Ahdime Vefalıyım
55
Vezin: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler,
Ol ahde vefâ eyleyüp ikrâra gelirler.
Anlar ki ezel gözleri saçında kaluptur,
Bunda seni hiç bilmeyüp inkâra gelürler.
Çeşmin kadehin nûş eden abdâl-ı ilâhî,
Ol âşk ile bu âlemi devvâre gelirler.
Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı,
Mansûr gibi meydâna girüp dâra gelirler.
Şol dâneleri gör biter eşçâr olur,
Sırrıyle içinden yine esmâra gelirler
Her tohumu neden aldın ise eksen anı bil,
Her cinsi yine bittiği eşçâre gelirler.
Hiçbiri izinden çıkıp âher yola gitmez,
Her birisi bir yol ile bazâra giderler.
Yoları ne var ayrı ise hep sana âşık,
Cümle seni ister sana didâre gelirler.
Elbette bu bağ içine kim girse Niyâzî,
Hârın gezüp evvel sonu gülzâre gelirler.
Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler,
Ol ahde vefâ eyleyüp ikrâra gelirler.
Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra [1] gelirler,
Ol ahde vefâ eyleyüp ikrâra gelirler.
Niyâzî-i Mısrî, bu ilâhide devir nazariyesini ağaç ve meyve istiaresi ile işlemiştir. Tasavvufî bir tabir olarak devir, varlıkların Allah Teâlâ’dan gelip yine Allah Teâlâ’ya dönüşünü açıklayan bir nazariyedir. Bu nazariyeye göre mutlak varlıktan ayrılan ilâhî nur, iniş (kavs-i nüzûl) ve yükseliş (kavs-i urûc) olarak adlandırılan birtakım mertebelerden geçerek yine aslına dönüştür.
Devriyyeler işledikleri konu bakımından iki kısma ayrılır.
Vücûd-ı mutlaktan ayrılan nur-ı ilâhînin âlem-i süflî olan dünyaya, toprağa intikaline kadar geçen süreyi anlatan devriyyelere devr-i ferşiyye;
İlâhî nurun sırasıyla toprağa, madene, bitkiye, hayvana, insana ve nihayetinde kâmil insana intikal ederek ilk zuhur ettiği asıl kaynağa (Allah Teâlâ’ya) dönmesi sürecini işleyen devriyyelere ise devriyye-i arşiyye adı verilir.
Ferşiyyelerde mutlak varlıktan ayrıldıktan sonra dünyaya inişe kadar katedilen yolculuk, arşiyyelerde ise dünyadan tekrar yüce âleme, huzûr-ı ilâhîye kadar yükseliş, fenâ fillâha eriş konu edilmiştir.
Anlar ki ezel gözleri saçında kaluptur,
Bunda seni hiç bilmeyüp inkâra gelürler.
Onlar ezelde gözleri saçında kalmıştır,
Bu dünyada seni hiç bilmeyip inkâra gelirler.
İnkâr edenler aslında inkâr ederken ezelde gördükleri Allah Teâlâ’yı aradılar. O gördükleri şekilde anlatanı bulamayınca anlattıkları ilâhı inkâr ettiler. Buna engüzel örneği Muhyiddin Ârabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Fusus’ul Hikem’de Nuh Fass’ında onun tebliğini anlatırken buyurdu ki;
Yalnızca tenzih[2] edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
Yalnızca teşbih[3] edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
Hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
Dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
İmdi iki varlıktan söz eden, ortak kılıcı oldu
Ve (çokluğun ötesinde) tek olandan söz eden, bir’leyici oldu.
Eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
Ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
İmdi, sen O değilsin ve sen O’sun;
Ve sen O’nu şeylerin ayn’ında
Kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Eğer Nuh aleyhisselâm, kavmi için bu iki daveti birleştirseydi, elbette kavmi kendisine icabet olurdu.
Bir rivayette ise, Allah Teâlâ, kıyamet günü zâtında bulunduğu hal üzere kullarına tecellî eder. Fakat hiç kimse Allah Teâlâ’yı kabul etmez ve “Sen bizim Rabbimiz değilsin” diye kaçışırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, herkese herkesin zâtı hakkındaki tasavvuruna göre tecellî eder. Böylece herkes, kendi inancına göre gördüğü Allah Teâlâ’yı kabul eder. Ve O’nu ikrar ederler. Ancak Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmekten aciz kalmışlardır. Sadreddin Konevî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, bunu şöyle ifade etmiştir:
“Hakk, kıyamet günü müminlere tecellî eder, onlar da Hakk ile kendileri arasındaki alâmeti görmedikleri sürece, Hakkı inkâr ederler ve ondan kaçınırlar. Söz konusu bu alâmet, Hakka dâir ‘o şöyledir, şöyle değildir’ şeklindeki inançlarıdır. Hakk, onlar için suretlerde başkalaşır (tahavvül) ve her birisi, kendi alâmeti ile O’nu tanır.” [4]
Herkes “kendisi bakımından” bir inanca sahip olur ve böylece kendinin gördüğü persfektiften Rabbine nazar eder.
Çeşmin kadehin nûş eden abdâl-ı ilâhî,
Ol âşk ile bu âlemi devvâre gelirler.
Gözün kadehini tadan Allah’ın abdâl kulları [5]
O âşk ile bu âlemi dönmeye gelirler.
“Abdal-ı ilâhî “ Hakk deryasına dalmış kişi, anlamına gelmektedir. Onlar beden kılıflarına girmezden önce de Hakk deryası içinde oldukları halde o deryayı görebilen kişilerdir. Bundan ötürü onlar, o âlemde de mânâ gözü ile (her taraftan kendilerini kuşatmış olan) Hakk nurunu gördükleri için, bu âlem-i devvara (devreden, dönen bu âleme yani kâinata) gelirken de bu aşkla doludurlar.
Kadehten murad ise; Hak talibine yaptığı ism-i Celal telkinidir. Ya da dilinden dökülen marifet-i ilahiye’ye dair sözlerdir.
Salik onları dinledikçe verdikleri, zevkle mest olup, aklı bir şeye ermez olur…[6]
Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı,
Mansûr gibi meydâna girüp dâra gelirler.
Kimin gönlü saçının teline onda dolaştı,
Mansûr gibi meydâna girip dâr ağacına gelirler.
Eski edebiyatımızda âşıkı bağlayan yârin saçının ona dolanan teli olduğu sık sık dile getirildiği için âşık kulu her taraftan çevreleyen Hakk nuru deryasını fark edenlerin bu âlemde de Mansur gibi darağacında olduklarını, yani kendi varlıklarının da Hakk nurundan ibaret olduğunu anlayarak yokluk idrakine ulaştıklarını belirtmiştir.
Şol dâneleri gör biter eşçâr olur,
Sırrıyle içinden yine esmâra gelirler
Şu tâneleri gör biter ağaçlar olur,
Sırrıyle içinden yine meyvelerle gelirler
Mutasavvıflar tarafından da âlem-ağaç ve insan-meyve münasebeti söz konusu edilmiştir. Burada, aslında ağacın kendisi değil, bu ağaçtan hâsıl olan meyve, yani yaratılışın en üstün ve en son noktası olan insandır.
Âlemin bir ağaç olarak düşünülmesi tasavvuru, meyvenin aslı çekirdek, çekirdeğin aslı meyvedir ve devir emrinin varlığı bu duruma bağlıdır. Bir ağaçtan maksadın meyvesi olması gibi, âlemin yaratılısından maksat da insandır.
Meyvenin kendisine vücut veren ağacın bütün varlığını ve özelliklerini ihtiva etmesi gibi, insan da kâinatın tüm özelliklerini şahsında barındırır. Bir baska ifadeyle âlem âdemdir, âdem âlemdir. Niyâzî-i Mısrî ise, her ağacın asıl kaynağı olan çekirdeğinin özelliklerini taşıyacağını, o ağaçtan meydana gelen çekirdeğin yine aynı cins ağacı meydana getireceğini bu beyitte dile getirmiştir.
Mürşid dervişine karşı kanaatkâr olarak hareket etmesi yanında hizmet ederek ve yetiştirerek rızkını Allah Teâlâ’dan alıp kula ihsan ederek ferşten arşa seyrini tamamlaması için yardım eder. Ehlullah “Onlara verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.” [7] Sırrınca esirgeme ve korkudan emin olarak hareket ederler.
Bil ki rızık üç kısımdır.
Birincisi, cisim rızkıdır ki o, yenilen, içilendir. Onunla beden taat üzere kuvvetlendirilir.
İkincisi, nefs rızkıdır ki o. kurallar ve hükümlerdir.
Üçüncüsü, ruh rızkıdır ki o da, hakikatler ve sırlardır.
Birincisi pazarlardan talep edilir; ikincisi okullardan üçüncüsü ise tekkelerden talep edilir.[8]
Her tohumu neden aldın ise eksen anı bil,
Her cinsi yine bittiği eşçâre gelirler.
Her tohumu nerden aldın ise eksen bil onu,
Her cinsi yine bittiği ağaca gelirler.
İmam Şebüsterî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, Allah Teâlâ dostunu bir tohuma benzetmekte ve devri arşiye ve ferşiyenin sürekliliğinde insan-ı kâmili merkeze alrak ifade eder ki;
Tohum gibidir Allah dostu.
Su ve toprakla, öyle gürbüz bir ağaç olur ki,
yedinci kat göğü bile aşar.
Aynı tohum yeniden düşer toprağa.
Allah Teâlâ’ın izniyle yüzlerce ağaç olur, Meyve verir.
Bir nokta olan tohum, olgunlaşınca
Çizgiye benzeyen ağaç haline gelir.
Noktayken çizgi olur,
Çizgiyken tekrar küçülür ve noktalaşır.
Bu seyahat yenilenir, yenilenir de
Yolcu kemâle erince, artık son noktaya varır.[9]
Hiçbiri izinden çıkıp âher yola gitmez,
Her birisi bir yol ile bazâra giderler.
Hiçbiri izinden çıkıp başka yola gitmez,
Her birisi bir yol ile pazara giderler.
Her sıfattan sürekli olarak devredenin Allah Teâlâ’ın zâtıdır. Zâtı bazen azizlerden bazen de eşkıyalardan tecelli eder.
Yoları ne var ayrı ise hep sana âşık,
Cümle seni ister sana didâre gelirler.
Ne varsa yoları ayrı ise hep sana âşık,
Hepsi seni ister sana yüze gelirler.
İnsanların yolları birbirinden farklı olsada hepsi birer meyvedir. Yani hepsi olgun ya da ham meyvedir. Ham meyve suretinde olanlar eşkıya, olgun meyve suretinde olanlar ise evliya olarak Hakk’a gelirler.
Elbette bu bağ içine kim girse Niyâzî,
Hârın gezüp evvel sonu gülzâre gelirler.
Elbette Niyâzî bu bağ içine kim girse,
Önce dikenliği gezip sonra gül bahçesine gelirler.
“(…)Tecellîyi insanda devir tamam oldu, durdu; (Rahman) istivâ etti! İnsanın vücudu “arş”tır. (Allah Teâlâ) Kelâm, akıl ve idrak, kemâliyle insanda göründü ve zuhûr etti.
Binaenaleyh kenz-i mahfî (gizli hazine) âşikâr olmuş oldu. Yani kendini idrak edip bilmek isteyen tabiat-ı külliye, terkib-i kuva (kuvvetli melekelerle yaratınca) ederek, insanı vücuda getirince, insan akıl ve idraki sayesinde kendini de bilmiş, tanımış oldu demektir.
Kuva-yı tabiîyenin böyle bir insan vücuda getirecek surette toplanması “haşr”dır. Mevt-i zâhirî ile fenâ-pezîr (ölünce) olup da eczâ-yı bedenin yine tabiat-ı câmideye rücûu da (cansız varlıklara dönüşü, toprak oluşu) “neşr”dir.
O halde insan sahihen hilkatte maksûd-ı yegânedir; maksûd-ı aslîdir, âdeta ağacın meyvesi gibidir; meyve nasıl bütün bir ağacın kabiliyâtını câmi ise ‘nüsha-i kübrâ’ ve ‘berzâh-ı câmi’ olan insan dahi bütün şu kâinat-ı maddiyenin zübdesidir, özüdür. Akıl ve idraki itibariyle de kulağıdır, gözüdür.
Âdî ve şakî adamlar ham yemişe (meyve) benzer, kâmiller olgun yemiştir. Ondan tekrar bir ağaç vücuda gelebilir ve binlerce yemişler verir. İnsandan bir koca kâinat çıkar. Cennet, cehennem, arş ve kürsî hep ondadır. Tabii çekirdekten ağacın ağaçtan çekirdeğin peydâ olması da “devir” demektir.
Tabiatta bütün bu “kevn ü fesâd” (dünya âlemi) bir insan-ı kâmil yetiştirmek içindir.”[10]
[1] Dâr: Dünya, ev; Dâra: Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. Hükümdar. Cenab-ı Hakk'ın bir ismi
[2] Tenzih: Allah Teâlâ'yı her çeşit kusur, noksan ve ortaktan uzak bilip söylemek, eksik ve kusurdan uzak sayma.
[3] Teşbih: (C.: Teşbihât) Benzetmek, benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek.
[4] bkz. Suad el-Hakim, el-Mu’cem, 87 vd; Ebu’l-Ala Afifi, Fusûsu'l-Hikem Okumaları İçin Anahtar (trc. Ekrem Demirli, İz Yay. 2000), s. 54 vd. Vahdet-i vücûd ve ilâh-ı mutekâd hakkında bkz. Abdülganî en- Nablûsî, Gerçek Varlık, 76 vd; Konevî’de İlâh-ı mutekâd ve “sübjektif Tanrı” tasavvuru için bkz. Nihat Keklik, Sadreddin Konevî’nin Felsefesinde Allah-Kainat ve İnsan, s. 51 vd.; Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Mârifet ve Vücûd, s. 145 (doktora tezi, M. Ü. S. B. E., 2003)
[5] Ebdal: Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar. Evliyâ zümresinden bir cemaat. Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir. (Mâsivâ alâkasından mücerret ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetinde fâni ve müstağrak olan zâtlar. O.S.)
[6] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, ONUNCU SUAL VE CEVABI
[7] Bakara, 3
[8] (ÇETİN, 1999), s.135; (BURSEVİ), v.123a, 89. Varidat
[9] Sebüsterî, Gulsen-i Raz, (Haz. Sadık Yalsızuçanlar), İstanbul 1999, s. 99.
[10] UÇMAN, Abdullah, Rıza Tevfik’in Halk Edebiyatı İle İlgili Makaleleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,Ankara 1982. s. 202-203.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar