Türkçe’ye Hayat Veren Şah İsmail Safevi’nîn Edebi Kişiliği
Hazırlayan: Golamreza MOKHDES
ÖNSÖZ
Tez için Şah İsmâil-i Safevi’nin
Edebi Kişiliği konusunun seçilmesi birçok bakımdan önemlidir. Şah İsmâil’in
Türkçe eserleri İran’da ve Türkiye’de geniş olarak yayılmamıştır. Şah İsmâil Türk dilinin inkişafında halk
şiirine rağbetle yanaşarak güzel sanat numuneleri yaratmıştır. Onun
Türkçe Divanı, Nasihatnâme, Dahnâme, Manakibül-Asrar, Behçetül Ahrâr adlı
eserieri, Farsça şiirleri ve mektupları vardır.
GİRİŞ
Şah İsmail’i Hatâi’nin zuhuru ve
O’nun devlet oluşturması Azerbaycan edebiyat tarihinde, edebi ve medeni hayatta
bir ilerleme. sayılır. Başka bir deyimle,
bu devirde, Azerbaycan’daki Türk dili ve
edebiyatı resmiyet kazanmış oluyor. Şah
Hatâi devleti bildiğimiz gibi Kızılbaşlar hareketiyle ki Moğolların saltanat
zamanında oluşmuştur ve genellikle Azerbaycan'ın kabilelerinin işbirliğiyle iş
başına gelmiştir. Azeri Türkçesi resmi
ve devlet dili olarak ilan edilmiştir. Şah İsmail’in siyasetleri sertliklerine rağmen
O’nun Azerbaycan edebiyatındaki siması ve edebi kişiliği halkın gözünde bir
dost gibi cilvelenip O’nun adına manzum destanlar ve şarkılar yapılmıştır.
Türk Dilinin Konumu
Azeri Türkçesi Azerbaycan
halkının dünyanın Türk milletlerinden siyasi ayrılık sonucunda ve onların
arasında mezhebi rekabetlerden »kendisi müstakil şive oluşturdu, ama bir müddete kadar Çağatay Türkçesi
edebiyatının te'şirinde "kalmış ve Osmanlı Türkçesinden de uzak
kalmamıştır.
Bu edebiyat evvelde İran’ın
klâsik edebiyatı karşısında mezhebi surette meydane çıkmış ve zaman geçtikçe
kendi nufuzu ve ehemmiyetini artırmıştır .
Akkoyunlularm hakimiyet devrinde
Azeri Türkçesinin ehemmiyeti fazlalaşmış ve sarayda Farsça ile beraber
Azerbaycan şairleri kendi ana dilinde şiirler »öylemiş ve edebi meclisler
kurmuşlardır.
Azeri dilinin yayılması, Azeri Türkçesinde şairlerin artması ve hatta
bu dilin Şah İsmail zamanında resmi devlet dili olması Azeri edebiyatının
gelişmesini sağlamıştır.
O zamanda sarayda Türkçe
konuşulur, devletler arası resmi
mektuplar ve fermanlar Türkçe ve Farsça yayılırdı ve savaş ve ekonomi
İstılahları genellikle Türkçeydi. Akkoyunlu, Karakoyunlu hükümdarları ve Safevi Kızılbaş
devleti devri devlet makamları isimleri, yönetim savaş ve ekonomi terimleri
Türkçe idi, mesela:carçı, çapar, keşik, keşikçibaşı, koşun , çerik, senger, sürün, yarak, sahlu, ayakçı, ağa,
hanım, hatun, altun kızıl, atalık.
Bu tertible Safeviler zamanında
sarayın resmi dili Farsça ve Türkçe idi, askeri fermanlar ve şahların emirleri Türkçesiyle
yazılıyordu.
Şah İsmail’in Hayatı
Görkemli devlet hadimi, kudretli
şair, şiir ve sanat hamisi gibi tanınan Şah İsmail Hatai’nin yaratıcılığı
edebiyat. tarihimizde özel bir merhale
teşkil eder. Ana dili edebiyatın
inkişafında özel hizmetleri olan Hatâi, halk şiirine rağbetle yanaşarak koşma, yedi ve sekiz heceli güzel sanat numuneleri
yaratmıştır. Bir taraftan yazılı edebiyatın, diğer taraftan halk
yaratıcılığının zengin adetlerinden faydalanmak, Hatâî’nin başlıca hedefi olmuş,
onu şiirleri, aydınlığı ve samimiliği ile seçilir. Hatâî’nin şiirlerinde saf
manevi alem, aydın düşünceler görünür.
Şah İsmâil Hatâî 1486 yılında
Erdebil şehrinde saygın, nufuzlu bir
aileden doğmuştur .
Babası Cüneyd oğlu Haydar, . anası
Uzun Haşan kızı Alemşah Beğim’dır. Ulu dedesi Şeyh Safi şarkın en büyük tarikat
önderlerinden biri idi. Şah İsmâil, Safevî soyadını büyük dedesi Safiyyüddin’in.
adından almıştır. Bazı Avrupa tarihleri
ona "Sûfî" demişlerse de bu, yanlıştır.
15. asır Azerbaycan şairi ‘Arif-i
Erdebili, Şeyh Safi’yi dinin ve milletin
hamisi şarkın, bilhassa Erdebil şehrinin iftiharı olan bir şahsiyet olarak
tanıtmıştır.
Şah İsmâil’in babası Şeyh Haydar
kendi de tarikat Şeyhlerinden olmakla beraber devlet hadimi ve başkanlarındandı.
Hatâî’nin annesi ise Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı, Sultan Yakub’un
kız kardeşiydi.
Safevi sülalesinin gitgide artan
nüfuzundan korkan Sultan Yak'up Şeyh Haydar’ı öldürttürür, kız kardeşi Alemşah Beğim’i(ya Halime
Beğim)çocukları ile birlikte İstahr kalesinde hapsettirir. Akkoyunlu
hükümdarlarından Rüstem Mirza(1492-1497)hakimiyetini sağlamlaştırmak maksadiyle
Safeviler’den yararlanmak ister. Bu niyetle Şeyh Haydar’m oğullarını serbest
bırakır. Akkoyunlular onları yeniden ele geçirmek ve mahv etmek isterlerse de
muvaffak olamazlar.
Gilan hakimi Şerif Han’ın
himayesinde Lala Hüseyn Beğ tarafından terbiye edilen İsmâil ve İbrahim’i
Akkoyunlular ele geçiremezler.
1499 da Şah İsmâil 70 kişiyle
Erdebil’e doğru hareket eder. Gîlân’dan Şirvan üzerine yürürken Şah İsmail’in başında
bulunduğu yedi bin atlı yedi Türk kabilesinden seçilmişti. Bu kabileler
şunlardır.
İstaçlu, Şamlu, Tekelu, Varsak, Zülkadiriye, Afşar, Kacer.
Bu ordu ile Şah ismâil ilk defa
Şirvan'ı alır, Farruh Yesar’ın 20 bin kişilikk ordusunu Gülistan kalesi
yakınında mağlup eder, Mahmut Abat
kasabasmde kışlar. 1500-1501 yıllarda
güney Azerbaycan’da Akkoyunlu şehzadelerinden Elvend Mirza ile Sultan Murat
arasında savaş olur.
1502 de Şah ismâil Elvent Mirza’ya galip gelir. Şirvan, Nahcuvan, Karabağ ve Azerbaycan’ın güneyini
birleştirip Tebriz’i kendine başkent yapar ve kendini Şah ilan eder. Sultan Murad’ı da ortadan kaldırır. Şah İsmâil
yeni Safeviler devletinin temelini koyur. 1503 de Mazandaran, 1504-de Yezd, Kirman,
Farsistan, 1506 da Maraş»Diyarbakır, 1508 de Bağdad’la birlikte bütün İrak’ı
feth eder.
Şah İsmâil az zamanda
bütün'Azerbaycan’1 ve'İran’ı zaptettikten başka, Horasan eyaletini, Özbekistan’iri
bir kısmile Afganistan’ı idaresi altına almıştı.
Şah İsmâil bu muvaffakiyetinin
başlıca iki sebebi vardı:
1-Cengiz istilâsından beri bir
türlü rahat yüzü görmeyen, Akkoyunlular
zamanında iki üç senede bir devlet değiştiren ve bu sürüp giden savaşlar
yüzünden mahv ü perişan olan halkın rahata kavuşmak istemesi.
2-Anadolu, İran halkının ve hattâ
bir kısım Özbeklerin bile Safiyyüddin ailesine bağlı bulunmaları ve bu bağlılık
sebebile Şah İsmail’e yardım etmeleri.
Şah İsmâil 1514 de Haku
yakınındaki Çaldıran ovasında Osmanlı hükümdarı Sultan Selim’in ordusu ile
savaşta mağlup olur. Bu mağlubiyetten
sonra, hükümdar şair 15?4 de 38 yaşlarında Şarap şehrinde vefat eder, Erdebil’de
Şeyh Safi makberesinde toprağa verilir.
Şah İsmail’in yüksek harp
yeteneği ve savaşları hakkında Marks şöyle yazmıştır:"Safeviler
hanedanının kurucusu Şah İsmâil fatih idi. O, ondört yıllık hakimiyeti devrinde ondört
eyalet fethetmişti’’.
, Şah İsmail’i sevenler;onun insanların üstünde
bir insan olduğunu düşünüyor ve keramet sahibi olduğuna inanıyorlardı. Düşmanları ise onu en ağır sözlerle itham
ediyor, Şah İsmail’in anayı, kızkardeşi
helâl bildiğini ve hiçbir ahlâk mefhumunu tanımadığını etrafa yayarak aleyhinde
propagandada bulunuyorlardı.
Şah İsmail’in savaşları bir Azerbaycan devleti yaratmak
düşüncesinden ileri geliyordu. Şah. İsmâil Azeri dilini devlet ve şiir diline
çevirmiş, ülkenin siyasî, içtimai, ekonomik ve medeni inkişafı için büyük işler
yapmıştır.
Şah İsmail Safevi’nin Mezhebi Ve Düşünceleri
Hz. Ali’yi bir dinî ve siyasî lider olarak Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemden sonra
meşru halife sayma esas umdesinden çıkan şîî itikadı, Allâh’a, gayr-ı mahluk
olan Kur’ân’a inanma yanında, İlâhî unsurun ”imâm”da tecelli ve devam ettiği, husûsiyle Hz. Hüseyn’in ölümü ile ortaya çıkan, din için ıztırap çekmenin Cennet’e götürecek
bir yol olduğu unsurlarını ihtiva eder.
Şîî düşüncesinin Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin
vefâtından itibaren vücûd bulduğu, Hz. Ebûbekir ve iki halefine bîatm ”irtidâd”
sayıldığı; şîî zümrelerin, "imâmet”in, Peygamber âilşsine mensup olmak sıfatiyle
sadece Hz. Ali evlâdına münhasır olması husûsünda dâimâ bir iştiyak duyduğu
anlaşılmaktadır.
Şiîlik kudret bakımından, siyâsî
sâhada haddinden fazla mukavemetle karşılaştığı için, ağırlık merkezini daha
ziyâde dinî, sâhaya kaydırmıştır.
Safevîler»hanedanın kurucusu Şeyh
Safî’den itibaren bir sûfî birliği te’sise çalışmıştı. Şeyh Safî'nin intisab
ettiği Şeyh Zâhid ‘ Horasânî tarîkat an’anesine mensup bir sûfî olup, Safeviyye
gibi Halvetiyye tarikat! de onun halkasına bağlıdır. Bu sebeple, hiç olmazsa Şeyh Cüneyd’e kadar, Safevî
hânedânının tamamiyle tarîkat an’anesine bağlı olduğu düşünülebilir. Ancak, Hoca
Ali’den itibaren Safevîlerin şafiî-sünnî telâkkisini terk edip şîî
fakihleririin te'siriyle tarikat esâsından tamâmiyle uzaklaşarak şîî zühd ve
takvâsma istinâd ettikleri, "Safevî" tarikat isminin. zamanla yalnız
lafzî bir mânâ taşıdığı âşikâr olmaktadır . Esâsen bütün ile şîa, derûni sevgi yoluyla insânın Tanrıyla rûh
birliğine vâsıl olabileceği esas fikrine dayanan tasavvufun düşmanı' idi.
Safevî tarikatına bağlı müridiere
bidâyetde "Sûfî” ismi verilmişti. Şeyh Cüneyd’in ve Haydar’ın silâhlı
muhârib olan müridleri "Sûfî" adı altında anıldığı gibi, Şah İsmail’in ordusu da "Sûfiyan"dan
terekküb ediyordu. devirde İran’a gelen
Avrupa’lı seyyahlar Safevî hükümdarlarını "sûfî” olarak
isimlendirmişlerdir.
Safevî hânedânına bağlı müridleie
verilen "Sûfî" ismi de, zamanla dar mânâda kullanılmış ve husûsiyle
hânedana fazlasiyle hizmetde bulunan Rumlu, Şamlı, Kaçar v.s. gibi kızılbaş kabileleri bu sıfatla tavsif
edilmiştir. Bu mânâda Sûfîlik-Kızılbaşlık muâdeleti bahis konusu olabilir. Ancak Şâh’ın etrafında ve hizmetinde bulunan
"Sûfî"lerin diğer kızılbaş kabileleri mensublarından ayrılan
husûsiyetleri görülmektedir. Bunlar "Mürşid-i kâmil" telâkki
ettikleri "Şâh" dan(l)sonra, onun vekili addettikleri
"Halifetü’l hulefâ" ya bağlı idiler. Halifetü’l-hulefânın emirleri
şahın emirlerine muvazi addedilirdi. Sûfilisin esas umdesi, Mürşid-i kâmil’in emirlerine uymak , nehyinden
sakınmak, onun uğrunda ölmeği kudsı vazife saymaktı.
Sûfîlerin te’siriyle Safevî hânedânı mensupları mûcize ve
kerâmet sahipleri olarak telkin edilmişler ve kaynaklar bu mucizeleri tesbit
etmiştir:İbn-i Bezzâz Tevekkül b.İsmâil el-Erdebili,Şafvetü' s-safâ’sında,Şeyh
Safi ve Sadreddin’e aid birçok kerâmetleri zikreder.
Ebu Bekr-i Tahrânî ise Şah İsmâil’e dâir şu hikâyeyi
nakleder:Akkoyunlu hükümdarı Rüstem,İsmâil'i yanında saklayan Gilân hükümdarı
Kârkeyâ’dan İstemiş. Önce İsmail'i vermeğe râzı olan Kârkeya, rüyâsında
Hz.Ali’yi görerek, onun "Sakın çocuğumu verme" şeklindeki
tenbihine uymuş ve bunun üzerine İsmâil’in el ve ayağını öperek onu bir kafese
koyup ağaca asmış, Rüstem Bey'e de İsmail'in Gilân toprakları üzerinde
olmadığına dâir yemin etmiş, Hz. Ali'nin tenbîhini yerine getirmekle
günahlarının affolunacağına inanmıştır
Muâsır Venedikli bir tâcir, Şâh
İsmâil'in müridlerinden gördüğü aşırı ihtirâm ve tâzîmi şöyle tasvir eder: Bu
Sûfî(Şah İsmâil)'yi memleketinde halk bir tanrı gibi seviyor ve ona sonsuz
derecede saygı gösteriyorlar. Ordu mensubla rından bir kısmı, hattâ hiç
koruyucu elbise giymeden, zırhsız savaş meydanına gidiyorlar ve savaşın en
kızgın anlarında, Şah İsmâil’in onları
koruyacağına inanarak cansipârâne düşmanların, üzerine atılıyorlar. Böylece İran'da âdeta
Tanrı ismi unutulmuş ve İsmâil adı onun yerini almış. Hattâ, inen veya düşen
herkes Tanrıyı değil, İsmâil'i yardıma çağırıyor. Savaşırken açık göğüsle meydanda bulunan halk,
Şah'ın yolunda ölmeğe can atıyor; savaş sırasında bağırarak "Şeyh, Şeyh”
diye çağırıyorlar. İranlılar "Şeyh"unvânını iki mânâda, Tanrı ve
Peygamber diye tanıyorlar. Müslümanlar her zaman"Lâ ilâhe illallâh
Muhammed Resûlül'lah" diyorlar ama, İranlılar "Lâ ilâhe illallah. İsmâil
’Veliyullâh" diyorlar. " Aynı tâcir, Şah İsmâil'in, halkın kendisine Tanrı veya
Peygamber gözüyle baktıklarından memnun olmadığını da kayd ediyor.
Mürşid-i kâmil’e yalan söyleyen
veya itaatsizlik gösterenler, sûfîler tarafından ölümle cezalandırılırdı.
Safevî hükümdarlarının, miktârı
2-2-300 arasında değişen "sûfi” saray muhafızları. dâima şâh’ın etrâfında
bulunurlar, her an onun emirlerini. bilhassa öldürme emrini yerine getirirler; kılıç,
hançer ve balta taşırlar. bıyıklarını hiç kesmezler ve oniki dilimli hayderî
tâcı giyerler; cuma've bayram geceleri sarayın muayyen bir yerinde toplanıp dua
ve ibâdet ederlerdi.
Şiîliğin devlet dini olarak ilk
def’a ortaya konarak bütün İran’da tamamlayıcısı ve zıddı olan Sünnîliğin
şiddetle takibi Safevîler devrinde vuku bulmuştur.
Başlangıçta şâfiî-mezheb olan
Şeyh Safî hânedânı, ’ Hoca Ali’den itibaren açıkça şîîliğe temâyüzetmiş, Şeyh
Cüneyd ve Hâydar bi£ inahca siyâsî karakter kazandırmış, Şah İsmâil’in
hurucunda ise şîîlik siyâsî ve askerî bir kudret olarak İran ve Azerbaycan’ın
kaderine hâkim olmuştur.
Şah İsmâil’in bizzat-Oniki İmam
neslinden olduğu iddia ve propagandası şîî muhitlerde ve bilhassa Kızılbaş Türkmenler
arasında safevi hükümdarına pek büyük bir hürmet ve bağlılık yaratmış; onun
şîîliğe ifratla dayanması sünni Osmanlılar ve Özbeklere mücâdelesine bir din
harbi mâhiyeti vermiştir. O kadar ki her iki zümre biri diğerini tekfir eden
fetvalara dayanmak lüzumunu duymuştur.
Doğu ve batıdan gelen sünni kuvvetlerin
tehdidi İran’ı şîîlik esasında birleşmeğe, daha doğru ifadesiyle, din perdesi altında siyâsî vahdete götürmüştür.
Bu vahdeti te’sîs için başta Şah İsmâil olmak üzere safevî hükümdarları Şiiliği
İranda yaymak için zor kullanmış, büyük sünnî kitleleri şiddetle takip
etmişlerdir. Tebriz’e girişinde şîîliği resmî mezheb ilân eden Şah İsmail, şehir
halkının 2/3 sinin sünnî olduğunu, şîîliğe karşı mukavemet ederlerse durumun
nezâket kesbedeceğini hatırlatan müşâvirlerine, gerekirse hepsini kılıçtan geçireceğini ifâde
etmişti.
Gerçekten Şah, şîîliği kabûl
etmeyen Tebriz sünnîlerini ve bilhassa sünnî ulemâsını şiddetle takip etmiş, hattâ
meşhur sünnî kabirlerini açtırıp kemiklerini yaktırmıştır.
Hutbe ve sikkelerde Oniki İmam’ın
ismini zikretmekle iktifa etmeyen şah(3), ilk üç Halîfe ve Muâviye’nin her
yerde tel’în edilmesini, hilâfına hareket edenlerin katlini emr etmiştir.
Sünnî ulemâsına, makberelerine karşı tahkir edici
davranışlar(l)yanında, "Sahabe-i güzin”e küfür ve lanet keyfiyyeti sünnî
dünyâsında büyük nefret uyandırmıştır. Ez-cümle OsmanlI hükümdarları
gönderdikleri mektublarda Safevîleri kınamış;' Özbekler ise Horasan’da Sahâbe’ye
lanet eden şîîleri şiddetle tâkîp etmişlerdir.
Çaldıran hezimetini müteâkıb
sünnî tâkîbâtı yumuşamış, bu tarihten sonra eyâlet vâlilerine gönderdiği emirde
Şah İsmâil, halkın mensup olduğu mezheple serbest bırakılmasını tenbih etmişti.
Şah İsmâil’in büyük dedesi Şeyh
Safî şarkın en büyük tarikat önderlerinden biri, babası ise Şeyh Haydar devlet
hadimi olmakla beraber kendisi tarikat şeyhlerinden idi. Bir rivayete göre Şah İsmâil de ”Ehl-l hak”
adında olan bir partinin başkanıydı ve çok sayıda taraftarı vardı. Şimdi dnlarda Azerbaycan’ın bazı yerlerinde, Ilhıçı'da
ve Tebriz’in Çerendap mahallesinde "Goran" adıyla rastlanır.
Şah İsmâil Şîîmezhebinin İran’da
resmi mezhep olması ve halkın halifelere itikadının kaldırılmasına karar
vermişti. Tebriz'in din alimleri bu işten korkuya düştüler, Şah İsmâil'i sünnîlerin çokluğu ve bahtının
ters dönmesin konusunda uyararak şîî hutbesinin gizli okunmasını istediler, fakat Safevî padişahı şöyle cavap verdi:”Ben
bu işle görevlendirildim. Alemin Tanrısı, masum imamların yanındadır ve benim
kimseden korkum yoktur. Eğer bir kimse masum imamlar hakkında kütü bir söz
ederse Allah'ın izniyle kılıcımı çekip onu yaşatmam".
Bunun için tac giydikten sonra,
kendi ülkesinin hatiplerine emir vererek "Eşhedu enne Ali'yyen
Velyyullah" demelerine ve
"Hayye-'Ala-Hayr-ul-Amel" cümlesini yüksek sesle ezan sırasında
söylemelerini istedi.
Şah‘İsmail'. in Şîî mezhebine
yürekten inancı vardı. . Bu yönden
Şîîliği Ormanlılar'ın Sünnîliği karşısında tebliğ etmiştir. Özellikle Hz. Ali'yi methedip onun düşmanlarını düşman
saymıştır.
Hatâî şiiri savaş silahı gibi
halkın harekatı için kullanıyordu. Mezhep halk arasında etkili olduğu için, 0 da
ondan yararlanarak milletinin mezhep, düşmanlerini kendi düşmanı sayıyordu.
Şah İsmail'in kıyamı, İran’m
doğusundaki Özbeklerin ateşlenmesine yol açtı, aynı zamanda Osmanlı şahlarının
ve Sünni müftilerinin kızgınlığını İran ve Şîîlere karşı artırdı, Öyle ki, kendi
bölgelerinin içinde şîî ile çatışmaya başladılar ve o kavimin kökünün
kesilmesiyle kendilerini, onların
gelecekteki çıkaracakları zorluklardan kurtarılacaklarını düşünüyorlardı.
Şah İsmâil’in Edebi Kişiliği
16. asrın ilk yarısında büyük bir
şöhret kazanan Azerî-Türk şairlerinden biri Hatâî mahlâsıyla manzumeler vücuda
getiren Şah İsmâil Safevî’dir. Safevî saltanatının müessisi olan bu büyük
hükümdarın hayatı, ecdadı, menkıbeleri muzafferiyet ve mağlûbiyetleri hakkında
gerek OsmanlI ve gerek İran tarihlerinde pek çok tafsilâta tesadüf edilir.
Şah İsmâil, siyasî sahada olduğu
kadar, edebi sahada da muvaffakiyet göstermiş bir şahsiyettir. 14. asrın meşhur Azerî şairi Nesîmî’den itibaren
Halîlî, Habibî gibi muktedir şairler elinde işlenen Azerî edebiyatı, Hatâî’de de bir tekâmül safhası arzetmiştir.
Hatâî az yaşamasına, vaktinin
çoğunu devlet işlerine sarf etmesine bakmayarak, zengin ve rengârenk bir edebi miras yaratmıştır. 0’nun şiirleri, bazen
kılıçla döğüşe gitmiş bazen bir tarikat şeyhinin nasihatlarına çevrilmiş, bazen de bir hisli kalbin tercümanı olmuştur.
şah İsmâil’in edebiyat
tarihimizde özel bir yeri vardır. Türk dilinin inkişafında özel hizmetleri olah
Hatâî halk şiirine rağbetle yanaşarak güzel sanat nümuneleri yaratmıştır.
Şah İsmâil Türkçe, Farsça ve Arapça şiir yazacak kabiliyette idi. Kendisi bir Türk hanedanı ile
olan akrabalığı, yetiştiği muhiti ve
hükümdarlığını medyun bulunduğu büyük bir kitlenin Türk oluşu sebebiyle, Türkçe’yi
resmi dil olarak kabul ettikten başka, eserlerinin hepsini bu dilde yazmıştır.
O, selefleri olan Nizami-i Gencevi, Avhedi-i. Marağaî, Nesîmî Şirvani, Kişverî Tebrizî, Habibî
Melik-üş Şüara ve başka bu gibi kudretli Azerbaycan şairlerinin eserlerini
okumuştur. Lâkin şairin yaratıcılığının teşekkül ve inkişafında Nesimi’nin şiir
tarzının çok mühim rolü olmuştur. Nesîmî’nin isyankâr, döğüşken rolü Hatâî’de
daha da inkişaf ederek siyasî bir ma’na kazanmıştır.
Azerî şiir tarihinde Nesîmî ile
Fuzuli arasındaki de-virde yaratılan edebiyatın görkemli temsilcisi olan Hatâî
aynı zamanda sade dilde yazılmış şiirleri ile meşhurdur.
O’nun samimi şiirleri çoğu vakit
siyasi-içtimai faaliyeti ile birleşmiştir.
Şah ismâil Safevı’den başka
”Hataın mahlasını kullanan bir veya bir kaç Bektaşî şairinin mevcut olduğu
hakkında da yanlış bir tahmin ileri sürülmektedir. Fakat ağızdan ağza dolaşan bu tahmine esas
olabilecek tarihî hiç bir vesikaya malik değiliz. Bu yolda fikir serdedenler, önce
her hangi bir mahlâsın müteaddit şairler tarafından kullanılabildiğini, bundan dolayı’’Hatâî” manlâsının da birkaç
şaire âit olabileceğini ileri sürüyorlar. Fakat Türk edebiyatı tarihinde bu hal,
umumî değildir. <Arif/Abdî, Bakî. . .
gibi isimler, muhtelif şairlerin mahlâsı olduğu halde Abî, Ferrî, Suâlî. . . gibi
mahlâslar da ancak birer şair tarafından
kullanılmıştır.
Osmanlı dairesine mensup
tezkirecilerin kaydetmedikleri Kızılbaş ve Bektâşî şairleri arasında da bu
mahlası kullanan başka bir şairin mevcudiyetine dsir hiç bir bilgimiz yoktur. Şu
halde bu tahmin bir esas dayanmıyor demektir
İkinci bir tahmin. de ”Hatâî”
mahlâsiyle yazılan şiirler arasında Hacı Bektaş Veli’den hürmetle bahseden ve
Bektâşîlikle ilgili görülen manzumelere tesadüf edilmiş olmasından doğmaktadır.
Çünkü Şah İsmail Safevî,
Bektaşî değildir, Bizce bu düşünüş de
yersizdir. Bilhassa hece vezniyle yazdığı şiirlerde akîde
propagandası yapmayı gaye sayan Şah İsmâil’ in, o sırada tamamiyle Şiî bir
mahiyet almış bulunan Bektaşîlikten ve bu tarikatin müessisi Hacı Bektaş
Veli’den bahsetmiş olmasını pek tabiî görmelidir. Esasen gerek Londra, gerek İstanbul
kütüphanelerindeki divanda kayıtlı bulunan "Nasîhatnâme” adlı mesnevisinde
de Rûm erenleri ile Horasan pirleri hakkında hürmetkâr bir lisan kullandığı
gibi, gene aynı eserde Hünkâr Hacı Bektaş Veli ve Seyyid Gazi’nin
ruhaniyetlerine de sığınmaktadır. ”İsnâ
aşeriye” telâkkilerini terennüm eden ve Şah İsmail' in benimsediği akidelere aykırı
hiç bir kanaati'"ihtiva etmeyen bu manzumeleri, elde hiç bir delil yokken
muhayyel bir şaire mal etmeğe sebep yoktur. Esasen bu tereddüt, onun yalnız hece vezinli manzumelerine aittir.
Aruzla yazılmış olanlar ise-bir kaçı müstesna-mutlak surette onundur. Şu kadar var ki bu nevi şiirler arasından da
Hitâbî’nin olanları dikkatle ayırmak zarurîdir.
Hitâbî, Kanuni Süleyman devrinde
yaşamış bir ”Sipâhi” dir. Hayatı hakkında etraflı malûmata sahip değiliz. Sadece
Sehî, vücuda getirdiği tezkirede, genç şairlerden bahsederken ona dair de
şunları söylemektedir”
Hitâbî Akdeniz’de olan Midilli
nâm cezire Kalesindendir. Seliki tab’dır. Dediği eş’ârı ekser al-el-fevr-der
bedihe gûydur. Bu matla'-ı murabba’ anındır ki zikrolunur:
Ah kim hasret ile gözlerimi
'bürüdü yaş
Yine kan oldu kara bağrımın
üstündeki baş
Beni aşkın senemâ eyledi
âlemlere -fâş
Sen salın iller ile ben
basayın bağrıma taş”
Sehi’nin örnek olarak eserine
dercettiği bu dört mısra, şairin elimizde mevcut bir murabbaının ilk bendidir. Gerek bu manzumesinde, gerek diğer bir
gazelinde Kanunî Süleyman’dan hürmetle bahseden şair. kendisinin sipahilerden
olduğunu ve gurbet diyarında çokça gezdiğini anlatmaktadır.
Kitabî, sade ve tasannusuz
şiirler yazmış, rindane ve ekseriyetle âşıkane manzumeler vücuda getirmiş bir
divan şairidir. Eserlerinde tasavvuf çeşnisi yoktur. Divanı elimizde mevcut
olmayan bu şairin "Mecma’-ün-nezâir”den itibaren bir kısım mecmualarda
bazı şiirlerine tesadüf edilmektedir. Fakat bu şiirler, bir kısım mecmualarda yanlış
olarak Hatâî namına dercedilmiştir.
Hitâbî ve Hatâî benzerliğine
dikkat etmeyen, yahut da Hitâbî’yi Hatâî zanneden müstensihler, bu yanlışlığa
sebep olmuşlardır. Hattâ Sehî tezkiresinde ilk bendi kaydedilen murabba bile
bir mecmuada Hatâî namına yazılıdır.
İster Hatâî, ister Hitâbî
şeklinde kayıtlı bulunsun; bu şiirlerden hiç birinin Şah İsmail Safevî'ye ait
olmasına imkan yoktur. Bilhassa 16. asırla 17. asır bidayetinde vücuda getirilmiş bu nevi
mecmualarda Şah İsmâil Safevî’nin hiçbir şiiri kayıtlı olamaz. Osmanlı hükümeti ile İran hükümeti arasındaki
siyasî rekabet ve mezhep ayrılığı, o sıralarda vücuda getirilen bu yazmalara, bu
hükümdarın şiirlerini derca mâni olmuştur.
Hatai’nin şiirleri kahramanlığa, güzelliğe,
»manevi saflığa, muhabbete, kötülüğe, sahteliğe, inaçsızlığıa, yolsuzluğa, sadakatsizliğe, nefretle doludur.
Hatai»nin şiirleri her şeyden
evvel manevi özgürlüğü tasdik eder. Bir dünya görüşüne sahip olan şair, Hallac-ı
Mansur ve Nesimi gibi "Ene’l-Hakk” iddiasına taraftar çıkar, kendi« asini vahdet (birlik) gülzarının
bülbülü olarak adlandırır.
‘ Çün Hatâi»dir bugün gülzar-i
vehdet bülbülü,
Dahi ol zağ-i siyah gülzare söyle
gelmesün. "
Kendisini vahdet gülzarının
bülbülü olarak adlandıran Hatâi başka şairler gibi Allah’la insanı ve tabiatı
aynıleştirir, insanı Allah sıfatıyla adlandırır, kendisini "Hakk-ı Mutlak”
olarak vasfeder.
" Ene’l-Hakk sırrı uş
könlümde gizli,
Ki Hakk-i mutlaksın, Hakk
söylerem men. ‘
Bu beyitte gösterir ki, Hatâi dünya görüşü bakımından hür olmuştur Nesimi’ye
büyük hürmet besleyen, Hallac-ı Mansur’u sevgiyle anan, sufi şeyhi olarak
tanınan Hatai’nin hür düşüncesi, onun
şiirine de etki etmiş, ona cesaretli bir insan ruhu kazandırmıştır. Fakat bu durum Hatai’nin şiirini sadece
tarikat şiirine çevirmiştir. Hatai gerçek hayat ve insanlığı şiirinin esas
konusu olarak alır. İnsandan ve insani hislerden, söz eder. Şairin hür düşüncesi onun insanı
esas alan şiirine felsefi derinlik verir. Hatai’nin ve başka hür düşünceli
sanatçıların eserlerinde olduğu gibi burada da insan, insanın hisleri ve işleri
savunulmuş, yüceltilmiş, her çeşit mukaddesattan daha mukaddes gösterilmiş ve
hayatı anlam içinde mukaddes göstermeye hizmet edilmiştirbSofi ve hür bir şair
olan Hatai kendilerine sofi adı verenlere bu sıfatı layık görmemektedir. Onlara cahil sufiler diyerek, küçümsemektedir.
Şair sufi Şah İsmâil müritlerini
doğru yolu tutmaya ve hakiki insanlık meslek ve inancına girmeye çağırıyor:
” Sofi isen atıp-satma, balalına haram katma,
Yolun eğrisine gitme, Doğru yola nazer ele. ”
Şairin nazarinde hakiki sofi, asl-i insandır. Cndan alış veriş, harama meyi
etmek, eğri yolla gitmek!gibi fiiller çık maz. Hayat ta o, daima doğru yolu
seçmeği becermelidir. Hatâi’nin şiirinin esas! konusu insan, esas gayesi insana
sevgidir. İster felsefi Çörtüye bürünmüş şekilde ifade edilsin, ister sam-i mi gerçek insani duygular gibi
kalame alınsın, bu şiirlerdeki fikirler, duygular. kanaatler yeni insan idealim
aksettirir.
Hatâi devrinde İslam dininin
insan ideali ile hümanist aydın insanların. , insan ideali bir değildi. Dindar
insan yani zahit her -çeşit istek ve arzularını hapis ettirip cennet hayali ile
yaşıyor idiyse . hümanist
insanların insan ideali cenneti bu dünyada buluyordu. Şair insansız dünyayı ve cenneti meyvesiz bağa benzetiyor, insansız cenneti
bile istemiyordu:
‘Neylerem ol cenneti içinde dildar olmasa,
Koy onu virane kalsın, bahçede bar olmasa. ’
İnsan ve dünyaya bu şekilde
yanaşan şair aşkı şiirinin ilk mevzusuna çevirir. O’nun yaradıcılığı baştan
başa insani duyguları aksettiren samimi muhabbet nağmeleridir.
Yüzün gördüm senin, ey yar-i mehru,
Könüller afeti, ya yüzmudür bu.
Dodağm hesretinden heste halem,
Akıttı gözlerim yaşın beher su.
Habeş’tir kim, müsafir Rum’e
düşmüş,
Yüzün sefhindeki ol hal-i Hindu.
Gözünden ahu tek dağlara düştüm,
Ne sehr etti mene ol iki cadu?
Hatâi der:yüzün hurşide nisbet,
Sözü rovşen dedim, yüzüne karşu
Güneş cemalli insanın güzelliği
şair tarafından romantik bir dille, hayranlıkla kaleme alınmış, aşığın
vurgunluğu ifade olunmuştur. Buradaki
bedii sorular, benzetmeler aşıkın kalbindeki çarpmaları , heyecanları tabii, samimi
şekil'de okuyucuya ulaştırır. şiirde seven necip bir kalbın harareti duyulur . artık
burada hiç bir felsefi örtü yoktur. Hatâinin muhabbet şiirleri güçlü kederden
gamden uzakdır . O’nun aşıkane lirikasında sabaha, hayrın, güzelliğin
gelebesine derin ümit vardır. Şair tez-tez visal anlarının sevincini kaleme
alır. Bu intibah devri insanının, hayrın gelebesine ümidini aks ettiren bir’
yöndür. . Hatâi şiirinin hoş bin uğurlu mazmunu şairin şahsi hayatı, onun padişahlığı
ile Azerbaycan halkının siyasi-ictimai hayatında elde edilen başarıya da
bağlıdır.
Nevcavan ol pir iken devran ki, canan
devridir ,
Şad ol, ey haste könül, kim derde
derman devridir.
Zülmet-i hicrane söylen hükmünü terk eylesin,
Bir güneş doğdu araye, mah-i . taban devridir.
Mehnet-i dünyaden, ey dil, fariğ ol , sürgü murat,
Hurrem ol, gam çekmegil kim, zill-i
sübhan devridir.
Hayrın, güzelliğin, visalin
galebesinin, aşık insanın sevincini aksettiren bu parça Hatâi’nin şiirindeki
hoşgörüyü göstermek bakımından düşündürücüdür. Lirik kahramanın göğüs dolusu
sevinci, mutluluğu şiirin her bir parçasında doyurucu ve inandırıcı olarak verilmiştir?
Hatâi’nin çok yönlü yaratıcılığa
da destanı eserlerde önemi i yer tutmuştur . O’nun ”Nasihatname” mesnevisi ve”Dehname”eseri
destanı şiirin çarpıcı örnekleridir . "Nasihatname” adından anlaşıldığı
gibi ahlakî ve felsefî bir mesnevidir.
Burada şair vahdet-i vucut
felsefesinin esas iddialarını ön plana alır. Hatâi’ye göre insan bahçedeki gül
gibi saf ve kokulu olmalıdır . Bunun için zulüm yükünü atmak, dünya , gamını vandete değişmek gerekir. İnsan her
şeye gönül gözü ile bakmalı, kemal sahipleri ile muaşeret etmelidir. Hatâî:
"Temiz kalp, Allah'ın
gerçek evidir”der.
O gönül yıkmayı değil, gönül
yapmayı uygun görür:
"Budur sözüm sene menden
amanet,
Gönül yıkma, veli eyle imaret.
Dahı, yoldaşile konşunu gözle,
Ki, halkın aybını sen açma, gizle.
Hamu emelden efzeldir bir insaf,
Hakin öz evidir, olsa gönül saf. ”
’’nasihatname” sofizmin
iddialarını şerh eden felsefi bir. eser olmakla beraber, insan hakkında
hümanist düşünceleri de aksettirir. Şairin nasihatları derin insanperverliği
ile seçilir. Bu nasihatler hararetli, ateşli bir kalbin heyecanlarıdır.
"Dehname” Hatâî’nin hacimce en büyük ve
kapsamlı eseridir. Bir taraftan klâsik edebi âdetlerden, diğer taraftan halk
yaratıcılığı numunelerinden, bu eser başka "Dehname"lerden form ve
mazmun çeşitliği yönünden ayrılır. Rengârenk tabiat tasvirleri ve müstakil
gazeller eseri daha da güzelleştirir. Hatâî’nin kendine mahsus hisleri, samimiyeti
, inandırıcılığı , tabii ifade gücü, tabiati duyması sevginin
heyecanlarını olduğu gibi yansıtması, halk edebiyatından şuurlu şekilde
faydalanması, bu eserde de açıkça görülmektedir. Sofice sevgi meselesi
Hatâî’nin "Dehname”sinde de vardır. Lâkin burada gerçek İnsanî hadise ve
duyguların tasviri arkasında onlar görünmez olmuştur. Eser her şeyden evvel
gerçek İnsanî sevgiyi yansıtan bir eser niteliğindedir.
"Dehname” on mektup demektir.
Görünürde eser mektuplardan ibarettir. Ancak burada mektubun yalnızca adı
vardır. Eserin mazmununda mektuplar
yoktur, daha çok bu mektuplarla ilgili hadiseler vardır . Aşka yabancı olan, aşk
derdine tutulanlara aptal diyen adam bağda uyurken rüyada bir güzel görüp ona
vurulur. Gamlı, dertli günler geçiren aşık sevgilisinin nerede, kim olduğunu
bilmez. Allah. ’a yalvarıp ondan yardım ister, Gaipten gelen ses sevgilinin
yerini bildirir. Malum olur ki, aşıkın
sevdiği peridir, yeri ise periler bağıdır. Gaipten gelen gösteriş üzerine periler bağına
gelen aşık sevdiği güzeli görür ve daha derinden aşık olur. Bahçıvan onu önce
sert karşılar, döver, derdini öğrenince, gidip saba ile mektup göndermesini
uygun görür. Aşık sabahı, ahi, huşu ve
göz yaşını bir kaç dafa sevgilinin yanına elçi gönderir. Sevgili önce kızar. Haberciler
zorluklarla karşılaşırlar, azap çekerler.
On dafa elçi ve mektup gönderen aşık isteğime nail olur. Aşığı sabırlı ve
vefalı gören sevgili onu kavuşma sözü verir. Bu lirik eser sabrın terennümü ile
biter. . Hatai konunun imkanlarından
ustalıkla istifade edip. renga renk tabiat levhaları, insan durgularının tabii
ve samimi ifadesi için çeşitli şekiller çizer#Sık sık fakat yerli yerinde
verilmiş gazeller, eserdeki güzelliği daha da güçlendirir. Eserdeki çarpıcı tabiat tasvirine misal olarak
aşağıdaki parçayı göstermek mümkündür.
Kış gitti, yene bahar geldi,
Gül bitti vü lalezar geldi.
Kuşlar kamusu fegane düştü,
Aşk odu yene bu cane düştü.
Servin yene tuttu damenin su,
Su üste okudu fahte ku ku
Gönç e deheni çemende handan
Gülmekten enar açıldı dendan.
Turna uçuban havaye düştü,
Laçın aluban yuvaye düştü.
Ana dilinde yazılmış ilk
şiirlerden biri gibi ” Dehname" ister mezmun, ister sanatkarlık ve dil
bakımından olsun büyük ehemiyete malikdir.
Hatâi’nin edebi mirasının önemli
bir kısmı hece vezninde halk şiiri biçiminde yazdığı eserlerdir. Hükümdar
şairin fikirlerini daha çok halk edebiyatı adetleri esasında terbiyelenen, nisbeten
okuması yazması az olan ya da olmayan geniş kitlelere, müritlere, askerlere
olaştırmak için yazılan bu eserler daha sade ve anlaşılır olması ile
diğerlerinden ayırt edilir. Bu şiirlerde Hatâi’nin siyasî, dini, ahlâkı
görüşleri halkın edebi tafekkürüne, zevkine uygun şekilde ifade olunur ve
karışık bir devrin hararetli sesi duyulur. Şairin bazen kendisinin felsefi düşüncelerine
işaret ederek okuyucularını dikkatli, ihtiyatlı olmaya, akide ve meslek yolunda
sadaketle yürümeğe çağırır:
Gönül ne gezersin seyran yerinde,
Alemde her şeyin var olmayınca.
Olura olmaza dost deyip gezme,
Bir ahdine bütün yâr olmayınca.
Yürü, sofi yürü, yolundan azma,
İlin gibetine kuyular kazma,
Yorulma bihude»boşuna gezme,
Yanında mürşidin var olmayınca.
Bu parçalarda hükümdar bir
mürşidin, kamil bir öğretmenin doğru nasihatlerini duyuyuruz. Şair okuyucusunu, dinleyicisini doğru, cesaretli
yola çağırır, orda-burda, dedi-kodu ile
meşgul olan cahiller, kötülük isteyen insanlara karşı tükenmez ikrahını bildirir.
Şah İsmâil Hatâi’nin şahsiyeti ve eserleri kendinden
sonraki medeniyetimiz üzerinde derin izler bırakmış, hatta Fuzuli "Beng u Bade"sini ona
adamış, onun bezi şiirlerine cavaplar yazmıştır. Azerbaycan aşıklarından Aşık Kurbanı onu
"Mürşid-i kamilim, şeyh oğlu şahım" diye nitelemiştir. Onun adı ile musikimizde "Şah Hatâî"
havası yaratılmıştır. Hatâî hakkında
halk arasında-çok yaygın olan "Şah İsmâil" hikayesi vardır. Bu hikâyeyi esas alan Müslim Makamayuf opera
bestelemiştir.
Hatâî’nin ikinci mesnevisi
"Nasihatname" eseridir. "Nasihatname" Azeri Türkçe’sinde
talimi mahiyette yazılmiş ilk mesnevilerdendir. 168 beyitten ibaret olan "Nasihatname"
kendi devrinin hayat tecrübeleri ile bağlı olan hikmetli halk ifade ve
mesellerini belirli derecede aksettirir. Bakin eserde devrin dini-felsefi
görüşleri, sofilik ve hurufilik etkileri de kuvetli bir şekilde göze çarpar. "Nasihatname"de
irade v£. kahramanlık, cömertlik ve
doğruluk gibi Özellikler insanlar için en gerekli sifatlar olarak sayılır. Eserin esas gayesi, Kızılbaş askerlerinin, kendi
mezhepleri uğrunda savaşta cesaretli olmağa, savaş meydanlarında kahramanlık
göstermeğe teşvik etmektir.
"Mürşit oldur ola ehl-i
iradet,
Her işte var, ala pirden icazet.
Haram ede uygusun dost yoluna,
Yana pervâne tek aşkın oduna. "
Şair kendi müritlerini ve
taraftarlarını kemal sahipleri ile yakın olmağa, onlardan marifet kazanmağa
”kendini bilmez" insanlardan uzak olmağa, çağırmaktadır:
Kamal ehli ile ölgil müsahip,
Ki, ondan marifet kesp et acaip.
Özün
bilmez ile durma, oturma,
Ömür zaye keçer aklın itirme.
Daha sonra:Yakın bil doğruluk dost
kapısıdır. " diyen şair arkadaşlar arasındaki kıskançlık ve hıyanetin
kötülüğünü anlatmakta, onları sadakatli
ve itibarlı olmaya davet etmektedir.
"Yoldaş oldur rahm ede
yoldaşına
Yoldaşın uğratmaya yol daşına. "
Burada "yoldaşına", "yol daşına" gibi ustalıkla işlenmiş
bu ve benzeri başka cinaslar eserin diline sadelik ve fikir aydınlığı verir. "Yükün
zulm ise arkandan birakgil. "diyen şair, kendi fedakar askerlerini daima
yiğitliğe, kahramanlığa, zulme boyun
eğmemeye çağırır. Fakat mesnevide bütün bunlarla beraber, şaiirin kendi dünya
görüşüyle ilgili bir dizi sınırlı yönleri de kaydetmek gerekir. Eserde İslâmî
dünya görüşünü ifade eden sufilik anlayışlarının güçlü etkisini görmekteyiz.
"Cahan ketre onun behri
yanında,
ki, gerk olur akiller payanında.
Beli ketre değil deryadan ayrı,
Ulaşacak bir olur, sanma gayrı. "
Hataî’nin kendisine ait olan bu
irfanı görüşler, kendi zamanının eğitim ve öğretimini esas almaktadır.
Hayal-i aşkı özüne hemdem eyle
Onunla hem sevab u hem dem eyle. gibi
idealist anlayışlar, şairin dünya
görüşündeki çelişkiyi açıkça yansıtmaktadır. Göründüğü gibi Nasihatmame’ de
şairin ilerici, sosyal ve ahlakî
eğilimleri, sadakat, vefa, mertlik, zulme
boyun eğmemek ve başka güzel hasletler
tebliğ olunmakla beraber devrin tasavvuf anlayışları ve irfanı görüşleri de
burada kendi ifadesini bulmuş tur. Ancak
buna bakmayarak, şairin bu güzel eseri
” Nasihatname"de öyle
ibaretli sözler, manalı fikirler ve asırların deneyimden geçmiş hikmetli
atasözleri vardır ki şairin asta kalemi ile işlenip »cilalanmışbir şekilde
gözümüze kadar gelmiş, asıl içeriğini saklayabilmiştir’"Nasihatname
"mesnevisi hakkında bize ilk bilgiyi yine şair kendi vermiştir’ O’nun
eserinin bütün elyazmalarının sonunda mesnevinin adı hakkında şöyle
yazılmıştır:
" Nasihatname" yazdım
dervişane, Cihanda olmak için bir nişane’
Ancak Ortaçağ Azerbaycan tezkirecileri bu eserin varlığı hakkında hiçbir şey
söylememişlerdir’İlk defa Avrupa müsteşriklerinden Charles Rieu kendisinin Türk
elyazmalan katalogunda şairin divanının Britanya nüshasını ele alırken Nasihatname’yi
bir mesnevi olarak zikr etmiş, eserin kısa izahlı tavsifini yapmıştır,
Daha sonraları Türk edebiyatçılarından
Sadeddin Nüzhet Ergun "Hatayi Divanı", kitabında ilk defa olarak "Nasihatname"
mesnevisinin , mükemmel bir nüshasını
bastırmıştır’ Fakat Hatai Divanı’nin İstanbul yayımında şairin lirik
şiirlerinde olduğu gibi Nasihatname’nin de baskısında dil tahriflerine, imla hatalarına ve mana yanlışlıklarına
rastlanmaktadır. Yeni lürk alfabesi ile basılan Hatai’nin şiirlerinde
gördüğümüz gibi, burada da metinde Azeri dilinin tabbiliği ve kendine has
yönleri göz önüne alınmamış tır. Nasihatname’ deki ayrı ayrı beyit mısra ve
kelimelerin yazılışı, telaffuzu
Türkçeleştirilmiş ve çağdaş Türk dilinin gramer vi imla özelliklerine
uydurulmuştur.
Hatâî’nin en orijinal manzumeleri
hiç. şüphe yok ki hece veznile yazdığı
Koşma ve Semaî şeklindeki şiirleridir, ve bu tarz şiirde Yunus Emre'nin muhakkak
surette tesiri altında kalmıştır. Hatta, onun büyük Türk şairine bazı nazireler
vücuda getirdiği de görülmektedir. Fakat bu nazireler ve taklitler, onun şahsiyetini küçültecek bir mahiyet
almamış ve hiç şüphe yok ki, şair bu nevi şiirlerinde ayrı bir hususiyet
göstermiştir. Esasen Yunus’un terennüm ettiği konu ile , Hatâî’nin terennüm
ettiği konu arasında ayrılıklar vardır.
Hatâî’nin edebi sahadaki en önemli üstünlüğünü onun
şiirlerinde aramak gerekir.
Nesimî, Halîlî, Habîbî, Sürurî. .
. gibi bir çok Azeri şairleri yalnız aruz veznimle şiirler yazarlarken, Hatâî, hece
vezniyle de manzumeler kaleme almayı ihmal etmemiş, sade ve sanatsız şiirler de
vücuda getirmiştir. Onun halk zevkine
uygun bir eda ile yazdığı bu nevi şiirlerde sanat düşüncesinden ziyade tâlimi
bir maksat' takip ettiği ve Anadolu' Türklerine İmamîlik-' -akidelerini
aşılamak gayesini güttüğü açıkça görülür. Ve muhakkak ki Şah İsmail Safevî. bu
tarz hareketiyle büyük muvaffakiyetler elde etmiş, İmamîlik akidelerini Türkiyenin bir çok
yerlerine, bilhassa bu vasıta ile daha kolaylıkla yaymak imkânını bulmuştur.
Hatâî’nin aruzla yazdığı şiirler,
Fuzulî’den evvelki Azerî edebiyat mahsullerinin olgun örnekleri arasında
gösterilebilir . Yalnız şairin
bu"manzumelerinde?eIc^-’-bakımından bazan bir ibtidaîlik de görülür. Bir
hükümdar oluşu dolayısile hayatının bütün müddetince yazdığı şiirler tesbit
edildiği için bu hali 'tabiî görmek lâzımdır. Mesela onun 16-17 yaşlarında iken kaleme
aldığı bir manzume ile 28-30 yaşlarında iken vücuda getirdiği bir manzume
arasında elbette fark görülecek , sonradan yazdıkları, hiç şüphe yok ki teknik
bakımından daha mükemmel bulunacaktır. Hatâî’nin hangi şiirini pek genç iken, hangi
şiirini olgunlaştıktan sonra yazdığını tarihî delillerle bulup ayırmaya imkân
yoktur. Fakat bir kısım eserlerinde imâleler, zihaflar, kafiye hataları
görüldüğü halde bir kısım eserlerinin pürüzsüz oluşu bu tekâmülü sarih olarak
göstermektedir. Ve Hataî’nin gerek iç, gerek dış tezahürü bakımından aruzla. Yazılmış
hakikaten güzel şiirleri vardır.
Hatâî’nin şiirlerini dört kısma
ayırmak mümkündür:
1- Tasavvufî kanaatleri ihtiva edenler.
2- Aleviliği terennüm edenler.
3- Hurufilik remizlerini iht. iva. edenler.
4- Aşıkane mahiyeti haiz olanlar.
16. asırda Safevî devletinin Şah
İsmâil’in eliyle, kurulması ve kurulan
emniyet ve asayiş ortamı edebiyat ve kültürün genişlenmesini hazırladı.
Şah İsmâil’in zamanında Azeri
Türkçeside Farsça gibi yaygınlaştı. Edebi Türkçe dairelerde, sarayda ve kışlada
resmi dil olarak kullanılıyordu ve okullarda da Türkçe olarak öğrenim
yapılıyordu. Bu şartlar ortamı halkın genel dilinin birliğine hazırladı ve
bunun için bu devrin edebi eserlerindeki imla ve şive farkları pek göze
çarpmıyor. Bu devirde kitaplarda, mektuplarda ve fermanlarda Türkçe deyimler
kullanılıyordu, Bundan dolayı Türkçe deyimler Farsça ve Arapça'ya girdi.
Şah İsmâil Hatâi, Kendisine
başşehir olarak tarihi Tebriz şehrini s eşmiştir. Orayı döneminin en meşhur
sanat ve edebiyat merkezlerinden biri haline getirmiştir. O devrin üç önemli ve
nüfuz itibariyle en kalabalık şehirleri Paris, İstanbul ve Tebriz’di. Tebriz ve Şahın Sarayı,
ülkenin çeşitli yörelerinden olduğu gibi yabancı ülkelerden gelen sanat ve
edebiyat adamları ile, alim, sanatkâr, şair
ressamlarla dolup taşıyor ve büyük bir şair olan Şah İsmâil Hatâî tarafından
sarayında misafir ediliyor, onlarla edebiyat ve san’atla ilgili sohbet
toplantıları düzenleniyor ve ağırlanıp uğurlanıyorlardı. Kayıtlara göre Şah İsmail Hatâî’nin sarayında
400’den fazla şair, ressam, musikişinas ve diğer sanat adamları bariniyordu. Azerbaycan’in
büyük şairi Habibi’ye bu sarayda "Melik-üş Şüera” ünvanı varilmişti. Meşhur
ressam ve minyatür ustası Kemalettin Behzat da safevî sarayında büyük hüsnü
kabül görmüş ve olma ressam ve müzehhiplerin reisi olarak adlandırmıştır. Nitekim
Şah İsmâil Hatâî’nin bu konudaki fermanında, şöyle denilmektedir:
”Bu ülkede zemanenin nadiri, ressamların
ustası ve müzehhiplerin reisi üstat Kemaleddin Behzat’dır. O’nu Şahın
lütûflarına ve Hakanın Teveccühlerine malik edip ferman verdik. ”
Böylece Şah İsmâil Hatâî, kısa
ömrüne rağmen, sanat edebiyat dehasiyle
de Azerbaycan Türk dili, edebiyatı ve san’atına en yüksek mertebelere
çıkarılmasına gayret göstermiş bir hükümdardır. O Azerbaycan edebiyat ve sanat
bahçesinin elvan çiçekler ve çeşitli meyvelerle donatılmasını sağlamıştır . 0 ’
nun bu sanat »edebiyat ve kültür anlayışı sayesindedir ki, kurduğu devlet 240
yıla yakın bir zaman yaşıyabilmiştir.
Şah İsmâil’in eserleri
Şah İsmâil siyasî hayatta olduğu,
gibi, edebi alanda da büyük başarı
göstermiştir. 0’nun edebi mirası içerisinde Azerbaycan dilinde yarattığı
"Divan", "Dahnâme"ve"Nasihatnâme" adlı mesneviler,
didaktik mahiyette yazılmış şiirleri lirik koşmaları ve bayâtîları vardır.
17. asrın Türk müellifleri
içerisinde görkemli yer tutan Katip. Çelebi(1591-1657), Arapça yazmış olduğu
"Keşf ü’z Zünun" adli eserinde Hatâî’nin bize malum olmayan bir
elyazma Divanı hakkında böyle yazai’:
"Hatâî’nin Divanı
Türkçedir. Hatâî hicri 930/1524 yılında vefat eden Şah İsmâil Safevî’dir. "Zübdetü'l-Beyan" da da O’nun
hakkında malumat vardır. Kitabın müellifi Fâizî şöyle der. : "Ben onun
divanının bir hissesini görmüşem".
Hatâî’nin Türkçe ve Farsça birer
divan vücuda getirdiği malûmdur. Şairin oğlu Sam Mirza
da "Tuhfe-i Sâmî"adlı meşhur
eserinde babasının gerek Türkçe gerek Farsça şiirlerinde Hatâî mahlâsını
kullandığını bildirmekte ve Farsça şiirlerinden bazı örnek beyitler
kaydetmektedir. Fakat onun mahdud miktarda Arapça manzumeler de kaleme aldığı ve
netice itibariyle bu üç lisana vâkıf olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ Yavuz Sultan Selime" hitaben
Arapça yazılmış şöyle bir kıt’ası elimizdedir:
محن اناس قد غدا طبعنا
حب علی ابن ابی طالب
عیبنا الناس عالی حبه
فلعنة الله علی العایب
Şah İsmâil Safevî’nin Farsça
divanını görmedim, Bu şiirlerin bir külliyat halinde Tebriz'de basıldığını bazı
menbalar bildiriyor. İstanbul
kütüphanelerindeki mecmualarda da şairin bu lisenla yazılmış bazı beyit, kıt'a
ve gazellerine rastlanmaktadır.
’ Hatâî’ nin divanından başka
Dehnâme adlı bir mesnevisi de vardır. 1400 beyitten fazla olan ve baştan sona
kadar(Mef'ûlü mefâilün faûlün)vezninde yazılan bu manzum eserde mevzu
itibariyle ekseriyetle birbirine bağlı 76 bahis vardır. Her bahis, Farsça
yazılmış küçük küçük başlıkları muhtevidir. Şair aralarında aynı vezinle
yazılmış bazı gazellere de tesadüf edilmektedir.
Hatâî'nin bir dizi eski
elyazmaları doğu ve batı ülkelerinin müze ve kütüphanelerinde bulunmaktadır. Doğu
elyazmalarına dair mevcut izahlı kataloglardan Öğrendiğimize göre , şairin
Leningırad, Paris, Londra, Berlin, Vatikan, Baku, Taşkent »İstanbul, Kahire, Tahran, Tebriz ve sair şehirlerde eski el-yazma
nüshaları bulunmaktadır.
Lâkin araştırmalar Şah İsmâil
Hatâî’nin daha kendi sağlığında Divan yarattığını herkesten önce haber
verdiğini gösterir.
Ey Hatâî fikr-i bikrin eyledin
aş'are serf,
Dutti irfan meclisin defterle divan şimdiden.
Çün Hatâî'yem şahın vasfını daim söylerem,
Sıdk ilen bel bağlaram
defterle divan mendedir.
Bu Hatâî şiirine ta'n etme ey
nakes hesud,
Cümle üşşak ehline hemdem onun
divanıdır.
Men' eyleme Hatâî kalamini ey rakip,
Bak defterine sözleri nezm-u
nizamdır.
-Yusuf’ Çemenzeminili, Mehmet Ali Terbiyet, Bekir Çobanzade, Sadettin Nüzhet Ergun, Prof. Köprülü,
Prof. Ertaylan, Abdülbâki Gölpınarlı, Selman
Mümtaz, Prof. İbrahimov ve Prof. Hamit
Araslı gibi birçok araştırıcılar, onun eserleri hakkında doyurucu bilgiler
vermişlerdir.
Hatâî Divanının elyazmaları
Şah İsmâil Hatâî’nin malum olan
tarih itibarı ile en eski Divan'ı Taşkent nüshasıdır. XVI asırda yazılmış mükemmel bir nüshası
Erdebil Kütüphanesindedir. Gene eski bir nüshası Sivas'ta Tuzcu Topal Hoca namiyle maruf merhum
bir şahsın kitapları arasındadır. Hatâî divanının yazma başka bir nüshası da
Prof. Puad Köprülü'nün hususî kütüphanesindedir. Mükemmel bir yazması ise, Londra
müzesindedir.
Hatâî divanının İstanbul'da Ali
Emirî kütüphanesinde saklanılan elyazma nüshasını gören büyük Rus Türkoloğu
Akademisyen V. A. Gordlevski daha 19-29 yılında Hatâî’nin eserlerinin mühim
edebi abide olan eski elyazmalarının hazırlanıp kısa zamanda neşrolunması
zaruriyetini ileri sürerek şöyle demiştir: Asya halkları müzesinde(Leningrad
şubesi)saklanan Divan-i Hatâî elyazması, hiç şüphesiz, büyük kıymete sahiptir. Ben burada şairin divanının kısa zamanda
neşrolunmasının zaruri olduğunu bir kez daha hatırlatıyorum
Hatâî’nin eserleri hem İran'da
hem de yabancı ülkelerde birkaç defa neşredilmiştir. Ancak bu neşirlerin hiç
biri şairin eserlerini tamamıyla kapsamaz; az ve ya da çok derecede eksiktir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar