Print Friendly and PDF

Hizmet


113





Vezin: Feîlâtün feîlâtün feîlâtün feîlün





Sâlikin Mürşîdine hizmeti şâhâne gerek,
Eşiğine koya bâşın diye şâhâ ne gerek.
 





Geçe Dünya ile ukbâyı dahî etmeye âr,
Bu yolun mihnetine ol katı merdâne gerek. 





Nâ-murad olmağa tâlip ola kim menzil ala,
Dahî halk içre adı âkil-ü dîvâne gerek. 





Dahî Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol,
Eski dıvârı yıkıp hem katl-i oğlana gerek. 





Gemi sağ olsa anı gasbeder emmâre-i nefs,
Yeni dıvar beğim eski vîrâne gerek. 





Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsıd olur,
Bu bağın bülbülü âşk oduna pervâne gerek. 





Ey Niyâzî bu yola kim gire kurbân ede can,
Îyd-i ekberdir ana vuslat-ı cânâne gerek. 





Sâlikin Mürşîdine hizmeti şâhâne gerek,
Eşiğine koya bâşın diye şâhâ ne gerek. 





Sâlikin Mürşîdine hizmeti şâhâ yaraşır gibi gerek,
Eşiğine koya bâşın diye şâhâ ne gerek. 





Sâlikin üç mertebesi vardır: Biri muhib, biri mürid, diğeri de sâliktir.  Muhib olan kimse yalnız tevhid ehli ile muhabbet eder. Mürit hem muhabbet eder,  hem de bîat etmek ister. Sâlik ise bîat ederek sülûk eder. Burada murad edilen esasen budur,  yani sülûk edenin Mürşidine hizmeti, vükelânın en baştaki zâtı nice kıymetli tutar, hizmet ve itaat eylerse,  sâlikin de Mürşidine öyle itaat ve hizmet etmesi ve kıymetli tutması gerekir, hatta daha ziyâde olmasını ister. Çünkü birinci husustakine itaat ve hizmet edilmesi dünyevî geçim dolayısıyladır. Şâyet kusur işlerse geçimi kesilir ve o da geçimini başka yerden temini cihetine gidebilir. Fakat Mürşide hizmet ise Hakk cihetindendir ve Mürşidin emri Hakk’ın emridir. Eğer Mürşidin emrine sâlik itaat etmemiş olursa,  başka cihetten Mürşidden kazanacağını elde edemez.  Mürşidin hizmeti nedir diye sorulursa, onun hizmeti Hak yolunda Hakk’ın yaptığı emirlerden ibârettir. Binaenaleyh Mürşidin emrini tutmamak,  Hakk’ın emrini tutmamak ve Hak emirlerine itaat etmemektir. 





يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا اَطِيعُوا اللهَ وَاَطِيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فِى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلاَخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْوِيلاً





“Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Rasule ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun halini Allah'a ve Rasule bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir.”   [1]





Melek, Allah Teâlâ’sına dedi ki:





Yarabbi! Beni bir şeyle görevli kılma; ben sana iki kat kulluk edeyim. Beni nefsimin hoşuna gidecek şeyle teklif etme çünkü teklifte ürküntü vardır, ağırdır. Allah Teâlâ buyurdu ki:





Sana pek az teklif yükletilmesi, senin için teklifsiz olan milyonlarca ibadetten daha hayırlıdır. Dilencinin isteği üzerine vereceğin bir akçe, kendi arzunla verdiğin bin akçeden hayırlıdır. [2]





Geçe Dünya ile ukbâyı dahî etmeye âr,
Bu yolun mihnetine ol katı merdâne gerek. 





Geçe Dünya ile ahireti dahî utanmaya,
Bu yolun meşakkatine ol sert er kişi gerek. 





Bu yolun mihneti, yani zahmeti şudur ki, yarân her zaman bulunmaz.  Çünkü gerçek tevhid ehli pek nâdir bulunur. Meselâ,  buradan kalkıp Mısır’a bir tevhid ehli bularak muhabbet ve sohbet etmek için gidersiniz,  sonra o gittiğiniz yerde ya bir ahbab bulursunuz veya bulamazsınız. Çünkü bulunmaz şeydir,  bulunursa da gizlenirler. İşte bunun için merdanlık,  yani yiğitlik gerekir ki,  sen de buna dayanamazsın. 





Nâ-murad olmağa tâlip ola kim menzil ala,
Dahî halk içre adı âkil-ü dîvâne gerek. 





Muradına ermemiş olmağa tâlip ol ki menzil alasın,
Dahî halk içre adı dîvâne akıllı gerek. 





Aklın üç mertebesi vardır:





Biri akl-ı maaş ki Dünyada yaşam ve geçim gibi şeylerle ilgisi olan hususlara aklı erer.





Biri de akl-ı maad ki bu gibi kimselerin âhiret işlerine aklı erer.





Diğeri de akl-ı kâmil ki yalnız İlâhî bilgileri düşünür.





Bu akl-ı kâmil sâhipleri Tevhid ehlidir. Bunlara “Ukalâ-yi meczûbîn” (akıllı deliler,  cezbe sâhibi veya tanrı aşkına tutulmuş kimseler) tâbir olunur. Çünkü akl-ı maaş ve akl-ı maad sâhipleri,  bunların cezbeye kapılmış kimseler olarak görürler.





Diyelim ki, mucize sizin aklınızın göremeyeceği bir şeydir. Akıl ise Allah Teâlâ’nın insanda bir hüccetidir. Onu yerinde kullanmasan seni yanıltır. Bundan dolayıdır ki, akıllar yetmiş iki millete göre değişiktir. Biri birini yanıltmaktadır. [3]





“Eğer akıllar onun bağladığı düğümleri çözseydi Allah Teâlâ enbiyayı yollar mıydı?”[4]





Nasıl ki, aynayı (akıl) bir kere eğri tuttun mu, orada yüz binlerce doğru ayna olsa artık ondaki görüntüyü düzeltemezsin. Kur'an-ı Kerim'de,





"Biz sana kendinden önce gelen kitaplarla senin yanında olanları gerçeklendiren kitap gönderdik," [5] buyurulmuştur. [6]





Dahî Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol,
Eski dıvârı yıkıp hem katl-i oğlana gerek. 





Dahî Mûsâ gibi Hızır’a gemisin deldire ol,
Eski duvârı yıkıp hem oğlanı öldürmek gerek. 





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Risale-i Hızriyye’sinde Hızır kıssasını işlemiş ve diğer mutasavvıfların aksine anlaşılması zor remzler kullanmadan ve ehl-i sünnet çerçevesinde yorumlayarak tartışmalara ve eleştirilere sebep olacak fikirler ortaya koymaktan kaçınmıştır. Kıssayı açıklarken ilk önce ayeti verip daha sonra da yorumlarını sıralamıştır. Zaman zaman hadisleri de kullanarak konunun önemini anlatmaya çalışmıştır. Risale daha çok verâ-takvâ, hubb-i câh yâni mal-makam sevgisi, ucb yâni kişinin kendini beğenmesi konuları üzerinde yoğunlaşır. Hubb-i câh ve ucb sıfatlarının kötülüğünü ve zararlarını uzun uzun anlatır.





Niyazi Mısrî, sefineden muradın Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şerîati olduğunu zikreder.Hızır’dan muradın da Mûsa aleyhisselâma mahzûrâtı mubah kılan ilmi öğretmesidir. Daha sonra ise sefineden murâd; takvadır, zühddür, verâ’dır, ilimdir, irfandır, onun için. O, sefineyi ilk önce Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatına benzetirken, daha sonra onu tasavvufun temel prensipleriyle yorumlamıştır. Böylece gemi, insanı nasıl bir yere ulaştıran vâsıta ise, bu prensipler de insanı manevî kurtuluşa erdiren, ilâhi âşka ulaştıran aracılardır, demek istemiştir.





Sefineden murâd salahtır, takvadır, zühddür, ilimdir ve irfandır. Mûsâ ve Hızır aleyhisselâm bütün salah ehline yol göstermişlerdir. Çünkü salihler riyadan uzak olmalıdır.





Salih insanlar kendisinin ihlâsını gördüklerinde ona gıpta edip kendilerinin de salah ehli olmak isteyeceklerini düşünebilir. Hâlbuki salah gemisini gasb eden melik vardır ve salah ehli bundan habersizdir. Bu sebeple salah ehli, kendinde bir ayıp bulmalıdırki halk arasında filan kimse çok sâlihtir, denmesin ve gemisi kurtulsun.





Niyazi Mısrî’ye göre oğlandan murâd, hubb-i câh sıfatıdır. Bu sıfat, Hz Mûsâ da mahvi olmuştur. Hızır, aslında Mûsa’da bulunan ve çocuk suretine giren makam mevki sevgisini katletmişdir. Hz. İbrahim de oğlu İsmail’i Allah Teâlâ’ya kurban etmek istediğinde aslında kendi içinde mahvi olan hubb-i câh sıfatını katletmek istemiştir. Hubb-i câh sıfatını büyük düşman olarak gören Niyazi Mısrî, onun öldürülmesi gerektiğini söyler.”  Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifinin de hubb-i câh’a remz olduğunu bunun da “ölmeden önce halâs olun” anlamına geldiğini söyler.





Niyazi Mısrî’ye göre, oğlan hubb-i câh’tır. Anası Hz. Mûsa aleyhisselâmın kuddûsîsidir. Babası ise nefsi mutmainnesidir. Nebiler suluklarına nefs-i mutmainneden başlarlar. Hz. Mûsa aleyhisselâmın ruhu, ruhu kudsi iken nefsi nefsi mutmainne iken bu ruha, bu nefse, bu oğlan, lâyık değildir. Hubb-i cah ancak dağlara münâsibtir Allah Teâlâ, Hz. Mûsa aleyhisselâmın bu sıfatını kendisine oğlan suretinde gösterip onu katlettirmiştir. Mâ’sum bir çocuğu öldürmek ne kadar zorsa hubb-i câh’ı izâle etmek o kadar zordur. Kemâl ehli, çok çalışarak hubb-i câh hastalığından kurtulabilir, eğer kurtulamazsa melik ona gazab ederek onu öldürür. Onu öldüremeyen yani oğlan sevdasına düşen haramdan sakınmaz; bu da onu helâk eder,





Hubb-i câh’ı terk etmek Hızır’ın sıfatındandır. Kim Hızır’ın sıfatıyla muttasıf olursa onun ilmine nâil olur.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîze göre cidardan (duvar) murâd ucb sıfatıdır. Yâni kendini beğenme sıfatıdır. Bu sıfat, kemâli ziyâde olan kimselerde olur. Bir insanın kemâli, arttıkça onda bu sıfat da artar, bu sebepledir ki bu sıfat birçok kemâl ehlini helâk etmiştir.





Kişi daha çok kendi eksikliklerini örtüp kemâline delâlet eden şeyi ortaya çıkarır ve kendini diğer insanlardan üstün göstermeye çalışır. Başka insanların ayıplarını ortaya çıkarmak ister; hâlbuki insan bir kimsede başkalarına zararı olmayan bir kusur gördüğünde üzerine duvar örtüp onu sakınmalıdır. İnsanlara zarar veren bir ayıp gördüğünde ise duvarı yıkıp bu ayıbı açıklamalıdır.





Hızır, Hz. Mûsa aleyhisselâma bu üç olayla âdâb-ı ilâhiyeyi öğretti, fakat bunu ancak ehil olan anlayabildi.





Birinci kıssada, Hızır istedim dedi. Geminin delinmesinde bir ayb vardı ve bunu kendine nisbet ederek istedimdedi. İkinci kıssada oğlanın ana-babası mü’minlerdi. Onların tarafında hayr, oğlan tuğyan sahibiydi bu sebeple istedik dedi. Kemâl olan tarafı Hakk’a eksik olan tarafı kendine nisbet etti. Üçüncü kıssada katıksız hayr vardı bu sebeple onu Hakk’a nisbet ederek Rabbin istedidedi. Bu ilm-i ilâhidir ve bütün kemâl ehline gerekir. Hızır önce mahzûrâtı gösterip daha sonra olayların te’vilini haber vermiştir. Bunda amaç, Hz, Mûsa aleyhisselâmın istidadını denemektir.





İşte ilm-i ledün, ilm-i ilâhi, ilm-i vera’, ilmi vehbîdir. Maddesi Hızır’ın Hz. Mûsa aleyhisselâma ta’lim ettirdiği üç şeyden geçmekle olur. Başta riyadan ve nifaktan kaçınıp câhtan ve ucbdan halâs olan kimse bu ilmi öğrenmeye lâyık olur.[7]





Gemi sağ olsa anı gasbeder emmâre-i nefs,
Yeni dıvar beğim eski vîrâne gerek. 





Gemi sağlam olsa onu gasbeder nefs-i emmâre,
Beğim yeni duvar eski vîrânede gerek. 





Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsıd olur,
Bu bağın bülbülü âşk oduna pervâne gerek. 





Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsıd [8] olur,
Bu bağın bülbülü âşk ateşine pervâne gerek.





Mekâbe





Bir gün İbrahim b. Edhem kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, Rabbine şöyle dua eder:





"Ya Rabbi, Senin aşkına tutuldum. Senden gayrı her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni gördükten sonra, bakışlarım başka şey görmez oldu..."





O, tam bu dualarla dopdolu olduğu ve bu duanın mânevî atmosferi içinde bulunduğu bir sırada, Kâbe'nin kenarında oğlunu görür. Oğlu da onu görmüştür. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir:





"İbrahim, bir kalbte iki sevgi olmaz!"





İşte o zaman İbrahim ikinci çığlığı basar: "Muhabbetine mani olanı al, Allahım!" Ve oğlu ayaklarının dibine yığılıvermiştir..[9]





Ey Niyâzî bu yola kim gire kurbân ede can,
Îyd-i ekberdir ana vuslat-ı cânâne gerek. 





Ey Niyâzî bu yola kim gire kurbân ede can,
Büyük bayramdır ona vuslatı cânâne gerek. 





Can, yani ruh; Ruh makâmı cem makâmıdır, Bir kesret-i tabiiyye vardır. Bir kimse sülûk edince kesret-i tabiyyeden kurtulur, Çünkü ef’âlin Hakk’ın olduğuna, sıfâtın Hakk’ın olduğuna,  vücûdunun zât-ı Hakk’ın olduğuna vâkıf olunca, o zaman kesret-i tabiiyye kalmaz Bundan sonra “Makâm-ı cem” ki ruh makâmıdır, orada kesret bâtın olup, vahdet zâhir olur, yani Hak zâhir,  halk bâtındır. Sonra “Hazretül-cem “makâmında ki,  makâm-ı nefs ve makâm-ı şerîâttir, kesret zâhir, vahdet bâtındır, yani halk zâhir, Hak bâtındır. İşte Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin canını kurbân et demesi,  ruh makâmından nefs makâmına geçmek demektir. Bu hal bir İyd-i ekber ve Hacc-ül ekberdir.   










[1] Âl-i İmran, 59





[2] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.253), s.342





[3] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.265), s.353





[4] Mesnevî, c.IV, b. 3197





[5] Mâide, 49





[6] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.265), s.353





[7] (MISRÎ); (ÖZLER, 2004), s.109-111





[8] Fasd: Kan alma, hacamet. * Damar kesmek. Fasid: Düzen bozan





[9] Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü'l-Evliya, İbrâhim Ethem'in hayatı


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar