Print Friendly and PDF

Dinmez Efganım Benim


     م       M





126





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Evvelimde dinmez idi âh-u efgânım benim,
Gice gündüz bitmez idi zâr-ı giryânım benim.





Düştü âşk odu bu cânâ yaktı kül etti beni,
Kül olunca yanmaz oldu nâr-ı sûzanım benim.





Hâr-u hâşâk-i enâniyet yanalı âşk ile
Arş-ü kürsîden geniş açıldı meydânım benim.





Âr-u nâmus şîşesin yerlere çalıp kırmadan,
Vech-i Hakk’ı olmadı her yüzde seyrânım benim.





Râhat ile istedim vaslını kahretti bana,
Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim.





Top ile çevkânı sundu bana canan lutf ile
Bendedir amma görünmez top ile çevkânım benim.





Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlümü,
Şerh olunmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim.





Âlem ol vech-i âmâ’dır hayret andandır bana,
Bu vücûdum gamı örttü mihr-i rahşânım benim.





İbtidâ azmeyleyince bu cihân iklimine,
Bir libâsım yok idi kim örte uryânım benim.





Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana,
Anların dahi durur eskidi kaftânım benim.





Suya vardık anlar ile kapların doldurdular,
Ben de vardım testimi mahvetti ummânım benim.





Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçin,
Ben dönerdim lîk gözden mahfî devrânım benim.





Halka bir gez dönmeden ben nice devreyledim,
Bilmediler devrimi yanımda yârânım benim.





Yâr ile ahdeyledim gâh dağılıp gâh cem olam,
Tâ ezel budur anınla ahd-ü peymânım benim.





Anın için gâhı cem’im gâh perîşân tâ ebed,
Döndü kaldı üstüme cem’ü perîşânım benim.





Döndürür dâim Muîd ismi takâzâsı beni,
Nokta-i zâtım değil sûrette cevlânım benim.





Devre-i Arşiyye’den her kim haberdâr olduysa,
Ol duyar ancak Niyâzî ilm-ü irfânım benim.
 





Evvelimde dinmez idi âh-u efgânım benim,
Gice gündüz bitmez idi zâr-ı giryânım benim.





Evvelimde dinmez idi âh ve efgânım benim,
Gece gündüz bitmez idi iniltim ağlamam benim.





Tasavvufî terbiyenin ilk dönemlerinde bu tür ağlama ve sızlamalar çok olur. Büyükler tarafından fazla itibar edilmez. Bazıları bu iptida halini ileri zamanlarda kaybedince üzülürler. Aslında bu halin kaybedilmesine üzülmemenin gerekli olduğunu bilmek gerekir.





Aslında bu kemalat ve olgunluk işaretidir. [1]





Sonuca kavuşmuş olan kişiler, yolun başlangıcında, kazandığı şevki, arzuyu özleyebilir. Şiddetli arzunun azalması makamın daha yükseldiğini, daha yaman olunduğunu gösterir. Bu makam korku makamıdır. Korkan kişinin gözünden yaş düşmez. Düşerse, bu niyazın semeresidir.[2]





Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;





“Ateş ne kadar hararetli olsa da, pişmiş testi ter dökmeden kurtulmuştur.





Düştü âşk odu bu cânâ yaktı kül etti beni,
Kül olunca yanmaz oldu nâr-ı sûzanım benim.





Düştü âşk odu bu cânâ yaktı kül etti beni,
Kül olunca yanmaz oldu yakıcı ateşim benim.





Hâr [3]-u hâşâk-i [4]enâniyet yanalı âşk ile
Arş-ü kürsîden geniş açıldı meydânım benim.





Hor ve süprüntü olan nefsimin varlığı âşk ile yanalı
Arş ve kürsîden geniş açıldı meydânım benim.





Benliğim mahvolalı benim meydânım arş ve kürsîden geniştir, yani arştan daha genişim. Kudsi Hadiste Cenâb-ı Hak “Ben yere göğe sığmadım, ancak mü'min kulumun kalbine sığdım”[5] buyurmuştur. Çünkü mü’min kulum (İnsân-ı Kâmil ) mertebe ve isimlerimi câmidir. Diğer yarattıklarım ise yalnız bir ismime câmîdir.





Meselâ: Melekler yalnız kuvvet isminin mazhârı, madenler aziz isminin mazhârı,  insan ise bütün isimlerini câmidir.





İlk zamanlarda “Sofiyye” tarikatinde tevhid makâmları yalnız bir isimle, yani “Lâ ilâhe illa’llâh”  kelimesiyle tarif ve telkin olunurdu.  Sonradan İbrâhim Halvetî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz hazretleri buna altı isim daha ilâve ederek yediye çıkardı: “Lâ ilâhe illa’llâh, Allâh,  Hû,  Hak,  Hayy,  Kayyûm,  Kahhâr” dır. 





“Lâ ilâhe illa’llâh” ile tevhid-i ef’âle işaret etti,  yani “Lâ hâlika illallâh” Allâhtan başka yaratıcı yoktur. “demek istedi.





“Allâh” ismiyle, Tevhid-i sıfat’a işâret etti,  Çünkü Allâh ismi bütün isimleri câmîdir.





“Hû” ismi gayb-ı mutlaka delâlet etmekle,  anınla tevhid-i zâta işâret etti. Cem makâmında halk bâtın, Hak zâhir olmakla





“Hakk” ismiyle makâm-ı Cem’e işâret etti. Hazretil cemde Hâk bâtın,  halk zâhir olduğundan





“Hayy” ismiyle telkin eylediki, şerîat makâmıdır. “Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın” âyeti kerîmesi mucibince evvel, âhir, Zâhir, bâtın her şeyin vücûdu Hakk’ın vücûdu olduğundan ve Hakk’ın vücûduyle kıyâmı olduğundan





“Kayyum” ismi ile “Cem-ül Cem “makâmına işâret etti.





“Kahhar” ismiyle “Ahadiyyet” mertebesine işâret etti.





Âr-u nâmus şîşesin yerlere çalıp kırmadan,
Vech-i Hakk’ı olmadı her yüzde seyrânım benim.





Âr ve nâmus şişesin yerlere çalıp kırmadan,
Hakk yüzü olmadı her yüzde seyrânım benim.





Ar ve namus şisesi “nefsin” dolayısyla varlığın temsilidir. Her yüzde Hakk’ın isim ve sıfatlarını bilmeden hakikate ulaşılmayacağıdır.





Râhat ile istedim vaslını kahretti bana,
Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim.





Vaslını râhat ile istedim kahretti bana,
Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim.





Allah Teâlâ’nın gülmesi te’vilsiz (yani başka bir manâ ile tefsir etmeden) olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bazı zaman mahlûk sıfatıyla sıfatlanır ve “Gadab-allâh-i aleyhim” de olduğu gibi. Öfkelenme, sevinme gibi sıfatlar birer mahlûk sıfatıdır. Buradaki manayı beşeri düşünmemek gerekir.





Allah Teâlâ’nın rahatlıkta bulunmaması insanların sıkıntıları içinde gafletten emin olmalarıdır.





“ Ve insana bir sıkıntı dokununca da, yanı üzerine yatarken veya otururken veya ayakta iken Bize dua eder. Vaktâ ki, ondan o sıkıntıyı açıvermiş oluruz, sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı Bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte müsrifler için yapar oldukları şeyler böyle süslenmiştir.” [6]  





Top ile çevkânı[7] sundu bana canan lutf ile
Bendedir amma görünmez top ile çevkânım benim.





Bana canan lütuf ile top ile değneği sundu
Bendedir amma görünmez top ile değneğim benim.





Franz Anton Mesmer  (1734-1815) ne eski tıpta ve ne de çağdaş tıpta kendi yaptığı keşfin karşısında şaşırıp kalmıştı. Mıknatıs yöntemi yerine yeni bir yöntem keşfetmişti.





Kurşun, bakır, gümüş, altın ve kalay; alçak ve aynı zamanda diğerleri gibi ruhsuz olan demirler hiçbir canlılık göstermeyip sadece çekim kuvvetine itaat ederken, mıknatıs bir ruh içerir, bunun yanı sıra da bir canlılık gösterir. Mıknatıs kendinden farklı olan cansız demirleri kuvvetlice kendine çeker; bize diğer sade nesneler arasında bir irade gösteren bu mükemmel varlığın, evrenin başka dünya dışı güçlerine ve kurallarına iradesizce itaat ettiğini düşündürür. Bir iğne şekline getirilmiş haliyle demir parmağım emin bir şekilde kutbu gösterir. Gemilerin ve yolunu kaybetmişlerin yol göstericisi olur. [8]





Fakat sonra Mesmer'in dürüstçe: "Ben yanıldım, mıknatıs bir işe yaramıyormuş, onda bulunduğunu sandığım hiçbir güç yokmuş ve kendimin de şaşırdığı anlaşılmayan nedenler bizzat benden kaynaklanıyormuş" diyememiştir. [9]





Tedavi için kullanılan mıknatıs aslında insandaki animal (hayvani) enerji olmadan işe yaramadığı görülmüştür. Bu anlatılan durum göstermektedir ki her olan şeyde bir “ben”in etkisi var.





Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlümü,
Şerh olunmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim.





Hayret içinde hayrete şöyle düşürdü gönlümü,
Açıklaması olmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim.





İbn’ül Arabî, Allah Teâlâ’nın zâtının bilinmesiyle varlığının ve ilah oluşunun bilinmesi arasında ayırıma gider. Maddî âlemle hiçbir ilişkisi olmadığı için Zât’ın idrak edilmesi de söz konusu değildir. Allah Teâlâ, Zât mertebesinde her türlü zuhûrdan ve belirlenmişlikten münezzeh olduğu için hiçbir şekilde ihâtâ edilip idrak edilemez. Zât’ın idraki konusunda İbn’ül Arabî, tıpkı diğer sûfîler gibi bilinemezcidir. Hakk’ın ancak var, bir ve ilah olduğu bilinebilir, sıfatları ve fiilleri açısından tanınabilir, fakat nasıl bir Zât olduğu aslâ düşünülemez. Bu sebeple, insan bilgisinin Allah hakkında ulaşabileceği nihâî nokta, ulûhiyyet ve sıfatlar mertebesidir. O’nun sıfatlarının bilinmesi ise, ancak Allah’ın kendisini bize açmasıyla (keşf) mümkündür.Zât’ın bilinemezliği ve mahlukâta ait sıfatlarla her hangi bir şekilde nitelenemez olduğu hususunda, İbn’ül Arabî, geleneksel anlayış doğrultusunda tenzihten yanadır. Bu îtibârla Zât ancak selbî sıfatlarla nitelendirilebilir ve insana Zâtî tecellî de söz konusu değildir. Aksi takdirde Allah Teâlâ ile kulu, Rabb ile merbûbu bir birinden ayırma imkânı kalmazdı. Bu sebeple her ne kadar genelde sûfîler ve özelde İbn’ül Arabî, metafizik alanda diğer bilgi vasıtalarından daha geniş imkâna sâhip olan bir mârifet teorisi geliştirmiş olsalar da, insanın bilgisinin her hâlükârda sınırlı olduğunu vurgulamaktadırlar. Biz kalp vasıtasıyla ancak, her bir ilâhî sıfatın hakikatinin toplamı olan ulûhiyet mertebesini idrak edebilmekteyiz. Ruhânî tekâmül boyunca bir takım fetihler, müşâhedeler ve tecellîler gerçekleşir ve bilgi hâsıl olur, fakat sûfî O’nu, hâlâ bizâtihî değil, isimleri vasıtasıyla idrak edebilmektedir.Tasavvufî bilginin “obje”si olan Allah Teâlâ sonsuz ve sınırsız olduğu için mârifetullaha da nihâî bir sınır çizilemez. Dolayısıyla, ilâhî isim ve sıfatlarının tezâhürü ve tecellîsî vasıtasıyla da olsa, her nasıl idrak edilirse edilsin Zât, mutlak sonsuzluğu içerisinde bilinemez olarak kalmaya devam edecek, Allah’ı tanıma ameliyesi de buna paralel olarak sonsuz olacaktır.Her bilgi, yeni bir bilinemezliği de beraberinde getirecek ve hâlâ Zât’a perde olmaya devam edecektir. Hakikati arayan sûfînin susuzluğu da aslâ son bulmayacak, tıpkı deniz suyunun her yudumda insanın susuzluğunu artırdığı gibi keşif ve müşâhede yoluyla elde edilen her mârifet de insanın bilgisizliğini ve hayretini artıracaktır. Çünkü ilim talebi, kanması olmayan bir susuzluktur.Sûfînin nîhâî bilgiyi araması sonsuz bir süreçtir; bir şeyin bilgisine sâhip olduğu her defasında daha yüksek ve daha gizli olanı almaya yetenekli hale gelir. Elde ettiği bilgi onda kozmolojik ya da metafizik yeni bir bilgiyi istemek üzere yeni bir istidâdı da doğurur.Tasavvufî bilgi, hep bilinemezlik-bilgi, tenzih-teşbih diyalektiği şeklinde geliştiği için, Zât’ı îtibârıyla Allah’ın her şeyden münezzeh ve bilinemez olduğunu, tecellîleri ve tezâhürleri îtibârıyla da teşbihî yönden tanınabileceğini söylemek zorundayız.Bu îtibârla da tasavvufî bilginin nihâî noktası, “acziyet” ve “hayret” kavramlarıyla ifade edilir. Çünkü Allah Teâlâ kendisine, aklın doğrudan kabul edemeyeceği, ancak bazı uzak te’villerle yorumlayacağı bir birine zıt sıfatlar izâfe eder. İşte bu, insanı hayret ve acziyete düşürür. Bu hayret makamı mârifetullahın nihâî derecesini teşkil ettiği için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “İlmin artırılması”[10]ile eşdeğerde olarak “Allah’ım! Senin hakkındaki hayretimi artır.”diye dua etmiştir. Çünkü ilmin artması, hayretin artmasını da beraber getirir. Tekâmülün her bir mertebesinde de ayrı bir hayret vardır; vusûlden önce, vusûl esnasında ve rücû’da hep başka başka hayretler vardır. [11]





Sûfî kendisine bahşedilen ilk tecellîde Maksûd’a ulaştığı hayâline kapılır. Hâlbuki Allah Teâlâ câmiu’l-ezdâd olarak sonsuz ve bir birinin aynısı olmayan tecellîlere sâhip olduğu için bu yolda durulacak her hangi bir nihâî nokta yoktur. Bu noktada İbn’ül Arabî sık sık, Ebu Saîd el-Harrâz’ın (hyt. 277 / 890) “Allah’ı, zıtlıkları birleştirmek (câmiu’l-ezdâd) sûretiyle tanıdım”[12] sözünü zikreder. Peş peşe farklı tecellîler sonucu sûfî, Zat’ın ihâtâ edilemeyeceğini idrak eder ve hayrete kapılır. Fakat bu hayret hissi sûfîye, akıl yolunu tutanların hazzıyla mukayese edilemeyecek kadar muazzam bir haz verir ve insanı saadete götürür. Çünkü tecellîlerin farklılığından kaynaklanan hayret, delillerin farklılığından kaynaklanan hayretten daha şiddetlidir.[13]





Âlem ol vech-i âmâ’dır hayret andandır bana,
Bu vücûdum gamı örttü mihr-i rahşânım benim.





Âlem o yüzü görmez hayretim ondandır,
Benim güneşin parıltısını bu vücûdum üzüntüsü örttü.





Âlemin Allah Teâlâ’yı görememesi beni hayrette bırakmaktadır. Allah Teâlâ’nın görünmemesi sebebi büyüklüğü ve yakınlığının idrak dışında olmasındandır. Bu makam Hz. Musa aleyhisselâmın makamıdır. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de buyurmaktadırdu ki:





“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabb’i onunla ko­nuşunca “Rabb’im! Bana (kendini) göster; seni göreyim!” dedi. (Rabb’i): “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o ye­rinde durabilirse sen de beni göreceksin!” buyurdu. Rabb’i o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” [14]





Hz. Mûsâ aleyhisselâm âyet-i kerimede beyân edildiği üzere





“Ya Rab! zâtını bana göster, seni göreyim” deyince Allah Teâlâ  buyurdu ki;





“Beni fâni gözlerinle göremezsin; dağa bak, dağı görürsen, beni de görürsün.”.





Hz. Mûsâ aleyhisselâm dağa bakınca, nazarından her şey kayboldu. Çünkü tecellî-i ilâhinin karşısında bütün âlemler bir zer­re kadar olmadığı için, tecellî-i irâde zuhur edînce, bütün varlıklar kendi küçüklüğünü idrâk etti.





Bu büyüklük karşısında zerre misâli olan kâinatında idrâk edilemeyecek zerreler, parçacıklar hâline geldiğini anlayınca, her Şey ona yok hâlinde gördü. Yıldızlar geceleyin görülür, ama güneş doğunca görünmez hâle geldikleri gibi, bu makama yükselen insan­larda tecellî-i ilâhî nuru altında iken var olanlar, yok hâline gelirler ve “fenâfillâh” denilen makamdır.





“Bu vücûdum gamı” nefsin ve bedenin dünyevi istekleridir. Maddî istekler Hakkı görmeye mani olmaktadır.





İbtidâ azmeyleyince bu cihân iklimine,
Bir libâsım yok idi kim örte uryânım benim.





Önce bu cihân iklimine niyet eyleyince,
Bir elbisem yok idi kim örte çıplağım benim.





Cenâb-ı Hak, bunları, o vahdetten ayrı düştükten sonra tekrar vahdete dönünceye kadar ne hallere gireceklerini bilkuvve bildirip hangi fiillerle kurtulup aslî vatanlarına döneceklerinin âlet, sebep ve delillerini bunlara tamamen verdi. Bütün insanların hakikatleri de, "evet" deyip kabul ettiler. Hak taâlâ, meselâ her kavme, asrındaki nebîyi ve bu nebîye vahyedilen Rabbânî emirleri ve her kavme, asrında zuhur eden veliyullahı ve o velînin o zamanda kalbine ilham edilen Rabbanî varidatı ve her nebînin şerîatini ve her velînin, bu yol vasıtasıyla erkânını ruhlar âleminde takdir etti. Bunları, bütün insanlara delil olarak ve imtihan kasdıyla beden mülküne gönderdi. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır:





"Biz insanı en güzel surette yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına gönderdik." [15]





O zamana değin bunlara, "hakâyık-ı insan" denilirdi. Ondan sonra Hak taâlâ bunlara hitap edip "rûh" yani "yürüyün", dedi. Sonra Âdem’e inin, dedi. Bu söz üzerine onlarda, rûhânî bir safâ, Rahmanı bir zevk ve cismanî bir istek meydana geldi. Âdemiyyet arzusuyla ve Rahmanı ilhamın verdiği zevk ile bunlarda bir âşk zuhur etti. Kuşların göklerde uçarken İlâhî takdirin emriyle semâ ederek (dönerek) yeryüzüne konduğu gibi, bu ruhlar da, sevinçle kendi âlemlerinden semâ ederek arş-ı Rahman'a indiler.[16]





Daha sonra bu hakîkatler, arşta bin yıl kaldılar. Lâhût âlemindeyken Hakk ile aşinalıkları istiğrak şeklinde idi. Bu inişle birlikte, istiğrak hâlleri örtüldü. Hakk ile aşinalıkları, mukabeleye düştü. Vücutları da arş nuruna dönüşüp arşiyyet kabiliyeti bilfiile geldi. Âdem'e indik sanıp (asıllarını) aradılar, bulamadılar. (Çıplak oldu) Bunun üzerine, Hak taâlâ,





"O indiğiniz arşdır, Âdem'e inin" deyince, bunların her birisi, değişik birer isimle cevap verdiler. O makamdan da, Âdem cismine duydukları sevgi ve ilâhî nağmelerin aşkıyla, hareket ve semâlarına devam ettiler. Bu semânın safâsıyla kürse indiler. Orada da bin yıl miktarı kaldılar ve vücutları kurs nuruna dönüştü. Arşiyyet tecellîsi, arşiyyet vücudu, arşiyyet ilmi ve arşiyyet zevki; kürsiyyet vücudu, kürsiyyet tecellîsi, kürsiyyet ilmi ve kürsiyyet zevkinin tahsili, bunlara perde oldu. Cenâb-ı Hak ile mukabele hâlleri de örtüldü. Bî-nişân haline geldi. Yine "Âdem'e indik" sanıp hakikatlerini aradılar ve bulamadılar. Hak taâlâ, yine,





"orası kürsîdir, Âdem'e inin" dedi. Bunların vücutları kürsî nuruna dönüşmekle, arşta verdikleri cevap dahi ondur. Her biri farklı bir isimle cevap verdiler. Kürsîden de, bu tertip üzere hareket ve semâ edip yedinci göğe indiler. Arşta ve kürsîde karşılaştıkları hâllerle burada da karşılaştılar. Böylece altıncı, beşinci, dördüncü, üçüncü, ikinci ve birinci göğe indiler. Her gökte aynı hallerle karşılaştılar. Oradan da tabâyi'hânesine yani heyulaya (cismin ilk haline) girip, meniden ana rahmine indiler. O et parçası hayat bulup çocuk oldu. İnsanî hakikat, maddeye bürünerek, böylece, esfel (en alçak ve süflî olan) âleme inmiş oldu.[17]





Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana,
Anların dahi durur eskidi kaftânım benim.





Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana,
Benim kaftânım eskidi halde onların daha durur.





Bu cihâna geldiğim vakit önce tevhid elbisesinden yoksun idim.  Dostlarım ile bana kaftan,  yani tevhid makâmı verildi,  anlar hala o makamdadırlar,  zirâ çalışmadılar.  Ben ise derd edip o makâmı geçtim,  suya hep birlikte vardık,  anlar oraya vardıklarında az bir şey aldılar,  ben ummân denizinde kendimi mahv edip yok oldum.  





Suya vardık anlar ile kapların doldurdular,
Ben de vardım testimi mahvetti ummânım benim.





Suya vardık onlar ile kaplarını doldurdular,
Ben de vardım testimi mahvetti deryam benim.





Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçin,
Ben dönerdim lîk gözden mahfî devrânım benim.





Niçin zikir halkasına giren dönmez derlermiş,
Ben dönerdim lakin gözden gizli devrânım benim.





Devrândan murat bütün mezâhirde birer birer Hakk’ı şuhûd etmektir.  Anın için Niyâzî-i Mısrî Efendi: “Benim devrim,  devrânım gizlidir.  Halk bir gez dönmeden,  ben nice defalar dönerim,  fakat dostlarım devrânımın ne olduğunu anlamadılar”.





Halka bir gez dönmeden ben nice devreyledim,
Bilmediler devrimi yanımda yârânım benim.





Halka bir defa dönmeden ben nice devreyledim,
Yanımda benim yârânım bilmediler dönüşümü.





Şeyh Receb Efendi Şemseddin Sivâsî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin şu hâdisesini anlatmaktadır:





“Bir Pazartesi günü vaaz ederken birden va’zı kesip duvara yaslandı. Uzun müddet o şekilde kaldı. Cemâat endişe içinde bekledi. Ancak daha sonra tekrar eski hâline döndü. Durumu sormaya kimse cesâret edemedi. Birkaç gün sonra, ben sormak cesâretini gösterdim. Bana bu durumu şöyle îzâh etti: ‘Buna insilah denir! dedi ve anlattı





‘Rûhun bedeni terk edip, âlem‑i melekûta, âlem‑i ceberû­ta oradan âlem‑i lâhûta urûc etmesidir. Bu makamlardan bir makâm‑ı azîz bize müyesser ve mukadder oldu. Ruhların toplandığı yerde





وعلمك ما لم تكن تعلم وعلمناه من لدنا علمنا  mefhûm‑ı şerîfleri üzere talîm müyesser oldu.’ diyerek geri kalan kısmı sakladı. İnsilah hakkında ise şunları söyledi:





‘İnsilahta çok fayda vardır. Rûh, âlem‑i melekûttan sonra kuvvet‑i kudsiyye ile âlem‑i ceberûta dâhil olur. Oradan cenâh‑ı İlâhî ile âlem‑i lâhûta girer. Oradan da fazl‑ı İlâhî ile fuyuzât‑ı kudsiyye ahz ider.”   [18]





Yâr ile ahdeyledim gâh dağılıp gâh cem olam,
Tâ ezel budur anınla ahd-ü peymânım benim.





Yâr ile sözleştim gâh dağılıp gâh bir olalım,
Tâ ezel budur anınla ahd ve yeminim benim.





Cem ve fark makamından bahsediliyor. “Gâh dağılıp,  gâh cem olam” demek,  Hakk ile ahdim vardır.  Gâh cemde ve gâh farkta olam minel ezel ilel ebed (ezelden sonsuzluğa kadar).





Ezelde dönüş için sözleşme olduğu için fark geçicidir.





Anın için gâhı cem’im gâh perîşân tâ ebed,
Döndü kaldı üstüme cem’ü perîşânım benim.





Onun için gâhı cem’im gâh perîşân tâ ebed,
Döndü kaldı üstüme cem ve perîşânım benim.





Perişanlık, cem deki kul ve Hakk’ın beraberliğinin etkileşimindeki hareketliliktir. Yani hâlik ve mahlûk arasındaki bereberlik dile, fikre ve akla muvafıkta gelmez. Aklın cidarları ise ifade edemediği yerlerde perişan olur.





Döndürür dâim Muîd [19] ismi takâzâsı [20] beni,
Nokta-i zâtım değil sûrette cevlânım benim.





Döndürür dâim Muîd ismi gereği beni,
Benim sûrette dolaşan zâtımın bir noktası bile değil.





Mu’îd ismi Hakk’ın güzel isimlerinden biridir,  yani avdet ettirici,  geri döndürücü demektir. Cem makamının iktizası neticesinde kul fenâ bulunca her şey Hakk’ın işleri demektir.  





Devre-i Arşiyye’den her kim haberdâr olduysa,
Ol duyar ancak Niyâzî ilm-ü irfânım benim.
 





Devre-i Arşiyye’den her kim haberdâr olduysa,
Ol duyar ancak Niyâzî ilim ve irfânım benim. 





Devre-i Arşiyye (Ed-Devretü'l-Arşiyye)[21] üç bolümden oluşan Arapça bu risalenin





1.bölümünde 12 burcun devir ve tabiatları, müekkel melekleri,





2.bölümünde kıyamet ve cesetlerin nasıl haşredileceği.





3.bölümünde kıyamet alâmetlerinin te'vili ve enfüse tatbiki, hatime kısmına ise ölüm ve kıyâmet-i kübra anlatılır.





Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz bu eserine çok önem verdiğini divanında bu beyitle medhetmis ve hakkında bir de Türkçe tarih söylemiştir.





Bu risale oluptur hayret ehline delil





Şerbeti gaybîdir içerse şifa bulur alil [22]





Mısrıya âb-ı hayat elfâzının tarihi bu





Aktı gûya bezmi cennet içre âb-ı sebil [23]





Devir, kelime anlamıyla; dönüp dolaşmak manasına geldiği gibi, devriye de dönüp dolaşan anlamına gelir. Tasavvuf anlayışında, vücûd-ı mutlak'tan ayrılan ilahî nurun topraktan madene, ondan bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan mahlûkâtın özü (zübdesi) ve en şereflisi olarak yaratılan insana intikal ederek, suretiyle ortaya çıkmasına ve insanın da, insân-ı kâmil mertebesine yükselerek ilk zuhur ettiği asıl kaynağa yaratıcısına dönmesi macerasına devir denir. Diğer bir anlatımla insan meni ve emşâc haline gelmeden, bitkiler, canlılar ve cansızlar âleminde müfredat, yani zerre zerre, ayn bir halde vardır. Bu safhadan önce de, dört unsur halindedir; daha öncesinde de göklerdedir. Göklerden önce, Allah Teâlâ'nın bilgisinde var olmuştur. İşte insanın, Allah Teâlâ'nın bilgisinden insan haline gelinceye kadar, madde âleminde bir devir yapar ki bu ortalama elli bin yıl kabul edilir.





Devir, iki türlü olur. İlki, aşağıdan yukarıya doğru olursa, sûud(çıkış) veya devre-i arşiyye, denir, ikincisi, tersine insandan toprağa doğru olursa yani ilâhî nûr, mutlak varlıktan ayrıldıktan sonra, dünya'ya inişi olayına da devre-i ferşiyye denir.





Niyazî-i Mısrîye gelince, o mutasavvıflar arasında devre-i arşiyye hakkında müstakil bir risalesi bunu ele alanların en güzeli olarak kabul edilmiştir. Niyazî-i Mısrî, devre-i arşiyye'yi iki kısma ayırır.





 1-Devre-i Külliyye: Bu devir bütün devirlere şamildir.





2- Devre-i Nev'iyye: Nev'ilere göre hususî devirler.





Bunlardan birinci devre, burçdan burca, ta on iki burcu tamamlayana dek gerçekleşen devredir. Başı mizan (terazi) sonu ise sünbülî (başak)'dir. İkinci devre: Yıldızdan yıldıza tâ yedi gezegeni tamamlayana dek gerçekleşen devredir. Başı Zühal sonu ise kamerdir. Devre kamerde tamamlanınca, tam bir devre olur ve ila nihaye sürer gider. Cisimlerle özel bağlantısı vardır.





Mısrî'ye göre henüz varlık kokusunu almamış olan a'yan-ı sabite”, sırayla ilmen, sonra aynen tâ bütün varlık mertebelerinin sonu olan şehâdet âlemine ve oradan da insan âlemine varana dek, yavaş yavaş terakkî ve tedrîc ile ilk hükme geri dönüşü arasında yetmiş sekiz bin sene vardır. İlk önce madenlerde sonra bitkilerde, sonra hayvanlarda, sonra insanda zuhur etmiş bu işlem sayısız defalar tekrar olunarak, dairesini tamamlayıp, Hak Teâlâ’da fiil, sıfat ve zâtları yok olana dek sürer. Görüldüğü gibi, insanın gelişmesiyle ilgili olarak ileri sürdüğü bu görüşler, ancak tasavvufun kendi içinde değerlendirilebilecek konulardır. Ayrıca, ifadelerin çoğunlukla sembollerle anlatılması, meselenin anlaşılmasını oldukça zorlaştırmaktadır. Mutasavvıflar, bu hususu manen yaşadıklarını İleri sürmüşler, ancak bu görüşlerin sıhhatinin kontrol edilmesi, objektif kriterlerden yoksun olması nedeniyle güçleşmektedir. Her ne kadar bu konu tasavvufun kendi ıstılahlarıyla dile getiriliyorsa da, Ortaçağda Hıristiyan ve İslâm uygarlığında yayıldığı ve bazı Arap ülkelerinde hâlâ sürdüğü şekliyle İskenderiye Hermesçiliği’ninetkisinin varlığını hissetmek mümkündür. İlmî açıdan fazla bir değeri olmasa da, bir kültür mirası olarak değeri olduğunu düşünüyoruz.[24]










[1]—Bu konuda yanılmalar olmaktadır. 





Hz. Ebubekir radiyallâhü anh bir kimsenin Kur’an-ı Kerim okurken ağladığını gördü.





“Biz de böyle idik, fakat şimdi kalplerimiz katılaştı” buyurdu. Bu söz, kötülemeye benzeyip, övünmek olan sözlerdendir.





[2] (ALTUNTAŞ, 2005), s. 180





[3] Har: f. Hor, hakir, âdi. Aşağı. (Dinsiz, imansız ve din düşmanı ahlaksızların ve sefihlerin vasıfları





[4] Haşak: f. Süprüntü, çöp. Yonga.





[5] Bkz. Sehâvî. 589. 590: Aclûnî. 11/195 Hadisin aslı muteber kaynaklarda bulunamamıştır.





[6] Yunus, 12





[7] Çevgan: f. Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. * Baston, ucu eğri değnek





[8] (ZWEIG, et al., 2005), s. 40





[9] (ZWEIG, et al., 2005), s. 52-53





[10] Tâhâ, 114





[11] Kuşeyrî, Risâle, s. 344. Hayret konusunda meselâ Kuşeyrî, Sehl b. Abdullah et-Tusterî’nin şu sözünü nakleder: “Marifetin gayesi iki şeydir: Dehşet ve hayret.”





[12] (ATAÇ, 1993), s. 512; Kelimât, 193-194.





[13] İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk), c. IV, s. 222, 223; İbnü’l-Arabî, bu iki farklı “hayret”in iki farklı sonuca götürdüğünü şu ifadelerle vurgulamaya çalışır: Akıl yoluyla hayrete düşen, “Her şeyde O’nun bir olduğuna delâlet eden bir ayet vardır” derken; tecellîlerle hayrete düşen, “Her şeyde O’nun her şeyin “ayn”ı olduğuna delalet eden bir âyet vardır” der.





[14]—( A’raf, 143)





[15] Tîn,4-5





[16] İşte semâ'nın ilk ortaya çıkışının açıklaması budur.





[17] (Ümmî Sinan, Antalya), s. 134-135





[18] (AKSOY, Sivas)





[19] Muîd: Yardımcı. Mubassır. * Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı. * Geri çevirtici. * Bir şeyi âdet edinmiş olan. * Tecrübeli. Hâzık. * Güçlü. Kuvvetli. * Arslan. * Gazâ ve cihad eden kimse





[20] Takaza(a): İhtiyaç, gerekli olma. Lüzum, icab etme.





[21] Eser Mekteb-i Harbiyemuallimi Gelibolulu Yüzbaşı Recep Ferdi bin Mehmed Ali tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Bu risale isim benzerlisinden dolayı Türkçe "Risale-i Devriyye" ile karıştırılmaktadır. Tesbit ettiçrimiz nüshaları şunlardır. Sül. Küt. H.Mahmut. 2404. 3041/3. 3346/8. 3141(tercümesi: Esat Ef. 3574/4. 3597/1





[22] Hastalıklı, sakat





[23] (ERDOĞAN, 1998), s. 119





[24] (AŞKAR, 1997), s. 220-223


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar