Hakk yolunun âşıkları
210
Vezin: Müstef ilün Müstef ilün Müstef ilün Müstef ilün
Meydân-ı âşka girdiler Hakk yolunun âşıkları
Maksûda bunda erdiler Hakk yolunun âşıkları[1]
Çün mâsivâ terk ettiler dosttan yana azm etdiler
Arş üzre cevlân ettiler Hakk yolunun âşıkları
Zulmât-ı dünyâyı geçer âb-ı hayâtı hem içer
Derya olup dürler saçar Hakk yolunun âşıkları
Ölmezden evvel öldürür bakî hayâtı ol bulur
Hakk yoluna kurbân olur Hakk yolunun âşıkları
Her kim Hakk’ı bulmak diler alsın Niyâzî’den haber
Bunda iken dosta erer Hakk yolunun âşıkları
Meydân-ı âşka girdiler Hak yolunun âşıkları
Maksûda bunda erdiler Hakk yolunun âşıkları
Âşk Meydânına girdiler Hak yolunun âşıkları
Maksûda bunda erdiler Hakk yolunun âşıkları
Çün mâsivâ terk ettiler dosttan yana azm etdiler
Arş üzre cevlân ettiler Hakk yolunun âşıkları
Çünkü mâsivâyı terk ettiler dosttan yana niyet etdiler
Arş üzerinde dolaştılar Hakk yolunun âşıkları
Zulmât-ı dünyâyı geçer âb-ı hayâtı hem içer
Derya olup dürler saçar Hakk yolunun âşıkları
Karanlık dünyâyı geçer hem ölümsüzlük suyunu içer
Derya olup inciler saçar Hakk yolunun âşıkları
Ölümsüzlük Hakkında
Felâsife dışında, Müslüman düşünürlere göre, daha bu dünyada iken bile bedenimiz her an ölüp yine dirilmektedir ve bu dünyadaki varoluşumuz da akıl almaz bir şeydir. [2] Ahiret hayatında ikinci kez hayata gelişimiz, birinci gelişimizden daha çok şaşırtıcı gelmemelidir.[3] Ancak bu dünyada bu bedene bağlı ölümsüzlükte, zamanla her şey tekdüzeleşeceğinden, böyle bir hayat sonunda katlanılmaz bir hal alacaktır. [4] Bu nedenle dünya şartlarında beşer için sonsuz bir hayat anlamsız bir hayat olacaktır. A.Duncan-Jones gibi bazı düşünürler insan hafızasının sonsuzluğa uzanamayacağı görüşünü savunmaktadırlar. Duncan-Jones bu konuda şunları söylemektedir:
“Normal hayatta, bilindiği gibi, sadece sınırlı sayıda hafıza işleri, sınırlı bir muhteva ile sınırlı bir zamanda yer almaktadır. Zaman geçtikçe hatırlanabilecek olayların sayısı artmaktadır. Bundan şu ortaya çıkar: Hatırlanabilecek her şey sürekli ve sık sık aynı derecede hatırlanacak olursa, hatırlanmaya değer herhangi bir olayın zaman geçtikçe daha da az hatırlanması gerekir. Buna göre, eğer şu andan itibaren bir milyon yıl yaşayacak olursam, sadece şimdiye kadar olan hayatımdaki olayları değil, bunun 20.000 katı fazla olan sürenin olaylarını da hatırlamam gerekir. Farz edelim ki bu 20.000 (ortalama olarak elli yaş alınırsa, 50 x 20.000 =s 1.000.000) dönemden her biri hafızamızda aynı öneme sahiptir. Bundan şöyle bir sonuç çıkar: zaman, geçse de her olayın hemen hatırlanması gerekir. Ama biz, zamanla kişinin hayat evreleri arasındaki bağların gevşediğini ve solduğunu da görüyoruz. Bu durumda öyle görünüyor ki insanlar bildiğimiz insanlar olmaktan çıkıyorlar. Bağlantılar gittikçe gevşiyor. Eğer bir kimseyi bir milyon yaşında veya daha fazla bir yaşta farz edecek olursak, hayatının ilk dönemleriyle olan bağlantıları alıştığımız bağlantılara kıyasla akıl almaz derecede gevşemiş olacaktır”[5]
Burada kişisel ölümsüzlüğün iptalini ve inkârını gerektirecek bir şey olmasa da, ölümsüzlük açısından son derece önemli bir hususa temas edilmektedir. Doğrusu, sonsuz bir zaman boyunca yaşayan bir kimsenin, gittikçe arası açılan geçmişiyle çok ince ve belirsiz bir biçimde de olsa ilişkisini sürdürmesi mümkündür. Ancak, insan sonsuz bir süre yaşayacak olursa, bir an gelecektir ki, kendisini önceki hayatıyla özdeşleştirme sınırıyla karşı karşıya kalacaktır. Hatta böyle bir durumu bu dünya hayatında bile görmek mümkündür. Sözgelimi, çok küçük yaşlarda tuttuğumuz bir hatıra defterindeki fikirlerle veya oradaki kendimizle şu andaki kendimizi özdeşleştirmek bazen çok zor olabilmektedir. Dolayısıyla, 5.000 yıl sonraki kendimizi(benliğimizi) de, kişisel ve ahlâkî bakımlardan, şimdiki kendimizle aynı önemde ve aynı değerde görmemiz mümkün delildir.
Ancak biz, dünyada karşılaştığımız bu tür kişilik yönelişleri ya da değişikliklerine rağmen, yine de kesinlikle aynı kişi olduğumuzu söyleyebilmekteyiz. “Bu bize gösteriyor ki”, diyor J. Hick, “kişisel kimliğe farklı şekillerde ve farklı maksatlar açısından bakmak gerekir. Faraza, bir dış gözlemci açısından görülen objektif, fizikî ya da metafizik özdeşlik denebilecek özdeşlikle, söz konusu bilinç tarafından görülen sübjektif özdeşlik arasında bir ayrım bulunmaktadır” [6]
Kişisel kimliği yeniden var olmuş; aynı bedeni, aynı endamı taşıyan ve ilelebet taşıyacak olan bir varlık olarak algılayabildiğimiz gibi, öte yandan bunu kendi bakış açımızdan ahlâkî ve varoluşsal bir mesele olarak görmemiz de mümkündür. Eğer kişisel kimliği fiziksel bir özdeşlik olarak görecek olursak, pek büyük bir problem ortaya çıkmamaktadır. Buna karşılık sübjektif ölümsüzlük değişken, puslu ve zamana bağlı bir özelliğe sahiptir. Bu bakımdan geçmişe uzanma imkânımız sınırsız değildir ve “hiç kimse de, bir kişinin ahlâkî bakımdan ne kadar bir süre aynı kişi olarak kaldığını söyleyemez” [7] Öyleyse ebedi hayatı, insanın kendi kendisini kavrayışının belli bir döneme kadar geriye uzandığı, sonra da yavaş yavaş solduğu; bilinçli gelişmeler, umut, korku, kaygı ve gaye gibi varoluşsal bağlarla geçmiş durumlarını kendisiyle özdeşleştirerek yeni bir tecrübe imkân ve döneminin birbirini izlediği; sonu gelmeyen bir hayat olarak düşünmek, Öyle görünüyor ki, yerinde bir yaklaşım olacaktır. Dolayısıyla, bu hayatta, ölüm olmamasına rağmen, insanî varoluşun korku, cesaret, âşk ve umut gibi ölüm olgusuna bağlı yönlerinin olabileceğini de kabul etmiş oluruz, J.Hick’in de dediği gibi, “eğer insan ölümsüzse veya dünyevî hayat süresinin sonsuzla çarpımından oluşan bir süre için kalıcı ise, onun ölüm sonrası varoluşu devam eden bir tek birim olmaktan çok birbirini izleyen bir bölümler dizisi içinde vuku bulacak demektir” [8]
Buna göre, şu birkaç hususu daha tespit etmemiz mümkün olmaktadır: Her şeyden önce, sıkıcı geleceğinden dolayı insanın bu hayatta mutlu olamayacağı görüşü şüphe götürür bir iddiadır, Öte yandan, ebediyyen yaşayan bir kimsenin öğreneceği bir şey kalmayacağı, dolayısıyla unuttuğu bir şey de olmayacağı görüşüne de katılmak mümkün görünmemektedir. Zira, bedenli bir ölümsüzlük düşündüğümüze göre, bu dünyadaki varoluşumuza benzer bir varoluş tarzının, dolayısıyla bu dünyadakine benzer algılama, işitme ve görme biçimlerinin (ve buna bağlı epistemolojik[9] problemlerin) orada da olması son derece muhtemeldir, öğrenme ve unutma Özelliği taşıyanlar için böyle bir hayat çok cazip gelebilir.[10]
Elbette tüm bunlar, itiraz götürmez, sağlara ve sarsılmaz kanıtlar olmaktan çok, sadece ihtimal dâhilinde bulunan, yani olması akıl açısından mümkün görünen varsayımlardır. Ama imkân bakımından da, bunlar hangi anlamda olursa olsun, ölümsüzlüğü inkâr eden kanıtlama çalışmalarının ulaştığı sonuçlardan daha az sağlıklı değildir. [11]
Buradan şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır:
Ölümsüzlük teizmin doğrulanmağına hizmet etmemektedir, J.Hick’in de dediği gibi, “bu, Tanrı” nın yokluğu ile açıkça uzlaşmaz bir şey değildir. Ölümsüzlüğü, pekâlâ, insanı şaşırtan doğal bir olay olarak da görebiliriz, Dirilen ve dünyadaki hayatına hatırlayan ateist, İşlerin allak bullak olduğunu söyleyecektir; ama bu, yeni bir çevre ve yeni bir bedenle gerçekleşen salt ölümsüzlük olgusu, kesin bir biçimde, Tanrı’nın var olduğunu kanıtlamayacaktır” [12]
Bu bakımdan, öte dünyanın varlığının kanıtlanması, mantık açısından kesin bir kanıtlama olsa da, bu, dinî bir kanıtlama olmayacaktır. Bu nedenle, ateizmden yola çıkarak, öte dünya hayatının olmayacağını savunmak da çok saçma bir şey olacaktır. [13] Öyle görünüyor ki, ölümsüzlük meselesi, özellikle Tanrı’ya inananlar için, akıldan çok inancın bir konusu olmaktadır. Şimdi “neden ötürü, niçin ve hangi hakla varsak, o sebepten, onun için ölümsüz de olmalıyız”.[14] Bir yerde bizim varlık tarzımızın yaratılmışlık olması, varlığımızı sürdürmemizin Tanrı’ya bağlı olduğu inancını da beraberinde getirmektedir. [15] Bu bakımdan, ölümsüzlüğün, bizim varoluşumuzdan sorumlu olan Gücün “nihaî aklîliği” ya da “gayr-i aklîliği”, şefkati veya zalimliğine bağlı bulunduğunu söyleyenler olduğu gibi, bunu, “Tanrı’nın bize olan bir borcu” olarak görenler bile vardır. [16]
Burada şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır: ölümsüzlükle Tanrı’nın varlığı arasındaki bağlantı meselesinde ne tür bir ölümsüzlüğe inandığımız da önemli rol oynamaktadır. Yani “ruhun basit, yok olmaz bir cevher olduğu düşüncesinden yola çıkarak ölümsüzlük inancını temellendirme çabasında Tanrı’nın varlığı ile ruhun ölümsüzlüğünün, en azından teorik düzeyde, ayrı ayrı ele alınabileceği kanaati vardır. Belki de “ruhun ölümsüzlüğü” kavramının ve bu kavramın açıklanabilmesi için başvurulan metafizik delillerin dinî çevrelerde pek hoş karşılanmamasının bir sebebi de bu durumdur”[17]. Ancak, tartışma bedenli diriliş konusuna taşındığında, bu kanaati paylaşmak pek mümkün görünmemektedir.
Ölümsüzlükle Tanrı’nın varlığı arasında herhangi bir bağlantı bulunmadığını savunanlar açısından burada şu hususları belirtmekte de yarar bulunmaktadır:
(a) Ruhla beden arasında, en azından sağduyu düzeyinde, âdeta kesine varan bir ayrımın bulunması; beden burada kalıyor, ruh ise göçüp gidiyor,
(b) Kendimizi hiç olmamış gibi düşünmenin imkânsızlığı ve
(c) hayata sarılma ve ölümden kaçış yönünde çok güçlü bir içgüdünün varlığı.
Diyebiliriz ki bu özellikler hemen hemen tüm insanlarda doğuştan gelmektedir ve bu duygu Tanrı inancından daha köklü gibi görünmektedir. [18] Buna göre, ruhun ölümsüzlüğünü doğal bir şey olarak görünce, Tanrı ile ölümsüzlük inancının arasını ayırmak da kolaylaşıyor.[19]
Ölümsüzlük konusunda şimdiye kadar yapılan tartışmalar, öte dünyadaki varoluş tarzının mahiyetinin ne olacağını değil de, daha çok, ne olmayacağını ortaya koymuştur, Yani, bu konuda onaylanan hususlardan çok, karşı çıkılan noktalar üstünde yürünerek yol alınmıştır. .Bu açıdan bakınca, salt ruhun ölümsüzlüğü imkânını bir ölçüde saf dışı etsek bile, bedenli bir yeniden varoluş tarzı, Tanrı’nın bilgisi ve kudreti dâhilindeki alabildiğine geniş bir imkânlar dünyasına açık olarak kalmaktadır. Tanrı’nın varlığına inanıldığı veya insanı var eden şeyin evrende hâlâ faal olduğu kabul edildiği takdirde, bizim için diriliş imkânı da her zaman var olacaktır. Aynı “kalır” (pattern) içinde, kişisel kimliğin korunarak gerçekleşeceği savunulan diriliş şekli bu imkânlardan sadece birisidir. Belki de bu yüzden olacak, Hume ve Russell çizgisindeki filozoflar, ölümsüzlük konusundaki kanıtların ağırlığının tamamen mü’minlerde olduğunu söylemişlerdir.
Ölümsüzlükle ilgili iddiaların nasıl isbat edileceği konusu da son derece önemlidir. Açıkça, ölümden sonraki varoluşla ilgili iddialar deneye dayalı yönden asla çürütülemezler. Eğer ölümsüzlüğe olan inancımız yanlışsa, bunu öğrenmemiz (veya ispat etmemiz) hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Buna karşılık, ölümsüzlüğü inkâr edişimizin yanlış olduğunu öğrenme şansımız olabilecektir. Bu durum da ölümsüzlük lehinde kaydedilecek bir husustur.
Şurası bir gerçektir ki, ölüm sonrası varoluş tarzı konusunda biz ne söylersek söyleyelim, eğer herhangi bir şekilde ölümsüzlük varsa, biz bunu ister kanıtlayalım ister kanıtlayamayalım, bu varoluş tarzı ve öte dünya hayatı nasıl olacaksa yine öyle olacaktır, öte yandan, eğer ölümsüz değilsek, hiçbir delil bizi ölümsüz kılamayacaktır. Doğrusu, ölümsüzlük konusu salt nihaî mukadderatımız açısından değil, bu dünyadaki varoluşumuz açısından da son derece büyük bir önem arz etmektedir. Sözgelimi, diriliş düşüncesi hayatımıza yeni bir boyut kazandırmakta, ona hiçbir şeyin veremeyeceği bir anlam ve ciddiyet vermektedir. Denebilir ki insanı insan kılan ve ahlâkî bir varlık oluşunu pekiştiren, onun, ölüm ötesiyle ilgili böyle bir metafizik gerilim içinde olmasıdır. Bu konu bizce, ölümden sonra neler olacağı meselesinden çok daha fazla şeyleri ihtiva etmektedir. İnsanın, kendisi ve nihaî kaderine ilişkin düşüncelerinin, onun hayatında çok önemli bir yeri vardır.
Öyle görünüyor ki, insanlar ölümsüzlüğü ispatlamak için her yolu denemişler, her delile başvurmuşlar ve bazen delillendirmişler(!) de; delil getiremedikleri zamanlarda da yine ölümsüz olduklarından güçlü bir biçimde emin olmuşlardır.
Ölümsüzlük aleyhindeki hiçbir kanıt, insanın ölümsüzlük arzusunu, ebediyyen var olmak şeklinde tezahür eden bu en köklü ihtiyacı ondan söküp atamamıştır. Kesin olduğu ileri sürülen bilimsel bulgularla ya da herkesçe kabul edilen felsefî delillerle ölümsüzlük inancını insanlığın, en azından insanlardan çok büyük bir çoğunluğun kafasından silip atmak şimdiye kadar mümkün olmamıştır. Bu demektir ki, gerek ruhun ölümsüzlüğü şeklinde, gerekse başka bir zaman zaman-mekân ortamında ruhî-fizikî kişinin yeniden kurulacağı veya dirilişin gerçekleşeceği şeklinde herhangi bir ölümsüzlük şeklinin olacağına inananlar geçmişte olduğu gibi gelecekte de bulunacaktır.
Ölümsüzlük konusunda, hangi sonuca ulaşırsak ulaşalım, problemi ne tür bir çözüme kavuşturursak kavuşturalım, yine de burada irrasyonel olan bir şey kalmaktadır. Belki de ölümsüz olduğumuza kesin gözüyle baktığımızdan dolayı, durmadan onu ispatlamaya çalışıyoruz. Zira ölümsüzlüğe inanmadığımızda, dünyaya anlam vermemiz imkânsız olmasa da son derece güçleşmektedir.
Çoğu konuda olduğu gibi, bu konuda da problem eninde sonunda gelip insanda düğümlenmektedir. Ne var ki, hakikate ulaşmak ve gerçeğe vakıf olmak için, P. Pattison’un deyişiyle, “arkaya geçmeye çalışacak olursak”, bu işi, sadece, insanı parçalayarak yapabiliyoruz ve bir daha da bu parçaları bir araya getirmemiz mümkün olmuyor. Bu yüzden, bir yandan katıksız ruh, öbür yandan fiziksel güçlerin ölü dünyası arasındaki uçurumu kapatmak İçin, insanı ayrılmaz bir ruh-beden birliği içinde görmeye mecburuz.
Nasıl yok iken var edildiğimize inanıyorsak, ulaşmaya çalıştığımız mükemmellik idealleri ve dolayısıyla ölümsüzlük de aynı ilham ve inançtan beslenen bir umut ve güven kaynağı olarak bizde yaşayacaktır. Ölümsüzlük konusu son tahlilde, ekzistansiyel (varoluşçuluk, vücudiye) bir konu olarak kalmaktadır ve ölüm ötesi varoluşun mahiyeti hakkında bildiklerimiz de bir imkândan ileriye gitmemektedir.
Din ise dirilişin gerçek olduğunu söylüyor o kadar. [20]
Bedîüzzaman sonsuzluk duygusu hakkında şu bilgiyi aktarıyor.
Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der: Bana gel, tövbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem’in vücudu değil korkutmak, belki sana Cennet’in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlûkatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin. Eğer sen dalalette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennem’in vücudu, bin derece i’dam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünki insan hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur. Şu halde sen ey mülhid, dalaletin itibariyle ya i’dam-ı ebedî ile ademe (yokluğa) düşeceksin veya Cehennem’e gireceksin!
Şerr-i mahz[21] olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ud olduğun umum akraba ve asl u neslin seninle beraber i’dam olmasından, binler derece Cehennem’den ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünkü Cehennem olmazsa, Cennet de olmaz. Her şey senin küfrün ile ademe düşer. Eğer sen Cehennem’e girsen, vücud dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennet’te mes’ud veya vücud dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek herhalde Cehennem’in vücuduna tarafdar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak, ademe tarafdar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına tarafdarlıktır.
Evet Cehennem ise, hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelalinin hakîmane ve âdilane bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcud ülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekaya ait hizmetleri var. Ve zebani gibi pek çok zîhayatın celaldarane meskenleridir. [22]
İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu misillü dünya ile alâkadardır ve akaribiyle münasebetdar olduğu gibi, nev’-i beşer ile de ciddî ve fıtrî münasebetdardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını, âşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.
Hattâ Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi, bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim.
Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti.
“Cehennem de olsa beka isterim” dedi.
İşte madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi’ mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ı mutlak bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdad, bir merci’ ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki; onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur.[23]
Bediuzzaman, “Rabbin, kullarına haksızlık edecek değildir”[24] mealindeki ayetin bu ilahi adalete delil olduğunu söyler. Madem bu dünyada tam adalet gerçekleşemiyor, ahirette mutlaka tam adaletin gerçekleşeceği bir mahkeme olmalıdır[25]
Peki, niye bu hayatın neticesi ebedi hayattır? Nursi’nin bu meseleyi, daha önce olduğu gibi, Allah Teâlâ’nın Adil, Hâkim, Rahman, Rahim, Vedud, Kerim, Cemil, Cevvad, Celil, Baki, Hakk gibi isim ve sıfatlarına dayandırdığını; hikmet ve adalet delillerini öne çıkardığını görüyoruz. “Bir yaratıcının olduğunu ve O’nun bu sıfatlara sahip olduğunu nerden anlıyoruz” seklinde bir soru sorulursa daha önce ifade ettiğimiz gibi bunu kâinattaki icraatlarından, fiillerinden anlıyoruz. Gözümüzün önünde her an yapılan bu fiilleri inkâr etme lüksümüz yoktur. Bu fiilleri tabiata, kör tesadüfe, sebeplere vermemizin imkânsız olduğunu müellif eserlerinin birçok yerinde ispat etmiştir. Konumuz dışında olduğu için girmiyoruz. Allah’ın yukarda saydığım isim ve sıfatlarının “hayat” ile bağlantılı olarak niye ebedi hayatı gerektirdiği meselesine gelirsek, bunu daha önce izah ettik. Yeri geldiği için tekrar özet olarak Nursi’nin bu konuya getirdiği izahlara bakalım. İnsana verilen kabiliyetlere baktığımızda çok yüksek olduğunu görüyoruz. Öyle ki, o kabiliyetlerin oldukça az bir kısmı bu dünya hayatında kullanılıyor. Ebedi hayat olmazsa bu kabiliyetler hiç kullanılamayacak demektir. Bu ise manasız olur. Çünkü hiç kullanılmayacak bir kabiliyetin yaratılması abestir, gereksizdir. Sonsuz hikmet sahibi olan yaratıcı bundan münezzehtir. Sermaye olarak mesela bir serçe kuşundan yüzler defa daha yüksek olan insan, ebedi hayat olmazsa serçe kuşundan binler derece daha bedbaht bir dereceye düşer. Aklı, o kişiye bir işkence aletine döner. Çünkü akıl geçmişten üzüntüler, gelecekten endişeler taşır. Vicdanı o kişiye azap eder. Çünkü vicdan ebeden ve ebedi bir sevgiliden başkasıyla tatmin olmaz. Yaratıcının insanın hizmetine sunduğu bu kadar nimetin şahadetiyle yaratıcı kendini tanıtmak ve sevdirmek istiyor. Kendini sevdirmek istemesiyle beraber fıtraten kendini seven insan ruhunu yokluğa atmakla ebedi olarak kendine gücendirmek ve düşman etmek elbette o Zat’a yakışmaz. Böyle bir çirkinlikten ve zulümden uzaktır. Ebedi bir hayatın ve saadetin olmayacağı düşüncesi akıl, kalp ve vicdan cihetiyle insanı elem ve üzüntü içinde bırakır. Bütün bunlar Allah’ın rahmet, kerem ve şefkatine uygun düşmez. İnsanın en büyük isteği, en ehemmiyetli arzusu “beka”dır. Midenin cuz’i arzu ve duasını işitip ona rızık gönderen yaratıcı, insanın en büyük arzu ve duasına ilgisiz kalması mümkün değildir. Bu kâinattaki bu kadar büyük masraflar, bu haşmetli saltanat, sadece bu kısacık dünya hayatı için olamaz. Bunların arkasında büyük maksatlar olması gerektiğini akıl ihtar ediyor. Dünya hayatına dikkat ettiğimizde bütün mahlûkatın insana, yani insan hayatına hizmet ettiğini görüyoruz. Yani merkezde hayat (insanın hayatı) vardır. Bütün icraatlar insan hayatının devamına hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. Madem gözümüzün önündeki icraatların şehadetleriyle her şey insanın hayatına hizmet ediyor, insanın hayatı bu kadar önemli! Bu durumda hayattan beklenen bir maksat olmalıdır. Aksi takdirde bütün bu icraatlar ve masraflar boşa olmuş olur.[26]
Ölmezden evvel öldürür bakî hayâtı ol bulur
Hakk yoluna kurbân olur Hakk yolunun âşıkları
Ölmezden evvel öldürür bakî hayâtı o bulur
Hakk yoluna kurbân olur Hakk yolunun âşıkları
Her kim Hakk’ı bulmak diler alsın Niyâzî’den haber
Bunda iken dosta erer Hakk yolunun âşıkları
Niyâzî’den haber alsın her kim Hakk’ı bulmak dilerse
Onunla iken dosta erer Hakk yolunun âşıkları
[1] Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvânı’nın Tenkitli Metni, Ankara, 1998, s. 242
[2] Mehmet Aydın. Din Felsefesit s.204
[3] (KOÇ, 1990),s.112
[4] B.Willlams, Problems of the Self “Cambridge Uni. Press,1973,s.82( Hunter Steele,”Could-Body-Bound İmmortality be Live-able” Mind, Vol. LXXXV, 1976,s.424’ ten naklen); D.A.Failin, Groundwork of Philosophy of Religion,s.191.
[5] A. Duncan-Jones, “Man’ s Mortality”,Analysis, Vol.28,n.3 (January 1968),s.68 (J.Hick, Death and Eternal Life, s.209’dan naklen).
[6] J.Hick, Death and Eternal Life. s.410
[7] a.g.e.,,s.410-11
[8] J.Hick, Death and Eternal Life. s.413-14
[9] Epistemoloji, bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen felsefe dalıdır. Bilgi felsefesi olarak da adlandırılmaktadır.
İlk çağlarda Thales gibi filozoflar metafizik ile ilgileniyorlardı. Evrenin salt maddesinin bulunması temel bir amaç olmuştu. Ama bu konularda herkesin vardığı farklı fikirler, fikirler arasındaki çelişkiler filozofların insana, dolayısıyla akıl ve bilgiye yönelmesine yol açtı. Bu da insanın bilgilerinin doğruluğunun sorgulanmasına neden oldu. Böylece bilgi felsefesi doğmuş oldu.
[10] H.Steele “Could Body-Bound İmraortality Be Liveable?” s.425.
[11] (KOÇ, 1990),s.136-138
[12] Rem B.Edwards, Reason and Religion. s.359: M.Aydın “Tanrı Hakkında Konuşmak” s. 39.
[13] Unamuno, “Yaşamın Trajik Duygusu”, s.17.
[14] a.g.e., s. 53; Galloway,The Philosophy of Religion.s.572; K.L. Patterson,.Plato on Immortality,s.33
[15] D.A.Pailln, Groundwork of Philosophy of Religion. s.190-91
[16] E,S.P.Haynes, The Belief in Perasonal Immortality, s. 145; C. Lamont, “The Illusion of Immortality”, s.7-8.
[17] M. Aydın. Din Felsefesit s. l94.
[18] O. Lamont. The Illusion of Immortality, s.9-10.
[19] (KOÇ, 1990), s, 149-150
[20] (KOÇ, 1990),s.156-158
Gazzali ise, Müslüman filozoflardan Farabi ve İbn Sina’yı üç konuda küfürle itham etmektedir. Bunlar;
1. Maddenin ezeli olması
2. Tanrının bilgisi. Küllileri bilip, cüz’ileri bilmemesi.
3. Haşrın cismani olmadığı anlayışıdır.
[ (GEÇDOĞAN, 2005), s. 12; bkz. Ebu Hamid Gazali, Tehafütü’l-Felasife, thk. ve tkd. Süleyman Dünya, Kahire, 1987.]
[21] Şerr-i mahz: Sırf şer. Hiç hayır ciheti olmayan şer ve musibet.
[22] Said Nursî, Âsa-i Mûsa, s. 47
[23] Said Nursî, Âsa-i Mûsa, s. 40
[24] Fussilet, 46
[25] Sözler, s. 67,525
[26] Lem’alar s. 333; Sözler, s. 106, 108; (BAKA, 2008), s. 44
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar