Print Friendly and PDF

Kamû- Hakikat Şehri

Bunlarada Bakarsınız


166





Vezin: Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün





Bir şehre erişti yolum dört yanı düz meydan kamû
Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamû.
 





Bir hoş güzel yapısı var otuz iki kapısı var,
Cümle şehirlerden ulu her yanı bağ bostan kamû. 





Âb u havâsı mu’tedil giren çıkamaz ay u yıl,
Dağları lâle ak kızıl bağlar gül-i handan kamû. 





Bülbülleri nalân eder cân-u dili hayrân eder,
Bahçeleri seyrân eder her köşede hûbân kamû.





Eşçârda sazlar çalınır dallarda meyve salınır,
Sen sunmadan ol bulunur her emrine fermân kamû





Kim Selsebil’den nûş eder rahik anı bi-hûş eder,
Tesnîm ebed sarhoş eder olur içen mestân kamû. 





 Bu dediğim Cennet değil anlara ol minnet değil,
Bunun safâsı zevkine ehl-i cinân hayrân kamû. 





Şehr-i hakîkattır adı,  Hakk sırrını bunda kodu,
Ol sırra vâkıf olanı,  Hak eyledi mihman kamû. 





Olmaz anlarada hiç fesad buğz u hased kibr ü inad,





Cümle biliş yok asla yâd birbirine ihvân kamû. 





Özleri canlardan aziz sözleri ballardan leziz,





Yok anda sen,  ben,  siz ü biz birlik ile yeksân kamû. 





Ol şehre Mürsel gelmedi,  anları dâvet kılmadı,
Anlar yolu yanılmadı evsafları Kur’ân kamû. 





Hak mezhebi mezhebleri,  deryâ-yı zât meşrebleri,
Hâsıl kamû matlableri,  kadr içredir her an kamû. 





Yoktur onlardan ihtilâf günden ayân Hakk bî hilâf,
Her işleri Hakk’a muzâf ruh eylemiş Yezdân kamû





Terk eylemişler kâl u kil lâl olmuş anlarda bu dil,





Her halleri Hakk’a delil hep mazhar-ı Rahmân kamû. 





Gerçi sana bakıp gözü,  sohbet eder söyler sözü,
Lâkin Hakk’ı bulmuş özü,  söyleştiği Furkân kamû. 





Dünyâya anlar gelmedi,  geldiyse de eğlenmedi,
Şeytân oları görmedi, anda olar pinhân kamü





Ana girerse bir kişi gider gönülden teşvişi,
Başına bu devlet kuşu konan olur Sultan kamû. 





Hemen ki ol şehre gelir her korkudan azâd olur,
Yollarda bellerde kahr div u peri şeytân kamû. 





Dâr-ül emândır ol şehir lâkin girer yüzbinde bir,
Sanma ana dâhil olur hûri melek rıdvân kamü. 





Kim ki o şehri özledi erenler izin izledi,
Adâb-ı Hakk’ı gözledi irşâd eder Pîran kamû. 





Her semt o şehrin yoludur, lâkin girenler velidir





Anın için dopdoludur Türk ü Arab Süryan kamû





Ehlini bul ol illerin sarpın geçersin bellerin,
Yırtar yalnız gideni kurd u peleng arslan kamû. 





Ehline anlar bellidir, zirâ bilir bir illidir,
Her birisi ahsen sıfat her müşküle bürhân kamû. 





Gir Enbiyânın silkine bin bu vücûdun fülküne,
Kahreyle nefsin askerin gark eylesün tûfan kamû. 





Var “Semme vechu’llâh” ı bul tâ görüne sana ol il,
Senden sana eyle sefer kim idesin seyrân kamû. 





Candan riyâzat-ı taab çeksin anı edip taleb,
Olur riyâzat sonu derdlerine dermân kamû. 





Çek sinene dağ üzre dağ şol hasta gönlün ola sağ,
Şayet ola dağ üstü bâğ yâdlar ola yârân kamû. 





Can ermeyince aslına bülbül gibi gül faslına





Hep cenneti arz eylesen olur ana niran kamû





Can ilidir vasfettiğim derd ile ta’rif ettiğim,
Bundan inip döküldüler bu tenlere her cân kamû. 





Gel tende koma cânını a’lâya çık bul kânını,
Lâyık mıdır insâna kim yeri ola zındân kamû. 





Tut bu Niyâzî’nin sözün bunda aça gör gözün,
Bir gün gidersin ansızın görmez seni karbân kamû. 





Var ol hakîkat şehrine er anda Hakk’ın sırrına,
Dolsun senin de gönlüne deryâ olup irfân kamû. 





Bir şehre erişti yolum dört yanı düz meydan kamû[1]
Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamû. 





Bir şehre erişti yolum dört yanı düz meydan kamû
Ona giren görmez ölüm içer ölümsüzlük suyu kamû. 





واذْ قُلْنا ادْخُلُوا هذه الْقرْية فكُلُوا منْها حيْثُ شئْتُمْ رغدًا وادْخُلُوا الْباب سُجّدًا وقُولُوا حطّةٌ نغْفرْ لكُمْ خطاياكُمْ وسنزيدُ الْمُحْسنين





“Şu şehre girin, orada dilediğiniz gibi, bol bol yiyin, secde ederek kapısından girin, “bağışla!” deyin, Biz de yanılmalarınızı bağışlarız, iyilere daha da artırırız” demiştik. [2]





Beyitte geçen şehirden murad “Semsem vâdisi” dir. Cenâb-ı Hak Beyti şerîfin toprağından Âdem aleyhisselâmın balçığı yapıldığı vakit fazlasını Kürsî cinân (cennetler) çevresine serpti. İşte Semsem vadisi andan yaratıldı,  çünkü Semsem Âdem aleyhisselâmın balçığından arta kalana derler. O şehrin büyüklüğüne nisbetle cennetler bir hardal tanesi kadardır. Cennet ehli zevk ve tenezzühe istek duydukları vakit oraya çıkarlar ve sonra tekrar cennete dönerler.  Aynı burada da gezinti için halkın çiftliklere çıktıkları gibi.   Lâkin Ârifler dünyâ ve âhirette istedikleri zaman rü’yada veya varlıklarından soyunup o şehre giderler,  kapısında karşılanırlar,  elbiselerini çıkarırlar ve o şehrin kendine has elbisesini giyip içeriye girerler. 





O Velî veya Ârif kişi hangi makâmda ise,  altından ağaçlar ve üzerindeki altın meyveler,  o Ârifin makâmından konuşup tesbih ederler ve herhangi bir ağaca baksa kendi sûretini görür.   İşte orada böylece zevklenirler ve nimetlenirler. Çıkarken şehrin kapısında oranın elbisesini bırakır ve yine kendi elbisesini giyer. 





Oraya giren kimsenin tevhiddeki makâmı; Cem,  Hazret-il Cem,  Cem-ül Cem ve Ahadiyyet makâmından aşağı olmamalı.   Cem makâmından aşağı olursa o şehre giremez. İşte bu Semsem vâdisine “Hakîkat şehri” denilir,  Kürsî üstündedir, yeryüzünde değildir. Yeryüzünde olan “Cennet-ül-Velâyet” dir (Velîlik cenneti). İşte bu şehre giren bir daha ölmez. İkram edilende geri alınmaz. Çünkü Allah Teâlâ bir kulu sevdi mi daha onu terk etmez.





Bir misal verecek olursak





Hz. Ali kerreme’llâhü veche şöyle rivâyet etmiştir: Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem beni, Zübeyr’i ve Mikdâd b. el-Esved’i bir yere gönderirken:





“Hah bahçesine varıncaya kadar yol alınız. Orada mahfe [3] içinde bir yolcu kadın bulacaksınız. Kadının üzerinde bir mektup vardır. Onu alıp bana getiriniz” buyurdu. Bunun üzerine yola çıktık, nihâyet söz konusu bahçeye vardık. Hakikaten kadını orada mahfe içinde bulduk. Ona:





 “Mektubu çıkar!” dedik. Kadın:





“Bende mektup yok” dedi. O zaman ona:





“Ya mektubu çıkarır verirsin, ya da seni soyar mektubu biz buluruz!” dedik. Bunun üzerine kadın mektubu saçının örgüleri arasından çıkardı. Biz de mektubu Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme getirdik. Mektubu Hatib b. Ebî Belteâ radiyallâhü anh Mekke’deki bazı müşriklere göndermiş olup, onlara, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin (Mekke’yi fetih seferiyle ilgili) bazı işlerini haber veriyordu. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona:





“Bu ne iştir ey Hatîb?!” diye sordu. O:





“Bana kızmada acele etme ey Allah Teâlâ’nın Rasülü. Ben Kureyş’e dışardan katılan bir adamım. Onlardan değilim (aramızda kan bağı yok). Senin beraberindeki muhâcirlerin (Mekke’de) akrabaları var. Mekke’deki mallarını ve ailelerini himâye ederler. Bu şekilde nesepten gelen hâmilerim olmadığı için, oradaki yakınlarımı himaye edecek bir el edineyim istedim. Bunu katiyen küfrüm veya dinimden irtidadım veya İslâm’dan sonra küfre rızamdan dolayı yapmadım” dedi. Hz.Peygamber: “Bu size doğruyu söyledi!” dedi. Hz.Ömer radiyallâhü anh atılarak:





“Ya Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem)! Bırak beni şu münafığın kellesini uçurayım!” dedi. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:





“Ama o Bedir’e katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allah Teâla Bedir ehlinin hâline muttali oldu da: ‘Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret etmişim’ buyurdu.”   Bu olay üzerine Allah Teâlâ şu vahyi indirdi:[4]





“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları velîler/dostlar edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar Hakk’tan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı Rasülü de sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız, (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette doğru yoldan sapmış olur.”   [5] 





Bir hoş güzel yapısı var otuz iki kapısı var,
Cümle şehirlerden ulu her yanı bağ bostan kamû. 





Bir hoş güzel yapısı var otuz iki kapısı var,
Cümle şehirlerden ulu her yanı bağ bostan kamû. 





Otuz iki farz imâ edilmektedir. Ancak bu bahsedilenden başka bir mana da murat edilmiş olmasıda düşünülebilir.





Otuz İki Farz





"Otuziki Farz" terimi, özellikle yurdumuzda, dolayısı ile Hanefi mezhebinin hâkim olduğu yerlerde İslamın önemli temel prensiplerinin, avam anlayışı ile bir araya getirilmesini anlatır ki şunlardır:





İmanın şartları (6)





İslamın Şartları (5),





Namazın farzları (12)





Abdestin farzları (4) ,





Gusulün farzları (3),





Teyemmümün farzları (2),





Bu otuz iki önemli farz "Elli Dört Farz"a göre daha tutarlı ve daha önemli sıralama olmakla beraber bu da ilmî bir temele oturmamaktadır ve genel olarak bütün müslümanların anlayışını yansıtmaz.





Çünkü:





1. Öncelikle en önemli farzlar bunlardan ibaret değildir. Cihad, anneye-babaya ihsan, yakınlarla iyi ilişkiler gibi bazı prensipler, Otuz iki Farz'da sayılanların bazılarından daha önemli olabilir. Binaenaleyh, böyle bir sınırlama, İslamı bu yolla öğrenen birisini dinin isteklerinin bunlardan ibaret olduğu vehmine düşürebilir.





2. Bu prensiplerin tamamı ibadetlere, dolayısı ile ahiret âlemine ait prensipler olması; İslam’ın dünya düzenine hiç yer vermediği tamamen Allah Teâlâ ile kul arasında bir din olduğu kanaati uyandırabilir. Nitekim bunların hiç birisi hukuki prensipler değildir. Oysa İslami prensiplerin pek çoğu dünyaya bakan hukukî düzenlemelerdir ve kanunla belirlenmiş müeyyidelere sahiptirler.





3. İman, İslam, namaz, abdest, gusül ve teyemmüm gibi esaslar bütün İslami mezheplerde bulunmakla beraber, bunların farzları ya da şartları herkese göre aynı sayıda değildir.





Mesela abdestin farzları Hanefilere göre dört iken Şafiilere göre altıdır. Dolayısıyla onların otuz iki farzdan değil, otuz dört, belki de kırk farzdan söz etmeleri gerekir. Nitekim Hanefilerin de hepsi otuz iki farzdan söz etmezler. Bazıları bunun otuz üç farz olduğunu söylerler. Bu fark da teyemmümün farzlarının iki ya da üç olarak sayılmasından kaynaklanır. Kısaca "iki darp (vuruş) bir niyet" ifadesiyle anlatılan bu farzlar, mahiyet olarak aynı olmakla beraber, iki vuruş (darp)un, vuruş olmalarına göre bir farz, ya da iki ayrı vuruş olmalarına göre iki farz sayılması bu farkı doldurur. Nitekim şu anda Yugoslavya'da yaşayan müslümanlar arasında "Otuz üç farz" teriminin bulunduğu ve onların, "otuz iki" diyenlerin yanlışlık yaptıklarına hükmettiklerini öğreniyoruz.





4. Otuz iki farz arasında bulunan "İslam’ın şartları"nın, aslında "kelime-i şehadet" dışındakiler İslam’ın şartı değil, İslam’ın rüknü ve hadisteki ifadesiyle; üzerlerine İslam’ın bina edildiği esaslardır. Şart, bulunmadığında meşrutun dahi bulunmadığı şeydir:





Mesela abdest namazın şartıdır. Namaz meşruttur. Abdest olmasa namaz da olmaz. Oysa namazı, orucu, zekâtı ve haccı bulunmayan, insan müslüman değildir denilemez. Demek ki bunlar İslam’ın şartı değillerdir. Belki rükünleridirler. Diğer yönden bir hadiste İslam’ın beş şey üzerine oturduğu söylenir ve bu rükunler sayılır ama başka Hadislerde daha değişik sayılarda ve daha değişik rükünlerden de söz edilir. Öyleyse İslam’ın rükünlerini dahi beşle sınırlamak doğru olmaz. Keza, iman esasları da altı maddeden ibaret değildir: İcmalen daha aza indirilebilecekleri gibi, tafsilen daha çoğa da çıkarılabilirler.





5. "Otuz İki Farz" sayılırken hem imanın şartlan hem de İslam'ın şartları sayılmış, ama bunların pek çoğunun kendi içindeki şartları ayrıca sayılmadığı halde, İslam’ın şartlarından gösterilen namazın ayrıca şartları sayılmış, hatta daha ileri gidilerek namazın şartlarından birinin (abdestin) şartları dahi bu sayıya dâhil edilmiştir. Buna göre zekâtın, haccın ve orucun; hatta haccın şartı olan İhramın da şartları sayılabilir ve bu rakam çok daha kabarık olabilirdi. Bütün bunlar, bu rakamın hem sistematik, hem ilmi hem de İslami olmadığını gösterir. Binaenaleyh, en olumlu yaklaşımla nihayet şöyle söylenebilir: Farzları otuz iki ile sınırlandırmak, çocuklara ve avama en az bu sayıdaki önemli farzı bilme kolaylığı sağlar ve onlara bir son tayin ederek en azından bu kadarını öğrenmelerini kolaylaştırır. Yoksa İslam’ın farzları otuz ikiden ibaret değildir.[6]





Âb u havâsı mu’tedil giren çıkamaz ay u yıl,
Dağları lâle ak kızıl bağlar gül-i handan kamû. 





Suyu ve havâsı hoş giren çıkamaz ay ve yıl,
Dağları lâle ak kızıl bağlar gül açmış kamû. 





Bülbülleri nalân eder cân-u dili hayrân eder,
Bahçeleri seyrân eder her köşede hûbân kamû.





Bülbülleri nalân eder cân ve gönülü hayrân eder,
Bahçeleri seyrân eder her köşede güzeller kamû.





Eşçârda sazlar çalınır dallarda meyve salınır,
Sen sunmadan ol bulunur her emrine fermân kamû





Ağaçlarda sazlar çalınır dallarda meyve salınır,
Sen sunmadan ol bulunur her emrine fermân kamû





Eşçârda sazlar çalınr” demek ağaçlar oraya giren ârifin makâmından tehlil-ü tesbih (Kelime-i tevhid ve ismi- celâl ile zikir) ederler.   O ârif kimseye ikramen ağaçların meyveleri kevn,  yani kainât büyüklüğündedir.





Arzu ettiğin vakit o meyva sana gelirken ufala ufala ağzına gelir; tam yenilecek kadar küçülür ve kendiliğinden ağzına girer,  o meyvaları hiç el ile tutmazsın. 





Kim Selsebil’den[7] nûş eder rahik[8] anı bi-hûş eder,
Tesnîm
[9] ebed sarhoş eder olur içen mestân kamû. 





Kim Selsebil’den tadar sarar onu sersem eder,
Tesnîm ebedi sarhoş eder içen olur sarhoş kamû. 





عيْنًا فيها تُسمّى سلْسبيلاً (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebîl denir.” 





يُسْقوْن منْ رحيقٍ مخْتُومٍ   “Kendilerine ağzı mühürlü saf şarap şişelerinden şarap ikram edilir.” 





ومزاجُهُ منْ تسْنيمٍ  “Ve onun mizacı tesnîmdendir. (O) Bir kaynaktır ki, ondan ancak mukarrep olanlar içerler.” 





Semsem vâdisinin üç ırmağı vardır: Selsebil,  rahik,  tesnîm’dir. 





 Bu dediğim Cennet değil anlara ol minnet [10] değil,
Bunun safâsı zevkine ehl-i cinân hayrân kamû. 





Bu dediğim Cennet değil onlara o minnet değil,
Bunun safâsı zevkine cennet ehli hayrân kamû. 





Şehr-i hakîkattır adı,  Hakk sırrını bunda kodu,
Ol sırra vâkıf olanı,  Hak eyledi mihman kamû. 





Şehr-i hakîkattır adı,  Hakk sırrını bunda kodu,
O sırra vâkıf olanı,  Hakk misafir eyledi kamû. 





Olmaz anlarada hiç fesad buğz u hased kibr ü inad,





Cümle biliş yok asla yâd birbirine ihvân kamû. 





Olmaz anlarada hiç fesad buğz, hased kibr ve inad,





Cümle biliş yok asla yâd birbirine ihvân kamû. 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Allah Teâlâ'nın sana verdiğini men edecek, men ettiğini de verecek yoktur...”  [11]






Özleri canlardan aziz sözleri ballardan leziz,





Yok anda sen,  ben,  siz ü biz birlik ile yeksân[12] kamû. 





Özleri canlardan aziz sözleri ballardan leziz,





Yok onda sen,  ben,  siz ve biz birlik ile beraber kamû. 





Ya,  bu insan nevinin kimi nebi,  kimi veli,  kimi salih,  kimi de fasık.  Bu çeşitli dereceler ne demektir?   Bu soruya da şu cevabı veririz:





Derecelerin çeşitli oluşu marifet babındadır… Asıl imanda cümlesi beraberdir; ama marifet babında beraber değillerdir.  Nitekim şahla geda; aza da beraberdir.   Ama libasta,  devlette ve mansıpta beraber değillerdir.  İnsanın insanlığı ise,  marifet libasında ve manevi devletindedir.   Nitekim padişahın padişahlığı; bedeni ile değil,  mertebesi,  devleti ve mansıbı iledir. [13]





Mürid şeyhinin sözlerinin Allah Teâlâ'dan olduğuna itikad etmelidir.  Onların hallerinde “sen,  ben,  siz ve biz birlik ile beraber “olmak vardır.





Üftade kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz buyurdu ki;





  “Nebi sallallâhü aleyhi ve sellemin: “Hak Ömer'in lisanıyla konuştu” [14] buyurduğu gibi, sana söylediklerime kulak vermeli ve sana konuştuklarımın tamamının Allah Azze ve Celle 'den geldiğine itikad etmelisin.[15] Söylediğim hususlarda sana şüphe arız olursa, yerinden kalkmadan onu bana sor. Ta ki şüphe izale olup rahatlayasın. Aksi hâlde tarîkında sana set olur ve aramıza soğukluk girer. Şüphesiz ben sana Allah Teâlâ rızası için konuşuyorum. Sen de Allah Teâlâ için beni dinliyorsun. Aramızda başka bir maksat yok.”   [16] 





Ol şehre Mürsel gelmedi,  anları dâvet kılmadı,
Anlar yolu yanılmadı evsafları Kur’ân kamû. 





Ol şehre Rasüller gelmedi,  onları dâvet kılmadı,
Onlar yolu yanılmadı sıfatları Kur’ân kamû. 





[Mesnevîhân Sirâceddîn, Çelebi Hüsâmeddîn'den şöy­le nakleder ki:





“Bir gün Çelebi Hüsâmeddîn müridlerinden birine, şeriata aykırı işlerle uğraşmaması için yemin veriyordu. Bir rahle üzerine de üstü örtülmüş olduğu halde Hakîm Senâî'nin “İlâhînâme”sini müridin önüne getirdiler. O anda Mevlânâ içeri girerek:





“Bu ne yemindir?” diye sordu. Çelebi Hüsâmeddîn de :





“Yemini bozmasından korktuğum için ona Mus­haf'la yemin verdirmedim. İlâhînâme”nin üzerini kapa­dım, bunun üzerine yemin vereceğim” dedi. Bunun üze­rine Mevlânâ Celâleddin:





“Buna edilen yemin, Kur'ân'a edilen yeminden sağlam olur. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in sureti yoğurttur. Senâî'nin bu kitabındaki mânâlar ise, Kur’ân-ı Kerim’in yağı ve kaymağı­dır” dedi.][17]





“O şehre Mürsel gelmedi”,  yani o hakîkat şehrine Resûl gelmedi, zirâ orası dâr-ı teklif, bir teklif yeri değildir.  





Hakk mezhebi mezhebleri,  deryâ-yı zât meşrebleri  [18]
Hâsıl kamû matlableri,
[19]  kadr [20] içredir her an kamû. 





Hakk mezhebi mezhebleri,  deryâ-yı zât meşrebleri,
Hâsılı bütün dilekleri matlableri,  kıymet içredir her an kamû. 





Amelî mezhebleri arasında anlaşmazlık çoktur. Çünkü hakîkat ehlinin mezhebi yalnız bir türlüdür,  aralarında hiç anlaşmazlık yoktur.   Onlar her işlerini Hakk’a tefviz,  yani Hakk’a havale etmişlerdir.   Ârifin her hareket ve sekenâtı Hakk’a delildir.   Zirâ kendileri Rahmânın mazharıdırlar.





Fıkhî konulardaki farklı mezhepleri rahmet unsuru olarak gören İbn’ül Arabî, dönemin fakihlerinin, Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmetiyle hep geniş tuttuğu şeriat yolunu kendi içtihatlarıyla daraltmalarından şikâyet eder. Bunu söylerken kayıtsız geniş mezhepliliği kastetmez. Zaten kendisi ve talebeleri söz konusu olduğunda azimeti esas alır ve azimetin bırakılmasına cevaz vermez. [21]





Yoktur onlardan ihtilâf [22]günden ayân Hakk bî hilâf,
Her işleri Hakk’a muzâf
[23] ruh eylemiş Yezdân[24] kamû





Anlaşmazlık yoktur onlarda, Hakk ikiliksiz günden ayân,
Her işleri Hakk’a bağlı Yezdân ruh eylemiş kamû





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Mü'minin misali, rüzgârın kuruyuncaya kadar sağa sola eğdiği, bazen yere yıktığı bazen doğrulttuğu ekin dalı gibidir. Nihayet eceli gelir. Münafığın misali de, kendine hiçbir şey isabet etmeyen ve dimdik ve sağlam bir şekilde duran katran/çam ağacı gibidir. Şu kadar var ki, bu ağacın sökülmesi bir hamlede gerçekleşir.”[25] 





Terk eylemişler kâl u kil lâl olmuş anlarda bu dil,





Her halleri Hakk’a delil hep mazhar-ı Rahmân kamû. 





Terk eylemişler dedi ve denildi dilsiz olmuş onlarda bu gönül,





Her halleri Hakk’a delil hep Rahmân mazharı kamû. 





Gerçi sana bakıp gözü,  sohbet eder söyler sözü,
Lâkin Hakk’ı bulmuş özü,  söyleştiği Furkân kamû. 





Gerçi sana bakıp gözü,  sohbet eder söyler sözü,
Lâkin Hakk’ı bulmuş özü,  söyleştiği Furkân kamû. 





“….Kulum bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben onu severim. Bir kere onu sevdim mi ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu veririm. Bana sığınır­sa muhakkak onu korurum.”   [26]





Dünyâya anlar gelmedi,  geldiyse de eğlenmedi,
Şeytân oları görmedi, anda olar pinhân kamû





Dünyâya onlar gelmedi,  geldiyse de eğlenmedi,
Şeytân oları görmedi, dünyada gizli olur kamû





“Dünyaya anlar gelmedi”,  evet Ahadiyet-üs-seyr olanlar,  yani vahdet zevkiyle Hakk’a ulaşanlar hiç dünyâya gelmedi demektir.   Onları dünyâda görürsün velâkin onlar çocukluğundan Hakk’ladır.   O gibi kimse şimdi dünyâda olur mu? Olmaz,  geldi ise de eğlenmedi. 





Şeytan’ın İsimleri 





İblis ve Şeytan kelimeleri büyük bir ihtimalle, Grekçe diabolos ve İbranice satan kelimelerinden türetilmiştir. Satan kelimesi Arapçaya Habeşliler vasıtasıyla girmiştir. Bu kelimenin yabancı menşei göz önünde bulundurulduğunda şeytan düşüncesinin tamamen Arap çok tanrıcılığa yabancı olduğu, gerçeğe oldukça uygundur.





Bazı kelamcılar, iblis ve şeytanın iki ayrı varlık olduğunu açıklasalar da; açık bir şekilde bazı ayetlerde bu iki kelimenin, birbirlerinin yerlerine kullanılıyor olması bu düşünceyi çürütmektedir. Bununla birlikte İblis terimi Şeytan teriminden daha az kullanılmıştır; Kur'an-ı Kerim’de sadece dokuz yerde geçmektedir. Bunlardan birisi hariç, her zaman Âdem aleyhisselâma, secde etmekten kaçınan “asi varlık” (iblis) kıssasında geçmektedir. Bu istisnada Şeytan ismi, basit bir sıfat olarak kullanılmıştır. [27]





 “Şeytan onları görmedi”, de olan zahiri durum dâimi zikir sahibinden şeytân bir mil mesâfeden uzak durmasıdır. Bu mesâfe Dörtbin adımdan fazla olup,  daha yakından yaklaşamaz. Bazı muvahhid dâimî zikirde olmayınca kalbi gâfil kalır. İşte o kimseye şeytan Cem makâmına kadar musallat olur. O kimse Cem makâmına ayak basınca çekilir.  İşte dünyaya gelip de eğlenmeyen ve şeytânın kendilerini görmedikleri kimseler bunlardır. 





Türkelili Küçük Hüseyin Efendi anlatıyor ki:





Mürşidim Hacı Hasan Darendevî (hyt: 1984) kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz efendim bir ziyaretimde evvelki sohbetlerimizdeki gibi çay yaptırdı. 2 saat sohbet buyurdu ve dedi ki:





“Allah Teâlâ başımdaki saçlarım teli adedince sırlarını keşfedecek zekâ akıl nimeti ihsan etti. Acizliğimi de bilmeyi de lutfetti. Bu güne kadar Hakk’tan ayrı olmadım. Şeytan bizi görmedi. Salihleri Allah Teâlâ hıfz eyledi ve miraçta Allah Teâlâ buyurdu.





“Habibim hiçbir nebiye nasib olmayan lütfum sana nasib oldu. Birde ümmetini araya koydun. Ümmetinin salihlerini de nebilerimle bile ümmetinin salihlerini de namazda andırdın.” 





Bu sözlerden anlaşılıyor ki, salihlerin şeytan tarafından görülmediğidir. Bu görmeme deki mana ise şeytanî ve şerli işlerin salihler tarafından işlenilmemesidir. Bu kuvveti bulamamak demektir.





Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze göre iblis, Bu hususiyeti ile âlemleri kuşatmıştır ve onun hükümranlığı altında sayılamayacak kadar ruhlar mevcuttur ki, hepsi idlâl ve iğvaya memurdurlar. Bu ruhlar, tabiat âleminde bütün eşyaya, her şeye sirayet etmiştir ve hatta insanın tabiatında dahi şeytanî bir “kuvve” vardır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin:





“Her kimse ile beraber bir şeytan doğar ve ben, benimle beraber doğan şeytanı İslâma getirdim” buyurmaları da insan nefsindeki bu “kuvve”ye, yani “vehm”e işarettir. (Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi, c.I, s.30)[28]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “ Ben şeytanımı Müslüman ettim,”   demedikçe kimse ona iman etmedi. [29]





Beyit:





Bu yolda yüz bin tane Âdem yüzlü İblis var.





Her insan yüzlüyü sakın insan sanma.[30]





Bir şeyin tecelli etmesi o sıfatın zuhur edeceği vücudu bulması gerekmektedir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim’de bildirdiği üzere şeytanın etkisi avanesi olduğundan salihlerin şeytan ile bir birlikteliği olmamaktadır.





İblis: “Ya Rab! O halde insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.”   dedi.





Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Haydi sana mühlet verildi!” O belli vaktin gününe kadar. İblis:





“Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatır, saptırırım.”   “Ancak içlerinden ihlâs ile seçilmiş has kulların müstesna.”   dedi.[31]





Ana girerse bir kişi gider gönülden teşvişi,
Başına bu devlet kuşu konan olur Sultan kamû. 





Ona girerse bir kişi gönülden karışıklığı gider,
Başına bu devlet kuşu konan olur Sultan kamû. 





“Gönülden teşvişi” bırakmak öyle bir noktaya varır ki rızkını dahi talep etmekte tevekkülün son derecesine kavuşur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





 “Eğer sen onun peşine gitmezsen o sana gelecektir. Yani gönderilecektir.”  [32] “Müstağni olanı Allah Teâlâ zenginleştirir...” [33]





Hemen ki ol şehre gelir her korkudan azâd olur,
Yollarda bellerde kahr div u peri şeytân kamû. 





Hemen ki ol şehre gelir her korkudan azât olur,
Yollarda bellerde kahr dev ve peri şeytân kamû.





Dâr-ül emândır ol şehir lâkin girer yüzbinde bir,
Sanma ana dâhil olur hûri melek rıdvân kamü. 





Emin yurttur o şehir lâkin girer yüzbinde bir,
Sanma ona girer olur hûri, melek, rıdvân kamü. 





Kim ki o şehri özledi erenler izin izledi,
Adâb-ı Hakk’ı gözledi irşâd eder Pîran kamû. 





Kim ki o şehri özledi erenler izin izledi,
Hakk’ı adâbını gözledi irşâd eder Pîrler kamû. 





Her semt o şehrin yoludur, lâkin girenler velidir





Anın için dopdoludur Türk ü Arab Süryan kamû





Her semt o şehrin yoludur, lâkin girenler velidir





Anın için dopdoludur Türk, Arab ve Süryanî kamû





Ehlini bul ol illerin sarpın geçersin bellerin,
Yırtar yalnız gideni kurd u peleng arslan kamû. 





Ehlini bul ol illerin sarp belleri geçersin,
Yırtar yalnız gideni kurd, kaplan ve arslan kamû. 





“Ehlini bul” Maneviyat yoluna karşı en etkili zarar avamdan ve kendini dine adayanlardan gelmemiş, tersine ehil olamamış, ancak veli olabilmek için bu kılığa girmiş ve görünenlerden gelmiştir.





Müderrisin oğlu Çelebi Şemseddin (rahmetullâhi aleyh) şöyle rivayet etti ki:





Âşık dostlar Mevlânâ’nın müridi olunca, Mevlânâ dua etti ve:





“Yüce Allah Teâlâ sizi eski kurtların şerrinden korusun”  dedi.   Dostlar:  





“Onlar nasıl kavimdirler” diye sordular. Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:





“Onlar, Hakk yolunu kesenler, kendi arzularına uyanlar ve yeni usuller icade eden cahil münkirlerdir” dedi. [34]





ومنْ يعْشُ عنْ ذكْر الرّحْمن نُقيّضْ لهُ شيْطانًا فهُو لهُ قرينٌ





  وإنّهُمْ ليصُدُّونهُمْ عن السّبيل  ويحْسبُون أنّهُمْ مُهْتدُون





“Yalnız giden” hakkında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





 “Eğer insanlar tek başına sefere çı­kanın durumu konusunda benim bildiklerimi bilselerdi hiçbir kimse gece tek başına sefere çıkmazdı” [35]





İnsanın varlığı kendi başına alınamaz. İnsan âlemde varlık olarak alınmalıdır. Âlemde var olmak süjeyi [36] aştığı­mızı gösterir, fakat âlemi aştığımızı göstermez. Çünkü in­san kimliği ve özü itibariyle sonludur; sonsuz varlığı ya­şayamaz, ama düşünür ve (bu düşünce insanî varlığın ken­dini aşmak için yaptığı en büyük çabadır. Sırf sonlu ol­duğumuz için sonsuza açığız. Niceliği sonsuz olarak dü­şünebiliriz. Artık bu düşüncemiz sonlu “var olan” lar hak­kındaki düşüncemiz cinsinden değildir. Çünkü onları du­yularımız ve algılarımızla kontrol ediyoruz. Burada bu kontrol sınırını aşıyoruz. Bunun için sonsuza ait düşüncemize “İnanma” (yalnızlıktan kurtulma) deriz. Ayrıca sonsuz varlık hak­kındaki düşüncemiz bir seçme olmayıp, bilakis sonlu olan varlığımızın var olanlar üzerindeki düşüncesinden çıkar­dığı “mantık” bizi sonlu olmayan, sonsuz varlık üzerinde düşünmeye zorlar. [37]





İnsan, bütün “mamul” eşyası, aletleri, iş sistemi ile “dünya”sını kurarken, bu şeylerin devamlılığını temin edecek bir dayanağa, aşkın bir değere muhtaçtır. Bu aşkın değer olmaksızın “dünyasında” değer dediği şeylerden, on­ların her zaman için faydalılık, doğruluk ve güzelliklerini saklayacaklarından emin olamaz. O suretle ki objelerden ibaret olan “dünya” sı âdeta bu aşkın varlık tarafından, her yönden kuşatılmıştır. Şuur verilerinden ibaret dünya­sı olduğu için,   aşkın varlık yoktur. Tam tersine,   aşkın varlık olduğu için “dünya” sı vardır ve o sayede devam eder. Aşkın varlık olduğu içindir ki, insanî varlık şuurlu ve manevî varlık olabiliyor. Ahlâk ve dini mümkün kılan ve ruhlar arası iştiraki doğuran aşkın münasebet olmasa, insanlık ortadan kalkar.[38]





Âlem aşkın varlığın tecelli sahasıdır (or­taya çıkış alanıdır). Allah Teâlâ'ya, insana ve âleme iman bilginin tamlığını ve bütünlüğünü sağlar. Bu imanın sağladığı bil­gi muvazenesi (dengesi) dışında ise, yalnızca mekanizm, akıl-dışı varlık, kor tabiat ve hercümerç (karmaşa ve kargaşa) vardır. Düşüncemizden Allah Teâlâ'yı kaldırırsak (yalnız kalırsak) insa­nın şuuru, hürlüğü ve sorumluluğu manasız kalır. İrade­siz, zekâsız, kör tabiat kuvvetine indirilir. Fakat tabiatın kör kuvveti, şuuru doğuramaz. Aşkın varlığın tabiata mü­dahalesi ise, tabiatüstünde bir varlık olan insanı meydana getirir. Üstünün aşağıya etkisi, Allah Teâlâ'dan insana ve âleme doğru açılış, âlemin anlaşılmasını mümkün kılar. İnsan aş­kın varlığa karşı sorumlu olduğu içindir ki kendi kendisi­ne ve başka insanlara karşı sorumludur. Ve böyle olduğu için de daha ahlâkî ve içtimaî kanunlara sahiptir. İnsanın kuvveti aşkın varlığa bağlanışından ileri gelir. Aşkın var­lığı kaldırınca insan cynik'lerin[39]  zavallı köpeğinden farksız kalır. İnsan mutlak olarak hür değil, ancak, sahip olduğu şuur nisbetinde hürdür. Onun için onun hürlüğü­ne varlık derecelerine nazaran yükselen ve mutlak varlı­ğa nazaran alçalan nisbî muhtarlık demek doğru olur. Allah Teâlâ'yı, âlemi ve insanı birlikte düşünmedikçe ne hürlüğü, ne bu şuuru anlamak mümkün olur. [40]





Bu anlatılanlardan anlaşılan inanmak ve birine dayanmak ve bu dayanılan şeyin Allah Teâlâ olması insanın ilerlemesinde büyük bir güç olduğu gibi kurtuluş reçetesi olduğu da açıktır.





Beyitte geçen kurt ve arslandan murad,  nefis ve şeytândır.  Mürşid-i Kâmili bulmadan o hakikat şekline gidilmez.   Öyle kitap okumak ve yalnız sohbet dinlemekle de olmaz,  kâmile bey’at lâzımdır.





Nakıs MürşidlerinTerbiyesinin Zararları





Tasavvufta şuur ve şuuraltını terbiye eden sistemdir. Terbiye sayesinde insan kendisini ve etrafını muhafaza etmeye başlar. Bu nedenle ahlakî değerlerde yükselme olur, ferd ve toplum huzura kavuşur. Bu usûlde nihaî hedeflere kavuşmak içinde sevgi ve ceza müeyyideleri uygulmada bulunmaktadır. Çünkü ruhun ilâhi iradeye intibakını sağlamak için nefsin cezalar alması ise onsuz ruhânî uyumun olmamasındandır. Bu nedenledir ki tasavvufî terbiye yar kenarında yürüyen yolcunun tedirginliği kadar sıkıntılı, zayiatıda ve menfaatıda çok olan usûldür.





Şuur’un kelime manası anlayış, idrak, vicdan, hiss-i zâhirle duymaktır. Istılâhî manası ise kendi varlığından haberi olma, inceliklerini iyice idrak etmedir.





Müridin mürşide teslim olması demek terakkide kendisine elzem[41] olan cezalara[42] razı olmak için verilen bir sözleşme demektir. Terbiyede şuur ve altındaki nedenleri iyi tesbit eden ve sezen mürşid talebesini yüksek mertebelerdeki olgunluğun açığa çıkmasını sağlar. Mürşidin uygulamasındaki ceza müeyyidesi isabetli ve uygun oldukça mürid kendini tanımakta geç kalmaz ve çabuk olgunlaşır.





Dinin insanlar üzerinde uyguladığı ceza bölümü insanı cezalandırırken diğer taraftan toplumu ve ferdi emniyete almak için tedbir almak içindir. Yoksa suç işleme güdüsü insanın içinde yok edilmesi gibi durum yoktur. Ancak bazı ileri seviyelerde suç işleme melekesi o derecede inkıtaya uğrar ki yok olmuş gibi olur ki, mesela fenâ ve bekâ mertebelerinde olduğu gibi yokluk derecesi hiçlik derecesini alır ki, bu zaman insân-ı kâmil sıfatı zuhur etmiş demektir.





Bütün insanlar şuuraltı âlemlerine de hapsolmuş çeşitli vahşi his ve duygular birçok manevî huzursuzluk duygusu olarak hissedilen günahkârlık veya suçluluk bir çekirdek halinde herkeste mevcuttur.





“Bir fikir adamının söylediği çok doğrudur: İçimde düşüncesi doğmayan hiçbir kötülük yoktur, ancak idarî telkinle bu fikrimi bastırırım. O halde taslak halinde bir suçlu şahsiyet veya yapı bahis konusudur ve nüve [43] halinde en olgun insanda bile mevcuttur. Esasen bir suç dürtüsünü kazanan insan genel olarak cürüm işlenmesinden bir müddet önce bir tasavvur devresi geçirir. Bu müddet zarfında ruhta moral duygusuzluk belirmekte ve değerler bertaraf edilmektedir. Nitekim normal insanlar bile uzunca bir moral[44] gevşemesinden sonra önemli ve haklı bir sebep olmadan insan öldürme gibi büyük bir suç işleyebilirler [45].   





“Her insan hayatının ilk yaşlarından itibaren başlangıçta bilmeyerek ve sonraları bilerek kusurlar işlemekte, moral engellerle karşılaşmakta ve ilk defa ana, babadan gelmek üzere çeşitli cezalara da maruz kalmaktadır"[46] 





İşte bu nedenledir ki mürid kendi iradesini mürşidin iradesine teslim ederek ceza uygulaması gibi olan bir takım uygulamaları nefsi kabul etmese bile yapmaya mecbur kalır. Hakikatte bu bir cezalandırmadan başka bir şeyde değildir.





Müridin şuurunu mürşidin sohbeti ile doldurması ve rabıta gibi onun gölgesini sürekli hissetmesi ipnotize edilmekten başka bir şey olmasa gerekir. Öyle ki mürid rüyalarını dahi teslim olduğu şeyhine ilintili kılar.





Bir tabip tarafından ipnotize edilmiş bir kimseye, tabip, ipnoz halinde iken bir hareket yaptırmış ise, o kimse normal hale gelince yaptığı bu hareketi hatırlamaz; fakat bir müddet sonra aynı hareketi yapabilir ve bu hareketi "şuurlu şekilde yapar, fakat niçin yaptığını bilmeden yapar" [47].





"Şuur" "irade"ye tâbi ve fakat niçin işlendiği bilinmeyen fiillerin böyle bir mânası olsa gerekir. Psikanaliz "İnsan niçin bu fiili işlemiştir" diye sormaz. Onun sorduğu şudur: "İnsan niçin bu fiili işlememiştir?Psikanalizine göre "ahlâkî şuur" insanın geç elde ettiği şeydir, cemiyet halinde yaşamak zaruretinin gerektirdiği ve üstün-ben'in teşekkülü ile tahakkuk edebilmiştir. Cemiyete intibak[48] ameliyesi bir karşılık tehdidi altında (etrafındaki sevgiyi kaybetmemek korkusu ve maddî bir ceza tehdidi) küçüğün derece derece insiyakî [49] isteklerini feda etmesi şeklinde tecelli eder. Cemiyete tamamıyla intibak halinde dahi bu insiyakî hareketlerden ancak bir kısmı tam mânası ile ortadan kalkmış sayılabilir. Diğer kısmı şuur altında faal olarak mevcuttur. Bu çeşit insiyakler, eğer açık olarak tezahür edemezlerse ruhî bir uzlaşmayı ifade eden faaliyetler (rüyalar, isabetsiz hareketler, nevrotik araz v.s.) şeklinde ortaya çıkarlar.”





[Bedenî zevk, hoş görünen bütün eylemlerin nedenidir. Alışkanlık, ister aşinalık yoluyla ister çabayla edinilmiş olsun, hoş şeyler sınıfına girer, çünkü birçok eylem vardır ki, tabii olmadıkları halde insanlar onları yapmaya alışır alışmaz zevkle yapmaya başlarlar. O zaman, özetlersek, ken­dimize bağlı bütün eylemler iyi veya hoşturlar ya da öyle görünür­ler. Ayrıca, kendimize bağlı bütün eylemler istemli olarak, kendimize bağlı olmayanlar istemsiz olarak yapıldıklarına göre, bütün istemli eylemlerin iyi veya hoş olmaları ya da öyle görünmeleri ge­rektiği sonucu çıkar ortaya; çünkü kötü şeylerden ya da kötü görü­nen şeylerden kaçmayı ve daha büyük bir kötülüğü daha küçüğüyle değiştirmeyi iyiler arasında sayıyorum ben (bunlar bir anlamda kesinlikle arzu edilen şeylerdir), aynı şekilde acı veren ya da acı verecek görünen şeylerden kaçmayı ve daha büyük bir acıyı daha küçüğüyle değiştirmeyi de zevkler arasında sayıyorum.





İlke olarak, Zevkin bir hareket, bir bütün olarak ruhu bilinçli bir bi­çimde normal duruma getiren bir hareket olduğunu söyleyebiliriz; Acı da bunun zıddıdır. Eğer zevk bu ise, hoş olan şeyin bu durumu yaratmaya yönelik olacağı açıktır, oysa onu yok etmeye ya da ruhu bunun tersi bir duruma getirmeye yönelik şey acı vericidir. Dolayısıyla, bir kural olarak, varlığın doğal durumuna doğru hare­ket etmek, özellikle de doğal bir süreç bu doğal durumu eksiksiz kendine getiriyorsa, hoş olmalıdır. Alışkanlıklar da hoştur; çünkü bir şey alışkanlık haline gelir gelmez, gerçekten doğaldır; alışkanlık doğaya benzemeyen bir şey değildir; sık sık olan bir şey her zaman olan şeye benzer, doğal olaylar her zaman olur, alışkanlık olayları ise sık sık. Yine, bizi zorlanmayan her şey hoştur; çünkü zorlama doğadışıdır, bunun içindir ki, zorlanan şey acı vericidir; haklı olarak şöyle söylenmiştir:





“Zorlama ile yapılan her şey ruha zarar verir.” [50]]





"Dengesini kaybeden alt şuur sadece tabiat kanunlarını bozmakla kalmaz. Aynı zamanda ferdin benliğini mahveder. Bu bakımdan ruhî faktörlerin kontrolü hem ferdin, hem de toplumun denge düzenini ayarlar. Bunun aksi olursa yıkıcı eğilimler galip gelirler. Psikolojik bir kütle mahvına sebep olan atom bombasının tesirini yanlış yöneltmiş bir psikolojik durum da yapılabilir. Muazzam bir selin içine gömülen ruh kendisine, onu tutabilecek, yürütebilecek yeni semboller bulmağa çalışır. Bu kollektif akıma kapılan kişiler meçhuller içersinde hakikati görmeğe, onu mânalandırmağa çalışırlar. Daha doğrusu hakikati burada bulduklarını sanırlar. Günümüzün problemi budur" (C.G. Jung).[51]





"Niçin bu fiili işledin?" diye sorguya çekilen kişi buna ancak kısmen cevap verebilir. Onun cevabı şuur sahasındaki bilgisinden ileri gidemez. Hâlbuki hakikî ve en faal güdüler gayri şuurî olanlardır. Bu sebeple suçlu dahi hâdisenin asıl sebebini izaha muktedir değildir. Bazen suçlunun ifadesinde (veya ifadeleri arasında) "tezat" görülür. Buna şaşmamak lâzımdır. Çünkü insanın birçok hareketleri tezat halindeki güdülerin tesiri iledir. Şuurlu bir şekilde sevmek, gayri şuurî şekilde nefret etmek (veya aksi) mümkündür. Bu sebeple aynı zamanda kin ve sevgi yüzünden bir kişi öldürme suçu işleyebilir. Meselâ terbiye hususunda şuurlu bir irade ve zâlim bir tahakküm içgüdü "mürşid"de bulunabilir. Ezici bir disiplin taraftarı olan bir mürşidde zıt iki temayülün mevcudiyetine ekseriya rastlanmaktadır. Bu iki unsurdan yalnız biri şuurlu, diğeri şuur altında saklıdır. Fakat onun gayrı şuurda yer alması faal olmasına, netice olarak insanın fiiline tesir etmesine mâni değildir.[52]





Tasavvufi terbiye yolunda nakıs mürşide teslim olan aslında bir ahlak abidesi olacağına yol kesici olarak bir sonraki gelecek olana zarar vermek için hazırlanmış suçluyu üretmekten başka bir şey olmadığı kesindir.





“Eğer insanların yaşlarına uygun davranmazsak mevsimsiz meyveler yetiştirmiş oluruz ki bunlar ham ve tatsızdırlar. Hem yenmezler hem de bozulmakta gecikmezler.” [53]





“Duyulara karşı en etkili zehir güçsüzlerden gelmemiş, kendini dine adayanlardan gelmemiş, tersine keşiş olamamış, ancak keşiş olabilmek için bu kılığa girmiş görünenlerden gelmiştir.”   [54]





 “Rahman olan Allah Teâlâ'yı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz. Şüphesiz onlar bunları yoldan alıkorlar, bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar.”   [55]





قُلْ منْ كان في الضّلالة فالْيمْدُدْ لهُ الرّحْمنُ مدًّا





“De ki: “Sapıklıkta olanı Rahman ne kadar ertelese bile, sonunda tehdit edildikleri azabı ya da kıyamet gününü gördükleri zaman onlar kimin yerinin daha kötü ve taraftarlarının daha güçsüz olduğunu bilecektir.”   [56]





Ehline anlar bellidir, zirâ bilir bir illidir,
Her birisi ahsen sıfat her müşküle bürhân
[57] kamû. 





Ehline onlar açıktır, zirâ bilir bir şehirlidir,
Her birisi güzel sıfat her müşküle bürhân kamû. 





Bir aziz karısını seviyordu. Bir gün hanım naz ederek “Ey efendi, gel de senden ne istersem vereceğine dair talâkla yemin iç, yoksa boşanırım” der. Kocası kabul eder. Kadın “Yüce Allah Teâlâ’nın dünyada yarattığı her nimet ve garip şeyi benim önümde hazır etmeni istiyorum” der. Zavallı kocası bu arzuyu yerine getirmekten âciz kalır. Nihayet samimiyetle kalkıp Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz hazretlerine gelir,  macerayı anlatır.  Mevlânâ: 





“Git, Allah Teâlâ’nın kitabını tedarik et ve onu mendiline sarıp karının eteğine koy;  çünkü böylece dün­yadaki yaş ve kuru nimetleri onun eteğine koymuş ve dünyanın garip şeylerini onun önünde hazır etmiş olursun. Zira: “yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki Kur’an-ı Kerim’de olmasın” [58]  buyurulmuştur. Böylece asla talâk ve ayrılık vâki olmaz” buyurdu.[59]





Gir Enbiyânın silkine bin bu vücûdun fülküne,
Kahreyle nefsin askerin gark eylesün tûfan kamû. 





Gir Enbiyânın yoluna bin bu vücûdun gemisine,
Kahreyle nefsin askerin gark eylesün tûfan kamû. 





Var “Semme vechu’llâh” ı bul tâ görüne sana ol il,
Senden sana eyle sefer kim idesin seyrân kamû. 





Var “Semme vechu’llâh” ı bul tâ görüne sana o şehir,
Senden sana eyle sefer kim edesin seyrân kamû. 





Candan riyâzat-ı taab[60] çeksin anı edip taleb,
Olur riyâzat sonu derdlerine dermân kamû. 





Candan riyâzat sıkıntısı çeksin onu edip taleb,
Olur riyâzat sonu derdlerine dermân kamû. 





“Candan riyâzat teap” demek burada riyâzat akıldır. Akıl üç kısımdır: Akl-ı maâş,  Akl-ı maâd,  Akl-ı kâmildir. 





Akl-ı maâş sâhibi,  aklını dünyaya fazlasıyla sarfedendir.





Akl-ı maâd sâhibi,  aklını âhirete fazlasıyle sarfedendir ve kendisinde âhiret fikri galip olandır.  





Akl-ı kâmil sâhibi ise kendisinde Hak fikri galip,  yani fazla olan ve sarfeden bir kimsedir. 





Çek sinene dağ[61] üzre dağ şol hasta gönlün ola sağ,
Şayet ola dağ üstü bâğ yâdlar ola yârân kamû. 





Çek sinene damga üzre damga şol hasta gönlün ola sağ,
Şayet ola dağ üstü bâğ yabancılar olsun yârân kamû. 





Can ermeyince aslına bülbül gibi gül faslına





Hep cenneti arz eylesen olur ana niran kamû





Can ermeyince aslına bülbül gibi gül faslına





Hep cenneti arz eylesen olur ona cehennem kamû





Can ilidir vasfettiğim derd ile ta’rif ettiğim,
Bundan inip döküldüler bu tenlere her cân kamû. 





Can ilidir vasfettiğim derd ile ta’rif ettiğim,
Bundan inip döküldüler bu tenlere her cân kamû. 





Gel tende koma cânını a’lâya çık bul kânını,[62]
Lâyık mıdır insâna kim yeri ola zındân kamû. 





Gel tende koma cânını yücelere çık bul kağnağını,
Lâyık mıdır insâna kim yeri ola hapishane kamû. 





Tut bu Niyâzî’nin sözün bunda aça gör gözün,
Bir gün gidersin ansızın görmez seni karbân kamû. 





Tut bu Niyâzî’nin sözün bunda aça gör gözün,
Bir gün gidersin ansızın seni kervan görmez kamû. 





Var ol hakîkat şehrine er anda Hakk’ın sırrına,
Dolsun senin de gönlüne deryâ olup irfân kamû. 





Var ol hakîkat şehrine er anda Hakk’ın sırrına,
Dolsun senin de gönlüne deryâ olup irfân kamû. 





Buraya kadar anlatılanlar ile Hakîkat Şehri ve Ehli’nin tarifi yapılmıştır. Bu şehrin varlığı hakkında enfûsi manada varlığı hakkında şüphe yoktur. Ancak zahirde bu yerin durumu için farklı görüşler bulunmaktadır. Aslında bu yurdu manevî Niyâzî-i Mısrî nin risalelerinde beyan buyurduğu enfûsi mana ile insan memleketinde vardır. Hz. Muhyiddin Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Tedbîrat-ı İlahiyye isimli eseri de bu şekilde yazılmış eserlerdendir. Niyâzî-i Mısrî bu eseri tetkik ettiği Risale-i Kudsiyesinde[63] belirtmektedir. 





Gavs’ül-âzam İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Sivasî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, ihvanları[64] bu ilahiyi huzurlarında okuduklarında başını tasdik mahiyetinde salladıkları ve bu ilahiyi onlara şerh ederken oranın durumlarına ait başka sırları da onlara anlattıklarını bizzat dinledim.





Günümüz meşayihlerinden Darendeli Seyyid Hulusi Efendi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (hyt: 1990) sohbetlerinde nereli olduğu sorana





“Gardaş, La mekânlıyız” “Hakikat Şehirliyiz” buyurmuşlardır.










[1] Kamu: (Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen





[2] Bakara, 58





[3] Mahfe: Deve, fil gibi hayvanların üzerinde seyahat edenleri sıcak, güneş vb. tesirlerden korumak için yapılan kafesli çadır sepet.





[4] Buhârî, “Cihad” 141, 195, “Tefsir” Mümtehine 1; Müslim, “Fedâilu’s-Sahabe” 161





[5]  Mümtehine, 1





[6] İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Alim





[7] İnsan, 18





[8] Mutaffifîn, 25





[9] Mutaffifîn, 27





[10] Minnet: iyiliğe karşı duyulan şükür hissi birisine iyilik etmek, yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.





[11] Buhârî, Ezan, 55; Müslim, Salât, 184, 205; E. Davud, Salât, 140; Tirmizi, Salât, 108





[12] Yeksan: Beraber. Bir.   Düz.   Her zaman





[13]  Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasav., ONYEDİNCİ SUAL VE CEVABI





[14] Tirmîzî, Menâkıb, 17 (3682); Ebû Dâvud, Haraç 18 (2962)





[15] (BAHADIROĞLU, 2003), s.137; (HÜDAYİ), c.I, v.5a





[16] (BAHADIROĞLU, 2003), s.137; (HÜDAYİ), c.I, v.17b





[17] (KARABULUT, 1984), s. 26





[18] Meşreb: Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk.   Gidiş.  ...





[19] Matlab: İstek, istenilen şey.   Hallolunacak mesele. Mebhas.   Kaziye.





[20] Kadr: İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına





[21] (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 25





[22] İhtilâf: anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik, ayrılık, farklılık.





[23] Muzaf: (Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış.   Gr: Başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim.   “Evin kapısı” dediğimiz zaman; “kapı”, “ev”i tamamlıyor. Bu muzâfdır





[24] Yezdan: f. Cenab-ı Hak.   (Mecusilerce) : Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud





[25] Buhârî, Merdâ, 1; Müslim, Sıfetü'l-münâfikîn, 58, 60; Tirmizî, Edeb, 79; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 454; İbn Ebî Şeybe, Mûsannef, VI, 163 (30346). Mesel için bkz. Râmhumüzî, Kitâbü emsâli'l-hadîs, s. 79,80 (37); Ebu'ş-Şeyh, Kitâbü’l-emsâl, s. 212, 213 (315); Abdülmecîd Katâmış, el-Emsâl el- Arabiyye, s. 163. (UYSAL, 23 Bahar 2007 )





[26] Buhârî. Rekaik, 38; İbn. Mâce. Fiten. 16.38





[27] (M.J.L.Young, et al., 2003/1 c. II, sayı: 3)





[28] (ÇAKMAK, -1994), s.15





[29] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.218), s. 305





[30] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.360) s.446





[31] Sâd, 79-83





[32] Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hurmayı almakta olan kimseye bu kelâmı buyurdu. Iraki, IV/269; el Mekki, II/14





[33] Nesai, Zekât, 89; Tirmizi, Zühd, 17





[34] (YAZICI, 1995), s. 633





[35] Ebu Cemre El Ezdi. Behçetun Nüfus. III/144





[36] Süje: Özne, fiili yapan, fail.





[37] (SANAY, 1986), s.88; Varlık ve Oluş, s. 99





[38] (SANAY, 1986), s.89, Felsefeye Giriş, 2. kitap, s. 165, 226, 283





[39] Cynac= (K'inik) : Rahatlığa, hayatın zevklerine ve zenginliğe karşı çıkan köpekler gibi, serbest, başıboş yaşamayı yeğ­leyen antik felsefî bir görüş.





[40] (SANAY, 1986), s. 90; Felsefeye Giriş, 2. kitap, s. 275





[41] Elzem: Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib





[42] Ceza: Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab





[43] Nüve: çekirdek, asıl, menbâ





[44] Moral: ahlaki, törel; dürüst, ahlakli; manevi, tinsel, alinacak ders, kissadan hisse; ahlak dersi





[45] Adasal (R.) Suçlu şahsiyetin mahiyeti, Mukayeseli Hukuk Dergisi, 1956 n.2 s.11 (EREM)





[46] Adasal (R.) Suçlu şahsiyetin mahiyeti, Mukayeseli Hukuk Dergisi 1956 n.2 s.11 (EREM)





[47] Freud (Me'tapsychologie), s. 12) (EREM)





[48] İntibak: ayar, ayarlama, düzeltme; adaptasyon





[49] İnsiyak: içgüdüsel





[50] (ARİSTOTELES, 2006), s. 73





[51] (EREM)





[52] (EREM)





[53] Jean-Jacques Rousseau





[54] Nietzcshe, Putların Alacakaranlığı,çev., İsmet Zeki Eyuboğlu, İstanbul, 2004, s.40





[55] Zuhruf, 36-37





[56] Meryem, 75





[57]Bürhan: Delil, hüccet, isbat vasıtası.   Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas.   Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet. 





[58] En’âm, 59





[59] (YAZICI, 1995), s. 657-(382)





[60] Taab: Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet.





[61] Dâg:f. Yanık yarası.   İnsan veya hayvan vücuduna kızgın demirle vurulan damga





[62] Kân: f. Bir şeyin menbaı.   Kuyu. Kaynak.   Mâden ocağı.   Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse.





[63] (Niyazî-i MISRÎ, 1223), v.44a





[64] Şen Veli ve Orhan Zarifoğlu 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar