû Hayyân, Alâî, Moğultâyî, Irâkî, İbn Mulakkın, Ebnâsî,
Burhân Halebî, İbn Nâsıruddîn gibi hırka giyen ve giydiren kimseler daha önce
söylemişlerdir. İbn Hacer bu konuda müstakil bir eserde açıklamalarda
bulunmuştur. Arkadaşlarımızdan onun dışında vefat etmiş kimseler de bu konuda
müstakil eserler kaleme almışlardır. Ben kendim de müstakil bir eserde ve bu
eser dışındaki bazı açıklamalarımın içinde, bütün tariklerini toplayarak hırka
giyme hadisine dair açıklamalarda bulundum. Bütün bu söylenenlerle birlikte,
sûfîlerin hırka giymeyi benim için gerekli görmeleri, benim de salihlerin
anısını yâd ederek hayır elde etmek ve hırka giyme hadisinin var olduğunu
söyleyen güvenilir hadis hâfizlannın yolundan gitmek kastımdan dolayı, Allah
katında yüce bir makama sahip olan Kabe’nin karşısında, sûfîlerin büyüklerinden
bir topluluğun elinden hırka giydim.”[169]
Aslında hırkanın senedinin var olduğunu iddia edenlerle
yok diyen gurup arasında bizce önemli bir fark yok gibidir. Nitekim var
diyenler de meşhur alimlerin sözlerini delil getirmekte, yok diyenler de aynı
şeyi yapmaktadır. Bizce bu geleneğe sünnetten temel bulmak ne kadar mümkünse
veya muhalse, aksi de o kadar mümkün veya muhaldir. Yani tercih için kat’î bir
vecih yok gibidir.
Dikkatimizi çeken bir diğer nokta da, müsbet ve menfî
tarafların her ikisi de İbn Hacer’i delil getirmesidir. Gerçekten İbn Hacer
hangi fikirdeydi, bunu tespit etmek zor görünmektedir. Ama yukarıda ifade
edildiği gibi, Suyûtî, İbn Hacer’in ilk önce menfî görüşte olduğunu ama sonra
bu görüşünden vazgeçtiğini belirtmektedir. Konumuzla ilgili olarak bir noktaya
daha değinerek bu bölümü bitirmek istiyoruz.
Tasavvuf ilmine dair yazılan ve klasik olarak kabul
edilen eserlerde geçen hadislerin sıhhat yönüyle değerlendirildiği doktora
çalışmasında, sayın Dr. Muhittin Uysal, Şa‘rânî’nin cl-Envâr el-Kudsiyye
adlı eserinde, Suyûtî’nin, Hasan Basrî’nin Hz. Ali ile görüştüğünü ve hatta bu
konuda müstakil bir eser yazdığını söylerken175 hala ettiğini,
halbuki Suyûtî’nin tam aksini düşündüğünü söylemektedir.176 Yukarıda
da ifade ettiğimiz gibi Suyûtî bu konuda gerçekten Şa‘rânî’nin dediği gibi
düşünmekte ve bu konuda yazmış olduğu risale de Süleymaniye kütüphanesinde
bulunmaktadır. Nitekim bu risalenin önemli bir kısmım yukarıda nakletmiş
durumdayız.
Tasavvuf terbiyesinde, bazen sûfî hayat tarzına atılan
ilk adımı, bazen de tasavvufî eğitimin nihayetini ifade eden hırka, onu giyen
kimselerin içinde bulunduğu durum dikkate alınarak muhtelif isimlerle
isimlendirilmiştir. Binaenaleyh, bir kimsenin durumu hangi hırkaya uygunsa, ona
o hırka giydirilmiştir. Sûfîler hırkayı bu yönüyle, hem kendi cemaatleri içinde
bir eğitim aracı olarak, yani bu ruhî terbiye sürecinde müridlerin veya genel anlamda
bütün sûfîlerin hiyerarşik yerini ifade etmede, hem de tasavvufî hayata olan
yakınlığı muhabbetten öteye geçmeyen kimselerin bu hayata ünsiyet
kazanmalarında bir araç olarak kullanmışlardır. Nitekim hırkanın bu işlevini,
günümüz vakıf veya derneklerinin sanat, siyaset veya iş hayatında ön plana
çıkan kimselere verdikleri plaketlere benzetebiliriz. Çünkü verilen bu plaket,
onu veren kurum ile verilen şahıs arasında manevî bir bağ kurmaktadır.
Hırka çeşitlerini işlev
yönüyle, üç ana başhk altında ele alabiliriz:
Bunlardan ilki, tasavvufî hayata
atılan ilk adımı ifade eden, sûfîlerce de “irade hırkası olarak isimlendirilen ve sûfî adaylarına,
yani mübtedîlere giydirilen
hırkadır.
İkincisi ise sûfî olmak gibi bir niyeti
olmayan, ama onlara karşı muhabbet duyan kimselere giydirilen hırkadır. Sûfîler
buna “teberrük hırkası ^j*)” demektedir. Yalnız şu var ki, genelde
bereketlenen, hırkayı giyen taraf olarak nitelendirilmekle birlikte, bazen
sûfîlerin bereketlendiği de olmuştur. ,
Üçüncüsü ise tasavvufî terbiyesini
tamamlayan müride, şeyh tarafından giydirilen hırkadır. Sûfîler bu hırkaya
“icazet hırkası (s 5^7’ demektedir.
Bu
j hırkayı giyen mürid, şeyh olabilecek vasıflan haiz olup
bulunduğu yerde şeyhin i naibliğini
yapmakta, şeyh vefat edince şeyhlik postuna oturmaktadır.
Bazı sûfîler bizim yaptığımız hırka tasnifine benzer bir
tasnif yapmışlar, fakat hırkanın asıl itibarı ile tek olduğunu söylemişlerdir.
Onları böyle düşünmeye sevkeden amil, hırkanın “kendisine tutunularak kurtuluşa
ulaşılan bir kulp” olarak tavsif edilmesidir. Tabiî olarak kulp tektir, yalnız
ona tutunanların artışına binaen o da artıyormuş gibi görünmektedir. Nitekim
îbn Reddâd (ö. 821/1418) hırkayı böyle görmekte ve sebebini şöyle beyan
etmektedir:
“Hırka, irade ve tcşebbüh hırkası olmak üzere iki
çeşittir. Bazıları da, “tarif ve teşrif hırkası olmak üzere ikiye ayrılır”
demişlerdir. Biz ise hırkanın hakikati konusunda şunları söyleyebiliriz: Hırka
ona tutunanların elinde birden fazlaymış gibi görünse de aslı itibarı ile
birdir. Çünkü hırka, Allah ile kulları arasında bir vesiledir ve hırkanın
hakikati, tutunanlar için kulpun, sarılanlar için ipin bir tane olduğu gibi
tektir, artmaz. Nasıl ki dostluk ve düşmanlık artmıyorsa hırka da öyledir.
İnsanların hırkayı farklı anlamaları, onun hiç sayılamayacağı anlamına da
gelmez. Hırka, salikler için yol, mürid ve arifler için merdiven, muhakkıklar
için metoddur. Yine hırka ulaştıran yol, (iyi şeyler) kazandıran manadır. Çünkü
hırka, Allah ile kul arasındaki bağlantının sûretidir. Kullar bu manalarda,
onların Hak Teâlâ ile, Hakk’ın da onlarla olan beraberliği nisbetinde farklı
derecelere sahiptirler. Şeyh Allah’ı murad eden kimseler içinde Allah’ın eli,
Allah’a itaat eden kimseler arasında ise Allah’ın simdir.”[170]
Ana başlıklar halinde vermiş olduğumuz hırka çeşitleri
dışında, tasavvuf literatüründe başka hırka isimleri de zikredilmekle birlikte,
bütün bu hırka çeşitleri taşıdıkları anlam yönüyle dönüp dolaşıp yine bu üçüne
varmaktadır. Şimdi bunları daha geniş olarak tetkik edelim.
Bu hırkaya, “tarikat hırkası”, “sohbet hırkası”'78
vc “cevazî hırka” da denmiştir. “İrâde J)” kelimesi, bilindiği gibi “râ-de (JU)”
sülasî mücerredinin, mezid-i rubaisinin “ifâl (tM) babf’ndaki masdandır.
“İrâde” anlam olarak, “isteme ve dilemeyi” ifade etmektedir. Ancak bu isteme ve
dileme, tasavvuf terminolojisinde sıradan bir istemeyi değil; istenilen şeyde
samimi olmayı, bu uğurda fedakârlıkta bulunmayı ve istenilen şeye ulaşmada
kararlılığı da gerektiren bir istemeyi ifade etmektedir. “Mürid (al>*)” kelimesi de “irâde”
masdanndan türemiş bir ism-i faildir. Kelimenin iştikakından yola çıkacak
olursak, irade hırkası, tasavvuf yoluna girmek ve bu yolun gereklerini yerine
getirmekte kararlı olan kimselerin, yani hakkıyla mürid olacak şahısların
giyeceği bir hırkadır. Bu hırkayı giyen kimsenin amacı, Hakk’a ulaşmak ve onun
rızasını kazanmak olmalıdır. Bu amacı gerçekleştirmek için de, müride, elinden
hırka giydiği şeyh tarafından hırka giydirme esnasında günahlara geri
dönmeyeceğine dair söz alınır, tövbe ettirilir, zikir telkini yapılır.
Bu durumu Sâdık Vicdânî şöyle dile getirmektedir:
“Hırka-i tarikat, vusûl ilâllah maksad-ı aksâ’l-ğayesi
behemehâl bir mürşid-i kâmilden mübâya‘a ile ya‘nî inâbe alarak bir tarikata
intisâb ile mümkindir.”[171] [172]
Bu hırka ile artık müridliğe adım atılmıştır. Bu hırkayı
giyen ve müridliğe soyunan kimsenin, artık günlük plan ve programı şeyhi
tarafından belirlenir; bedeni ve ruhu, bu plan muvacehesinde terbiye edilir.
“Terbiye için giyilen hırkada, giyen kimsenin hırka
sahibi şeyhin terbiyesiyle terbiye edilmesi, onun hükmü ve buyruğu altına
girmesi amaçlanır.”[173]
İrade hırkası, gönüllü olarak sûfîliği istemenin, diğer
bir deyişle çileye talip olmanın ismi olduğundan, tabiî olarak bunu giyen
mürid, hırkanın gereklerini de yerine getirecektir. Bu bazen yemeden ve
içmeden, uykudan fedakarlık anlamına gelebileceği gibi, müridin nefsinin itiyad
haline getirdiği şeyleri terketmek de olabilecektir.
“Şeyhlerin müridlerine asıl giydirmek istedikleri hırka,
müridlik hırkasıdır. Müridlik hırkasını, şeyh, babanın oğlunu eğitmesi gibi
müridini eğitmek , için giydirir. Onun, içinde bulunduğu şartlara uygun olarak
yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini, zikrini tanzim eder. Bazen mürid yumuşak ve
güzel elbiseler giymek ister; şeyh ona sert elbiseler giydirir. Bazen de mürid
üzerindeki hırka ile zahidlik taslar; bu kez şeyh ona güzel elbiseler giydirir.
Yani müridin nefsi neyi arzuluyorsa şeyh aksini yaptırarak onu terbiye eder.
Hırkada da durum aynıdır. Mürid hırkaya ülfet edip ondan nefsî hazlar almaya
başlarsa onu çıkarır; başka elbiseler giydirir. Nitekim Hz. Peygambere farklı
insanlara farklı şekillerde; yani öğüt, hikmet ve mücadele ile muamele etmesi[174] emredilmiştir.”[175]
Bazen gerçek bir iradeye sahip olmakla, şeyhe olan
teslimiyet özdeşleştirilmiş, bir mürid şeyhine ne kadar sadıksa, tasavvuf
yolunda o kadar samimi olduğu ifade edilmiştir. Müridlerden talep edilen bu
sadakat, şu cümlelerde kendisini göstermektedir.
“İrade hırkasını sadece gerçek bir iradeye, yüce bir
himmete sahip olan, nefisle mücahedede sabreden, nefsin emirlerinden ve güzel
gördüğü şeylerden uzaklaşarak şeyhin emirlerini ve seçtiklerini yerine
getirenler giyer. Bu hırkayı giyen kimseler, gassalin önündeki meyyit (ölü
yıkayan kimsenin önündeki ceset) gibi olurlar[176]
ve şeyhlerini hiçbir konuda tenkit etmezler. Aksine şeyhlerine teslim olurlar
ve işlerini ona havale ederler.”[177]
“İrade hırkası, irade ehline ve kalplerini talep aşkının
yaktığı, bu ateşin alevleri, içlerinde yanıp tutuşan, şiddetli riyazet ve
mücahedelere göğüs gerebilen kimselere hastır.”[178]
Hırka giyecek kimsede bulunması arzu edilen şartlarda
mübalağa hakim olunca, doğal olarak bu özellikleri taşıyan kimselerin sayısı
azalmış ve bu durum sanki irade hırkasını giyecek hiç kimse kalmamış gibi
görülmüştür.
es-Sekkaf, bu durumu ta’lil ederken, yeryüzünü günah ve
zulüm kapladığı için Allah’ın böyle kimseleri avamın gözünden sakladığını, bu
yüzden irade ehlinin kalmadığının zannedildiğini, halbuki irade ehlinin daima
var olduğunu ifade etmekte[179], o da kendisine göre bir
irade ehli portresi çizmektedir:
“Onların üzerinde Hz. Peygambere uymanın ışıklan
parlamakta, yüzlerinde onun izinden gitmenin nurları ışıldamakta ve
saadetlerinin şümûlü herşeyi kaplamakta, bu saadetin ışıltıları kalplerinden
bedenlerine yayılmaktadır. Onları dururken, hareket ederken gözetlersen, kitap
ve sünnet ölçüsüyle, onlarda, onlardan ve onlarla olan bu nuru ölçersin.”[180]
“İrade hırkasını, riyazetinde ve mücahedesinde doğru
olan, ciddiyet ve gayret ehli kimseler giyer; nur ve fıraset ehli, keşif ve
müşahede erbabı giydirir.”[181]^8
Bütün bu izahlardan da anlaşıldığı gibi, irade hırkası
öylesine giyilen bir elbise değildir. Bu hırkayı giyecek kimse, gerçekten bu
terbiyeyi almaya istekli ve kararlı olmalıdır. Sufiler, bu hırkayı giyen
müridin seyr-i sülûkunda vaki olabilecek bir akamet endişesiyle, hırka giydiği
şeyhten terbiyesini tamamlamadan başka bir şeyhe intisap etmesini hoş
karşılamamışlardır.
Sûfîler bu hırkayı giydirecek kimsede bazı şartlar
aramışlar; ilim ve irfan yönüyle tam olan kimselerin bu hırkayı giydirebileceğini
ifade etmişlerdir. Çünkü bu hırkayı giydiren şeyh, yukarıda da söz konusu
edildiği gibi, hırka giyen müridin terbiyesini de üstlenmektedir.
Buna “hırka-i pir” de denmektedir.
“İcazet (»jM) ”, “izin vermek” anlamına gelmektedir. “İcazet hırkası bir
müride, seyr-i sülûkunu tamamladıktan
sonra şeyhi tarafından giydirilen hırkadır. Bu hırkayla
birlikte mürid, artık şeyh olabilme vasfını kazanmakta, şeyhin olmadığı
zamanlarda şeyhin görevlerini yerine getirebilmektedir.[182]
Nitekim Hoca Ahmed Yesevî (ö. 562/1167)’ye, yanında yirmi
yıl hizmet ettiği Şeyh Muhammed Zeccâc tarafından, 345/951 yılında kelime-i
tevhidi telkin etmek, adap ve erkanı açıklamak, tarikat ayinini yerine getirmek
üzere başına bir kubbe-i elifi taç, sırtına hırka, altına seccade-i post,
kucağına meşin sofra, önüne çırağ-ı rûşen[183]
ve eline yeşil bir alem verildiği rivayet edilektedir.[184]
İcazet hırkası, sahibine önemli yetki ve sorumluluklar
yüklediğinden, giydirelecek kimseyi seçmede, sûfîler oldukça titiz
davranmaktadır.
“Hilâfet kolay ve her ferdin uhdesinden gelebileceği
kadar hafif bir vazife değildir. Çünkü irs ve intikâl ile değil; sa‘y ve kemâl
ile ihrâz olunabilir. Ağır bir vazîfe-i ma‘neviyedir. Ziyâ Paşa merhûm; “Her
taç giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın?” diye
beyhûde söylememiş; böyle bir mısrâ‘ ile büyük bir hakîkata tercümân olmuştur.”[185]
Bu hırka aynı zamanda tarikatlardaki silsile anlamım da
taşımaktadır. Yani şeyhlik, bir anlamda sırttaki bu hırka ile tevsik edilmekte,
terbiye metodunun aslı bu giysi ile belgelenmektedir. Bu sebeple icazet
hırkası, “hilafetnâme” veya “icazetnâme” olarak da isimlendirilmektedir.
“Bir tarîkate intisâb ve zikrullâha
muvâzabat ile kat‘-ı menâzil ederek mertebe-i irşâda vâsıl olanlara,
şeyhlerinden gördüğü irşâd ve terbiye dâiresinde irşâd ve terbiye-i tâlibîne
ruhsat ve me’zûniyeti mutazammın, şeyhi tarafından bir vesîkay-ı mahtûma
verilir ki bunun ehl-i tarikatça ismi, “icâzetnâme-hilâfetnâme”dir. İşte böyle
bir icâzetnâme vermeye “ilbâs-ı hırka” -hırka giydirmek- ve almaya da “lebs-i hırka-hırka
giymek” denilmekte ve merâsim ve ed‘iyâ-i mahsûsa ile taç giydirilmektedir.
İşte hırka- i tarikat budur.”[186] ;
Bu hırkanın giydirilme şekli ve taşıdığı anlam dikkate
alındığında, tarikatlar dönemi ile birlikte ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Yani tasavvuf kurumlaşmaya i
başladığında, sûfîler tarafından bir nevi tedbir
mahiyetinde kullanılmıştır.'Ne var ki bu tedbir, kötü niyetli kimselerin
maksatlarına ulaşmalarına sûfilerinde beyan ettiği üzere yeterli derecede engel
olamamıştır.
“Evâilde böyle icâzetnâme vermek mu'tâd, pek de umûmî bir
i'tiyâd değildi. Erbâb-ı teşeyyühün -şeyhlik taslayanlarm- zuhûr ve tekessürü
üzerine ihdâs ve ta'mîm edilmiştir. Maamâfîh, bu da sûi-isti‘mâle ma'rûz olmuş,
teşeyyühü men‘ edememiştir.”[187]
İcazet hırkası fonksiyon yönüyle günümüz diplomalarına
benzemektedir. Nasıl ki bir eğitimci tahsil ettiği ilimleri belgelemeksizin
eğitim kademelerinde yer alamıyorsa, bir şeyh de seyr-i sülûkunu ikmal ettiğini
belgeleyen icazet hırkasını giymeden müridleri terbiye edememektedir.
“İcazet için giyilen hırka, ehl-i tarikatçe bilinen bir
şeydir. Şeyh bir müridi terbiye edip İlahî futuh ve irşadda ehliyet makamına
ulaşınca, şeyh ona bu hırkayı giydirir. Böylece bu mürid, talebe ve müridleri
terbiye etme iznini almış olur. İcazet hırkası sûfîlerce, “şeyhten halifelik
almak” olarak da isimledirilmekte olup, küçüğe de büyüğe de, şeyhin kendi
eliyle veya mektupla giydirilmesi caizdir. Bütün bunların aslı Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yolunda (sünnetinde) var olup sûfîlerce bilinmektedir.”[188]
İfade edildiği üzere icazet hırkası ile birlikte mürid
şeyh olabilme vasfinı da kazanmaktadır. Fakat şeyhin icazet hırkası
giydirirken, şifahî olarak izin verdiğini beyan etmesinin zorunlu olup
olmadığı, gelenek içerisinde tartışılmıştır. Bir kısım sûfîler buna gerek
görmezken, bir kısmı da bunu zaruri görmüştür.
“Mürid, birçok silsileye sahip veya bir topluluktan hırka
giymiş olan bir şeyhten hırka giyecekse, o şeyhin bütün silsilesini söylemesi
ve bütün silsilelerle hırka giymesi gerekmektedir. Yine bir şeyh müride hırka
giydirirken, müridin başkalarına hırka giydirebilmesi ile ilgili olarak bir
izinden söz etmese dahi, bu mürid başkalarına hırka giydirebilir. Bize ilk
dönem sûfî şeyhlerinden hırka giyme konusunda, salt hırka giyme dışında, izin
ve icazete dair her hangi bir şey ulaşmamıştır. Daha sonra gelen şeyhler ise,
bir müride hırka giydirirken bu müridin başkalarına hırka giydirip
giydiremeyeceğine ilişkin izni de ayrca belirtme yönünde tercih bildirmişler ve
hırka giydirmede hedeflenen amaca uygun olarak hırka giymeyi kısımlara
ayırmışlardır.”[189]
Muhammed b. Abdullah el-Mekkî’nin, Bidâyetu’l-Hallâk
adlı eserinde, izin ve icazetin Allah tarafından verildiğini, bir müridin irşad
etme yetkinliğini, kazandıktan sonra şeyhinden ayrıca izin almasının şart
olmadığım, ama bu izin gerçekleşirse daha güzel olacağını söylediği Tibyânu
’l-Vesâil’de haber verilmekte, el-Mekkî’nin bu görüşüne, “İnsanlar arasında
anlayış yönüyle kendisinden daha üstün kimselere bilgi aktaran niceleri
vardır.”’[190] hadisini delil getirdiği
belirtilmektedir.[191]
İcazet hırkası hususunda son söyleyeceğimiz şey, İslam
topraklarındaki yaygınlık durumu ile ilgili olacaktır. Araştırmacılar, tarihî
seyir içinde, hırkanın batı İslam toplumlannda pek yaygın olmadığını veya “kep
giyme” gibi seremonik bir anlam taşıdığını, doğuda ise hem şekil hem de anlam
yönüyle daha yaygın olduğunu söylemektedir. Spencer Trimingham, konuyla ilgili
olarak şöyle bir açıklama getirmektedir:
“Bir tarikatın gereklerini yerine getirmeye dair bir
alamet olarak giyilen hırka-i irade, doğuda yaygın olmakla birlikte, Mağrib’de
yaygın değildir. Arap dünyasında da Avrupa’daki “kep giyme” gibi bir
formaliteden ibarettir. Bu yüzden hırka giyme geleneği (Arap dünyasında ve
Mağrib’de) kaybolmuş; sadece serpuş kalmıştır. Bu sebepledir ki, zikredilen iki
bölgede, hırka giymek hususî anlamını yitirmiştir.”[192]
Biz Trimingham’ın Araplarla ilgili tespitine
katılmıyoruz. Çünkü bizim kullandığımız kaynakların çoğu Arapça, müellifleri de
Araptır. Onlar da tabiî olarak kendi toplumlanndaki uygulamaları ve gelenekleri
bu eserlerinin telifinde kullanmışlardır. Fakat adı geçen araştırmacının, batı
İslam topraklan hakkındaki görüşü doğru olabilir. İbn Arabi’nin, aslen
Endülüslü olması itiban ile, kendisine Hızır (a.s.) hırka giydirmeden önce,
hırkanın aslının olmadığını söylemesi[193],
Trimingham’ın bu görüşüne delil olabilir.
Arapça “hayır ve bereket elde etmek” anlamlanna gelen
teberrük” kelimesi, hırkaya muzaf olunca, “hayır ve bereket elde etmek için
giyilen hırka” anlamına gelmektedir. Buna, “teşebbüh hırkas”ı veya “mecazî
hırka” ismi de verilmektedir. Teşebbüh hırkasında, terbiye ve ehliyet yönünden
yeterlilik aranmamaktadır.[194] Aslında bütün hırkalar
teberrük maksadıyla giyilmektedir. Tabiî teberrükle burada kasdettiğimiz, selef
sûfîlerinin hatırasını yaşatmaktır.
Istılah olarak bu hırka çeşidi, müridlere benzemek ve
onlar gibi olmak isteyenlere veya sûfîlere karşı muhabbet besleyen, onlarla
gönül bağı olan kimselere giydirilen hırkadır. Bu hırkayla ilgili olarak, sûfîler,
“Bir topluma benzemek isteyen onlardan kabul edilir”[195]
hadisini delil getirmektedir. Teberrük hırkasını giyen kimseden, müridlik
hırkasını giyen kimselerden yapılması istenilen şeyler istenmemekle
birlikte, şeriata sıkı sıkıya bağlanması öğütlenmekte,
halinde güzellik öldüğü takdirde, müridlik hırkasını giyme mertebesine
ulaşacağı ifade edilmektedir.[196] Bu yönüyle teberrük hırkası,
“sûfî adaylarını imtihan etme zarfında giydirilen hırka”1 anlamına
da gelmektedir.
Hırka-i teberrük, yukarıda anlatıldığı gibi tasavvufî
hayat tarzına sadece muhabbet mesafesinde duran kimselere giydirildiği gibi,
daha önceleri başka bir şeyhin terbiyesinden geçmiş ve seyr-i sülûkunu
tamamlamış kimselere de giydirilebilmektedir. Yalnız bunun şartları vardır:
“Turuk-ı adîdeye intisâb, şurût-ı vusûla tâbirdir.
İbtidâen birisine intisâb, çalışarak hilâfet ihraz ve iktisâb ettikten sonra,
bu intisaba sâdık ve merbût kalmak şartıyla, diğer bir tarikata daha
girilebilir. İki veya üç tarikata birden intisâb ile hepsinden fuyûzât almak isteyenler
seyr-i sülûkta yarı yola bile yaramamışlar; mücâhede-i nefsiyede apışıp
kalmışlardır.”[197]
Bu hırkayı giyen kimse, hırka giydiği şeyhin veya o
şeyhin pirinin feyzinden istifade etse bile icazet hırkasında olduğu gibi hırka
giydiği tarikatın adap ve erkanını icra etme selahiyetinde değildir. Bu hırka,
bir nevi dostluk bağıdır.
“Bir mürşidden hırka-i tarikat giyerek ihrâz-ı hilâfet
etmiş bir müntesib-i tarikat, diğer tarikata mensup bir şeyh-i kâmile tesâdüf
ve musâhabetle müstefîd ve müstefîz olursa, ona da nisbet ve merbûtiye-i
ma‘neviye peydâ etmiş sayılır. Buna da “hırka-i teberrük” denilir Hırka-i
teberrük, hırka-i tarikatın bahşettiği salâhiyet-i irşâdı vermediğinden, böyle
hırka-i teberrük giyenler, giydirenlerin hulefâ-i ma'neviyesinden addolunurlarsa
da, o mürşidin tarikatını neşr edemezler.”[198]
Yalnız bu durumun aksinin vaki olduğu da haber
verilmektedir.
“Müte‘addid tarikata intisâb ile hepsinde ihrâz-ı
mertebe-i hilâfet ederek hırka-i tarikat giyip, o tarîkatlerin hepsini neşr
edenler de pek çok görülmüş, el-yevm bu sûreti tcmsîl ve taklîd edenler de
mevcûd bulunmuştur.”[199]
Teberrük hırkası rüyada bir büyük tarafından da
giydirilebilmektedir.[200] el- Beytimânî (ö. 1173/1759),
rüyasında hırka giyme ile ilgili olarak bir Halvetiye şeyhi ile aralarında
geçen şu olayı anlatmaktadır:
“Rüyamda, kendimi yalçın kayalıkları olan, büyük ve
yüksek bir dağa tırmanırken gördüm. Bu dağa, “Cebelu’l-ma'ârif ve’l-îkân
(marifet ve yakîne erme dağı)” denirdi. Dağın tepesine ulaşınca, Şeyh Yûsufun
da dağın öteki yanından tırmandığını gördüm. Birbirimizi gördük ve selâmlaştık.
Dağın tepesinde, “Mak‘adu’s- sıdk (doğruluk koltuğu) denilen yerde buluştuk ve
sohbet ettik. Sırrım sırrıyla kucaklaştı; sanki tek bir can olmuştuk. Ben ona,
“Sen benim şeyhimsin” dedim; o da bana, “Sen de benim şeyhimsin” diye karşılık
verdi. Sonra ona, “Senin hürmet himayen altına girmek istiyorum” dedim; o da,
“Evet ama, ben de senin hürmet himayen altına girmek istiyorum” diye cevap
verdi. Ben de ona, “Pekala” dedim. Bu sırada o, Halvetiye postuna oturuyordu;
ben de Kâdiriye postuna oturuyordum. Aramızdaki muhabbet bağı, Şeyh Abdulganî
(k.s.)’yc dayanıyordu. Şeyh Abdulganî’nin kamil bir muhabbeti vardı. Bu
buluşmanın asıl sebebi de bu sevgi bağı idi. Şeyh Yûsuf, elimden Kâdiriye
tarikatının ahdini aldı ve başımdaki hırkamı giydi. Sonra onun kalbinin üzerine
sağ ayağımla bastım, ta ki ayağım kalbinin siyahına ulaştı. Ben onun şeyhi
oldum; o da benim müridim oldu. Sonra ben onun elinden Halvetiye tarikatının
ahdini aldım, o da aynı şekilde sağ ayağıyla kalbime bastı, ta ki ayağı
kalbimin siyahına ulaştı. O benim şeyhim oldu; ben de onun müridi oldum ve onun
başındaki hırkasını aldım, giydim. O bana “şeyhim!” diye; ben de ona “şeyhim!”
diye sesleniyordum. Bu sırada, orada mukarrebun olan ehlullahtan kimseler de
hazır bulunuyordu.”207 [201]
Teberrük hırkasını daimî olarak giymek gibi bir
zorunluluk yoktur. Hatta ı
sûfîlerin giyinişlerine benzemeksizin bir an için bile
giyilebilir. Nitekim sultanlar, vezirler, emirler, fakihler, tüccarlar ve diğer
insanların giymiş olduğu hırka, teberrük hırkasıdır.[202]
Timur’un Irak’ı zapt edince Vâsıt’a giderek Seyyid Ahmed er-Rıfâî (ö.
578/1183)’nin makamını ziyaret etmesi akabinde, sûfîlerin ona dua etmesi ve
hırka giydirmelerini buna örnek verebiliriz.[203]
Bu hırkayı giyecek kimsede müsamahakâr davranıldığı gibi,
giydirecek kimselerde de müsamahakâr davranılmıştır. Nitekim bu hırkanın şeyh
tarafından giydirebileceği gibi, şeyhin naibleri tarafından da
giydirilebileceği ifade edilmiştir.[204]
Sûfîler teberrük hırkasını giymek isteyenlerin geri
çevrilmemesini istemişlerdir.
“Sûfîleri seven, onlar hakkında hüsn-i zan besleyen, bu
yola ve yolcularına kalpten bağlanan, hakikat erbabına teslim olan, onlara
inanarak tasdik eden bir kimse teberrük hırkası giymeyi dilerse, sûfîler bu
kimseye teberrük hırkasını giydirmeli; bu kimseye hırka giydirmemezlik
etmemeli, onu tahkime tâbi tutmalı, onunla düşüp kalkmaktan çekinmemeliler.
Sûfîler bu kimseden, eksik, günahkâr diye uzak durmamalı, aksine onun bu
hastalıklarını tedavi etmeli, ona karşı yumuşak ve hoşgörülü davranarak ona
hırka giymeyi sevdirmekler.”[205]
Sonuç olarak sûfîler, teberrük hırkasını, sûfî olmayan,
ancak onların güzel ahlak ve muamelelerinden etkilenen, bu sebeple de onlara
karşı muhabbet besleyen kimselere giydirmişlerdir. Çünkü salih insanların
elbisesini giymekle, onların bereketlerinden istifade etme amacı güdülmektedir.
Nitekim arif bir sûfî, “Sûfîler gibi olamazsanız bile onlara benzemeye
çalışınız; kuşkusuz iyilere benzemek kurtuluştur” demiştir.[206].
Yukarıda izahını yapageldiğimiz üç hırka dışında,
“teşrif, te’hil ve tekmil” hırkalarından da söz edilmekte[207],
fakat bu hırkalardan teşrif hırkası, teberrük hırkasına; te’hil hırkası icazet
hırkasına; tekmil hırkası da irade hırkasına benzemektedir.
D-NİSBET EDİLEN ASHABIN İSMİNE GÖRE HIRKALAR
Bir diğer hırka tasnifi de ulaştığı sahabî ismine nisbet
edilerek yapılan hırka tasnifidir. Ne var ki, biz bu tasnife temel kaynaklarda
rastlayamadık. Bu yüzden tasnifte adı geçen isimleri zikretmekle yetiniyoruz.
Hırkay-ı Ali: Hz. Peygamberin
damadı, dördüncü halife Aliyyü’l-Murtaza’ya nisbet edilen tarikatlardaki
hırkadır. Hırka-i Ali beş vecihle maruftur:
Hasan b. Ali,
2-Hüseyin b. Ali, 3-Kümeyl b. Ziyâd, 4-Üveys el-Karenî, 5-Hasan Basrî.[208] '
Hırka-i Ebî
Saîd el-Hudrî: Ebû Saîd el-Hudrî’ye nisbet edilen tarikatlardaki hırkadır. Bu
hırkaya “hırka-i Fârûk” da dahildir.[209]
Hırka-i Enes:
Enes b. Mâlik’e nisbet edilen tarikatlardaki hırkadır. İki vecihle maruftur:
I -İbn Sirîn vasıtasıyla,
2-Hasan Basrî vasıtasıyladır.[210]
Halife Ömer
el-Fârûk’a nisbet edilen tarikatlardaki hırkadır. Üç vecihle maruftur:
Üveys
el-Karenî, 2-Ebû Müslim el-Havlânî, 3-Ebû Saîd el-Hudrî.[211]
Hz. Osman’a nisbet edilen tarikatlarda giyilen hırkadır.[212]
Hırka-i Huzeyfe: Hz. Huzeyfe’ye nisbet edilen tarikatlarda giyilen hırkadır.[213]
Hırka-i Selmân: Selmân Fârisî’ye nisbet edilen tarikatlarda giyilen
hırkadır.[214]
Hırka-i Sıddîk: Hz. Ebûbekir’e nisbet edilen tarikatlarda
giyilen hırkadır.
Üç vecihle maruftur:
1-Süleyman el-Hayr,
2-Ebûbekir el-Ehvazî, 3-Habîb el-Kuraşî.[215]
HIRKA GİYMEKTEKİ AMAÇ, A D AB VE GİYDİRİLİŞ ŞEKLİ
ı
A-İLK KEZ KİM TARAFINDAN GİYDİRİLDİĞİ
Hırkanın ilk defa hangi sûfî tarafından
giydirildiğini tam olarak tespit etmek bizim için mümkün olmadı. Burada
“giydirildiği” diyoruz; çünkü, hırkanın asıl anlamını kazanmasının, giyilmesinin
akabinde giydirilmesiyle gerçekleştiğini sanıyoruz. Bununla, arif bir sûfînin,
bir müptedîye, hal olarak tasavvufî müktesabatı elde etmesine vesile olması
veya bu süreci hızlandırması için hırka giydirmesini kasdetmekteyiz. Yukarıda
söylediğimiz gibi bu geleneğin kiminle birlikte başladığını tespit etmek bizim
için mümkün görünmese de, Şakîk el-Belhî (ö. 153/770)’nin, Hâtim el-Asamm (ö.
273/85 l)’a hırka giydirdiği, Şiblî (ö. 334/945) ve İbn Hafif (ö. 328/939)’in
müridlerine hırka giydirdikleri rivayet edilmektedir.[216]
Konuyla ilgili olarak, İbn Arabî (ö.
638/1241)’nin şu sözleri bize ışık tutmaktadır:
“Bu iki elbiseyi[217]
birleştirmek, Şiblî (v.334/945) ve İbn Hafif (y.328/939)’in zamanında, bu yola
(hırka giymeye) “Haydi gelin!” demelerinden itibaren ortaya çıkmıştır. Biz de
onların yolundan yürüdük ve hem zâhir hem de bâtın olarak hırka giymek şeksiz
şüphesiz gerçekleşsin diye birçok şeyh ve mürşidin elinden, sohbetlerinde
bulunup edepleriyle edeplendikten sonra hırka giydik.”[218]
Yamalı elbise giyme daha sonraları da giydirme
geleneğinin tasavvuf dönemiyle yaygınlaştığı kanaatiyle birlikte, bu geleneğin
ilk örneklerinin, daha önceki dönemlerde var olduğu da bir vakıadır. Nitekim
bir hadiste, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Âişe (r.a.)
annemize “Bir elbiseyi (iyice eskiyip) yamayana kadar çıkarıp atma.”[219] buyurmuştur. Yine Ömer
İbnü’l-Hattâb (r.a)’m elbisesinde yamaların olduğu, Üveys el-Karenî (r.a.)’nin
çöplüklerden bez parçalan toplayıp sonra onları Fırat nehrinde yıkayarak elbise
yapıp giydiği rivayet edilmektedir.[220]
Bu tür rivayetler yamalı elbise giymede sûfîlerin ilk olmadığını, hatta onların
bu işi selef-i salihîne benzemek için yaptıkları iddialarını güçlendirmektedir.
Bu tür hadis ve rivayetler, hırka giymenin faziletlerine dair sûfîlerin ileri
sürdüğü deliller bölümünde ele alındığı için tekrar etmiyoruz..
Hırkanın rengiyle ilgili olarak sûfîler arasında birlik
olmamakla birlikte, şekil ve model yönüyle tarikatların hırka şekillerinin
birbirine benzer olduğu söylenebilir.
Tomar-ı Turuk’la. farklı hırka çeşitlerinin
varlığından bahsedilmekte, yalnız bu farklılıkların eserin yazıldığı dönem
itibarı ile artık ortadan kalktığı belirtilmektedir.[221]
Renk yönündeki farklılıklarla ilgili olarak bazı sûfîler,
hırkanın; mavi renkte olmasını tercih etmişlerdir. Bunun sebebi de birkaç
maddede sıralanmıştır; ,
Sûfîlerin hayat
tarzı, yolculuk ve gezginlik üzere kurulu olduğu için elbiseleri çok kirlenir.
Mavi de beyaza göre kiri daha az belli eder.
Mavi üzüntü ve
sıkıntı rengidir. Dünya sıkıntı ve afetler ülkesi olması münasebetiyle sûfîler
mavi giyerler.
Bir gurup sûfî
kendilerinde gördükleri “fırsatları kaçırma” sebebiyle mavi giymişlerdir [222]
Bazı sûfîler de hırkanın renginin siyah olmasını tercih
etmişlerdir. “Çünkü siyah, renksiz olup seyr-i sülûkta makamların sonuna
ulaşmayı ve koca derya olan gaybın sınırında durmayı simgeler.”[223]
i
Hem Hucvîrî’nin hem de el-Beytimânî’nin koyu renkleri
tercih etmeleri, Hucvîrî’nin de belirttiği gibi, sûfîlerin hayat tarzıyla
doğrudan ilişkilidir, Çünkü açık renkteki elbiseler daha çabuk kirlendiği için
sık yıkanması gerekecektir. Oysa hergün başka bir yerde akşamlayıp sabahlayan
insanların, haliyle böyle bir imkanı olmayacaktır.
Kıhk-kıyafet konusunda daha titiz bir tavır sergileyen
Mevlevîlerin hırkası şu şekilde tarif edilmektedir:
“Mevlevîler, elifî denen, ağı pantolon ağından biraz
geniş şalvar, yakası bir parmak enliliğinde ve sol taraftan iliklenen bele veya
belden biraz aşağıya kadar inen dar kollu ince gömlek, bu gömlek üstüne kolsuz,
yakasız, fakat omuzlara gelen yerlerinde, omuz başlarını örtecek şekilde ve
gittikçe ensizleşen müdevverce bir istitale bulunan ve bele kadar inen önü açık
yelek (Haydarî, Haydariyye) ve hepsinin üstüne de yakasız ve enseden göğse
kadar yanlarda, ekseriyetle On İki İmam’a işaret olarak yahut Mevlevîlerce
kutlu sayı olan on sekiz makine dikişi bulunan ve hırka denen topuklara kadar
uzun, belsiz bir düz pardesü giyerlerdi. Hırkanın yakasındaki makine dikişleri
arkada şu şekli alırdı: _0_. Bu, dışarı kıyafetiydi ve bu kıyafette, öbür
tarikatlara nazaran, sikkeden ve hırkanın dikişlerinin sayısından ve arkadaki
şekilden başka bir hususiyet yoktu.”[224]
Gölpınarh’nın da ifade ettiği gibi hırkanın şekli
konusunda tarikatlar arasında önemli bir farklılık yoktur. Zaten sûfîlerin
hırka ile ilgili olarak yazmış oldukları risalelerde, şekle dair teferruat,
hatta basit bilgiler dahi verilmemiştir. Bizim bu bilgilere ulaşmamız, sonraki
dönemlerde yazılan eserler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bununla birlikte
hırkaya düğme dikilmesinin hoş görülmemesi, renginin siyah veya mavi olmasında
bazı derunî anlamların bulunduğuna işaret edilmesi dikkatimizi çeken
noktalardır.
“Mevlevîlerde iç ve dış elbiselerin hiçbirinde ilik ve
düğme olmaz, kapanacak yerlerde aynı kumaştan yapılan karşılıklı ipe benzer
kısımlar, birbirine bağlanırdı.”[225]
Düğme dikilmemesinin sebebi bazı eserlerde şöyle ta’lil
edilmektedir:
“Bu hırkanın yuvarlak kısmına ister süs olsun diye ister
başka bir amaçla düğme dikmek yakışık almaz. Çünkü hırkadaki dört yönü
simgeleyen “daT’lar, Allah’ın isimleridir; hiçbir şey Allah’ın isimlerinin
üzerine çıkamaz.[226]
Gölpınarlı, hırkayı, şu cümlelerinde daha geniş tasvir
etmektedir.
“Tören hırkası anlamına gelen, “resim hırkası” da denen
bu üst giyim, kollan yetmiş santimetre genişlikte ve bir metreyi geçen
uzunlukta, önü açık ve yakasız, gayet geniş, belsiz ve ayaklara kadar uzanan
bir kostümdü. Yakada, yine _0_ şeklinde bükülen koyu yeşil ve bir parmak, yahut
daha dar enlilikte uzun bir şerit yakalann yanından aşağıya, eteğe kadar iner
ve eteği boydan boya kaplar ki buna “istiva” denirdi.”[227]
Sûfîlerin giymiş olduğu bu elbise hakkında yapılan
tanımlardan ve resimlerden hareketle, şeklinin şöyle olduğunu söyleyebiliriz:
Üst elbisesi olarak giyilen, geniş, önü açık, kollan
uzun, yakasiz, bazen dize bazen de ayaklara kadar uzanan, günümüz pardesüsüne
benzeyen bir giysi.[228] [229]
Hırka denince, umumiyetle yukanda tarifleri verilen üst
elbisesi
i kastedilmektedir.
Bununla birlikte bazı eserlerde, yine törenle giyilen ve tasavvuf terbiyesinde
bir anlamı bulunan serpuşa da hırka denmektedir.
Sûfîlerin hırka giyme ve giydirmede, bazen kendileri,
bazen de yaşadıkları toplumla ilgili amaçlan olmuştur. Bunlan şöylece
sıralayabiliriz:
Bu konuda ilk
olarak söylenmesi gerekenin, sûfîlerin, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in ve diğer peygamberlerin hırka giydiğine inanmaları, yani bu
geleneğin, Hz. Peygamber ve diğer peygamberlerden tevarüs edildiğine inanmaları
olduğunu düşünüyoruz. Çalışmamızın, “hırka giymenin delilleri” bölümünde
naklettiğimiz gibi, tasavvufî eserlerde buna dair pek çok hadis ve rivayet
mevcuttur.
Sûfîler, bu hadislerle birlikte, kavâid-i külliyeden yola
çıkarak hırka giymenin sünnet olduğunu veya genel dinî emirler içinde
değerlendirilmesi gerektiğini savunmuşlardır.[230]
Aslında genel olarak bütün sûfîler, hırka giyme ile
ilgili olarak Kur’ân ve sünnetten en azından delaleti kat’î bir delilin
olmadığının farkındadır.[231] Ama yine de hırka giymekle
ilgili olarak, kendilerine delil bulma çabasından vazgeçmemekte ve nihaî olarak
bunu istihsan çerçevesinde değerlendirmektedirler.
ı
Sûfîler, hırkayı
halk onları bilsin ve tanısın, bu şekilde de yaptıkları herşey halk tarafından
kontrol edilsin diye giymişlerdir. Yani toplum içinde yapılması uygun olmayan
bir şey yaptıklarında, insanlar, onları üzerlerindeki bu hırkayla tanıyacaklar
ve yapmış oldukları bu yanlış davranış sebebiyle onları kınayacaklardır.
Böylece onlar da kendilerine daha bir dikkat göstereceklerdir. Hucvîrî bu
maksadı şöyle ifade etmektedir:
“Bu yolun büyükleri, hırka ile süslenmeyi ve bezenmeyi
müridlerine emretmişler, kendileri de aynı şeyi yapmışlardır. Maksatları halk
arasında bir alamet sahibi olmak ve bu alamete göre halkın kendilerini
denetlemelerini temin etmektir. Şayet (Allah’a ve dine) muhalefet yolunda bir
adım atacak olurlarsa, derhal halk dillerini üzerlerine salıvererek onları
kınarlar. Bu kıyafet içindeyken, günah olan bir şey yapmak islediklerinde, halk
önünde mahcup olmamak için bunu yapmazlar.”[232]
Müridin iyi
halli, örnek bir insan olmasına ve ahlaken kemâle ermesine bir sembol
oluşturmak.[233]
Sûfîler, hırkanın müridi düzelten, onu iyiliğe yönelten
bir güce sahip olduğuna inanmaktadır. “Sühreverdî’nin Avârifü'l-Maârifiç,
hırka giymek hakkında; “Hırka giymek sohbete (sûfîlerle olan birlikteliğe) dahil
olmanın eşiğidir (ilk adımıdır). Hırka giymekteki bütün amaç sohbettir.
Sohbetle bir kimse için bütün hayrın gerçekleşmesi umulur.” dediği gibi
sûfîlerin hırka giymekten amaçladıkları , şu olduklar) zannedilmektedir:
Sûfîler, müridlerin sûfî ahlakıyla ahlaklanmalan ve sûfî adabıyla adaplanmaları
amacını gerçekleştirmekte, hırka giymeyi kendi zamanlarında müridler için en
faydalı yol olarak görmüşlerdir. Amaca ulaşmada vesile olan herşey dolayısıyla
arzu edilir. Bu vesile, her ne kadar Hz. Peygamberden özel olarak bize ulaşmasa
da kendisiyle hayrın hasıl olması yönüyle yine Hz. Peygamberin, “Kim güzel bir
uygulamaya öncülük ederse...”[234] hadisinin şümûlüne girer.
Çünkü bu yeşile, sonradan ortaya çıkmış olsa ve fiilî sünnet yönüyle onay
görmüş olmasa bile, kavlî sünnetle takrir edilmiştir; onun aksi ve onu reddeden
bir rivayet bulunmamaktadır. Bu vesile ile bir sıkıntı doğmamaktadır. Bu
vesilenin güzel bir şey olduğuna, yine Hz. Peygamberin “Ameller niyetlere
göredir. Herkes için neye niyet ettiyse o vardır”[235]
hadisi işaret etmektedir.”[236]
Müridin şeyhine
olan bağlılık duygusunu perçinlemek ve onu sûfî cemaati içindeki rolüne
hazırlamak. Mevlevîlerde bu iş için dedeler görevlendirilmektedir.[237]
Sûfîler hırkanın bu yönünü şöyle ifade etmişlerdir:
“Sohbetin ve yakınlık bağının
sağlamlaşması, bir daha eskiye dönmemek üzere yapılan tövbenin gerçekleşmesi,
günah ve isyan elbiselerinin çıkarılması, arzu edilen temizliğin bütünüyle
hasıl olması ve nefsin kötü özelliklerinden kurtülduktan sonra güzel ahlak
elbisesi ile muttasıf olması için hırka giyme ve giydirmeye özen
gösterilmelidir.” .
Sûfîler bir müridin, hırka giydiği şeyhi dışında her ne
sebeple olursa olsun başka bir şeyhten hırka giymesini hoş karşılamamışlar;
böyle yapan müridin amacına ulaşamayacağını ifade etmişlerdir.
“Bu hırka, müridin seyr-i sülük kardeşliği olan kimseler
dışındaki insanlara karışmasını ve kendi şeyhi dışında makamı yüce de olsa
başka bir şeyhe tâbi olmasını engeller. Çünkü müridi terbiye eden şeyh,
kendisine tâbi olunmaya en hakdar kimsedir. Müridin kendi şeyhinden başka bir
şeyhe tâbi olması, bu muhtasar kitap dışında, diğer kitaplarda yazıldığı ve
muteber büyük şeyhler yanında ittifak edildiği üzere, caiz değildir.”[238] [239]
I
Fakat İbn Arabî böyle bir şartın asılsız olduğunu ifade
etmektedir. Sanırız İbn Arabî bu şartın, teberrük hırkasında ileri
sürülemeyeceğini kasdetmektedir,[240]
Şeyhin, müridinde görmüş olduğu
amelî veya ahlakî bir eksikliği gidermek için hırka giydirmesi. İbn Arabî bu
amacı şöyle açıklamaktadır:
“Bizim, terbiye gören müridlerin hırka
giymeleri konusundaki görüşümüz, bugünkü hırka giyme uygulamasından farklıdır.
Çünkü bizim anlayışımıza göre hırka giyme işinde, şeyh hırka giydirmek istediği
müride bakan bir alet gibidir. Müridde eksik olan (ve şeyhte kamil anlamda
bulunan ) hangi hal vardır? Bu hale sahip olan şeyh hani nerede var ki, mürid
bu hali kendi şahsında gerçekleştirsin; böylece (bu hal) şeyhin üzerinde
giydiği elbiseden müride geçsin. 1
Şeyh, bu elbiseyi (hırkayı) işte bu hal içindeyken
çıkarır ve müride giydirir. Bu hal, müridin organlarında şarabın vücutta
yayılması gibi yayılır ve onu çepeçevre kuşatır. Böylece bu hal müridde de tam
olarak gerçekleşmiş olur. Qysa bu durum günümüzde pek azdır.”[241]
Sûfîlerin,
yaşamış oldukları dönemin devlet erkanına, aralarında ünsiyet peyda etmek için
hırka giydirdikleri de vakidir. Buna örnek olarak Timur’un Irak’ı zapt edince
Vâsıt’a giderek Seyyid Ahmed er-Rıfaî (ö. 578/1183)’nin makamım ziyaret
etmesini, sûfîlerin de ona dua ederek hırka giydirmelerini zikredebiliriz.[242] Aynı amaçla ilim ehline de
hırka giydirilebileceği sûfîlerce ifade edilmiştir.[243]
Sûfîler bu
sayılanlar dışında, hırkanın sahip olduğu faydalara ulaşmak için de hırka
giymiş ve giydirmişlerdir.
“Hırkanın salike bir diğer faydası da, salik onu giyerek
nefsin 'aldatmasından, şeytanın vesvesesinden, hevâya uymaktan korunur.”[244]
“Yine hırkanın bir faydası, onu giyen kimsenin, ibadeti,
esmay-ı hüsnayı ve marifetullahı aracı
kılarak Allah’ı zikreden kimseler gurubundan olduğuna işaret etmesidir.
Böylelikle onların elinde kerametler zâhir olmuştur. Çünkü şûfîler, Allah’ın
ahlakıyla ahlaklanmışlar; takvaya sarılmışlardır. Bu tür kerametler, her ne
kadar takva ve zâhir ilimlerde ileri gitseler de, onların dışındaki kimselerin
elinde ortaya çıkmaz.
Hırkanın bir diğer faydası, onu giyen kimseye, onda
bulunan dört yönün, dört esasa; şeriat, tarikat, hakikat ve marifete sarılmayı
işaret etmesidir.”[245]
Tasavvuf terbiyesinde, özellikle de tarikatların ortaya
çıkmasıyla birlikte, hırka giyerek tasavvufî hayata girecek kimseden bazı adap
ve erkanı yerine getirmesi istenmiştir. Bu adap ve erkan, her müslümanın
yapmakla yükümlü olduğu vecibelerden çok farklı değildir. Fakat tasavvufun,
“câdde-i kübrâ” olarak tavsif edilen ve herkesin yürüdüğü anayoldan bazı
hususiyetlerine binaen farklılık arz ettiği de bir gerçektir.
Sûfîlerin hırka ile ilgili olarak üzerinde en çok
durdukları adabın, elinden hırka giyilen arif şeyhe karşı tam bir teslimiyet
olduğunu söyleyebiliriz. Tarikatların henüz sistemli bir hal almadığı
zamanlarda ise, sûfîler hırkayla ilgili olarak, onu giyen kimsenin, giydiği
hırka ile insanların mallarını yemesini şiddetle tenkit etmiştir.
Şimdi, sûfîlerin hırka giyen müridden uymasını
istedikleri adabı maddeler halinde sıralayalım.
Mürid hırka
giydiği şeyhe teslim olmalı, onun sözünden dışarı çıkmamalıdır. Sûfîler bu
şartı çalışmamızın “hırkanın anlamı” bölümünde de zikrettiğimiz gibi, müridin
seyr-i sülûkunu güvenli bir şekilde tamamlayabilmesi için ileri sürmüşlerdir.
Şeyh, hem ilim hem de irfan yönüyle müridden daha kamil olduğu için, müridin
yapması gereken, şeyhine tâbi olmaktır.
Bir şeyhe intisap eden mürid, sûfîlerce bir mezhebi
taklit eden kimseye benzetilmekte ve mukallidin, zahiri tâbi olduğu mezhebin
görüşüne muhâlif bir hadis gördüğünde, mezhebinin içtihadını bırakarak bu
hadisle amel edemeyeceği söylenmektedir.[246]
Çünkü bu mukallid, içtihad için gerekli İlmî donanıma! sahip değildir. Müridin
bu mukallid gibi, şeriatın zâhir ve bâtın yönlerini bilen bir şeyhe tâbi olması
gerekmektedir.[247]
Bununla birlikte, zâhiri, kitap ve sünnete uymayan,
icmâya muhalefet eden ve şeriata tâbi olma yolundan ayrılan bir kimseye,
burhanları açık olsa, kerametleri herkes tarafından bilinse de uymanın caiz
olmayacağı [248] ve yine cahil kimselere,
irşad için tâbi olmanın doğru olmadığı belirtilmektedir.[249]
Mürid üzerindeki
hırka ile makam ve mevki peşinde koşmamalı, başkalarının sırtından yiyip içmeyi
düşünmemelidir.[250]
Mürid, zikir
telkini ve ahit alma sırasında, şeyhinin ona verdiği sırlan muhafaza etmelidir.
Sûfîler bununla ilgili olarak Taberânî’de geçen zikir telkini hadisinde, Hz.
Peygamberin “Aranızda yabancı biri var mı?” diye sormasını ve kapının
kapatılmasını emretmesini delil getirirler.[251]
Hırka giyen
mürid, ilim öğrenmeli ve öğrendiği ile amel etmelidir'[252]
Mürid her yaptığı işte, kitap ve sünnet ölçüsüne uymalı,
şeriatın yol ve çizgisinde yürümelidir. Yine her halükârda Allah’ı hatırında
tutmalı, nimetlere şükretmeli, sıkıntıları hoşnutlukla karşılamak, onun
emirlerine uyabilme güzelliğinden dolayı hamd ve şükretmeli, günah ve isyandan
tövbe etmeli, bütün işlerini ona havale etmeli ve ona güvenmelidir.[253] [254]
Mürid irade hırkası giydiği
şeyhin terbiyesinde seyr-i sülûkunu tamamlamadan, başka bir şeyhe tâbi
olmamalıdır. Sûfîler böyle .yapanları hoş karşılamamışlar, bu yolda gidenlerin
amaçlarına ulaşamayacaklarını ifade etmişlerdir.
Sûfîler, şeyhini lerkederek başka bir şeyhe mürid olan
kimselerin, bu fiilini şöyle ta’lil etmektedir.
a-Tyi niyet ve kalp temizliği olmaksızın makam ve
mevkiden bir pay kapmak. Bu kimsenin amacı, makam ve mevki sahibi olmak,
insanların teveccühünü kazanmaktır. Bu da şöyle olur: Bu kimse bir şeyhe
tâbidir, insanlar yanında, kendisinin tâbi olduğu şeyhten daha itibarlı bir
şeyh görünce onun yanına gider ve kendi kendine der ki; “Bu şeyhin toplumdan
gördüğü itibar daha fazla olduğu için hem makam ve mevki hem de (dünyalık)
menfaat yönüyle kazancım daha fazla olacaktır.”[255]
b-Bu şahıs, akıl ve dindarlık yönünden zayıftır; her
canının istediğini yapmaktadır. Nitekim sîreti güzel, konuşması belağatli bir
şeyh onu çağırsa hemen gider ve ona tâbi olur.[256]
c-Bu mürid, güzel bir kokuya hasret kalmış, Hakk’ın
tecelliyatını bir an önce görmek isteyen ve kendisinden hemen kerametlerin
zâhir olmasını arzulayan birisidir. Böyle kimseler yalnızken şeytan onlara
gelir ve şerri hayır, hayn dâ şer gösterir. Halbuki mürid bu esnada, en güzel
yol ve en sağlam ölçü üzere bulunmaktadır; şeyhiyle birlikte Hakk’ın
tecellilerinin ona zâhir olmasının vakti gelmiştir. İşte tam bu sırada mel’un
şeytan gelir ve müridi şeyhinden soğutarak ona başka bir şeyhi sevimli
gösterir. Şeytan, müridin sîretini bozana kadar böyle yapmaya devam eder.[257] [258]
Hülasa sûfîler şeyh değiştirmek ve acelecilikte hayır
görmemişler, bu konuda Hz. Peygamberin, acele etmediği sürece dua eden kimsenin
duasının kabul edileceğine dair verdiği teminatı hatırlatmışlardır.
Sûfîler bir şeyhte karar kılmayıp,
sürekli şeyh değiştiren kimseleri, bir dinden diğerine girip çıkan kimselere de
benzetmişlerdir.[259] '
Tasavvuf terbiyesinde, bir şeyhten
hırka giyerek ona intisap etmiş müridlerin, başka bir şeyhe intisap etmesi hoş
karşılanmamakla birlikte, bir müridin güzel hasletlerinden faydalanmak amacıyla
intisap ettiği şeyh dışında, başka bir şeyhin sohbetinde bulunmasında bir
salanca görülmemiştir. •
“Allah yolunda yürümek ve Hz. Peygamberin sünnetine tâbi
olmak amacıyla belirli bir şeyhe intisap etmiş doğru bir müridin, kendi şeyhini
bırakarak daha üstün de olsa başka bir şeyhe gitmesi caiz değildir. Çünkü
usûldeki mezhebimize göre kadılık ve halifelik gibi görevlere, daha ehil biri
varken bu kimseden daha aşağı seyiyedeki birinin getirilmesi caizdir. Fakat bir
müridin, çok sayıda da olsa farklı şeyhlerle sohbet etmesinde ve onlardan hırka
giymesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bu müridin sonradan giymiş olduğu hırka,
irade hırkası değil, teberrük veya teşebbüh hırkasıdır ve bu sırada müridin ilk
şeyhine olan bağlılığı devam etmektedir.”266 [260]
Sûfîler daima şeyh değiştiren kimseleri zındıklara da
benzetmişlerdir.
“Şeyhlere hürmet göstermeksizin ve dini oyuncak haline
getirerek bir şeyhten diğerine, bir hırkadan diğer bir hırkaya gidip duranlar
zındıktır. Çünkü zındık, bir dini seçerek onda kalmayan, devamlı din değiştiren
kimse demektir. Bu hal, devamlı şeyh değiştiren kimsenin dinindeki
samimiyetsizliğine ve nefsinin isyankârlığına delildir. Böyle bir kimseye her
hangi bir şeyhle beraberken tecelliyatın zâhir olması veya kurtuluşa ermesi
mümkün değildir.”[261]
Bu sözlerden anlaşıldığı kadarıyla, sûfîler şeyh
değiştirmeyi kendilerine bir saygısızlık olarak kabul ettikleri için şeyh
değiştirenlere bu denli kızmaktadır.
1 hıka, İlahî
bir işaretle giyilip giydirilebilir.[262]
Yani şeyh hırkayı müridine giydirme işinde sadece bir aracıdır.
Hırka giyecek
kimsenin, her yönden mükemmel olması istenmemekte, niyeti
salih olduktan sonra küçük-büyük,
kadın-erkek herkese hırka giydirilebilmektedir. Hırka giyecek kişinin kamil bir
hale ve temiz fiillere sahip olması gerekli değildir. Aksine tarikatı ve
tarikat ehlini seven, tasavvuf büyükleriyle bereket uman herkes hırka
giyebilir. Hırkayı büyüklerin yerine naibleri de giydirebilir.[263] ;
“Sûfîleri seven, onlar hakkında hüsn-i zan besleyen, bu
yola ve yolcularına kalpten bağlanan, hakikat erbabına teslim olan, onlara
inanarak tasdik eden bir kimse teberrük hırkası giymeyi dilerse sûfîler bu
kimseye teberrük hırkasını giydirmelidirler. Ona hırka giydirmemezlik etmemeli,
onu tahkime tâbi tutmalı, ( onunla düşüp kalkmaktan çekinmemeliler.
Sûfîler bu kimseden, eksik, günahkâr diye uzak durmamalı, aksine onun bu
hastalıklarını tedavi etmeli, ona karşı yumuşak ve hoşgörülü davranarak hırka
giymeyi sevdirmeliler.”[264]
Bir kimse kemal yönüyle üstün
olmasına rağmen, kendisinden marifetçe daha üstün olan bir kimseden gönül
gözünün açılması için hırka giyebilmektedir. Yine, marifetçe kamil olan ve
tasavvufî terbiyesini tamamlamış bir kimse, arif olmayandan da hırka giyebilir.
Sûfîler, arif olmayan kimsenin şeyhlere olan bağlılığı sebebiyle, bu marifetçe
kemal mertebesinde olan kimsenin de şeyhlere bağlanmış olacağına ve sebep
yönüyle de kemal mertebesine ulaşacağına inanmaktadır.[265]
Yukarıda adap olarak ifade ettiğimiz hususlar, genel
olarak bütün tarikatlar için geçerlidir. Hırkanın ilk giyilişi akabinde, ne
zaman ve nerede, nasıl giyileceğine ilişkin edeplerden, ulaşabildiğimiz
kaynaklar bahsetmemekteler. Anlaşılan; tarikatlar bu hususa fazla önem vermemiştir.
Mevlevî tarikatında ise durum farklıdır. Nitekim Mevlevîlikte hırkanın giyiliş
şekli ve zamanıyla ilgili olarak, ayrıntılı edepler göze çarpmaktadır. Bu
durumun, mezkur tarikatın seremoni yönünün ağırlıkta olmasından kaynaklandığını
düşünmekteyiz. Sema esnasında hırka giymeye gelince, bu gelenek diğer
tarikatlarda da vardır [266] [267]
Ama Mevlevîler semada hırkaya müteallik adapta da titizlik yönüyle öne
çıkmaktadır. Nitekim Mevlevî mukabelesinde bulunacak kimselerin, namaz
vakitlerinden önce, müridlerden birinin “Hûû, salââ” veya “Vakt-i salââ”
nidasını duyunca, abdest alıp tennûrelerinin[268]
üstüne giyilen ve kısa bir mintana benzeyen destegüllerini giydiklerini,
elifînemetlerini kuşanıp, çoraplarını çıkardıklarını ve bu tür özel günlere has
resim hırkalarını omuzlarına atarak hazırlandıklarını biliyoruz.[269] [270]
[271]
Dervişlerin hırkayı sırtlarına ahp kollarını
giymemelerini, önünü ellerinden içeriye kavuşturmalarını, yalnız namaz, bayram
vs. törenlerinde kollarını giymelerini, namaz, tören bitince kollarım hemen çıkarmalarım,
şeyhlerin her zaman kollarım giymelerini, sikkesiz hırka giymemelerini, çile
çıkaran müridin hırkasız dışarıya çıkmamasını, Mevlevîlerdeki hırka adabına
örnekler olarak verebiliriz.[272] :
Şeyh hırka giydireceğinde müridin haline bakmalı, onda
hangi güzel hal eksikse, o halde iken hırkayı giymeli, daha sonra bu hırkayı
müride giydirmelidir.
İbn Arabî bu işin nasıl yapılacağım şöyle anlatmaktadır:
“Hal ehlinin hırka giyme işindeki adeti
şu şekilde sürdürülegelmiştir: Sûfîler kendilerinden birinde herhangi bir hal
eksikliği görüp de o hali mükemmelleştirmek istediklerinde, bu İrişi şeyhle
biraraya gelir. Şeyh kendi üzerindeki elbiseyi, bu hal üzere çıkararak, halini
mükemmelleştirmek istediği kimseye giydirir. Bu şekilde şeyhin hali kendisinde
bu halin eksik olduğu kimseye geçmesi sağlanır. Böylece o kimsenin de o hali
mükemmelleşir. İşte bu bizce bilinen ve tahkik ehli şeylerimizden ulaşan hırka
giymedir.”[273] ,
I
Kuşâşî de hırka giydirmeyi yaklaşık olarak aynı şekilde
tasvir etmektedir:
“Şeyh, hırka giydireceği müridin halini ve davranışlarım
dikkatle inceler. Müridde eksik olan hal hangisi ise, şeyh o manevî hale
bürünür. Ta ki bu hali şeyh kendi zatında gerçekleştirsin ve bu hal onu
çepeçevre sarsın, sonra da üzerindeki elbiseye geçsin. Daha sonra şeyh,
üzerindeki bu elbiseyi kendisini çepeçevre saran manevi hal içindeyken çıkarır
ve müride giydirir. Böylece bu hal müridin içinde, şarabın organlara yayılması
gibi yayılır ve onu çepeçevre kuşatır. Sonunda bu hal müridde de gerçekleşmiş olur.
Bu Allah’ın bir işidir; şaşırmaya gerek yoktur. Nitekim bunun örneği, babası
Yâkub (a.s.) yoluyla efendimiz Yûsuf (a.s.)’un başına gelmiştir. Yine bunun bir
benzeri, Şeyh Necmüddîn Kübrâ (ö. 618/1221) ile Şeyh Baba Ferec et- Tebrizî
arasında vuku bulmuştur. Şöyle ki; Baba Ferec suretinin büyüdüğü bir hale
bürünmüş ve Güneş gibi parlıyordu. Baba Ferec’in üzerindeki elbise kendisine
küçük gelmiş ve yırtılmştı. Baba Ferec, bu hal üzerinden kaybolunca kalktı ve
yırtılan bu elbiseyi Necmüddîn Kübrâ’ya giydirdi.-Şeyh Necmüddîn bu sırada
Muhyissünne’nin bazı öğrencilerinden hadis öğreniyordu- Şeyh Necmüddîn bu olay
hakkında dedi ki; “Bu hırkayı giydikten sonra halim değişti ve kalbimin Hak
Teâlâ dışındaki hiçbir şeyle ilişiği kalmadı”.[274]
Hırka giydirmenin zamanla tören yönü artmış, buna dair
adap ve erkan genişlemiştir. Nitekim bu adap ve erkandaki genişlemeyi Mehmed
Rifat Efendi’nin hırka giyme merasimini anlattığı şu satırlarda görmekteyiz:
“Bir müride, şeyh, hırka ve taç ilbâs
eylemek murâd eyledikte, mürîd ve şeyh, üslûb-ı sabık üzere[275]
abdest alıp ba‘dehû taç ve hırkayı müridin önüne vad‘ eder. Ondan sonra
Fâtihatü’l-Kitâb’ı kıraat edip Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd’dan ve Sürûr-ı Enbîyâ
Efendimizden niyâba kasd ü niyet ederek, kendi eliyle mürîde hırkayı giydirir. Bundan
sonra her hangi şeyhe ise intisabı, onu ve onun şeyhini ilâ âhirihî Resûlullah
Efendimize müntehî oluncaya dek her birerlerin ism-i şeriflerin beyân edip der
ki: “Benim şeyhim fiilân b. fülân, bana yed-i mübâreki ile ilbâs eyledi; ve ona
dahî fulân ilbâs eyledi” diye ilâ ahirihî beyân eyleyip der ki: “Ben dahî
şeyhimin ilbâs eylediği minvâl üzere sana giydirdim” der veyâhud icâzetnâmeyi
okur.”[276]
Mevlevîlikte de benzer bir uygulama
vardır. Nitekim salik çilesini doldurduktan sonra, şeyhin veya çelebinin[277] önünde dizüstü oturur;
ikisinin dizleri birbirine dokunur vaziyette, çelebi veya şeyh, dervişin sağ
elini, sağ eliyle, baş parmaklar birbirine !
uzunlamasına yapışık olmak ve diğer parmaklar eli
kavramak üzere tutup biat telkin I
eder. Burada, Hudeybiye’da ashabın Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e biat etmesini anlatan, “Sana biat edenler
şüphe yok ki Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli onların ellerinin
üstündedir. Kim bu ahdinden dönerse kendi zararına dönmüştür; kim de bu sözüne uygun
hareket ederse Allah ona pek yakında büyük bir mükafaat verecektir.”[278] mealindeki ayeti
okur, kaşının ortasından ve bıyığından birkaç kıl keser ve resim hırkasını
tekbir ederek sırtına giydirir.[279]
“Tahkim (pA1^)”, Arapça "
(ha-ke-me)" sülâsî mücerredinin “tefîl (efe**)” babından olup, “bir
kimseyi bir konuda hakem tayin etmek” anlamına gelmektedir.
Bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetinde de aynı anlamda
kullanılmaktadır;
(Hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki
anlaşmazlıkta seni hakem tayin etmedikçe, sonra da hükmedeceğin şeyden
dolayı nefislerinde bir sıkıntı duymayarak tam bir teslimiyetle teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar.)" [280]
Bu ayeti kerimede geçen "4?^ (seni hakem tayin
etmedikçe/hakem tayin edene kadar)" ile sûfîlerin bu geleneği arasında
benzerlik bulunmaktadır. Fakat bizim dikkatimizi çeken bir nokta var ki sûfîler
bu ayeti tahkim konusunda delil olarak kullanmamışladır. Bu ayet-i kerimede,
imanın sıhhati Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in verdiği hükme razı
olmaya bağlanınca, sûfîler bu ayetin hususî bir duruma müteallik olduğunu
düşünmüş olabilirler. Nitekim bu ayetle ilgili olarak, müfessirler aralarımda
tarla sulama meselesinde anlaşmazlık çıkan iki sahabînin Hz. Peygambere
gelmesi, Hz. Peygamberin olaya ilişkin hükmünü vermesi akabinde tartışan
sahabeden birinin verilen hükme itiraz etmesi sonucu indirildiğini sebeb-i
nüzul olarak zikrederler.
Konumuzla ilgili olması hasebiyle zikrettiğimiz ayete
ilişkin bu tamamlayıcı bilgiyi zikrettikten sonra sûfîlerin yapageldikleri
tahkime geçebiliriz.
Sûfîler, tasavvufî hayatı hakkıyla öğrenmek ve yaşamak
isteyen kimsenin bir şeyhe intisap etmeden bu yolda başarılı olamayacağını, yan
yolda kalacağını ifade etmişlerdir. Hatta geçmiş asırlarda, tasavvufî hayatı
zevk ve hal olarak yaşamak için şeyhin lüzumu üzerinde münazaralar bile
yapılmıştır.[281] [282]
Şa‘rânî hayatım anlattığı Letâifö’l-Minen adlı eserinde, şeyhsiz geçen
yıllannda çektiği sıkıntıları anlatmış, bu ilmin ve terbiyenin arif bir şeyh
olmadan elde edilemeyeceğini beyan etmiştir.[283]
Bu yüzden, sûfîler, tasavvufî hayata girecek kimsenin bir şeyhe intisap
etmesine, mürid olmasına önem vermişlerdir. Bu hayata girişin ilk adımım,
müridin şeyhe teslimiyetim ifade eden inabe veya tahkim, akabinde de hırka
giymek teşkil etmektedir. Hırka giymek, tahkim töreninden sonra gerçekleştiği
için, bu törenin nasıl yapıldığından bahsetmenin çalışmamızın bütünlüğü
açısından isabetli olacağım düşünmekteyiz. Şimdi bu törenin nasıl yapıldığına
geçelim:
“Meşâyihden biri[284], bir kimseye inâbet murâd
eyledikte, keyfıyet-i inâbet budur ki; şeyh olan kimse, ibtidâen kendi abdest
alıp ve bedenini tathîr edip, müride dahî bu minval üzere emir buyurup, ba'dehû
mürid ve kendi kalbim tahliye ve tarîk-i aliyyenin (Halvetiye tarikatı)
şartlarından mürid üzere telakki olunan şeyin kabûlü için tehniye-i birle
Cenâb-ı Hakk’a suâlâtmın kabûlü için, teveccüh ve iki cihân fahri sallalâhu
aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine tevessül edip, şeyh olan kimse elinin
ayasını müridin elinin ayasına vad‘ ve müridin baş parmağım parmaklarıyla kabz,
ve mürid dahî şeyhin baş parmağım parmaklarıyla kabz edip şeyh ve mürid bunu
okur:
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım. Rahman ve
Rahim olan Allah’ın adıyla başlarım. Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır.
Kenidisinden başka ilah olmayan, Hayy ve Kayyûm olan Allah’tan bağışlanmayı
dilerim; O’na tevbe ederim. Allah’ın salat ve selamı Efendimiz Hz. Muhammed’e,
aile ve ashabı üzerine olsun)."
Ondan sonra müride bunu söyle diye
emreder:
(Allah’ım senin varlığına ve birliğine, peygamber ve
resûllerinin, evliyânın varlığına şehadet ederim. Ben (falanca şeyhi) Allah
yolunda baba ve Allah’a çağıran mürşid olarak kabul ettim)."
Ondan sonra şeyh der:
(Allah’ım senin varlığına ve birliğine, peygamber ve
resûllerinin, evliyânın varlığına şehadet ederim. Ben (falanca kişiyi) Allah
yolunda evlat olarak kabul ettim; sen de kabul et. Ona (rahmetinle) yönel. Onun
lehinde ol; aleyhinde olma. Onu hayırda sabit kıl, ona yardım et)."
Ondan sonra şeyh der: “Ey
veled-i ma’neviyem! Bundan sonra günâh-ı kebîreyi irtikâb ve sağîreyi ısrar
etmemek ve Allahu Teâlâ’nın Kitabı ve Resûlullahın sünneti ile amel ve şeriatla
hakikat beynini cem‘ etmek üzere sana İnâbe eyledim.” der ve mürid dahî bu
minvâl üzere kabûl eder. Ba’dehû şeyh bunu ve bunun emsâli bir du‘â okur: ^111 cİkbll Ujl
(Allah’ım! Bizi düzelt, bizim vasıtamızla (başkalarım da)
düzelt; Bize doğru yolu göster, bizim vasıtamızla (başkalarına da) doğru yolu
göster. Allah’ım! Bize hakkı hakça göster, ona uymayı ilham et. Bize bâtılı
göster, ondan uzak durmayı nasip et. Allah’ım! Bizi senden uzaklaştıran herşeyi
bizden uzaklaştır; bizi mâsivâ ile senden uzaklaştırma)." der ve şu ayeti
okur:
(Allah’ın eli
onların elinin üstündedir. Kim verdiği sözden dönerse kendi zararına dönmüştür.
Kim de Allah’a söz verdiği şeyi yaparsa Allah ona büyük bir mükafaat
verecektir)."[285]
Bir diğer tahkim şekli şöyledir:
“Mütehakkim (mürid)[286]
bağdaş kurar bir vaziyette mühakkim (şeyh)’in[287]
önüne oturur ve mühakkim elini mütehakkimin avucuna koyar. Orada
bulunanlara, “yaklaşınız” der. Şeyhe yakın olan şeyhin veya şeyhin naibinin
elini veya bedeninden bir yerini veya elbisesini tutar. Aynı şekilde bir arkada
olan da bir önündekini tutar. Böylece şeyhle orada bulunan hiç kimse arasında
bir kopukluk olmayacak biçimde bir bağlantı kurulmuş olur. Sonra şeyh,
“Esirgeyen ve bağışlayan Allah adıyla. Ey inananlar! Allah’tan O’na yaraşır bir
şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah’ın ipine
yapışın, ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz
birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalplerinizi birleştirdi. O’nun nimetleriyle
kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz. (Allah)
sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.”[288] ayetlerini okur. Daha sonra,
“Size Allah’tan korkmayı öğütlüyorum. Size Allah’tan korkmayı öğütlüyorum.
Sizinle birlikte kendime de Allah’tan korkmayı öğütlüyonım. Çünkü bu öğüt
Allah’ın önceki ve sonraki kullarına vermiş olduğu bir öğüttür.” der ve “Sizden
önce Kitap verilenlere de, size de “Allah’tan korkun!” diye tavsiye ettik.”[289] “Allah şu müminlerden razı
olmuştur ki onlar ağacın altında sana biat ediyorlardı. Allah onların
gönlündeki (doğruluğu ve vefayı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven
indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.”[290]
“Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların
ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa kendi. aleyhine bozmuş olur. Ve kim
Allah’a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafaat verecektir”[291] ayetlerini okur.
Sonra müride, “Beni şeyh olarak kabul ettin” der ve mürid de, üç kez “Seni şeyh
olarak kabul ettim” diye cevap verir. Sonra şeyh, “Ben de seni kabul ettim.
Allah değişmeyen söze inananları dünya ve ahirette sebatkâr kılar. Şayet biz
seni sebatkâr kılmasaydık...” der ve elini müridin elinden çeker. Son olarak da
şeyh orada bulunanlara, ‘Tatiha Sûresi’ni okuyun” der ve niyazda bulunur.”[292]
“Diğer bazı muhakkik
sûfîler (bu esnada) şöyle söylenilmesin! de güzel görmüşlerdir: “Allah’tan
başka ilahın olmadığına, O’nun tek olup ortağı bulunmadığına,
Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve peygamberi olduğuna,
Allah’ın O’nu, müşriklerin hoşuna gitmese de (kendi dinini) bütün dinlere üstün
kılmak için hidayet ve Hak Din’le gönderdiğine şahitlik ederim. Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman ederim. Allah’a
bütün razı olduğu şeylerle yönelerek, O’na bütün günahlarımdan tövbe ettim.
Fakirliği zenginliğe, zilleti izzete, Allah’ı O’nun dışındaki herşeye,
sûfîlerle ve diğerleriyle birlikte olmayı bu kimselerin dışındakileri ile
birlikteliğe tercih ettim. Sûfîleri kardeş olarak kabul ettim. Falanca kimseyi
önder olarak kabul ettim. Bu şekilde yaşar, bu şekilde ölür ve inşallah
öldükten sonra da bu şekilde diriltilirim.” Bu duaların tahkim esnasında
söylenilen adap ve ayetlerden sonra olması en güzel olanıdır.”[293]
“Yine şu sözlerin söylenmesi güzel görülmüştür; “Allah’tan
başka ilahın olmadığına, O’nun tek olup ortağı bulunmadığına, Muhammed’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve peygamberi olduğuna, iyisiyle
kötüsüyle kadere iman ettim. Allah ve Peygamberi doğru söylemiştir. Allah ve
Peygamberi doğru söylemiştir. Şeriata iman ettim. Şeriatı tasdik ettim. Eğer
icmâya ters bir şey söylemişsem, söylediklerimden vazgeçtim. İslama uymayan
bütün dinlerden uzağım. İslama uymayan bütün dinlerden uzağım. Allah’ım, ı
katında doğru bildiğin herşeye iman ettim; katında batıl
olduğunu bildiğin şeylerden uzağım. Allah’ım, hesabımı umumî tarzda al; beni
herşeyden ayrı ayrı hesaba çekme. Ulu Allah’tan bağışlanma diler, O’na tövbe
ederim. Bütün kötülüklerden pişmanım. Allah’tan başka ilahın olmadığına, O’nun
tek olup ortağı bulunmadığına' Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) O’nun
kulu ve peygamberi olduğuna, Isâ’nın (a.s.) Allah’ın kulu; kadın kölesinin
oğlu, Meryem’e ilkâ ettiği ruhu olduğuna, cennet ve cehennemin gerçek olduğuna
şahitlik ederim. Allah’tan başka ilahın olmadığına, O’nun tek olup ortağı
bulunmadığına, Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve
peygamberi olduğuna şahitlik ederim. Sonra şeyh müride, “Sana Allah’tan
korkmayı ve buyruklarına uymayı öğütlerim. Sana Allah’tan korkmayı ve buyruklarına
uymayı öğütlerim. Size ve kendime, Allah’tan korkmayı ve buyruklarım yerine
getirmeyi, O’na karşı gelmemeyi öğütlerim. De ki, Allah’ı Rab, İslam’ı din,
Muhammed’i peygamber ve beni de (veya falanca şeyhi) şeyh olarak kabul ettim”.
Mürid de, “Evet kabul ettim” der.'”[294]
“Mahlukata, doğru yolu gösteren, has kıldığı ve seçtiği,
katından özel bir şeref ve üstünlükle üstün kıldığı Resûlüyle onları
destekleyen Allah’a hamd olsun. “Sana biat edenler Allah’a biat etmiştir.”[295] “Allah müminlerden razı
olmuştur.”[296] Yerde ve gökte ne varsa hepsi
Allah’ındır. Senden önce kendilerine kitap verilenlere vasiyet ettik. Daha
sonra şeyh müride üç kez, “Sana Allah’tan korkmayı öğütlüyorum. Falanca şeyhi,
şeyhin olarak, sûfîleri de kardeş olarak kabul ettin” der. Mürid de, “Evet
kabul ettim” diye cevap verir. Bu yerine getirilmesi zorunlu bir akid olup bu
yolun yolcuları tarafından onda hayır umulduğu için müstehap görülmüştür. Bu
söylenilen şeylerle birlikte şeyh, “Emrimi emir bil, yasakladığım şeylerden de
uzak dur. Bizi kitap ve sünnet bir arada tutar; dalalet ve sapıklık ayırır.
İyilik yapan da kötülük yapan da sonucuna kendisi katlanacaktır”[297] der.
Şeyh, müride tövbe adabını ve kendisine
bağlılık şeklini anlatır. Akabinde sağ elininin ayasını tövbe eden kimsenin
avucuna koyar. Ona, şeyh ve müridin tövbede müşterek olduğunu, çünkü Allah’ın,
“Ey müminler! Hepiniz Allah’a dönün; umulur ki kurtulursunuz”[298] emri gereğince şeyhin de
tövbe etmesi gerektiğini anlatır. Sonra şeyh susar ve gözlerini kapatır. Kalbiyle
aradan çekilir; hakikatte tövbe edilenin Allah olduğunu, kendisinin, Allah ile
tövbe eden arasında vasıta olduğunu görür. Sonra şeyh üç kez, “Taşlanmış olan
şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım, esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla,
yüce Allah’tan bağışlanmayı dilerim” der. Daha sonra, “Tövbe etmek,
bağışlanmak, Allah’ın hoşnut olduğu şeyi yapmaya muvaffak olmak istiyorum.
Allah, Efendimiz Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e, aile ve ashabına
salat ve selam kılsın. Hamd alemlerin Rabb’i Allah’adır” der. Mürid, bu esnada
susar ve gözlerini kapalı tutar. Daha sonra şeyhin dediklerini yüksek sesle
tekrar eder.”[299] i
Yukarıda naklettiğimiz tahkim şekillerinin temelde aynı
olduğundu, fakat tahkim esnasında okunan duaların farklılık arzettiğini
görmekteyiz.
Sûfîler naklettiğimiz bu üç tahkim şeklinden farklı
şekillerde de tahkim yapmışlar, ancak onlar da esas itibarı ile bu üçünden çok
farklı değildir.[300];
Hırka, sûfî hayat tarzını yansıtan önemli bir semboldür.
Sûfîlerin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve hatta Mûsâ (a.s.) ile
başlattıkları bu gelenek 1400 yıldır devamı etmektedir. İlk dönemlerde
kılık-kıyafetteki zühd ile özdeş sayılabilecek olan hırka giymek, daha
sonraları bir şeyhe teslim olmayı ve tasavvufî terbiyenin nihayetinde şeyh
tarafından verilen icazeti ifade etmektedir.
Biz bu çalışmamızda, hem İslâmî bir ilim dalı, hem de
Türk’ün İslam anlayışının şekillenmesinde etkin rol oynayan tasavvufun bir
konusu olarak hırka giyme geleneğini incelemeye çalıştık.
Çalışmamıza başlarken, hırkayla ilgili ayrıntılı adap ve
erkanla karşılaşacağımızı düşünüyorduk. Ama zaman geçtikçe, sûfîlerin hırkayı
Allah’a ulaşmada sadece bir vesile olarak gördüklerine; hırkada buldukları
derunî anlamların da hep bu vesile olma çevresinde yoğunlaştığına şahit olduk.
Hırka kelimesi klasik Arapça sözlüklerde, “sûfîlerin zühd
alameti olarak giydikleri elbise” anlamında yer almazken, erken dönem tasavvufî
eserlerde bu anlamda kullanılmaktadır. Yine murakka‘a kelimesi, hırka ile
eşanlamlı bir kelime olarak tasavvuf literatüründe yer almakta, kronolojik
olarak hırkadan daha eski bir tasavvufî unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sûfîler, Şiblî ve Hâtim el-Asam’dan itibaren hırka
giymişler, aynı şekilde müridlerine de giydirmişler ve bunu şeyhle mürid
arasındaki manevî bağı pekiştirmek kastıyla yapmışlardır.
Klasik döneme ait tasavvufî eserlerde ve bu konu hakkında
yazılmış müstakil risalelerde hırka giyme geleneği için bir kısım deliller
zikredilmiştir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Ümmü Hâlid’e renkli
çizgileri olan bir elbise giydirmesi, Ka‘b b. Züheyr’e okuduğu şiir sebebiyle
hırkasını giydirmesi, amcası Abbas’a ve oğlu İbn Abbas’a elbise giydirmesi,
yine Hz. Peygamber’i görmeyi çok arzu etmesine rağmen göremeyen Üveys
el-Karenî’ye hırkasını göndermesi gibi hadis ve rivayetler tasavvufî eserlerde
zikredilmektedir. Bu saydığımız rivayetler dışında, bir takım haberler daha
vardır ki bu haberler hadis münekkidleri tarafından mevzû olarak
nitelendirilmektedir.
Sûfîler bu rivayetleri eserlerinde zikretmekle birlikte,
bu konuda delalet yönünden kat’î bir delilin olmadığını itiraf ederler. Nitekim
Sühreverdî ve çağdaşı İbn Arabî hırka giyme işini selefe benzemek için
yaptıklarını, yoksa bu konuda ellerinde kesin bir burhanın olmadığını
söylemektedir.
Hırka giymekle salih kimselere benzemek amaçlanmaktadır.
Bıj yüzden “Bir topluluğa benzemek isteyen onlardandır” hadisinin sıkça tekrar
edildiğini görmekteyiz.
Sûfîler, hırkayı, onu giyecek kimseye göre kısımlara
ayırmışlar; müridin derecesine göre farklı hırkalar giydirmişlerdir. Örneğin
sûfîlerin sohbetiyle bereketlenmek ve hayır duasını almak isteyen kimselere
“teberrük hırkasf’nı; tasavvufî hayata girmeyi ve mürid olmayı isteyen
kimselere de “irade hırkasf’nı giydirmişlerdir. Yine tasavvufî hal ve makamları
kat ederek terbiyesini tamamlayan müridlerine “icazet hırkası” giydirmişlerdir.
Bunlardan icazet hırkası, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde daha da önem
kazanmıştır. Örneğin İstanbul’daki bir Mevlevihane’ye şeyh tayin edilecek
dedeye, hırkası Şeyhülislam tarafından giydirildiği rivayet edilmektedir.
Burada zikretmek istediğimiz bir başka konu, hırkanın
farklı tarikatlardaki şekli ve rengidir. Aslında biz bu konuda ayrıntılı
bilgilere ulaşmak bizim i için mümkün olmadı. Ancak Abdulbâki Gölpınarh,
Mevlevî hırkasını anlatırken saydığı bir kaç teferruat dışında, tarikatlar
arasında önemli bir farklılığın olmadığını ifade etmektedir. Müellifin bu
filerine biz de katılıyoruz. Çünkü hırka ile ilgili olarak telif edilen
müstakil risalelerde bile tarikatlar arasında hırkanın rengi ve konusuna dair
her hangi bir atıfda bulunulduğuna şahit olmadık. Önemli bir farklılık olsaydı,
bu farklılıklara az da olsa temas edileceğini sanıyoruz.
Sûfîler hırkada bir takım derûnî anlamlar görmüşlerdir.
Bunlar arasında Allah’ın 99 güzel ismini, Hz. Peygamberin isimlerini
zikredebiliriz. Yine onlar hırkanın renginin mavi veya siyah olmasında onu
giyen dervişin makam ve halini tayin etmişlerdir.
Cümlelerimizi hırkanın geçmişte sûfî hayat tarzını
yansıtan önemli bir unsur olduğu ile noktalıyor ve bu çalışmamızın ilim ve
gönül dünyamıza güzellikler, yenilikler getirmesini Hak Teâlâ’dan niyaz
ediyoruz.
el-Ayderûsî, Ebûbekir b. Abdullah el-Adenî el-Yemeni, Risâle
fî Hırkati’s- Sûfiyye, Süleymaniye Ktp., Murad Buhârî, nr.: 314/4.
el-Beytimânî, İbnü’l-Hüseyin, Sülûkü ’l-Halvetiyye,
Dilaver Gürer özel kütüphanesi.
el-Hüseynî, es-Seyyid Murtazâ, Risâle fî Lebsi
’l-Hırka, Dâru’l-Kütüb el- Mısriyye, Tasavvuf, Halim, nr.: 57.
el-Hüseynî, es-Seyyid Murtazâ, İkdu’l-Cevher es-Semîn
fî’z-Zikr ve Turuki’l- İlbâs ve ’t-Telkîn, D.İ.A., nr.: 8062,
el-Kuraşî, İbn Reddâd Şihâbüddîn Ahmed, Telhîsu
Kavâidil-Vâfıye fi Asli Hükmi’l-Hırka es-Sûfiyye, Süleymaniye Ktp., Laleli,
nr.: 3747/11
el-Kuşâşî, Safiyyüddîn Ahmed b. Muhammed ed-Dicânî, Simlu'l-Mecîd
fî Selâsili Ehli’l-Bey'a ve İlbâsi’l-Hırka ve’t-Tasavuf ve Sülûki
Ehli’t-Tevhîd, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr.: 1197/1.
es-Sekkâf, Ali b. Ebîbekir b.
Abdirrahmân, el-Berekâtu’l-Meşîka fî îlbâsi'l- Hırkati ’l-Enîka,
Nuruosmaniye Ktp., nr.: 2425. (
Harîrizâde Kemaleddin Efendi, Tibyânu Vesâiti
’l-Hakâik fî Beyâni Selâsili’t- Tarâik, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi,
nr.: 430.
İbn Arabî, Muhyiddîn, Risâle fî Hırkati’l-Meşâyih,
Süleymaniye Ktp., Nafiz ı
Paşa, nr.: 384/9.
İbn Teymiyye, Takiyyüddîn, Cevâbu Futyâ fî
Lebsi'n-Nebî Aleyhisselâm, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr.: 2742/5.
Mehmed Rifat Efendi, Nefhatur-Riyâzil-Aliyye
fîBeyâni't-Tarîkati’l-Kâdiriyye, Millet Ktp., Ali Emîrî, Şerîiyye, nr.:
1127.
Suyûtî, Celâlüddîn, İthâfu'l-Fırka bi Revfı’l-Hırka,
Süleymaniye Ktp., nr.: 708/46.
Ahmed Âsim, Tercemetü 'l-Kâmûs,
İstanbul, 1305.
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, İstanbul, 1992.
Ahmed b. Hanbel, Kitâbü ’z-Zühd, Beyrut, 1983.
Ahmed Hilmi, Hocazâde, Hadîkatu’l-Evliyâ’dan Silsile-i
Meşâyih-i Kâdiriye, İstanbul, 1317.
Ali, Ameer, The Spiril of İslam, University
Paperback, London, tsz.
Aliyyü’l-Kârî, el-Masnû', Bursa, 1328.
Ankaravî, İsmail, Minhâcu’l-Fukarâ Fakirlerin Yolu,
haz.:S,adettin Ekici, İstanbul, 1996.
Attâr, Feridüddîn, Tezkiretü’l-Evliyâ,
tere.: Süleyman Uludağ, Bursa, 1984.
Azîmabâdî, Ebû’t-Tayyib, Avnu
'l-Ma 'bûdfi Sünen-i Ebî Dâvûd, Beyrut, 1979.
Beyhakî, Ebûbekir Ahmed
Hüseyin, es-Sünenü ’l-Kübrâ, Beyrut, 1994.
Beyhakî, Ebûbekir Ahmed
Hüseyin, Şuabu ’l-îmân, Beyrut, 1410.
Buhârî, Ebû Abdillah
Muhammed b. İsmâîl, el-Câmi's-Sahîh, İstanbul, 1992.
Bursevî, İsmail Hakkı, Tefsîru
Ruhi’l-Beyân, neşr.:Halil Eser, İstanbul, 1389.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 1997.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir
Usûlü, Ankara, 1976.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eşcas,
es-Sünen, İstanbul, 1992.
Vicdânî, Sadık, Totnar-ı
Turuk-ı Aliyye 'den Kâdiriyye Silsilenamesi, İstanbul, 1922.
El-Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed, Keşfu 'l-Hafâ ve Müzîlü
’l-İlbâs an mâ İştehara mine ’l-Ahâdîs alâ Elsineti ’n-Nâs, Beyrut, 1996.
el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs
el-Muhît, Mektebetu’n-Nûrî, Dımeşk, tsz.!
el-Hindî, Muhammed Tâhir
İbn Ali, Tezkiretü ’l-Mevdûât, Beyrut, 1979.
el-Kâsımî, Muhammed
Cemâlüddin, Mehâsinü ’l-Te ’vîl, Kahire, 1957.
el-Kâşânî, Abdürrezzâk, Mu’cemu Islılâhâlı’s-Sûfiyye,
tah.:Abdü’l-âl Şâhîn, Kahire, 1992.
el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi'
li Ahkâmi'l- Kur’ân, Beyrut, 1988.
el-Makdisî, İbnü’l-Kayserânî, Safvetü’t-Tasavvuf,
tah.; Adra, öâde el- Mukaddem, Beyrut, 1995.
eş-Şeybenî, Mustafa Kemâl, es-Sıla beyne’t-Tasavvuf
ve’t-Teşeyyu', Beyrut, 1982.
et-Tûsî, Ebû Nasr es-Serrac, el-Luma' İslâm Tasavvufu,
tere.:' Hasan Kâmil Yılmaz, İstanbul, 1996.
ez-Zebîdî, Tâcu
’l-Arûs, Dâru’l-Fikr, Beyrut, tsz.
ez-Zetnahşerî, Cârullah, Mahmûd b. Ömer, el-Fâik fi
Ğarîhi’l-Hadîs, Beyrut, 1996.
Hâkim en-Neysâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn,
Mektebetü’l-Matbû‘âti’1- İslâmiyye, Beyrut, tsz.
Humeydî, Ebûbekir Abdullah
b. Zübeyr, el-Müsned, Beyrut, 1988.
Göipınarh, Abdulbâki,
A/ev/âMtî’cfezn Sonra Mevlevîlik, İstanbul, 1953.
Gürer, Dilaver, Abdülkâdir
Geylânî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul, 1999.
Hucvîrî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu'l-Mahcûb Hakikat
Bilgisi, tere.: Süleyman Uludağ, İstanbul, 1996.
İbn Arabî, Muhyiddîn, el-Fütûhât el-Mekkiyye,
tah.: Osman Yahya, Mısır, 1985
İbnü’l-Cevzî, Ebû’l-Ferec Abdurrahmân b. Ali, Kitâbu’l-Mevdûât,
Dâru’l-Fikr, 1983.
İbnü’l-Cevzî, Ebû’l-Ferec Abdurrahmân b. Ali, Telbîsu
İblis, tah.: Rıdvân, Rıdvân Câmi‘, Kahire, 1994.
İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ, Tefsîru
'l-Kur ’âni ’l-Azîm, Dımeşk, 1994.
İbn Mâce, Ebû Abdillah
Muhammed b. Yezîd, es-Sünen, İstanbul, 1992.
İbnü’l-Manzûr, Lisânu
’l-Arah, Beyrut, tsz.
İbn Haldûn, Abdurrahmân Ebû Zeyd, Tasavvufun Mahiyeti
Şifâu’s-Sâil, haz.:
Süleyman
Uludağ, İstanbul, 1998.
İbn Tolun es-Sâlihî, eş-Şezerafî’l-Ahâdisi’l-Müştehira,
Beyrut, 1993,11/58.
Koçyiğit, Talat, Hadîs Usûlü,
Ankara, 1997.
Kufrah, Kasım, ‘Hırka”, İ.A., İstanbul, 1993.
Kuşeyrî, Abdulkerîm b. Hevâzin, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
tah.: Ma‘rûf Zerrîk- Ali Abdulhamîd Baltacı, Dâru’l-Cîl, Beyrut, tsz.
Mâlik b. Enes, el-Muvatta’,
İstanbul, 1992.
Mübârekfûrî, Muhammed Abdurrahmân, Tuhfetü ’l-Ahvezî
Şerhu Cami ‘i ’t- Tirmizî, Beyrut, 1990.
Müslim, Ebû’l-Hüseyin b.
el-Haccâc,el-Kuşeyrî, es-Sahîh, İstanbul, 1992.
Ocak, Ahmet Yaşar, Veysel
Kareni ve Üveysilik, İstanbul, 1982.
Ögel, Bahaeddin, Türk
Kültür Tarihine Giriş, Ankara, 1991.
Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1993.
Sâlih, Subhî, Hadis İlimleri ve
Istılahları, tere.: M. Yaşar Kandemir, Ankara, 1971.
Sehâvî, Şemsüddîn Muhammed b.
Abdurrahmân, el-Mekâsidu’l-Hasene fi Beyâni Kesir in
mine’l-Ehâdîsi’l-Müştehire ale’l-Elsine, tah.: es-Sıddîk, Abdullah
Muhammed, Beyrut, 1987.
Suyûtî, Celâlüddîn, el-Leâlî’l-Masnûafi'l-
Ahâdîsi ’l-Mevdûa, Lübnan, 1975.
Suyûtî, Celâlüddîn, Tedrîbu
’r-Râvi, tah.: Ahmed Ömer Hâşim, Beyrut, 1997.
Sühreverdî, Ebû Hafs Şihabüddîn Ömer, Avârifu
’l-Maârif Tasavvufun ihsasları, tere.: Hasan Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz,
İstanbul, 1989.
Süslü, Özden, Tasvirlere
Göre Anadolu Selçuklu Kıyafetleri, Ankara, 1989.
Şa'rânî, Abdulvahhâb, el-Envâr
el-Kudsiyye fiMa'rifeli Kavâ'idi ’s-Sûfıyye, tah.:
Tâhâ Abdulbâkî
Sürûr-es-Seyyid Muhammed îd eş-Şâfı‘î, Kahire, 1962.
Şa'rânî, Abdulvahhâb, el-Yavâkît ve ’l-Cevâhir fi
Beyâni Akaidi ’lrEkâbir, Mısır, 1306/1889.
Şa'rânî, Abdulvahhâb, Letâifü ’l-Minen ve ’l-Ahlâk fi
Beyâni Vucûbi 't-Tahaddüsi bi Ni 'nıetillâhi ale ’l-Itlâk, İstanbul, 1893.
Şevkânî, Muhammed b. Ali, el-Fevâid el-Mecmûa fi
Ahâdisi’l-Mevdûa, Beyrut, 1987.
Şevkânî, Muhammed b. Ali, Neylü
’l-Evtâr, Beyrut, 1996.
Taberânî, el-Mu 'cem
el-Kebir, Dâru İhyâi’t-Turâs el-Arabî, 1983.1
Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, Ta'rîhu't-Taberî,
tah.: Muhammed Ebû’l-Fadl İbrâhîm, Kahire, 1977. ı
Tahâvî, Ebû Ca'fer
Muhammed, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, Beyrut, 1994.
Tirmizî, Ebû îsâ Muhammed
b. îsâ, es-Sünen, İstanbul, 1992.
Trimingham, J. Spencer, The
Sûfî Orders in İslam, Oxford, 1971
Türer, Osman, Ana Hallarıyla Tasavvuf Tarihi,
İstanbul, 1995.
Uludağ, Süleyman, “Hırka.
”, T.D.V.I.A., İstanbul, 1998.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1991.
Uysal, Muhittin, Tespit
ve Yorum Bakımından Tasavvuf Kitaplarında Bulunan İhtilaflı Haberler,
basılmamış doktora tezi, Konya, 2000.
Yılmaz, Hasan Kâmil, Ana
Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 1997.
Zorlu, Cem, Mecmûâtü’t-Tevârîhi'l-Mevleviyye'nın
Neşri ve Tanıtımı, basılmamış yüksek lisans tezi, Konya, 1992.
[1] Yûnus
Sûresi, 13; En*ânı Sûresi, 6; Enfâl Sûresi, 54.
[2] Mâlik,
Muvatta, Hüsnü ’l-Huluk, 8.
[3] Bu
ifadenin ilk olarak kim tarafından söylendiğini tespit edemedik. Ancak
Ebû’l-Hüseyin en-Nûrî (ö. 295/907)’nin “Tasavvuf ahlaktır; ulûm ve rüsûnı
değildir” sözü bu ifadeye anlam bakımından yakındır (bkz. Hucvîrî, Ali b. Osman
Cüllâbî, Keşfu ’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, tere.: Süleyman Uludağ,
İstanbul, 1996, s. 122).
[4] Bnhârî,
îmân, 37; Müslim, îmân, 57; Ebû Dâvûd, Sünne, 16; Tirmizî,
îmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9.
[5] Nitekim Ebû Hanîfe (r.a.)’nin (ö. 150/767) el-Fıkhu
’l-Ekber'i buna güzel bir örnek teşkil etmektedir.
[8] es-Sekkâf, Ali b. Ebûbekir b. Abdurrahmân, el-Berekâtu’l-Meşika
fi Îlbâsi'l-Hirka el-Enîka, Nuruosmaniye Kip., nr.: 2425, v.: 173a;
Trimingham, J. Spencer, The Sûfi Orders in İslam, Oxford, 1971, s. 182.
[9] İbnü’l-Manzûr,
Lisânu’l-Arab, Beyrut, tsz., X/73; Âsim, Ahmed, TercemettTl-Kâmûş,
İstanbul, 1305, 11/893; el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît,
Mektebetu’n-Nûrî, Dımeşk, tsz., III/225; ez-Zebîdî, Tâcu'l- Arûs,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, tsz., V/360.
[10] cz-Zcbîdî, a.g.e., V/360; Ahmed Âsim, a.g.e., 11/893.
[11] ez-Zebîdî, a.g.e., V/360.
[12] İbnü’l-Manzûr, a.g.e., VIH/133.
i
[13] Ögel, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara, 1991,
V/7-8.
[14] Süslü, Özden, Tasvirlere Göre Anadolu Selçuklu Kıyafetleri,
Ankara, 1989, s. 162.
[15] Ögel, Bahaeddin, a.g.e., V/6; Süslü, Özden, a.g.e., s. 159.
[16] Ögel, Bahaeddin, a.g.e., V/7-8.
[17] Bkz. Hucvîrî, a.g.e., s. 125; Sühreverdî, Ebû Hafs Şihâbüddîn Ömer,
Avârifu'l-Maârif Tasavvufun Esasları, tere.: Haşan Kamil Yılmaz-İrfan
Gündüz, İstanbul, 1989, s. 127.
[18] Kufrah, Kasım, "Hırka", İ.A.,
İstanbul, 1993, V/I, s. 449.
[19] ct-Tûsî, Ebû Nasr cs-Scrrâc, el-Luma' İslâm
Tasavvufu, tere.: Haşan Kâmil Yılmaz, İstanbul, 1996, s.
194.
[20] Hucvîrî, a.g.e., s. 130.
[21] İbnü’l-Cevzî, Telbîsu İblis, tali.:
Rıdvân Câmi‘ Rıdvân, Kahire, 1994, s. 233.
[22] I
Tasavvuf tarihi
için yapılan farklı döneni tasnifleri için bkz. Yılmaz, Haşan Kâmil, Ana
Hatlanyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 1997, s. 82; Türer, Osman, Ana
Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, İstanbul, 1995, s. 77.
[23] Tasavvuf kelimesinin iştikakı hakkında kaynaklar için bkz.
Gürer, Dilaver, Abdülkâdir.Geylânî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri,
İstanbul, 1999, s. 295.
[24] Trimingham, a.g.e., s. 181. :
[25] Ali, Amcer, The Spiril of İslam, University Paperback,
London, tsz, s. 459.
[26] Ebû Dâvûd, Libâs, 4, Ahmed ibn Hanbel, Milsned, VI/50.
[27] cl-Kuraşî, İbn Reddâd Şihâbüddîn Ahmed, Telhîsu Kavâidil-Vâfiye
ft Asli Hükmi’l-Hırka es-Sûfiyye, Süleymaniye Kip., nr.: 3747/11, v.: 161a.
[28] Haşr Sûresi, 7.
[29] el-Kuraşî, a.g.e., v.: 156a. 1
[30] Ahzâb Sûresi, 21.
[31] Bu hadis, iki farklı tarikle rivayet edilmiş ama ikisinin de sahih
olmadığı söylenmiştir (bkz. İbnû’l- Ccvzî, Kitâbu’l-Mevdûât, Beyrut,
1983, IU/141).
[32] es-Serrâc, a.g.e., s. 194.
[33] es-Serrâc, a.y.
[34] Sührevcrdî, a.g.c., s. 122.
[35] Sührevcrdî, a.g.c., s. 123.
[36] cl-Ayderûsî, Ebûbckir b. Abdullah el-Adenî el-Yemenî, Risâle Jt
Hırkati ’s-Sûftyye, Süleymaniye Ktp., Murad Buhârî, nr.: 314/4, v.ı 62a.
[37] el-Ayderûsî, a.g.e., v.: 61b.
[39] el-Kâşâıû, Abdürrezzâk, Mu 'cemu Istılâhâtı
’s-Sûfiyye, tah.:Abdü’l-âl Şâlıîn, Kahire, 1992, s. 178-179.
[40] cs-Sekkâf, a.g.e., v.: 169".
[41] Vicdanî, Sâdık, Tomar-ı Turuk-ı Âliyye ’den Kâdiriyye
Silsilenâmesi, İstanbul, 1922,, II. kitap, s. 24.
[42] Triminghaın, a.g.c., s. 181.
[43] Kabz, tasavvufî bir hal olarak sûfînîn, kalbine
onu sıkıştıran ve içini sıkan bir varidatın gelmesi ve sıkıntılı bir durumda
olması, bast ise yine tasavvufî bir hal olarak, sûfînin kalbine onu rahatlatıcı
varidatın gelmesi, genişlik içinde olmasıdır (bkz. Kuşeyrî, a.g.e., s. 59;
Hucvîrî, a.g.e., 525).
2 Yakîn, kesin
ve mutlak doğruyu ifade eden bilgi demektir. Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’de
Tekâsür Sûresi’nin 5. ayetinde geçmektedir (bkz. Kuşeyrî, a.g.e., s. 85;
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1991, s.
528-529).
[45] Hucvîrî, a.g.e., s. 137.
[46] Hucvîrî, a.y. 1
[47] İbn Teymiyyc bu rivayeti mevzû olarak değerlendirmiş, Hâfız
el-Irâkî, İhyâ-i Ulûmıddînm tahririnde, “aslım bulamadım” demiştir.
Zerkeşî ise, “nıülhidler uydurmuştur” demiştir bkz. el-Hindî, Muhammed Tâlıir
İbn Ali, Tezkiretü 'l-Mevdûât, Beyrut, 1979, s. 30).
[48] İbn ArabtRisale fi Hırkati’l-Meşâyih, Süleymaniye Ktp.,
Nafiz Paşa, nr.: 384/9, v.: 230a.
[49] el-Kuraşî, a.g.e., v.: 161®.
[50] “Cem‘”in lügat anlamı; toplamak, biraraya getirmektir. Tasavvufî
ısülah olarak; “Hakk’ı halksız temaşa etme, halkı değil sadece Hakk’ı seyretme,
bütün eşya ve varlıkların Allah sayesinde mevcut olduklarını görme, herşeyi
Allah’tan görme” anlamlarına gelir (bkz. Kuşeyrî, a.g.e., s. 64; Uludağ,
Süleyman, a.g.e., s. 112; Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, Ankara, 1997, s. 175).
[51] cl-Kuraşî, a.g.e., v.: 161“.
[52] Bakara Sûresi, 256. ,
[53] cs-Sckkâf, a.g.e., v.: 169“.
[54] Hâdî isminin sonu “dal” ile değil, “yâ”ile
bitmektedir. Sanırız müellif bu “yâ” harfini aslî harf olarak kabul etmemekte,
“Hâdî” ismini, “Hâd” olarak kabul etmektedir.
[55] el-Bcytimânî, a.g.e., v.: 40“-41b. !
[56] el-Beytimânî, a.g.e., v,: 42a.
[57] Hucvîrî, a.g.e., s. 133-134.
[58] el-Beytimânî, a.g.e., v.: 42b.
[59] el-Beytimânî, a.g.e., v.: 43Bb.
[60] Gölpınarh, Abdulbâki, Mevlânâ’dan Sonra
Mevlevîlik, İstanbul, 1953, s. 385.
[61] İbn Arabî, Risâle, 235b.
[62] A'râf Sûresi, 26.
[63] İbn Kesir, Ebû’l-Fidâ, Tefsîru
’l-Kur’âni’l-Aztm, Dimaşk, 1994,11/277-278.
[64] İbn Kesir, a.g.e., 11/277-278.
[65] el-Kâsımî, Muhanuned Cemâlüddin, Mehâsinü
’t-Te ’vîl, Kahire, 1957, VII/2647.
[67] İbn Arabî, Risâle, v.: 229“.
[68] îbn Arabî, Risâle, v.: 229b.
[69] A‘râf Sûresi, 31. 1
[70] Bilindiği gibi, hadis usûlünde bir hadisin
sahih olabilmesi için senedde geçen ravilerin, metodolojinin gerektirdiği
şartlan taşıması gerekmektedir. Bu şartlan haiz olmadaki derecelerine göre
rivayetler, “sahih, hasen, zayıf’ olarak nitelendirilmektedir. Ne var ki
sûfîler bir rivayeti “sahih hadis” olarak nitelendirirken
hadisçilerin tenkid usûlü yanında, keşiflerini de kriter
olarak kabul etmektedir. Nitekim İbn Arabî bu hadisi serdederkcn, onun hem
hadis ehlince hem de sûfilerce sahih olduğunu belirtmiştir. Yalnız bu keşif,
naslarla çatışmayan, daha doğrusu onlarla doğruluğu tahkik edilen
(el-keşfii’l-muhakkak) keşiftir (bkz. Şa'rânî, Abdulvahhâb, el-Yavâkît
ve’l-Cevâhir fi Beyânı Akâidi’l-Ekâbir, Mısır, 1306/1889,1/26).
[71] Müslim, îmân, 147; İbn Mâce, Du ‘â,
10; Alımed b. Hanbel, Müsned, 11/133-134, 151.
[72] Müminûn Sûresi, 9.
[73] cl-Kuşâşî, Safiyyüddîn Ahmcd b. Muhammed
cd-Dicânî, Simtu'l-Mecîd fi Selâsili Ehli'l-Bey'a ve İlbâsi’l-Hırka
ve't-Tasavuf ve Sülûkî Ehli’t-Tevhîd, Sülcymaniye Ktp., Şelüd Ali Paşa,
nr.: 1197/1, v.: 52a.
[74] Hadisin metni şöyledir: “Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: Rüyamda insanlar bana gösterildi. Üzerlerinde kimisininki göğsüne,
kimisininki de daha aşağıya uzanan gömlekler (veya elbiseler) vardı. Bu sırada
Ömer, üzerinde (uzun olduğu için) sürüdüğü bir elbiseyle geçti.” Ya Resûlallah bunu
neye yorumladın demeleri üzerine, “din” diye cevap verdi (bkz. Buhârî, Menâkıb,
35; îmân, 23).
[75] A‘râf Sûresi, 32.
[76] el-Kuşâşî, a.g.e., v.: 52b.
[77] Bursevî, İsmail Hakkı, Tefsîru Rûhi
’l-Beyân, neşr.:Halil Eser, İstanbul, 1389/1969, III/147.
[78] Bursevî, a.g.e., III/148.
[79] Bursevî, a.y.
[80] Bursevî, a.y.
[81] Bunlar, sûfilcre göre kalbin dereceleridir ki,
bazı eserlerde “ahtâ” da kalbin derecelerinden birisi olarak kabul
edilmektedir.
[82] Bursevî, a.y.
[83] Yûsuf Sûresi, 93-96. '
[84] Ânkaravî, a.g.e., s. 66; Sülırcverdî, a.g.e.,
s. 131.
[85] Yûsuf Sûresi, 93-96.
[86] cl-Kurtubî, Ebû Abdi Halı Muhammed b. Ahmed
el-Ensârî, el~Câmi' li Ahkâmı ’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, V/169 (Müellif bu
hadisi zikretmemiştir).
[87] el-Kurtubî, a.y.
[88] el-Kurtubî, a.g.e., V/169-170.
[89] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/106, 121,
126, 167, 232, 260; Tirmizî, Libâs, 38.
[90] Buhârî, Libâs, 22, 32; Cihâd ve
Siyer, 187; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/364,
[91] Ahzâb Sûresi, 33.
[92] Müslim, Fadâil, 61; Ebû Dâvûd, Libâs,
5; Tinnizî, Edeb, 49; Ahmed İbn Haııbel, Müsned, VI/162.
[93] Buhârî, Fardu ’l-Huınus, 5; Müslim, Libâs,
35.
[94] cl-Hüseynî, es-Seyyid Murtazâ, Risâle fi
Lebsi’l-Hırka, Dâru’l-Kütüb el-Mısriyye, ‘Tasavvuf, Halini, nr.: 57, Mısır,
v.: 5b (Hadis içinbkz. Beyhakî, es-Sünen el-Kübrâ, Beyrut,
1994, hadis no: 12844; Şu ‘bu ’l- îmân, hadis no:6245; Azîmâbâdî,
Ebû’t-Tayyib, Avnu’l-Ma'bûd, XI/47,89; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Beyrut,
1996,11/107).
[95] el-Kuraşî, a.g.e., v.: 155b;
Şa'rânî, Abdulvahhâb, el-Ertvâr el-KudsiyyefiMa'rifetiKavâ'idi’s-Sûfiyye, tah.:Tâhâ
Abdulbâkî Sürûr-es-Seyyid Muhammed îd eş-Şâfi‘î, Kahire, 1962, 1/50 (Bu
rivayeti Kütüb-i Tis Tz’da bulamadık. Ulaşabildiğimiz m^zûat
kitaplarında ve Elfiyye hadis CD’sinde rastlayamadık).
[96] Rivayetin “Fakirlik, benim ve benden sonra da
ümmetimin kıyamete kadar övünç vesilesidir” bölümü için İbn Haccr cl-Askalânî
“bâtıl” hükmünü vermektedir bak. el-Mübârekfürî, Muhammed Abdurrahmân, Tuhfetü
’l-Ahvezî Şerhu Câmi ‘i ’t-Tirmizî, Beyrut, 1990, VII/17; Aliyyü’l-Kârî, el-Masnû
\ 1328, Bursa, 1/128; el-Aclûnî, Keşfu ’l-flafâ, Beyrut, 1996
11/113.
[97] el-Kuraşî, a.g.e., v.: 155b.
[98] Tinnizî, Menâkıb, 28. i
[99] en-Neysâbûri, Hâkim,fA-Müstedrek
ale’s-Sahîhayn, Mektebetü’l-Matbû'âti’l-İslâmiyye, tsz., III/582- 583.
[100] Hadis, Sührcverdî’nin/İvdr//’i ile Kuraşî’nin Telhîs’inie
farklı şekilde rivayet edilmiştir. Metinde yer alan kısım Avârif teki
şekliyledir. Aynca hadisin bu kısmı, Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’vaAe geçmektedir
(bkz. İbn Hanbel, Müsned, 11/343, 451, 513).
[101] Sühreverdî, a.g.e., s. 261; el-Kuraşî,
a.g.e., v.: 158a (İbn Teymiyye, bu lıadisin şiir okunup Hz.
Peygamberin hırkasının sırtından düşmesinden sonraki kısım için, hiçbir ilim
ehli tarafından rivayet edilmediğini ve mevzu olduğunu söylemektedir. İbn
Teymiyye’nin bu rivayet hakkmdaki değerlendirmesi, mevzûat kitaplarında da
aynen aktarılmaktadır bkz. es-Sâlihî, fon Tolun, eş-Şezera fi'l-
Ahâdisi’l-Müştehira, Beyrut, 1993, 11/58; el-Aclûnî, a.g.e., 11/148;
el44indî,(jbıı^Al^ a.g.C., s: i97. el- Hindî, Suyûtî’nin e/-/.ea7/’sinde,
Nevevî’nin, bu hadis için, “sahih değil” dediğini de eklemektedir. Sühreverdî
ise bu hadisi zikrettikten sonra, “Gönlüme öyle geliyor ki, bu hadis sahih
değildir. Ben bu hadiste Resûlullahm ashabıyla yaptığı toplantıların hazzını
bulamadım. Üstelik sahabîler, bu hadiste, bize ulaşan esaslara bağlı değillerdir.
Bu yüzden onu kabulden imtina ediyor, “En doğrusunu Allah bilir” diyorum”
demektedir bkz. Sühreverdî, a.g.e., 261-262).
[102] Hucvîrî, a.g.c., s. 125 (Hadis için bkz. İbn
Adiyy, Abdullah Ebû Ahmed, el-Kâmil fi Du ’afâi ’r-Racul, hadis no:
1199).
[103] el-Makdisî, fonü’l-Kayscrânî, Safvetü
’t-Tasavvuf, tah.: Ğâde el-Mukaddem Adra, Beyrut, 1995, s. 225 (hadis için
ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/106, 121, 126, 167,232, 260;
Timizi, Libâs, 38).
[104] Timıizî, Libâs, 10; cl-Makdisî, a.g.e.,
s. 232 (Suyûtî bu hadisi, senedinde geçen iki ravî sebebiyle tenkit etmektedir
bkz. Suyûtî, el-Leâlî’l-Masnûafi'l-Ahâdîsri-Mevdûa, Lübnan,
197.5,1/164).
[105] İbnü’l-Cevzî, Telbîs., s. 233.
[106] İbnü’l-Cevzî, a.y.
[108] cl-Makdisî, a.y. (“Suyûtî, “...Hz. Ömer,
Hâkk’ın rahmetine kavuştuğunda üzerinde on üç yamalığı olan bir elbise vardı”
şeklindeki rivayeti mevzû olarak değerlendirmektedir bkz. Suyûtî, el-Leâlî,
11/264. Aynı rivayet için İbnü’l-Cevzî de mevzû hükmünü vermektedir bkz.
İbnü’l-Cevzî, Kitâbu ’l-Mevdûât, III/50).
[109] el-Makdisî, a.g.e., s. 225. .
[110] el-Makdisî, a.g.e., s. 232. *
[111] Hucvîrî, a.g.e., s. 125 (İbnü’l-Cevzî bu
rivayet için mevzu değerlendiremesini yapmaktadır bkz. İbnü’l-Cevzî, Kitûbu’l-Mevdûât,
III/49. Suyûtî, Beyhakî’nin bu rivayet için “mevzû” dediğini haber vermektedir
bkz. Suyûtî, el-Leâlî, 11/264; Şevkânî de bu hadis için mevzû hükmünü
Vermektedir bkz. Şcvkânî, el-Fevâid el-Mecmûa fi Ahâdisi ’l-Mevdûa,
Beyrut, 1987, s. 177; el-Hindî ise Tezkire'smte, bu rivayetin mevzû
değil ravîler tarafından hadise eklenen bir rivayet olduğunu, yani “mûdrec”
olduğunu söylemektedir bkz. el-Hindî, a.g.e., s. 157).
[112] Hucvîrî, a.y.
[113] Hucvîrî, a.y.
[114] Hucvîrî, a.y.
[115] Hucvîrî, a.y. ,
[116] Hucvîrî, a.y. (Feridüddîn Attâr (ö. 618/1221),
her hangi bir kaynak vermeksizin, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vefat zamanı
yaklaşınca ashabı O’na hırkasının kime verileceğini sorduğunu, Hz. Peygamberin
de, “Veysel Karcnî’ye verin” dediğini; Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin Necid bölgesine
giderek Veysel Kareni’yi hayvan otlatırken bulup ona bu hırkayı teslim
ettiklerini zikreder (bkz. Attâr, Feridüddîn, Tezkiretü ’l-Evliyâ,
tere.: Süleyman Uludağ, Bursa, 1984, s. 61 -63.) Ahmet Yaşar Ocak, yukarıda
anlatılan üıcnkibcjİğ ilgili olarak, bu rivayetin ilk defa Feridüddîn Attâr’ın Tezkiretü
’l-Evliyâ'sında görüldüğünü, dalıa sonra da diğer menakıbnamelerde yer
aldığım kaydeder (bkz. Ocak, Ahmet Yaşar, Veysel Kareni ve Üveysilik,
İstanbul, 1982, s. 66).
[117] Hucvîrî, a.g.e., s. 126.
[118] cl-Hüscynî, Risâle, v.: 5".
[119] el-Kuraşî, a.g.e., v.: 156b.
[120] el-Hüseynî, Risâle, v.: 6a
[121] Şa'rânî, el-Envâr, 1/48.
[122] Harîrizâdc Kemalcddin Efendi, Tibyânu Vesâiti’l-Hakâik fi Beyânı
Selâsiti't-Tarâik, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi, nr.: 430,I/104b.
[123] Harirîzâde, a.g.e., I/105a.
[124] el-Bcytiınânî, a.g.e., v.: 42®.
[125] Buhârî, Ahkâm, 43; Fiten, 6; Müslim, îmâre,
41, 42, 70; Nesaî, Bey‘at, 1-5, 8; İbn Mâce, Cihâd, 41.
I
[126] İbn Mâcc, Libâs, 27. ,
[127] İbn Teymiyye, Cevâbu Fulya fi Lebsi ’n-Nebî
Aleyhisselâm, Sülcymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr.: 2742/5, v.: 59"
(hadis için bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Libâs, 5, Müslim, Libâs,
48; Nesaî, Ziyne, 101,104).
[128]
“Bezâze “elbisenin düşük kalite” olmasıdır. Ancak burada “giyinı-kuşamdaki
tevazu” anlamında kullanılmaktadır bkz. Zcmahşerî, el-Fâikfî Ğarîbi
’l-Hadîs, Beyrut, 1996,1/81. Nitekim sahih bir hadiste "cMı?! o* •
(Giyim-kuşamdaki tevazu imandandır)" buyurulmaktadır bkz, Taberânî, el-
Mu'cem el-Kebîr, Dâru İhyâi’t-Turâs el-Arabî, 1983, hadis no: 791; Kümeydi,
Ebûbekir Abdullah b. Zübcyr, el-Müsned, Beyrut, 1988, hadis no: 357,
Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, Beyrut, 1983, s.7. Ebû Ca'fer Muhammed
et-Tahâvî Şerhu Müşkili ’l-Âsâr adlı eserinde “bezâzenin imandan
olması”na dair özel bir bab ayırmış ve konuyu derinlemesine tetkik etmiştir
bkz. Tahâvî, Şerhu Müşkili ’l-Âsâr, Beyrut, 1994, IV/191.
131 Tahâvî’nin
yukarıda zikrettiğimiz eserinde de ifade edildiği gibi, selef bunu sırf zarûret
sebebiyle yapmamakta, bu tür giyimde zühdü amaçlamaktadır.
[130] İbnü’l-Cevzî, Telbts, s. 233.
[131] İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 234.
[132] Ebû Dâvûd, Libâs, 4; Ahmed İbn Haııbcl, Müsned,
VI/50.
[133] İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 235.
[134] İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 236. ı
[135] Durum müellifin dediği gibi değildir. Nitekim
İbn Abbas hadisinde, Hz. peygamberin elbise giydirdiği görülmektedir. Yine
birçok hadiste Hz. peygamberin ashaba çeşitli elbiseler giydirdiği maruftur.
[136] Sûfîler İbnü’l-Cevzî’nin aksini söylemektedir.
Nitekim tezimizin “hırkanın rengi ve şekli” bölümünde ifade ettiğimiz gibi,
sûfîler hem siyah hem de mavi giymektedir. Yine müellifin “küçüklere değil
büyüklere hırka giydirirler” ifadesinin aksine, tezimizin “hırka çeşitleri”
bölümünde ifade ettiğimiz gibi, sûfîler küçüklere de hırka giydirmekledir.
[137] İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 238.
[138] Buhârî, Ahkâm, 43; Filen, 6; Müslim, İmâre,
41, 42, 70; Ncsaî, Bey'at, 1-5, 8; İbn Mâce, Cihâd, 41.
[139] İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s.238.
[140] cl-Aydcrûsî, a.g.e., v.: 60".
[141] Haşr Sûresi, 7.
[142] cl-Kuraşî, a.g.e., v.: 156a.
|S| Bu hadis, iki
farklı tarikle rivayet edilmiş ama ikisinin de sahih olmadığı söylenmiştir
(bkz. İbnü’l- Cevzî, Kitâbu 'l-Mevdûât, III/141).
[144] el-Kuraşî, a.g.e., v.: 156b. ,
[145] el-Kuşâşî, a.g.c., v.: 48b.
[146] cl-Kuraşî, a.g.c., v.:155b, 156“;
Şa'rânî, el-Envâr, 1/48.
[147] İbn Arabi, hırka ile ilgili olarak kendilerine
sahih bir hadisin ulaşmadığını söylemektedir (bkz. İbn Arabî, Risale,
v.: 235h; Şa'rânî, el-Envâr, 1/49).
[148] Şa'rânî, el-Envâr, 1/48.
151 Suyûtî,
Cclâlüddîn,İthâfu’l-FırkabiRevfi’l-Hırka, SüleymaniyeKtp., nr.: 708/46,
v.: 122b; el-Kuşâşî, a.g.e., v.: 38".
[150] Yani bir rivayette diğerinde olmayan bir ibare veya
kelime fazlalığı varsa kendisinde fazlalık bulunan
bu
rivayet alınır ve fazla olan bölümle amel edilir. Fakat bu fazlalığın kabulünün
birtakım şartlan vardır
159
“Ycvmi’d-dâr”; “ev olayımn olduğu gün” anlamına gelip Hz. Osman’ın
evinin muhasara edilerek şehit
cdilidiği gün kastedilmektedir
(bkz. et-Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, Ta’rihu't-Taberî, tah.:
Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim, Kahire, 1977, IV/394).
[155] Suyûtî, İthâf, v.: 122b;
el-Kuşâşî, a.g.e., v.: 38".
[156] Suyûtî, İlhâf, v.: 122b;
el-Kuşâşî, a.y.
[157] Suyûtî, İthâf, v.: 122b;
el-Kuşâşî, a.g.e., v.: 35b (Suyûtî bu haberi Tedrîbu'r-Râvî'de
de özetle nakletmektedir bkz. Suyûtî, Tedrîbu’r-Râvi, tah.: Ahmed Ömer
Hâşim, Beyrut, 1997,1/169).
[158] Koçyiğit, Talat, a.g.e., s. 72-73; Sâlih,
Sublıî, Hadis İlimleri ve İstılahları, tere,: M. Yaşar Kandemir, Ankara,
1971, s. 132-133.
[159] Suyûtî, Tedrîbu 'r-Râvî, 1/169-170,
[160] Suyûtî, Ahmed b. Hanbel’in A/i/.vwe</’indcn
delil getirmekte, fakat Ahmed b. Hanbel’in şu sözünü de yine kendi eserinde
rivayet etmektedir; “Mürsel hadisler içinde en zayıf olanları, Haşan Basrî’nin
mürscllcridir” (bkz. Suyûtî, Tedrîbu ’r-Râvî, 1/168).
[161] Lügat itibarı ile “güzel” manasına gelen
“hasen” kelimesi, hadis ıstılahında, sahih ile zayıf arasında yer alan, fakat
sahihe daha yakın olduğu için makbul hadisler arasında sayılan bir hadis
çeşididir (bkz. es- Suyûtî, Tedrîbu 'r-Râvî, 1/122-144; Koçyiğit, Talat,
a.g.e., s. 37-42).
[162] Suyûtî, İlhâf v.: 122b; el-Kuşâşî, a.g.e., v.: 35b. j
[163] Suyûtî, İlhâf, v.: 122b; el-Kuşâşî,
a.y.
[164] cl-Kuşâşî, a.g.e., v.: 39b. 1
[165] Şa'rânî, el-Envâr, 1/48.
[166] Hadisin metni şöyledir: “Resûlullah ashabıyla
beraber olduğu bir gün şöyle buyurdu: “Aranızda yabancı biri var mıdır?” Hayır
yok ya Resûlallah dediler. -Ehl-i kitabı kastediyordu.- Kapının kapatılmasını
emretti ve şöyle buyurdu: “Ellerinizi kaldırınız ; Lâ İlâhe İllallah deyiniz.”
Şeddâd bin Evs şöyle dedi: “Hemen ellerimizi kaldırdık ve Lâ İlâhe İllallah
dedik.” Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah’ım beni bu kelimeyle gönderdin,
onunla amel etmemi emrettin. Ona uymadığım takdirde bana azap edeceğini
bildirdin. Şüphesiz sen verdiğin sözden dönmezsin”. Sonra da şöyle dedi;
"Sevinmez misiniz ? Allah günahlarınızı bağışladı (hadis için bkz. Ahmed
İbn Hanbel, Müsned, IV/124; Hâkim, Müsledrek, 1/679; Hâfiz
el-Münzirî, et-Terğîb ve ‘t-Terhîb, 11/268)”.
[167] cl-Kuşâşî, a.g.e., v.: 40b.
[168] Suyûtî, İthâf, v.: 122b-123“.
[169] cs-Schâvî, Şcmsüddîn Muhammed b. Abdurrahmân, el-Mekâsidu'l-Hasene
fi Beyânı Kesfrin mine’l- Ehâdîsi İ-Müştehire ale’l-Elsine, lalı.: Abdullah
Muhammed es-Sıddîk, Beyrut, 1987, s. 335.
[170] cl-Kuraşî, a.g.e., v.: 160b.
[171] Trimingham. a.g.c., s. 183.
[172] Vicdânî, Sâdık, a.g.c., II. kitap, s. 23.
[173] cl-Bcylinıânî, a.g.c., v.: 43b.
[176]
Şeyhe karşı müridin gassalin önündeki meyyit gibi olma isteği çokça eleştirilen
bir konudur. Sûfîlerin bu tavrı, müridin, hayır ve doğruyu bulmada yeterli
olmadığı, zaten bu özelliğe sahip olmadığı için şeyhin yanma geldiği fikrinden
ncş’cl etmektedir. Yalnız bu durum her dönem ve herkes için genel geçer bir
kaide değildir.
[180] es-Sckkâf, a.y.
[181] es-Sckkâf, a.g.e., v.: I70b.
[182] cl-Kuraşî, a.g.c., v.: 160b.
[183] Farsça “aydınlatan lamba, kandil” demektir.
“Çerağ-ı rûşen” metinde hırka ve diğer icazet unsurlarıyla birlikte
zikredilmesinden onun da bir icazet alameti olduğu anlaşılmaktadır.
[184] Zorlu, Cem, Mecmûâtü 't-Tevârthi
'l-Mevleviyye 'nin Neşri ve Tanıtımı, basılmamış yüksek lisans tezi, Konya,
1992, s. 43.
[185] Vicdânî, Sâdık, a.g.c., II. kitap, s. 25.
[186] Vicdânî, Sâdık, a.g.e., II. kitap, s. 24.
[187] Vicdânî, Sâdık, a.y.
[188] cl-Bcytimânî, a.g.e., v.: 44“.
[190] Tirnıizî, İlim, 7; İbn Mâce, Mukaddime,
18; Dârimî, Mukaddime, 24.
[191] Harîrizâde, a.g.e., 1/1 rb.
[192] Trimingham, a.g.e., s. 183. ;
[193] ibn Arabî, Muhyiddiıı, Risâle, v.: 23 5b
[194] cl-Aydcrûsî, a.g.c., v.: 65b.
[195] Ebû Dâvûd, Libâs, 4; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 11/50.
ı
[196] Sührevcrdî, a.g.c., s. 132.
[197] Vicdânî, Sâdık, a.g.c., II. kitap, s. 25.
[198] Vicdânî, Sâdık, a.y.
[200] Ahmed Hilmi, Hocazâdc, Iladîkatu ’l-Evliyâ ’dan Silsile-i
Meşâyih-i Kâdiriye, İstanbul, 1317, s. 38; el- Bcytimânî, a.g.e., v.: 46a
b.
[201] cl-Bcytimânî, a.y.
[202] cl-Ayderûsî, a.g.e., v.: 65b-66“.
[206] el-Bcytimânî, a.g.e., v.: 43b.
[207] el-Beytimânî, a.y.
[208] Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1993, s. 804.
[209] Pakalın, a.g.e., s. 804.
[211] Pakahn, a.g.c., s. 805.
[212] Pakahn, a.y.
[213] Pakahn, a.y.
[214] Pakahn, a.g.c., s. 808.
[215] Pakahn, a.y.
[216] İbn Arabî, Risâle, 384/9,
v.: 230*; Uludağ, "Hırka.
", D.İ.A., İstanbul, 1998, XVII/375.
[217] İbn Arabi’nin “iki elbise” ile kasdettiği,
Kur’ân’da anlaülan takva elbisesi ve sûfîlerin giymiş olduktan hırkadır. Takva
elbisesi bâtın için, hırka da zâhir için giyilmektedir.
[218] İbn Arabî, Risâle, v.: 230*.
[219] Ahmed b. Hanbcl, Müsned, VI/106, 121,
126, 167, 232, 260; Tirmizi, Libâs, 38.
[220] İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 233.
[221] Vicdânî, Sâdık, a.g.e., II. kitap, s. 24.
[222] Hucvîrî, a.g.c., s. 133-134.
[223] el-Beytimânî, a.g.e., v.: 42b.
[224] Gölpınarlı, a.g.e., s. 426.
[225] Gölpınarlı, a.g.e., s. 426.
[226] el-Beytimânî, a.y.
[227] Gölpınarlı, a.g.e., s. 430-431.
[229] cl-Bcytimânî,a.g.e., v.: 42b.
[230] el-Kuraşî, a.g.c., v.: 156°.
[231] el-Kuşâşî, a.g.e., v.: 48b.
[232] Hucvîrî, a.g.e., s. 129.
[234] Müslim, Zekât, 69; İlim, 15;
Nesaî, Zekât, 64; İbn Mâce, Mukaddime, 14.
[235] Buhârî, Bed’u İ-Vahiy, 1; Itk,
6; Müslim, İmâre, 155; Ebû Dâvûd, Talâk, 11; Nesaî, Tahâret,
59.
[236] el-Kuşâşî, a.g.e., v.: 48b.
[237] Gölpınarlı, a.g.e., s. 391.
[238] es-Sckkâf, a.g.e., v.: 169a.
[239] cl-Beytimânî, a.g.e., v.: 42”’b.
[240] İbn Arabî, Risâle, v.: 235b.
[241] İbn Arabî, Risâle, v.: 230n b.
[243] es-Sehâvî, a.g.e, s. 335.
[244] el-Ayderûsî, a.g.e., v.: 65b-66a. ı
[245] el-Beytinıânî, a.g.e., v.: 42b
[246] Burada “zâhiri, mezhebine muhâlif bir hadis”
ibaresi kapalı bir ifadedir. Yani bu hadisin sahih olup olmadığı
belirtilmemiştir. “Zâhiri muhâlif’ takyidi ile gerçekte bu hadisin o kimsenin
mezhebine muhâlif olmayabileceği ihtimali de belirtilmiştir. Eğer ifade, “sahih
bir hadis, mezhebinin içtihadına uymazsa, hadisle değil mezhebinin içtihadıyla
amel eder” şeklinde olsaydı, itiraz edilebilirdi. Zaten müellifin bir sonraki
paragraftaki cümlesi bu kapalılığı gidermektedir.
[247] cl-Ayderûsî, a.g.e., v.: 65b.
[248] cl-Ayderûsî, a.y.
[249] cl-Ayderûsî, a.g.e., v.: 66b.
[251]
cl-Kuşâşî, a.g.e., v.: 41".
[253] es-Sckkâf, a.g.e., v.: 171°; el-Bcylimânî,
a.g.e., v.: 41b-42a.
[254] Vicdanî, Sâdık, a.g.e., II. kitap, s. 25.
[255] el-Aydcrûsî, a.g.e, v.: 66b.
[256] el-Aydcrûsî, a.y.
[257] cl-Ayderûsî, a.g.e., v.: 67“.
[258] el-Ayderûsî, a.g.e., v.: 67a.
[259] el-Ayderûsî, a.g.e., v.: 67b-68a.
[260] el-Ayderûsî, a.g.e., v.: 68a.
[261] el-Ayderûsî, a.g.e., a.y.
[262] es-Sekkâf, a.g.e., v.: 179a.
[263] es-Sekkâf, a.g.e, v.: 169b.
[264] es-Sckkâf, a.g.e., v.: 170b.
[265] es-Sckkâf, a.g.e., v.: 180a.
[266] Ayrıca sema esnasında hırka yırtmak için bkz. Hucvîrî, a.g.e., s.
571-573.
[267] “Karşılamak, karşılaşmak” anlamına gelen mukabele kelimesi, bütün
tarikatlarda ve bilhassa Mevlevîlerde, tarikat ayinini icra etmek yerinde
kullanılmıştır (bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 370 v.d.).
[268] Mevlcvîlerle birlikte, Kalenderi ve
Haydarîlcrle eski Bcktaşîlcrde de bulunan bu fistan, kolsuz, yakasız, göğse
kadar önü açık ve bele kadar kısmı dar olup belden aşağıya doğru gittikçe
genişleyen bir elbiseydi. Sema tennuresi ve hizmet tennûresi olmak üzere iki
çeşittir. Tennûre, 'Arap alfabesindeki “Lam-eliF harfinin ters çevrilmiş haline
benzerdi. Bunu giyen insan, harfin ortasına çekilmiş bir “Elif’ gibi görünürdü.
Bu şekilde
ters “Lâ” kelime-i tevhidin nefiy, “İllâ” da
isbat kısmım temsil ederdi (bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 429-430; Uludağ,
a.g.c., s. 481; Cebecioğlu, a.g.e., s. 711).
[269] Farsça “gül destesi” demektir. Mevlevi
dervişlerinin hücrede giydikleri bu elbise, dar ve düğmesiz
kollu, kolların bedene
eklendiği yerler adetâ japone, önü açık, bele kadar gelen ve boya nisbetle
elifinemedin yansına varan, ince kumaştan yapılmış dar bir yelektir (bkz.
Gölpınarlı, a.g.e., s. 430; Cebecioğlu, a.g.e., s. 221). ;
[270] Farsça “yün kemer” anlamında olup Mcvlevîlerde
bu söz, “Elifılâmet” tarzında söylenirdi. Arap alfabesindeki “elif’ harfine
benzer, uzun, mustatili, dört parmak enliliğinde, iki ucu birer parmak
enliliğinde, iki ucu birer üçgen teşkil edecek tarzda sivri, içi düz kumaştan
kaplı, üstüne nisbeten ince bir kumaş geçirilmiş, kenarlanna zemin rengine
nisbetle daha koyu veya daha açık renkte kumaştan bir zırh çekilmiş, yaklaşık
bir buçuk metre uzunluğunda bir kemerdir (bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 430;
Cebecioğlu, a.g.c., s. 247).
[271] Gölpınarlı, a.g.e., s. 371-372.
[272] Gölpınarlı, a.g.e., s. 394, 431,
[273] İbn Arabî, el-Fütûhâtü ’l-Mekkiyye, tah.: Osman Yahyâ,
Mısır, 1985, III/185-187. ;
[274] el-Kuşâşî, a.g.e., v.: 41"-42”.
[275] “Üslûb-ı sabık üzere”, yani daha önce anlatılan şekil üzere abdest
almalıdır. Daha önce anlatılan bu abdest te, şeyh, kalbini masivadan arındırma
halini abdeste mukarin kılmaktadır.
[276] Mehmed Rifat Efendi, Nefiıatur-Riyâzil-Aliyye
fi Beyânı ’t-Tarîkati ’l-Kâdiriyye, Millet Ktp., Ali Emîrî, Şer'iyye, nr.:
1127, v.: 32b-33ft (Bu eserin 32b sayfasında
eserin hattına tıpa tıp benzeyen bir hatla bazı açıklamalarda bulunulmuş ve
“Muhammed Nûri el-Kâdirî” ismiyle imza atılmış. Biz ilk başta eserin
müellifinin bu zat olduğunu zannettik. Ancak danışman hocamız Yrd.Doç.Dr.
Dilaver Gürer bey bu eserin Mehmed Rifat Efendi’ye ait olduğunu söyleyerek bu
yanlışı düzelttiler. Ancak iki yazı arasındaki benzerliğe kendileri de hayret
ettiler.
[277] Mcvlcvîlcr, Mcvlânâ soyundan gelenlere,
Bektaşîler ise pir soyundan gelenlere “çelebi” derler. Bir makam olarak
“çelebilik” Mevlevîlikte, en üst makamda bulunan ve bütün Mevlevî dcrgalılan
üzerinde yaptırımı olan şeyhür (bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 367-370; Uludağ,
a.g.e, s. 124; Cebecioğlu, a.g.e., s. 197).
[278] Fetih Sûresi, 10.
[279] Gölpınarlı, a.g.e., s. 394. !
[280] Nisâ Sûresi, 65.
[281] İbn Kesir, a.g.e„ 1/691-693.
[282] İbn Haldûn, Tasavvufun Mahiyeti Şifâu
’s-Sâil, haz.: Uludağ, İstanbul, 1998, s. 172.
[283] Şa’rânî, Letâifö ’l-Minen ve 'l-Ahlâk fi
Beyâni Vucûbi ’t-Tahaddüsi bi Ni ’metillâhi ale ’l-Itlâk, İstanbul, 1893,
s. 49.
[284] Müellif (Mehmet RiTat Efendi) bu bölümü, Ebû
Yahyâ Zekeriyyâ el-Ensârî’nin el-Fütûhâtu ’l-llâhiyye fi Nefii Zevûti
’l-İnsâniyye adlı eserinden naklettiğini ve genel bir yarar sağlaması için
Türkçe’ye tercüme ettiğini söylemektedir.
[285] Mehmed Rifat Efendi, a.g.e., v.:3 lb-32a.
[287] “Mühakkim” ise hakem tayin edilen şahıs, yani
burada şeyhtir.
[288] Âl-i İmrân Sûresi, 101,102.
[290] Fetih Sûresi, 18.
[291] A.g.s., 10.
[292] es-Sckkâf, a.g.c., v,:2118.
[293] es-Sekkâf, a.g.e., v.:21 la b,
[294] cs-Sckkâf, a.y.; Harîrîzâdc, a.g.e., I/5ab.
[295] Fetih Sûresi, 10.
[296] A.g.s., 18.
[298] Nûr Sûresi, 31.
[299] cl-Ayderûsî, a.g.e., v.:69b.
[300] Diğer tahkim şekilleri için bkz. es-Sekkâf,
a.g.e., v.:211b; el-Hüseynî, es-Seyyid Murtazâ, İkdu'l- Cevher
es-Semîn fî’z-Zikr ve Turuki ’l-İlbâsve 't-Telkîn, D.İ.A., nr.: 8062, v.:
14b-158; Gölpınarlı, a.g.e., s. 390-391.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar