İlm-i İlâhî’nin deli divânesiyim ben
158
Vezin: Mafâîlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün meâîlün
İlm-i bahrî vücûd asdâfının dürdânesiyim ben,
Maarif kenz-i dil vassâfının virânesiyim ben.
Benim ilmim katında müctehidler âciz oldular,
Veli İlm-i İlâhî’nin deli divânesiyim ben.
Birer hâle cihânın halkı bir bir râzı oldular,
Benim bir hâle meylim yok Hakk’ın bilmem nesiyim ben.
Bi-küllî âlemin halkı bilirler bende bir dert var,
Bilinmez sevdiğim kimdir nenin mestânesiyim ben.
Eğerki sûreta âhirde geldim âlem-i mülke,
Ne mâziyem, ne müstakbel her ânın ânesiyim ben.
Yitürdüm benliği, benlik bana hak benliğindendir,
Tekellümde hitâb-ı gıybetin kârhânesiyim ben.
Ne Mısrîyim, ne Mehdîyim, ne İsâ’yım, ne insânım,
Bu yanan dâimî şem’in veli pervânesiyim ben.
İlm-i bahrî vücûd asdâfının dürdânesiyim ben,
Maarif kenz-i dil vassâfının virânesiyim ben.
Ben, Varlığın ilim denizinin incilerinin eşsiz incisiyim
Ben, Gönül hazinesinin bilgileri ile vasıflı virâneyim
İlim; den maksat marifet ilminin sonu olan ilmi ilâhîdir. İlâhî ilme agâh olmayanlar nâdândır.
Hz. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz hakikat sırlarına ve ilm-i ledünne mâlik olduklarını beyân ederek, “Ben, ilm-i bahrîyim. Esdâfı hakîkat dürdânesi bende saklıdır.” demek istiyorlar. İlm-i ledün, Allah Teâlâ’dan seçilmiş kullarına ihsan buyrulan bir şeydir.
“Ledün” Vehbîdir. Kullara vasıtasız ihsan buyurulur. Bu ilmin sâhibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Kâmil vârisleride O’nun sayesinde nasiplenirler. İlm-i ledünnün ne başlangıcı ne de sonu olmaz. Bu ilmin sahibi olduğunu temsîlen “ilm-i bahri” buyruldu.
“Bahr-i vücüd”: “De ki: Rabbimin sözleri için derya ...” [1] âyet-i kerimesindeki bu sırra işaret vardır.
“Vücûd”: Lügatta, varlık manasınadır. Burada Allah Teâlâ’nın zâtıdır. Allah Teâlâ vücûdun ta kendisidir. Onun vücûdunun şekli, sınırı, zaman ve mekân ile sınırı yoktur. O vücuda benzer hiçbir suret ve heyet yoktur ve olması muhaldir.
“Esdâf”; sadefin çoğuludur. Sadef, inci kabuğu, içinden inci çıkan bir bir deniz mahsülüdür. Bu tabirde çok incelik vardır. Sadef; derin ve geniş denizlerde bulunur. İnci ise onun içindedir. Onu çıkaran dalgıçlar çok tehlike geçirirler. Bundan dolayı incinin kıymeti yüksektir.
İlimden maksad irfan; irfandan maksad Allah Teâlâ’yı bilmektir. Bilince bulmak; bulunca olmak lâzım. Şu halde bahr-i vücûda dalmak ve dibine inmek, sadefi bulmak, onun içinden inciyi elde etmek gerekir.
“Dür-dânesiyim ben”: Dürr; inci manasınadır. Dür-dâne: İnci tanesi demektir. Hz. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurmak istiyorlar ki; “Ben ilimden irfana erişip, irfandan ef’âl ve esma ve sıfat âlemlerini seyredip vâhidiyyet âleminden hakikatin özü yani inciyi buldum ve inci oldum.” diye tevhîd-i zâta kavuştuklarını ve bahr-i zâtta mahv ve müstağrak olarak misâl yoluyla ifade buyuruyorlar.
Kelâma dikkat ve ibret ile bakılmazsa bu hakikati idrâkten mahrum olan kimseler, Mısri Allah’lık iddiasına kalktı diye hezeyana başlar. Allah, Allah’dır. Mısrî ise O’nun mazhar-ı feyz-i ilâhîsi olmuş bir kuldur. Ne Allah, kul olur; ne de kul, Allah olur. Bunu idrâk için irfan lâzımdır.
Demir, ateşle kıpkırmızı olur. “Ben ateşim” diye caizdir. Halbuki demirin ateşle yakınlaşması ile ateşte bir noksanlık görülemez. Demirde de bir fazlalalıkta olmaz. Bu ne hululdür ne ittihâd; yalnız yakınlığın feyzidir. Ateş, ateştir; demir de demirdir.
“Maârif: Marifetin çoğuludur. Marifet: Bilmek demektir. Marifet: Bir şeyi tefekkür ile bilmek demektir. Burada maksat ilâhî marifet olan irfân-ı Muhammediyyedir.
“Kenz”: Hazîne, define manasınadır. “Ben gizli hazine idim…” hadisi kudsîsine işâret-i beyâniyye vardır. Mecazen zâtullah murâddır. Hak, kendine göre bilinir idi. Bizleri yarattı, kendini bildirmek için ilâhî muradı ile alemleri yarattı. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” [2]
“Dîl”: Gönül, kalp manasınadır. Basar, basiret dedikleri oradadır.
“Vassâf “: Vasıftan mübâlağa-i ism-i faildir. Burada ilm-i ilâhiyi bize bildiren, zât-ı celîl-i samedânîyi bize anlatan ve tavsif buyuran Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zât-ı ve sıfâtıdır.
“Vîrânesiyim ben”: Yıkık bina harap olmuş, yıkılmış mahalle vîrâne derler. Burada iki mana vardır.
Biri hakîkat-ı tevhide ulaştım, mahv-ı vücûd ettim, bende benlik kalmadı. Benlikten halâs oldum, ikiliği terk ettim, hakikatime erdim, nefsî sıfatları yok ettim. Allah Teâlâ’nın ahlakı ile ahlaklanın, Allah’ın sıfatları ile muttasıf olup gereğine kavuştum ve ilâhî sıfatlarla baka buldum. Bu nedenle mertebe-i cem’u’l-cem’ deyim. Sırr-ı Hakk’ı arayanlar bana gelsinler, bizde ve benim mesleğime sulukta bulurlar, demek isterler.
Diğeri; defineler genellikle viranelerde bulunduğu gibi irfan cevheride benim vîrânemdedir. Şimdi fânî vücuda ait ne kadar haller ve fiiller varsa nefis ve şeytân ile mücâhede ve mücâdele yüzünden hepsini yok ederek ehl-i surete göre vîrâne misâli oldum, demektir.
Sizler de eğer define aramak sevdasında iseniz onu elde etmek için benim vîrâne vücûduma geliniz. Ben hakîkat-i zâttan ibaret olan o cevheri hâmil, vâris-i ilm-i ahmedîyim. Sırr-ı Hak, feyz-i mutlak bendedir, diye işaret buyuruyorlar.
Burada tevhid bahr-i içinde sadef, sadefin içinde inci tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfat, tevhîd-i zâta da işaret vardır gibi hâtıra geliyor.
Benim ilmim katında müctehidler âciz oldular,
Veli İlm-i İlâhî’nin deli divânesiyim ben.
Müctehidler benim ilmim yanında âciz oldular,
Veli! Ben, İlâhî İlmin deli divânesiyim
“İlm-i ilâhî”: harf ve lafız sığmayan ilm-i ledündür. Bunda zahir iflâs etmiştir.
“İlmim katında” buyurmalarından maksad ilim ve irfân-ı ilâhîdir.
“Müctehidler”den maksad ilm-i zahir ulemâsının en yüksek mertebesinde bulunan ve hüküm çıkaranlardır.
Buradaki ilm-i mûctehid, zahire âid olup makam-ı şeriat, mertebe-i Mûsa’dır. İlm-i ilâhî ilm-i bâtındır ki, makâm-ı hakikattir ve Hızır aleyhisselâmın mertebesidir. Ancak müctehidînin diyebileceği “Akıl erdirmekten, anlamaktan âciz olmak, asıl idraktir” gereğince acz makâmıdır.. İşte benim mânevî ilmime karşı müçtehidler de acizliklerini izhar ederler.
Öyle iken ben ilâhî ve ledünînin ilmin deli dîvânesiyim. Çünkü “Rabbim benim ilmimi artır.” [3] ayeti gereğince bunun nihayeti yoktur.
Müçtehidlerin her biri zahir ilmin sonuna kavuşmuş ve zamanlarına bulunan evliyâullahdan birine kavuştuklarında teslim olmuşlardır. Meselâ İmâm-ı Âzam Efendimiz, İmam-ı Ca’fer-i Sâdık radiyallâhü anhın terbiyesinde iki sene feyz almışlar ve “İki sene olmasaydı Numan helak olurdu” buyurması buna delildir.
Bu manaları, öğrenmekle, tartışmayla anlamak mümkün olsaydı âlemin toprağını başında taşımak yaraşırdı. Bayezid ile Cüneyd'in yüz yıl Fahri Razî'ye çömezlik etmeleri gerekirdi. Bazan tefsirde bazan Kur'an-ı Kerim'de ona yetişmeye hasret çekerlerdi.
Derler ki: Fahri Razî, tefsir ve Kuran bilgisinde bin top kâğıt harcamıştır. Bazıları da beş yüz top kâğıt karalamış olduğunu söylerler. Hâlbuki yüz bin Fahri Razî, Bayezid'in yolunun toprağına bile erişemez. Halka, kapıya asılır, ama o kapı da evin içini göremez ve anlayamaz. Halka kapının dışındadır, evin iç özelliği ise başkadır. Evin içinde sultan gözdeleri ile has halvette yaşamaktadır. O kapının halkası değil, penceresinin halkası bile dışardadır. Bu çabalama ve tartışma şuna benzer ki, sen bunu ilim yoluyla öğrenmek istiyorsun. Hâlbuki bu yolda yürümek ve savaşmak gerektir.[4]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bütün olgunluğu ile göz önüne getir. Eğer bir kimse bütün halkı okutarak yetiştireceğine inanıyorsa, o her şeyden habersiz bir gâvurcuktur. Öyle bir insanın hiç bir yetkisi, hiç bir şeyden bilgisi yoktur. Belki âşk yönünden buna inanıyorsa onda bir irfan var demektir. [5]
Birer hâle cihânın halkı bir bir râzı oldular,
Benim bir hâle meylim yok Hakk’ın bilmem nesiyim ben.
Cihânın halkı bir hâle bir bir râzı oldular,
Benim bir hâle meylim yok Hakk’ın bilmem nesiyim ben.
Bu beyit cem’u’l-cem’den yani tevhîd-i zât neş’esine mütağrak olduktan sonra makâm-ı farkta söylenmiştir.
Eğer insanın nefsinde şehvet ve kötü sıfatlar olmasa idi sâlikînin Allah Teâlâ yolunda seyr ve sülûkuna gerek kalmazdı. Çünkü Allah Teâlâ ile kul arasında uzaklık ve yakınlık yoktur.
Beşer, beşerdir. Hak, Hak’tır. Ne o, bu olur. Ne de bu, o olur.
“Benim bir hâle meylim yok. Hakk’ın bilmem nesiyim ben,”
“Gören bin âşık, görmeyen bir âşık” dedikleri makamdır.
Bir gün Çelebi hazretleri (Allah Teâlâ onun zikrini yüceltsin) Hüdavendigâr hazretlerinden:
“Nebilik niçin Allah Teâlâ’nın elçisi Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile sona erdi.” ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem: “Ben hâtimim (sonuncuyum) ve “....fakat o, Allah Teâlâ’nın elçisi ve nebilerin sonuncusudur” [6]dedi” diye sordu. Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki:
“Allah Teâlâ nebilik ve nebiliğin Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemle bitmesini istedi. Fakat nebilik sırası son buldu da ilahlığa ne oldu? Tanrılık daimidir ve ilahlık sıfatları olan kimseler de daima mevcuttur.” [7]
Bi-küllî âlemin halkı bilirler bende bir dert var,
Bilinmez sevdiğim kimdir nenin mestânesiyim ben.
Bütün âlemlerin halkı bilirler bende bir dert var,
Neyin sarhoşuyum ve benim sevdiğim kimdir bilinmez
Âşk âlem-i hallerinden haber veriyorlar. Halk-ı âlemin her biri bir havada iken benim fevkalâde hâlim görürler, o âlî sözlerimi işitirler, o halin şiirlerini okurlar, anlarlar ki; Mısrî dahî âşk derdine düşmüştür. Böyle olmakla beraber âlemin halkı bundan gaflettedir. Kimse bilmez, kimse anlamaz ki; benim âşk ateşim muhabbetle giryân olduğum kimdir?
“Her ümmet kendi nebisini takip edip: “Ey falan! bize şefaat et, ey falan bize şefaat et! diyecekler. Sonunda şefaat etme işi bana kalacak. İşte Makam-ı Mahmud budur.” [8]
Şeyhin biri bir gün eline bir elma almıştı, Zeyneddin Kelusî'den sordu ve dedi ki:
“Ben Allah Teâlâ’yı gördüm, ondan bir elma istedim, bana verdi. Sen Allah Teâlâ’dan ne istersin? Bayezid-i Bistamî, Allah Teâlâ'dan Allah Teâlâ'yı istedi; filan kişi filanı istedi.” Zeyneddin de dedi ki:
“Ben de Allah'dan Allah Teâlâ’yı istiyorum.” “öyleyse, sen Bayezid'in mertebesindesin,” dedi. [9]
Eğerki sûreta âhirde geldim âlem-i mülke,
Ne mâziyem, ne müstakbel her ânın ânesiyim ben.
Eğerki dünya âlemine, sûrette sonradan geldimsede
Ne geçmişim, ne geleceğim her ânın ânıyım ben.
Gerçi ben beşeriyyet itibariyle sonradan geldim. Meselâ hicretin 1027 (m. 1618) tarihinde doğdum. Fakat hakikatim itibariyle bana ne mazi ne müstakbel yani öncelik ve sonralık veremez. Birliğim ilâhî ilimde mevcud olması sebebiyle ruhum elest bezminde idi. Ancak hakikatim ondan da önce olduğundan bana zaman mekân tesir edemez. Zîrâ zamanın da mekânın da mevcûdiyyeti benden sonradır. Çünkü bunlar dünya âleminin unsurlarındandır. Onun için ben her ânda zuhur ederim.
Yitürdüm benliği, benlik bana hak benliğindendir,
Tekellümde hitâb-ı gıybetin kârhânesiyim ben.
Benliğimi yitirdim, benlik bana Hakk benliğindendir,
Konuşmakta gaybî hitâbın kârhânesiyim ben.
“Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder..” hadîs-i kudsîsinin haber verdiği makâm-ı âlî olan kurb-i nevâfil denilen makama vâsıl olunca “Bende benlik kalmadı. Benden görüp işiteni bildim ki; ol cânân imiş” gereğince fenâ-fillah sırrına erdim ve Hakk’ın bakâsı ile bakî oldum. Artık tekellümde hitâb-ı gaybetin ben âleti oldum. Yani Hz. Mûsa aleyhisselâma ağaçtan “Ben Allah’ım” hitabı gelmiştir, ağaç kelâma vâsıta olur da insân-ı kâmil olmaz mı? Yaratılış itibâriylede ilk mahlûk yani Nûr-i Muhammedîdir ki; o da nûr-i ilâhîden vücûda gelmiştir. Bu itibârla da benim varlığım esasen Hakk’ın varlığındandır veya “Senin vücûdun bir günahtır ki; ona başka günah kıyâs edilmez” gereğince büyük günah olan vehim olan varlığımı ben yitirdim, kaybettim; şu halde kalan varlık Allah Teâlâ’nın varlığıdır, denilmektedir.
“Ben, ben değilim; ben dediğim sensin sen.” denilmesi bu varlıktan kurtulanın kârıdır. Kendine vücud verir isen Allah Teâlâ’nın vücuduyla ikilik çıkar. Benlik yani her ferdin nefsinde (Ben) denilen mânâdır ki; kişinin nefsi ve zâtıdır.
“Hitâb-ı gaybet”: Kudret ve kelâm sıfatlarını beyândır. Hitâb-ı gaybetten maksad, kalbde tecellî eden hitâb-ı ilâhîyi beyândır.
“Kâr-hâne”: İmâlât yeri mânâsındadır ki; burada ilâhî kudret kasdedilmiştir. Yani benlikten halâs olduklarından benlikleri Hakk benliğinden ibaret kalmış ve sözlerin ilâhî hakikatler olduğunun beyanıdır.
Ne Mısrîyim, ne Mehdîyim, ne İsâ’yım, ne insânım,
Bu yanan dâimî şem’in veli pervânesiyim ben.
Ne Mısrîyim, ne Mehdîyim, ne İsâ’yım, ne insânım,
Veli! Ben bu devamlı yanan ateşin pervânesiyim
Bu makâm-ı beşeriyyetten çıkınca artık bende Mısrî’lik şahsiyyeti kalmadı. Hidâyete vesile olmak da kalmadı. Çünkü hakîkatta hâdî mehdi Allah Teâlâ’dır. husûsî rûhum rûh-i külliyyeye döndü. Şu halde insan mertebesindeki beşerî halimde mahv oldu. Ancak ancak âşk kaldı. Her varlık mahv oldu, âşk kaldı. “... Bugün hükümranlık kimindir? ...” [10] hitabına “... Kahhâr olan tek Allah’ındır.” [11] cevâbını âşk verecek, diyorlar.
Kendisinin meşreb-i mûsevîde olduğunda “ben şem’-i cemâl-i pervânesiyim”
Tecellî-i Îseviyyede olduğunda; “Dediler İsâ’ya Mısri bir zaman,” “Bununla bir oldu dem-i İsâ ile Mısrî”
Tecellî-i tâmme-i muhammediyye de olduklarında; “Niyazı taht-ı bâda nokta oldu Ali’nin sırrına olalı mahrem”
Buyuruyorlar ki; Hz. Ali kerreme’llâhü veche sırrının mahremi olmak “Ben ve Ali aynı nurdanız.” hadîs-i şerifi gereğince küllî tecelliyâta mazhar olduklarını beyândan ibarettir. Şu halde Mısrî’lik İsâ’lık da kalmaz.
“Mısrî îsâ aleyhi's-selâmdur bu hevâ sözi degüldür vahydür hem akla hem nakle muvâfıkdur ben aramadum sen aradın da buldın.” [12]
Ey zâlim hîç bir kitâbda yazar mı ki İsâ ve Mehdî deccâla uyup her fitnesinde ondan ziyâde sa'y itmekle İsâ olur ve Mehdî olur diyü. Sen onların fitnesine onlardan ileri gitmek ile İsâ ve Mehdî ve Allah oluruz mı sanursın. [13]
Niyâzî-i Mısrî hakkında Bursevi’nin yanlış yorumları bulunmuştur. Bu nedenle ruhâni mecrada ona Hz. Pirin iğbirarı mevcuttur.
[(Mehmed Şemseddin Ulusoy, Dildâr-ıŞemsî isimli kitabında ) 9 Çarşamba Zi’lkâde 1313 (22 Nisan 1986) senesinde İstanbul’a geçtim, Vefa’da Efendi Dayıma ve Şeyh Ahmed Efendi’ye uğrayıp Edhem Efendi’nin akrabasından Mehmed Ali Bey’de o gece misafir kaldık. Ferdası Perşembe günü Fatih’e gidildi, meşhur türbedar Amiş Efendi [14] ile görüştük, Hazret, türbede oturuyor, ihtiyar, nuranî bir zat, bizi sordu, söyledik. Hazret (Amiş Efendi), Mısrî deyince elini göğsüne koyarak gözlerini yumdu, kaddesa’llahü sırrahü’l-azîz dedi, bir müddet murakabede bulundu. Sonra İsmaîl Hakkı (Bursevi) dan bahs açtı, İsmaîl Hakkı (Bursevi) benimle görüşmedi dedi, ben Medîne-i Münevvere’de Hazret-i Rasulu’llah ile mülakî oldum, iltifat buyurdular ama İsmaîl Hakkı (Bursevi) ile görüşmedi dedi.
Dedim: Efendim! Belki başka bir mahalde imiştir?
Hayır dedi ‘mertebe-i zat tecellîsine mazhar olanlar her yerde zuhur ve büruzu [15] zarurîdir’ dedi. Zan edersem İsmaîl Hakkı (Bursevi)’nın Hazret-i Mısrî hakkındaki itirazlarından dolayı O’na olan iğbirarını[16] telmîh[17] etti.] [18]
[1] Kehf, 109
[2] Zariyat, 56
[3] Tâhâ, 114
[4] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.28), s. 79
[5] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.62), s. 136
[6] Ahzâb, 40
[7] (YAZICI, 1995), c. 2, s. 363, (24)
[8] Buhârî, Tefsir, Benû İsrail, 11, Zekât 52.
[9] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.188), s. 274
[10] Mümin, 16
[11] Mümin, 16
[12] (Niyazî-i MISRÎ, 1223), v.31a
“Mısrî İsâ aleyhi's-selâmdır bu hevâ sözü değildir vahydir hem akla hem nakle uygundur ben aramadım sen aradın da buldun.”
[13] (Niyazî-i MISRÎ, 1223), v. 102a
Ey zâlim hîç bir kitâbta yazar mı ki İsâ ve Mehdî deccâla uyup her fitnesinde ondan ziyâde sa'y etmekle İsâ olur ve Mehdî olur deyü. Sen onların fitnesine onlardan ileri gitmek ile İsâ ve Mehdî ve Allah oluruz, oluruz mu sanırsın.
[14] (KABAKCI, 2006 ) Tezde Aliş Efendi geçiyor. Sehven yazılmış olması gerekiyor. Çünkü o dönem Türbedarı Ahmed Amiş kaddese’llâhü sırrahu’l azîz türbede görev yapıyordu.
[15] Büruz: Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.
[16] İğbirar: kırılma, gücenme.
[17] Telmih: Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek.
[18] (KABAKCI, 2006 ),s. 43-44
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar