TÜRKİYE’DE SİHİRBAZLIK... ZATİ SUNGUR…STAGE MAGIC IN TURKEY
Hazırlayan: KUBİLAY
TUNÇER
Zati Sungur kimdir? Çağdaş Türk sihirbazlık
sanatının kurucusu, hiçbir zaman gözden düşmemiş bir sahne sanatçısı, ünü bugün
bile ulusal sınırların çok ötesindeki ilk Türk sihirbazı. Türkiye’yi karış
karış gezip her yerde gösteriler yapmakla kalmayıp, dünya modern sihirbazlık
sanatına da sayısız katkıda bulunmuş, yorulmak nedir bilmeyen bir şovmen.
Metin And, Magic in İstanbul kitabının
girişinde şöyle yazar: “Türk sihir tarihi hakkında çok az şey bilinmesine
rağmen, bu konu hakkında yazılmazsa sihir tarihi her zaman eksik olacaktır”.[2] Dünya
sihirbazlık tarihinde ve Metin And’ın kitabında önemli bir yer işgal eden Zati
Sungur, modern Türk sihirbazlığının kurucusu ve en önemli figürü olarak kabul
görür. Bir sahne sanatçısı olarak geniş kitleler tarafından takip edilmiş,
gerçekleştirdiği uzun soluklu turnelerle Türkiye’de, Avrupa’da, Güney
Amerika’da ve Ortadoğu'da sahneye çıkmıştır.. Zati Sungur sihirbazlığa
yenilikçi bir yorum getirmiş, literatüre giren bazı önemli oyunları icat etmiş
ve geliştirmiştir. Uzun sanat yaşamı boyunca sayısız öğrenci yetiştirmiş,
yayınladığı sihir oyunları kataloglarıyla sihirbazlığı geniş kitlelere yaymış
ve sevdirmeyi başarmıştır. Kendi adlarıyla gösteri yapan, dansçı ve asistan
ekiplerine sahip, büyük sahne oyunları sergileyen az sayıdaki büyük sihirbaz arasına
girmeyi başarmıştır.
Daha da önemlisi, kuruluşuna tanık olamadığı
Cumhuriyet’in en önemli kültür ikonlarından biri haline gelmiştir. Ancak Erken
Cumhuriyet’in modernleşme sürecinin içinde yer almış, bu süreçle yükselmiş ve
Türk modernleşmesinin sihirbazlık açısından simgesi olmuştur. Atatürk’ün
modernlik-Türklük ideolojisinde önemli bir yere sahip olan sahne sanatları,
Cumhuriyet’in aynı zamanda ideolojik vitrinini oluşturur ve en büyük amaç olan
muasır medeniyetler seviyesine çıkma yolundaki adımlardan birini teşkil eder.
Zati Sungur’un Türkiye’de sahne gösterilerine başlaması, Carl Ebert’in ilk
konservatuarı kurduğu 1936 yılına tekabül etmektedir. Zaten dünya sihirbazlık
tarihinde, sihirbazlığın modern gösteri sanatları arasında yerini alması, ancak
20. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir. Modernleşme sürecinde neredeyse her
sanat dalında varlık göstermeye çalışan Cumhuriyet, dünyada ortaya çıkışından
sonra çok da geç olmayan bir tarihte, sihirbazlığı, hiçbir hazırlığı, altyapısı
olmadan ithal etmiştir. Zati Sungur Türkiye’ye geldikten kısa bir süre sonra
her kesim tarafından benimsenmiştir.
Bu tezde, Zati Sungur’un hayatını araştırıp belge
niteliğinde bir çalışma yapmaktan ziyade farklı bir amacım daha bulunmaktadır:
Zati Sungur’un sanatı, sihirbazlığı ve kişiliği üzerinden bir Cumhuriyet
modernleşmesi okuması yapmak ve bütün bir kültürel değişim içerisinde böylesine
bir anakronik öncünün konumlanmasını araştırmak. . Zati Sungur’un özel ve sıra
dışı pozisyonuna işaret etmek. Zira Sungur, kendisinden önce herhangi bir
yatırımda bulunulmamış bir sahne sanatını kitlelere sevdirmekle kalmamış, aynı
zamanda, yüzünü kültürel olarak batıya dönmüş bulunan yeni Türkiye’nin
çağdaşlık ikonlarından biri olarak görülmüştür. Sahnedeki görünümü, kostümleri,
afiş ve el ilanları da bu imajı pekiştiren ögeler olmuştur. Sadece çok sevilen
bir sahne sanatçısı değil, neredeyse bir ulusal kahraman olarak
değerlendirilmiştir. Kariyerinin son yıllarında Çekoslavakya’da kendisine
sunulan "sihirbazlar kralı" ödülü bu imgeyi desteklemiştir.
BÖLÜM—SİHİRBAZLIĞIN KISA TARİHİ
Sihirbazlık, daha doğrusu sahne sanatı olarak
sihirbazlık illüzyonlar yaratarak olması mümkün olmayan şeyleri gösterme
sanatıdır. Sihirbazlığın İngilizcesi olan magic kelimesi epistemolojik
olarak Yunanca mageia'dan evrilmiştir. Yunanlılarla Persler yüzyıllarca
savaşmış, bu savaşlar sırasında Yunanlılar, magosh adı verilen Pers
rahiplerini Yunancada mageia ya da magika olarak
adlandırmışlardır. Mageia ya da magika, alışılmışın dışında dini
ritüeller yapan anlamına gelmektedir. Magh, Hint-Avrupa şemsiye dilinde
“yapabilmek, yapmaya gücü olmak” demektir.
Sihir ve sihirbazlık olgusunun birçok disipline
ve bilim dalına kayan çeşitleri bulunmaktadır. Tarihsel olarak baktığımızda,
öncelikle din çalışmalarının ve daha sonra da antropolojik çalışmaların ana
konusu olarak belirdiğini görürüz. Bu anlam çerçevelerinin ilki, dini
teorilerdir. İkincisi Kabalistik felsefe ve karabüyü üzerinden açıklanan
sihirbazlık teorilerdir. Şu anda kabul gören modern sihirbazlık teorisi ise,
fen ilimlerine dayanan, tekniğin öne çıkarıldığı teoridir. Modern sihirbazlığın
uygulanış ve öğretiliş biçimi de, aynı şekilde teknik ve fen bilimleri
odaklıdır. Kabala felsefesiyle bir sihirbazlık teorisi geliştiren ilk kişi,
Eliphas Levi’dir. Ünlü sihirbaz ve falcı Levi’nin kitaplarında, sihirbazlığın
teorisini anlatılır.[3] Levi’ye göre
sihirbazlığın üç ana ilkesi bulunmaktadır. Birincisi, materyal evrenin büyük
gerçekliğin bir parçası olduğunu ve bu büyük gerçeklikte farklı bilinç düzlemleri
ve modları olduğunu kabul etmektir. Sihirbaz, ancak bu kabulle karşısındakinin
bilincini kendi istediği yere yönlendirmeyi başarabilir. İkinci ilke, insan
iradesinin çok güçlü olduğunun, hatta diğer her türlü güçten daha üstün
olduğunun farkına varmaktır. Bu ilkenin altında, Levi 21 tane aksiyomdan
bahseder. Bu aksiyomlarda insan iradesinin yaratabileceklerinden, iyi-doğru
algısının düzenlenmesi gerektiğinden, insanın Tanrı algısının kendi içinde
olduğundan bahsedilmektedir.[4] Üçüncü
ilkeye göre ise, insan daha büyük evrenin tanımı olan makrokozmosun bir parçası
olarak mikrokozmos iken, insan, insanın makrokozmos olarak var olduğu bir
evreni içinde barındırmaktadır. Yani aslında evren-içinde-evren teorisine doğru
yönelmektedir.[5]
19. yüzyılın ortasından itibaren, antropologlar,
sosyologlar ve din tarihçileri sihirbazlığın altında yatan “gücü” veya
“açıklamayı” bulmaya çalışmışlardır. Viktoryen dönem antropoloğu Edward Burnett
Tylor ve James George Frazer, zamanın ruhu olan rasyonalizme uygun bir yaklaşımla,
sihirle din ve bilim arasındaki bağın kültürel evrimi üzerine durmuşlardır.
Frazer’a göre sihirbazlık uygulamalarının altında iki ana ilke mevcuttu.
Birincisi Benzerlik Kuralı, ikincisi de İletişim Kuralı’ydı. Benzerlik
Kuralı’nda sihribazlığın ancak benzerler arasında gerçekleşebileceğini veya
benzerlik kurulabildiği ölçüde gerçekleştirilebileceğini anlatmak istemiştir.
İkinci kuralda, yani İletişim Kuralı’nda ise, sihirbazlık yapılan kişi veya
nesneyle temas halinde bulunmak ve bu kişiyi/nesneyi manipüle edecek olanak
bulmaktır.[6] Kısacası,
onlara göre kültürel evrim basitlikten karmaşıklığa, somuttan soyuta giden bir
yoldu. Tylor ve Frazer’ın evrimsel teorileri, modern-antropolojik sihirbazlık
teorilerine bir örnek teşkil eder.[7] a. Sihirbazlığın Kronolojisi
Milattan önce 18. ve 16. yüzyıllar arasında
yazıldığı tahmin edilen, Antik Mısır’dan günümüze kalmış, rahipler ve büyücüler
tarafından gerçekleştirilen mucizeleri anlatan Westcar Papyrus’e göre, ilk
sihir gösterisi hokkabazlıktı. Hokkabazlığın ilk görüldüğü tarih, milattan önce
1700 yılına tekabül etmektedir.[8] Hokkabazlık
daha çok eğlenceye yönelik olmakla birlikte, kamusal alanlarda, daha çok seyyar
halk tiyatrolarında yapılıyordu.[9] Milattan
sonra 40 yılı civarlarında, Hıristiyanlık öncesi gnostizminin kurucu olduğu
söylenen Gittalı ünlü büyücü Simon Margus’un, beyin gücüyle havada durmaya
çalışırken öldüğü rivayet edilmektedir. Bir diğer kaynağa göre de, yükseldikten
sonra çok hızlı düştüğü için öldüğü anlatılmaktadır. Milattan sonra 50 yılından
başlayarak 300 yılına kadar, Antik Roma’da Asetabulari adı verilen bir
büyücü gurubunun seyyar gösterileri kendisini göstermektedir. Asetabulari,
kupalar ve toplarla oynanan “cups and balls” adlı sihir gösterisinde uzmanlaşıp
bu oyunu geliştiren grup olarak tarihte yerini almıştır. Sihirbazlıktaki en
önemli ve temel oyunlardan biri olan “cups and balls”, ilk olarak Romalı
hokkabazlar tarafından milattan önce 2500 yılları civarında sergilenmekteydi.
Aşağıdaki resim, Hieronymus Bosch tarafından 1475-1480 yılları arasında
yapılmıştır ve bir hokka oyunu yapan bir sihirbazı tasvir etmektedir.
400 ve 1000 yılları arasındaki sihir tarihiyle
ilgili bilgi ve kaynak, sınırlıdır. Levi’nin anlatımı da, ya erken dönem
sihirleri, ya topluluklarda hala süregelen sihir pratikleri üzerinedir.
Kronolojik bir çalışma yapılamadığı gibi, Levi’nin sihir tarihini anlatırken
başladığı yer, yine 17. yüzyıldır. [10] Yine de,
okültizmin ve sihrin, Antik Çağ’daki gibi eğlenceyle bağdaşmadığı ortadadır.
Aynı şekilde Orta Çağ’ın devamında, neredeyse 1500’lü yıllara kadar okültizm ve
sihir, cadılığın bir sembolü olarak görülmeye devam edilmiştir. Toplumlararası
alışverişin ve ticaretin artması sayesinde bazı sirk şovmenleri (“Cups and
balls” oyunu gibi) gösteri yapmaya olanak bulmuşsa da, modern anlamda
sihirbazlık tanımına uygun olacak kadar gelişmiş bir gösteriye bu süre boyunca
rastlanmamaktadır. Orta Çağ’ın erken dönemlerinde herhangi bir sihir türü,
olağanüstü güçlerle özdeşleşmekteydi. Devlet- öncesi toplumlarda olduğu gibi,
animizm ve benzerlerine dönük bir din ilişkisiyle ruhlarla (spirits)
bağlantı kurmak gibi değildir. Orta Çağ’da sihir pratiklerini gerçekleştiren,
diğer dünyalarla bağlantı kuran, nesneleri ortadan yok eden kişilerin
olağanüstü güçleri olduğuna inanılmaktaydı ve bu kişiler toplumda korku
yaratıyordu. 13. yüzyılda yaşamış, Katolik psikoposu ve Dominiken keşişi, bir
süre Aquinumlu Tommaso’nun da hocalığını yapan Albertus Magnus, simyacılıkla
uğraştığı için sihirbaz olarak anılsa da, gerçekten bugün anlaşılan anlamda
sihirbazlık pratiği geliştirmemiştir. Yine de daha çok kiliselerin denetimi
altında ve onların amaçlarına uygun yapılan sihrin hikayeleri, Golden Legend of
Jacobus de Varagine’in Altın Menkıbe[11]°si ya
da Almanyalı Heisterbachlı Caesarius’un Dialogus miraculorum'u gibi
kitaplarda anlatılmaktadır.[12] 1584 yılına
gelindiğinde ise, Jean Prevost’un kazanmıştır. Prevost, uygulamalı sihir
hakkındaki ilk kitabı Fransızca yayınlamıştır.[13] Yine aynı yıl, Reginald Scot
sihirle cadılığın hiçbir ilgisi olmadığını anlatan, bir yandan da günün
sihirbazlık numaralarıyla ilgili birçok sırrı ifşa ettiği The Discoverie of
Witchcraft kitabını yayınlar. Fakat durum hala değişmemiştir: Sihir ve
cadılık aynı şey sayılmaktadır. Bunun üzerine 17. yüzyılın başlarında Scot’un
kitabı toplatılarak yakılır. 1700’lerde ise İngiliz sihirbaz Isaac Fawkes’ın
dönemi başlar. 1675-1732 yılları arasında yaşayan Fawkes hem bir sihirbaz hem
de sahne sanatçısıydı. 1722’de Southwark Fuarı’nda ilk gösterisini yaptıktan
sonra, aynı yılın nisan ayında George Augustus, Georg II[14] için yaptığı gösteriden sonra
ün kazanır. William Hogharth gibi daha yetenekli ve daha popüler sihirbazlar
tarafından aşağılansa da, ölümüne kadar ünü azalmamıştır. 1720 yılında emekliye
ayrıldığında, fuarlardaki ve sahnelerdeki şovlarından kendisine neredeyse on
bin pound kadar bir servet kalır. Numaralarının arasında “tavandaki kart” ve
“yumurta” da vardır. Bir diğer sihirbaz, Jacop Meyer 1734’te Meyer,
Pennysylvania’da doğacaktır. Philadelphia ismini kullanan Meyer, Avrupa’da üne
kavuşan ilk Amerikalıdır. 1750’de, 18. yüzyılın ana sihir figürlerinden biri
olduğu kabul edilen Joseph Pinetti doğar. İtalya’da doğan ve Rusya’da ölen
Pinetti, “Doğal Sihirbazlığın Profesörü” olarak anılır.[15] Houdin’in anılarında adı sıkça
geçen Pinetti aynı zamanda bir sahnenin tanıtımını yapan ilk sihirbazdır.
Pinetti, diğer yandan ilk “başparmağı bağlama etkisini” kullanan şovmen olmakla
birlikte, sihirbazlıkta çok önemli yer tutan portakal ağacı illüzyonunu da
sergileyecektir.
1769’da Macar bir soylu olan Baron Wolfgang von
Kempelen, “Otomatik Satranç Oyuncusunu” icat etmiştir. Bir sihir illüzyonu
olarak tasarlanmış olmasa da birçok insanı şaşırtmış ve evvelden beri
illüzyonistler tarafından kullanılan gizleme ve hedef şaşırtmalara yeni
yöntemler sunmuştur.
“The Turk/Türk” adını alan satranç otomatı. Türk,
1769 yılında 6 ay içinde yapılıp ilk kez 1770’de İmparatoriçe Maria
Theresa için sergilenmiştir. Viyana’da Maria Theresa’nın hizmetinde çalışan
Kempelen, bu otomatla ün kazanmıştır. Sırrını çözmeye çalışan zamanın ünlüleri
arasında Edgar Allan Poe da vardır.[16]
Bu tarihe kadar yapılagelen sihirbazlık,
eğlendirmeye, iyileştirmeye, şaşırtmaya yönelik daha çok olağanüstü güçlerle
ilişkilendirilen bir yapıdaydı. Fakat Jean Eugene Robert-Houdin’in
çalışmalarıyla, modern sihirbazlık sanatı ortaya çıkmıştır. 1805 yılında
Fransa’nın Blois kentinde doğan Houdin, aslında babadan kalan mesleğini, kol
saatçiliğini öğrenmişti. Avukat olmasını isteyen babasının tüm baskılarına
karşın, saatlerle ve mekanik tasarımlarla uğraşmaya devam etti. Biyografisinde,
saatlerle ilgili kutuya sarılmış kitapların, eve geldiğinde sihirbazlıkla
ilgili olduğunu gördükten sonra sihirbazlıkla ilgilenmeye başladığı
yazılmıştır.[17] 1871 yılında
vefat eden Houdin’in arkasından, “sihri sokaktan ve sirklerin kenar
gösterilerden alıp zarif sahnelere veya salon dekoruna taşıyan” kişi, “modern
sihrin babası” diye yazılmıştır. Ona bu unvanı, gösterisini sunarken
-alışılmışın aksine- o zamanın resmi davet kıyafetini giymesi, sahnede zarif ev
mobilyaları kullanması, o güne kadar sihirbazlar tarafından kullanılmış olan
garip giysi ve araçlardan uzak durması, asistanı ile kavuklu-pişekar tarzı
dalaşmalar yapmaması, seyircilere saygılı davranması ve gösterisini bilimsel-sanatsal
çerçevede sunması kazandırmıştı. Aslında Houdin, Wolfgang von Kempelen’in
otomat mantığını takip etmiş, birçok farklı otomatı ustaca yapmıştır. Zamanın
sihirbazlarına oranla Houdin'in sahne dekorasyonu çok sadeydi. Fakat çok ilginç
Uzak Doğu mobilyaları kullanır ve sürekli smokin giyerdi. Houdin bu tarzı ile
sahnede göstericinin yani kendisinin ön planda olacağı şovlar düzenledi.
Saatçilik mesleğinden de yararlanarak birçok mekanik illüzyon yapmayı başardı.
En çok hatırlanan numarası "Kurşun Yakalama îllüzyonu"dur. Bu
illüzyonda seyircilerden biri bir kurşuna isminin baş harflerini yazar ve
kurşunu tüfeğe koyup sahnede duran Houdin'e ateş ederdi. Houdin kurşunu dişleri
ile yakalardı. Seyircinin yazdığı baş harfler de kurşunun üzerinde yazılı
olurdu. Emekliye ayrıldığında modern sihirbazlık sanatının ilk sihirbazıydı.
Son günlerini yeni icatlar ve numaralar keşfederek geçirdikten sonra 1871
yılında 66 yaşında öldü.
b. Sahne Sanatları ve
Modernleşme: Modern Sihirbazlık
19. yüzyıldan itibaren kendisine daha rahat bir
ifade alanı bulan sihirbazlık, önce bilimsel öğelerle, daha sonra da 20.
yüzyılın başlarından itibaren sahne sanatı olma niteliğiyle özdeşleşir.
Gittikçe daha teknik ve daha bilimsel bir alana kayan sihirbazlığın, sahne
sanatları arasındaki yerini almasının mümkün kılan bir başka özelliği de artık
sihirbazın bir takım hileli kutular kullanan kişi olmaktan çıkmasıdır. Modern
sihirbazlık oyunları, herkesin dokunup kontrol edebildiği, çoğu zaman her gün
kullandığımız eşyalarla da mucizeler yaratılabilen bir alan olarak ortaya
çıkar.
Modern sihirbazlık, Robert-Houdin’le 1820’lerde
başlıyor gibi görünse de, aslında ondan neredeyse bir yüzyıl önce,
Robert-Houdin’in kullandığı yöntemlerin ve tekniklerin temeli atılmıştı. İlk
isim, yukarıda bahsedildiği gibi 1735-1795 yılları arasında yaşamış Amerikalı
Jacob Philadelphia’dır. 1750-1796 yıllarında yaşamış olan İtalyan Joseph
Pinetti, İtalyan Bartolomeo Bosco (1793-1863), Viyanalı Leopold Doebler
(1801-1860), Polonyalı Bellachini (1828-1885) modern çağda sihirbazlık
sanatının ilk ünlü isimleridir.
Aynı dönemin bir başka büyük ismi ise Buatier De
Kolta ‘nın, (1847-1903) modern sihirbazlık sanatına en büyük katkısı,
Houdin’den aldığı teknik bilgi ve kendi becerisiyle, çok değerli sahne araçları
kazandırmış olmasıdır. O yıllarda Avusturya'da, iskambil oyunları sergilenen
Johann Nepomuk Hofzinser (1806-1874); İngiltere'de büyük sahne ustası ve
illüzyon oyunları mucidi David Devant (1868-1936); Hollanda'da Bamberg ailesi,
Almanya'da "black-magic/karabüyü" tarzında gösteriler sunan Ben Ali
Bey (1839-1928); dünyanın en büyük kadın büyücüsü olan Adelaide Hermann’ın bir
üyesi olduğu Alman Hermann ailesi; Amerika'da ise Chung Ling Soo (1861-1918),
The Great Lafayette (1873-1911) ve asıl adı Erik Weiss olan Houdini (18741926)
dönemin en büyük sihirbazları arasında sayılır.
1874 yılında doğan Houdini, Kartların Kralı ve
Kelepçelerin Kralı olarak bilinmekteydi. Kaçış uzmanı olarak ün kazanmıştır.
Macar asıllı Houdini, yani Erik Weisz, ABD’ye göç etmiş bir hahamın oğluydu.
Küçük yaşta trapeze ve diğer sirk numaralarını çalışmaya başlayan Weisz,
zincir, kelepçe, ip gibi bağlardan ve kilitli sandıklardan kurtulma gösterile
ve tehlikeli numaralarıyla ün kazanmıştır. Kendi vücut yapısını oyunlarında
avantaja çevirmeyi başaran Houdini, adını Jean Eugene Robert-Houdin’den
almıştır.[18] Harry
Houdini 1926 yılında zaten hasta olan apandisitine, öğrencisinin
(gerçekleştirmek istediği dayanıklılık numarası için) vurduğu iki-üç sert
yumruk sonucunda daha da hastalanmış ve on beş gün sonra Detroit’te ölmüştür.
Houdini, zamanın en ünlü sihirbazlarındandı ve en önemli numarası her yerden,
kafeslerden, hücrelerden, kelepçelerden rahatlıkla çıkabilmesiydi.
Modern sihirbazlıktan bahsederken, bu sanatın
gelişimine David Copperfield’in teknik ve teknolojik olarak yaptığı katkıları
eklemek gerekir. Copperfield, 16 Eylül 1956'da Metuchen, New Jersey’de dünyaya
geldi. Hyman ve Rebecca Kotkin'in tek oğulları David Kotkin henüz on
yaşındayken gösteri yapmaya başladı. 12 yaşındayken her gösterisi için 5 dolar
alarak, profesyonel bir göstericiye dönüşmeye başladı. 16 yaşına geldiğinde ise
NewYork Üniversitesi’nin tiyatro bölümü ona sihirbazlık sanatıyla ilgili ders
vermesini teklif etti. İlk gösterilerinde ‘Davino’ ismini kullanan David Kotkin
bir muhabirin ona Copperfield demesiyle birlikte bu ismi kullanmaya karar
verdi. Büyülü ismi Copperfield ile sahne hayatına atıldı. Chicago’da 'The Magic
Man' (Büyülü Adam) prodüksiyonunda rol aldı. Bu yapımda sahnede sihirbazlık
gösterileri yapıyor, şarkı söylüyor ve dans ediyordu. Daha 18 yaşına yeni
girmişti. Bu şov Copperfield’a ileride yapacağı şovların şekli hakkında fikir
vermişti. Geleneksel ve resmi numaralar yerine her numaranın tek başına bir
şova dönüştüğü gösteriler hazırlamaya başladı. The Magic Man şovu David’in
adının duyulmasını kolaylaştırmış ve ünlü ABC televizyonu Copperfield’in
reklamlarda oynaması için teklif yapmıştır.
Bu, David Copperfield için artık bir dönüm
noktasıydı ve ona kariyeri için gerekli gücü sağlayacaktı. CBS televizyon
şovundan sonra 1994 yılından başlayarak içinde İstanbul’un da bulunduğu
dünyanın hemen her büyük kentinde büyük şovlar düzenledi ve şovlarının
olağanüstü başarısı onu dünyanın bir numaralı illüzyonisti yaptı.
1.
BÖLÜM: ZATİ SUNGUR’UN HAYATI VE SANATI
"Bir çok dostlarım ve
vatandaşlarım bana müteaddit defalar sanatımı devretmek için neden bir genci
yetiştirmediğimi sordular. Ben onlara ancak şimdi, düşüncemi fiiliyata
çevirdikten sonra cevap verebiliyorum. Bir tek genci yetiştirmek, eski Mısır'daki
büyücülerin sırlarını tek bir insana devretmelerinden başka bir değer
taşıyamazdı. Geceli gündüzlü çalışarak 50 senede tekamül ettirdiğim sanatımı
halkıma devretmek istedim. İstedim ki her yaştan, her meslekten herkes
faydalanabilsin, hiç kimse bu zevkten mahrum kalmasın; sonra onlar ellerindeki
oyunları geliştirsinler, kendileri yenilerini bulsunlar ve bu böyle sürüp
gitsin. Bunun gerçekleştiğini gördüğüm anda kendimi yurduma karşı borcumu
ödemiş hissedeceğim... Bu mesleğin tekamülü için bütün hayatım boyunca
çalışacağımı vatandaşlarımın bilmelerini isterim.. "[19]
a. Türkiye ’de Sahne
Sanatlarının Gelişimi, Cumhuriyette Sanat ve Tiyatro
Türk düşünce tarihinde modern milli kimliğin
oluşması ve milliyetçiliğin gelişmesi, Türkçülük fikrinin temellerinin
oluşmasıyla başlar. Dolayısıyla, Türk milleti algısı, Avrupa’da ulus fikrinin
ortaya çıkmasından sonraki dönemde gelişmeye başlamıştır. Milliyetçilik,
Roderic Davison’a göre 18. yüzyılın sonlarına doğru yapılmış batılı bir
keşiftir[20]. Avrupa’yı
etkisi altına alan ulus-devlet ve milli birlik akımı, ülkeden ülkeye farklı
sosyo-kültürel ve ekonomik koşullar uyarınca değişiklik gösterir.
Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma hareketinde asker
ve sivil bürokratların rolü, modernleşme bakımından kültürel değişmenin yine
devlet eliyle olduğunu göstermektedir.[21] 18. yüzyılın sonlarına doğru
yoğunlaşan Batılılaşma ve modernleşme hareketi, Tanzimat’la birlikte bilinçli
devlet politikası haline gelmiştir ve sanatın Batılılaşıp modernleşmesi, devlet
eliyle yürütülmeye başlanmıştır. Osmanlı Devleti devlet felsefesi, toplum
bilinci ve hukuk anlayışı itibarıyla önceki dönemlerin mirasçısıdır.[22] Osmanlı’da
18. yüzyıl sonlarına kadar zanaatkar atölyelerinde çalışanların icra ettiği
çeşitli sanat dalları, 19. yüzyıl başlarına gelindiğinde artık değişmeye
başlamıştır. Osmanlı tebaası bu dönemde kamu tiyatrolarıyla, yabancı opera
kumpanyalarıyla, zamanın ünlü sanatçılarıyla karşılaşma imkanı bulmuştur.
1908’den itibaren gördüğümüz ve cumhuriyetle
kendini iyice belli eden ulusal kimlik oluşturma politikası kökünü duraklama
devrinden alır. Duraklama dönemine kadar belirli bir millet anlayışı yoktur,
Türk sıfatı ortak bir kimlik nitelemesi teşkil etmez. Türkçülük fikri Osmanlı
Devleti’nin sona doğru ilerlediği dağılma devrinde, “yüzyılın egemen
değerlerinin ağır baskısı”[23] hissedilmeye
başladığı tarihlerde ortaya çıkar. Batıdan gelen dalgayla ekonomik olarak
dağılmaya başlayan Osmanlı Devleti’nin temellerini, bir yandan da özgürlük,
eşitlik, ulus gibi kavramlar sarsmaya başlamıştır. İmparatorluğun, îlber
Ortaylı’nın deyimiyle en uzun yüzyılı 19. yüzyılın başından itibaren
milliyetler sorunu ile karşı karşıya kalmasının ve Yunanlılarla Sırpların başı
çektiği bağımsızlık ilanlarından sonra, “kendi tarihi ve milliyetiyle ilgili
bilincini korumuş bir etnik çekirdeğin ve Avrupalı düşüncelerden etkilenen bir
ulusal burjuvazinin”[24] mevcut
olmadığı Türk halkı, bu kimliklere karşı kendi varlığını oluşturma kaygısına
düşer. Bu sırada Batı karşısında gücünü yitirmiş devlet, imparatorluğu ayakta tutma
amacıyla “herkesin yaptığını yaparak” bir ulus kimliği oluşturma çabasına
girişir. Balkan Savaşları, bu kimliğin oluşturulmasına gösterge teşkil eden son
damladır. Bu tarihten sonra Osmanlı’nın toprak kaybetmesi, Balkanlar’ı terk
etmek zorunda kalması da eskinin heterojen toplum yapısının yerini “dar,
homojen, toprak bütünlüğü ve nüfusunun altyapısı görece güvenilir bir sosyal
yapı”nın almasına neden olmuştur. Bu sırada, üç tarz-ı siyaset ortaya atılır.[25] Bu projeler,
imparatorluğu ayakta tutmak için ortaya atılan siyasetlerdir: Osmanlıcılık,
İslamcılık ve Türkçülük. Osmanlıcılık, artık mümkün olabilecek bir şey
değildir, nitekim bütün milliyetler sırayla kendi bağımsızlıklarını ilan
etmektedirler. İslamcılık ise iç engellerden ziyade dış engeller nedeniyle
imkânsız görülür. Akçura’ya göre İslam devletlerini egemenlikleri altında
bulunduran Hıristiyan devletleri, böyle bir birleşmeye engel olacaklardı.
Birinci mesele devletin kurtarılması ve mevcut sınırların muhafazasıdır.
Gökalp’e göre milliyet idealinin en son Türklerde ortaya çıkmasının nedeni,
Osmanlı Devleti’nin ta kendisidir. Devlet, “olan bir millet” (nation de fait)
iken, milliyet ideali “Olması istenen millet” (nation de volonte) anlamına
gelir. Türkler, ileri düşünmeyle ilgili bir ideal için var olanı tehlikeye
atmak istemediklerinden, Osmanlıcılığı seçmişlerdir.[26] Bu sırada, “Türk” kelimesinin
bu dönemde aşağı yukarı bütün Avrupa’da ve hatta zaman zaman Osmanlı tebaasının
içinde “beyinsiz” anlamına geldiğini de söylemek gerekir. Türklük var olmayan
bir kimlik olmasının yanı sıra, aşağılayıcı, küçültücü bir hitaptır.
Osmanlı’nın dağılmaya yüz tutmuş sınırları, kültür içerisinde gerçekten var
olmayan bir kimliğin durumu, ekonomik ve askeri durum göz önüne alındığında,
Türk milli kimliğinin oluşma sürecinin sancılı olması zaten beklenir.
Türkçülüğün gelişmesinin başka bir etkeni, 19. Yüzyılda Rusya’nın Orta Asya
(Türk) Hanlıkları üzerindeki baskıları üzerine bu hanlıkların Osmanlı’dan
yardım istemesidir.
Türklerin, kendi kökenlerini ve şanlı geçmişlerini
araştırıp yüceltmekten başka çıkar yolları kalmadığı bu dönemde, İttihat ve
Terakki önce cemiyet olarak, 1908 devriminden sonra da siyasi parti olarak
ortaya çıkar.[27] İttihat ve
Terakki, 1908 itibarıyla iktidardır. Yeni Meşrutiyet, birçok fikrin tartışılmasına
olanak sağlar. Tam bu sırada, Paul Risal, 1912 tarihli ünlü makalesini yazar.[28] Risal’e göre
Türkler, kendilerini imparatorluğun yöneticisi olarak görmelerinin yanı sıra,
toplumsal, kültürel ve ekonomik olarak en dışarda kalmış toplulukturlar. Türk
olmayanlar ve özellikle gayrimüslimler eğitim, sağlık gibi konularda ve
ekonomik ve kültürel olarak çok daha rahat yaşamaktadırlar. Meşrutiyet, bu
toplulukları birleştirebilecek kadar güçlü bir rejim olmaktan çok uzaktır çünkü
temelden bir sistem değişikliği öngörmemektedir. Osmanlı, dağılmıştır.
Ulus-devletler kurulur, Türkler, Osmanlı’nın kalan sınırları içerisinde kalan
çoğunluk haline gelirler. Bir kimlik bunalımına düşen topluluk, kendi köklerine
dönmeyi amaçlayan bir akım yaratır. Dünyada esen ulus-devlet akımının
yalnızlaştırarak etkilediği Türkler, yine de, zorunlu bir şekilde de olsa,
kendi ulus-devletlerini kurma ve Türk kimliği geliştirme yolundadır. 1913
Kongresinde Türkçenin bütün okullarda lingua franca olarak öğretilme
zorunluluğu getirilmesi, Türk kimliğinin inşasında bir dönüm noktası
sayılabilir. Yine de 1908-1912 deneme iktidarı döneminden sonra (Babıali
Baskını ile doğrudan güç kullanımına erişim kazanır) kendi içinde ideolojik
ayrışma dönemine girer ve Osmanlıcılık siyasetinden uzaklaşarak, İslamcılıkla
Türkçülüğü birleştiren bir siyasette karar kılar. Kalan topraklar, Anadolu’yla
sınırlıdır ve yeni bir kimlik oluşturan Türkler, nasıl ki gayrimüslim tebaa
Osmanlı’dan ayrılmakta tereddüt etmediyse, geride kalan gayrimüslimleri sürmek
pahasına, bu toprakları sahiplenip saf bir Türk yurdu yaratmak amacındadırlar.
1908’de başlayan bu milli
kimlik yaratma süreci, cumhuriyetin kurulmasıyla perçinlenirken bir yandan
siyasi iktidar da, yeni bir toplum inşa edebilmek amacıyla sosyal ve kültürel kurumlardan
faydalanmıştır.[29] Atatürk döneminde devleti ve toplumu modernleştirme
anlayışı, Türk İnkılabının temel ülküsünü teşkil eder. Batılılaşmanın ve
medenileşmenin bütün araçları bu amacı gerçekleştirme yönünde siyasi seçkinler
tarafından hayata aktarılır. Cumhuriyet, bütün inkılaplarını yaşatarak kendini
var etme yoluna gitmiştir. Sanatın her dalı, edebiyattan sahne ve gösteri
sanatlarına, yurdu gezen ressamlara kadar cumhuriyetin ideolojisini ve Fransız
tipi milliyetçilik ve milli kimlik anlayışını yurdun her köşesine taşıma görevi
görmüştür. Sanata bu dönemde estetik bir zevkten çok toplum üzerinde etkileyici
rolü bulunan bir araç olarak yaklaşılmıştır. Aynen edebiyatta bir kanon
edebiyatının yaratılmış olması gibi tüm bu faaliyetler sanatın araçsallaştırıldığı
bu kimlik inşasına yöneliktir.[30] Cumhuriyet
dönemi iktidarı, edebiyatı da, sahne sanatlarını da birer aygıt olarak
değerlendirmiş ve bu nedenle özellikle sahne sanatlarında performanslar birer
kurum görevi görmüştür. Kültürel kuramların devletin ideolojik aygıtı haline
geldiği bir dönemde, sanatı, farklı ülkelerden aldığı eğitimi, kişiliği ve
sanatının içeriği itibarıyla böyle bir kaygı gütmeyen çok az sahne
sanatçısından biri, Zati Sungur olarak karşımıza çıkar.
Cumhuriyetin ilanından sonra tek partili dönemde
bilinçli bir devlet politikası ile sanatın tamamen devlet güdümüne alındığı ve
Batılı sanat dallarının kültürel yapıya oturtulmaya çalışıldığı görülür.
Yönetici elitlerin, sanatçıları açıkça yönlendirdiğini görebiliriz. Çok partili
döneme gelindiğinde devlet, opera, bale, tiyatro gibi sanatları doğrudan
desteklemeye devam etse de plastik sanatlara desteğini yavaş yavaş azaltmış ve
sonunda bu alanı tamamen özel sektöre bırakmıştır.
Aslında Cumhuriyet’te de, öncesinde de sanat
genelinde ve tiyatro özelinde Devlet, başat aktördür. Batılı anlamda sanat
eğitimi veren ilk kurum, yine bir Devlet kurumudur: Sanayi-i Nefise Mektebi 2
Mart 1883 tarihinde ressam Osman Hamdi önderliğinde kurulmuştur. Osman Hamdi
Bey 10 Ocak 1882’de Sanayi-i Nefise Mektebi’ne Müdür olarak atanmıştır. Kurum,
resim, heykel ve mimarlık alanlarında eğitim vermiştir. Sanayi-i Nefise Mektebi
1927’de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüştürülmüştür. Zaten bu dönüşüm
sürecinde müzik ve sahne sanatları bu genel eğitim sistemine dahil
edileceklerdir.[31] Güzel
Sanatlar Akademisi’nde modern bir eğitim modeli ile sanat eğitiminin verilmesi
hedeflenmiştir. Öncelikle bina içerisinde konferans ve gösteri salonları,
kütüphane ve atölyeler kurulmuştur.
1927’den 1936’ya kadar
özellikle mimari şubesinin düzenlenmesi ve tezyini sanatlar şubesinin yaptığı
yenilikler dikkat çekicidir. Türk tezyini sanatlar şubesi geniş teşkilatı ile
bütün eski süsleme sanatlarının canlandırılmasına çalışmıştır. Resim ve heykel
şubeleri öğrencileri o zamana kadar karanlık odalarda çalışırlarken ilk defa
ışığı bol atölyelere kavuşmuşlar ve akademinin öğrenci ve eğitmen kadrosu
önemli derecede artmıştır.[32] 1926
yılında kurumun başına Namık İsmail atanmıştır.
Namık İsmail’in Temmuz 1933’de ilgili bakanlığa
sunduğu bir raporda, sanat ve kültürün ulusal bir nitelik içinde evrensel
boyutlara ulaşabileceği söz konusu edilerek, özenle ele alınması gereken
hususlara dikkat çekilmiştir. Bu rapor içeriğine göre, sanatçılara iş
bulunmalı, devletin öngördüğü sanat işleri yabancılara değil, Türk sanatçılara
yaptırılmalıdır. Kentsel gelişmenin düzenli olmasına dikkat edilmesi, yeni
yapıların kentin estetik değerlerine uygunluğu konusu kontrol altına
alınmalıdır.
Sanatçılardan Türk devrimlerinin geniş toplum
tabakalarına yayılması için yararlanılmalı, büyük kentlerde yapılan sanat
çalışmalarının ürünleri, yurdun her köşesine götürülerek, sanat zevkinin
topluma aşılanması hedef alınmalıdır. Namık İsmail’in somut önerilerini bina ve
gemilere sanat eserlerinin konma zorunluluğunu içeren bir yasa çıkarılması, bir
“Devrim Müzesinde” asılları toplanacak olan Milli Kurtuluş Savaşı’na ait
resimlerin, röprodüksiyonların, okullara, kışlalara, köylere dağıtılmak üzere
sanatçılara yaptırılması, sanatçıların sosyal güvenlik haklarına kavuşturulması
için bir yasanın ele alınması konularını oluşturmaktadır.[33]
Namık İsmail’in yazmış olduğu bu raporda
Cumhuriyet’in ilk yıllarında oluşturulmak istenilen sanat alanı için yapılması
gereken yenilikleri görmekteyiz. Sanatın halk ile buluşması için kamusal mekânlarda
sanat eserlerinin sergilenmesi uygun görülmüştür. Bu sergilenme sonucunda bir
sanat piyasasının oluşması ve sanatçıya sağlanacak maddi destek hedeflenmiştir.
Bunların dışında milli birlik ve beraberlik duygusunun aşılanması da en önemli
hedef olmuştur. Güzel Sanatlar Akademisi’nin ardından 1926’da Ankara’da Gazi
Terbiye Enstitüsü Resim-İş Bölümü açılmıştır.
“Gazi Terbiye Enstitüsü adıyla 1932-1933 öğretim
yılında İsmail Hakkı Tonguç’un öncülüğünde faaliyete geçen okulun Resim-İş
bölümü, başlangıçta resim ve iş kolları ayrı ayrı ele alınarak kurulmuştur.
Ancak sınıfları az olan orta dereceli okullara üç saat resim dersi için bir
resim öğretmeni, üç saat iş dersi için ayrı bir iş öğretmeni verilmesine, bütçe
nedeniyle olanak bulunamadığından, şube, açıldıktan bir yıl sonra bu iki kol
birleştirilerek Resim-îş bölümü haline getirilmiştir. Okul, orta dereceli
okullara eğitimci yetiştirmek için 1926’da Konya’da açılan ‘Orta Muallim
Mektebi’nin, üç yıl sonra Ankara’ya taşınarak, adının Atatürk’ün izniyle ‘Gazi
Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’ne dönüştürülmesi sonucu oluşmuştur.
Gazi Eğitim Enstitüsü adı ise 1946’da verilmiştir. O günlerde Ankara’nın
bağrında çağdaş nitelikli bir eğitim kurumu yaratmak temel amaçtır.”[34]
Gazi Terbiye Enstitüsü sadece resim alanında
değil fen, edebiyat, tarih, coğrafya, beden eğitimi müzik ve özellikle de
tiyatro gibi farklı dallarda da eğitim veren bir kurum olmuştur.
“Gazi Eğitim Enstitüsü ve daha sonraları liselere
öğretmen yetiştirmek amacı ile kurulan diğer eğitim enstitülerindeki sanat
bölümleri, gerek hoca, gerek öğrenci kapasitesi yönünden hiçbir zaman Devlet
Güzel Sanatlar Akademisi’ne ulaşamamış; ancak bu enstitülerden yetişen
öğretmenler Anadolu’da sanat sorununa karşı ilgi uyandırabilmişlerdir.”[35]
Güzel Sanatlar Akademisi ve Gazi Terbiye
Enstitüsü’nün ardından geniş kitlelere ulaşmak için yeni bir eğitim biçiminin
geliştirilmesi gerekmiştir. Bu sebeple Cumhuriyetin kültür atılımları içinde
halkevleri önemli bir rol oynamıştır. Laikleşme ve batılılaşma politikaları
içinde halkevleri, topluma kazandırılmak istenilen yeni değerlerin toplumun her
kısmına yayılması ve bu değerlerin yaşatılması için önemli eğitim kurumları
olmuşlardır. CHP’nin 10.5.1931 ile 18.5.1931 arasında toplanan üçüncü
kongresinde halkevlerinin kurulmasına karar verilmiş ve 19 Şubat 1932’de
Ankara’da ve daha sonra birçok yerde halkevleri açılmıştır. Öncelikle büyük
kentlerde açılan halkevleri daha sonra Anadolu’nun birçok köyünde de eğitime
başlamıştır.[36]
Halkevlerinde sanat etkinlikleri başta tiyatro olmak üzere resim, karikatür,
fotoğraf ve müzik alanında gerçekleşmiştir. Halkevlerinde oyunculuk dersleri
verildiği gibi halkevi binaları salonlarında oyunlar da oynanmıştır. Oyuncular
halkevlerinin salonlarını ücretsiz kullanarak eserlerini sergilemişlerdir.
Amatör tiyatroların eserleri oynanmıştır. Halkevleri tarafından çıkarılan
dergilerde oyunlar hakkında yazılar yazılmış, sanatçıların ve eserlerinin
duyurusu yapılmıştır. Halkevlerinde oynanan oyunlara devletin resmi
dairelerinden insanlar davet edilmiş, böylelikle tiyatro ve sanatçılar
desteklenmişlerdir.
Halkevi dergilerinin içinde en önemli olan Ülkü
’dür. 1933 ile 1951 yılları arasında yayınlanmıştır. Ülkü dergisi ülke çapında
en yaygın halkevi dergisidir. Halkevi dergileri halkevlerinin propaganda aracı
olmuştur. Ülkü dergisinde halkevlerinde yapılan tiyatro faaliyetleri, sergi
haberleri, sanatsal tartışmalara yer verilmektedir. Halkevleri ile birlikte
1938 - 1943 yılları arasında yurt gezileri ve turneler düzenlenmiştir.
Türkiye’nin her köşesine ulaşılması istenilen devrimler ve kültürel değişimler
için tiyatro oyunları yurt çapında turnelere gönderilerek sanatın halk ile
buluşması hedeflenmiştir. Aslında 1930’ların başında, sanat genelinde ve sahne
ve plastik sanatlar özelinde Devlet’in anlayışını Hasan Ali Yücel’in Ar
dergisinin bir soruşturmasına verdiği yanıtlar özetleyebilir:
“Ar soruyor:
1-
Bugün Türkiye’de bir
sanat buhranı vardır. Bir milli edebiyatın mevcudiyetinden bile şüphe ettiren
dedikoduların yanında, sahne ve plastik sanatlar bakımından memleketimizde tam
bir kıymet ve ölçü anarşisi vardır. Resim ve heykeltıraşlığın bizdeki bu
revaçsızlığı karşısında ne düşünüyorsunuz?
2-
Sanatın milli
varlığımıza, milli kültürümüze girmesi için ne gibi çarelere, tedbirlere
başvurmak gerekir?
3-
Türkiye’nin sosyal
gidişlerini nazarı itibara alarak, bizde sanatın devletleştirilmesine taraftar
mısınız? Muhtelif rejimler içinde yaşayan devletlerin kabul ettiği bu prensip
bizde müfid neticeler verebilir mi?
Hasan Ali Yücel cevaplıyor:
1-
Kültürümüzün türlü sahalarında
son on sene içerisinde gözü çekecek ve göze batacak bir kaynaşma olduğu
muhakkaktır. Buna, sualinizde söylediğiniz gibi buhran adını vermeğe ben
taraftar değilim. Buhran, esasen tekevvün etmiş bir uzviyetteki
muvazenesizliğin ve ahenk bozuluşunun ifadesidir. Bizde sanat ve tiyatro, henüz
geniş manası ile tekevvün etmiş değildir ki onda buhran tasavvur edebilsin.
Bizim gördüğümüz vaziyet ve hal, tıpkı
doğurma anında bir kadının çektiği ağrılar ve hareketlere benzetilebilir. Bu
normal doğuruştaki ağrılardır ki çocuğun, hakiki hayatın havasını teneffüs
etmek üzere dünyaya gelişini temin eder. Onun için, ben, sanat muhitimizin,
hatta en acı şikâyetlerde bulunarak çok hareketli görünmesini böyle hayırlı bir
yaratma devrinin başlangıcı sayıyorum.
Türkiye’de, edebiyat yenileşmesi, tiyatro
ve plastik sanatlara nazaran daha eski olmakla beraber, onda da bir nizam ve
bir dereceler silsilesi henüz kurulmuş değildir. Onda da, müşterek ölçüler ve
kıymetlerin tayininde ana esaslar henüz ortaya konmamıştır. Nispeten yenileşmiş
ve gelişmiş bulunan edebiyatımızdan daha kısa ömürlü olan tiyatro ve plastik
sanatlarda bu kıymet ve ölçülerin başka başka olması tabii görülmelidir.
Bu kıymet ve ölçüleri bize itiraz götürmez
şekilde empoze edebilecek yegâne kudret büyük sanat otoriteleri olacaktır. Bu
otoriteler sözle değil, eserlerle bu işi yapabileceklerdir. Aranızda muhtelif
ekollere mensup grupların mücadele halinde bulunuşu bence bir yenilik eskilik
davasından ziyade henüz sanat adamlarımız içindekendi otoritesini bulunduğu
muhitte kabul ettirebilmiş vaziyette olanların bulunmamasından ileri geliyor.
Eski sayılanlar arasında yukarıda arz ettiğim şekilde bir büyük artist çıksa
idi usulünü ve üslubunu istediğiniz kadar beğenmeyin, o size kendisini zorla
kabul ve tasdik ettirdi. Mesela, Hamdi Bey’i, “D” grubundan sonra bir “Z” grubu
da olsa idi, o da takdir etmeye mecbur kalacaktı sanırım.
2-
Size belki aykırı gelecek
amma bunun ilk çaresi Türkiye’de kuvvetli lisenin teşekkülündedir
kanaatindeyim. Tahsil ve sikalarının kâğıt kıymetlerini değil, esas değerlini
kastederek söylüyorum, sanatta precocite esastır diye ilk mektepten akademilere
talebe alınabileceği zehabını ebediyen hatırlardan silmelidir. Umumi kültürü ve
hayata temas cephelerinin çoğalma kudreti inkişaf etmemiş ve ettirilmemiş bir
insanın medeni dünyada herhangi bir esere damga vurmasına imkân olmadığını
hepimizin kabul etmesi lazımdır. Bu suretle, hayata müteaddit cephelerinden
temas ederek yetişmiş ve muhtevası zengin eserler vermiş sanatkârlarımız ortaya
çıkınca sanat diğer bütün kültür mevzuları gibi yarının münevverlerini bugün
içinde yetiştiren müesseselerimize ister istemez gelecektir. O zaman sanatkârı
anlayacak, kendisi sanatkâr olmasa bile bir sanat eserinin nasıl
ölçülebileceğini bilecek bir muhit hâsıl olacaktır.
3-
Cumhuriyet Halk
Partisi’nin anladığı ve anlattığı “Souple” manada sanatın da devletleştirilmesi
lüzumuna inanıyorum. Eğer prensipte bu
“Souplesse” olmasa idi,
yani ferdin şahsiyetinin inkişafına mani olacak kayıtlar koymuş ve onu elini
ayağını kösteklemiş bir devletçilik prensibi ileri sürülse idi, bunu sanat için
çok muzır görürdüm. Çünkü sanat, hürriyet isteyen bir dimağ çalışmasıdır.
Sanatın özü yaratıcılıktır. Yaratma hareketinden daha çok hürriyete muhtaç ne
olabilir? Bir çocuğun terbiye edilmesini, onun üstünde şahsiyetinin inkişafına
engel olamayacak belki teşrik edecek müdahaleler şeklinde anlamak ne kadar
doğru bir anlayış ise, bizde, her sahada, devletçiliğin ferdi ve ferdin
teşebbüslerini mefluc bir hale getirmeksizin devlet himaye otoritesinin yine
cemiyet lehine ve menfaatine müdahalesi tarzında görülmesi o kadar yerinde
olur. Bu itibarla sanatın devletleştirilmesi demek
bizdeki sanat mensuplarının eser
verme hususunda
şahsiyetlerinin inkişafına hizmet edecek tedbirleri
devletin alması demektir. Bu günkü sanatkârlarımız sanat tarihimizin onlara en
çok sıkıntı verecek bir devrinde yaşıyorlar. Bu sıkıntın ve güçlüğün en çetin
saiki kendi kendilerini yetiştirmek ve yaratmak mecburiyetinde oluşlarıdır. Ne
otoritesi, ne muhiti henüz teşkil etmemiş olan plastik sanat âlemimizde en
büyük mevkii kazanacaklar kendi kendilerinin talebesi ve kendi kendilerinin
üstadı olmayı bilenler olacaktır. Bizde her sahada büyük dahiler,
“autodidacte”lar arasından çıkacaktır. Hatta sanat muhitlerini bile, tıpkı mıknatısın
küçük demir çöplerini kendisine çekmesi gibi, bu büyük adamlar yaratacaktır.
Sanat işlerinde devletçilik prensibiyle
sanatkârın kendi kendisini yetiştirmek düşüncesi, belki size zıt gibi
görünmüştür. Hâlbuki hiç öyle değil. Sözlerimi lütfedip dinlemişseniz kolayca
tasdik edeceksinizdir ki cemiyet otoritesini kendinde bulunduran devlet, bu
sahada da ferdin hamisi, onun şahsiyetinin doğup büyümesinin en büyük
amilidir.”[37]
Cumhuriyet’te tiyatro alanında ilk ve en büyük
başlangıcı Muhsin Ertuğrul yapmıştır. Askeri veteriner olan Cemil Topuzlu Paşa,
1912’de İstanbul’a “Şehremini” (belediye başkanı) seçilince, kentin
medenileşmesi için Batılı anlamda bir müzik ve tiyatro konservatuarı kurmak
ister. Darülbedayi-i Osmani adını taşıyacak bu kurumun başına 1927 yılında
Muhsin Ertuğrul’un gelmesi, Hasan Ali Yücel’in yukarıda zikredilen söyleşisinde
vurguladığı üzere Cumhuriyet tiyatrosunun devlet eliyle yaratılmasında önemli
bir aşama olacaktır. Tiyatro, Türkiye’de çağdaş bir sanat haline gelmeye
başlayacaktır. Ertuğrul, yerli yazarları cesaretlendirerek, çeviri oyunlar
sahneleyerek, mizansen, reji ve dekor kullanımlarında yenilikler yaparak,
oyuncu, özellikle de kadın oyuncu yetiştirerek, tiyatronun modernleşmesinde
başrol oynayacaktır.
Ankara’da ise Musiki ve Temsil Akademisi’nin bir
bölümü olarak, Devlet Konservatuarı açılır. Oyuncu yetiştirmede önemli rol
oynayacak bu kurum, 1941 yılında ilk mezunlarını verdiğinde adı Tatbikat
Sahnesi’dir. Bu erken çalışmaları 1949 yılında Devlet Tiyatroları’nın resmi kuruluşu
izleyecektir. Aynı dönemde, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde kurulan Tiyatro
Bölümü, özellikle îrfan Şahinbaş, Özdemir Nutku, Sevda Şener, Bedrettin Tuncel
gibi isimlerle akademik alanda etkin bir eğitime başlar. Tiyatronun
yaygınlaştırılması yolunda devlet eliyle sürdürülen çabalar sonucunda Devlet
Tiyatroları, Ankara, îstanbul, îzmir, Bursa, Adana, Trabzon ve Diyarbakır gibi
kentlerde perde açmış ve turneler düzenlemiştir. Dolayısıyla, Devlet
Tiyatroları, her ne kadar klasik bir anlayışı takip ettirse de, tiyatroyu
Türkiye’nin her yanında izleyiciye ulaşır hale getirmiştir.
Bir diğer önemli kurum ise yetmiş yılı aşan
tarihi boyunca çeşitli iniş çıkışlar yaşayan İstanbul Şehir Tiyatroları’dır.
Çeşitli semtlerde sahneleri olan bu kurum, çalkantılı tarihine rağmen, İstanbul
şehrinin tiyatro ile kurduğu ilişkinin baş aktörlerinden olmuştur.
Diğer yandan, başlangıçtan beri var olan özel
tiyatroların sayısı 1960’lardan itibaren büyük bir artış gösterir. Bu durum,
tiyatro yaparak para kazanılabileceğini göstermesi açısından bu sanat dalını
cesaretlendirici bir ortam yaratır. Özel tiyatroların en eskileri arasında
Yıldız Kenter, Şükran Güngör ve Müşfik Kenter gibi oyuncularıyla Kent
Oyuncuları, Rutkay Aziz ve Altan Erkekli gibi oyuncularla Ankara Sanat Tiyatrosu,
Haldun Dormen’in kişiliğiyle bütünleşen Dormen Tiyatrosu ve yine Genco Erkal
ile tanınan Dostlar Tiyatrosu vardır. Oyunculuk ve reji açısından bu özel ve
devlet tiyatrolarının Batı modelini izlediklerini söylemek mümkün. Ancak, öte
yandan, Karagöz (Hayali Ali), Orta Oyunu ve tuluat (özellikle İsmail Dümbüllü)
tiyatrosunun oyunculuk tarzını sürdüren özel toplulukları da görmek mümkündür
bu dönemde.
1970’lerin ortalarında pek çok özel tiyatro
kapandı, yeni açılanların bir bölümü de başarılı olamadı ancak,1980’lerin
ortalarından bu yana İstanbul’daki özel tiyatrolar yeniden bir canlanma
dönemine girdiler. Bu canlanma dönemini tiyatronun globalleşmesi izledi.
Özellikle İKSV gibi kuramların desteği ile yeniden canlanan Türkiye’de tiyatro
camiası, 1990 ve 2000’lerde artık uluslararası tiyatro festivallerine ev
sahipliği yapmakta ve yabancı toplulukları ağırlamaktadır.
Türk oyun yazarlığına bakıldığında ise,
Cumhuriyet döneminde Batı modelini uygulayan tiyatronun kurumsallaşması yolunda
yapılan atılıma koşut bir gelişme gösterdiği görülür. Avrupa tiyatrosunun
realizminden büyük oranda etkilenen Türk yazarları, gerçekçi doğrultuda
yazdıkları oyunlarda, Osmanlı’dan modern Türk toplumuna geçişte yaşanan
sancıları dile getirdiler. Bu geçiş dönemini yansıtmakta en başarılı olmuş
yapıtlar Reşat Nuri Güntekin ve Ahmet Kutsi Tecer’in kaleminden çıktı. Üretken
ve çalışkan bir piyes yazarı olan Cevat Fehmi Başkut ise toplumsal eleştirel
yaklaşımını çoğunlukla mizah çerçevesi içine yerleştirdi. Oyun yazarlığında
Cumhuriyet’in ilk otuz yılında ağırlık kazanan eleştirel gerçekçi (hatta buna
toplumsal gerçekçi de demek mümkündür) yaklaşım etkisini günümüze değin
sürdürdü. 1945 sonrasında çok partili döneme geçildiğinde devlet yönetimine
ilişkin siyasal sorunlar bile tiyatro aracılığıyla gündeme getirilir oldu.
Toplumsal sorunları yansıtma aşamasından, bu sorunların kaynak ve nedenlerini
anlama, açıklama, sahneleme aşamasına geçilmiştir. Aziz Nesin ve Haldun Taner
bildik gerçekçi dram kalıplarını zorlayarak yeni biçim denemelerine
girişmiştir.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren
ulus-devlet algısında karşılık bulmuş batılılaşmanın ideolojik vitrini
konumundaki sanat,özellikle de sahne sanatları Ankara'da açılan ilk opera
binasından itibaren göstermelik bir tablo çizmiştir. Cumhuriyet ideolojisinin
kazanımları arasında sıkça gösterilen tiyatro,opera,bale ve diğer sahne
sanatları için yeni kurulan cumhuriyet önemli yatırımlar yapmıştır. Binlar inşa
edilmiş, kurumlar oluşturulmuş,yabancı uzmanlar çağırılmış , eserler sipariş edilmiştir.
Sahne sanatlarının ileri bir formu olan illüzyon sanatındysa herhangi bir
çalışma yapılmamış, Zati Sungur'un sanatçı kişiliğinde toplanan bir sanat
hareketi kendiliğinden oluşmuştur. Erken cumhuriyet, herhangi bir yatırım
yapmaksızın adeta kucağında bulduğu bu zenginliği refleks olarak dışlamamış,
tam tersi içselleştirmiş, Zati Sungur'un dünya çapında tanınırlığını
Cumhuriyet'in bir kazanımı olarak kabul edip sunmakta bir beis görmemiştir.
“Zati Sungur’un sihirbazlık kariyeri, bölünmemiş
bir başarı öyküsüdür,” der Metin And.[38] Sungur, 10 Mart 1898
tarihinde, yine And’ın anlatımıyla Anadolu’nun batısındaki eski başkent
Bursa’da doğmuştur. Sihirbazlık sanatına merakı daha ilkokul yıllarında başlar:
Küçük sihirbazlık oyunları öğrenip okulda arkadaşlarına sunmaya çok heveslidir.
Sonraki yıllarda Deniz Astsubay Okulu’nu birincilikle kazanınca okula başlayana
kadar geçen sürede sihirbazlıkla ilgilenmez. Astsubay Okulu’na girdikten sonra
arkadaşları arasında hünerlerini göstermeye devam eder: Onun sihirbazlıktan
uzak kalması mümkün değildir. Sihirbazlık, Sungur için bir yaşam biçimidir.
İstanbul Deniz Gedikli Çarkçı Mektebi’nin Makine Bölümü’nü kazanır.[39] Öğrenciliği
boyunca I. Dünya Savaşı devam etmektedir. 1916 yılında, denizaltı stajı yapmak
amacıyla Almanya’ya gönderilir. Kiel’deki Alman Deniz Birlikleri’nde çalışmaya
başlamak üzere yola çıkar.
Sungur’un hayatındaki en önemli değişiklik,
sihirbazlık kariyerinin gerçek başlangıcı bu tarihe denk gelmektedir. I. Dünya
Savaşı’nın sonuna kadar Almanya’da kalarak meslek ve teknik bilgisini
geliştirmeye çalışır. Bir yandan da sihirbazlık dünyasını ilgiyle takip etmeyi
sürdürür.[40] [41] En büyük
idolü Alois Kassner ve Ballachini’dir.40 Almanya’da çalıştığı süre boyunca
Sungur, bu iki büyük ustanın sahnesini yakından takip eder. Artık kararını
vermiştir: Sihirbaz olacaktır. Conradi Horsten’ın ve Willmann-Bartle’ın
kitaplarından ve yaratımlarından beslenerek çalışır. Savaştan sonra Almanya’nın
Türkiye ile bağlantısı kesilince, Almanya’da kalır. Ortopedi atölyelerinde,
Humboldt makine fabrikasında çeşitli işlerde çalışır. Sihirbazlıkta ustalaşmaya
başlamıştır. İlk gösterilerini Köln’de özel partilerde ve kulüplerde yapmaya
başlar. 1920’de Berlin Winter Garten’daki gösterisiyle tanınmaya başlar. Bu gösteriden
sonra, Arjantin’de bağlantıları olan bir grup sanatçıyla beraber dünyayı gezip
sahnesini seyirciye sunar: Fransa, İtalya, İspanya, Kuzey Amerika ve en sonunda
da Güney Amerika’ya gider. Buenos Aires’te ve diğer kuzey şehirlerinde
gösteriler yaptıktan sonra, gruptan ayrılarak daha küçük kasabalarda sahne
alır. Gösterilerinde, üzerinde Zati Bey, The Turkish Magician4
yazan bir ceket giymektedir. Fakat kimse kendisine inanmaz çünkü sarı saçları
ve mavi gözleriyle hiç de Türk’e benzememektedir. Böylece ismini önce Zati
(Sati) Richmond’a, sonra da Kont Sati Von Richmond’a değiştirerek Arjantin,
Şili, Paraguay, Uruguay, Bolivya ve Brezilya’da gösterilere bu isimle çıkar.
1924 yılından itibaren geliştirmeye başladığı
“Kız Kesme” oyununa “ince kesim tekniğini” ekleyerek son şeklini verdiği 1930
yılında artık [42]
dünyada ismi duyulmaya başlamıştır.[43] Menajerinin
tavsiyelerini bu kez dinlemez ve gerçek ismi olan Zati Bey’i kullanmaya devam
eder.[44] Latin
Amerika’da kaldığı süre boyunca Okito, Fu Manchu, Dante, Chefalo, Richiardi ve
Chang gibi büyük sihirbazlık ustalarıyla bağlantıya geçmiş, onların sanatından
etkilenmiştir.
1932 yılında Ermeni asıllı sihirbaz Tahra Bey
kendi talihini aramak için çok zorlandığı Fransa’dan kalkıp Güney Amerika’ya
gelir. Brezilya Sihirbazlık Konvansiyonu’na göre, ülke sınırlarında sihirbazlık
yapabilmesi için kendini kanıtlaması gerekir. Tahra Bey ise bu “kendini
kanıtlamayı” herkesten biraz farklı şekilde yapacağını duyurur: Sihirbazları,
kendi numaralarındaki boşluğu bulmaya çağırır. Eğer başarılı olurlarsa, Güney
Amerika’yı terk edecektir. Sungur’un da dâhil olduğu Konvansiyon’un üyeleri
Tahra Bey’i seyretmeye giderler. Fakat Tahra Bey önceden polisi oraya
çağırmıştır ve bir nedenden polisin tiyatroyu kapatmasını ve kimseyi içeri sokmamasını
sağlamıştır. Böylece, sihirbazlıkla değilse de akıl yoluyla kendini
kanıtlamıştır. Bu olayın üzerinden çok da geçmeden, Tahra Bey Nictheroy’da
sahnedeyken, Zati Sungur’la karşılaşırlar. Tahra Bey, oyunlarında olağanüstü
güçleri olduğunu iddia ederken, onun hemen ardından sahne alan Zati Sungur ise
sihirbazlığın çok teknik bir sanat olduğunu, bu sanatta da hiçbir olağanüstü
güç
Bunun üzerine Tahra Bey, Brezilya’daki seyirci
kitlesini tamamen kaybeder ve ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Zati Bey de
zaten Güney Amerika’da daha fazla kalmayacaktır: Atatürk yeni Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurmuştur, vatanına dönmek istemektedir .44
1934 tarihinde Soyadı Kanunu geçtikten sonra,
Zati Bey de babasının ismini soyadı olarak almak yerine, eskiden oturdukları Sungur
Caddesi’nin, daha sonra Şakayık sokak olarak değiştirilen
44 And,
a.g.e., s. 52. ismini kendisine soyadı olarak seçer. Bu mahallede aynı
zamanda Sungur adlı apartmanda oturmaktadır. Böylece adresinde, üç tane
“Sungur” kelimesi geçmiş olacaktır.
Sonunda 7 Mayıs 1936
tarihinde Türkiye’ye döner. îlk gösterilerini Fransız Ses Tiyatrosu’nda
gerçekleştirir. Adı hemen duyulmuştur, ünü git gide yayılır. Bir gece Atatürk
ve maiyetindekiler için gösteri yapar ve çok övgü alır. Ömür boyu Belediye
Rüsumu Muafiyeti Hakkı ile ödüllendirilir. Türkiye’de ve komşu ülkelerde birçok
turneye çıkar. 1938 yılında Mısır’a, Yunanistan’a, 1948 yılında Kıbrıs’a ve
Viyana’ya turneler düzenler. Bu arada, 1938 yılında sahne asistanlığı yapan
Necla Hanım’la evlenir ve bu evlilikten iki kız çocuğuna sahip olur. 1949
yılında Güney İtalya’ya ve Milano’ya düzenlediği dört aylık turnesini gerçekleştirir.
1958’de Yunanistan’a; 1959-60 yılları arasında
sekiz aylığına Mısır’a, 1963’te tekrar Mısır’a ve İsrail’e gider. Birçok
sihirbazlık cemiyetinde aktif üyedir.[45] 1948 ve 1955 yıllarında
Amerika’ya, yeni oyunları için malzeme almaya gider ve burada da gösteriler
yapar. Bu gösterilerin kayıtları, çeşitli Amerikan ve Türk resmi belgelerinde
bulunabilmektedir.[46] Zati Sungur
çok iyi derecede Almanca, İspanyolca, Portekizce konuşmaktadır. Aynı zamanda
Fransızca, İngilizce, Arapça ve Yunanca da öğrenmiş, böylece turnelerde
sahnelerinde ve günlük ilişkilerinde kullanmıştır.
1966 yılında Sungur, Dormen Tiyatrosu’ndaki
gösterilerinin ardından sahnelerden ayrılma kararı verir. Ortadoğu’nun ve Doğu
Avrupa’nın en büyük sihirbazlık stüdyosu olan Universal Sihirbazlık ve İllüzyon
Hünerleri Stüdyosu’nda kullandığı ve ürettiği
sihirbazlık araçlarının kullanımını kendi deyimiyle “halka arz eder”. Bu sırada
İllüzyon Hünerleri Katalogunu41 ve Salon Oyun ve
Eğlenceleri kitabını
yayınlar.[47] [48] 1975 yılında Çekoslovakya’da yapılan Karlovy Vary İllüzyonistler
Kongresi’nde, kendi buluşu olan “Sihirli Zarlar” oyununu sunar ve büyük ödülü
böylece kazanır. Yine, 1981 yılında Karlovy Vary İllüzyonistler Kongresi’nde
“Sihirbazlar Kralı” unvanına hak kazanmıştır. Sanatı ve kişiliğiyle Türk
halkının çok sevdiği Sungur, 6 Temmuz 1984 tarihinde vefat etmiştir.
Türkiye’de modern
sihirbazlığın ve illüzyonun tarihi Zati Sungur’la başlatılmaktadır. Daha önce
yurt dışından temsillere ve gösteri yapmak için bazı sanatçılar gelip
gidiyordu. Fakat “hokkabazlık” olarak nitelendirilen,
biraz el çabukluğu biraz da ilkel komediye dayanan bu türün, herhangi bir
gösteri sanatı üzerinde etkisi olmamıştır. İllüzyon sanatı Zati Sungur’a kadar
Türkiye’ye yabancı kalmıştır. Pek çok illüzyon hünerini kendisi geliştirmiş
veya icat etmiştir. Sungur’a mucit lakabını verenler de mevcuttur. Buluşları,
dünya illüzyon literatüründe kendi ismiyle geçer. En büyük on sihirbaz
sıralamasında yer almaktadır.
1984 yılında vefatından sonra, Çetin Altan köşe
yazısında Zati Sungur’a “Sihirli lambayı sevmiş bir çocuk,” der. “Parmaklar
arasında kırmızı toplar çıkarıp kaybetmekten çok daha şaşırtıcı bir olaydı
1920’lerde, on on beş yıl boyunca Arjantin sahnelerinde dolaşmaya gitmek; hem
de bir Osmanlı genci olarak... Besbelli ki karşımda hep çocukluğunda kalmış ve
onu yaşamış bir sihirli lamba serüvencisi vardı.” [49] Oysa daha 13 Mart tarihli
gazetede “Dünya Sihirbazlar Kralı 87. yaşı için kadeh kaldırdı” başlıklı haber
yer almıştı.[50] Yine aynı
sene, ustanın vefatından sonra Mehmed Kemal, köşesinde, dilimize sihirbazlıkla
özdeşleştirilmiş bir hale gelen ismin nasıl da markalaştığını anlatır: “Zati
Sungurluk etme ya da Zati Sungur musun? gibi deyimler adının nice yaygın
olduğunu kanıtlar.”[51] Yazarın
hatırlattığı gibi, sihirbazlar toplanarak açıklama yapmış ve “Efsaneleşen Zati
Sungur krallığına veliaht tayin etmiyoruz. Buna kimse cesaret edemez,”
demiştir. Metin And, Gösteri Dergisi’ne Sungur’la ilgili yazdığı yazıyla,
aslında onun değerini biraz olsun gösterebilmiştir[52]:
Zati Sungur’un önemi nereden geliyor?
Sahnede bir kadını testereyle ikiye bölmesi ya da boşlukta uçurması mı? Bir
dostum Kanada’da iki büyük cilt olacak, “bir insanı havada tutmanın
ansiklopedisi” adıyla bir kitap yazdı, birinci cildi yayınlanan bu kitabın
ikinci cildi de yayınlanınca insanı boşlukta tutmanın iki yüzü aşkın yöntemi
açıklanmış olacaktır. Bu değilse, Zati Sungur’un önemi çok büyük beceri ve
ustalık isteyen el çabukluğundan mı? Aslında bu da herkesin kolaylıkla biraz
çalışma ve sabırla üstesinden gelebileceği şeylerdir. Günümüzde gece
kulüplerinde gazinolarda, on beş yirmi dakika bu tür gösteriler yapan binlerce
birbirinden üstün genç sanatçı var... Bunların hiçbiri değilse Zati Sungur’un
eşsizliği, üstünlüğü nereden geliyordu? Zati Sungur, bütüncül bir tiyatro
adamıydı. Aktör olarak tek başına sahnede
kimi güldürerek, kimi esrarengiz bir
havaya bürünerek bir tiyatro topluluğunun gösterimine eş değerde, bir gösterimi
tek başına yürütüyordu. Aktörlüğüyle, tek bir karakteri canlandırıyordu, bu da
bir sihirbazdı, halkı buna inandırıyordu.
1920 yılında Berlin’in Wintergarten Tiyatrosu’nda
başladığı kariyeri, 1922’de bir grup sanatçıyla anlaşıp 1924 yılında hep
birlikte çıktıkları Fransa, İtalya, İspanya, Kuzey Amerika ve Güney Amerika’ya
uzanan yolculuk sırasında dünya çapında ün kazanmasıyla devam etti.[53] Arkadaşlarından
iki yıl sonra ayrıldı ve on dört yıl aralıksız olarak Güney Amerika’nın çeşitli
şehirlerinde temsiller verdi. Bu turnelerde Zati Bey, “Kont Sati von Richmond”
adını kullanır ve toplam iki kamyon, on ton malzeme, on-on iki yardımcıyla bu
turnelerini gerçekleştirir. Önce kısa süreli programları başka varyete
sanatçılarıyla paylaşırken, repertuarı zenginleştikçe tek başına iki saatlik
programlara çıkmaya başlamıştır. Ünü Güney Amerika’da her gün daha fazla
yayılıyordu.
Zati Sungur, Türkiye’ye 1936 yılında ilk kez
Refik Bezmen’in teşvikiyle gelir. Aynı yıl Buenos Aires’teki en büyük, sadece
yabancı kumpanyaların ve büyük operaların girebildiği salonda gösterisini
yaparken, Refik Bezmen ve eşi kendisini seyretmeye gelirler. Zati Bey adını
görünce, bu akıcı İspanyolca konuşan gencin, kendisine “doğudan gelen mistik
adam” süsü vermek için Türkmüş gibi davrandığını düşünür ve onu bir teste tabi
tutmak isterler. Gösteri arasında Zati Sungur’a gelen mektupta eski Türkçeyle
“sizinle tanışmak şerefine nail olabilir miyiz,” yazmaktadır. Zati Sungur da
eski Türkçeyle kendilerini oyundan sonra beklediğini yazıp gönderdikten sonra
buluşurlar. Refik
Bezmen, Zati Sungur’a Türkiye’nin tamamen
değiştiğini, artık OsmanlI’daki gibi olmadığını, Cumhuriyet’in kurulduğunu ve
batının değerlerinin gelmesiyle birlikte sanata ve sanatçıya çok önem
verildiğini anlatır. “Hatta” der, “orada buradakinden fazla kazanmazsan yol
paran benden, geri dönersin.” Bunun üzerine 7 Mayıs 1936’da Zati Sungur
İstanbul’a gelir. Bu tarihten sonra yurtdışındaki turnelerine devam etmesine
rağmen Zati Sungur, Türkiye’yi şehir şehir, kasaba kasaba dolaşmayı kendisine
misyon edinir.[54] Aslında Zati
Sungur, her
zaman ülkesine dönmek istemiştir, fakat tek
derdi, “ülkesine bomba gibi dönmek” oldu her zaman.[55]
i. Türkiye’de
Turneleriyle ilgili alıntılar[56]
Türkiye’ye geldiği 1936
senesinden başlayarak
1950’ye kadar Fransız Ses Tiyatrosu’nda gösterilerini yapan Zati Sungur, ayrıca Türkiye’nin çeşitli
yerlerinde sahneye çıkmıştır. Zati Sungur’un, dönemin gazetelerine yansıdığı
şekliyle “fevkalade hüneri”, kısa zamanda Türkiye’de, özellikle İstanbul sanat
camiasında hızla yayılır. Diğer yandan Zati Sungur, dönem yazılı basınının
ilgisini çeker. Bunlardan birinin metni şöyledir:
“Dört beş günden beri, Fransız
Tiyatrosu’nu dolduran binlerce seyircinin gözü önünde, koca bir testere ile
dipdiri bir kızı ikiye bölen, avuç avuç dikiş iğnesini çukulata yermiş gibi
tatlı tatlı midesine yuvarlayan ve daha bir çok Manyetizma, Spiritizma,
Fakirizma, İpnotizma ve illüzyonisme hünerleri ile halkı heyecan içinde bırakan
bir Türk çocuğu büyük muvaffakiyetle çalışıyor.
Anasıl Türk oğlu Türk olmasına rağmen (sic.) hayatının
yarıdan uzun bir kısmını, dünyanın muhtelif yerlerinde, bilhassa cenubi
Amerika’da geçirmiş bulunan Zati Sungur, bugün nihayet 20 yıl ayrı kaldığı ana
vatana dönmüş bulunuyor.
Memleketimizde ismi ilk defa duyulan Zati
Sungur iki gün içinde, 15 senede kazanılamayacak bir şöhret elde etti. Ve
numaralarını yaptığı tiyatro artık seyircilere kafi gelmemeye başladı. ” Cumhuriyetin
bir simgesi olan Zati Sungur, cumhuriyetle batılılaşma, “muasır medeniyetler
seviyesine yükselme” fikrinin ülkenin her yerine taşınmasına yardımcı olmuştur.
Her gittiği yerde büyük alkış almış, ustalıklı ve farklı oyunlarıyla ilgi
toplamıştır. Özellikle sihirbazlık, elit çevrelerde hapsolan diğer sahne
sanatlarının aksine, halkın çok rağbet ettiği bir sanat haline gelmiştir.
Ülkede gittiği yerlerde halkın tepkisini, yerel
yazılı basındaki haberlerden takip edebiliriz. 1939 Temmuzunda gittiği Hatay’da
11 Temmuz 1939 tarihli gazetede[57] Manyetizmeci
Profesör Zati Sungur Hatay’da başlıklı yazı yayınlanmıştır:
Türkiyemizin yegane manyetizmecisi
pröfesör Bay Zati Sungur Yunanistan ve Mısır’da ön dört ay süren bir turne
yaptıktan sonra hem Hatayın kurtuluş sevinçlerine iştirak etmek ve hem de
birkaç oyun vermek üzere şehrimize gelmiştir.
Profesör Zati Sungurun
manyetizme, fakirizm ve ibnotizme üzerinde akıllara hayret veren marifetlerini,
bazı Hataylılar İstanbul’da görmüş görmiyenler de bunun matbuatta uyandırdığı
büyük akisleri okumuş olduğundan burada izahat vermeği lüzümsüz ad ediyoruz.
Yalnız şu kadarını söyleyelimki, prıofesör (sic> Zati Sungur bu gün Avrupa ve
Amerikada ve kısmen Hindistanda yaptığı seyahatler esnasında kazandığı
muvaffakiyet ve sonsuz takdirleri, mumaileyhin elinde bulunan o memleketlerdeki gazete ve mecmua
koleksiyonlarından anladığımızdan Türklük namına cidden büyük bir haz ve
iftihar duyduk.
1 Haziran 1944 tarihli Aydın gazetesinde Şehir
Röportajları bölümünün konusu Zati Sungur’dur. Zati Sungur’un sihirbazlık
sanatı hakkında daha önce defalarca sarfettiği “Ne sihirdir ne keramet, el
çabukluğu marifet” cümlesi, burada da tekrarlanmıştır. Zati Sungur hakkında
burada şöyle yazılmıştır[58]:
Zati Sungur, gördüğü alaka ve sevgiyi suistimal
etmez, her programda artan seyircilerinin bıkıp usanmalarına meydan vermeden,
muayyen müddetini bitirince kalkar gider. Bu suretle mecuplarını, seyircilerini
dört yıl sonra, bir öncekinden daha kalabalık bir halde karşısında bulur. Bu da
bir sanat mıdır? Evet bir sanattır, sanatını satmasını bilmek sanatı!
ii. Türkiye’den gidilen
yurtdışı turneleri
Yunanistan turnesi 25 Nisan 1938’de başlamış, 1
Ekim 1938’e kadar devam etmiştir. Yaklaşık altı ay süren turne, çok büyük
başarıyla sonuçlanmıştır.
Yurtdışında da birçok gazetede adından söz
ettiren Zati Sungur, dünyanın çeşitli yerlerinde tanınmış bir sanatçı haline
gelmiştir. Türkiye’ye göç ettikten sonra da yurtdışı turnelerine davetler
üzerine gitmeye devam etmiştir. Bu gösterilerine artık, büyük ekibiyle ve
kamyonuyla gidiyordu.
Yunanistan’dan döndükten hemen sonra çıktığı
Mısır turnesi yaklaşık sekiz ay sürmüştür. Kral Faruk’un huzurunda da temsil
veren Zati Sungur ve ekibi, 6 Ekim 1938’den 2 Haziran 1939’a kadar Mısır’da
kalmıştır. Bu turne, ilk Mısır turnesidir. Daha sonra 1959’un temmuz ve ağustos
aylarında bir turne daha yapacaktır.
1939’dan sonra Zati Sungur, on sene kadar Türkiye
içinde turnelerine devam etmiş, yurtdışı turnelerine ara vermiştir. Bu aradan
sonra çıktığı ilk yurtdışı turnesi, Kıbrıs’taki gösterilerdir. 12 Temmuz 1949 -
20 Ağustos 1949 arasında Kıbrıs turnesini yapmıştır.
Kıbrıs turnesiyle birlikte, yurtdışı gösterileri
tekrar hız kazanmıştır.
Kıbrıs’tan döndükten hemen sonra, 6 Eylül 1949’da
Avusturya’da gösteri yapmış, 26 Kasım 1949’a kadar Avusturya’da kalmıştır.
Türkiye’ye döndükten sonra hiç vakit kaybetmeden, 14 Aralık 1949’da İtalya’ya
gitmiştir ve 10 Şubat 1950’ye kadar, yaklaşık iki ay boyunca İtalya’da
kalmıştır.
1959’da çıktığı iki ay sürecek Mısır Turnesi’nde
Zati Sungur, ekibiyle birlikte Cumhurbaşkanı Nasır’ın önünde temsil vermiştir.
Zati Sungur, en son gösteri turnesine 1983’te
çıkar. Artık oldukça yaşlanmıştır, fakat yine de sanatındaki pratikliğinden ve
el çabukluğundan hiçbir şey kaybetmemiştir. 1983’te Kanada’da ve New York’ta
yaptığı gösterilerden, herkes çok etkilenmiştir. Farklı ülkelerdeki Türk Sanat
Festivallerinde, vefatından bir sene önce bile yerini almıştır.
d.
Zati Sungur’un etkisi ve ardından gelenler
Zati Sungur’un etkilerini tam olarak
anlayabileceğimiz geniş çaplı bir alan araştırması veya tarihsel araştırma
bulunmuyor. Fakat yine de, bir literatür taraması yaparak, Sungur hakkında ne
kadar bahsedilmiş olduğu hakkında bir fikir edinebiliriz. Hasan Sarıtepe’nin
kitabı Zifiri Karanlık’ta şöyle bir bölüm geçmektedir[59]:
Zaman zaman Merzifon’a tiyatro gelir bizi
de götürürlerdi, çok eğlenirdik. Sinema ve tiyatrodan başka eğlenecek bir şey
yoktu. Bazen de Zati Sungur gelirdi. Şapkadan tavşan çıkarır, kutu içinde bir
kadını keser, sonra hiçbir şey olmamış gibi kadın sapasağlam dolaşırdı. Biz de
delice alkışlardık. Adamın adı mı Zati Sungur yoksa el çabukluğu yapanlara mı
Zati Sungur deniyordu, bilmiyorduk ama çok meşhur olmuştu, herkesin dilindeydi.
Başka el çabukluğu yapan birileri de gelse çocuklar “Zati Sungur gelmiş” diye
bağırarak herkesi haberdar ederlerdi.
Yine, Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar, Ah
Üsküdar adlı kitabında, Zati Sungur, dönemin diğer sahne sanatçılarıyla
birlikte gece hayatının önemli bir parçası olarak anılmıştır[60]:
Üsküdar’ın kadınları kocalarıyla birlikte
Ramazan’da camilere teravih namazı kılmaya, sair zamanlarda ise Hale
Sineması’na konuk olan İsmail Dümbüllü’nün, Şevki İakrak’ın Tevfık Bilge’nin
Tulûat Kumpanyaları’nı; illüzyonist Zâti
Sungur’u;
Sâdi Tek’in, Halide Pişkin-İhsan Balkır’ın
Tiyatroları’nı; Râşit Rıza Smoko’nun Dram Tiyatrosu’nu seyretmeye ve yazın da
Salacak Aile Gazinosu’naya da İnkılab Bahçesi’ne fasıl heyeti ve Münir
Nûrettin, Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Perihan Altındağ
(Sözeri) gibi sanatkârları dinlemeye giderlerdi.
Aşık Müdamî, îbn-i Sina ile Zati Sungur arasında
paralellik kurar[61]:
Sen dünü söylersin bir de bugün gör
Göreydin onları ağlardın hüngür
Ya İbni Sînâ ol ya Zati Sungur
Bu manyetizmayı Simyadan ara
Aynı şekilde, îbn-i Sina ile Zati Sungur arasında
bir paralellik bulan bir başkası da, Meddah Behçet Mahir’dir[62]. Saim
Sakaoğlu, araştırma kitabında şöyle anlatmaktadır:
Aşık Müdami’nin İbni Sina ile Zati Sungur
arasında bir paralellik bulmasını Meddah Behçet Mahir’de de görüyoruz. O da,
1971’de anlattığı hikayenin başına, Zati Sungur ve çırağıyla ilgili birkaç
dakikalık bir bilgi yerleştirmiştir.
Reşat Ekrem Koçu’nun 1960 tarihli İstanbul
Ansiklopedisi’nde, Azak Sineması ve Bahçesi maddesinde, Zati Sungur’dan
bahsedilmektedir[63]:
Garajın üzerinde tuğla döşeli yazlık
sinema ise yalnız yaz gecelerinde çalışır; serinlemek isteyen halkın uğrağıdır;
halkla beraber sinemaya nazır olan balkonlarda toplanan bedavacılar da buradan
bir iki mevsim evvelki filimleri seyreder. Bu bahçede arada sırada tiyatro
trupları da müsamereler verir, sünnet düğünleri ve buna benzer eğlenceler
tertip olunur. Sâdi Tek, Muammer Karaca, İsmail Dümbüllü temsillerinde hem
bahçe, hem de balkonlar tıklım tıklım dolar; Zati Sungur’un hünerlerini
gösterdiği günlerde bedavacılarla sanatkârlar arasında sahnedeki balkonlara,
balkonlardan sahneye tatlı şakalar yapılır. Balkon seyircilerine Bedavacılar
adını takan, Zati Sungur olmuştur.
Yine, Afif Yesari’nin İstanbul Hatırası
kitabında, Zati Sungur’un gösterilerdeki hünerlerinden, seyircileri
şaşırttığından ve halktan nasıl bir sevgi gördüğünden bahsedilmektedir[64]:
Bu tiyatro-sinema binasında, Zati Sungur,
o zamanki izleyicilerin akıllarını başlarından alan hünerlerini sergilemiş,
ünlü Hâfız Burhan, salonun tıklım tıklım dolmasına neden olan konserler
vermiştir...
... Süreyya Sineması yazlık bahçesinde,
İllüzyonist ünlü Zati Sungur da, izleyenleri şaşkınlığa ve hatta dehşete
düşüren gösteriler sergilemişti.
Zati Sungur, sanatını sahnede icra etmeyi
bıraktıktan sonra kendisini, kitabının önsözünde de yazdığı gibi öğrenci
yetiştirmeye adamıştır. Uzun zamandır evlerine gelip giden komşu çocuğu Sermet
(Erkin), daha sonra öğrencisi olan, hâlâ da sihir gösterilerine çeşitli yerlerde
devam eden Psikiyatrist Dr. Selim Başarır, Erdinç Demiray Kaya Elöver bu
öğrencilerin arasındadır.
Zati Sungur, hazırladığı kitabının önsözünde,
oyunlarının herkes tarafından bilinmesinin, öğrenciler yetiştirmenin bu sanatın
devamı için ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktan geri kalmaz.[65]
ÖNSÖZ
Sayın yurtdaşlarım,
Uzun seneler boyunca görüp candan alkışladığınız
Zati Sungur'un sahneye koyduğu hünerleri bir sır olaraK sakladığını
düşünürken birdenbire Stüdyosunun kattuoğu- nu görmek belki sizi şaşırtacaktır.
Bu benim 50 seneyi aşan sanat hayatımda en son
merhale
olarak düşündüğüm tek idealim olmuştur. En ücra iskân merkezlerine kadar bütün
yurtta bu oyunlarla ilgilenen herkesin maliyet fiatma bu hünerleri elde etmesi
ve imkânı nisbetinde arkadaşlarına, ailesi efradına, salon ve tiyatrolarda
gösteriler yapacak hem kendini, hem de etrafmdakileri tatmin ederek vakitlerini
değerlendirmesi. Hattâ eğer işi müsaitse bunu ikinci bir
meslek edinerek bundan da bir kazanç sağlaması ve kabiliyetini ilerleterek bir
illüzyonist olma imkânını elde etmesi...
Avrupa’ya yaptığım her mesleki tetkik seyahati benim için
bir üzüntü kaynağı
oluyordu. Her şehirdeki illüzyon oyunları satan mağazaları ve halkın bunlara
gösterdiği itibarı gördükçe «Niçin bizim halkımız bu zevkten
mahrum kalsın?» diye düşünüyordum. Orada mesleği ve sosyal durum ne
olursa olsun halkın
büyük bir çoğunluğu hemen her şehirde bulunan kendi aralarında kurdukları
illüzyonistler klüplerinde toplanarak el maharetini, bu mevzundaki kabiliyet ve
bilgisini geliştir
ebiliyor, hem kendisine faydalı oluyor, hem de etrafındakiler için
her toplulukta aranılan bir şahsiyet oluyor.
Zati Sungur’un en sevdiği öğrencilerinin arasında
Kaya Elöver gelmektedir. Onunla sürekli iletişim halinde kalmıştır. Zati
Sungur’un sahnede kullandığı tüm malzemeler de, ölümünden sonra, kendi isteği
doğrultusunda Kaya Elöver’e hibe edilmiştir.
Zati Sungur’un sahne
malzemelerinin Kaya Elöver’e hibe edildiğine dair yazı.
Metin: “Merhum babamız ve eşim ZATİ SUNGUR’un sahneden kullanmış olduğu
bizim için manevi değeri büyük olan illüzyonla ilgili bütün sahne aletlerini
babamızın ve eşimin kendisinden sonra bu işi devam ettirmesini istediği, çok
sevdiği meslektaşı ve yardımcı, aile dostumuz AYDIN KAYA ELÖVER’e
bilabedel hediye ettik. 19.5.1991.”
Cumhuriyet’in erken dönemlerinde, Mustafa
Kemal’in bu yeni devlet için öngördüğü en önemli birleştirici unsurlardan biri
ulus-devlet yapısını temel almış bir milliyetçiliktir. Sanat, bu amaç
doğrultusunda gerek içerik olarak gerekse de “milli duyguları”, vatan
savunmasını diri tutan, harekete geçiren bir araç olarak kullanılmıştır. Zati
Sungur’un bu ideolojik kültür yayılımındaki yeri nedir? Zati Sungur’un sanatı,
içeriği ve ulaştırdığı mesaj itibariyle diğer sahne sanatlarının aksine
seyircilerine cumhuriyet ideolojisinin temellerini anlatacak bir yapıda
değildi. Sihirbazlıkta yapılan numaraların ideolojik bir şekilde yapılmasına
olanak verecek bir kurgu yapılamıyordu: Ya da yapılıyorsa bile, Zati Sungur’un
böylesine zorlama bir kurgu yaptığı hiç görülmemiştir. Diğer sahne sanatları,
belki biraz da sahne gerekliliklerinin sonucunda İstanbul’un ve bazı diğer
büyükşehirlerin elit kesimleri arasına sıkışmış gibi görünmektedir. Bunun bir
diğer nedeni de, sanatın hep batıya dönük olması, özellikle tiyatro, orkestra
konserleri, bale gibi sanat dallarının da batıya yüklenen yüksek medeniyet
algısının bir yansıması olarak, kendini daha modern, belki de daha “batılı”
gören kesim arasında yaygın bir pratik haline gelmiş olmasıdır. Fakat
sihirbazlık, Zati Sungur’un bıkıp usanmadan Türkiye’nin her yerini dolaşması ve
amacının ideolojik bir mesaj vermek yerine seyirciyi eğlendirmek ve sanatını
geliştirmek olması sonucunda bu sanatlar içinde yer almamıştır. Zati Sungur’un
cumhuriyetin erken döneminde sanatı araçsallaştırmasındaki tek rolü, olsa olsa
sanat dolaşımının arttırılması olabilir. Cumhuriyetin batı algısında sanat,
ülkenin en uç noktasına kadar götürülebilmektedir ya da öyle tasvir
edilmektedir: Herkesin sanata erişimi vardır. Zati Sungur, eğer sanatın
erişimini arttırmak batılılaşma ve modernleşme anlamında şekli bir girişimse,
bu girişimin bir temsilcisi sayılabilir.
Bir diğer unsur, uluslaşma tarihi kısa ve yeni
olan Cumhuriyet’in, imkânsız işleri başaran bir Türk’le tanışmasının yarattığı
şaşkınlık ve kıvanç dünyası olabilir. Sanatıyla hem imkansız işler gösteren hem
de bu sanatla Batı’da büyük hürmet gören, ünlü bir Türk’tür Zati Sungur; bu
tarz Türklerin sayısının halk nezdinde ne denli az olduğu düşünülürse, hem
kitlelerin heyecanlanması hem de gazetelerin bu heyecanı desteklemesi, günün
ideolojisi içinde hem istenir hem de mucizevi bir bileşimdir. Zati Sungur'un
sahne kostümleri, özellikle fraklı fotoğrafları, zamanın batı imgesiyle
uyuşmaktadır. Zati Sungur, tıpkı Cumhuriyet'in kurucusu Atatürk gibi bıyıksız,
fraklı ve açık tenlidir. Zaman zaman bu imgeyi monokl ve batonla daha da
güçlendirmiş, kariyerinin ilk yıllarındaki "kont" mahlasını
seyircilere hatırlatmayı sürdürmüştür.
Zati Sungur’un bu çalışmadaki ve kendisi hakkında
yapılan birçok çalışmadaki toplu arşivi, kızı Aynur Sungur Tuncer’in titiz
çalışmaları sayesinde yaratılmıştır. Sungur Tuncer, babasının gerek sanat
hayatı, gerek turneleriyle, gerekse de önemli resmi bildirimleriyle ilgili tüm
evrakı ve belgeleri büyük bir titizlikle saklamış, tasniflemesini yapmıştır.
Zati
Sungur Arşivi. |
Zati Sungur’un kızı Aynur Sungur Tuncer’in
yazdığı Zati Sungur biyografisi kendisinden alınmıştır.
“Değme iskambil oyuncusu illüzyonistin
yapamadığı kadar güzel kâğıt hünerleri ve kâğıtlarla sadece becerisi ile ve çok
çalışmış olmaya bağlı olarak oyunlar yapardı. Elleri evde hiç boş durmazdı hep
iskambillerle çalışırdı veya 3 hokka ile veya 10 parmakla büyük ustalıkla
yaptığı bilardo topları ile.
Ama hayatında hiç bir iskambil oyununa
katılmadığını biliyorum. Soranlara " Kazanırsam benim hile yaptığımı
zannederler" derdi. Satranç ustası idi ve Anadolu’da bir şehirdeki satranç
müsabakasında 1940'lı yıllarda hakemlik yaptığı fotoğrafları var. Ama tatil
yapmazdı ki birisiyle oturup satranç oynamaya vakti olsun.
Teşvikiye'deki bugünkü apartman 1963
yılında yapılmadan önceki 3 katlı taş binada, bahçesinde erguvan ağaçları ve
sayısız güller, zambaklar, kalalar, şimşirler ve incir, mürdüm eriği ağaçları
olan, şadırvanında kırmızı balıkların yüzdüğü evde otururken babamın
Topağacı’nda büyük demir kapılı eski bir apartmanın içinde deposu ve atölyesi
vardı. Daha sonraki yıllarda bizim genç kız olduğumuz dönemde bahçede büyük bir
atölye kurdu; hızar makinesi, kaynak makinesi, keresteler, mengeneler, marangoz
aletleri (ile) turnede olmadığı zaman sabahtan akşama kadar çalışırdı. Evde de
akşamları masa başında abone olduğu Magie, Genii, ve Systeme D gibi Fransizca
Teknik Dergileri okurdu, notlar alır, çizimler yapardı, Binlerce kitaplık
Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Fransızca, İngilizce mesleki
kitaplar ve dergiler koleksiyonu 1920lerden itibaren var. Gaston Leraux 'un
Arsen Lupen'leri, Cingöz Recai serisi, Edgar Allan Poe, ve Türk yazarların,
Alman yazarların Seyahat Kitapları, Hasan Ali Yücel'in zamanında yayınlanmış
olan tüm tiyatro klasiklerinin koleksiyonu. İnanılmaz bir yabancı dil öğrenme
yeteneği vardı. Almancayı deniz astsubay okulunda öğrenmişti ama tüm sınıf
arkadaşlarından farklı anadili gibi konuşuyordu. 6 yabancı dile ana dili kadar
yazışma yaparak, okuyarak ve konuşarak tam anlamıyla vakıftı. 1938'deMısıra turneye
gittiğinde bir ayda sahnede tercümansız seyircilerle sohbete ve konuşmaya
başladığını, Yunanistan’a turneye gittiğinde bir aydan sonra sahnede tercüman
kullanmadığını annem anlatıyor.
Ben herhalde 17-18 yaşındaydım bir gece
sabaha karşı kalktığımda babamla annemin yatak odasında ışık gördüm, kapı
açıktı. Baktım babam kitap okuyordu, gözünde ince bir yaş, bana gülümsedi ama
acıyla, sağ eli büyük bir sargıyla sarılmıştı. Ne olduğunu söylemedi. Ertesi
sabah annemden öğrendik, bizim piyano hocamız babamı bahçedeki atölyesinde
ziyaret etmiş, babamın bir ara dikkati dağılmış o sırada hızar makinesinde
tahta kesiyormuş ve sağ elinin işaret parmağını ikinci boğumundan kesmiş,
üstünde işçi tulumu ve gömleği ve kasketi ile kesik parmağı alıp anneme haber
vermeden İlk Yardım Hastanesi’ne gitmiş. "Adın ne usta" demişler,
adını söyleyince "Dalga Geçme " demişler ve parmağı birleştirme
ameliyatı falan ne kelime, açık yarayı uyuşturmadan rasgele dikmişler. Acıya
çok dayanıklıydı, onu tanıyan hepimiz hayatımızda acıya ve zorluklara onun
kadar dayanıklı başka bir insan tanımadık. O gece ve ertesi gün galiba babamın
gözünde ince bir yaş gördüğümü hatırlıyorum. Acıdan değil, bilardo oyununu
yapamayacağı için çok üzülmüştü. Sonraki günler operatörlere gittiler ama geç
kalınmıştı, sadece biraz daha düzgün dikildi parmak, daha sonra İngiltere’ye
gitti, parmağını göstermek için, bir çare bulunamadı, parmağın kesik kısmını
ten renginde içi oyuk olarak yaptırdı, sahnede bunu işaret parmağına plasterle
bağlıyordu, bunu da bir oyuna dönüştürdü, akvaryum oyununda kağıdı delip
ördeğin kafası dışarı çıktığında parmağını ördek kapmış gibi yapıyordu,
sallayarak kurtarmaya çalışıyordu ve pat diye kesik parça sahnenin bir tarafına
düşüyordu, babam hiçbir şey olmamış gibi ördeğin boynunu çekip uzatıyordu, uzun
boyun elinde kalıyordu o sırada ve seyirci "Aaa parmağı koptu!" diye
şaşırırken akvaryumdan ördeğin yerine kız kağıdı delerek fırlıyordu.
Elleri çok güzel ve biçimliydi ve çok ağır
iş yaptığından hep ara bere içinde kalırdı, kesilirdi, iki defa yangında elleri
çok kötü yanmıştı. Güney Amerika’dan Türkiye'ye döndüğü gemide kargo bölümünde
çıkan yangında yangını söndürmeye çalışırken yanmış elleri . Bir de 1962
yılında Şekayik Sokaktaki ev yıkılıp Sungur apartman inşa edilirken Topağacı ’nda
Ortanca apartmanına taşınmışlardı, eşyalarını ve atölyesini o apartmanın bodrum
katına taşımıştı. Ben de o sırada bir yaşındaki oğlumla İzmir’den onları
ziyarete gelmiştim. Bir gün balkonda bir duman gördüm ve babam depoda yangın
çıktığını düşünüp merdivenlerden aşağıya fırladı. Döndüğünde iki eli de feci
şekilde yanmıştı. Ellerine elma püresi galiba unla kendisini iyileştirdi.
Babamın gözünde sadece iki defa yaş
gördüm, biri parmağını kaybettiği ve herhalde o parmağın onun için ne kadar
önemli olduğuna inanmayan ve parmağı ameliyatla dikmeye zahmet etmeyen
doktorlardan yardım görmediği gece artık yapamayacağı oyunlarının acısıyla, bir
de 1982 yılında çok sevdiği erkek kardeşi Bursa Erkek Lisesi Fransızca ve
Felsefe öğretmeni Necati Sungur vefat ettiğinde... Babam Güney Amerika'da
yaşadığı 16 yıl boyunca kardeşi Necati Sungur, Ulucami müvezziini ve Emir
Sultan türbedarı olan çok çok muhafazakar babaları Hüsnü Sungur'u "Zati
Güney Amerika'da öğretmenlik yapıyor" diye oyalamış. Babam Türkiye'ye döndükten
sonra Fransız Tiyatrosundaki temsilinden sonra ilk turneyi Bursa'ya yapmış, ilk
gösteri Tayyare Sinemasında olmuş. Babası onun sanatını görünce beğenmiş,
bağrına basmış.
1963 yılında Teşvikiye Şekayik Sokaktaki 3
katlı taş ev ve bahçe bugünkü 6 katlı apartmana dönüştüğünde çatı katını çift
daire olarak oturmak için yaptırdı, az odalı ama önde ve arkada geniş teraslı,
geniş salonlu olarak yaptırmıştı, zemin kattaki 100 metrekarelik bir dairenin
yarısını atölye olarak diğer yarısını da depo olarak kullanıyordu. Odalarda
tavana kadar hepsini eliyle imal etmiş olduğu oyun sandıkları üst üste
istiflenmişti. Daha sonraki yıllarda zemin katın üstündeki dairede oturan hanım
gürültüden rahatsız olunca atölyesini bizim oturduğumuz çatı katına ön terası
boydan boya kapatarak taşıdı. Sabah kahvesini içip greyfurtunu yedikten sonra
iş gömleğini ve kasketini giyer atölyeye geçerdi. Akşama kadar ve çoğu kez
akşam yemeğinden sonra geceleri de çalışırdı. Çok az konuşurdu. Bana da kız
kardeşime de oğluma da nasihat ettiğini, şöyle yapın böyle yapın dediğini
bilmiyoruz. Aslında bizim iyi olmamızı ve onu kendi dünyasında rahatsız
etmememizi istiyordu. Eve geç gelmemiz veya annemizin istemediği bir şeyi
yapmamız onun konsantrasyonunu bozan bir huzursuzluk ortamı yarattığı için o zaman
sertçe müdahale ediyordu, konuyu bastırmak için bizi kolaylıkla gözden
çıkarabilirdi, annemizi üzersek ve böylece onun huzurlu çalışma ortamını
rahatsız edersek. Yoksa kendi başına olsa ne yaptığımızla pek ilgili değildi.
Ben dört yaşımda iken durdurulamaz bir
biçimde dans etmeğe ve akrobasi yapmaya başladığımda Macar Seska'dan dans
dersi, Marco'dan akrobasi dersi aldırdı ve ben sahnede defalarca büyüyen bir
insan çıkan kutudan ve çadırdan çıkıp her gece Johann Strauss'la serbest dans
ettim, herkes bayıldı, bir süre gazeteler geleceğin büyük balerini falan diye
yazdılar o zaman benimle çok iftihar etti. Gazete röportajı var, "kızım
Sevim (göbek adım) daha şimdiden ekmek parasını kazanıyor" diye. Bu dans
serüveni bir turnede kaptığım paratifoyla Gümüşsuyu hastanesinde bitti. Ölmek
üzereyken, o sıra antibiyotikler yok, Dr. Ali Şükrü son çare olarak kanımın
babamın kanıyla değiştirilmesini öneriyor. Babamın kanıyla bir metre havaya
zıplayıp sonra iyileşmeye başlayıp, uzun yatınca yürümeyi unuttuğumu hatırlıyorum.
Babam bahçeli evde alt katta duvarlara tahta barlar çakmıştı, tutunarak
dolaşmam için. Sonra bale yapmaya ve yüzme yarışlarına hazırlanmaya başladım,
başladık kız kardeşimle.
Benim ilk evliliğim, annemin beni evden
kovması yüzünden babamın benim için çok istediği mülkiye tahsili söyle dursun,
(“Kızım kültürlü bir büyükelçi olsun isterim ” demişti bir kez ben küçükken)
lise son sınıfı bile imtihanlar esnasında terk emek zorunda kalmam, boşandıktan
sonra spiritüalizmle ile ilgilenmem, bir gruba katılmam, çok çok büyük
üzüntülerdi babam için ve annem için. Radikal biçimde benim gruptan ayrılmamı
sağladı. Babam ve annem 1972 yılında evlendiğim ikinci eşim opera sanatçısı ten
Erol Uras'ı çok sevdiler. 1975 yılında ondan ayrılmak istediğimi
öğrendiklerinde büyük bir reaksiyon gösterdiler ve benimle bir süre
ilişkilerini kestiler. 1978 yılında yazar yayıncı Cengiz Tuncer'le evlenmemi
Cengiz çok hasta olduğu için hiç istemediler, Cengiz 1981 yılında Temmuz ayında
vefat edince tekrar eve geri dönmeme mecburen razı oldular. Cengiz'in
vefatından sonra mini publishing house Sungur Yayınlarını kurduğumda
yayınladığım kitapları babam da annem gibi ilgiyle okudu, beni kutladı. Babam
benimle ilk defa iftihar etti, hatta kağıt kıtlığında benimle birlikte İzmit
Seka'ya bile trenle gitti, müdürden benim için kağıt kotası rica etmek için,
aldı da. Benimle ömrünün son 3 yılında gurur duydu galiba. Kız kardeşim
Saynur'un istikrarlı bir evliliği oldu ve alt katta onun evine doğum günü ve
bayram günleri kutlamalarına inmek babamla annem için bir ferahlık ve mutluluk
kaynağı oldu her zaman.
1966.yılında babam sahnede çok iyi
durumdayken ve seyircinin büyük ilgisi varken oyunları imal ederek ve içlerine
tariflerini koyarak maliyet fiyatına hatta kendi emeğini hesaplamadan maliyetin
altında cebinden de harcayarak ucuza mal edip tüm Anadolu ’ya postayla
göndererek illüzyonu bir hobi olarak gençlere öğretmek için sahneyi
bıraktı...545 ovun ihtiva eden bir katalog hazırladı ki bu hacimde bir katalog
Akdeniz' ülkelerinin illüzyon stüdyolarında yoktur, Avrupa'da var mı
bilmiyorum. Bu kataloğun önsözünü bana dikte etti, onun tüm sanat birikimini,
tüm parasını, emeğini son on beş yılında evinde kurduğu bu stüdyoya neden
adadığını anlamak için Kataloğun iki sayfa önsözünü okumak gerek. İstanbul'a
ayak bastığı günlerdeki röportajlarında bir illüzyon okulu açmak istediğini
söylüyordu. O sırada halkına hizmet etmek, eğlendirmek için turnelerden
vazgeçseydi, bunu yapabilirdi, Güney Amerika'da son yıllarda çok başarılı
olmuştu, çok iyi kazanmıştı, parmağında iri bir tek taşlı yüzükle gelmişti
İstanbul'a ama turnelere başladığı andan itibaren artık harcama çarkı onun 6
aydan fazla durup bir okul düşünmesine izin vermedi. Yurtdışındaki kongrelere
masraf yapmamak için hep 2. sınıf trenle giderdi, mümkünse Türkiye’den eski
dostlarının öğrencilerinin yabancı dostlarının evinde kalırdı ve tasarruf
ettiği tüm parayla illüzyon stüdyosu için illüzyon aletleri alırdı.
Belgesel hazırlığı sırasında babamın Güney
Amerika ve Türkiye program defterlerini scan ederken bunları 29 senedir hep
gördüğümü, koruduğumu ama hiç açıp bakmadığımı dehşetle fark ettim. Ona karşı
ilk kez sonsuz bir acıma duygusu hissettim. Annem babama acırdı, şefkatle ama
onun çilesine acırdı. Babam bize çok güvenli hatta sıkıcı her ihtiyacımızın karşılandığı
bir hayatı sunarken kendisi hiç şikayet etmeden ne ağır bir hayatı ne hafif
taşımış... Çok derin, sessiz ama çok hafif, ağırlıksız bir adamdı, en kilolu
son 30 yılında da çok hafifti. Hiç şikayet etmez, olumsuz konuşmaz, kafası
kızarsa bir ağır sıfat söyler ve uzatmazdı. Sahne arkasında nasıl bir felaket
olursa olsun sahnede hep hafif, komik ve kontrollü idi. Sesinin tonundan biz
anlayabilirdik ama seyirci kahkahalarla gülerken babamın nelerin üstesinden
geldiğini anlayamazdı.
Mısır'da 1959 Temmuz Ağustos aylarında
Kahire İskenderiye ’de gişe hep iyiydi, hep doluydu salonlar. Yola çıkmadan
önce anlaştığı müdürü Hikmet Bey bizim çocukluğumuzdan beri tanıdığımız babamın
çok yakın arkadaşı çok güvendiği bir Hataylı Arap’tı. Mısıra uçakla gitmiştik.
Mısır’da son iki gün bir tuhaflık ve
sessizlik oldu... Hikmet Bey paralarla kaçmıştı ve 10 kişilik kadroyla biz
ortada kalmıştık. Yunanistan’da bağlanmış işler bekliyordu. Babam annemle
kardeşimi ve beni bir gemiye bindirdi. Hayatımızda ilk defa güvertede
yıldızların altında şezlonglarda yatarak eve döndük. Aylar sonra babam
İstanbul'a döndüğünde annemle babamın gizli konuşmalarından bin bir zorlukla
anlayabildiğim kadar yola çıkmadan önce babam 5 kıza hemen haftalık
veremeyeceğini ve yemek yatak masraflarını karşılayacağını biraz toparlandıktan
sonra ödeme yapacağını söylediği halde orada ilk haftada hemen işi bırakmak
istemişler ve karakola mı mahkemeye mi ne başvurmuşlar ve babam hayatında ilk
kez adamlarına ödeme yapamadığı için mahkemelik olmuş. Kızlardan çok dostu
Hikmet'in ihanetinden yaralanmıştı. Ama üzülse de hiç konuşmazdı ve işine
bakardı. Depresyon ona hiç uğramadı zannederdik. Ama son yıllarında bir kez
oldu.
Kaçıncı ihanetti bu, Talat Şener de
annemin çok sevdiği Feriha ile birlikte oyunların planlarını çizip kaçmış ve
başarısız olunca bitmez tükenmez bir iftira kampanyası sürdürmüştü. Kamil Tekin
madde bağımlısı imiş, annem anlatmıştı, babam ona acıdığı için 1936-37
yıllarında sahneye ve arkasına ve galiba şoför olarak da yardımcı olarak alıyor
ve o Feriha ile anlaşarak (Feriha'nın ilk ihaneti, onu hep affediyorlar)
oyunların planlarını çizip kaçıyor ve imal ettirip turne yapıp Zati Sungur'a
rakip olarak çıkıyor.
Oyun Tariflerinin bazılarını yabancı
dildeki kataloglardan çevirtti veya bana kendisi dikte ettirdi. Hürriyet
gazetesinde yayınladığı minicik bir ilanla Türkiye’nin her köşesinden, en ücra
mezralardan bile küçük büyük oyunlar için talep geliyordu. Babam çeşitli
parçaları çiziyor, Tahtakale’de veya marangozlarda veya çeşitli imalathanelerde
imal ettiriyor, kendisi birleştiriyordu, Bazen küçük çiçek veya kelebek yapmak
için komşu çocuğu Sermet gibi çocuklar veya eski sahne asistanları yardıma
geliyorlardı. Faturaları yazmak, irsaliye doldurmak paketi hazırlamak,
tarifleri içine koymak, postaneye götürmek, Maliyeye vergiyi ödemek, babama ve
ev halkına çay kahve hizmeti, yemek pişirmek, temizlik, babamın elbiselerinin
bakımı, ütü işi, turne zamanı asistanların elbiselerinin dikimine yardımcı
olmak, perdelerin dikimi, 250 metre kare evi çekip çevirmek, ben işteyken üç
yaşından itibaren oğlumun bakımıyla ilgilenmek hep annemin gönüllüce yaptığı
işti. Elbette çok yoruluyordu ama bunları yapmasına engel olmak, zorla yardımcı
tutmak da imkânsızdı. Kendini bize ve babama adamıştı. Evde babamın ısrarına
rağmen yardımcı tutmayı sevmediği için yükü zaten ağırken İllüzyon Stüdyosunun
işlerinden o kadar yorulmuştu ki, 1980'gibi stüdyoyu Ticaret Odasından
kapattılar ve binlerce ufak oyun elimizde kaldı. Oyunların imalatını yapmakla
kimse ilgilenmedi. Babamın vefatından çok sonra 2001 yılında alt kata
taşınırken rahmetli Erdinç Demiray'a verdik, şimdi Erdinç'in hanımındadır.
Babam 1938yılında evlendiği asistanı
Necla'ya ölünceye kadar sonsuz bir sevgiyle ve şükranla bağlı kaldı. Neraide
ile yaptığı tüm sahne hünerlerini annemle hemen sahneye koymaya başladı.
Telepati numarası, hızarda kesilen kız (yürek ister). Fakirizm numarası
(yanaklara ve kollara geçirilen şişler), kız kesme, uçma numaraları ve ilk
kadın illüzyonist, küçülen iskambiller, kâğıt kesme numarası. Annem babama hep
"Zati Bey ” diye hitap ederek hizmet etti ve sonsuz bir aşkla bağlı kaldı.
Birbirlerine ölünceye kadar âşıktılar. Necla’sı Zati Beyin hayat damarı, enerji
kaynağı, ilham perisi, aşkı, desteği, hizmetkârı idi. Babam vefatından bir hafta
önce el ele TV seyrettiği anneme: "Yeniden nikâh tazeleyelim Necla!"
diyordu. Babamın anneme ne kadar sevecenlikle baktığını da anlatmam gerek. Her
hastalandığında evdeyse anneme kendisi bakardı, yemeğini kendisi hazırlar,
annemin onun bol yağlı ve acemice hazırladığı makarnayı ya da çorbayı
yiyemediğini görünce üzülürdü. Enjeksiyon gerekiyorsa kendisi yapardı.
Annemi ölesiye korurdu, turneye çıkarken
ben daha 6-7 yaşındayken bile annemi bize emanet ederdi. Bizi anneme değil. Ben
de annemden kendimi hep sorumlu hissettim. Bu nedenle yaşarken sahip olduğu her
şeyi annemin üstüne yapması ve her zaman banka hesaplarının ortak olması ve
kiraları annemin toplaması ve vergileri annemin yatırması, kasanın anahtarının
annemde olması babamın isteği idi ve bizim için son derecede doğaldı. Başka
türlüsü düşünülemezdi, aklımızın ucundan bile geçmezdi.
Annem çok çabuk sinirlenen fevri bir
yapıdaydı. Bize inanılmaz bir sevgiyle ve özenle bakar ama en küçük yaşlardan
itibaren her şeye öfkelenirdi. Kızgınlığı çok şiddeti olurdu. Babamdan hiç bir
zaman hakem olmasını isteyemezdik. Konunun ne dolduğunu bilmek bile istemezdi.
Hep annemin tarafını tutardı ve bizi azarlardı. Annemin bizi yatılı okula
bırakmasını ve turnelere onunla birlikte gelmesini isterdi. Bazen altı ay süren
turnelerde annemin hasretini ve eksikliğini çok yoğun yaşıyordu. Yazın
tatillerde annem kız kardeşimle beni babamın bulunduğu kente götürürdü, sahne
arkasında yardımcı olurdu. Yurtdışı turnelerinde hep birlikte olurduk. Sahne
arkası bol saman, kuş, ördek, tavşan kafesleriyle doluydu ve hep temiz pudra ve
kolonya kokardı babamın odası ve kızların odası, kulis . Ben babamın program
defterini gördükten sonra üç günde, dört günde bir şehir değiştirdiklerini
görünce uzun bir berbat yoldan kamyonla seyahat etmek, bir sahneye sandıkların
yerleştirilmesi açılma oyun hazırlığı, dekorların açılması asılması,
kostümlerin çıkarılması, kulisin temizlenmesi ve oyunların hiç hataya yer
vermeyecek şekilde dikkatle hazırlanması sonra tıkır tıkır işleyen sahne,
tertemiz kostümler, babamın hep kolalı temiz gömlekleri ve bir gecede 4-5 çeşit
değişen frak ve ütülü beyaz kolalı gömlekler, renk renk temiz smokinleri,
kızların bir gecede değişen 5-6 kostümü, bunları nasıl temiz tutuyorlardı, o
yıllarda gittikleri şehirlerde temizleyici var mıydı, temizleyiciye vermek ve
beklemek için zamanları da yoktu. Yıkasalar kurutmak için zaman da yoktu.
Aylarca ayni tempoda süren turnelerde ilerde hiç sözünü bile etmeden nasıl
tertemiz giysilerle sahneye çıkarak çözümleyebilmişlerdi. Keşke anneme bunları
sorsaydım.
Babam stüdyo devam ederken de kapattıktan
sonra da jübile için oyun üretmekten hiç vazgeçmedi. Hep hayalinde bir son
jübile yapmak vardı ama 1981 yılında Sungur apartmandaki çatı katında evde
yabancı misafirlerle otururken ön terastaki atölyesinde elektrik kontağından
yangın çıktı ve babam yangını söndürürken benim tüm ısrarlarıma rağmen o
dumanın içinde çok fazla kaldı. 1983 yılında çatı katındaki su deposu delindi
ve evimiz su içinde kaldı, dolaplardaki rutubet babamın hassaslaşmış akciğerlerinin
ağır bir zatürree geçirmesine sebep oldu. İyileştikten sonra hemen Alan Algan
ismindeki Kanada'dan gelen bir organizatörün teklifiyle bir grup sanatçıyla
birlikte Kanada ve New York Turnesine çıktı. Yola çıktıktan sonra
dolandırıldıklarını anladılar, ücretleri ödenmedi, kız kardeşim annemle babama
harçlık için Kanada’ya havale çıkardı. Fakat babam keyifle annemle birlikte hem
Kanada'da hem de New York'ta sahnede son gösterilerini yaptı.
Dönüşlerinde babamın nefesi rahat değildi,
aslında çok hastaydı ama tüm ısrarlarıma rağmen doktor istemedi, bizim
sokaktaki iki adım ötedeki arkadaşı doktor Osman'ın Teşvikiye Sağlık Yurduna da
gitmedi, geceleri uyuyamıyordu ve gece gündüz 25 yaşında Güney Amerika'da sergi
açmış olduğu gibi siluet kesiyordu elleri hiç titremeden çok ince cerrah
makaslarıyla en ince oymaları işliyordu... Sonra o haldeyken annemi zorla
Erdek'e bir eski arkadaşının moteline götürdü, bir hafta içinde orada
fenalaşmış, döndüğünde ben ambulans hazırlamıştım, doktor hazırlamıştım, istemedi,
bir kaç gün sonra ben onun bir doktor öğrencisini Teşvikiye Sağlık Yurdundan
çağırıp onu zorla hastaneye götürünceye kadar. Ne yazık ki çok geç kalmışız.
Babam hastanede odasında Kaya ile yeni jübile hazırlıklarını konuşurken Dr.
Osman bana hastane kapısının dışında bağırıyordu, çok geç kalmış olduğumuzu,
iki akciğerin de iflas etmiş olduğunu haykırıyordu avaz avaz, o sakin adam. Ama
babama kimse söz geçiremezdi ki, onu hastaneye yatırdığım için bana küsmüştü.
Ben odaya girince başını çevirdi somurttu. Ertesi sabah da vefat haberi geldi.
Bodrum kattaki oyun sandıkları ve babamın
son bir jübile için imal etmiş olduğu oyunları, Kız Kesme dâhil, Uçma dâhil iki
Dodge kamyon dolusu sandıkları ve oyunu 1991 yılında bodrum katını kiraya
vermek zorunda olduğumuz için babamın afişlerini yapan son yıllardaki çok
sevdiği asistanı, illüstratör, illüzyonist Kaya Elöver'e bilabedel hediye
ettik.
Dünyada tüm oyunlarının tasarımını ve
üretimini kendi yapan büyük illüzyonist sayısı on parmağı geçmez. Hem büyük
oyunları yapabilen büyük sahneyi doldurabilen bir şovmen olabilen hem de
iskambil hünerlerini ve close-up denilen masa başında yapılabilen küçük
oyunları iyi yapabilenler çok azdır. Keşke devlet bir kez babamı onurlandırmak
için oyunları sergileyebilecek bir yer sunsaydı kendiliğinden biz istemeden.
Babamın sadece Kıbrıs turnesi ve Mısır
Turnesi için bastırmış olduğu el ilanlarındaki çeşitlilik beni yayıncı olarak
şaşırtıyor.
Ne emprezaryosu vardı, ne basın danışmanı,
oyunlarını kendi dizayn eder, kendi keser biçer, boyar, binlerce çiçeklerini
ham kuştüyünden boyayarak kendi imal eder, angajmanlarını kendi yapar. Bu kadar
ilanı ve afişi her turne için tek başına nasıl hazırlamış, şaşılacak iş.
Çalışmayı o kadar seviyordu ki, hiç
bıkmıyordu ve sıkılmıyordu. Onu zorla tatile götürdüğümüz zaman bir hafta sonra
sıkılmaya başlardı apaçık atölyesine veya turneye dönmek istediği belli olurdu.
Ama tiyatroyu da seviyordu. Bizimle her fırsatta bütün oyunları izlerdi. Tüm
sanatçılar babamı çok severlerdi. Hep en önden izlerdik. (Ferhan Şensoy da Ses
Tiyatrosunda (eski Fransız Tiyatrosu) onun anısına bir locaya Zati Sungur adını
vermiş, bizi de tiyatrosunun ilk açılışına davet etmişti. Gidemedik).
Galip Arcan'ın yazısı var, babamın Sahne
sanatçıları Derneğinin ilk üyelerinden olduğunu yazıyor. Babam klasik Batı
müziğini de klasik Türk müziğini de seviyordu. Bütün programı her oyuna uygun
farklı bir Klasik plak çalınarak yürüyordu. Dans Macabr'ı (iskeletlerin dansı)
Mozart'ın Türk Marşı, John Strauss valsları hatırlıyorum, diğerlerini
hatırlamıyorum. Piyanoda hiç ders almamış olduğu halde, nota bilmeden her
oturduğunda bir Batı müziğinden çağdaş popüler parça veya eskilerden vals
ritminde Neveser Kökdeş'in eserleri gibi Türk müziği parçalarını iki elle
harika çalardı. Bizim piyano çalmamızı çok keyifle dinlerdi.”
Gösteri Dergisi’nin Ağustos 1984 sayısında Metin
And’ın Zati Sungur’la ilgili yazısı.
Dev Bir Sahne Sanatçısının Ardından
Zati Sungur,
Leylâ Gencer’i saymazsak,
Türkiye dışında
tüm dünyanın,
hayranlık duyduğu
tek Türk sahne sanatçısıydı
'/ ATİ Sungur efsaneleşmiş, '-■adı dilimize çeşitli deyimlerde
yerleşmişti. Ancak pek az kişi unu gerçek değerinde görebilmişti. Çoğunlukla
Zati Sungur akıl ermez Meri, üstün gûç ve yetenekleriyle gerçekleştiren. olmazı
olur, olanaksızı olanaklı kılan bir sihirbazdı Kimine göre de hileli araçlar,
»andıklar, kutularla birtakım hilelerle göz boyayan bir hokkabazdı. Oysa Zati
Sun- gur'u devleştiren çok önemli iki yanı »ardı ki, nedense en yakınları bile
bunu kavrayamamışlardı. Gerçek Zati Sungur’un değeri buydu, önce bunu
belirtelim:
-Zati Sungur
sahne ve tiyatromuzun çok vöulü ve en »cçkin unitçılânndandı.
■Zati Sungur.
Leyla Gencer’i aymazsak. Türkiye dışında tüm dünyanın tanıdığı, hayranlık duyduğu
tek Türk sahne sanatçısıydı.
Bu ikisini
açıklamadan. Zati Sungur'a ilgimin üç yönden kaynaklandığını belirtmeliyim.
Önce dostuydum. otuz yıl süren bu dostluk benim için övünç kayna ğıydı Sonra
ben de çocukluğumdan beri yanılsama sanatına aşın ilgi duymuş, bu tutkuyu
bugüne dek sürdürmüş bir meraklıyım. Fakat bunlardan da önemlisi, uğraş alanım
olan gösterim sanattan içinde yanılsama sanatı bunların en etkisi, en
doğurganıydı. Yalnız gösterim sanallan değil fakat başta sinema ve tiyatro
olmak üzere tüm sanatlar yanılsama sanatının ilke ve yöntemlerinden
yararlanır. Özellikle sinemanın öncü ustalarından Georges Meliess ile Lumidre
kardeşlerin. günümüz sinema ustalarından Orson Welles'in aynı zamanda usu bir
gözbağcılık ustası olmaları bir rastlantı değildir.
Zati
Sungur'un önemi nereden geliyor? Sahnede bir kadını testereyle ikiye bölmesi
ya da boşlukta uçurması mı? Bir dostum Kanadada iki büyük cilt olacak,
"bir inşam havada tutmanın ansiklopedisi" adıyla bir kiup yazdı,
birinci cildi yayınlanan bu kitabın ikinci cildi de yayınlanınca insanı
boşlukta tutmanın iki yüzü askın yöntemi açıklanmış olacaktır. Bu değilse. Zati
Sungur'un önemi çok büyük beceri ve ustalık isleyen el çabukluğunda mı?
Aslında bu da herkesin kolaylıkla biraz çalışma ve sabırla üstesinden
gelebileceği şeylerdir. Günümüzde gece kulüplerinde gazinolarda, on bey yirmi
dakika bu tür gösteriler yapan binlerce birbirinden üstün genç sanatçı var.
Bunları öğrenmek de wt değil. Her yıl çıkan bir kaç yüz kitapta bunlar
fotoğrafları, girimleriyle inceden inceye »çık lanmaktadır. Aynca yalnız ABD*
de yayıncı, yapıma ve satıcı olarak bey bin dolayında bu türlü araç ve
gereçleri, bilginleri satan yerler bulunuyor Merak eden herkes bu bilgilerden
yararlanabilir Kongreler düzenleniyor, çeşitli sihirbazlık dernekleri bulunuyor.
Söz gelimi. nasıl piyano çalmak isteyen biri bunu öğretecek birini bulur ve
çalacağı parçalayın notalarını sağlayabilir, ama hiçbir zaman bir Idil Biret
olamazsa. bu bilgileri elde eden, beceriyi edinen araç ve gereçleri sağlayan
herkes de. bir Zati Sungur olamaz. O tekti ve tek kalacaktır. Bunu deneyenler
de çıktı. Özellikle Zati Sungur'un yanında çalıyan yardımcıları, her gece baka
baka bu iyi yapabileceklerini ve kolayca birer Zati Sungur olabileceklerine
inanarak, bir gece yansı kutulann araçların ölçülerini alıp kaçmışlar,
gösterimlere başlamışlar ve kısa sürede ya dikiş tutturamamışlar, bu isten vazgeçmişler,
ya da fal bakmak gibi için sahteciliğine kaçmışlardı Goethe'nln ünlü baladı
"Sihirbazın Çırağı 'ndaki gibi içi yüzlerine gözlerine bulaştırmışlardı
Bunlardan
hiçbiri değilse Zati Sungur'un eşsizliği. üstünlüğü nereden geliyordu? Zati
Sungur, bütüncül bir tiyatro adamıydı Aktör olarak tek haçına sahnede kimi
güldürerek, kimi esrarengiz bir havaya bürünerek bir tiyatro topluluğunun
gösterimine eç de riT'le bir gösterimi tek haçına yürütüyordu. Aktörlüğüyle,
tek bir karakteri canlandırıyordu, bu da bir sihirbazdı, halkı buna
inandırıyordu. Aktörlüğünden baçka gösterimin metin yazarıydı. tüm konuşmaları
nükteleri, her oyunun bayında sunuş söyle- niçin! kendi yaratıyordu. Sahne
yönetmeniydi, tüm giriş çıkıştan gösterim süresini, gösterimin temposunu,
duraklarını doruk noktalarını düzenliyordu. Perde öncesi açıt müziği ve her
oyunun eşlik müziğini seçiyor, dekorları donatımı çiziyor, bunları ve tüm araç
ve gereçleri kendi yapıyor, boyuyor. süslüyor, dekora uyduruyor. ışıklan. ses
etmenlerini düzenliyordu. Aynca kendi gösterimlerinin iç yönetmeni. işletme
çişiydi. Halkla Biçkileri, tiyatrolarla bağlantıları, reklam içlerini hep
kendisi yürütüyordu. Her yeyin Üstesinden başarıyla geliyordu. yaptığı her
şeyde bir yetkinlik. seçkin, kültürlü, bir beğeni görülüyordu.
1938 den. içi
bıraktığı 1970'e dek Türkiye'nin her kösesinde iki saatlüt gösterimleriyle
sürekli ilgiyi üzerine toplamış, tiyatrolar hep dolmuş, bir gören bir daha
görmek islemiçti. Bir tiyatro topluluğunun. tüm kadrosuyla yaptığım tek
bayına yürütmüş, hiçbir tiyatro topluluğu onun tek basına gösterdiği
dayanıklılığı uzun ömüriülüğü gerçekleştirememişti.
Aynca yazımın
bayında da belirttiğim gibi. Leyla Gencer dışında hiçbir sahne sanatçımız
onun kadar Türkiye dışında da On yapmamıştı. Zati Sungur bu içe başladığında,
Almanya'dan sonra da Güney Amerika'da 13 yıl. önce küçükten başlayıp sonra
giderek tüm geceyi dolduran gösterimleriyle ününü daha yurt dışındayken
yapmıştı. Yurda döndükten sonra da yurt dıyt gösterimlerini Sürdürmüş, her
bir gezisi parlak bayanlarla geçmişti Denebilir ki. Zati Sungur yurt dışında
bizde olduğundan daha çok gerçek değeriyle tanınıyordu. Bizde ise adı
efsaneleşmişti ama ona yak m çevreler bile onu Zati Sungurtaçtıranın ne
olduğunu anlayamamışlardı. Nitekim gazetede onun öğrencileri arasında yer
aldığını belirten bir genç sanatçının onun üzerine yaptığı söyleşiyi okuduktan
sonra bu sanatçına bile ustasını ve onun sa nalını pek de kavramış olduğunu
sanmıyorum.
Geçen kış
altı ay için Amerika'daydım. Sürekli kaldığım New York kentine ayak bastığımın
ilk haftalarında Amerika'nın en önde gelen sahne sihirbazlarından, aynca
sinema sanatçısı. TV yapımcısı ve sihirbazlık sanatı üzerine pek çok kitabın
yazan dostum Milboume Chrisıopber'in evine gitmiştim. Kapıdan girer girmez
büyük bir hayranlıkla beni Zati Sungur üzerine soru yağmuruna tutmutu. Yazdığı
büyük bir ciltte toplanan "Dünya Sihirbazlık Tarihr'nde Zati Sun- gur'a
da yer vermiş, bir de gösterim resmi koymuştu
New York'ta
bir kültür demeği Birleşmiş Milletler deki temsilciliğimizin konsolosluğu ve
çeşitli ataşelikleri barındıran Türk Evi' nde her ay bir konferans düzenliyordu.
şubat erininkini de ben- 47
üzerine
bundan haberleri olmadığını bilselerdi, toplu olarak New York'a gidip kendisini
seyre- ileceklerini, konuşacaklarını söylediler Yapamadıkları için üzün
talerini belirttiler Bu arada bir S yinesi de, Zati Sungur üzerine r kitap yazmamı
istedi. Ancak baıka kitap bağlantılarım olduğunu söyleyerek şimdilik bunu
düşünmediğimi söyledim Oy» bir dostu yitirmenin acılı dürtüsüyle bir öde» gibi
bu kitap beni şimdi zorlamaya başladı.
Zati Sungur
için en güç olanı, parlak ve olgun çağında. 1970’le- rin başında, sahneden
ayrılmazıydı. Bunu zorunlu kılan nedenler vardı. Başta sahnede özellikle kadro
yardımcılarla gerek düzen bağı, gerek parasal bakımdan baş edememeliydi.
Bunlara güven olmuyordu, tam öğreniyorlar, yetişiyorlar, sonra yüzüstü bırakıp
gidiyorlardı. Ne w ki. gerçi Zatı Sungur sahneden ayrılmış fakat
sanatından ayrılmamıştı. Her yıl çok pahalı olan yurt dışı gezilerine çıkıyor,
kongrelere katılıyor. daların gizlice filmlerini çekiyor, dönüşünde de bunları
birlikte seyrediyorduk Ayrıca araç gereç yapıma siydi. Katalogunda yüzlerce
oyun yer almıştı Her bir oyun, onun becerikli usta ellerinden çıkıyordu Bu
yorucu ve verimsiz işi yıllarca sürdürdü. Pek çok amatör ve profesyonel
gözbağcı. yurt dışından sağlaya madıklan araç ve gereçleri ondan sağlıyordu
Ancak hem işi planla mak. hem bunların malzemesini sağlayarak atölyede tek tek
yapmak hem de pazarlamasıyla uğraşmak çok yorucuydu, burada da yalnızdı,
eşinin yardımı dışın da birkaç yüz değişik yapımla uğraşmak. bunlan
paketleyip, postalamak. paralarını toplamak, yazışmak, her oyunun açıklama
sini, ayn ayn baskıya hazırlamak onu çok yorup üzmüştü.
En büyük
dileği. Jübilesinin yapılmasıydı. Bu sahnelerimizin güzel
bırgcleneğıdcğerbiliriiğiydi. Benim de çeşitli başvurularıma kaışm hiçbir sonuç
alınamadı. Pek çok sanatçıya gösterilen bu değerbilirlik. Zati Sungur'dan
esirgenmişti.
Zati
Sungur’un da yanlış adımlan odu Seyircisine unutul manın tehlikesine karşın.
TV”de arada bir küçük programlara çıkıp oyun yapmak istiyordu. Onu çok uyardım,
özellikle bunların bizim güzeli çirkinleştiren, çirkini daha da çirkinleştiren
TV" de oluşu ayn bir şanssızlıktı. Zatı Sungur sahnenin adamı, dekoru.
ışıklan, yardımcıları, büyük hacimli oyunlarıyla iki sa atlik gösterimlerin
sanatçısıydı. Bu küçük derme çatma programlara çıkmakla, yıllarca oluşturduğu
efsaneyi gene kendi eliyle çökertmişti. Onu ilk kez gören yeni kuşak,
"Zati Sungur demek bu imiş”, tanıyan eski kuşak ise anı lannuı
belleklerinin kendilerini yanılttığı yargısına varmışlardı.
Zati
Sungur'la çok iyi bir dostluğumuz vardı. O Ankara'ya geldikçe, bana gelir, ben
Istan bul'da isem ona giderdim. Tek konumuz vardı. Gözbağcılık sanatı. Zati
Sungur gözbağcılık sözünü beğenmezdi. İlle de illüzyo- nizm denmeliydi. Belki
de gözbağcılığı göz boyama anlamı ile bir tutuyordu Oyu bu sözcük
illüzyımizmin Türkçe'deki tek karşılığıydı. Konuşmalarımız evde el etek
çekildikten sonra da gece yanlarına dek sürerdi. Gözbağcılıkta eski bir görgü
kuralı vardır. Sihirbazlıkla ilgilenen iki kişi birbirine filanca oyun nasıl
yapılıyor, hilesi nedir diye sormaz. Biz. de buna uyarak birbı rimize soru
sormazdık. Anlatmak isteyen bunu kendiliğinden yapardı. Aşağıda anlatacağım
gibi Zati Sungur bir kez bu kuralın dışına çıkmıştı. Böyle bir soruyu bu işin
dışından biri sorduğunda Zati Sungur'la benim ayn ayn savuşturma yöntemlerimiz
vardı Zati Sungur filanca oyun nasıl olduğu sorulduğunda olmayacak bir yöntemi
ciddi ciddi anlatırdı. Karşıdaki de gerçekmiş gibi din lerdi. ben ise böyle bir
soru yöneltene hemen sanki açıklamaya hazırmışım gibi “Sır saklamasını bilir
misin?” diye sorardım, karşımdaki sevinçle "Tabii, kimseye söylemem sır
saklarım” deri Bu yanıtı alınca kısaca "Ben de" derdim.
Zati Sungur
bir kez bana sormak zorunluluğunu duymuştu Bu anımı çok sevdiğim için burada
anlatmak istiyorum On dört yıl önce Ingiltere'de çok önemli buluşları olan bir
sihirbaz vardı. Adı Robert Harbin olan bu dahi sihirbazın Zig Zag Kız adını verdiği
buluşu yirminci yüzyılın en önemli buluşu olarak kabul ililiyordu. Bunu
sahnede hiç görmemiştim yalnız iki fotoğrafı vardı elimde. Amatör merakı ve
tutku suyla oyunun yöntemini çözmek istiyordum, ancak hiçbir çözüm yolu yoktu.
Oyun kısaca şöyieydi: Seyirci dar uzun bir kutuyu iyice inceliyordu, bunun
içine bir kız giriyor, kapaklan kapatılınca başı. iki eli, bir ayağının ucu ve
karnı birer delikten çıkıyor ve kızın kutudaki yen sürekli »planmış oluyordu.
Seyirci bunların yapma olmadığını anlamak için her zaman elleyerek kuşkularını
giderebiliyorlardı, önce biri göğüs düzeyinde, öteki kanun altına enli birer
maden levha geçi riyor, levhalar önden girip arkadan çıkarak kadını üç kesime
ayırıyordu. Sonra hu iki levha arasındaki karın kesimi çekmece gibi bir yana
çekiliyor, bir eliyle bedeninin ortası öteki iki kesimden ayrılıyordu. Ortaya
çıkan boşlukta ayna veya benzeri bir yoldan hile olmadığını kanıtlamak için
seyirciler isterlerse elle nni bu boşlukta gezdirerek yoklayabiliyordu Bilinen
hiçbir ilkeye uymayan bu oyun üzerinde günlerce düşünmüştüm. Aynı yitin
yazında tatilimi Ayvalık'ta geçiriyordum. Kaldığım otelden her akşamüstü
yürüyüşe çıkardım.kafamda hep bu oyun vardı. Bir gece masa başında gerye bunu
dü şünürken birden oyunun mekanizmasını buldum Sevinçle kabataslak bir
planını çizdim. Ankara'ya dönüşte de Robert Har bin e yazarak oyunu nasıl anladığımı
uzun uzun belirttim Robert Harbin yanıt mektubunda açıklamamın doğru olduğunu
belirtiyor. bir iki ayrıntıda da bir iki düzeltme yapıyordu. Heyecanla ölçüp
biçip kutunun tam boyutlarda kartondan bir örneğini yaptım, evimin yakınında
tanıdığım bir marangoza bunlan parça parça yaptırdım, sonra evde bunlan
boyayıp parçalan bir araya getirerek oyunu hazırladım. Elimdeki modelin
işlerliğinden hiç kuşkum olmamakla birlikte bir yardımcım olmadığı için hiçbir
zaman deneyemedim Günün birinde Zati Sungur. Ankara'ya geldi. Ona oyundan söz
ettim, görmek istedi: kutuyu tekerleklerinden sürükleyerek salona getir-
1 Ağustos 1984 tarihli Yeni Gündem’de Fatih
Özgüven’in Zati Sungur’la yaptığı röportaj.
EK 5: ZATİ SUNGUR’UN OYUNLARINDAN BİR KISMININ ANLATIMI
Kırılan Kürdan
Oyun: Masanın üzerine bir mendil serilir
ve ortasına bir kürdan
koyulur. Mendil, kürdan içeride kalacak şekilde
katlanır. İzleyicilerden biri seçilir, kürdanı kırması istenir. Kürdanın
çıtırtısı herkesçe duyulur. Sihirbaz daha sonra mendili açtığında, kürdanın
sağlam olduğu görülür.
Yöntem: Hazırlık aşamasında kürdanlardan biri
mendilin kenarındaki dikilmiş kısma batırılarak saklanır. Hangi
kenarda saklandığını unutmamanız önerilir. Kırılacak olan kürdan işte bu mendil
kenarına saklanmış olan kürdandır. Bundan sonra oyun sunulmaya hazırdır.
Mendilin her iki yüzünü izleyicilere gösterin. Tekrar hatırlatalım, kürdanın
hangi kenarda olduğunu sakın unutmayın. Diğer kürdanı mendilin ortasına
yerleştirin. Daha sonra dört kenarın kürdanın üzerinden aşırılıp karşı köşeye
gelecek şekilde mendili katlayın. Gizli kürdanın olduğu kenardan kavrayıp
mendili izleyiciye uzatın ve kürdanı kırmasını isteyin. Katlanmış mendili
açmadan önce başka izleyicilerin kırık kürdanı kontrol etmesine izin
verebilirsiniz. Sihirli hareketlerden sonra mendili açtığınızda ortaya çıkacak
olan izleyicinin elini bile sürmediği sağlam kürdan olacaktır.
Denge
Oyun |
3 adet boş bira bardağı başka hiçbir destek
olmadan üst üste dengede tutulur. |
Yöntem: |
Bardaklar boş ve birbirinin aynısı olmalıdır.
Bardağa üstten bakıldığında saat 10 ve saat 2 konumunu gözünüzün önüne
getirmeniz yeterlidir. Önce ilk bardak masa üstüne koyulur. îkinci bardak
saat 10 doğrultusunda ilkinin üzerine yerleştirilir. Üçüncü bardak da
ikincinin üzerine saat 2 doğrultusunda yerleştirilir. |
Para Kaybetme
Oyun: |
İzleyicilere bozuk para verilerek sahte olup
olmadığı kontrol ettirilir. Para sol elde tutulurken üzerine mendil örtülür.
Sağ elle mendil üzerinden para kavranarak mendille beraber yukarı kaldırılır.
İzleyiciler paranın gerçekten de mendil altında olduğunu dokunarak kontrol
edebilirler. Bundan sonra mendil havaya fırlatılır ve havadayken bir
kenarından yakalanır. Para yere düşmez, kaybolmuştur. Sihirbaz mendili
tuttuğu kenardan bir kaç kere sallar. |
Yöntem: |
Yukarıdaki kürdan oyununda olduğu gibi ikinci
bir bozuk para mendilin içine dikilmiştir. Bozuk para içteki mendile
dikilidir. Mendil sol el üzerine örtülürken elde tutulan |
para yavaşça avuç içine kaydırılır ve gizli para
sol el üzerindeki yerini alır. Sağ elle mendil altıdaki para kavranıp
izleyicilere doğru uzatılır. Bu sırada izleyicilerin dikkati sağ ele
yöneltilmeli veya bir iki espri ile dağıtılmalıdır. Oyun tamamlanmıştır. Mendil
havaya atıldığında yere düşecek bir para yoktur artık.
Kağıt Parayı Delen Kalem
Oyun: Tamamı izleyicilerin gözü önünde
gerçekleşen oyun
izleyicilerden bir kağıt para ödünç alınmasıyla
başlar. Bu para üzerine aynı boyutlarda kesilen bir kâğıt eklenir. Kağıt ve
para yatay olarak katlanır. Kalem kat yerinin ortasından kağıdı ve kalemi
deler. İleri geri hareket ettirilir. Kat düzeltilip para ve kağıt yüzeyleri
izleyicilere gösterildiğinde kalemin her iki yüzeyi de deldiği ve ileri geri
hareket ettiği görülür. Kağıt ve para yeniden kat yerinden bükülür ve kalem
çıkartılır. Kağıt, beklendiği gibi delinmiştir ancak kağıt para izleyicilere
incelenmesi için geri verildiğinde sapasağlam olduğu görülür.
Yöntem: İzleyicilerden ödünç kağıt para alın.
Örneğin 500 000 lira.
Alelade bir kağıdı ödünç
aldığınız para boyutlarında olacak şekilde makasla kesin. Parayı ve kağıdı
açıkça izleyicilere gösterirken aynı şekil ve boyda iki kağıda sahip olduğunuzu, bunlardan birisinin 500 000 lira değerinde
diğerinin de hemen hemen değersiz olduğunu belirtin. Kağıdı para üzerine koyun
ve kağıt dışarıda, para içeride kalacak şekilde yatay doğrultuda ikiye
katlayın.
Şimdi kalemi katlanmış
para ve kağıda saplayacaksınız. Kaleminiz dışarıdan alelade bir kalem gibi
görünse de aşağıdaki şekilde çizildiği gibi hileli bir ek parçaya sahiptir. Bu
parça ve kalem arasında kağıt girebilecek kadar ince bir boşluk vardır. Kabuk
şeklindeki parça ileri geri oynayabilmektedir. Yakından dahi bakılsa fark
edilmesi zordur. Delme işlemi sırasında kalem, kağıt ve para arasından
geçirilir ve sadece kağıdı deler. Bu arada para, kalem ve hileli kabuk arasına
sıkıştırılır. Bu işlem sırasında başparmak kullanılarak kabuk ileri itilebilir.
Kabuk baş parmak tarafından tutularak kat yeri açılır ve kağıdı ve parayı delen
muhteşem kalem izleyicilere gösterilir. Finalde kağıt ve para yeniden katlanır,
kalem dikkatle dışarı çıkartılır, elde tutularak izleyicilere gösterildikten
sonra cebe konur. Kat yeri kağıt kısmı izleyicilere dönük olacak şekilde
açılır. Böylelikle izleyicilerin delinmiş kağıdı görmeleri sağlanır. Kağıdın
delindiği halde paraya hiç bir şey olmadığını göstermek üzere bir elde kağıt,
diğer elde para olacak
şekilde birbirlerinden ayrılırlar.
Ceviz Kabuğu
Oyun: Üç adet yarım ceviz kabuğunun
altına beyaz boncuk
konur. Kabuklar masa üzerinde sürülerek yerleri
değiştirilir. İzleyici hangi kabuğu seçerse seçsin boncuğu bulamaz.
Yöntem: Bu oyunun hilesi kabuklardadır.
Kabukların arka kısmı
tıraşlanmıştır. Kabuk boncuk üzerine konurken
ileri itilerek tıraşlanmış kısımdan geriye çıkması sağlanır. Bu hareket
sırasında işaret, orta ve yüzük parmakları kabuğun önünde, baş ve küçük
parmaklar da geride tutulur. Kabuk altından çıkan boncuk baş ve küçük parmak
tarafından kavranırken, diğer üç parmak da bu hareketin gizlenmesini sağlar.
Kalp Atışı
Oyun: İzleyici sihirbazı bileğinden
tutarak nabzını kontrol eder.
Aniden nabız atışları durur...
Yöntem: Koltuk altına bir tenis topu
yerleştirilir. İzleyici bir süre
nabzınızı kontrol ettikten sonra kolunuzu
vücudunuza bastırın. Koltuk altındaki topun damarlara yapacağı baskı nabız
atışlarınızın hissedilmesini engelleyecektir.
Kaybolan Şişe
Oyun: Oyuna başlamadan önce torbayı
masanın arka tarafına
birkaç raptiye ile tutturun. Gazete kağıdı ve
şişeyi masa üzerine koyun. Eş şişeyi de ceketinizin sol iç cebine yerleştirin.
Böylece hazırlıklarınızı tamamlamış oldunuz. Yalnız bu hazırlıklarınızı
yaparken, seyredenlerin huzurunda yapılmayacağını elbette biliyorsunuz.
Hünerinize başlarken, seyircinizin vereceği bir
sigarayı şişe içinde kaybedeceğinizi belirttikten sonra, aldığınız sigarayı
şişe içine atın. Seyircilerinizin dikkati sigara üzerine toplanmıştır. Gazeteyi
elinize alarak, her tarafını gösterip masa üzerine yayın. Şişeyi gazete ile
güzelce sarıp, boru şeklinde ve içinde şişe bulunan gazetenin üst
tarafını(şişenin boğaz kısmı) iyice bükün. Bu şekilde gazete şişenin kalıbına
oluşturacaktır. Yapılan kılıfın alt tarafı açık olacağından, gayet seri fakat
normal bir hareketle masa arkasında duran torbaya şişeyi düşürünüz. Ve şimdi
pandomimciliğiniz başlayacak boş kalan kılıfta şişenin olmadığını kimseye
sezdirmeden, seyircilerinize biraz sonra gazeteyi açtığınızda sigaranın
kaybolmuş olduğunu söyleyin. Boş kılıfı masanın tam ortasında ve de masanın
üstünde tutun. Seyircilerinize sigaranın, büyük bir şişe içinde kaybolmasının
sizce çok basit olacağından söz ederken, sağ elinizle birdenbire boş kılıfın
üzerine kuvvetlice vurarak gazete kağıdını masa üzerinde dümdüz hale
getirdiğinizde seyircileriniz şok olacaklardır. Siz bu sırada daha evvel
cebinize koyduğunuz şişeyi çıkarıp, seyircilerinizden takdir alkışlarını
alabilirsiniz.
KAYNAKÇA
1.
Akçura, Yusuf, Türkçülüğün Tarihi,
İstanbul: Kaynak Yayınları, 1998.
2.
Akçura, Yusuf, Türkçülüğün Tarihi,
İstanbul: Kaynak Yayınları, 2008
3.
Akın, Rıdvan, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Dağılma Devri ve Türkçülük Hareketi: 1908-1918. İstanbul: Der yayınları,
2002.
4.
Akyol Aycan, G., “Erken Cumhuriyet Dönemi
Türk Romanlarında Edebiyat Algısı ve Türk Edebiyatının Dönemlerine Bakış,”
Turkish Studies-International Periodical for The Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, Vol 7/3, Summer 2012. S. 173-181.
5.
AnaBrittanica, 20. Cilt. S. 138-139. Zati
Sungur maddesi.
6.
And, Metin. “Bir Zati Sungur vardı...” Albüm,
Şubat 1998, s. 9-21.
7.
And, Metin., “Dev Bir Sahne Sanatçısının
Ardından,” Gösteri, Ağustos 1984. EK 1.
8.
And, Metin, Magic In İstanbul,
Calgary: Micky Hades Publication, 1978.
9.
Aslan, E., Doğu Anadolu Saz Şairleri,
Erzurum: 1978.
10.Korur,
A., Cumhuriyetin İlk On beş Yılında Sanat, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
11.
Crowley, A., Liber AL vel Legis,
Londra: OTO, 1938.
12.Howe,
E., The Magicians of the Golden Dawn: A Documentary History of a Magical
Order 1887--1923, London: Routledge and Kegan Paul, 1972.
13.Elwood,
R. S. Islands of the Dawn: The Story of Alternative Spirituality in New
Zealand, Honolulu: University of Hawaii Press, 1993
14.Francis
King, Ritual Magic in England, London: Spearman, 1970.
15.Frazer,
J. G., The Golden Bough, London: Macmillan Press, 1976
16.Georgeon,
François, Osmanlı-TürkModernleşmesi, (çev. Ali Berktay), İstanbul: YKY
Yayınları,2006.
17.Gökalp,
Z., Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Toker Yayınları, 1990
18.Gökalp,
Z., Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul: Kum Saati
Yayınları, 2004
19.Parla,
J., “Edebiyat Kanonları”, Kitap-lık, Sayı 68, 2004. S 5153.
20.Özsezgin,
K., Cumhuriyet’in 75. Yılında Türk Resmi, Ankara: Türkiye İş Bankası
Yayınları, 1998.
21.Kaya,
D., “İbn-i Sina Hikayesinin Yeni Bir Yazma Nüshası”, Kebikeç, Ankara,
2001, s.12.
22.Kellock,
H., Houdini: His Life-Story from the recollections and documents of Beatrice
Houdini, Harcourt: Brace Co.,1928.
23.Koçu,
R.E. İstanbul Ansiklopedisi, Cilt III, İstanbul: Neşriyat Kollektif, 1960. S.
1671-1672.
24.Levi,
E., History of Magic, çev. A.E. Waite, Massachussets: Red Wheel/Weiser,
1999.
25.
Levi, E., La Mere de Dieu, 1844.
26.
Levi, E., The History of Magic,
1860.
27.
Levi, E., The Key to the Great
Mysteries, 1861.
28.Levitt,
G., The Turk, Chess Automaton, North Carolina: McFarlanda & Company,
2006.
29.
McIntosh, C., Eliphas Levi and the
French Occult Revival (Suny Series in Western Esoteric Traditions), New
York: State University of New York PR, 2011.
30.
Mulholland, J., Story of Magic. New
York: L&M, 1935.
31.
Belge, M., “Türkiye’de Kanon”, Kitap-lık,
Sayı 68, 2004. S. 54-59.
32.
Osma, K., “Erken Cumhuriyet Dönemi Kültür
ve Sanat Ortamı”, Anadolu Sanat Dergisi, Sayı 10, Aralık 1999, s. 136
33.
Özemre, A.Y., Üsküdar, Ah Üsküdar,
İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2007
34.
Pinetti, Philadelphia und Enslin, oder,
Die enthüllten Zauberkrafte, 1801.
35.
Prevost, Jean. La Premiere Partie Des
Subtiles et Plaisanted Inventions, Paris: 1584
36.
Robert-Houdin, J.E., Confıdences D’un
Prestidigitateur: Un Vie DArtiste, Tome I-II, Paris: Librarie Nouvelle,
1859.
37.
Sakaoğlu, S., Masal Araştırmaları,
Ankara: Akçağ, 2003.
38.
Sarıtepe, H., Zifiri Karanlık,
İstanbul: SRT , 2009.
39.
Scot, Reginald.The Discoverie of the
Witchcraft, New York: Dover Publications, Dover Occult Series, 1989.
40.
Germaner, S., “Cumhuriyet Döneminde Resim
Sanatı”, Cumhuriyetin Renkleri Biçimleri içinde, İstanbul: Tarih Vakfı
Yayınları, 1999.
41.
Tansuğ, S., Çağdaş Türk Sanatı,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 4. baskı, 1996.
42.
Sorensen, J., A Cognitive Theory of
Magic, Londra: AltaMira Press, 2007.
43.
Sungur, Z., Salon ve Oyun Eğlenceleri.
İstanbul: Başaran Matbaası, 1969.
44.Sungur,
Z., Üstad Zati Sungur’un Sihirbazlık ve İllüzyon Hünerleri Kataloğu.
İstanbul: Başaran Matbaası, 1968.
45.Sutin,
L., Do What Thou Wilt: A Life of Aleister Crowley, Londra: St. Martin’s
Griffin, 2002
46.Ulusoy,
D., Türkiye Cumhuriyeti Döneminde Devlet Sanat İlişkisi: Batılı Sanatların
Benimsetilmesi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji
Anabilim Dalı, 1991. Yayınlanmamış doktora tezi.
47.Waite,
A. E., The Mysteries of Magic: A Digest of the Writings of Eliphas Levi: With
Biographical and Critical Essay by Arthur Edward Waite, London: Princeton
University Library,1886
48.Wallis
Budge, E.A., The Literature of the Ancient Egyptians. Londra:
J.M.Dent&Sons Limited, 1914.
49.Yesari,
A. İstanbul Hatırası, İstanbul: Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 1987.
1.
Zati Sungur: www.zatisungur.org
2.
İllüzyonist Sermet Ekin resmi web sitesi: sermetekin.com/zati.asp
1.
Milliyet, 10 Temmuz 1984, Çetin Altan,
“Şeytanın Gör Dediği”.
2.
Milliyet, 13 Mart 1984, Magazin Servisi
haber, s. 7.
3.
Cumhuriyet, 2 Ağustos 1984, Mehmed Kemal,
“Politika ve Ötesi”.
4.
Yeni Gündem, 1 Ağustos 1984. Fatih
Özgüven’le sohbet, “Ölümü Hiç Düşünmedi”, s. 2. EK 3.
[2] And, M. 1978, s. 6-8.
[3] Elwood, R. S. Islands
of the Dawn: The Story of Alternative Spirituality in New Zealand, Honolulu:
University of Hawaii Press, 1993. S. 157-165.
[4] İnsan iradesi teorisi (İng. Human willpower),
Thelema adındaki din ile daha sonra geliştirilmiştir. Bu dinin felsefesi,
sihirbaz Aleister Crowley tarafından 20. yüzyılda yazılmıştır. Crowley’nin
hayat hikayesini anlatan Lawrence Sutin’e göre ise, daha önce iddia edildiği
gibi François Rabelais’nin Gargantua ve Pantagruel adlı kitaplarındaki
Theleme’in Crowley’in Thelema’sıyla bir ilgisi bulunmamaktadır, çünkü
Rabelais’nin inanç sisteminde Stoisizm ve Hıristiyanlık temel alınmaktadır.
Daha fazla bilgi için bkz. Crowley, A., Liber
AL vel Legis, Londra:
OTO, 1938 ve bkz. Sutin, L., Do What Thou Wilt: A Life of Aleister Crowley,
Londra: St. Martin’s Griffin, 2002.
[5] “Man is the God of the world, and God is the
man of Heaven,”—Levi, E.
[6] Daha fazla bilgi için bkz. Fazer, The Golden
Bough, Tylor, Primitive Societies,
[7] Sorensen, Jesper. A Cognitive Theory of Magic,
Londra: AltaMira Press, 2007.
[8] Westcar Papyrus. Metne göre Firavun Keops’un
saray maiyeti, özellikle oğulları tarafından anlatılır. MÖ 18 ile 16. yüzyıllar
arasında yazıldığı tahmin edilmekteyse de, hikâyelerin yaşandığı tarihsel
dönemin MÖ 20. yüzyıl civarı olduğu tahmin edilmektedir. Papirüs, önceden Doğu
Almanya Devlet Müzesi’ndeyken şimdi Berlin Mısır Müzesi’nde yer almaktadır.
Daha çok bilgi için bkz. Wallis Budge, E.A., The Literatüre of the Ancient
Egyptians. Londra: J.M.Dent&Sons Limited, 1914.
[9] Sihirbazlık tarihini,
tarihsel metinlerin yanı sıra, kendisi de bir sihirbaz olan Fransız Eliphas
Levi’den öğrenmekteyiz. Levi, 1810-1875 yılları arasında yaşamıştır ve aynı
zamanda okült yazarı, Tarot uzmanı ve simya öğrencidir. Dünyada en çok takip
edilen sihirbazlar arasında olmasının bir nedeni de, kendisine özgü bir
sihirbazlık yöntemi bulmasıdır. Kabala felsefesiyle Tarot felsefesini birbirine
bağlayan, yine ilk kez Levi olmuştur. Levi’nin hayatını araştıran tarihçi
Christopher McIntosh’a göre, Eliphas Levi’ye kadar okültizm tarihinde bu
ikisini birleştiren kimse bulunmaz. McIntosh’a göre Levi’nin en önemli gücü ve
özelliği, sihri “kişinin iradesini ve isteğini belirli bir yere yönlendirmek
suretiyle sihirbazlık sanatını ve sihirbazı fark edilen biri kılmasından” ileri
gelmektedir. Levi, Transendental Magic adlı kitabını yazdıktan sonra, bu
kitaptan para kazanabilmiştir. Daha fazla bilgi için bkz. McIntosh, C.,Eliphas
Levi and the French Occult Revival (Suny Series in Western Esoteric
Traditions), New York: State University of New York PR, 2011.
[10] Levi, E.,
History of Magic, çev. A.E. Waite, Massachussets: Red Wheel/Weiser, 1999. S.
288 vd.
[11] Jacobus de Varagine
(İtalyan adı Giacomo de Varazze) 1230-1298 yılları arasında yaşamış olan
Cenevre başpiskoposudur. Orta Çağ kilisesinin azizlerinin efsanevi hayatlarını
anlattığı Altın Menkıbe kitabını yazmıştır ve bu kitapla zamanının en
ünlü yazarlarından biri olmuştur.
[12] Caesarius of
Heisterbach, Dialogus miraculorum. 756 mucize hikayesi anlatılan bu
kitap
[13] ana bölüme
ayrılmıştır. Orta Çağ’da en çok okunan kitaplardandır.
12 Prevost, Jean. La Premiere Partie Des Subtiles et
Plaisanted Inventions
[14] İngiltere Kralı George II, Cambridge Markisi ve Dükü. 1727-1760
yılları arasında İngiltere Kralı olarak hükümranlık yapmıştır.
[15] Pinetti, Philadelphia
und Enslin, oder, Die enthüllten Zauberkrafte.
[16] Daha detaylı bilgi
için bkz. Levitt, G., The Turk, Chess Automaton, North Carolina:
McFarlanda&Company, 2006.
[17] Bkz. Robert-Houdin,
J.E., Confidences D’un Prestidigitateur: Un Vie D’Artiste, Tome III,
Paris: Librarie Nouvelle, 1859. Ayrıca hayatı için bkz. Princeton University
Web site, Official encyclopedia,
http://www.princeton.edu/~achaney/tmve/wiki100k/docs/Jean
Eug%C3%A8ne Robert- Houdin.html
[18] Kellock, Harold. Houdini:
His Life-Story from the recollections and documents of Beatrice Houdini,
(Harcourt, Brace Co., June 1928).
[19] 1 Ekim 1965,
Sihirbazlık ve İllüzyon Hünerleri Kataloğu, s. 2-5.
[20] Akın, Rıdvan. Osmanlı İmparatorluğu ’nun
Dağılma Devri ve Türkçülük Hareketi: 19081918. İstanbul: Der yayınları,
2002. s. 16.
[21] Ulusoy, D., Türkiye Cumhuriyeti Döneminde
Devlet Sanat İlişkisi: Batılı Sanatların Benimsetilmesi, Hacettepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, 1991.
Yayınlanmamış doktora tezi. S. 82 vd.
[22] A.g.e., S. 1-7.
[23] A.g.e., S. 9.
[24] Georgeon, François. Osmanlı-Türk
Modernleşmesi, (çev. Ali Berktay), YKY Yayınları, 2006. S. 2.
[25] Akçura, Yusuf. Türkçülüğün
Tarihi, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2008.
[26] Gökalp, Ziya. Türkleşmek,
İslamlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul: Kum Saati, 2004. S. 14.
[27] Osmanlı’da Türkçülüğün ortaya çıkma sürecinin
daha detaylı okuması için bkz: Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak,
Muasırlaşmak, İstanbul: Kum Saati Yayınları, 2004.; Ziya Gökalp, Türkçülüğün
Esasları, İstanbul: Toker Yayınları, 1990. ve Yusuf Akçura, Türkçülüğün
Tarihi, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1998.
[28] Aktaran: Akın, R.,
a.g.e., s. 50.
[29] Akyol Aycan, G.
“Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Romanlarında Edebiyat Algısı ve Türk Edebiyatının
Dönemlerine Bakış,” Turkish Studies-International Periodical for The Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic, Vol 7/3, Summer 2012. S. 173-181.
[30] Türkiye’de kanon
edebiyatının varlığıyla ilgili tartışmalar için bkz: Jale Parla, “Edebiyat
Kanonları”, Kitap-lık, Sayı 68, 2004. S 51-53. ve Murat Belge, “Türkiye’de
Kanon”, Kitaplık, Sayı 68, 2004. S. 54-59.
[31] Kıvanç Osma, “Erken Cumhuriyet Dönemi
Kültür ve Sanat Ortamı”, Anadolu Sanat Dergisi, Sayı 10, Aralık 1999, s.
136
[32] Aslı Korur, Cumhuriyetin İlk On beş Yılında
Sanat, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2008, s. 34
[33] Sezer Tansuğ, Çağdaş
Türk Sanatı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 4. baskı, 1996, s. 159
[34] Kaya Özsezgin, Cumhuriyet’in
75. Yılında Türk Resmi, Ankara: Türkiye îş Bankası Yayınları, 1998, s.43
[35] Tansuğ, a.g.e,
s. 171
[36] K. Osma, a.g.e,
s. 135
[37] Aktaran, Semra
Germaner, “Cumhuriyet Döneminde Resim Sanatı”, Cumhuriyetin Renkleri
Biçimleri içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s. 8-10
[38] And, a.g.e., s. 49.
[39] Bkz: AnaBrittanica,
20. Cilt. S. 138-139.
[40] And, a.g.e., s. 51.
[41] Alois Kassner, 1887 Polonya doğumlu ünlü
sihirbaz. 1970 yılında vefat etmiştir. I. ve II. Dünya Savaşları boyunca
Avrupa’da çok ünlü olmuştur. Bir fili ortadan kaybetmek, en ünlü sihirbazlık
hüneridir. Ballachini ise 1904 yılında Saint Petersburg’da doğmuştur. En ünlü
oyunu “nutcracker” olarak geçer.
[43] And, Metin. “Bir Zati
Sungur vardı...” Albüm, Şubat 1998, s. 9-21.
[44] “ Zati Sungur’un
Hayatı ve Yaratıları”.
www.zatisungur.org. Erişim Tarihi:
05.03.2013.
[45] Academy of Magic,
IBM, MUM, Deutsches Magicher Zirkel, Osterreiches Wiener Magischer Club,
Czechoslovakian Magic Union.
[46] Amerika-Türkiye
İlişkileri Baş Konsolosluk Raporu,
41 Sungur, Z., Üstad Zati Sungur ’un Sihirbazlık ve
İllüzyon Hünerleri Katalogu. İstanbul: Başaran, 1968.
[48] Sungur, Z., Salon
ve Oyun Eğlenceleri. İstanbul: Başaran Matbaası, 1969.
[49] Milliyet, 10 Temmuz
1984, Çetin Altan, “Şeytanın Gör Dediği”.
[50] Milliyet, 13 Mart
1984, Magazin Servisi haber, s. 7.
[51] Cumhuriyet, 2 Ağustos
1984, Mehmed Kemal, “Politika ve Ötesi”.
[52] And, M., “Dev Bir Sahne Sanatçısının Ardından,”
Gösteri, Ağustos 1984. EK 1.
[53] Bkz: Zati Sungur’un
hayatı, kendi yazısı. EK 2.
[54] Yeni Gündem, 1
Ağustos 1984. Fatih Özgüven’le sohbet, “Ölümü Hiç Düşünmedi”, s. 25. EK 3.
[55] A.g.e. “Meslekte olgunlaşmaya başlamıştım. Ama
gene de Türkiye için zayıf buluyordum kendimi; bomba gibi patlamak istiyordum.
Yeni oyunlar icad etmek, hep bu.”
[56] Türkiye turneleriyle
ilgili basılı yayında çıkmış makalelerin ve haberlerin kronolojik sıralaması
için bkz. EK 4.
[57] Bkz. EK 5.
[58] Bkz. EK 6.
[59] Sarıtepe, H., Zifiri
Karanlık, s.
[60] Özemre, A.Y.,
Üsküdar, Ah Üsküdar, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2007, s. 282.
[61] Aslan, E., Doğu
Anadolu Saz Şairleri, Erzurum: 1978, s 186. Daha uzun bilgi için bkz. Kaya, D.,
“îbn-i Sina Hikayesinin Yeni Bir Yazma Nüshası”, Kebikeç, Ankara, 2001, s.12.
[62] Sakaoğlu, S., Masal
Araştırmaları, Ankara: Akçağ, 2003. S. 164.
[63] Koçu, R.E. İstanbul
Ansiklopedisi, Cilt III, İstanbul: Neşriyat Kollektif, 1960. S. 16711672.
[64] Yesari, A. İstanbul
Hatırası, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 1987. S. 109 ve s.
115.
[65] Sungur, Z., Üstad
Zati Sungur ’un Sihirbazlık ve İllüzyon Hünerleri Kataloğu. İstanbul:
Başaran, 1968.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar