Gayre bakma sende iste sende bul
ل L
114
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
İster isen bulasın cânânı sen,
Gayre bakma sende iste sende bul,
Kendi mir’atında gözle anı sen,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Her sıfat kim sende var izle anı,
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı,
Erişince zâtına özle anı,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Kenzi mahfî âşikâr hep sendedir,
Yaz ve kış leyl ü nehâr hep sendedir,
İki âlemde ne var hep sendedir,
Gayre bakma sende iste sende bul.
“Men aref” sırrına er, ko gafleti,
Gör ne remz eyler bu insân sûreti,
Haşr ü neşr ile tamûyu cenneti,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Haşr-ı sûri hâlin inkâr eyleme,
Gülşen iken yerini hâr eyleme,
Enfüs ü âfâkı bil âr eyleme,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Zat-ı Hakk’ı anla zâtındır senin,
Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin.
Sen seni bilmek necâtındır senin,
Gayri bakma sende iste sende bul.
Sûreti terk eyle manâ bulagör,
Ko sıfatı bahr-ı zâta dalagör.
Ey Niyâzi şark u garba dolagör,
Gayre bakma sende iste sende bul.
İster isen bulasın cânânı sen,
Gayre bakma sende iste sende bul,
Kendi mir’atında gözle anı sen,
Gayre bakma sende iste sende bul.
İster isen bulasın cânânı sen,
Başkasına bakma sende iste sende bul,
Kendi aynanda gözle anı sen,
Başkasına bakma sende iste sende bul.
Her sıfat kim sende var izle anı,
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı,
Erişince zâtına özle anı,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Her sıfat kim sende var izle onu,
Gör ne sırdan feyz alır gözle onu,
Erişince zâtına özle onu,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Bil ki, güneş nereye yönelse, karşısında karanlık görmez. Karşısına düşen her şey aydınlık (nur) görünür. Güneşin gördüğü nur, karşısına düşen eşyayı ışıklandıran kendi yüzünün nurudur. Ama zulmetin karşısında aydınlık olmaz. Karanlık, karşısında bulunan eşyada daima karanlık görür. Bu karanlık, karşısına düşen eşyayı karartan kendi karanlığıdır. İmdi güneş, kendine kıyasen, bütün âlemin nurdan ibaret bulunduğunu zanneder. Zulmet (karanlık) ise, kendisine kıyas ederek bütün eşyanın zulmetten ibaret olduğunu sanar.
Güneş, arif-i billâh olan muvahhid mü'minin misalidir. Bu zaten bütün eşyada, kendi irfanının, tevhidinin, imanının ve ayanının “Hiçbir şey yoktur ki Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbih etmesin. Lakin siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” [1]Ayetinin ifade ettiği gibi aksini, nurunu görür. Hâlbuki aslında eşyanın bir kısmında cehalet, küfür ve isyan zulmeti vardır. Fakat o mü'minin bakışının nuru, bütün eşyayı kaplar da o, hepsinde sadece nur görür. Bütün insanlara iyi zan besler. Bu sıfat, bir insana, ancak kemale eriştiren bir mürşid-i kâmilin terbiyesi altında iç tasfiyesiyle mümkün olur.
Zulmet ise cehalet ile kalbi kararmış cahile benzer. Bu adam, bütün eşyada bir eksiklik görür, herkeste bir ayıp arar. Cahil neye baksa, cehaletinin ve ayıbının siyahlığı o şeye akseder. Baktığı şey ne olursa olsun onda muhakkak bir ayıp ve noksan bulur. Fukara bilmez ki o, kendi ayıp ve noksanıdır, oradan kendine aksetmiştir.
Binaenaleyh, ey Ehlullah yolunda süluk eden talip, Allah'ta mücahede et ki ruhunun güneşi battığı yerden doğsun, tutulduğu yerden açılsın, kalbinin âlemleri nurlansın, nuru yüzüne vursun ve senin yüzünden karşında bulunanlara yansıyarak hepsini aydınlatsın. Karşında bulunanlar, senin ilim ve irfanının nurundan istifade etsin, senin gölgende, yani cisminin ve bedeninin gölgesinde istirahat etsinler. İşte güzel huyun kemali budur. [2]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Cesette bir et parçası yardır. O iyi olursa bütün ceset iyi olur, o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o kalptir” [3]
Kenzi mahfî âşikâr hep sendedir,
Yaz ve kış leyl ü nehâr hep sendedir,
İki âlemde ne var hep sendedir,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Gizli ve açık hazine hep sendedir,
Yaz ve kış gece ve gündüz hep sendedir,
İki âlemde ne var hep sendedir,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Kenz-i mahfî, yani İlâhî sırlar ef’âl, sıfât, zât sende âşikârdır. Yaz ve kış, gece ve gündüz ve iki âlemde, yani Dünya ve âhirette her ne var ise hep sende mevcuttur. Çünkü insan nusha-i câmiadır. Vücûd tek bir vücûd değilmidir? Bunların Hakkın vücûdundan başka müstakil vücûdları varmıdır, yoktur. Yaz ve Kış, gece ve gündüz dünya ve âhiretin ve senin vücûdun vücûdu Hakk’tır. Başka vücûd yoktur.
“Men aref” sırrına er, ko gafleti,
Gör ne remz eyler bu insân sûreti,
Haşr ü neşr ile tamûyu cenneti,
Gayre bakma sende iste sende bul.
“Men aref” sırrına er, bırak gafleti,
Gör ne işaret eyler bu insân sûreti,
Öldükten sonra dirilme ile cehennem ve cenneti,
Gayre bakma sende iste sende bul.
RİSALE-İ AHVÂL-İ HAŞR VE MEÂD [4]
Kendi katımızda ahvâli haşrın ve emr-i meâdın temsili odur ki, bütün müşkiller insana malum olmakta dört mertebe üzeredir.
1- Eşyada bazı şeyler vardır ki, insan onu bilmekte bir kere görüp veya işitse ne olduğunu bilir ve anlar. Tekrar onu başka birine sormaya muhtaç olmaz. Onlar hissi eşyadır. Vücudlarında ve katre-i asliyelerinde ta’mik[5] bakışa ihtiyaç olacak kadar ilmin inceliklerine gerek yoktur.
2- İnsan onu bilinceye kadar, nice kere iâdeye (tekrar tekrar anlatmaya-görmeğe) muhtaç olur, tâki hatırında manasını, anlayışını bulup iâdeye muhtaç olmaz.
3-İnsan onu nice kere iâdeden sonra bir miktar bilmiştir. Lakin bu kadar iâdeden sonra ancak hazzı vardır. Zihninde manasını, anlayışını bulmak için bunun gibileri için mücerred iâde kendi için değildir. Belki hem kendi faidesi için hem başkaları için ifâde için iâde eder.
4- İnsan onu nice defa iadeden sonra tekrar iâde etmekte kendinin asla nefsî hazzı kalmamıştır. İâdeden niyeti ancak irşad ve talim içindir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem defalarca cehenneme girdiği[6] başkalarını çıkarmak için olup kendinden bir isteği için olmadığı gibi, bu makamın sahipleri gerek asâlet ile gerek verâset ile dünyaya cehalet ile gelmezler, yani ilim ile gelirler. Hz.İsâ aleyhisselâmın beşikte “Âdem aleyhisselâm su ile çamur halinde iken nebi idik” sözü gibi evliyanın büyükleri dahi dünyaya gelmezden önce bazı olaylardan haber verdikleri bu makamda olduklarındandır. Bunlar her âleme geldikçe geçmişlerini unutmazlar. Bunların her âlemde seyr ve sülukları zât’tan zât’a dır. Bunlar şarab-ı nesimi (hoş ve tatlı içkiyi) sırf içmişlerdir. Bunlar sahbâyı zât-ı nuş etmişlerdir. Bunlar şehir ehlidir. Köyde durmazlar. Bunlar taht sahibidirler. Köy ehli bunların çobanlarıdır. Bular daima hamr-ı lebi canan[7] ile sarhoştur [8] فاحببت ان اعرفcâmi ile sâfî [9] içenler bunlardır. Bir dâimi a’zeb[10] içindedirler ki bütün a’zeblardan daha üstündür. Bunlar bir derd içindedirler ki her eyledikleri lezzetine yüzbin türlü derman muadil olamaz. Nitekim Hz.Muhyiddin-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdular ki
فيتخيل من لا معرفة له فى الامور ان العارف فى راحة لا و الله بل هو اشد عذابا من كل وجه ان اشد البلاء على الانبياء
Hadis-i şerifi bunların bir vakitlerine cem’i mazi ve müstakbeli (bütün zamanımı) verirdim. Derdlerinin bir zerresine bütün rahatımı terk ederdim. Bunu yaptı ama neyleyim ki, kime yalvaralım imdi müşkil her ne kadar zor olursa o kadar arifin azbı ziyade olur. Amma feth oldukta lezzeti ve sıfatı esenlikle feth olandan اَضْعَافًا مُضَاعَفَةً [11] olur.Dürrü meknûn sadefte [12]olur.Sadefte deryada olur. Derya dibine de herkesin eli eremez. Dışarı çıkarmaya hayli zahmet ister. Fakat çıkarsa her birisinin değeri bir koca ölçek mavi boncuk değerinden ziyade olur.
Bir daha açıklayalım. Ola ki, bir hoşça anlaşılaydı. Mesela;
Şu mesele ki iâdeye muhtaç ola, Hatırına yerleşmediğinden marifeti az olduğundan başlangıçlarında tez tez iâde eder. Fakat marifeti ziyade oldukça gönlünde ziyade anlanır ve marifetleri ile lezzetlenir. Yine o meselenin bir yüzden bir müşkülü dahi zuhur eder. Bu suretle dahi yine iâde eder. İâdeden sonra uruç eder. Yine zihninde onu mulahaza eder ve düşünür. Berzahta alıkor. Nice zaman tekrar olan ma’luma bir başka yüzden bir müşkil dahi açılır. Yine iâdeyi müktazî olur. Yine bir başka ibâret ile yine tekrar iâde eder. Her sonra geldikçe evvelinden hatırda ziyade anlanır lezzeti kadar. Lezzeti de marifeti kadardır. Hz. İdris aleyhisselâm berzahda dört bin sene durup yine Sûreti İlyas’da makamın tekmil için geldiği gibi tâ şu kadar gider gelir ki, o şeyi kemal-i marifet namıyla bilinen kemal marifetin iki alameti vardır. Biri odur ki o şeyi ziyade bildiği yönden asla hazzı olmaya ve bir alameti de odur ki, o şeyin sureti kalbinde müntehab [13] ola sonra o şeyi itlâkı Hakk ile mutlak ola Evveli Allah, ahiri Allah كان الله و لم يكن معه شيء [14] yüz göstere. Yine şu güç meseleler ki nice kere iâdeye muhtaçtır. O iâde Kıyamet-i Suğra (Küçük Kıyamet) dir. Diğer iâdedeki gönülden sûreti müntehap ola. Kıyamet-i Kübra olur. Bunun ikisi arasında olanlar Kıyamet-i vüsta derler. Sırrı bundan ziyade keşfetmek olmaz.
İşte bu fakirin mezhebi ve itikâdi budur ki ister tenâsuhîye, gerek hulûliyeye hamlet, gerek ebâhiyeye, gerek ittihâdiyeye hamlet.
Arifler Allah Teâlâ mezhebindendir. İşte Allah Teâlâ mezhebi budur. Nefsinden Rabbine açık yol budur.
Şiir:
“O talih sultan (Yüce Allah Teâlâ) nın hükmü ve kazası olmaksızın bir yaprak bile ağaçtan düşmez)[15]
Ben gerçekten, bir köpek öldürdüm ve bir mazlumu onun zulmünden kurtardım” diye buyurdu. Sultan bu sözleri işitince, gidip o münafıkın kabrini açmalarını emretti. Kabri açınca içinde siyah bir köpeğin uyuduğunu gördüler. Padişah, hemen başını yere koyarak özür dilemeğe başladı. Bahâ Veled kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz:
“O şahsın yaratılışında köpek karakteri ve yırtıcılığı olduğu için sonunda köpek oldu. Kıyamet gününde yine köpek olacaktır” diye buyurdu.[16]
Haşr-ı sûri hâlin inkâr eyleme,
Gülşen iken yerini hâr eyleme,
Enfüs ü âfâkı bil âr eyleme,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Geçici mahşer hâlini inkâr eyleme,
Gül bahçesi iken yerini dikenlik eyleme,
İç ve dış âlemi bil utanma,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Haşr iki kısımdır:
Bir kısmı burada ki, cümlemiz burada Hakk’ı ârif olmak için haşrolduk. Biri de âlem-i âhirette ki, o haşir bir haşr-i ekberdir, o da cismânidir, mahşerde haşroluruz. İns ve cin, melekler vesâir toplanıp sırât-ı mîzân kurulur, cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme gönderilir. İşte bunları inkâr edip yerin bir gülistan (gülbahçesi) iken, hârîstân (dikenli bir çorak tarla) eyleme. Beyitte geçen enfüs kendi nefsin, afâk ise, bu görünen âlem, yani “Tafsîlat-ı Muhammediyye” dir. Çünkü Cenab-ı Hak önce “Nur-i Muhammedî “ yi yarattı. Bu âlem “Nûr-i Muhamedî” nin tafsîli ve şerhidir.
Hakk’ın sıfât-ı subûtiyye ve mâneviyyesi yedidir:
Hayat, ilm, semi, basar, irâde, kudret, kelâm. Bunların üçü bâtın, dördü zahirdir. Bâtın olanlar Hayat, ilim, irâdettir. Zâhir olanlar: Semi, basar, kudret, kelâmdır. Anın için hacılar “Tavaf-ı kudüm” ve “Tavaf-ı vedâ” da üç defa Beyt-i Şerifi pehlivanlar gibi kollarını sallayarak kurula kurula tavâf ederler. Bu suretle bâtın olan üç sıfatın, yani hayat, ilm ve irâdetin zâhir olması için üç defa tavâf ederler. Bunun bir defası hayat sıfatı için, bir defası ilm sıfatı için, üçüncüsü de irâdet sıfatı içindir. Ayrıca dört defa da zâhir olan (semi, basar, kudret, (kelâm), sıfatları için tavâf ederler. Ancak bu dört sıfat esasen zâhir olduklarından bu kere teennî ile (yani bütün bu hususları düşünerek) tavâf ederler.
Kâbe, yani “Beyt-i Şerif” mazhar-ı zattır, insan ise mazhar-ı sıfattır. Bu sıfatlar Hakk’a nisbet olunduğu vakit kadîmdir, çünkü Hakk kadimdir, onun sıfatlarıda kadimdir. Şahsa nisbet olunduğu vakit, hâdisdir, zirâ şahıs hadis değilmidir, yani sonradan yaratılmadımı, evet sonradan yaratıldı. Şu halde mukayyeddir, yani o sıfatlar şahısla mukayyeddir. Ve sıfât-ı cüz’iyye denildiği de bu sıfatların şahısla kayıdlanmış olduklarından dolayıdır. Hakk’ın sıfatları ise “Külli sıfatlar” dır. Sıfat-ı cüz’iyye sıfât-ı külliyenin mazharıdır. Meselâ: İrâde-i cüz’iyye irade-i külliyenin, kudreti cüz’iyye kudreti külliyenin mazharlarıdır, yani Cenâb-ı Hak (insandaki) bu cüz’î sıfatlar ile zâhirdir.
Zat-ı Hakk’ı anla zâtındır senin,
Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin.
Sen seni bilmek necâtındır senin,
Gayri bakma sende iste sende bul.
Zat-ı Hakk’ı anla zâtındır senin,
Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin.
Sen seni bilmek kurtuluşundur senin,
Gayri bakma sende iste sende bul.
Bir derviş Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz hazretlerine hikâye etti ki:
“Filân çok şarap içiyor, fakat hiç sarhoş olmuyor.” Mevlânâ:
“Belki yakasından aşağı döküyor, çünkü şarabın özelliği sarhoş etmektir. Sarhoş etmediğine göre sirke olmalıdır. Şeriat ve tarikat mukallitleri de böyledir. Allah Teâlâ’nın sözünü okur geveler ve onu hiç hazmetmezler; velilerin özlerini anlatırlar ve hiçbir suretle mest olmaz ve neşelenmezler, zira okur, geveler ve hiçbir şey yutmazlar. Allah Teâlâ’yı bilmek, Allah Teâlâ’yı anmaktan daha iyidir. Kur’an-ı Kerim’de
“Ey iman eden kullarım! Şüphesiz benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde yalnız bana kulluk edin.” [17]
den maksat Allah Teâlâ’yı bilin demektir; istenilen de budur” buyurdu.[18]
Akıl insanı sürekli olarak bir şeylerin farkına kavuşturdukça özgürlüğü kısıtlanmakta ve rahatsız olmaktadır.
“İnsan özgür olarak doğmuştur, fakat her yerde zincire vurulmuştur”[19]
İşte ilâhın bir olduğunu ve ona tabi olmaktan başka çaresi olmadığını anlamak çaresizliğin bitkinliği ile Allah Teâlâ’ya yönelir. Bu ilâhın varlığındaki hakikat önemlide değildir. Her şey olabilir. Mesela, biz Allah Teâlâ’yı ilah kabul ederiz. Bir başkası, nefsini; bir başkası da olmadığını; vb. her şey bir ilâhtır. Yeter ki seçilsin.
İlâhın ikiliği demek insanın varlığına pay çıkarması demektir. Bu nedenle akıl, tutkular ve irade insanda kontrol altına alınıp ikilikten kurtularak ilâhı bulmak ile özgür olmak demektir. Çünkü insanın varlık sahasındaki en büyük acısı yok olmak acısıdır.
İlâhı bulmak belki insanın özgür olmasının tek çıkar yoludur. Artık özgürlüğün tadına bu şekilde varabilir. Bu ise onda kendini yok etmesi tevhîdi bulması ile olabilir. Tevhid sıkıntıların bittiği makamdır.
Sûreti terk eyle manâ bulagör,
Ko sıfatı bahr-ı zâta dalagör.
Ey Niyâzi şark u garba dolagör,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Sûreti terk eyle manâ bulagör,
Ko sıfatı zâta denizine dalagör.
Ey Niyâzi doğu ve batıya dolagör,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar.” [20]
Allah Teâlâ, ben sana, bir gönül sahibinden bakarım. Secdene, altın vermene bakmam bile demektedir. Sen, gönlünü gönül sandın da gönül sahiplerini aramayı bıraktın. Gönül öyle bir varlıktır ki bu yedi gök gibi yedi yüz tanesini oraya koysan kaybolur gider. Bu çeşit gönül kırıklarına gönül deme. Sebzvar’da Ebubekir arama. Gönül sahibi, altı yüzlü aynadır. Allah Teâlâ, altı cihette de o aynadan nazar eder durur. Altı cihette bulunan, bu cihetlerden kurtulamayan kişiye Allah Teâlâ, o gönül sahibi vasıta olamadıkça nazar etmez. Birisini reddederse onun için eder. Kabul ederse yine şefaatçi odur. O olmadıkça Allah Teâlâ kimseye rızk vermez. İşte ben, vuslata ulaşan kişinin ahvalinden bir miktarcığını söyledim. Allah Teâlâ, ihsanını onun eline kor da acınanlara onun elinden ihsanda bulunur. Onun avucu ile bütünlük denizi birleşmiştir. O, neliksiz ve niteliksizdir ve tam kemal sahibidir. Söze sığmayan bu birleşmeyi söylemenin imkânı yoktur vesselam. Ey zengin, yüzlerce çuval altın getirsen Allah Teâlâ der ki:
A iki büklüm adam gönül getir. Gönül senden razı ise ben de razıyım. Gönül senden yüz çevirmişse ben de yüz çeviririm. Sana bakmam, o gönle bakarım.
Ey canı kapımda olan, bana armağan olarak gönül getir. Gönül sahibi, seninle nasılsa ben de öyleyim. Cennetler anaların ayakları altındadır. Halkın anası da odur, babası da odur, aslı da o. Ne mutlu gönlü deriden bedenden ayırt edebilen kişiye. [21]
[1] İsra, 44
[2] (ATEŞ, 1971) Üçüncü sofra
[3] Buhârî, îman. 39; Müslim. Mûsakat. 107
[4] (Niyazi-i Mısri)
[5] Ta’mik: (Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak. * İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak.
[6] وَاِنْ مِنْكُمْ اِلاَّ وَارِدُهَا كَانَ عَلَى رَبِّكَ حَتْمًا مَقْضِيًّا : “Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür.” (Meryem, 71)
[7] Sevgili dudağının içkisi
[8] “Ben, gizli bir hazine idim bilinmek istedim ve beni tanısınlar diye mahlûkatı yarattım.” (Aclûnî. 2/132; Aliyu’l Kari. 273: Manası doğru olsa da hiçbir senedi olmayan bu sözün hadis olmadığı açıktır.)
[9] Safi: Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis.
[10] A'zeb: Çok tatlı. Pek hoş.
[11] “Kat kat arttırılmış olarak” Al-i İmran, 130
[12] Sadef: Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.
[13] Müntehab: Seçilmiş. Güzide. İntihab ve ihtiyar olunmuş.
[14] Allah Teâlâ vardı, başka bir şey yoktu.
[15] Mesnevî c. III. b.1899
[16] (YAZICI, 1995), s. 197
[17] Ankebut, 56
[18] (YAZICI, 1995), s. 660-(388)
[19] Jean-Jacques Rousseau
[20] Muslim, VIII,11; İbn Mace, II,1333,ha. 4143
[21] Mesnevi, (V. İzbudak Terc.) c. V, beyitler: 869-885
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar