Print Friendly and PDF

Bilgiden...Döküntüler

Bunlarada Bakarsınız





Hüzün ve Melâl

“Hüzün”

kelimesi Arapça kökenli olup ‘üzülme’, “iç sıkıntısı, kalb üzüntüsü, keder, tasa, gam” , “Gönül üzgünlüğü, gönül kırgınlığı, iç kapanıklığı” olarak karşılamaktadır.

Bu bağlamda Hazreti Peygamber’in, “Kur’an hüzünle indi. Siz de onu okuduğunuzda ağlayınız, ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapınız.” hadisi kanıt olarak kullanılmaktadır.

“Melâl”

Lugatlerde şu şekillerde tanımlanmıştır: “ Usanç, usanma, bıkma... sıkılma, sıkıntı” , “Can sıkıntısı, usanç, bıkkınlık; ruhu kaplayan sıkıntı, üzüntü, keder” Gamlılık. Zaaf ve fütûr”

Bu tanımlara baktığımız zaman “hüzün” ve “melâl” arasında bazı farklar var gibi gözükse de, esasında aynı denilebilecek derecede yakın anlamlarda olduğu görülmektedir. Ancak “melâl”, ‘hüznün biraz daha koyusu, daha ağırı, daha ağırlaşmış, kronikleşmiş, âdeta hayat tarzı hâline gelmiş bir hâli’ olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Hüzün”, insanoğlunun insanlık vasfını gösteren ve onun en hassas duygularının başında gelmektedir. Bu duyguyu âcizlik olarak görenler de vardır; ancak bu duygu konusunda uzmanların verdiği önemli bilgi ve vardıkları önemli kararlardan biri, bunun insanlar için bir âcizliğin değil, bir tecrübenin, bir imkânın, hattâ bir yüce hasletin ifadesi olmasıdır. Fakat modern çağda “hüzn”, bir nevi ‘hastalık’ olarak görüşmekte, kronik bir sorun hâline gelmekte, depresyon gibi ciddi sorunların müsebbibi, hattâ sonu intihara kadar varan vahim bir hâl olarak algılanmaktadır. Psikiyatri profesörü Kemal Sayar diyor ki.

“Oysa hüzün insan hayatının olmazsa olmaz bir parçası. Kadim dinî geleneklerde hüzne olumlu bir anlam atfedilmesi, onun insanı zenginleştiren bir tecrübe olarak sayılması, modern zamanlarla birlikte terk ediliyor. Modern zamanlar hayatımızdan hüznü, acıyı ve ağrıyı uzaklaştırmak istiyor. Tabiî ölümü de. Izdıraba tahammül Budizm’den İslâm’a dek pek çok gelenekte kişinin ruhsal gelimi için hayatî önemi haiz bir meziyet olarak görülürken, günümüz toplumunda böylesi bir durum ancak marazî olarak görülebilir”

Carrel’e göre, “Gözlemlemesini, görmesini bilen için, her insanın yüzünden onun beden ve ruh tarifini okumak mümkündür”

Hüzün konusunu ele alırken “Ya’kub hüznü”nden de bahsetmek gerekir. Hz. Yusuf’un başına gelen olaylardan dolayı Hz. Ya’kub’un çektiği acı ve ıstırabları Kur’ân, “hüzün” kelimesiyle ifade etmiştir. Yusuf Suresi 85. ayette hüzün verilmiştir: “Allah’a yemin olsun ki, dediler, halâ Yusuf’u anıp duruyorsun. En sonunda üzüntüden eriyeceksin veya yok olanlara karışacaksın”. Yine aynı sûrenin 86. âyetinde hüznün nasıl takvaya dönüştüğü, “(Yakup), “‘Ben, dedi, derdimi ve üzüntümü ancak Allah’a şikâyet ederim ve Allah’tan sizin bilemeyeceğiniz şeyler bilirim” ifadeleriyle gösterilmektedir. “Hüzün” hadislere de girmiştir. Çünkü Hz.Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem, bir “hüzün peygamberi”dir.

“Hüzün ve türevleri hadislerde de değişik konumlarda kullanılmıştır. Bu hadislerin bazılarında ölüm gibi acılı olaylar karşısında hüzünlenmenin normal olduğu (Buhârî, “Cenâ’iz”, 44; Ebû Dâvûd, “Cenâ’iz”, 24),

Kur’anın hüzünlü bir ortamda indiği (İbn Mâce, “İkâme”, 176),

İnsanları hüzünlendiren sıkıntıların günahlarına kefaret olacağı (Müsned, VI, 157),

Allah’ın musibetler sebebiyle yaş döken gözleri, hüzünlenen kalbleri azaba uğratmayacağı (Buhârî, “Cenâ’iz”, 45, “Merdâ”, 1; Müslim, “Cenâ’iz”, 12, “Birr”, 52),

Hz. Peygamber’in acı ve hüzün veren sıkıntılara uğramaktan Allah’a sığındığı (Buhârî, “Cihâd”, 74, “Da’avât”, 35, 40; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 32) ifade edilir”

“Hz.Ali’nin naklettiğine göre Hz. Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

Marifet sermayem, akıl dinimin aslı, sevgi temelim, arzu bineğim, zikrullah dostum, itimat(güven) hazinem, hüzün yoldaşım, ilim silahım, sabır gömleğim, rıza kazancım, fakirlik övünç vesilem, zühd mesleğim, yakin(şüphesiz inanç) kuvvetim, doğruluk şefaatçim, hakka itaat şerefim, cihad ahlakımdır, gözümün aydınlığı ise namazdadır”

 “Hüzün” bir psikolojik unsur mudur; bir hastalık mıdır?

Yoksa bir depresyonun semptomlarından sadece biri midir veya bir sonuç mudur?

Bu soruların cevabı hüzne sebep olan şeylerde aranmalıdır.

“Aşk, kadın, ölüm, melankoli” gibi, hüzne sebebiyet veren bazı unsurlar olduğu gibi, “intihar” da bazen bir sonuç olabilmektedir. Hüzne sebebiyet veren unsurların başına “aşk”ı getirmek herhalde yanlış olmayacaktır; çünkü “aşk” diğer hususları da bünyesinde barındırmaktadır.

Aşk

 “Arapça “ışk” kökünden gelen aşk lügatte, sevda, aşırı ve şiddetli sevgi; bir kimsenin kendisini bütünüyle sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona bağlanması, yakınlık duyması ve düşkünlük göstermesi manalarına gelir. Yine aynı kökten olup, “sarmaşık” anlamına gelen “aşeka” da, aşk kelimesi ile ilgilidir. Nasıl ki, sarmaşık kuşattığı ağacın suyunu emer, yaprağını soldurur bazen de kurutursa, sevgi de sevenin sevgilisinden başka şeylerden ilgisini, alakasını kestirir ve onu soldurur”

Yukarıda da ifade edildiği gibi ‘sarmaşık’ ile ‘aşk’ kelimeleri arasında bir bağlantı vardır. Bu dikkate değer bir şeydir. Çünkü:

“Aşk, aşkını dile getiremeyenlere, sevdiğinden uzak düşenlere veya aşkını ilan edip de karşılık bulamayanlara ıstırap veren; aşkını anlatıp da karşılık bulanlara ve sevdiğine kavuşanlara da mutluluk veren bir yapıya sahiptir. Tüm bunların en kısa ve etkili anlatım türlerinden biri şiir sanatıdır. Aşkın içe ait bir sanat olmasının yanında şiir de Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)’ın betimlemesiyle bir iç kale sanatıdır. Şiir, aşkı ebedileştiren bir sanattır. Dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatında da aşk şiirlerinin önemli bir yeri vardır...”

Aşkı ve aşkın şiire etkisini söz konusu edenler, onun Yavuz Sultan Selim Han’a nüfûzunu meşhur hikâyesiyle tahkiye etmekten geri durmazlar.

Rivayetler odur ki,

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferinde halifenin kızı, bazılarında da otağının temizliğini yapan bir Türkmen kızı, konakladığı yerde hünkâra âşık olur. Bu yer bazen halifenin konağı bazen de padişahın otağıdır. Ancak Yavuz’un celâlinden korkar. Buna rağmen, aşkın verdiği cesaretle gizli gizli de sultanın odasına “Seven insan neyle- sin”mısraını yazar. Odasında bu dizeyi gören han şaşkınlıkla bakar ve “Hemen derdin söylesin” karşılığını verir. Kızcağız odada karşılığı görünce hayretle “Ya korkarsa neylesin” dizesiyle derdini makama sunar. Padişah bu dizeyi de boş çevirmez “Hiç korkmasın söylesin” mısralarını yazar. Bir zaman sonra padişah bu kızın kim olduğunu öğrenir ve derhal düğün dernek kurulur. Kız, aşkının şiddetinden dolayı düğünün son günü ölür. Yavuz’un derin hüznünü gösteren mısraları, bu gencecik kızcağızın mezar taşına işlenir:

“Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek

Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek

Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân

Beni bir gözleri âhûya zebun etti felek.”

Bazı kelime ve tamlamaların anlamları şöyledir:

Merdüm-i dîde: Gözbebeği. Füsûn: Sihir, büyü. Girye: Gözyaşı. Füzûn: Çok fazla. Eşk: Gözyaşı. Hûn: Kan. Şîr: Arslan. Lerzân: Titrek, titreyen. Âhû: Ceylan. Zebun: Zayıf, güçsüz, âciz.

*Günümüz Türkçesi ile şöyledir:

Bilmem ki felek gözlerime nasıl bir büyü yaptı

Felek gözyaşımı öyle çok artırdı ki gözyaşım kan oldu

Aslanlar hiddetimin pençesinden tir tir titrerken

Beni bir ceylan gözlü sevgili karşısında zayıf bıraktı

Bu olaya benzeyen bir başka olay da, asr-ı saadette olmuştur. “Peygamberle nikâhı gerçekleştiği haberi kendisine müjde edildiğinde aşırı derecede sevinen Esma Hanım, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem ile bir araya gelmeden vefat etmiştir. Allah rahmet eyleye. Esmâ’nın adını Sena olarak gösterenler de vardır”

Mısır Sarayındaki Zeliha’nın Hz. Yusuf’a olan aşkı da, aşk bahsi açısından önemlidir.

“Ahsenü’l-Kasas buyurulmuş Yusuf sûresinde; aşkı anlattığı için bu sûre. Mevlâna “Zeliha o hâle gelmişti ki..diyor,

“... çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf’tu onun için. Yusuf un adını başka adlara gizlemişti; mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese; sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu, dese; söğüt dalı yeşerdi, dese (...); başım ağrıyor, dese; başımın ağrısı geçti, iyiyim, dese hep ayrı mânâları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden şikayet etse onun ayrılığım söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf tu onun, dileği de..”

 Aşkın İlk Belirtileri

•          İnsanın içinde sürekli bir coşku, kıpırtı olur.

•          Herkes dost görünür, her şey olumlu karşılanır.

•          Sevilenle görüşülecek saatler iple çekilir.

•          Kişi çok duygusallaşır, kolayca ağlar.

•          İştahı kesilir, uyumakta zorlanır.

•          İşler önemini kaybeder.

•          Dalgınlık artar, başka konulara dikkat göstermek zorlaşır.

•          Kulak sürekli telefondadır.

•          Sürekli maşuku mutlu edeceği düşünülen hayaller kurulur.

•          Onun ilgilendiği şeylere ilgi duyulur.

•          Her zaman ve herkesle onun hakkında konuşmak isteği duyulur.

•          Onunla ilgili her türlü haber takip edilir.

•          Onu düşünmek insanın yüzünde garip bir tebessüme yol açar.

•          Aslında insanın âşık olduğu gözünün parlamasından anlaşılır”

Bu maddeler, aşkın hüznün kaynaklarından olduğunu açıkça göstermektedir.

Platonik Aşk/ Mor Aşk

Platonik aşklar gözü kara aşklardır diye yorumlanabilir. Tutkulu, takıntılı, tozpembe, zor, aşırı sevdalı, hassas, kırılgan... ve de belki de en hüzünlü aşklardır. Aşka âşık olmaktır dâima aşkı yaşamaktır aslında. Platonik aşk’a düşenler için aşkları her zaman, eksiksizdir, kusursuzdur, mükemmeldir ve de ayın on dördü gibidir. Platonik aşklar âşığı biraz da sanatkâr yapar. Aşkın devamı vuslat değil hicrandır. Bu da koyu bir hüzündür. Eflâtunik aşklar biraz eflâtunidir; morumsudur. “Sanatçı kişilik, tolerans ve düşünce gücü, mor renk ile bağlantılıdır”

Bu rengin uzman gözüyle tamamlayıcısının sarı olması ilginçtir. “Sarı renk açık görüşlülüğü ve ilhamı simgeler. Parlak bir renk olmasından dolayı da, bilgiyi ve bilgeliği ön plana çıkarır. Sarı renk, tüm bu özelliklerine bağlı olarak entelektüel bir bakış açısı ve anlayışla da uyuşur”

“Platonik aşk”ın ‘mor aşk’ olması, eflâtunik âşığın da sanatçı ruhla çoğu kere şiirler yazmasına, ya da bir tuvale ayrılık hoşnutluğunu kazımasına vesile olmaktadır. Sarının özellikleri de bu bağlamda verilmiştir: “Derin bir karamsarlığa ve zihinsel depresyona sebep olabilecek özellikleri de bünyesinde barındırır”

Bu da eflâtunik âşığın hâllerinden sayılmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki, bu aşk tarzı, kültürümüze esas itibariyle uymamaktadır; çünkü, nihai noktada varılan yorumlara göre, ‘sapkınlık’ halidir. O bakımdan bizdeki şekline, “hayâlî aşk” veya “manevî aşk” demek her halde daha doğru ve yerinde olacaktır.

 “İlk büyük sufiler, aşk kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmediği için “hub” ve “muhabbet” kelimelerini tercih etmişlerdir”

“Demirle mıknatısın hâli” misâli insanda artık aşkın, dayanılmaz, tatlı, heyecanlı, mutlu, cezbeli, cazibeli aşkın çekiciliğine doğru kendini bırakmıştır. Bu aşırı mutluluk, bu aşırı aşk, hüznün de bir sebebidir. Çünkü aşırı sevgi yani aşk, vuslatı ister; vuslat olmayınca da hüzün başlayacaktır. Aşk zâhirde de bâtında güçlü ve hüzünlendirici özelliğe sahiptir. Fuzûlî’ nin söylediği,

“Aşk derdiyle höşem el çek ilâcumdan tabîb

Kılma dermân kim helâküm zehri dermânundadur”

“Aşk derdinden memnun olduğu ve bununla yaşadığı için, derdinin iyileşmesi Fuzûlî için ölüm demektir. Şair beyitte aşksız yaşayamayacağını söylüyor. Öte yandan aşk derdinin çaresi yoktur. Çaresi ancak ölüm olabilir.

Tasavvufî bakımdan da ilâhî aşktan kurtulmak âşık için manevî ölüm demektir.

Ayrıca doktorlar aşk derdine ilâç veremez, çâre bulamazlar. Şair doktor “hiç boşuna uğraşma” demek istiyor. Aşk derdinin çaresi yine sevgilidir”

Aşk her dâim vardır. Ama neden her dâim vardır?

Neden ölümsüzdür aşk?

Buna verdiği cevap tatmin edici olmaktan uzaktır.

Kısaca “yaşam aşktır”

Melankoli

Aşkın çok ağır ve hatta bir kat daha üstte bir basamağı vardır ki, bireyin fizyolojisini tehlikeli boyutlarda bozma kuvvetine sahip, psikolojisini yok etme seviyelerine kadar getirebilecek düzeyde gücü olan, genellikle de sonunda intihar ipini boğaza geçirtecek, revolveri şakağa dayatacak, zehri sineye çektirecek kadar intihara meyillidir. Psikolojik hastalıkların derininde fizyolojik bir temel aranabilir. Vucuttaki salgıların miktarının bozulması psikolojik sorunlara sebep oluşturabilmektedir.

“Bu hastaların, kara maya gibi kustukları, kusmuğun bazı kereler kanlı, şarap posası ya da mürekkep balığı salgısı gibi kara, ekşi ve keskin olduğu... kusanların ağızlarının, boğazlarının yandığı anlatılmaktadır...”

“Sophokles, Trakhis Kadınları trajedisinde, melankoliyi isim olarak değil, “kara safra gibi.” diye sıfat olarak kullanmıştır. Sophokles’e göre melankoli bir olgu değil, durumdur”

 “Karasevdalılarda gözlenen, dış dünyaya ilgisizlik, insanlardan kaçma, kendi iç dünyalarına göç, güçsüzlük, acılı ruhsal huzursuzluk, mutsuzluk, kendini suçlama, hatta hezeyan ve sanrılar gibi bulgular, melankolide gözlenenlere benzerlik gösterir. Ancak, gene de karasevdalı insanlar, içinde bulundukları çaresizliğe bir neden gösterebilirler. Sevdalandıkları insana kavuşmaları durumunda tüm sorunlarının çözüleceği sanısını taşırlar. Böyle bir durum, melankolide söz konusu olamaz”

İntihar

İntihar en basit tarifiyle bireyin veya bireylerin hayatlarına kendi istekleriyle son ver-meleridir. Elbette ki bu son veriş normal bir ölüm değildir. Altında yatan muhakkak ki yoğun hüzünler bulunur.

1)        Nilgün Marmara: Nilgün Marmara’nın boşluğa atlayışı.

“Nilgün Marmara 29 yaşında, Beyoğlu’nda evinin balkonundan kendini aşağı bırakarak intihar etti.

Benzer bir serüveni yaşayan Plath gibi günlüğü ölümünden sonra yayınlandı. (Kırmızı Kahverengi Defter)”

2)        Nazir Akalın: Hüznü melâle doğru gitmiş şâirlerden bir diğeri olan Nazir Akalın.

Nazir Akalın Ankara’da bir banliyo trenin altında kalarak hayatını kaybetmiştir. Ancak Akalın’ın yakın arkadaşlarından onun intihar ettiğini tahmin ettiklerini söyleyenler de vardır.

3)        Hüseyin Alacatlı: Hüseyin Alacatlı’nın zehri soluyarak intiharı.

“Hüseyin Alacatlı, 23 Mayıs sabahı şofben zehirlenmesi (LPG) suretiyle intihar etti”

4)        İlhami Çiçek: İlhami Çiçek’in şifa için yattığı hastaneden kendini bir cinnet anında yere bırakışı. “1982 yılında Tokat’ta kısa dönem askerlik görevine başladıktan sonra rahatsızlandı ve bunalıma girdi. Bir süre hastanede tedavi gördü. Mevki hastanesindeyken geçirdiği bir kriz sonucu bulunduğu hastanenin beşinci katından atlayarak intihar etti”

5)        Rabia Bayraktar: Rabia Bayraktar’ın denize atlayarak intiharı seçişi.

S. D. Karahaliloğlu Ahmet Günbaş’la yaptığı söyleşisinde Ahmet Günbaş Rabia Bayraktar’ın Kordon’dan denize atlayarak intihar ettiğini ama bazılarının onun kalorifer borusuna kendini astığını söylediklerini ama olayın aslını Nedret Gürcanla yazışmalarıyla öğrendiğini ifade ediyor  

Bu derin hüzün sonrasında oluşan ölümün çağrılışında kullanılan yöntemler çağrışımlar olabilir. Neden bazıları atlayarak, bazıları zehirle, bazıları boğularak intiharı seçmişlerdir?

Bu sadece bir tesadüf mü? Yoksa başka bir sebebi mi var aceba?

Cinnet hâlinde akıl dağıldığı için çağrışımdan söz etmek belki zor olacaktır; ama tasarlanmış intiharlarda çağrışımın var olması muhtemeldir. Şâir hayattayken yazdığı şiirleriyle bir şeyler anlatmak isteyen farklı bir insan olduğu için ölümüyle de bir şeylere çağrışım yapmak isteyebilir. Psikiyatri Profesörü Jamison’un kitabından aldığımız bazı bilgiler şaşırtıcıdır:

“1970’lerde yapılan bir çalışma hem kadınların hem de erkeklerin ilaç ve zehirleri “en makbul” intihar biçimleri olarak gördüklerini ancak erkeklerin ateşli silahları daha “erkeksi,” etkili ve kullanımı kolay olarak algıladıklarını saptamıştır. Kadınların ilaç ve zehirleri tercih etmesi bu yöntemlerin acısız, erişilmesi ve kullanımı kolay olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır. Çirkinleşme korkusu kadınların şiddet içermeyen intihar yöntemlerini seçmesinin muhtemel bir sebebi olarak ileri sürülmektedir, ne var ki buna dair kanıtlar pek azdır.

Yaşında intihar seçiminde rolü vardır. Antik çağlarda olduğu gibi günümüzde genç insanlar genellikle asmayı tercih etmektedir. Yüksek bir yerden atlamak ve kendini hareket halindeki trenin önüne atmak da gençlerin tercih ettiği yöntemlerdir. Ateşli silahları gençlerde yaşlılarda kullanıyor, ama gençlerin kullanımı giderek artmaktadır. Psikopatolojinin türü ve derecesi de seçilen yöntemi etkiler. Ağır ruhsal hastalıkları olan hastaların kendilerini kesme, trenlerin önüne atlama ya da özellikle acayip ve sakat bırakması muhtemel yöntemleri seçme olasılıkları daha yüksektir”

“Sembolizm ve çağrışımda intihar sonucu ölüm vakalarında kendi paylarına düşeni yaparlar”. Şâir ruhlu insanlarda bu duruma rastlamak gayet mümkündür. İntihar şekli aynı olmasa da etkilenme bakımından söylersek eğer Nilgün Marmara ilginç bir örnektir. Sylvia Plath’i çalışması daha da ilginçtir.

 

Zamana ve mekâna da bağlı olmakla beraber denize atlamanın da atlayan açısından özel bir sebebi vardır. Diğer intihar olayları gibi suda boğulma farklı kişilerce farklı yorumlar da yapılmıştır:

“Farklı intihar yöntemlerine sembolik anlamlar yüklendiği ve kuvvetli yorumlar yapıldığı halde -Karl Menninger suda boğulmanın ana rahmine geri dönme arzusunu simgelediğini farz etmiştir, Freud çeşitli intihar yöntemlerinin cinsel arzuların doyurulmasını simgelediğini varsaymıştır (kendini zehirleme hamile kalma arzusu, suda boğulma karnında bir çocuk taşıma arzusu, yüksek bir yerden atlama da çocuğu doğurma arzusuydu; Freud bu yorumların her iki cins için eşit bir şekilde geçerli olup olmadığını belirtmemiştir)- yorumların yaratıcılığı mevcut kanıtlardan daha ağır basacak gibi gözükmektedir. Standart psikolojik testlerle ölçülen ve bireylere intiharlarından önceki ay veya yıllarda uygulanan testlerle saptanan kişilik özellikleri, seçilen intihar yönteminin türüyle korelasyon içinde değildir. Silah, zehir, yüksekten atlama, asma veya suda boğulmayı seçenler arasında herhangi bir zekâ düzeyi farkı da saptanmamıştır”

Ahmet Haşim Kaderi

Ahmet Haşim’de bir hüzün hep baki idi…

“Arap Hâşim” lakabının yanından hiç ayrılmaması. “Muharebe oldu mu, sen Türksün, buyur cepheye! derler. Sulh olup da bir yerden iş, memuriyet istedin mi, haydi ordan Arap! diye savarlar” derdi.,

 Hâşim’in bu sözleri de içinde barındırdığı kırgınlığın ifadeleridir.

Garibim Şiirler

Sevdaya mı Tutuldum?

Benim de mi düşüncelerim olacaktı,

Ben de mi böyle uykususuz kalacaktım,

Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?

Çok sevdiğim salatayı bile

Aramaz mı olacaktım?

Ben böyle mi olacaktım?

 Orhan Veli

Yalnızlık Şiiri

Bilmezler yalnız yaşamıyanlar,

Nasıl korku verir sessizlik insana;

İnsan nasıl konuşur kendisiyle;

Nasıl koşar aynalara,

Bir cana hasret,

Bilmezler.

Orhan Veli

Yolculuk

Rıfkı Melûl Meriç’e

Ne var ki yolculukta,

Her sefer ağlatır beni,

Ben ki yalnızım bu dünyada?

Bir sabah kızıllığında

Yola çıkarım Uzunköprü’den;

Yaylının atları şıngır mıngır;

Arabacı on dört yaşında,

Dizi dizime değer bir tazenin,

Çarşaflı, ama hafifmeşrep;

Gönlüm şen olmalı değil mi?

Nerdee!...

Söyleyin, ne var bu yolculukta?

Orhan Veli

Sırası Gelince

acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik

hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra

sen ki eyvan ağıtlarda

sürekli ve ahşap bir gülümseme gibi durdun

gözlerin bozkırdan devşirme

yolların bozgundan derlenmiş

karanlık yolcusu turnaların ve kurdun

ey hüzünlere reâyâ olan derviş

acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik

hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra

tarlalarla uzar gider al kısrak

gökçe çiçek tozar durur sılalarla

oysa ölüm, bir uçtan bir uca

bir uzun kervansaraydır ki

savrulur günü saati gelince

yıkılır yırtıla yırtıla

Hilmi Yavuz

Sanatçı, Sonsuzluk

E. H. Gombrich(1909-2001), “Sanat diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar vardır.”

Kendim hakkında böyle düşünüyorum, benim her şey olduğumu ve benden başka hiçbir şey olmadığını; gördüğüm her şeyin bu olduğunu, çok cepheli, çok düzlemli varlığımı, kendimi gördüğümü söylerken, kendimi ilahlık katına yükseltiyorum. (…) Dünyalar benim bilincimde yaratıldığından, her şeyin başlangıcı benim. Tanrı’yı arıyorum. Kendi içimde kendimi arıyorum.

Rus ressam Kazimir Maleviç “Tanrı Devrilmedi”

[Maleviç’in kendine bu üstün niteliği, Tanrı oluşu atfetmesinin en büyük nedeni, ne maddeci bir ateist oluşu ne de anarşist çevreye yakınlığıdır.]

Gizli Öğreti

Mondrian’ın sanatında açık teozofist simgelemeler Mondrian’ın yakın arkadaşı ve eleştirmen-yazar Michel Seuphor, Mondrian’ın 1899 yılında ilk defa teozofi kavramı ile tanıştığını ve bu yıldan itibaren bu konuda yoğun okumalar yaptığını aktarmaktadır. (Seuphor, 1956, 56-58)

Mondrian’ın teozofi ile olan ilişkisi, 1909 yılında Hollanda Teozofi Cemiyeti’ne üye olmasına kadar okumalarla ve cemiyetin üç ayda bir yaptığı toplantılara katılmakla gelişir. Mondrian’ın bu süre içerisinde teozofi öğretisinin kurucularından olan H.P Blavatskaya’nın Gizli Öğreti, Alman Teozofi Cemiyeti liderleri Annie Besant ve C.W. Leadbeater’in Düşünce Şekilleri ve Görünen ve Görünmeyen İnsan adlı kitaplarını okuduğu ve Steiner’in Hollanda’da verdiği konferansı izlediği bilinmektedir.

Dostları tarafından okuduğu hemen hiçbir kitabı elinde tutmadığı söylenen Mondrian’ın Blavatskaya’nın kitabını ömrü boyunca sakladığı belirtilmektedir.

1900’lü yılların başlarından itibaren resimlerinde öne çıkmaya başlayan teozofist simgeler bu yıldan itibaren resimlerinin egemen öğesi haline gelmektedir. Kendisi de bir tasarımcı ve mimar olan Rudolf Steiner’in gerçekliğin bilgisini edinebilecek özel kişiler arasında saydığı teozofistler, durugörülü kişiler ve filozofların yanına sanatçıları eklemesi de sezgi yoluyla edinilen bilgiyi daima sanatçının üstün bir vasfı sayan Mondrian’ın kimlik arayışında ve sanatının bu erken döneminde teozofiye olan inancının güçlenmesinde etkili olmuştur. Teozofi düşüncesinde yer alan görmeyi unutmuş varlığımızın tinsel gözlerini, gerçek, tinsel bilgiye açmak, bunu da kişiyi üç aşamalı bir eğitimden geçirip, özel kişi haline getirmekle gerçekleştirdiği savunulan tinsel evrim savı, özellikle 1911 tarihli Evrim Üç Kanatlısı’nda her adımda izlenebilmektedir. Tinsel evrimin bu adımları hazırlanma, aydınlanma, özel kişi oluştur. Hazırlanma imgelemle; aydınlanma esinle; özel kişi oluş sezgiye, sezgisel bilgiye ulaşmakla mümkündür. Bu üç aşama süresince adaylar sınanır, arılaştırılır, güçlendirilir, böylece tinsel yükseliş başlar. (Galbreath, 1986, 388-389) Mondrian bu savı sadece betimlemekle kalmamış, bu üç basamağın sanat üretiminde esas olduğunu, daha sonraları kaleme aldığı yazılarında sıkça vurgulamıştır. Bu resim Mondrian’ın bütün sanat üretiminde bu denli açık bir simgeciliği uyguladığı tek yapıt olmasıyla da önemlidir.

   Sol kanatta tinsel yükselişe hazırlanmakta olduğunu gördüğümüz dişi figürün omuzlarındaki çiçek benzeri motifler, doğrudan Çarkıfelek Çiçeği tablosunu anımsatmaktadır.

Mondrian şüphesiz, tinsel kurtuluşa giden bu hazırlanma sürecini İsa’nın çilesine benzetmiştir. Dişi figürün omuzlarından çıkan bu çiçekleri aynı zamanda bu hazırlık evresinde meyve vermeye başlamak olarak değerlendirmek de mümkündür. Sağ kanatta bu çiçekler altı köşeli yıldıza dönüşmektedir. Altı köşeli yıldız dinsel sembolik arka planının yanı sıra Teozofi Cemiyeti’nin sembolüdür. Nitekim bu eserde Steiner’in iddia ettiği tinsel aydınlanmaya yani özel kişi oluşa doğru giden öğrencilik yani aydınlanma süreci adım adım yaşanmaktadır. İç yaşamını bu anlamda etkileyebilen, tinsel kavrayışta adım adım ilerler. (…) Bu dünya ile ilgili gerçeklerin ne anlama geldiğini öğrenir (…) İnsan neslinin büyük tinsel-önder güçleri ona, anlamını ancak şimdi kavrayabileceği bir biçimde bilgeliğin gizlerini açarlar. (…) Kavrayış yolcusu bilgeliğin öğrencisi olur. (…) Kavrayış ışığı artık dışından aydınlatmaz, kendisi bu ışığın kaynak noktasında yer alır. (Steiner, 2002, 162-163) Yolculuğun son basamağında yani özel kişi oluşun betimlendiği merkez panoda, adeta Steiner’in aktardığımız cümlesi betimlenmektedir. “Kendi ışığı ile aydınlanan” figürün meditasyon halinin sona erdiğini ve gözlerini kocaman açıp bakmakta olduğunu görürüz. O artık, Steiner’in deyimi ile gözleri tinler ülkesine, tinsel gerçekliğe açılmış olan kişidir. (Steiner, 2002, 113-114)

 Bu “gören kişi” oluş imgesi, figürün başı etrafındaki hale ile de desteklenmektedir. ‘Gören kişi’ için ruhsal yaşamın kendine özgülüğü hale ile açıklık kazanır. (Steiner, 2002, 113-114) Bu tinsel süreç sadece figürün deneyiminin öykülenmesi ile değil, renk seçimi ve rengin uygulanma biçimi ile de ifade edilmektedir. Yoğunlaştırılmış, ancak ışığını içinde barındıran mavinin gücü ile kırmızı ve sarının güçlü kontrastı beslenmektedir. Mondrian’ın eserini sadece ana renkler ve bir renk olmayanla –beyaz- oluşturması sezgisel bir tavır mıdır bilinmez, ancak bu renklerin teozofist Düşünce Şekilleri metninde yüklendikleri sembolik anlam açıktır. Bu metne göre kişi net olamadığı, karmaşık duygu ve düşüncelere sahip olduğunda düşünce-şekillerinin rengi arı değildir ve değişkendir, değişkendir çünkü henüz kendi varlığının idaresini taşıyamadığı için başka düşünce biçimlerinden etkilenmektedir. Kişi kendi varlığına haiz olunca bu renk arılaşacaktır (Besant ve Leadbeater, 1988, 20).

Yine aynı metinde parlak mavi dinsel duygunun ve adanmışlığın ifadesiyken, çiçek formu özveri ve kendini adamanın simgesi olarak değerlendirilir. Metinde koyu ve parlak kırmızı soylu öfkenin, siyah kötülüğün rengi olarak ifade edilmektedir. Nitekim sol kanattaki çileyi ve arınma mücadelesini temsil eden çarkıfelek çiçeği, kötülüğü zapt etmeye, sınırlandırmaya uğraşan bir öfke gibi kırmızı ve siyahla oluşturulmuştur. Sağ kanattaki altı köşeli yıldızın altın sarısı ise aydınlanmanın, bilgeliğin halesinin rengidir. (Besant ve Leadbeater, 1988, 25-41) Merkez panoda bu altın sarısı, figürü neredeyse tamamen kuşatmıştır. Mondrian’ın 1910 tarihli Kumul adlı tablosu bu dönemde en çok kullandığı temalardan biri olan Hollanda sahilindeki kumulları resmettiği eserlerden biridir. İleride “kıvrımlı yapısından dolayı ve ufki düzlük hissi yarattığı için kadın ruhunun deniz ve kumulların yatay çizgilerinde bulunacağını” yazacak olan Mondrian’ın bu eserinde resmedilen kumul, daha ziyade teozofist kurama göre arı bilgeliğin rengi olan altın sarısının, saf dinsel sevginin parlak mavisi ile birleşmesi sonucunda gizemli bir yolculuğa giden yönü işaret eden bir yükseliş duygusu ile betimlenmiştir. Blavatskaya’nın öğretisine göre teozofinin başlıca amaçları dinsel dogmacılıkla ve bilimde maddecilikle mücadele etmek; evrenin yasalarını bilimsel olarak araştırmak; insanın gizil güçlerini ve insanlığın kardeşliğini geliştirmektir. Teozofi Hıristiyan kilisenin aksine Doğu dinlerinin öğretilerine, özellikle Budizm’e ağırlıklı yer verir ve İsa’yı Hıristiyan kilisesinden bağımsız olarak bir sembol olarak kullanır. Blavatskaya’nın gizli öğretisi bilim, din ve felsefenin bir sentezidir. Blavatskaya’nın bu anlayışı özellikle Mondrian’ın yeldeğirmeni ve kilise kulesi betimlerinde adeta görselleşmektedir. Geometrik bir anıtsallıkla yükselen değirmenler ve kuleler, ilahi varlıklarını yansıtırken, teozofist renk ve sembollerle, özellikle teozofist aydınlanma sürecinin temel bir unsuru olan yükseliş duygusuyla beslenirler. 1911 tarihli Kırmızı Değirmen Mondrian’ın yaklaşık 1900’lerin başlarından beri sıklıkla kullandığı bir tema olan yeldeğirmeni motifini adeta teozofist bir simgeye dönüştürmektedir. Devasa gövdesi ve kırmızının yarattığı kararlılık ve sağlamlık duygusuyla bir anıtsallık yaratarak göğe doğru ulaşan bu değirmenin kolları ise adeta Evrim Üç Kanatlısı’nın merkez panosundaki figürün başının çevresindeki haleyi işaret etmektedir. Bu eserde değirmen adeta kendi içine yönelmiş, tinsel varlığını keşfetmiş ve kendi ‘özerk’ varlığının idaresini eline almış bir insan figürü gibi sapasağlam durmakta ve insanın doğaya bağlı kökeni –toprak- ile, tinsel varlığına ve bunun simgesi olarak ulaşmaya çabaladığı gökyüzü arasında güçlü bir dengeyi sağlamakta, bir yandan göksel olanla temas ederken bir yandan da dünyevi varlığını güçlendirerek toprağa adeta kök salmaktadır. Evrim Üç Kanatlısı’nda olduğu gibi burada da renkler olabildiğince indirgenerek iki ana renkte, kırmızıyla mavide ve onların güçlü kontrastlarında karar kılınmıştır. Bu kontrast resmin ilahi mesajını güçlendirirken, yükselme duygusunu artırmaktadır. Toprağın renginin de maviye çalması tinsel bilgiye erişmiş kişinin –sanatçının-, maddi dünyaya bu tinsel varlığından ve bilgisinden bir şeyler katacağı olarak yorumlanabilir. İlerleyen yıllarda Mondrian’ın resminin temelini oluşturacak olan ve burada yerin yatay kuruluşu ve değirmenin dikey kuruluşu ile ortaya konan yatay-dikey, eril-dişi kontrast, değirmenin kollarının yerleştirilmesi ile bir anlamda dengelenmekte ve bu kollar hem göksel olanla temas kurarken hem de değirmeni “dünyevi” olanda zaptetmektedir. (Alıntı)

Bir Gün, İki Cinsin Birleşip

Hollandalı ressam Piet Mondrian’ın (1872-1944) geometrik soyut bir resim biçemi olan yeni-plastik resim dilini, temelde insanın birtakım duyuüstü beceriler geliştirerek maddi gerçekliğin ötesini, aşkın olanı idrak edebileceği savına dayanan metafizik bir öğreti olan teozofi ile tanışması sonucunda, sanatının özgün bir dönüşüm sürecine girmesi ile sanatının geleceğin aydınlanmış insanına anahtar olacak bir anlayışını kurgulamıştır. Mondrian’ın ızgara resimlerinde yatay dikey karşıtlığına nasıl kaynaklık ettiği ortaya konmuştur. Spinoza’nın geometrik bir temele dayanan ontolojisinde cevher hakkında bilgi edinmenin yolları olarak sunulan ve cevherin sıfatları olan düşünce ve uzamın, Mondrian’ın ızgara resimlerinde, rengi kapamadan sınırlandıran dikeylik unsuru ile renk elemanının ilişkilerine yorum getirmiştir. Ayrıca Spinoza’nın ontolojik tartışmasının önemli noktalarından biri olan sonluluk-sonsuzluk ilişkisinin Mondrian’ın ızgara resimlerinde tuvalin dışında da devam ettiği düşündürülen şeritlerde ortaya konduğu ve bu şeritlerin hem Spinoza hem de Mondrian’ın hakikate götüren bilgi olarak gördüğü sezgisel bilgi biçimine işaret etmiştir.

Bir gün, iki cinsin birleşip tek bir yetkin varlık olacağı şeklindeki teozofist inançta olduğu gibi, dikey/eril ve yatay/dişi eleman burada birbirlerinin niteliğini karşılıklı olarak içermektedirler.

Bütün bu nedenler Izgaralı Kompozisyonda (...) şimdilerde bazı parçaları  biçiminde asıyorum, böylece kompozisyon + gibi oluyor; buna karşın şeklinde asarsam kompozisyon x gibi oluyor.

Gazi Teşkilatı / Aksaçlılar

Yıldırım Bayezid dönemin görgü tanığı Schiltberger’in eserinde Hıristiyanlara karşı kutsal gayelerle savaşan bir Müslüman teşkilatının mevcut olduğunu, Türkiye’de bunların sayılarının hayli fazla olduğunu ve âdetleri gereği daima Hıristiyanlara karşı sefere çıktıklarını yazmaktadır.

Burada Schiltberger, bu teşkilatın geçmişi hakkında kendi zihninde oluşan şekliyle bazı kısa bilgiler vermektedir:

“Muhammed henüz hayatta iken kırk yardımcısı vardı. Bunlar özel bir teşkilât kurdular ve Hıristiyanlara karşı bir anlaşma yaptılar. Kuralları şu idi: teşkilata girmek isteyen herkes, rastladığı hiçbir Hristiyan’ı sağ bırakmamaya, tutsak almamaya ve bunu herhangi bir yarar için veya para için yapmamaya, yemin etmek zorundaydı. Müslümanların, Hıristiyanlara karşı açtığı bir savaşta bulunmayan herkesin, bir Hıristiyan satın alıp onu öldürmesi gerekiyordu. Bu teşkilatın üyelerine “They” (Gazi ?) denilirdi. Türkiye’de bunlardan çok vardır…”

[Johannes Schiltberger, Türkler ve Tatarlar Arasında (1394-1427), terc.: Turgut Akpınar, İstanbul 1997, s. 164. ]

Alastor

Zeus'a ya da Erinys'Iere atfolunan, asla affetmeyip mutlaka öç alan bir ruh.

**

Nondum amabam, et amare amabam,

quaerebam quid amarem, amans amare.

**

Sevmiyorken ve sevmeyi sevmiyorken seveceğim şeyi, sevmeyi severek araştırıyordum."

İtiraflar, St.Augustine

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar