Print Friendly and PDF

İçimi Sen Saf Kıldın


     ف       F





99





Vezin: Mefâilün Mefâilün feûlün. 





Gel ey sofî çıkar sofu kıl insâf,
Ko sûret düzmeği kıl içini sâf.
 





Riyâ ile bu ömr-ü nâzenini,
Nice bir sarf edip edersin isrâf. 





Kuru davâ mı sandın sen bu ilmi,
Bu yola böylemi gittiler eşraf. 





Dahî kâmilliğin bu mu nişânı,
Sana derviş ola etrâf ü eknâf. 





Değil vallâhi mürşidlik bu resme,
Kemâl ehline yakışmaz bu evsâf. 





Arıt pâk eyle kalbin eyle hâlis,
Beğenmez böyle kalbi anla sarrâf. 





Hakîkat kârbânına uyagör,
Kati rûşen yola gider ol esnâf. 





Fenâ Kâf’ından aşır yolları hep,
Bekâ Ankâsı’na olurlar ezyâf. 





Bu yolu cümleden âlâ tutarlar,
Sarây-ı vahdete erişen eslâf. 





Hurûfa bakma andan içeru bak,
Nefestir can değildir nûn ile kâf. 





Nefs bahrında lâl olmuş Niyâzi,
Sada vü harf içinde olan urur lâf. 





Gel ey sofî çıkar sofu kıl insâf,
Ko sûret düzmeği kıl içini sâf. 





Gel ey sofî çıkar sofu kıl insâf,
Koy sûret düzmeği kıl içini sâf. 





Burada sofî,  softan müştaktır,  ondan hırka ve taç yaparlar.   İnsâf et,  bu sûret düzmeği bırak.   Riyâ ile ömrünü sarfederek isrâf ettin. 





Riyâ ile bu ömr-ü nâzenini,
Nice bir sarf edip edersin isrâf. 





Riyâ ile bu nâzik ömrünü,
Nice bir sarf edip edersin isrâf. 





Kuru davâ mı sandın sen bu ilmi,
Bu yola böylemi gittiler eşraf. 





Kuru davâ mı sandın sen bu ilmi,
Bu yola böylemi gittiler şerefli kişiler. 





Bu Tevhid ilmini sen kuru bir davâmı zannedersin.   Eşraf bu yola böylemi gittiler? Kâmilliğin nişânı bumudur?





Dahî kâmilliğin bu mu nişânı,
Sana derviş ola etrâf ü eknâf. 





Dahî kâmilliğin bu mu nişânı,
Sana derviş ola etraf ve bütün yönler. 





Sana Şeyh denilsin,  etraf,  eknaf sana derviş olsun diye mi ? Eyvâh,  böyle mürşidlik gösteriş ile olmaz.   Bu sıfatlar kemâl ehline yakışmaz,  kalbini pâk ve hâlis eyle ve şunu iyi bil ki Sarrâf,  yani Hak celle şânuhû saf olmayan kalbi beyenmez. 





Değil vallâhi mürşidlik bu resme,
Kemâl ehline yakışmaz bu evsâf. 





vallâhi mürşidlik bu resmiyet değil,
Kemâl ehline yakışmaz bu vasıflar. 





Arıt pâk eyle kalbin eyle hâlis,
Beğenmez böyle kalbi anla sarrâf. 





Arıt pâk eyle kalbin eyle hâlis,
Beğenmez böyle kalbi anlar sarrâf. 





Kalp, genel olarak iki anlamda kullanılmaktadır:





1. Sadece insana has olmayıp, hayvanlarda da bulunan, göğüs kafesinin sol tarfındaki boşlukta bulunan konik et parçası. Tabiî ve hayvâni ruhun devamı için gerekli olan buharı taşır.





2. Rabbânî ve rûhânî bir latîfe olarak insanın idrak eden, bilen ve kavrayan yeteneği, insanın emaneti yüklenen hakikati.[1]





Tirmizî bu konuda şöyle der: “Kalp ismi, bâtınî makamların hepsini gerektiren ismi câmi’dir.”Dolayısıyla kalp ve ruh, mârifetin, bir birinden açık bir şekilde ayrılması mümkün olmayan iki vasıtasıdır.[2]





“Bu organa ‘Kalb’ denilmesi, ona gelen varidatın çeşitliliğinden dolayı devamlı tekallüb ettiğindendir. Vâridâtın çeşitliliği de hallerin çeşitliliğidir. Hallerin çeşitliliği ise kalbin sırrına inen tecelliyât-ı ilâhiyyenin türlü türlü oluşundandır. İşte ilim dilinde buna suretlerdeki tahvil ve tebdil derler (Bkz. Zehâirul-a’lâk fî şerhi Tercümânil-eşvâk,39. [3]





“Allah bir adamın karnında iki kalb yaratmamıştır.”  [4]





Bil ki: Her insanın karnında yalnız bir kalb vardır. Bu kalb, Rahman'ın parmakları arasındadır. Allah Teâlâ onu dilediği gibi çevirir. Kalb, yöneldiği şeyin sıfat ve rengine bürünür. Hatta yöneldiğinin aynı olur. Bunu anladınsa “zikir, zakir (zikreden), ve mezkur (zikredilen) bir şeydir.”   sözünün manasını da anlamış olursun. Çünkü lisandaki zikir, gerçek zikrin bir suretidir. Gerçek zikirde kalb, zikrin şekline girer. Bu itibarla kalbe de zikir denir. Kalb Hakk'tır.





Bunların her birinin bir misali vardır: Su, rüzgârın dalgalandırmasıyla dalga adını alır. Hâlbuki hakikatte dalga da sudan başka bir şey değildir. Kalbin de zikirle olan durumu aynıdır. Zikir kalbin tamamını kapladığı takdirde kalb, tamamen zikir kesilmiş olur. Lisana gelen zikir, kalbde olan zikrin suretidir. Kalb, bu zikrin suretine (şekline) girer. Ama kalb esasında şekilden münezzehtir. Gelen düşünceye göre şekil alır. Bundan dolayıdır ki iki fikir, aynı zamanda kalbde bulunmaz. Çünkü kalb tamamen, gelen fikrin suretine girer. Kalb, gelen o düşüncenin kendisi kesilir. Artık başka bir düşünce ona sığmaz. Deniz suyu gibi. Su, dalgalandığı zaman bir dalga, başka bir dalganın şeklinde düşünülemez. Bir anda aynı yerde iki dalga olamaz. Anla. Bazan kalb, bir deniz olarak görülür. Dalgaların çokluğu ve kalabalığı ona izdiham vermez. Ama bu hal, her zaman olmaz, bazı anlarda olur. İtlak takyide (mutlak vücut, özel vücuda) galebe çaldığı zaman olur. Uykuda kendini ağaç gören tane gibi. Her karında bir tek kalb vardır. Bu kalb, ister bir ayn'a (zata), ister birçok tayyünata (görünüşlere) yönelsin. Neye yönelirse onun şeklini alır. [5]





Hakîkat kârbânına uyagör,
Kati rûşen yola gider ol esnâf. 





Hakîkat kervanınına uyagör,
Kesin aydınlık yola gider o sınıflar. 





Hakikat kervânına uy.   O esnaf,  yani hakikat ehli ancak açık yola giderler.   Onların gizlilikleri yoktur,  her halleri açıktır,  onlar gösteriş filan gibi şeyleri bilmezler. 





لاَ خَيْرَ فِى كَثِيرٍ مِنْ نَجْوَيهُمْ ِالاَّ مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصِْلاَحٍ  بَيْنَ النَّاسِ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللهِ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ اَجْرًا عَظِيمًا





“Ancak sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna, onların gizli toplantılarının çoğunda hayır yoktur. Bunları, Allah'ın rızasını kazanmak için yapana büyük ecir vereceğiz.”   [6]





Fenâ Kâf’ından aşır yolları hep,
Bekâ Ankâsı’na olurlar ezyâf. 





Fenâ Kâf’ından aşır yolları hep,
Bekâ Ankâsı’na olurlar misafirler.





Burada “Fenâ Kâfından “ murad “Fenâ-fillâh” olmaktır. Çünkü fenâ bulmak zordur.  Bu nedenle onu yüksek olan Kaf dağıyla teşbih ederler. “Bekâ Ankâsı” ki “ Fenâ-fillâh “ olan “ Bekâ-billâh “ da misafir olur. 





Bu yolu cümleden âlâ tutarlar,
Sarây-ı vahdete erişen eslâf. 





Bu yolu cümleden âlâ tutarlar,
Vahdet Sarâyına erişen evvelkiler. 





Hurûfa bakma andan içeru bak,
Nefestir can değildir nûn ile kâf. 





Harflere bakma ondan içeri bak,
Nûn ile kâf nefestir, can değildir. 





Hurufâ bakma,  yani bu görünen sûretlere ve mevcûdata bakma demektir.   Çünkü bu görünen mevcûdat birer hurûf-u sûveriyye dir.   İçeri bak’ki gerçeklere bakmış olasın ve gerçekleri görmüş olasın.   Bu mevcûdat şuna benzer ki, sanki birkaç kişi birden söylemiş gibi sanırsın, hâlbuki söyleyen birdir. 





Nefs bahrında lâl olmuş Niyâzi,
Sada vü harf içinde olan urur lâf. 





Niyâzi nefis deryasında lâl olmuş,
Sada ve harf içinde olan lâf vurur.





“Bu yolu bilen söylemez, söyleyen bilmez” demişlerdir. Niyâzî-i Mısrî, nefis hallerinde sukut etmiştir.  Ona söz söyleyenlerin hiçbir etkisi onda kalmamıştır.





Çorumlu Hacı Mustafa Rumî Efendi (h.y.t. h. 1316, m. 1899) tekkesine bir gün bir vaiz gelmiş. Şeyh ve ihvanların sukut oturmasından huzursuz olmuş ve “Efendim siz niye bunlara dini meseleler anlatmıyorsunuz.” Mustafa Rûmi buyurur ki;





“Sukutumuzu anlamayan sözümüzü anlamaz.”  Yine de dayanamayan vaiz bir kaç meselenin çözümüne dair konuşmuş ve yorul­muştur.





Faydalı olduk mu?” diye sorunca





“Biz zaten seni dinlemedik.”  “Sükûtumuzu anla­mayan, sohbetimizi hiç anlayamaz. Söz ile olsaydı, bu işi herkese söylerdik.”[7]  














[1] (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 111





[2] (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 118





[3] (KILIÇ, 1995), s.125





[4] Ahzab, 4





[5] (ATEŞ, 1971) Elli birinci sofra





[6] Âl-i İmran, 114





[7] (ALTUNTAŞ, 2007), 618


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar