Bilgi Kutusu
Musiki :
Antik Yunan' da "Mousike " sözcüğünün, birçok anlam
içerdiği görülmektedir. Yalnız bir müzik aleti eşliğinde ve dansla birlikte
şarkı söylemeyi kapsamaz. Apollon ve Musaların önderlik ettiği tüm sanatları,
sanatçıları ve becerileri de içine alır.
Etimolojisi : "Mousa- Mouoa " sözcüğünün anlamı, peçinde koşmak,
arzu etmek, imrenmektir. Sözcük anlamı, tutku ile aramak., sonucu bulmak,
keşfetmek, ortaya çıkarmak olan "maein- " den türemiştir.
"Mousa", aynı zamanda bir tür güzel çılgınlık diye de nitelenebilir
ve türevleri ”Memaos " heyecanlı, "Menis " öfke, "Mania
" çılgınlık, "Manteia " kehanet büyü gibi anlamları
içermektedir. Görüldüğü gibi, musiki sözcüğü, "Mousa-musa"
sözcüğünden gelmektedir. Musa sözcüğü en geniş anlamda, esin
perisidir. Sanatsal bir yaratma ürünü olan müzik, sanatçının esinlenmesi ile
oluşur. Kadının müziğin ortaya çıkışındaki rolü, sanatın temelinde olan büyünün
ve esinlenmenin çok uzun bir süre kadınlara özgü olmasındandır. Homeros'un
"Ilias" ve "Odyaseia" sına, Hesiodos'un "Theogonia"sına
ve Terpandros'un Apollon için yazdığı bir övgüsüne Musalara seslenerek
başlamaları, Herodotos'un dokuz kitapçıktan oluşan "Histerisi"
kitabının, her kitapçığına musaların adlarını vermesi, kendilerini esinleyen bu
perilere birer gönderme ve teşekkür olabilir.
Büyü Nerde Yok ki…
Herta Müller’de romanlarında Romanya’da yaygın olan birçok batıl inanç
ögeleri işlemiştir:
Adet kanı büyüsünün, erkeğin hislerine (aşk, sevgi, ilgi, cinsellik)
müdahale edilerek kişiye tam bir aşkla bağlanması ve tamamen ele geçirilmesi
amacıyla yapılan büyü çeşididir.
Adet kanı büyüsü, kısa sürede etki edeceğine ve kişiyi etkisi altına
alacağına inanılır. Kadının, erkeğin kendisine bağlanması, âşık olması, terk
etmişse geri gelmesi veya intikam alınması düşüncesiyle adet kanı kullanılarak
yapılır. Erkek, birlikte olduğu kişiyle ve olduğu yerde duramaz olur.
Durdurulamaz bir şekilde büyünün yönlendirdiği kişinin yanında olmak ister.
Büyülenen kişi kendisindeki bu ani değişimi doğal karşılar ve bu değişimin
farkında olamaz. Müller bu batıl inancın hazırlanışını ve kullanımını tüm
ayrıntıları ile anlatır:
“Karpuzların kanıyla her kadın her erkeği kendine bağlar, diyor Clara. Tel
fabrikasında kadınlar birbirine, erkeklere karpuz kanını nasıl ayda bir kez ikindi
vakti domates çorbalarına karıştırdıklarını anlatıyor… Hizmetçinin kızı,
erkekler sabahleyin insanın kendine bağlanır, diyordu, sabahleyin boş mideyle.
Çünkü karpuz günlerinde subayın karısı subay sabahleyin askeri gazinoya
gitmeden önce, kahvesine dört parça karpuz kanı karıştırıyor. Ona kahvesini her
zamanki gibi fincanla getirir, henüz içinde şeker yoktur. O kocasının iki kaşık
şeker koyacağını ve uzun süre karıştıracağını bilir. Kadınlar şekerden daha
çabuk çözünürler. En iyisi, demişti subayın karısı hizmetçinin kızına, ikinci
günün kanıdır. Subayın köprünün üzerindeki adımlarında, askeri gazinoda içtiği
bütün günlerde karısının karpuz kanı vardır. Dört parça bir ay eder, her parça
bir hafta dayanır. Kadının her parçası kadının kendine bağlamak istediği adamın
başparmağının tırnağı kadar olmalıdır, demişti subayın karısı. Karpuz kanı
kahvede çözünür ve adamın boğazından geçerken yeniden pıhtılaşır, demişti.
Kalbi geçemez, mideye akamaz. Subayın arzusunu karpuz kanı yakalayamaz, uçtuğu
için her şeyden kurtulur. Arzu başka kadınlara uçar, ancak karpuz kanı adamın
kalbinin çevresine yerleşir. Orada pıhtılaşır ve kalbi kuşatır. Subayın kalbi
öbür kadınların görüntüsünü tutamaz, demişti hizmetçinin kızı, subay karısını
aldatabilir, ama onu terk edemez.” [Herta Müller, Der Fuchs war damals schon der
Jäger, Fischer Taschenbuch Verlag, Frankfurt 2009, s.77-78
“Mit dem Blut der Melenonen kann jede Frau jeden Mann an sich bringen,
sagte Clara. In der Drahtfabrik erzählen sich die Frauen, wie sie den Männern
das Melonenblut einmal im Monat am späten Nachmittag in die Tomatensuppe
rühren… Die Tochter der Dienstbotin sagte, man bindet die Männer morgens an
sich, morgens auf leeren Magen. Denn in den Tagen der Melonen rührt die Frau
des Offiziers dem Offizier am Morgen, bevor er ins Militärkasino geht, vier
Brocken Melonenblut in den Kaffee. Sie bringt ihm wieder den Kaffee in der
Tasse, es ist noch kein zucker drin. Sie weiss, dass er zwei Löffel Zucker
nimmt und lange in der Tasse rührt. Die Blutbrocken lösen sich schneller als
der Zucker auf. Am besten, hat die Frau des offiziers zur Tochter der
Dienstbotin gesagt, ist das Blut des zweiten Tages. In den Schritten des
offiziers auf der Brücke, im Trinken all seiner Tage im Militärkasino steht das
Melonenblut seiner Frau. Vier Brocken sind ein Monat, jeder Brocken hält eine
Woche. Jeder blutbrocken muss so gross sein wie der Daumennagel des Mannes, den
die Frau an sich binden will, hat die Frau des offiziers gesagt. Das
Melonenblut löst sich im Kaffee auf und gerinnt wieder, wenn es durch seinen
Hals gelaufen ist, hat sie gesagt. Es kommt am Herzen nicht vorbei, es rint in
den Magen. Die Lust des Offiziers kann das Melonenblut nicht einfangen, gegen
die Lust gibt es nichts, weil sie fliegt, sie reisst sich von allem los. Sie
fliegt zu anderen Frauen, doch das Melonenblut legt sich um das Herz des
Mannes. Es gerinnt und schliesst das Herze in. Das Herz des Offiziers kann das
bild anderer Frauen nicht halten, sagte die Tochter der Diensbotin, der
offizier kann seine Frau betrügen, verlassen kann er sie nicht.”]
“Ümmetin Bağışlanıp Şeytan aleyhillânenin Alçaldığı Günler”
مَا رؤي الشَّيْطَانُ يَوْمًا هُوَ فِيهِ أَصْغَرُ، وَلاَ أَدْحَرُ، وَلاَ أَحْقَرُ، وَلاَ أَغْيَظُ مِنْهُ يَوْمِ عَرَفَةَ، وَمَا ذَاكَ إِلَّا لِمَا يرَى مِنْ تَنَزُّلِ الرَّحْمَةِ، وَتَجَاوُزِ اللَّهِ عَنِ الذُّنُوبِ الْعِظَامِ، إِلَّا مَا رِأىَ من يَوْمَ بَدْرٍ، فقِيلَ: وَمَا رَأَى من يَوْمَ بَدْرٍ؟ فقَالَ: أَمَا إِنَّهُ قَدْ رَأَى جِبْرِيلَ عليه السلام وهو يَزَعُ الْمَلاَئِكَةَ .
“Şeytan arife gününde, daha çok küçülmüş, daha fazla hayırdan uzaklaşmış,
daha ziyade hakir ve zelil, daha çok kinli ve öfkeli olarak başka hiçbir günde
görülmemiştir. Bunun sebebi, bu günde rahmetin inmesi ve büyük günahlardan
(kulların) vaz geçtiğini görmesinden başka birşey değildir. Ancak Bedir gününde
bu şekilde görmüştü. Denildi ki: Bedir gününde nasıl görmüştü? Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Şeytan aleyhillâne, Cebrail’i
aleyhisselâmı melekleri savaş vaziyetine dizerken bu şekilde görmüştü.” Mâlik, Muvatta, Hac, I, 422.
**
إِنِّي قَدْ غَفَرْتُ لَهُمْ، مَا خَلَا الظَّالِمَ، « : فَأُجِيبَ » دَعَا لِأُمَّتِهِ عَشِيَّةَ عَرَفَةَ، بِالْمَغْفِرَةِ « أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمْ يُجَبْ عَشِيَّتَهُ، فَلَمَّا » أَيْ رَبِّ إِنْ شِئْتَ أَعْطَيْتَ الْمَظْلُومَ مِنَ الْجَنَّةِ، وَغَفَرْتَ لِلظَّالِمِ « : قَالَ » فَإِنِّي آخُذُ لِلْمَظْلُومِ مِنْهُ أَصْبَحَ بِالْمُزْدَلِفَةِ، أَعَادَ الدُّعَاءَ، فَأُجِيبَ إِلَى مَا سَأَلَ، قَالَ: فَضَحِكَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، أَوْ قَالَ تَبَسَّمَ، فَقَالَ لَهُ أَبُو بَكْرٍ وَعُمَرُ: بِأَبِي أَنْتَ وَأُمِّي إِنَّ هَذِهِ لَسَاعَةٌ مَا كُنْتَ تَضْحَكُ فِيهَا، فَمَا الَّذِي أَضْحَكَكَ؟ أَضْحَكَ اللَّهُ سِنَّكَ قَالَ : إِنَّ عَدُوَّ اللَّهِ إِبْلِيسَ، لَمَّا عَلِمَ أَنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ، قَدِ اسْتَجَابَ دُعَائِي، وَغَفَرَ لِأُمَّتِي أَخَذَ التُّرَابَ، فَجَعَلَ يَحْثُوهُ عَلَى رَأْسِهِ، وَيَدْعُو بِالْوَيْلِ وَالثُّبُورِ، فَأَضْحَكَنِي مَا رَأَيْتُ مِنْ جَزَعِهِ
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, arife günü akşamüstü ümmetinin
bağışlanması için dua etti. Ona:
“Mazlûmun âhını almak için zâlim hariç onları bağışladım” cevabı verildi. Bunu üzerine
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem:
“Yâ Rabbi! Sen istersen mazlûma cenneti vererek, zâlimi de
bağışlarsın!” dedi. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve selleme akşam cevap verilmedi.
Sabahleyin Müzdelife’de duasını tekrarladı. Nihayet istediği verildi. Râvi der
ki:
Bunun üzerine Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem güldü veya tebessüm
etti. Ebû Bekir ve Ömer, Rasûlüllah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“Annem babam sana feda olsun! Bu vakit, senin içinde gülmediğin zaman
dilimidir. Seni güldüren nedir? Allah neslini güldürsün” dediler. Rasûlüllah salla'llâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Allah’ın düşmanı şeytan, Allah Teâlânın duamı kabul ettiğini, ümmetimi
bağışladığını öğrenince toprak alıp başına saçarak helakini ve ölümünü istemeye
başladı. Beni şeytanın bu paniğini görmem güldürdü.” İbn Mâce, Menâsik, 56;
Münzirî, et-Tergîb ve’t-terhîb, II, 202- 203.
**
Ahmed b. Hanbel ve Nesâî’nin Ebû Hüreyre’den rivâyet ettiğine göre
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem ramazan ayı girince ashâbını müjdeler
ve şöyle derdi:
" قَدْ جَاءَكُمْ رَمَضَانُ، شَهْرٌ مُبَارَكٌ، افْتَرَضَ اللهُ عَلَيْكُمْ صِيَامَهُ، تُفْتَحُ فِيهِ أَبْوَابُ الْجَنَّةِ، وَتُغْلَ فِيهِ أَبْوَابُ الْجَحِيمِ، وَتُغَلُّ فِيهِ الشَّيَاطِينُ، فِيهِ لَيْلَةٌ خَيْرٌ مِنْ أَلْفِ شَهْرٍ، مَنْ حُرِمَ خَيْرَهَا، فَقَدْ حُرِمَ "
“Ramazan ayı gelmiştir. O mübârek bir aydır. Allah o ayda size orucu farz
kıldı. O ayda cennet kapıları açılır; cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar
zincire vurulur. Onda bin aydan hayırlı bir gece vardır. Kim Kadir Gecesinin
hayrından mahrum kalırsa, her hayırdan mahrum kalmıştır.” Ahmed b. Hanbel, II, 230, 385, 425; Nesâî,
Savm, 3.
**
Câbir’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
"إِنِّي كُنْتُ أُرِيتُ لَيْلَةَ الْقَدْرِ، ثُمَّ نُسِّيتُهَا، وَهِيَ فِي الْعَشْرِ الْأَوَاخِرِ، وَهِيَ طَلْقَةٌ بَلْجَةٌ لَا حَارَّةٌ وَلَا بَارِدَةٌ كَأَنَّ فِيهَا قَمَرًا يَفْضَحُ كَوَاكِبَهَا، لَا يَخْرُجُ شَيْطَانُهَا حَتَّى يَخْرُجَ فجرها "
“Bana Kadir Gecesi (nin zamanı) gösterildi, sonra da unutturuldu. Kadir
Gecesi ramazanın son on gecesindedir. O gecede hava güzel ve aydınlık, ne soğuk
ne sıcaktır. O gecede sanki ay yıldızları ortaya çıkardı. Tan yeri ağarıncaya
kadar o gecede şeytanlar yeryüzüne inmezler.”
İbn Hıbbân, V, 277, (Hadis no:3680); Ahmed b. Hanbel, V, 324.
Tebrikleme
İbn Receb el-Hanbelî’nin de belirttiği gibi bu hadis bazı âlimlere göre
ramazan ayı dolayısıyla insanların birbirlerini tebrik edebileceğine işaret
etmektedir. Özellikle Türkiye’de çok yaygın olan bir uygulama şudur: Cuma
günü “Cumanız mübârek olsun”; mübârek gecelerde “Geceniz
mübârek olsun” vb. tebrikler… Yine namazlardan sonra cami cemaatinin
birbirleriyle tek tek tokalaşarak “Allah kabul etsin” vb. uygulamaları günlük
hayatımızda hemen hemen hepimiz yaşadık ve yaşamaya devam etmekteyiz. Böyle bir
uygulama sünnet midir? Bid’at midir? Böyle yapmanın sünnetle veya bid’atlikle
ilgisi olmadığı kanaatindeyim. Belki ‘mubahtır’ denebilir. Bununla ilgili
el-Kamûlî, Fi’l-cevâhir adlı eserinde şöyle demektedir: “Şu anda
insanların yaptığı gibi bayramın gelmesi, yeni yılın girmesi ve yeni bir ayın
girmesiyle ilgili sahâbenin birisinden bir rivâyet görmedim.” Münzirî
de Ebü’l-Hasen el-Makdisî’den böyle yapmanın hükmüyle ilgili şunu
aktarmaktadır: “İnsanlar bu konuda farklı farklı düşünüyorlar. Böyle
yapmak sünnet veya bid’at değil; mubahtır.” ez-Zürkânî,
Şerhu’z-Zürkânî, XI, 223.
**
İçkonuşma
Bazen kalbimiz bilinçli düşünce ve bir sözel biçim alır: sessizce söylenen
cümleler, akustik imgelem içinde çıkar. Sanki okumayı öğrenen bir çocuğun
yüksek sesle okumak yerine sessizce okumaya zorlanması gibi bir şeydir. Düşünce
aktarımları sessiz kendi kendine konuşma veya geleneksel monolog olarak
adlandırılma yeterli değildir. İç konuşma gramer bakımından düzgün, sentaks
kurallarına uygun cümlelerle yapılan sessizliğin sesidir. Ve düşünceler
arasında mantıksal bir bağ vardır. Hayalî bir zihnin kendini sessiz
paylaşmasıyla bütünlüğünü kuran bir anlatısal tarz, bir anlayış. Gerçek
olgunluk. Sonuç sessizlik.
İç Çatışma
Bilim adamı, dış dünya ile ilgili bir çelişme bulup çıkarır ve onu bilimsel
bir varsayım içinde çözer. Sanatçı ise iç dünyaya ilişkin bilincinde bir
çelişme bulur çıkarır ve onu bir sanat yapıtı içinde çözer.
George Thomson
“Kendi irade ve onuruna göre özgür olabilesin diye, kendi yaratıcın ve
kurucun olabilesin diye seni ne cennetlik ve dünyalık, ne ölümlü ne de ölümsüz
yarattık. Sadece sana kendi özgür irade gücüne bağlı bir büyüme ve gelişme
yetisi verdik. Sen içinde evrensel bir yaşamın tohumlarını taşıyorsun.”
(Pico della Mirandola)
“Ormanda yolunu yitirmiş çocuklar gibi terkedilmişlik içerisindeyiz. Önümde
durup bana baktığında, ne sen benim içimdeki acıları anlayabiliyorsun, ne de
ben seninkileri. Ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam ve anlatsam bile,
biri sana cehennemi sıcaktır ve korkunçtur diye anlattığında cehennem hakkında
ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin.”
(Kafka 2002:13)
“Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: önce kül olmadan kendinizi
nasıl yenileyebilirsiniz?”
(Nietzsche)
“Bir yerde, bir noktada duramaman; seni büyük yapan da bu değil mi?”
(Goethe)
Doğada ve toplumdaki gelişmeleri belirleyen şey kendine özgü çelişkilerdir.
Karşılıklı-ilişkilerini geliştiren insanlar, dış gerçeklikleri ile hem
düşüncelerini hem de düşüncelerinin sürekli değiştirirler.
“bireyde iç çatışma” iç ve dış kavram diyebileceğimiz bir düşünceyle
gündelik yaşamın içinde oluşan duygulanımlar ve kendi bilinçaltı imgeleridir.
Huzursuzluk, korku, hüzün, yalnızlık, yabancılaşma ve umut gibi duygularla
insanla yüzleşmiştir.
İnsanların hayatı belki de kendilerini anlatmak için çıktıkları bu yolculuk
ve durduğu konaklardır. Yine de yapılan işlerinde bir bitmemişlik duygusu hep
var olası gelmiştir.
Cuma Korkusu
“Ebû Hüreyre ve Ka’b bir araya geldiler. Ebû Hüreyre dedi ki “Cuma
gününde bir vakit vardır ki bir Müslüman o vakte rastlayıp Allâh’tan hayır
dilerse Allâh isteğini mutlaka verecektir”. Bunun üzerine Ka’b de
şöyle dedi “Cuma günü olunca insanoğlu ve şeytanlar dışında gökler,
yer, deniz, ağaç, toprak, su ve bütün mahlûkât korkuya kapılırlar.’’
(Abdurrezzâk, el-Musannef, III, 255, (5558).
“Umudunu Yitirmiş” kişiler için “Eyne” ler
“Ehl-i hak der ki; eşyânın hakikatleri sabittir. Onları bilmek vakidir.
Sofistler buna muhalefet etmişlerdir.” [Sadeddîn Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, Talha Hakan
Alp (çev.), (İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı, 2017), 70.]
İnsan nereden geliyorum (min-eyne), neredeyim (fî-eyne) ve nereye gidiyorum
(ilâ-eyne) gibi temel ontolojik-metafiziksel sorularına cevap aramıştır.
“Bilincimizden bağımsız bir dış dünya var mıdır?”
“Gerçekliğin hangi alanları bizden bağımsız olarak kendinde vardır?”
“Gerçekliğe dair neyi bilebiliriz?”
“Neyi bilebileceğimizi, nasıl bilebiliriz?”
“Bilgimiz dış-dünya verilerinin zihni temsillerinden mı ibarettir?”
“Kavramlarımız varlıktaki nesnelere delalet eder mi?”
“Neden hiçbir şey yerine bir şey vardır?” ve “varlık/var olmak bir anlam
alanında zuhur etmektir”
Tasavvurlarımın bir anlamı olması gerekir. Tüm bilgilerime bilgimin dışında
hiçbir şey tekabül etmiyorsa, hayatımın tamamında kendimi aldatılmış
hissederim. “[…] meine Vorstellungen sollen etwas bedeuten, und wenn meinem
gesamten Wissen nichts ausser dem Wissen entspricht, so finde ich mich um mein
ganzes Leben betrogen.” Johann Gottlieb Fichte, “Die Bestimmung des Menschen”,
Johann Gottlieb Fichtes sämmtliche Werke, II, (Berlin: 1845/1846), 248.
Sonuçta sessizliğimiz ikrardır.
Dünya Kadındır
Dünyanın yaşlı kadın suretinde tabir edilmesindeki hikmet ne olabilir?
Dünya gerçekliğinin, insan bilinciyle tam olarak çerçevelenemediğindendir.
Dünya şu anda bulunduğumuz gerçekliğimizdir. Nietzsche, gerçekliği kadın
metaforu bağlamında şöyle ifade edilmektedir:
“Gerçekliği kadınla özdeşleştiren Nietzsche’nin aslında kuşatılamayan bir varlık
olarak gördüğü kadının tutulamazlığını, elde edilemezliğini betimlerken
gerçekliği de aynı statüye indirgemesi, nihayetinde hakikatin elde
edilemezliğinin itirafıdır.”
[Tartışma için bkz. Hüseyin Subhi Erdem, “Hakikat ve Metafor”, Dinbilimleri
Akademik Araştırma Dergisi, Vİ/3, 2006, s. 68.]
Çevremizin Bizdeki Bağı
Geleneğinin vurguladığı şekliyle şiirsel cümleler ve hikâyelerle birbiriyle
ilişkilendirilen metaforlar, soyut kavramlardan farklı yapılanmış iddialarla
imgeler ve olaylarla içten bir ilişkiyi koruruz. Yani birçok yerli halkın
ritüel takvimleri geri gelen kuşların ötüşü, belli bitkilerin çiçek açışı,
güneşin hareketleri ve ayın geçirdiği değişiklikler gibi doğal olaylarla titiz
bir eşgüdüme göre hazırlanmıştır…Çünkü insanlar, yaşadıkları yer ve orada
yaşayan varlıkların tamamıyla aralarında çok sıkı tinsel bir bağı görür. Ancak
insan ister ki, tabiat emredilmeli, itaat ettirilmelidir. Unutulmamalı tabiatı
kontrol edebilmek için onu anlamak gerekir. Eğer ki, istediğimiz sonuçları elde
etmek istiyorsak, doğada işleyen nedenleri bilmeliyiz. İnsanın evrendeki yeri
evrenin bütününe hâkim olmaktır. Bencil insan kendini tabiatın lütfuna,
insafına bırakmak istemez. Tam tersine, doğanın insanın emrinde olmasın ister.
Nedense bir türlü bu olmayacaktır. Tabiat yaratıcının sınırsız giysisi olarak
aşkın Varlığın/gerçekliğin birer temsili olmaları bağlamında kutsal olana
transfer olmuştur. Bir bakımdan “kutsal, kutsal olmayan gerçekle özdeşleşerek,
tüm yaradılışı aşmak ve kutsanmak ister. Başarısızlığı onu yokluğa doğru
götürürken inancında ya var olur, veya yok olur. Tek sebebi bağın kopuşudur.
Yani kendini bağımsız kılarak arzu ettiği krallığına kavuşmadığı için.
Deizim
“Âleme müdahale etmeyen, yarattıkları ile ilgisiz bir Tanrı inancı”nda olan
deistler yarı tanrı ve peygamber vasıflarıyla özerk, ilahi dinlerdekine benzer
bir takım ilkeler ile bağımsız inançlılardır. Onlar vahiy kaynaklı varsayılan
dinlere karşı olmaya çalışırken yeni bir din alternatifi olmakta yetersiz
kalmaktadırlar. Aslında kendine veya belirli bir kesime hitap edebilecek yarı
dinî ve yarı felsefî ilkeleriyle, var olan dinlerin sınırlandırılmış yeni bir
yorumudur.
Her deist dininin peygamberi ve yarı öznel bir ilahi tanrısıdır. Öznel veya
cemaat sahibi olmalarıyla varlığı kendisiyle başlayan ve biten bir yoruma
öncüllük eder. Zamanla biter. Kontrolsüzlük ve ilke koyucu özelliği zayıf bir
ipliğin tuttuğu at gibidir. Kopuş her an vardır. Deizim, doğaldır, ölümlüdür.
Psikanalistlere İlham Kaynağı
Dostoyevski, karakterlerinin psikolojilerinin en derinine inen yönüyle
Freud gibi ünlü psikanalistlere,“sıradan insan ve sıradışı insan” tanımlarıyla
ise Nietzsche’ye ilham kaynağı olmuştur. Nietzsche onun için “Psikolojide
kendisinden birşeyler öğrendiğim tek kişi Dostoyevski'dir.” der.
Levinas ise Francois Poirie' nin “Sizi felsefeye yönlendiren
neydi?” sorusuna cevaben Rus romancılığını, özellikle de karakterlerin,
yaşamın anlamı ve temel problemler üzerine daimi bir varoluşsal ve dini kaygı
yaşadığı Dostoyevski romanlarını işaret eder. Berdyaev ise Dostoyevski’nin
yazdığı romanlarda felsefe problemlerine yer vermesini şu şekilde yorumlamıştır:
“Dostoyevski felsefeden çok az şey öğrenmiştir, ama buna karşın felsefeye çok
şey öğretmiştir.” der.
William Barrett ise bu konuda der ki: “Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük, hem
profesyonel filozofların hem de sokaktaki insanın konuları olmuştur. Bu konular
aynı zamanda Rus gençlerinin boş zamanlarını geçirdiği tartışma konuları
olmuştur. Rus yazarların hemen hemen hepsi bu problemleri eserlerinde dile
getirmişlerdir. Rus düşüncesinde felsefi bir geleneğin olmaması, illa da
felsefi bir açılımın olmayacağı anlamına gelmez. Rusların filozofları yoktu,
ama Dostoyevski ve Tolstoy’ları vardı”
Dinsiz Olamaz İnsan
Alman filozofu Max Müller şöyle dile getirmiştir:
“Tapınma ihtiyacı insanla kardeştir. Vahşî ve medenî kavimlerde, hatta
mağaralarda hayvanî bir hayat yaşayan insanlarda bile bu ihtiyaç vardır. Geriye
doğru ne kadar gidersek gidelim, dinsiz bir milletin yaşadığını görmüyoruz.
Gezdiğimiz yerlerde bir mâbede veya bir mâbed kalıntısına rastlanılmamasına
imkan yoktur.”
Joseph Frank bu konu ile ilgili şu şekilde yorumda bulunmuştur: “Dostoyevski
tüm hayatı boyunca Tanrı’nın varlığı meselesinin zihnini kurcaladığını
söylemiştir; ama bu açıkça onun duygusal olarak Tanrı ile hiçbir şekilde bağı
bulunmayan bir dünyayı kabul etmeyi imkansız gördüğünü kanıtlamaktadır."
Dostoyevski “Ecinniler” adlı romanında bir karakter vasıtasıyla bu görüşü
şu şekilde dile getirir:
“Benden çok çok adil, mutlu bir varlığın olduğu düşüncesi bütün benliğimi
sardı, heyecanlıyım… ah, neler vermez, neler yapmazdım!
Kişioğlu için kendi mutluluğundan çok, bir yerde herkes ve her şey için
sakin, kusursuz bir mutluluğun var olduğunu bilmesi gereklidir… İnsanın varoluş
nedeni, onun kendisinden çok çok yüce yaratıklar önünde eğilmesini bilmesinden
başka bir şey değildir. İnsanları onlardan çok çok yüce yaratıklardan yoksun
ederseniz, yaşayamazlar, umutsuzluk içinde ölürler. Ululukla sonsuzluk kişioğlu
için, üzerinde yaşadığı o küçücük gezegen kadar gereklidir…
Dostlarım, her şey, her şey…
Yaşasın Ulu Düşünce! Ölümsüz, Ulu Düşünce!
Kim, ne olursa olsun, her insan Ulu Düşünce dediğimiz şeyin önünde eğilmek
zorundadır. Budalalar bile, kendilerine ulu bir düşünce bulup önünde
eğilmelidirler. Petruşa… Ah, hepsini şimdi bir daha görmeyi ne çok istiyorum!
O ölümsüz Ulu Düşünce’nin kendi içlerinde olduğunu bilmiyorlar,
bilmiyorlar!”
Özgür İnsan
“İnsanlar acı ve ceza (öteki dünya) nedeniyle korkar... İnsanoğlu yaşamakla
ölmek arasında bir fark olmayacağını anladığı zaman özgür olacaktır insanlık.
Herkesin amacı bu olmalıdır.”
[Dostoyevski, Ecinniler, s.256]
Tanrı’nın yoksunluğunun insana ancak acı ve umutsuzluk vermektedir.
Özgürlüğe giden yol zorludur ve şeytanın varlığı özgürlük için ödenen bir
bedeldir. İnsanda bu yolda sürekli iyi-kötü arasında bir savaş vermekte, bunlar
arasında seçim yapmaya çalışmaktadır.
Özgürlük iyiyi ve kötüyü seçebilme özgürlüğüdür. İyiyi seçebilme özgürlüğü
Tanrı’ya ulaşmaktır. Arzularına yenik düşmüş bir insan özgürlüğünü en alt
seviyeye indirmektir. Tanrı’dan uzaklaşan insan aslında özgürlüğünden de
vazgeçmiştir ve özgürlükten vazgeçiş insan için varlığının kaosa düşmesi
demektir.
Mutlu İnsan Olmak
Şeytanın en büyük suçu Tanrı karşısında “ben” demesi değil midir?
Öyleyse benliğinden kurtulan birey mutlu olabilecek ve erdemli
davranabilecektir.
Nedensellik sadece yaratılmışlar için geçerlidir. Allah’ı ve onun iradesini
sınırlayabilecek herhangi bir ilke var olamaz. Dolayısıyla da Allah dışında
“ben” diyecek bir varlık mümkün değildir. Benliğinden vazgeçen kendini özgür
kılar. Kendi başına varolabileceğini zanneden insan kendi eylemlerine kendi
karar verme gücüne de sahip çıkar yani benliğini terk etmez ve kendi başına
ahlak düzeni kurar ama bu ahlak ona sadece yıkım, mutsuzluk ve huzursuzluk
getirir.
İşte bu huzursuzluk Freud’un deyişiyle süper egoyu meydana getirir. Vicdan
içimizdeki Tanrı’nın sesidir.
Sonuç olarak ahlakın kaynağı Tanrı’dır… onun için Tanrı’sız bir ahlak
mümkün değildir. Tanrı karşısında O’na sığınır ve idealleri ve o idealleri
yaratan benliklerini terk ederek her erdemin ve ahlakın yegâne kaynağı olan
Tanrıya ulaşır.
Şeytan
İnsan ruhu şeytanın Tanrı’yla savaştığı bir savaş alanıdır. İnanç ve
inançsızlık, diyalektik bir karşıtlığı içerir. En günahkar en acımasız
kalplerde dahi dini duygunun izleri sürülebilir. Öyleyse şeytanın Allah
Teâlâ’ya olan aşkı üstüne kim olabilir, sevgisini kontrol edemeyip
kıskançlığından günahkârlığı dahi tercih etmiştir.
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin Değişik Görüşleri
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (kaddese’llâhü sırrahu’l azîz) in farklı görüşleri
İbrâhîm’in (aleyhisselâm) kurban etmek için oğlu İshâk (aleyhisselâm)’ı
seçtiğini kabul etmiştir. Süleyman’ın (aleyhisselâm) veziri Âsâf’ın, Sebe
melikesi Belkıs’ın tahtını getirmediğini, fakat Süleyman’ın (aleyhisselâm)
huzurunda çabucak aynısını hazırladığını ileri sürmüştür.
Mutluluk
Öznesi somut, yaşayan, duyguları olan ve varoluş içinde bulunan bir
insandır. Ahlakî ve dinî varoluş “ben olmak”, “birey haline gelmek”, “insan
olmak” ve “kendi bilincine varmak” dır. “İnsan olmanın ne anlama geldiği” ve
“nasıl iyi bir dindar olunacağı” sorunlarını araştıran insan gerçek anlamını
“dinsel varoluş” içinde bulabilir. İnsanın “benliğini bulma” sürecinde
“umutsuzluk” ve “kaygı”nın da ona eşlik ederken insanın kurtuluşunu “inanç”da
bulur. Kişi “tutkulu” bir teslimiyetle, iç âlemininin öznesi sahibi olan “Tanrı”ya
yönelerek ve O’nun karşısında bir “yok-ben” ile mutluluğa kavuşur.
Soyut İnsan’dan Çıkış
‘Soyut İnsan’ kendini bilmeye çalışırken, “varlık”tan “varoluş”a yönelirken
yaşayan, acı çeken, kaygı duyan, umut eden ve umutsuzluğa düşen, çelişkiler ve
tutarsızlıklarıyla var olandır. İnsan kendini soyutluktan kurtarıp, yaşamla
ilgili, bireyi temele alan ve onu mutluluğa ulaştıran bir bilgeliğe yönelince
sonsuz beklentilerin geciken tecellisinden mutsuzluğa ve ümitsizliğe düşmez.
Hakikati bilginin nesnesi ile ilgili soyut bir sorunudur. İnsan eylemlerini
belirleyen bilginin hakikat değerini ve kaynağını Tanrı’dan almaktadır.
İnsan kendisini tanıyacak ve eylemlerini Tanrı’nın isteğine göre
belirleyecektir. Aradığı hakikat kendi varoluşu ile doğrudan ve zorunlu bir
ilişkisi olan hakikattir. Çünkü ölüm başkasıyla bir değer kazanmaz, ancak
yakınıyla acıyı hissettirir.
Soyut bir seçim değildir, gerçeklikten kopmaktır. Kendisini bilen kişi,
kendisini somut birey olarak görecektir. Bu kişi, kendi dışında bulunan somut
dünyanın ürünü olan iştahları, eğilimleri, içgüdüleri, tutkuları ile somut
birey olarak kendisinin farkındadır. Tanrı’dan bağımsızlaşmaya başlayınca
umutsuzluğa düşer. Umutsuzluk yalnızlık halinden doğmaktadır. Oysa “Ben”, bir ilişkinin
kendine dönüşü olarak kişinin hiçbir zaman kendisinden kaçamayacağı bir şeydir.
Onun umutsuzluktan kurtulmasının tek yolu yine olması gereken bir “ben” haline
gelmesi, yani koptuğu kaynağa tekrar dönmesidir. Böylece umutsuzluk ben’i yok
eder. İnsan beninden ne kadar kaçmaya çalışsa da, asla ondan kurtulamayacaktır.
Gerçeğinin zayıflığı ve ölümü ona bir güçlünün var oluşunu hissettirdiğinde
somut gerçeği eriyip soyut insanlığa yönelip tanrıya yakınlaştıkça aradaki
farkı kaybedecek ve kaybolacaktır.
Heykel ve Resim Ebedilik İlişkisi
“Yüz dokunma dışında bütün duyularımızın merkezidir.”
İnsanoğlu yüzyıllardır portre geleneğini sürdürmektedir. Uzunca yıllar
portre yapımının en önemli sebebi kişinin ebedileşmek istemesidir. Kendisini
sonraki kuşaklara hatırlatma ihtiyacını resim ve heykel aracılığıyla
sağlamıştır. Bu resim ve heykeller uzunca bir süre mezarları, kent mimarisini
ve tapınakları süslemiştir. Bir süre sonra da evlerin ve sarayların
duvarlarında yer almaya başlamıştır.
Nicole Avril “Yüzün Romanı” isimli kitabında. Yüz, insanların
karşısındakini tanımlamasına yarayan insan vücudundaki en önemli bölümdür. Bize
ve karşımızdakine kim olduğumuzu söyleyen yüzümüzdür. Kişiyi ebedileştirme
çabasına iyi bir örnek olan tarih öncesi bir hikaye, yine Nicole Avril’ in
kitabı Yüzün Romanı’ın da şöyle anlatılmış;
“Korintos’ta bir genç kız yaşarmış; babası çömlekçiymiş, adı da
Butades’miş. Güzel kız günün birinde sevdiği tarafından terk edilmiş. Delikanlı
yabancı diyarlara gidecekmiş. Belki de savaşa gidiyormuş ama masalda bu
söylenmiyor. Kız umutsuzluğa kapılmışken birden aklına, kuşkusuz bir daha hiç
göremeyeceği yüzü feneriyle aydınlatmak gelmiş. Genç adamın profili evin
duvarında belirince, kız babasından profilin çevre çizgileri boyunca duvara
biraz kil vurmasını istemiş. Sonra Butades nesneyi öbür çanak çömlekle birlikte
Nicole Avril Yüzün Romanı isimli kitabında. Yüz, insanların karşısındakini
tanımlamasına yarayan insan vücudundaki en önemli bölümdür. Bize ve
karşımızdakine kim olduğumuzu söyleyen yüzümüzdür. Kişiyi ebedileştirme
çabasına iyi bir örnek olan tarih öncesi bir hikaye, yine Nicole Avril’ in
kitabı Yüzün Romanı’ın da şöyle anlatılmış; “Korintos’ta bir genç kız yaşarmış;
babası çömlekçiymiş, adı da Butades’miş. Güzel kız günün birinde sevdiği
tarafından terk edilmiş. Delikanlı yabancı diyarlara gidecekmiş. Belki de savaşa
gidiyormuş ama masalda bu söylenmiyor. Kız umutsuzluğa kapılmışken birden
aklına, kuşkusuz bir daha hiç göremeyeceği yüzü feneriyle aydınlatmak gelmiş.
Genç adamın profili evin duvarında belirince, kız babasından profilin çevre
çizgileri boyunca duvara biraz kil vurmasını istemiş. Sonra Butades nesneyi
öbür çanak çömlekle birlikte pişirmiş. Delikanlı oradan ayrıldığında da bu
kilden portre genç kızda ondan geriye kalan tek şey olmuş.
Bir gölgenin gölgesiymiş, aklın iziymiş.”
[Nicole Avril, Yüzün Romanı, Çev. Sema Rifat, 11.]
Resim Yasağı
İnsanlığa semavi dinlerden gelen ilk emirlerden biri: “Hiçbir resim
ya da heykel veya anıyı hayata geçirmeyeceksin…” dir. Burada
kastedilen çoğunlukla portredir. “Tanrının yarattığı yüze eşdeğer
hiçbir şey üretmeyeceksin” demektedir iki semavi dinin kitabı! İslam
ve Musevilik; bu iki dini inançta amaç insanların putlara tapınmalarını
engellemektir. Oysa insanlar binlerce yıldır karşısında kendisine benzeyen
varlıklar görebilmek için kendi benzerlerinin portrelerini yapmış ve tanrıları
dünyada cisimleştirmişlerdir.
'Aşktan Daha Büyük Dert Var mı ki?'
İbn Hazm mücadeleci bir ruha sahip olduğunu çağdaşları ile birçok
tartışmalara girmiştir. Birisi:
"Keyravanlı Ebu Abdullah Muhammed bin Küleyb çenesi düşük birisiydi.
Çeşitli konularda sorular sormaya çok meraklıydı. O zamanlar ben Kurtuba' da
oturuyordum. Çeşitli konularda sohbet ediyorduk; aşktan söz ederken bana
'Eğer sevdiğim kişi benimle karşılaşmaktan iğreniyor ve benden kaçıyorsa ne
yapmalıyım?'
diye sordu. Ben de şöyle cevapladım:
'Seninle karşılaşmaktan tiksinirse bile, sevgilinle karşılaşmayı deneyerek
gönlünü yatıştırıp sevindirmeye zorlamalısın kendi kendini.'
'Ben de aynısını düşünüyorum',
dedi,
'tam tersine onun aşkını kendi aşkıma, onun arzusunu kendi arzuma tercih
ederim. Kendim için, öleceğimi bilsem bile sabrederim, sabredeceğim de.'
'Bense',
dedim,
'ancak kendi nefsim için severim onu, sevgilinin suretinden hoşlanması
için, haz alması için severim. Ben kendi mantığıma uyarım; kendi ilkelerime
göre davranırım. Ruhumu neşelendirmek için kendime özgü yönteme sadık kalırım.'
'İşte',
dedi,
'tam bir mantık zulmü. Ölümden daha güçlü olan birşey, bize ölümü göze
aldıran şeydir.' 'Eğer canını feda ettiysen, onu istediğinden dolayı değil,
fakat gerektiği için'
dedim.
'Eğer başka türlü yapabilseydin, onu feda etmezdin. Kendi isteğinle
sevgilinle karşılaşmaktan kaçındığını kabul edecek olursak, o zaman kınanacak
birisi olursun. Çünkü canına haksızlık etmiş ve bizzat kendi elinle onu
öldürmüş olursun.'
O zaman bana şöyle dedi:
'Sen kıyasçı bir adamsın. Aşkta kıyasa yer yoktur.' 'Bu durumda aşığın başı
büyük derttedir,' dedim.
'Aşktan daha büyük dert var mı ki?'
dedi."
Rüyama Aşık Oldum
İbni Hazm anlatıyor…
Bir gün dostumuz Ebu es-Sari Ammar bin Ziyad'ın -el-Müeyyid'in kölesi-
yanına gittim. Onu çok düşünceli ve oldukça zihni meşgul gördüm. Neyin var diye
sorduğumda önce cevap vermekten kaçındı, sonra şöyle dedi:
-"Başıma duyulmadık birşey geldi."
-"Nedir söylesene" dedim ona.
-" Bu gece düşümde", dedi, "bir genç kız gördüm. Uyandım,
ama gönlümü ona kaptırmıştım. Ona sırılsıklam aşık oldum. Şimdi beni bu
dayanılmaz duruma soktu bu dert."
Gerçekten de uzun zaman, belki bir aydan fazla endişe ve yürek sıkıntısı
içinde kaldı. Hiçbir şey yüreğinin acısını dindirmedi. Tutkusu o denli
zorluyordu. Sonunda onu kınadım ve şöyle dedim:
-"Nefsini hiç gerçekliği olmayan bir nesneyle uğraştırmakla ve gönlünü
mevcut olmayan bir varlığa bağlamakla ne büyük yanlışlık yapıyorsun? En azından
onun kim olduğunu bari biliyor musun?"
-"Yok vallahi" diye cevap verdi.
-"Sende düşünce kıtlığı var. Hiç görmediğin ve asla yaratılmayan, bu
dünyada olmayan birisini sevdiğine göre aklın arızalı olmalı senin.
Hamamlardaki figürlerdent birine aşık olsaydın, seni daha mazur görürdüm."
Teselli oluncaya kadar ona uyarılarda bulundum. Ama kolay olmadı bu. Bence
bu, ruh telkinlerinden ve görüntülerinden bir parçadır; dilek, temenni ve
düşünceye dalına arzusuna girer böyle şeyler.
Bu konuda bir şiir yazdım. İşte birkaç dizesi (Basit):
**
"Keşke bir bilebilseydim onun kim olduğunu ve nasıl ilerleyip yol
aldığını geceleyin; acaba doğan güneş mi yoksa ay mıydı?
Acaba o, onun düşüncelerinden doğmuş olan bir akıl sanısı mı, yoksa benim
düşüncelerimden doğan ruhsal bir imge mi?
Ya da umutlarımın ruhumda çizdiği bir hayal mi?
Çünkü gözlerim onu görür gibi oluyor. Yoksa bunların hiçbirisi mi değil
Yalnızca alınyazımın, ölümüme neden olması için, sürükleyip getirdiği bir
rastlantı mı?"
(G. G)
Görmeden Sevenlerden
Aşık olmanın tuhaf usulleri arasında şunu da anabiliriz:
birisi basit bir anlatım üzerine, sevdiği nesneyi görmeden ona aşık
olabilir. Doğal olarak da oradan aşkın bütün evrelerine tedricen girer. Bu da
mektupla ve aracıyla olur; kaygılanmak da, esrimek de, geceleri uykusuz kalmak
da, bunların hepsi sevenin sevdiğini görmeksizin yaptığı şeylerdir. Gerçekten
de öyküler, güzel niteliklerin tanıtım ve haberlerin anlatımı ruh üzerinde
belirgin etkiler bırakır. Bir duvarın ötesinden şarkı söyleyen bir kadını
duymak, gönlün tutulmasına ve aşkın doğmasına yeterli nedendir. Birçoklarının
başına bu tür şeyler gelmiştir. Ama benim için, bütün bunlar, temelsiz eski bir
bina mesabesindedir. Çünkü zihni görmediği bir varlığın tutkusuyla meşgul bir
kişi, düşünceleriyle başbaşa kaldığında, kafasında hayalinden doğan bir biçimi
ve gönlünde belirli bir nesneyi canlandıracaktır. Düşüncelerinden başka birşeyi
tasarlayamaz. Hayali durmadan oraya yönelir. Şayet bir gün gerçekten
sevdiği nesneyi görecek olursa, o zaman iki durum ortaya çıkabilir: aşkı ya
artar, çoğalır ya da büsbütün yok olur. Bu iki durum da birçok kez
çoklarınca yaşanmıştır. Ve açıkça bilinmektedir. Bu daha çok haremlerde kapalı
tutulan, büyük ailelere mensup kadınların erkek akrabalarıyla olan
ilişkilerinde olur. Bu açıdan kadınların aşkı erkeklerinkinden daha
sağlamdır. Çünkü onlar zayıftırlar. Yaratılışları gereği kendilerini saran
bu tür sevgiye süratle tutulurlar. Bu konuda bir şiir yazdım (Hezec):
"Ey beni, görmediğim bir kişiyi sevmekten dolayı ayıplayan kişi,
beni aşkta zayıf birisi olarak tanımakla aşırı davrandın.
Pekiyi söylesene bana, cenneti de ancak tasvirle tanıyor değil miyiz?"
(G.G)
Ruhen Sevmek
Allah Teâlâ ruha, Hz. Adem henüz balçık iken, Adem'in cesedi içerisine
girmesini buyurdu. Ama ruh bundan ürktü, tedirgin oldu, sabırsız oldu, yıkıldı
adeta. O zaman Allah ona
"Oraya zorla gir ve oradan zorlukla çık!" dedi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar