Print Friendly and PDF

Müşkülüm var Cevap ver...Bir Canım var Senin Olsun

Bunlarada Bakarsınız






37





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Müşkülüm var size ey Hakk dostları, eylen reşâd,
Kim cevâbın vere olsun Hakk katında ber-murat.
 





Ol ne kesrettir ki anın haddi yok pâyânı yok,
Kesret
 içinde ne vahdettir ki ana yok idâd. 





Çoktur envâı bu halkın biri insân üç bölük,
Biri ehl-i hayme,  birisi kurâ,  biri bilâd. 





Üç bölükten üç bölük dâhi bölünmüş ey hoca,
Biri kâfir,  biri mü’min biri ehl-i inkıyâd. 





Kangısı Hakk’dan irağ olmuş bunların söyle gel,
Kangısı kâdir ki Hakk emrine eyleye inâd. 





Hakk’ın iken her tasarruf bu abes sözler nedir?
Nefs
 ü şeytân dediğin kimlerdir eylerler fesâd. 





Dünyâ vü ukbâ dahi hem haşr ü neşr olmak nedir?
Bunları bildir bana hem ne dürür mebde meâd. 





Ahirette cennet i nirân ü berzâh kim denir?
Bunların aslı nedendir olısar yevm’üt-tenâd. 





Kahr-ü lûtfun illeti bir demenin aslı nedir,
Bu ikinin vahdeti midir acep râh-ı sedâd. 





Yani râhat ayn-ı mihnet,  mihneti râhat mıdır,
Cümleden râzı mıdır Hakk ber târik-i ıttırâd. 





Hakk Teâlâ’dan yakın insâna bir şey yok denür,
Lik bildir kim dürür Allâh ya kimdir ibâd. 





“Men aref“ le “mâ remeyt-e iz remeyte” remzini,
Fark
ede gör mümkün ise ber-sebîl-i infirâd. 





Müşkülü çoktur Niyâzî’nin veli biri de bu,
Zâhid
 anlasa Hakk’ı zühdü neden olur kesâd. 





Müşkülüm var size ey Hakk dostları, eylen reşâd,
Kim cevâbın vere, olsun Hakk katında ber-murat





Ey Hakk dostları beni meşgul eden sorundan kurtarın.





Bu sorum cevabını veren Allah Teâlâ katında muradına kavuşsun.





Soru sormak bilene has bir durumdur. Bilmeyen soru soramaz. İnsân-ı kâmilin soru sorması talim niyeti iledir.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz “Müşkülüm var size ey Hakk dostları, bana Hakk yolunu gösterin diye söze başlayarak istikâmetin yine Allah Teâlâ dostları ile olacağını bildiriyor.  Eğer biri bunun cevâbın verebiliyorsa Hakk katında murat bulmuş ve murad veren demektir.





Ol ne kesrettir ki anın haddi yok pâyânı yok,
Kesret
 içinde ne vahdettir ki ana yok idâd. 





Bu çoklukta sınır ve âleminbirliği yok.





Nasıl birçokluk ki sayılamayan bir birliği var.





“Kesret –bir- kelimesinin zıddı olacak bütün çokluk, fazlalıklardır. Burada kullanılan mana esma ve kullarda tecelli eden sıfâtların sonsuzluğuna işarettir. Çünkü Allah Teâlâ’nın tecelli eden esma ve sıfatı nihayetsizdir.





قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا





“De ki: Eğer Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa elbette Rabbimin kelimeleri tükenmeden deniz tükenir biter. İsterse denizin bir mislini de yardımcı getirecek olsak.”  [1]





 “Kesret içinde sayısız olan vahdet”ten kasdedilen her şeyde onun için bir işaret vardır ki; onun bir olduğuna delâleteder demektir.”  Bir odur ki, ondan ancak bir meydana gelir.”  kıstasınca varlık gerçekte birdir. Buna göre her kesrette bir vahdet itibâr olunacak. Vahdet dahî sonsuz olur. Bu itibâr hakîkî vahdete zıt değildir. Nitekim insâniyyet birdir. Lâkin husûsî özellikleri itibariyle çok gibi olup Bekir, Ömer, Osman ve Ali gibi görünür. Şeyh-i Ekber Muhyiddin kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Hazretlerinin “Eşyayı açığa çıkaran kimse tüm eksikliklerden uzak ve bütün yüceliklere sahiptir. O, kendisidir.”  buyurdukları buna işarettir. Bunu anlamak için basiret gerektir ki yanlış anlayıştan sakınmak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ cevherlerin aynı ve parçaları olmaktan münezzeh ve müstesnadır. Ancak her zerrede Allah Teâlâ kemâli üzere mevcûddur. Fakat bu aynalarda zahir olan vücudun gölgeleridir, gerçek değildir. İşte sayılamaz vahdet bu demektir. Bu makamda yanlışa düşen çok olmaktadır.





Çoktur envâı bu halkın biri insân üç bölük,
Biri ehl-i hayme,  birisi kurâ,  biri bilâd. 





Biri insan ve üç bölük olamak üzere mahlûkatın türleri çoktur.





İnasanlarda hakikatlerine göre göçebe, köylü ve şehirli olmak üzere üç yerde makam tutarlar.





Halk dörttür. Melekler, şeytanlar, cinler ve insanlar.





İnsan sınıfı yüzyirmibeş cüzdür. Biri tevhid ehli, geri kalanı küfür ehlidir. Tevhid ehli dahî yetmiş üç fırka olup biri nâcî fırkası, kalanı bid’at ve dalâlet ehlidir.





Ehl-i hayme (çadır ehli-göçebe) fark’a;





Köylüler, cem’e;





Şehirliler, cem’u’l-cem’e işaret eder.





İbnü’l-Arabî ise insandaki akıl-hevâ çatışması noktasında “ülke”nin çöl/kırsalından (bâdiye) ve şehrinden (hâdıra) bahseder. Ülkenin bu bölgelerine aklın ya da hevânın hâkim olması, insanın iyiliğini, saadetini ya da kötülüğünü, bedbaht oluşunu belirler. Zîrâ şehir asıl olanı, tevhidi ve îmanı, çöl/kırsal ise tâlî olan ameli simgelemektedir. Buna göre:





1. Mahfûz ve mâsum mü’min: Şehrine ve kırsalına aklın hâkim olduğu kimse.





2. Günahkar/âsî: Şehrine akıl, kırsalına hevâ hâkim olan kimse.





3. Kâfir: Şehrine ve kırsalına hevâ hâkim olan kimse.





4. Münafık: Kırsalına akıl, şehrine hevâ hâkim olan kimse. Burada ifade edildiği şekliyle her ne kadar münâfığın kırsalına/ameline akıl hâkim olsa da asıl olan şehir/tevhid hevânın hâkimiyeti altında harap olduğu için bunun bir önemi yoktur. Onların amelleri çöldeki bir serap gibidir. Zîrâ asıl harap olursa fer‘î olanın bir faydası olmaz.[2]





Üç bölükten üç bölük dâhi bölünmüş ey hoca,
Biri kâfir,  biri mü’min biri ehl-i inkıyâd. 





Bu üç bölükte kâfir, mümin ve inkiyad (Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal) ehli olan mukarrebler, enbiyâ ve velîler olarak üçe bölünmüştür.





Kangısı Hakk’dan irağ olmuş bunların söyle gel,
Kangısı kâdir ki Hakk emrine eyleye inâd. 





Bu saydıklarımdan hangisi Allah Teâlâ’dan uzak ve ayrı olduğunu söylebilir misin?





Hangisi Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkabillir.





Üç bölük celâl, cemal ve kemalin görüntüsüdür. Bu üç bölükten hiçbiri de Hakk’dan örtülü değiller­dir. Hiçbiri Allah Teâlâ’nın emri olmadan yüz gösterememiş ve meydana gelememiştir. Nite­kim Şâtıbî[3] buyurur “İnsanların tamamı köle sayılır. Çünkü Allah kölenin işlerinde hür olmasını uzaklaştırdı.” 





فَقَالَ لَهَا وَ  لِـْلاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ  [4]





“..Sonra ona ve yer için buyurdu ki: “İsteyerek veya istemeyerek geliniz”. Onlar da, “İsteyiciler olarak geldik,” dediler…”





Celâlin görüntüsü şeytanlarda, cemâlin hizmeti meleklere ve kemâlin zuhurunda Allah Teâlâ fark edilir. Fakat hakikatte hepsinde mü­essir olan yine Allah Teâlâ’dır. يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ  “dilediğini saptırır, diledi­ğini de doğru yola iletir…” [5]





Uzaklık kula nisbetle ve zahirine izafetledir. Hakk’a ve bâtına nisbetle uzaklık yoktur. Perde olan gaflet perdesidir. Allah Teâlâ her şeyde zahir iken, herhangi bir şeyin onu perdelemesi nasıl düşünülebilir.





Fakat bu makamda hakîkî cevap مَامِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ   “… Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.”  [6] ayet-i kerîmesi üzerine bina olunur. Bu sırrın fazla izahatı haramdır.





Müfessirlerin sultânı İbn-i Abbâs radiyallâhü anh “Allah’ın gizlediğini gizleyin, açıkla­dığınızı da açıklayın.”  Demiştir.





Hakk’ın iken her tasarruf bu abes sözler nedir?
Nefs
 ü şeytân dediğin kimlerdir eylerler fesâd. 





Bütün tasarruf Allah Teâlâ’nın ise bu boş sözler ne için söyleniyor.





Nefs ve şeytân denilen şeylerde ne varki fesâda sebep olur (diyorsun). 





Müminde iki özellik vardır: Biri kulluk diğeri tevhîtdir. Bunlardan kulluğun neticesi edebdir. Bu nedenle “Noksan benim, kemâl Allah Teâlâ’nındır.”  demek gerekir. Tevhidin gereği tefrîddir ki; “Cümle tasarruf Allah Teâlâ’nındır” demek ge­rektir. قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “...”  Hepsi Allah Teâlâ’dandır.”  de![7]





Şeriat ve hakîkat ikisi terâzinin iki keffesidir. Bu iki keffeyi aynı sevide tutmak gerekir. Birisini tercih etmek hatadan uzak değildir.





“Nefs ü şeyâtîn” ile murat “Doğru yoldan saptıran her şey”dir.





  مَامِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ “.. Çünkü yü­rüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, ...”  [8] âyetini bilmeyen nefis ve şeytânın ne hizmette olduğun bilmez ve ne için yaratıldığını ve tayin olundukları vazifelerini anlayamaz.





Dünyâ vü ukbâ dahi hem haşr ü neşr olmak nedir?
Bunları bildir bana hem ne dürür mebde meâd. 





Dünyâ ve ahret, kıyametten sonra insanların toplanıp ve dağılmaları nedir?





İlk yaratılış ve ahiret için yok olma nedir bunları bana bildirir misin? 





“Dünya ve ahiret” ve “haşr ve neşir” açılmaya ve gizlenmeye işarettir. Ahiret, dünyânın kalbidir. Avamın haşri zahir ve seçkin insanların hem zahir ve hem bâtındır. Onun için “Kıyâmetü’l-ârifîne dâimetün” “Ariflerin kıyameti süreklidir” buyrulmuştur. Bu nedenle kıyamet haşri avam olanlaradır. “İnsanlar uyumaktadırlar, öldükleri zaman uyanırlar.”  [9] Bu âlemde âlem-i kendi ihtiyarı ile dirilenler mecburî dirilişten önce tekrar tekrar dirilmiştir.  “Ölmeden önce ölünüz.”  bu sırra işarettir. “Ölen kişinin kıyameti kopmuştur.”   [10] Yani arif olanlar haşir ve neşri daha bu âlemde görürler.  “Ölmeden önce ölünüz”,  hükmünce o Tevhid-i ef’âlde fiilerini Hakk’a verir.  Tevhid-i sıfatta sıfâtı Hakk’a verir.  Tevhid-i Zatt’a zâtı Hakk’a verir.   Cem makâmında zâtı giyer,  Hazretül cem’de sıfâtı giyer ve Cem’ül-cem makâmında ef’âli giyer.   Hakk’tan geldiğimiz cihetle başlangıcımız Hakk’tır. Hakk’a gideceğimizden dönüşümüz de yine Hakk’tır. 





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini bilmediğini, ancak onun alametlerinden birinin cariyenin sahibini doğurması ve bazı çıplak ayaklı koyun çobanlarının yüksek binalarda oturması olduğunu belirtmektedir.[11]





Sûfîler bu alametin büyük kıyamete yönelik boyutunu kabul ettiklerini belirtmekle birlikte, onun insanın manevî gelişimi açısından da yorumlanabileceğini ifade ederler. Cilî’ye göre Allah Teâlâ öz olarak insanın zatında mevcuttur. Burada hakikatin merkezi olan insanın zâtı kıyamet alametinde zikredilen cariye olarak yorumlanır. Aynı metinlerde bahsedilen cariyenin gerçekleştireceği efendisini doğurma olayı ise gizli emrin/hakikatın batından zahire çıkmasıdır. Diğer bir deyişle insanın özünde var olan hakikatin keşfedilmesidir. Daha sonra cariyenin efendisi olacak bu yeni çocuğun doğumundan önce oluştuğu yer insanın bâtınıdır. Gerçekleşen doğumla birlikte bâtın/iç âlemde var olan ilâhi öz zahirdeki his âlemine çıkar.[12]





 “.. Ben onu sevince duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen aklı ve konuşan dili olurum…    ifadelerinde anlatıldığı gibi ilahî hakikat, insan vücudunda zuhur eder ve tasarrufunu gösterir. Bu durumdaki kişinin kendi zatı cariyeye, zatında gizli olan hakikatin ondan tezahür edip ortaya çıkması doğuma ve söz konusu kişinin haline hâkim olan Hakk’ın rablığının izleri ise cariyenin efendisine benzetilerek tevil edilir. Ârifin bir binek hükmünde olan isimler âleminden soyutlanması ve kendi nefsî özelliklerini terk edip benliğini ilahî olanla değiştirmesi çıplak ayaklı olmaya benzetilir. Nefsinin hakikatini tanıyan insanın ilahî korunmaya alınması da onun çobanlığına hamledilerek yorumlanır. Manevî hayatını geliştirmek için bütün yapıp etmelerini kapsayan manevî seyir esnasında elde ettiği cezbe halindeyken yüksek derecelere/makamlara ulaşması da hadislerde kıyamet alameti olarak sözü edilen insanların oturacağı yüksek binalara benzetilir. [13]





ÖLÜMÜN NELİĞİ





Ölüm,[14] insanın hayatında kabullenmekte güçlük çektiği çok önemli fenomendir. İnsanın öleceği hususunda sahip olduğu bilgi, varlığı hususunda sahip olduğu bilgi kadar kesindir. İnsanda kendisinin ölümlü bir varlık olduğu bilgisinin fıtri olduğu söylenebilir. Bu hükme Kur'an-ı Kerim’de ki





“Derken şeytan onun aklını karıştırıp ey Âdem dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?”   [15] dedi. Âdem aleyhisselâm şeytanın bu çağrısına ebedilik, ölümsüzlük arzusuna kapılarak uydu ve yasak meyveyi yedi. Bu ayet göstermektedir ki ilk insanda da ölümsüzlük fikri fıtrîdir. Ölümü görmeden, tecrübe etmeden, ölüme olumsuz bir tepki geliştirmiştir.   Ölüm; hayatın zıddı, canlılığın yok oluşu, bitmek-tükenmek, hislerin yok olması, sönmek, ruhun bedenden ayrılması olarak tanımlanmıştır.  Böylece ölümün yaratılmış varlıkta meydana gelecek bir durum olduğunu ifade ederler.   





İspanyol filozofu Miguel de Unamuno, İnsan arzularının en büyüğü olduğu kadar en eskisi de olan ebediyet umudu ve yaşama özlemiyle dolu olarak, hayatın sırrını bir büyük soru ile bağ­lantılı görür.





“Ben”, diyor Unamuno,





“Şu kanaate vardım ki, bir ve bütün insanlar için aynı olan bir tek çetin iş var. İnsanı ilgilendiren asıl sorun, her birimiz öldükten sonra, senin be­nim bilincimin başına neler geleceği sorunudur”





Yok olmanın kör talihinden kurtulup var olmaya devam edebilmek uğrunda in­sanların her türlü işkenceye katlanabileceği duygusu ile ilgili olarak da, yine aynı filozof, yok olmaktansa ebediyyen cehennemde yanmaya razı olduğunu, “çünkü hiçbir şeyin hiçli­ğin kendisi kadar korkunç görünmediğini” söyler. Zira





“eğer bilinç iki karanlık ebediyet arasındaki bir şimşekten başka bir şey değilse”, “bilelim ki bu bir adalet değildir” ve “ha­yattan daha iğrenç hiçbir şey de olamaz o zaman” [16]





 





Kur'an-ı Kerim’de Dirilişin Mahiyeti [17]   





İnsanın ölümünden sonra tekrar diriltilmesi ahiret inancı olarak ifade edilen iman esaslarından birisidir. Kur'an-ı Kerim’de bu inancın hem ahlaki hem de insanın varlık olarak yaratılacağını belirtmektedir. Kur'an-ı Kerim’in indirildiği dönemde ahiret inancı yaygın bir inanç değildi.





“Bir kısmı, insanın ölümünden sonra ebediyen yok olacağına, bir kısmı da tenasühe inanıyordu.”     





Kur'an-ı Kerim’de insanın tekrar yaratılacağını bir iman esası olarak vurgulanmaktadır.   İnsanın ölümden sonra yaratılıp dünya hayatında yaptıklarından dolayı hesap vereceğine inanmaktır. Aynı zamanda yeniden yaratılma inancı insanlarda ahlaki bilincin geliştirilmesine yönelik bir anlayışı da ifade etmektedir.  





“Onları gelmesinde şüphe edilmeyen bir gün için topladığımız ve hiçbir haksızlığa uğramaksızın herkese kazandığı şeyler tastamam ödendiği zaman halleri nice olur.”  [18]





“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu adalet terazisine getiririz. Hesap gören olarak biz herkese yeteriz.”  [19]  





İnsanın ölümden sonra tekrar yaratılıp hesap verecek olması hayatını anlamlı bir şekilde yönlendirmesine yol açacaktır. Bu gerçek insanda ahlak bilincini geliştirecektir. İnsanın yaratılışını ifade eden ayetlerin bir diğer özelliği ise vahyin indiği dönemdeki insanların ahiret inancını ve yeniden diriltilmeyi alaya almalarına verdiği cevaptır. [20]   Bu ayetler insanların yeniden dirilme ile ilgili şüphelerini ifade etmiş ve sonrasında bu dirilmenin nasıl olacağı konusuna vurgu yapmıştır. “And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve dünyada size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız.”  [21]





“Ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır. And olsun ki sizi ilk defa yarattığımız şekilde bize geldiniz...”  [22]





Bu ayetler yaratılışın cismani olacağını ifade etmektedir. Yaratılışın dünyadakine benzer bir bedenle olacağını bize bildirmektedir. Kur'an-ı Kerim’de yaratıldığı zaman insanın yaşı, durumu hakkında bilgi verilmemiştir. Bu konuda ileri sürülen fikirler spekülasyondan öteye gitmeyecektir. Ama önemli bir nokta vardır ki, bu da kişisel kimlik problemidir.





Öldüğümüzde kişisel kimliğimiz nasıl korunacak?   





Yeniden dirildiğimizde kişisel kimliğimiz varlığını devam ettirecek mi?





Eğer varlığını devam ettirecekse bu nasıl olacak?





Dünyada kişisel kimliğimiz ile yaptığımız fiillerimizin ahirette de bilincinde olmalıyız ki karşılığını görelim. Ancak ayetler bu durumun mahiyeti hakkında bilgi vermiyor ancak insan mutlak olarak yaratılacağına göre, kişisel kimliği de korunacaktır. Ama nasıl olacağını bu düzeni belirleyen bilmektedir.[23]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise hadislerde bildirdikleri ise bu sorusu olan ve beyan buyurduğu kişi ve cemaat-ı ilgilendiren sınıfı kapsar ve içerik olarakta büyük bir genişlikte arz etmektedir.   





Ahirette cennet i nirân ü berzâh kim denir?
Bunların aslı nedendir olısar yevm’üt-tenâd. 





Ahirette cennet, cehennem ve berzâh neye denir,
Bunların birbirlerine bağırma gününün aslı nedir. 





Burada “berzah” ile murat cennet ve cehennem arası olan âraftır. Berzah sınırlı değildir ve âlem-i misâle bağlıdır.  Onun için âhiret lafzı bunun için kullanılmaz. Bu makamın hakîki ve tafsili izahatı şudur ki;





Cennet kâmilin insanın ruh ve sırrı tecellîsidir.





Cehennem, ne­fis ve tabiat mertebesinin tecellîsidir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Cennet zorluklarla, Cehennem de şehvetlerle sarılmıştır.”  [24]





Ârâf, kalb makamının tecellîsidir. Çünkü kalp, nefis ve rûh arasında berzah ve vâsıtadır. Bu izahtan cennet, cehennem ve ârâf ehlinin kim oldukları açıklanmış oldu.





 Kâmil insânda celâlin karşılığı sol el olduğu gibi cemâlin karşılığı sağ eldir. Yine birinci ayak ile cehennem ve ikinci ayak ile cen­net doldurulur. Ahirette “Cehennem, Cebbar ona ayağını koyuncaya kadar ‘Daha yok mu?” demeye devam eder. Hadîs-i şe­rifi bu sırra işarettir.





Kahr-ü lûtfun illeti bir demenin aslı nedir,
Bu ikinin vahdeti midir acep râh-ı sedâd. 





Kahr ve lûtfun bir demenin sebebinin aslı nedir,
Acaba bu ikinin birliği midir doğru yol. 





“Kahr” ârizî ve itibarî ve “lutf” aslî ve hakîkîdir.”  Rahmetim gazabımı geçti.”  [25] Bu manaya işarettir. Kahr aslî sıfat olsa rahmâniyet sıfatına aykırı ve zıttır.”  Her bela, sıkıntı bir bahşiş açar. (Her mihnet ile bir hediye gelir).”   Onun için kahr hakikatte lafızda gizlidir. Hattâ bir kimseye dua edip “Allah Teâlâ ıslâh eyleye, insaf vere” deseler “Allah Teâlâ belânı vere” demek olur. Çünkü genellikle ilâhî terbiye celâl perdesi yüzünden zuhur eder. Belâ ise lutufun aslıdır rahmete kavuşturur. Celâlin ve cemâlin kudreti zâttadır. Lâkin ce­mâl, zâtın sıfatları ile muteberdir. Celâlde ise yalnız zât ile muteberdir. Cennet ehl-i zahir nimetler ile gıdalanırken ve cehennem ehli gıdanın yokluğu eziyetini çeker.





Kahr ve lutf insanların tabiatına göredir.   Bir kimsenin tabiatına kahr olan,  ötekinin tabiatına göre bir lutftur.   Meselâ: Şehirlerde oturanlara göre ıssız bir köyde oturmak kahrdır,  hâlbuki oranın halkı için bir lutftur.   Anın kahrı şehirde oturmaktır ki,  bu halde şehirlerde oturanlar için bir lutftur.   Diğer bir misâl: Çalışmak bir zahmettir,  ancak çalışmağa alışmış bir işçiyi işinden çeksen aylaklık ona azap verir,  ancak o kimse çalışırsa rahat bulur.   İşte rahatı mihnet,  mihnetide rahat bilmek bu demektir. 





Aziz ve Celîl olan Allah Teâlâ şöyle buyurur:





“Kendisine beden sağlığı ve geçim rahatlığı verdiğim ve beş yıl boyunca Bana yönelmeyen kul mutlaka mahrum olacaktır.”  [26]





Filozoflara göre, cezanın sebebi kulun fiilleri olup cezaya fiiller sebep olur. Ceza kulların fiillerinin gereklerindendir ve hastalık gibidir. Çünkü insan gıda yemeye muhtaç olup her bir sindirmede insan vücudunda bir miktar pislik kalsa, insan bedeninde atılması gereken çok madde toplanır. Vücudun harareti, atılması gereken o maddelere etki etse, o maddeler yanıp sıtma meydana gelir. Ya da o maddeler vücudun organlarına karışıp organlar veremli olur. İnancın hali de hastalığın hali gibidir. Çünkü insanda ortaya çıkan kötü fiillerden her biri, insanın nefsine bir kötü alışkanlık nakş eder. Bundan dolayı günler ve zamanın geçmesiyle insan nefsinde birçok kötü alışkanlıklar toplanır. Fakat ruh bedene bağlı olduğu sürece o kötü alışkanlıklardan habersiz olur. Ruh bedenden ayrıldıktan sonra o kötü alışkanlıklar sebebi ile azap çeker. Bu ceza kınanan fiillerin gereğidir. Bu durumda ceza fiillerin üzerine dışarıdan değil, fiillerden gelmektedir.





Kulun fiilinin kuldan çıkması Allah Teâlâ’nın bilgisine uygun olduğuna göre, kul fiillerinden dolayı neden cezalandırılır?





Filozoflara göre, bu sorudan maksat, Vacibü’l- Vücud’un ceza vermekten maksadının ne olduğu ise soru hükümsüzdür. Çünkü Allah’ın fiilleri maksatlardan uzaktır. Eğer soru, cezanın sebebi hakkında ise cevap, kul kötülenen fiilleri işlediği için Vacibü’l-Vücud isyanının karşılığı olmak üzere ceza verir.[27]





Kullar ceza göreceklerdir ve kulların ceza görmelerinin sebebi hür iradeleri ile yaptıkları fiilleridir. Allah Teâlâ, kulların bu fiillerini önceden bildiği gibi, aynı zamanda o fiillerin sebebidir. Ancak Allah Teâlâ’nın kulların fiillerini bilmesi ve sebebi olması, kulların fiillerini hür iradeleri ile yapmalarına mani değildir. Kullar kendi iradeleri ile inançsızlık ve ahlaksızlığı tercih ederler. İnançsız olanlar ebedi cezaya uğrar; ahlaksızlar ise kötü ahlakının karşılığı kadar ceza çektikten sonra ebedi saadete ulaşırlar.[28]   





Yani râhat ayn-ı mihnet,  mihneti râhat mıdır,
Cümleden râzı mıdır Hakk ber târik-i ıttırâd. 





Yani rahat mihnetin aslı,  mihnette râhatın hakikati midir?
Hakk bu birbirine uygun ve düzenli kıldığı yolda herşeyden râzı mıdır?





 “Mihnet”, şanlı rütbedir.”  Rahat”,en büyük fazîlettir. Aslında ikisi de kemâle dâir bir mânâdır. Kahr ve mihnet hakikatte rahat ol­duğuوَاَصْحَابُ الشِّمَالِ مَا اَصْحَابُ الشِّمَالِ  “Soldakiler; ne yazık o soldakilere!” [29] âyetinden ve imâmın sağa selamından anlaşılmaktadır. İnce bir sır ve ifşası haramdır.





 فَاِنَّ اللهَ غَنِىٌّ عَنْكُمْ وَلاَ يَرْضَى  لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ [30] “Allah Teâlâ sizden müstağnidir. Fakat kullar için küfre râzı olmaz” Yani “Hak Taâlâ küfrün kazâsına râzıdır,  Hüküm ve kazâ eder,  velâkin icrâsına,  yani küfr edilmesine râzı değildir .”  





Bunu bir misâlle açıklayalım: Meselâ,  Bir Hâkimin oğlu bir şey çalar,  yani hırsızlık yapar,  onun bu hali şer’en isbât edilir.  Karşısına getirilen oğluna Hâkim elinin kesilmesini hükmeder.  Hâlbuki Hâkim oğlunun elinin kesilmesine râzı olmaz,  yani Hâkim hüküm ve kazâya râzıdır,  lâkin hükmün icrâsına râzı değildir.   Kezâlik Allah Teâlâ da küfrün kazâsına râzıdır,  hüküm ve kazâ eder,  velâkin icrâsına, yani (insanların) küfür icrâ etmesine râzı değildir. Allah Teâlâ’dan daha insâna yakın bir şey yoktur. وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ  “O sana boynunun damarlarından daha yakındır,” [31]  çünkü vücûd Allah Teâlâ’nındır.





“Halin ne ise müşteri sen oldun o hâle





Noksânı meğer adlî ilâhîde mi sandın”





Kenân Rifâî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz





Hakk Tealâ’dan yakın insâna bir şey yok denür,
Lik bildir kim dürür Allâh ya kimdir ibâd. 





Allah Teâlâ’dan yakın insâna bir şey yok denir,
Öyleyse bana bildir, Allâh kim kul kimdir? 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hicret esnasında mağaraya gizlendiğinde yanındaki Hz.Ebubekir radiyallâhü anh’aya buyurdu ki;





“Üzülme Allah bizimle beraberdir.”  [32]





Allah Teâlâ’ya nisbetle gizli bir şey yoktur. Gizlilik kula nisbetledir. Nitekim işaret olundu وَاعْلَمُوا اَنَّ اللهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ “... Ve bilin ki; Allah Teâlâ kişi ile onun kalbi arasına girer...”  [33] Kelâmındaki yakınlık manası açıktır. Allah Teâlâ kulun vücudunda zahir olmasıyla,  hakikatte kulun Allah Teâlâ olması lâzım gelmez.





Ebu Mûsa el Eş'ari anlatıyor; “Bir gün seferde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem beraber­dik. Dönüşümüzde Medine'ye yaklaştık, insanlar sesli olarak tekbir getirmeye baş­ladılar. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu;





“Kendinize acıyın, siz ne sağıra ne de gaib olana dua ediyorsunuz. Sizi gören ve işiten zata dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir. Dua ettiğiniz zat, birinize bineğinizin boynundan daha yakındır.”  [34]





Nitekim aynada görünen suretin, bakanın hakîkî vücudu değildir. Belki gölgesidir. Biri birinin aynısıdır denilse bir yönden kabul, başka cihetten red edilir. Bu konuda tam bir anlayış gerekir, yoksa ayakların kaydığı yerdir. Vahdet demekle sâlikin vücudu, Allah Teâlâ oldu demek lâzım gelmez. Belki tecellî ile vücûdu mağlup oldu demek lazım gelir. Ancak hu­lul ve intikâl vartalarında kalmış çoktur.





Muhyiddin İbnu’l Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Allah Teâlâ ile kulu bir görmektedir.





“Nice zamanlar olmuş ki şöyle demişimdir:





“Rab Haktır, kul Haktır,





Ah bilseydim, mükellef kimdir?





Kuldur dersen O yoktur,





Rab’dır dersen o nasıl mükellef olur ?”





Nice zaman da şöyle demişimdir:





“Kendisinin yaptığı bir şeyi bana teklif etmesinde hayret ettim. Benim yaptığım bir iş yok (bende o iş hep)  O’(nun yaptığı) nı görüyorum. Ah bilseydim mükellef kim oluyor? Her yerde ancak Allah var, Ondan başkası yok.” 





“Böyle söylemekle beraber bana denildi ki yap.” 





“Eğer insan ölüm­süz olacaksa, onun tek umudu Tanrı’da ve O’nun yeniden yara­tılış vaadindedir” [35]





“Men aref“ le “mâ remeyt-e iz remeyte” remzini,
Fark
ede gör mümkün ise ber-sebîl-i infirâd. 





“Nefsini bilen Rabbisini bilir” le “Yâ,  Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem kâfirlere toprak attığın vakit,  sen atmadın ancak Allah Teâlâ attı”remzi ile





Bir olmayı fark ile görmek mümkün müdür?





“Men aref-e nefsehû fekad aref-e Rabbehû”,  “Nefsini bilen rabbini bilir” [36] hadis-i şerîfini tefsirciler telakki etmediler,  çünkü bu hadis-i şerif Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vefatından sonra nakledilmiş olup,  râvisi Hazreti Ömer radiyallâhü anhdır. 





Bir defasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazreti Ömer ile görüştüklerinde bu hadisi söylemişlerdir.   Bu hadisin doğruluğuna Kur’ân-ı Kerimde bir âyet var mıdır? Diye sorana;





Evet vardır.  وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ اِبْرَهِيمَ اِلاَّ مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِى الدُّنْيَا وَاِنَّهُ فِى اْلآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ   [37] “Nefsine ihanet edenlerden başka kim İbrahim’in millet(din)inden kaçınır? Şüphe yok ki Biz O’nu dünyada mümtaz kıldık ve şüphesiz ahirette de O, muhakkak sâlihler zümresindendir.”  âyet-i kerimesidir. Yani “Millet-i İbrahimden olan kimse tevhidden yüz çevirmez,  muhalefet etmez.   Âyetteki,  “Men sefihe nefsehû” demek “men cehile nefsehû” yani “Nefsini bilmeyen tevhidden yüz çevirdi.”    İşte bu ayet bu hadisin doğruluğuna delildir. Bu konu ile ilgili ayet ve hadisler çok gelmiştir.”  Allah Teâlâ, Âdem‘i kendi suretinde yarattı.”  [38]  “Allah Teâlâ Âdemi kendi surelinde yarattı [39]buyurulmuştur.





Tanrı Sûretinde Yaratılma:  [40]





 [Suriye ve Irak’ın fethinden sonra geçen yaklaşık iki asırlık ilk şekillenme dönemi içinde İslam dini, bu topraklardaki eski kültürün sahip olduğu bilgi mirasının özünü kendinde toplamış olduğu, günümüzde batılı İslâm araştırmacıları arasında genel kabul görmüş bir düşüncedir. Kur'an-ı Kerim kendine has bir yaklaşımla Yahudilik ve Hıristiyanlığa ait en önemli bilgileri zaten sunmaktaydı. Fakat bu, ilk aşamada Mekke ve Medine’nin sınırlı ufuklarına uyan bir sunum idi. Fetihler ve fethedilen yerlerde yaşayan pek çok insanın daha sonra din değiştirip Müslüman olması, farklı bir durumun ortaya çıkmasına neden oldu. Yeni Müslüman olan bu insanlar, eskilerine göre daha kültürlü ve dinî konularda farklı tasavvurlara sahip idiler. Zamanla kendi düşüncelerini İslâm’a sokmanın bir yolunu buldular. Tek yapmaları gereken, kendi düşüncelerini uydurdukları bir hikâye ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme söyletmekti. Bu hikâyeler, toplumun vahye dayalı yönünü teşkil eden hadislerin çok büyük bir kısmına nüfûz etmiştir. Bu metotla Yahudi ve Hıristiyanlara ait tasavvurlar, Gnostik ve diğer gayr-i İslâmî düşünce ve uygulamalar İslâm’a sokulmuştur. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetini, aslında Hıristiyanlara ait “Rabbin Duası”nı okumaya teşvik eden biri olarak tasvir edilmektedir.





İslâm’ın Orta Doğu’nun kadîm kültürünü kendinde toplaması ve bu kültürün tek taşıyıcısı olmaya çalışması ile ilgili bu süreç, büyüleyici bir çalışma konusu olarak hep dikkat çekmiştir ve çekmeye de devam etmektedir. Tekvîn’de yer alan “Allah Teâlâ ’nın insanı kendi sûretinde yarattığı” fikrinin İslâm’a sokulması yönünde bir teşebbüste bulunulmuştur. Şiddetli bir muhalefet ile karşılaşan bu düşüncenin, bazı değişikliklerin ardından Sünnî görüş tarafından reddedildiği söylenebilir. Muhtemelen Yahudilik veya Hıristiyanlık geçmişi bulunan bir Müslüman, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir defasında “Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı” [41] dediğini nakledince ilk adım atılmış oldu. Bu hadisin bir mühtedî tarafından uydurulduğu noktasında doğrudan olmasa da dolaylı delillerin olduğu kesindir. Bu dolaylı deliller, hadis üzerinde daha sonra yapılan çalışmaların izahı için gereklidir. Bunlar İbn Kuteybe (hyt. 855) gibi daha sonra gelen müellifler tarafından da açıkça benimsenmiştir. Tekvîn’den alınan düşüncenin bu basit formu M. 700 yılından hemen sonra hadis olarak tedavüle çıkmış olmalıdır.





İkinci adım hadisin, “sûratihî” ibaresinde yer alan “he” zamirinin Âdem’e delâlet ettiği yönündeki iddiayı destekler tarzda yeniden yorumlanmasıdır. Bu durumda hadis, “Allah, Âdem’i Âdem ‘imajında’ veya ‘formunda’ yarattı” mânâsına gelir.[42]  (Bu kelimelerin Arapçadaki karşılığı “sûret” kelimesidir. Bu kelimenin Tekvîn’de geçen “imaj” kelimesinden ziyade “form” ile tercüme edilmesi, genellikle daha uygun olmaktadır. Bu kelime bazı bağlamlarda “yüz” mânâsına da gelmektedir). [43]





Bu yeni yorum tarzı hadisin anlamının, üçüncü adımı oluşturacak şekilde genişletilmesinden önce ortaya atılmış olmalıdır. İbn Kuteybe’nin de ifade ettiği gibi kelimelerin bu şekilde yorumlanması ile ilgili temel zorluk, çok fazla mânâyı ihtiva etmemesidir. Daha sonra gelen müellifler, çeşitli şekillerde bu itirazla uğraşmışlardır. Bu itirazlar içinde en başarılısı, hadisin “Âdem’in cennette, daha sonra yeryüzünde sahip olduğu şeklin tıpa tıp aynısıyla yaratıldığı” mânâsına geldiğini ifade eden görüştür.[44] Burası açıktır.





Gerçekten de hadisin bu yorumu, İslâm dünyasında gerçekten var olan veya olması muhtemel değişik düşüncelerin reddi anlamına gelecektir. Bu yorum aynı zamanda, cennetten kovulduğu zaman yılan ve tâvus gibi Âdem aleyhisselâmın da değişime uğradığını, fiziksel ve embriyolojik olarak doğal aşamalardan geçmek suretiyle hayat bulduğunu ve olgunlaşabilmek için gelişime uğramak zorunda kaldığını da red mânâsına geliyordu. Hatta bu yorum, “insanlık formu veya düşüncesi, insan zihninin sadece bir soyutlamasıdır” şeklindeki kanaatin de reddi kabul edilebilir.[45] Bu düşünceleri savunanlar ve daha entelektüel [46] Müslümanlar için bu yorum, itiraz edilebilir gördükleri “Allah Âdem’i kendi (Allah)  sûretinde veya şeklinde yaratmıştır” [47] iddiasıyla mücadele etmenin de tatmin edici bir yoludur. Fakat bu şerhle ilgili böyle inceliklerin, sıradan insana hitap etmesi zordur.  Bu sebeple merkezî görüşe mensup veya muhafazakâr insanların -ki bu görüşler, sıradan Müslümanların ve genellikle hadisçiler denilen kişilerin bakış açısına yakındır- alternatif bir açıklama getirmiş olduklarını görmek şaşırtıcı değildir.  Hadisçiler, hadis nakli ile uğraşan yegâne insanlar değildi. Fakat daha sonra gelen hadis tenkitçileri tarafından güvenilir kabul edilenler de yine bu hadisçiler olmuştur. Buna üçüncü adım denilebilir. Müslümanlar, Allah Teâlâ’nın Âdem’i kendi sûretinde yarattığı iddiasını kabul edip bu meseleyi Yahudi ve Hıristiyanlar gibi anlayınca, ikinci adımın atılmasına neden olan daha entelektüel insanlar gibi bu hadisçilerden bir kısmı da büyük ihtimalle rahatsız olmuş olmalıdır. Bu üçüncü adım atıldığı tarihte ve muhtemelen M. 750 yılından kısa bir süre önce, bu reddedilebilir iddiayı yalanlamak için yardımcı olabilecek hadis tenkidi ilmi mevcut değildi. Diğer pek çok yerde ve dönemde olduğu gibi bir söz, hikâye ya da bir yalan bir kere tedavüle çıktı mı, artık sadece bir yalanlama onu durduramaz.  Böylece insanın Allah Teâlâ şeklinde yaratıldığı düşüncesinin muhalifleri, bu mânâya delâlet etmemesi için, kelimeleri yeniden yorumlayacak ustaca bir yol buldular.  Bu metot kelimelere, Arapçadaki “sûratihi” kelimesinde yer alan “he” zamirinin Allah’a ve Âdem’e değil de üçüncü bir şahsa izafe edilecek şekilde bir bağlam atfetmeyi içeriyordu.[48] Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Allah Teâlâ, onun ve ona benzeyenlerin yüzünü çirkinleştirsin, demeyin. Çünkü Allah Teâlâ, Âdem’i onun şeklinde yaratmıştır”  tarzında bir emir veya öğüt verdiği iddia edilmiş oluyordu. Bu hadisin bir varyantı “Eğer birine vurursanız yüzünden sakının. Çünkü Allah Âdem’i onun şeklinde yaratmıştır” tarzındadır.[49] Buradaki “onun” zamiri doğal olarak beddua edilen veya vurulan adama delâlet edecektir. Beddua edilmesi durumunda da yasağın hikmetinin,  insanların Âdem’e ve nebilere beddua etmesini engellemek olacağı söylenebilir.[50]





Hadisin yüze vurulmaması gerektiğini ifade eden formu, küçük bir hikâye içine yerleştirilmiştir. Bu hikâyeye göre Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kölesinin yüzüne vuran bir adamın yanından geçerken “Yüzüne vurma. Zira Allah Âdem’i onun şeklinde yaratmıştır” demektedir. [51] Hadisin bu şekli, daha sonraki dönemlerde en yaygın hale gelmiş versiyonudur ve en geç 875 yılı civarında tedavülde olmalıdır  (çünkü İbn Kuteybe 885 veya 889’da hakk’a yürümüştür). Fakat bu sürüm, İbn Huzeyme (hyt. 923) tarafından dikkate alınmamıştır. Buna karşın iki asır sonra Gazzâli, hadisin kendi döneminde bilinen formunun bu sürüm olduğunu îmâ eder. Bu kesinlikle, sıradan insanın hoşuna gitmesi en muhtemel sürüm idi.  Çünkü müphem kelimelerle net ve zararsız mânâlar ifade edecek tarzda ve kolayca tasavvur edilebilecek bir bağlam ihtiva etmekteydi. Aydın Müslümanlar için ise bu, biraz anlamsız kalıyordu. Nitekim konu Fahrüddîn er-Râzî (1209) tarafından ihtimamla incelenirken hadisin tamamıyla ihmal edilmiş olması şaşırtıcı değildir.





Dördüncü adım denilebilecek aşama, hadis tarihinde bazı hadisçilerin, (bizim burada ikinci ve üçüncü adım olarak nitelendirdiğimiz) orijinal Yahudi- Hıristiyan anlayışının kısmen veya şekil değiştirerek benimsenmesine engel olma teşebbüslerini ihtiva etmektedir. Bu dördüncü adımın atılmasına sebebiyet verenler, İslâm’a herhangi bir şekilde ihanet etmiş veya Yahudiliğe ya da Hıristiyanlığa dönmeyi savunan kişiler olarak düşünülmemelidir. Bunlar İslâm içinde yer alan ve genelde “teşbîh” veya “antropomorfizm”[52] denilen belirli bir eğilimin temsilcileridir. Bu durum kısmen de olsa, marjinal Yahudilik ve Hıristiyanlıkta varlığını sürdüren ve bu dinlere tamamen adapte olamamış oldukça basit düşüncelerin İslâm içinde ısrarla savunulduğunu gösterir. Antropomorfizme meyleden bu hadisçiler arasında bu hadisin “Allah Teâlâ Âdem’i kendi (Âdem) şeklinde, altmış zirâ uzunluğunda yarattı” tarzında başlayan yeni bir formu ortaya çıktı.[53] Hadisin bu versiyonu zamirin, vurulan veya beddua edilen adama hatta Âdem aleyhisselâmın bizzat kendisine izafe edilmesine engel olma hususunda aynı sonucu verecek diğer versiyonları ile aynı kategoriye konulabilir. Bu versiyonların en basit formunda “Rahmân” kelimesine yer verilir: “Allah Âdem’i Rahmân sûretinde yarattı”.  [54] Bir diğer versiyon da “Benî Âdem, Rahmân sûretinde yaratılmıştır” ibaresiyle, insanın yüzüne beddua etmenin yasaklandığını doğrular mâhiyettedir.[55] “Rahmân” kelimesine yer veren bütün versiyonlar, “şekil” veya “sûret”in Allah Teâlâ’ya izafe edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak bu durumun kabul edilmesi dahi tartışmayı bitirememiştir. Çünkü bazılarına göre Rahmân’ın sûreti, Allah Teâlâ’nın kendisinde bizzat var olduğu veya isbât-ı vücûd ettiği sûret değildir. Aksine bu sûret, O’nun katında bulunan bir sûrettir. Nitekim Allah Teâlâ katında, yarattığı diğer şeylere ait sûretler ve modeller de bulunmaktadır. Hadisçiler arasında “Âdem’in Allah sûretinde veya şeklinde yaratıldığı” yönündeki standart yorumu benimseyen bir grup varlığını sürdürmüştür. Bu grubun temsilcilerinden biri de Hanbelî kelâmcı İbn Batta’dır (hyt. 997). Onun akîdesinde hadisin “yüze beddua etmeyi yasaklayan” versiyonuna küçük bir atıf vardır. Hemen sonra da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Allah’ı şöyle şöyle gördüm” dediği bir başka hadis gelmektedir. Bütün bunlar, “Allah Teâlâ’nın Âdem’i kendi sûretinde yarattığını” ifade eden hadisin tarihini ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. Buradaki sunum tarzı, büyük oranda hadisin gelişimi hakkında Batı’da ortaya atılan en son teorilere göre şekillenmiş kanaatlere dayandırılmış olsa da, temel noktaların IX. yüzyılda İbn Kuteybe tarafından söylenmiş olduğu kayda değer bir husustur ve İbn Kuteybe’ye genelde bir hadisçi gözüyle bakılır.





Aslında bu geniş entelektüel çabanın arkasında zekice hazırlanan bu çalışmalar, neden bu önemsiz noktaya yönlendirilmiştir? Konuya neden bu kadar ilgi gösterilmiştir? “İnsanın Allah Teâlâ şeklinde veya sûretinde yaratılmış olduğu” anlayışına engel olmak, pek çok Müslüman için neden bunu ifade etme hakkından (droit de cite) daha önemlidir?





İbn Kuteybe’nin konu ile ilgili tavrına bakıldığında bu soruların daha önemli bir hâl aldığı görülür. O, hadisin bu versiyonlarını ve yorumlarını hemen hemen yukarıda zikrettiğimiz tarzda ele alır. Sonra bütün bunları tatmin edici bulmadığını sözlerine ekler. Zira İbn Kuteybe, Tevrat’ta Âdem aleyhisselâmın yaratılış hikâyesini okumuş ve hadisin “bizzat Allah sûretinde” mânâsına geldiğini anlamıştır. Bununla beraber İbn Kuteybe lâfızda olağanüstü bir zorluk görmez ve antropomorfizm çağrıştırdığını düşünmez. Allah Teâlâ’nın nasıl eli olduğu düşünülüyorsa aynı şekilde “sûret” sahibi olduğu da düşünülebilir. O’nun eli insanın eline benzemez. Fakat biz eli olduğunu kabul eder ve bunu “bilâ keyf” yani varlığının tam şeklini izah etmeksizin düşünürüz.[56] İbn Kuteybe’nin bu bakış tarzı, genel kabul görmüş İslâmî doktrinlere zarar vermeden hadisi, orijinal formu ve mânâsıyla İslâm’a kabul ettirmenin basit bir yoludur. Bu durumda, hadisin orijinal anlamının niçin kabul edilmediğini açıklamak daha da zorlaşmaktadır. Bu probleme hemen cevap bulmaya çalışmadan önce, İslâm içinde “insanın Allah sûretinde veya şeklinde yaratıldığı” düşüncesini benimseyen bazı bid’at gruplarına ve kişilere göz atmak gerekir. Mürcie’den kabul edilen ve 750 yıllarında yaşayan biri, Allah Teâlâ’nın insan sûretinde olduğunu ileri sürmüş ve bu görüşünü desteklemek için de Âdem aleyhisselâmın Rahmân sûretinde yaratıldığına işaret eden hadisi delil getirmiştir.[57] Yaklaşık aynı tarihlerde, Şîa’nın Râfiziyye veya İmâmiyye koluna [58] mensup bazı kişiler de benzer görüşleri benimsemişlerdir. Bunlar görüşlerini desteklemek amacıyla bu hadise ilâveten Kur'an-ı Kerim’den bir âyeti [59] de delil olarak kullandılar. Hıristiyanlıktan oldukça etkilenmiş bir başkası, Gulât-ı Şîa taraftarı bir Müslüman olarak tavsif edilmesine rağmen, İsâ aleyhisselâmı mertebe olarak Allah Teâlâ’nın altında bir çeşit yaratıcı (demiurgos) olarak görmüş ve İsâ aleyhisselâmın Âdem aleyhisselâmı bizzat kendi sûretinde yarattığını iddia etmiştir. [60] Bu ikinci görüş, yaygınlık kazanamamıştır. Ancak yine de hiç şüphesiz kaba hatlarıyla bir antropomorfizm görülmektedir ve bu gerçek, Âdem aleyhisselâmın yaratılmasıyla ilgili hadis hakkındaki tartışma ve manipülasyonun arka planında önemli bir yer tutmaktadır. Sûret kelimesinin tamamen farklı bir kullanımı Müslümanlar arasındaki felsefî hareketlerde de görülmekteydi. Bu kullanım, Yunanlı filozoflardan yapılan tercümelere dayanmaktadır. Kelime bu bağlamda Aristoculuktaki “form” veya “eidos” kavramları yerine kullanılmış ve “cevherin zıddı” mânâsında düşünülmüştür. Bununla birlikte, kelâmî ve felsefî görüşler arasında birtakım etkileşimler de oluyordu. Meselâ filozof Kindî (hyt. 866) “Rûh saflaştığı zaman temiz, parlak bir ayna gibidir ve yaratıcının nurundan gelen bir sûret ile birleşir” demektedir. Bununla Kindî muhtemelen insanın akıl ve zihnini kastetmektedir. Kindî’nin Yunan kaynaklarına dayandığı kabul edilse bile, bu cümlenin hadisi şerifle olan yakınlığı dikkat çekmektedir. [61] Daha sonra İbn Tufeyl (hyt. 1185) de benzer şekilde şöyle diyecektir:





“Parlak bir yüzeyin güneşin ışığını ve sûretini yansıtması gibi bazı canlılar ve özellikle insanlar da rûhu yansıtır ve rûhun sûretiyle şekil kazanırlar”. İbn Tufeyl, daha sonra da bunun, hadisi şerifte işaret edilen husus olduğunu sözlerine ekleyecektir. 





Filozoflarla kelâmcılar arasında sûfîlerde ise dikkat çekici bir misal de Hallâc’dır (hyt. 922). Hallâc, insan ile yaratıcı arasında temelde bir zıtlık olmadığını iddia eder. Âdem aleyhisselâma, secde etmeleri için meleklere arz edildiğinde ilâhî bir sûrete sahip idi. Bu durum, saf olması durumunda insanın Allah Teâlâ ile olan gerçek benzerliğini temsil etmektedir. Buna benzer anlayışların felsefî ve tasavvufî düşüncede oynadığı rolün dikkatle incelenmesi ilginç sonuçlar verebilir. [62] Ancak burada sadece, kelâmî çizginin felsefî ve tasavvufî çizgi ile -ki her ikisi de belli bir sonuca ulaşır- buluştuğu Gazzâli’ye kısa bir temas etmek gerekir.





Gazzâli’nin pek çok konudaki görüşleri komplekstir ve fark edilmesi zor ince ayrıntılar içerir. Bizim ele aldığımız bu hadisin yorumu ile ilgili görüşleri de farklı değildir. Zaman zaman kendi içinde çelişkiye düşüyor izlenimi uyandırır. Fakat ister böyle olsun isterse bakış tarzında bazı gelişmeler meydana gelsin, her halde bazı problemler içermektedir. Yüzüne vurulan köle ile ilgili kıssada geçen “kendi sûretinde” ibaresinin “Allah Teâlâ’nın sûretinde” mânâsına gelip gelmeyeceğini tartışmakla birlikte Gazzâli genel olarak, “Âdem’in Allah Teâlâ sûretinde yaratılmış olduğu” düşüncesini desteklemektedir. [63] Fakat böyle bir bakış açısının karşı karşıya olduğu zorlukların da farkındadır. Bazen “sûret”in, zâhirî bir sûret olmayıp melekût âlemine ait bâtinî bir sûret mânâsında anlaşılması gerektiğini söylemekle yetinir. [64] Bir başka yerde yani İhyâ’nın eleştirisine verdiği dikkat çekici bir cevapta ise, konu ile oldukça fazla ilgilenir ve “kendi sûretinde” ibaresinin “Allah Teâlâ’nın sûretinde” şeklinde yorumlanmasının iki açıdan doğru olabileceğini savunur. İlk olarak; eğer “Allah Teâlâ’nın sûreti” ifadesi, “Allah Teâlâ’nın katında olan bir sûret” mânâsına gelecekse insan, küçük bir âlem ve ufak çapta bir kâinat olarak düşünülebilir. Bu Gazzâli’ye göre tercih edilen görüştür. [65] İkinci olarak; eğer “Allah Teâlâ’nın sûreti” ifadesi kendisini karakterize eden bir mânâ taşıyorsa bu, aynen insan gibi O’nun da hayat sahibi olduğu, bildiği ve dilediğine delâlet eder ve bu sıfatların birleşiminin bâtinî sûreti oluşturduğu söylenebilir. Ancak bu durum, bâtinî sûretin Allah Teâlâ’nın zâtının bir parçasını veya bir yönünü oluşturduğuna delâlet eder. İşte bu İbn Kuteybe’nin hata yaptığı noktadır ki Gazzâli kendini bundan kurtarabilmiştir. Gazzâli, bu sıfatların hem Allah Teâlâ’ya hem de insana ait oldukları söylendiğinde benzerliğin sadece lâfızda kalacağını; aynı şekilde hem Allah Teâlâ’nın hem de insanın sûret sahibi olduğu söylenince de benzerliğin yine sadece lâfzî olacağını savunmaktadır. Allah Teâlâ’nın sahip olduğu sûretin zâhirî ve gözle görülebilir olduğunu varsaymak şüphesiz antropomorfizm (teşbîh) olacaktır. Bu anlayış felsefe ve tasavvuftaki “insanın Allah Teâlâ sûretinde veya şeklinde olduğu” anlayışının altında yatan sebebe muhaliftir. Dolayısıyla Fahrüddîn er-Râzî de olduğu gibi, kelâmdaki hâkim eğilimin bunu reddetmek için harcadığı yoğun çabayı dikkate almamız gerekir. Bu red hareketinin gücü ve Gazzâli’nin tasavvufî bakış açısı ile Eş‘arî kelâmcıları arasında hissettiği gerilimin derecesi, içine daldığı tartışmanın ayrıntılarında kendini gösterir.





Burada cevaplanması gereken soru, bu red hareketine neden neticede günü kurtarmak için başvurulduğudur. Bu noktada İslâm (Hanbelîler hariç) neden Yahudi-Hıristiyan geleneğinden yüz çevirmiştir? Bu soruya





“Allah Teâlâ insanın tamamen dışında ve mutlak olarak ondan farklıdır, şeklindeki görüş, temeli itibariyle buna muhalif olan görüşten daha kuvvetlidir” tarzında kolay yoldan bir cevap verilemeyebilir. Eğer Allah Teâlâ’nın mutlak farklılığı, bir ele sahip olması ile bağdaştırılabiliyorsa bir sûrete sahip olması ile de kolaylıkla bağdaştırılabilir. Dengeyi “insanın Allah Teâlâ sûretinde olduğu” düşüncesinin benimsenmesi aleyhine bozan şey, sûret kelimesi ve bu kelimenin Kur'an-ı Kerim’de kullanılan türemişleridir. Dikkate alınması gereken iki temel nokta vardır. Birincisi, Kur'ân’da Allah Teâlâ ’dan musavvir yani “şekil verici”, “şekil veren tek varlık” şeklinde bahsedilmesi ve bu “şekil verme” işleminin yaratma ve özellikle de Âdem aleyhisselâmın yaratılması ile yakından ilişkili olmasıdır.[66] Buna göre eğer yaratma ve şekil verme işlemleri benzer veya birbirleriyle yakından ilişkili ise, sûret kelimesi “yaratılmış bir şey” izlenimi uyandırır ve dolayısıyla Allah Teâlâ için kullanımı uygun olmaz. Dikkate alınması gereken ikinci nokta ise, “sûret” kelimesinin “parçalardan oluşan bir şey”i düşündürme eğiliminde olmasıdır. Çünkü bu kelimenin kullanıldığı bir Kur'an-ı Kerim âyetinde “Seni istediği sûrette yarattı” denmektedir. [67] Batılılar sûret kelimesini “birliğin temeli” olarak düşünse de Araplar, muhtemelen bu âyetin etkisiyle, “parçalardan mürekkep bir şey” şeklinde kabul etmiş görünmektedir. Allah Teâlâ’nın bir sûrete sahip olması, bu açıdan da uygun olmamaktadır.  Bu kendine has konunun incelenmesi bizi, İslâm düşüncesinde yer alan ve “Allah Teâlâ’nın mutlak farklılığı”nı savunanlarla “Allah Teâlâ ile insan arasında bir benzerlik olduğunu” iddia edenler arasında yaşanan derin tartışmalardan birine şahit kılmaktadır.][68]





Konuyu bağlamak ve tasavvufî cepheden görünüş ise şu şekildedir.





Sadreddin Konevî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, şöyle demektedir “İnsân-ı kâmil gaî[69] illet ve son varlıktır. İlklik, onun mertebesinden ortaya çıkar, o, kevnî ve rabbani iki denizin bileşimi, imkânı ve vücûbî iki makamın aynasıdır.”  [70]





Kısaca “suret hadisi” diye isimlendirdiğimiz bu hadis daha çok son dönemde olmak üzere tasavvûfî öğretilerin bir anlamda bel kemiği mesabesindedir. Değişik konularla ilgili yorumlarını ilgili yerlere havale ederek insanın mânevi kimliği ile ilgili değerlendirmelere değinmek istiyoruz.:





Sûfîler bu hadise dayanarak Hz. Âdem aleyhisselâmın insan-ı kâmilin ilk misali olduğunu söylerler. Onlara göre bütün insanları temsilen Âdem aleyhisselâm âlem-i kebir olan kâinatın mecmuundan ibaret olup onun muhtasarı olan âlem-i sağîrdir. İnsan hacmi itibariyle küçüktür, fakat idrakiyle âlemi ihata edebilecek kapasitededir. Allah Teâlâ, âlemden çıkan her şeyi onda tertip etmiştir. Bu tertiple Allah Teâlâ’nın isimleri arasında ilgi kuran sûfiler sonuçta Hz. Âdem aleyhisselâmın Allah Teâlâ’nın isimleriyle ortaya çıktığını söylerler. Hz. Âdemi aynı zamanda insan-kâmil olarak kabul eden sûfîlere göre bu hadisin anlamı; “Allah Teâlâ Âdem aleyhisselâmı insan-ı kâmil suretinde yarattı.”  şeklindedir. Hakîm Tirmîzî bunu izah ederken insan-ı kâmilin bizzat açık olarak Allah Teâlâ’ya delâlet ettiğini şöyle ifade etmeye çalışır:





“Âdem (insan-ı kâmil) evveli, âhiri, zahiri ve bâtınıyla tüm halinde Allah Teâlâ’nın kemalini gösterir. Yani tabiatıyla, aklıyla, latifeleriyle ve terkibiyle, fiilleri, harfleri ve mânâları birlikte olarak onu gösterir, ona delâlet eder





Ara dönem temsilcisi sayabileceğimiz İmam Gazali kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (505/1111) kendisine bu hadisin anlamı sorulunca “suret” kelimesinin tahlili üzerinde durarak şu cevabı vermiştir;





“Buradaki suret müşterek ve bir kaç mânaya olan bir cisimdir. Bazen şekillerin terkibine, terkibin çeşitliliğine bir kısmının bir kısmı üzerine konulmasına denir. Bu da sûret-i mahsûsa (hissedilen, anlaşılan, bilinen suret) dır. Bazen de mahsûs olmayan mânaların tertibine suret denir Mânalar da aynı şekilde tertib, terkib ve tenasüb (uygunluk) den müteşekkildir. Yukarıda zikredilen suret, aklî ve manevî surettir. Yani Allah’a benzerliğe ve onunla uygunluğa işarettir. Ayrıca zâta, sıfatlara, fiillere ve ruhun zatının hakikatine racidir.” 





Son dönemin baş mimarlarından İbn-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (638/1240) ise bu hadisin ifade ettiği anlamın, sadece Hz. Âdem aleyhisselâm için değil, bütün insanlar için geçerli olduğunu söyler. Ona göre bütün insanlar, yaratılış itibariyle aynı olup her insan, bütün isimleri kendinde gösterebilecek kabiliyette yaratılmıştır. Ancak her insanda bu kabiliyetler açığa çıkamamaktadır. Bu özellik sadece insan-ı kâmile mahsustur.Daha sonra insan-ı kâmilin “suret-i ilâhîye üzerine mahlûk” olduğunu söyleyen İbn-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (638/1240), bu âlemdeki her türlü mükemmelliğin insan-ı kâmilin varlığıyla ortaya çıktığını, onun varlığında bütün ilâhî mertebelerin toplandığını, onun dışındakilerin kemalde noksan olduklarını söyler.





Sadreddin Konevi kaddese’llâhü sırrahu’l-azizde vahdet-i vücutçu bir yaklaşımla hadis’e yaptığı uzun yorumun sonunda Âdem aleyhisselâmın zahirinin, âlemin suretinin bir nüshası, batınının da âlemin batınının bir nüshası olduğunu, ruhunun ve mânasının da öyle olduğunu söyler.Ona göre “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” [71] ifadesinden maksad, Allah Teâlâ’nın insan cinsiyle ilgili olan her şeyi kendi zatı için bir ayna, sıfatlarının bir görüntüsü ve fiillerinin tecelligâhı kılmasıdır.[72]





فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمَى   [73]âyetine gelince; rivayet olunuyor ki; Bedir savaşında Kureyş ordusu, “Akankal” den çıkınca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem demişti ki “işte Kureyş, gurur ve iftihar ile geldi, Resulünü tekzib ediyorlar, Allahım, bana va’dini Senden isterim” derken Cebrail aleyhisselâm geldi “bir kabza toprak al onlara at” dedi, iki taraf savaşa başladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir avuç çakıl aldı yüzlerine doğru attı ve gözüyle meşgul olmadık bir müşrik kalmadı. Binaenaleyh bozuldular, müminler de enselerine bindi öldürüyorlar ve esir ediyorlardı, sonra tâki harb bitti çekildiler, Ashab radiyallâhü anhüm içinde “şöyle kestim, şöyle esir ettim” diye iftihar edenler olmuştu, bu ayet bunun üzerine nâzil oldu. Yani siz iftihar ediyorsanız şunu iyi bilmelisiniz ki onları kendi kuvvetinizle siz değil Allah Teâlâ öldürdü “Vemâ rameyte iz rameyte”   “attığın vakit da sen atmadın ya Muhammed”, atış suretinde bir fiil yaptığın vakit düşmanlara isabet ve tesir eden, hepsinin gözlerine batan atışı sen atmadın, o atışı  “velâkin-nallâhe ramâ”,   velâkin Allah Teâlâ attı- zira at emrini veren o, mermiyi hedef gayesine erdiren ve düşmanı bozup sizi tepesine bindiren ve arkasını aldıran O’dur. Bu nedenle;  “Zerreden küçük olanda ancak külde (bütünde) olan vardır.”  Nefsi bilmek, Allah Teâlâ’yı bilmeye sebeptir. Çünkü nefs zuhur yeridir. Aziz Mahmud Hüdâyî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:





Vücûdun mazhar-ı tamm-ı Hudâ’dır yâ Rasûlallah





Müşkülü çoktur Niyâzî’nin veli biri de bu,
Zâhid
 anlasa Hakk’ı zühdü neden olur kesâd. 





Veli, Niyâzî’nin müşkülü çoktur biri de budur,
Hakk’ı anlasaydı zâhid zühdü bu kadar kalmaz kıtlık gibi azalırdı. 





Aziz Mahmud Hüdayî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;





Hakk-ı anlamak merd işidir





Aklî değil nerd işidirZâhid Hakk’ı anlasa Ârif olur.   O vakit namaz kıl,  Kur’ân-ı Kerim oku,  hayır işle diye zühde dâir şeyleri durmadan teklif etmez,  çünkü zühtü zaten kalmaz.   O bilirki fâil,  mevsuf ve mevcûd olan ancak Hakk-tır.










[1] Kehf,109





[2] İbnü’l-Arabî, Tedbîrât, s. 137, 138. (ÇAKMAKLIOĞLU, 7 -2006)





[3] Şâtıbi, (538/1144-590/1194) Ebû Muhammed el-Kâsım b. Fırruh b. Halaf b.Ahmed er-Ruaynî: Kıraat ve tefsir ilmindeki geniş bilgisiyle meşhurdur.





[4] Fussilet, 11





[5] Nahl, 93





[6] Hûd, 56





[7] Nisa, 78





[8] Hûd, 56





[9] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 312





[10] Aclûnî, Keşfu’l-hafâc. II, s. 379380.





[11] Buharî, Sahîh, İman 37, Müslim, Sahih, İman 1, 5, 6; Ebu Davud, Sünen, Sünnet 16; İbn Mace, Sünen, Mukaddime 9, hno: 63-64; İbn Hanbel, Müsned, c. 1, ss. 37, 319, c. 2, ss. 395, 426, c. 4, 129, 139, 164.





[12] (ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,)Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, s. 51.





[13] (ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,)Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, ss. 51-52.





[14] (GEÇDOĞAN, 2005), s. 80





[15] Tâ-Hâ, 120





[16] (KOÇ, 1990), s.1; H.H.Titus. Liyinı; Issues in PhilosophyNew York 1970,s.452; A.Seth Prlngle-Pattison, The Idea of Immortallty, Oxford 1922,s.l31. Miguel de Unamuno,1 asamın Trajik Duygusu,(trc. Osman Derinsu) İstanbul 1986,s.20-24-50,





[17] (GEÇDOĞAN, 2005), s. 115





[18] Âl-i İmran, 25; Nisa, 109-113





[19] Enbiya, 47; Yunus, 54





[20] Mü’minun, 83; 36 Yasin, 79-80; Mü’minun, 37; Neml, 67; Saffat, 16,53





[21] En’am, 94





[22] Kehf, 48





[23] (GEÇDOĞAN, 2005), s. 115-119





[24] Buhârî. Rikak. 28: Müslim. Cennet, 1: Tirmizi. Sifatu Cennet. 21





[25] Buharı, Tevhid, 15, 22, 28, 55; Bedü’l-halk, 1; Müslim, Tevbe, 14, 16, Tirmizî, Da’vat, 99; İbn Mâce, Mukaddime, 13; Zühd 35; İbn Hanbel, II, 242, 258, 260, 313, 358, 381, 397, 433, 466





[26] İbn’ul Arabî, Mişkât-ü Envâr’da bu haberi, Ebu Bekr b. Ebî Şeybe Ebû Saîd el-Hudrî (ra)’den tahrîc etti.





[27] (ÜLGER, 2007), s. 246





[28] (ÜLGER, 2007), s. 247





[29] Vâkıa, 41





[30] Zümer,7





[31] Kâf, 16





[32] İbn. Kesir, Tefsir. 4/95. 96.





[33] Enfâl, 24





[34] Buhârî. Megâzi. 38; Müslim. Zikir. 44: Ebu Davud. Sebat. 361





[35] (KOÇ, 1990),s,29; İbn Rüşd. Menâhicu’l-Edillie fi Akaidi’l-Mille, s. 95-96





[36] Muteber hadis kitaplarında bulunmadığı gibi bütün mev­zuat kitaplarında mevzu olduğu belirtilir bkz. Aclûnî. 2/262; Aliyu’l Kari, 352: Sağanî, 35,36; Sehavî, 198





[37] Bakara, 130  





[38] Buhâri, İsti’zan, 1; Müslim, Birr, 115; Cennet, 38; İbn Hanbel, III, 344, 351, 315, 323, 434, 463, 519; Aclûnî, Kes/û’l-Hafâ, I, 379





[39] Buhârî. lsti’zan. 1: Müslim. Birr. 110. Cennet. 28:.ibn. Hanbel. II/244. 251. 315. 323. 434. 463.519





[40] (WATT, et al., 21 Bahar -2006) Faydalı olacağını umduğumuz için bu makaleyi almayı uygun gördük.





[41] Buhârî.. İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 110. Cennet. 28:.ibn. Hanbel. II/244. 251. 315. 323. 434. 463. 519





[42] İbn Kuteybe hadisin, varsayılan ilk formu ile ilgili bu ameliyeyi kelâmcılara izafe etmektedir (Tevîlü muhtelifi’l-hadîs, Kahire 1908/1326, 277). Krş. Kastallânî, Buhârî Şerhi, İsti’zân, 79/1; Nevevî, Müslim Şerhi, Birr, 45/115.





[43] (Meksika Tabletlerindeki )Yedinci Emir: Diğer emirlerin icrasından sonra idrak kuvveti dedi ki; “İnsanı kendi tarzımızda yaratalım ve arzı idare edecek kudret ve kabiliyetlerle techiz edelim” bunun üzerine kâinatta mevcut her şeyin haliki olan yedi başlı idrak kuvveti insanı yarattı ve onun vücudunun içine yaşayan ve fena bulmayan eş koydu. Böylece insanı idrak kuvveti itibarıyla halikine benzetti.”





 “Bizim kendi suretimizdeki” cümlenin manası nedir? Bu hiç şüphesiz Hâlik’in şekil ve suretinde demek değildir. Çünkü yazılarda daha sonra “Hâlik insan tarafından idrâk olunamaz. Onun ne sureti yapılabilir ne de ona isim verebilir, o isimsizdir.” Denilmektedir.





Her insan “Allah Teâlâ’nın suretinde” yaratılsaydı, o Allah Teâlâ’nın tasviri olurdu. Fakat mademki Allah Teâlâ anlaşılmayan ve tasavvur olunamayan bir şeydir. Madem ki O’nun ne sureti yapılabilir, nede O’na isim verilebilir.  Şu halde Tevrat’ın (tabletleri) tercümede “image” kelimesini kullanmakta hata etmiştir.  (CHURCWARD, 1934), s. 91)





[44] Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, 74-76. Bağdâdî, Âdem’in gelişimini tamamlamış olarak yaratıldığını, spermden





oluşmadığını belirtir.





[45] Fahrüddîn er-Râzî, Esâsü’t-takdîs (Kahire 1354/1935), 84-86.





[46] İntellectual:(s.), (i.) akli, zihni; akıllı, yüksek zekâ sahibi; çok okumuş, âlim, bilgili, münevver; (i.) münevver kimse, entellektüel kimse. intellectuality (i.) münevverlik, zihni kabiliyet. intellectually (z.) zeka ile anlayarak.





Aydın: Entelektüeller çeşitli dönemlerde ve toplumlarda farklı özellikler göstermişlerdir. Başlıca ortak özellikleri toplumdaki yenilikleri sağlayan bir kesim olmalarıdır. Bu kesim, toplumun çeşitli tabakalarına yayılmış ilim adamları, din adamları, sanatçılar, yöneticiler, elitler gibi bulundukları sahalar ve kurumlarla birlikte anılan alt gruplardan oluşmaktadır.





[47] Buhârî. İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 115. Cennet. 28: İbn Hanbel. II/244 -251





[48] “Muhyiddin Ârâbî kuddise sırruhu’l-azîz çok kimseler tarafından bilinen ve insiyaki olarak: “Allah, Hz. Âdemi, Allah suretinde yarattı” şeklinde tercüme edilen meşhur bir hadis’i ele alarak diyor ki”. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem der ki;





“Allah, Âdem’i kendi suretinde yarattı.”





Buradaki zamir (kendi sözü) bizce Hz. Âdem’e avdet etmektedir. Başka bir deyişle: Arapça sintaks kurallarına göre, metindeki sûretihi sözündeki he zamiri hem Allah Teâlâ’ya, hem de Âdem’e ait olabildiği için, İbn’ül-arabî, (teamül hâline gelen ve sonuç itibariyle: Allah Teâlâ’nın insan şeklinde olduğunu zannettiren “Allah, Âdem’i, Allah suretinde yarattı” şeklindeki yanlış anlamayı düzelterek:





Allah, Âdem’i, Âdem (insan) suretinde yarattı tarzında doğru bir anlayış (= tercüme anlayışı) getirmektedir. Hemen çok kimse tarafından fark edilemeyecek olan bu incelik, İbn’ül-Arabî’nin dikkatli ve nafiz ze­kâsının eseridir.” (KEKLİK, Nihat, El-Futuhât El- Mekkiyye Kriterleri, İst, 1990, s. 188)





[49] Müslim, Birr, 45/115.





[50] Fahrüddîn er-Râzî, 83.





[51] İbn Kuteybe, a.g.e., 277; Gazâlî, İmlâ’ (Zebîdî’nin İthâfu’s-sâde’sinin hâmişinde), I, 219. Ayrıca bkz. F.Jabre, Notion de la Ma‘rifa chez Ghazali (Beyrut 1958), 204.





[52] Anthropomorphism:(i.) insanbiçimcilik, antropomorfizm. anthropomorphous (s.) insan şeklinde.





[53] Buhârî, İsti’zân, 79/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 315. Buhârî’nin, aslında aynı hadisi farklı bir râvîden ve “kendi sûretinde” ibaresi olmaksızın naklettiğini belirtmek gerekir. Buna oldukça benzeyen bir hadis, Ahmed b. Hanbel, II, 323’de ve İbn Huzeyme, 29, 1-2’de de bulunmaktadır. Fakat Ahmed b. Hanbel rivâyetinin sonunda yer alan bir ifade, “altmış zirâ uzunluğunda” ibaresinin ziyade olduğunu düşündürmektedir.





[54] İbn Kuteybe, 278.





[55] İbn Huzeyme, 27. Krş. Gazâlî, Mişkâtü’l-envâr (Kahire 1322/1904), 24, 34 (W. H. T. Gairdner tercümesi, 65, 75 vd.); Fahrüddîn er-Râzî, 87. Bu versiyonlar genelde İbn Ömer’e izafe edilmektedir.





[56] Hanbelîler ki İbn Kuteybe bu gruba yakındır, genel olarak aynı görüşü benimsemiş görünmektedir.





[57] Bu şahıs, Şehristânî’nin Milel’inde (Kahire 1368/1948) I, 224’de, ‘Ubeyd b. Mihrân el-Mukattib şeklinde geçer. Krş. Eş‘arî, Makâlât, I, 153.





[58] Makâlât, I, 34, 152 vd.; Bağdâdî, el-Fark beyne’l-fırak, 216; Usûlü’d-dîn, 74-76; Nevbahtî, 61. Bu görüş, Mukâtil b. Süleyman (hyt. 767) tarafından ileri sürülmüş gibi görünmektedir. Mukâtil’den hemen sonra Hişâm b. Sâlim el-Câvâlikî ve onun öğrencisi Dâvûd el-Cevâribî gelmektedir. Mukâtil ve Ubeyd, Mücâhid’in (hyt. 722) öğrencileridir.





[59] Tîn 95/4. “Biz insanı en güzel şekilde (takvîm) yarattık”. Bu hadis Usûlü’d-dîn’de “alâ sûratihi” şeklinde verilmektedir.





[60] Ahmed b. Hâit (ö. 841-6). Krş. Bağdâdî, Fark, 260 (Halkin tercümesi, 99 ve sonraki notlar); Hayyât, Kitâbü’l-intisâr, Nyberg basımı, 223 vd. Allah Teâlâ’nın insan sûretinde olduğunu söyleyen diğer yazarlar, Mukanna‘ (ö. 779) ve Ebû Hulmân’dır (ö. 951). Krş. Fark, 243-246 vs.





[61] Resâilü’l-Kindî el-felsefiyye (Kahire 1369/1950), 276. Kindî, Yunanlı bir müellife atıfta bulunmaktadır ki muhakkik bu yazarın Pythagoras olduğunu söylemektedir. Kindî, sayfa 273’te “ruhun cevherinin ilâhî ve kutsal bir cevher olduğunu” söylemektedir. Öyle görünüyor ki bundan hareketle, parlak bir aynanın görülebilir bütün şeylerin sûretlerini kendinde bulundurması gibi ruh da, temizlendiği zaman, diğer bütün şeylerin sûretlerini kendinde bulunduran bir varlık olarak tasavvur edilmiştir.





[62] Gazâlî’ye göre (bkz. İmlâ, I, 172) Şiblî (hyt. 945), hadisin “Âdem, kendine has bir nitelikte değil Tanrı’nın isimlerine ve sıfatlarına uygun bir tarzda yaratılmıştır” mânâsına geldiğini iddia etmektedir. Bu anlayış, kelâmcılara daha yakın bir hareket tarzına delâlet etmektedir.





[63] İmlâ, I, 219 vd. (Buradaki paragrafın tamamı Jabre, Marife, 204-206’da yer almaktadır). İhyâ’da (IV, 251 vd. ve Jabre, Marife, 192 vd.), Gazâlî, insan ile Allah Teâlâ arasında bir benzerlik ve bir ilişkiden (münâsebet, müşâkelet), insanın görevinin Allah Teâlâ’ya benzemeye çalışmak ve Allah Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanmak (tahalluk bi ahlâkillâh) olduğunu söyler. Krş. el-Maksadü’l-esnâ, kitabın çeşitli yerleri (Jabre, Marife, 196-203).





[64] İhyâ, IV, 205





[65] Mişkâtü’l-envâr, 34 (tercümesinde 75). Burada Gazâlî, böyle yorumlanması durumunda hadisin gerçek versiyonunun “Rahmân sûretinde” şeklinde olacağını iddia eder. Fakat aynı eserin 7. sayfasında tamamıyla reddetmemek için hadisin “kendi sûretinde” şeklindeki versiyonunu nakleder.





[66] A‘râf, 11; Mü’minûn, 67 (Teğâbün, 3); Haşr, 24; Âl-i İmrân, 4. Beydâvî’nin, bu bölümün başlarında belirttiğine göre, Allah Teâlâ’nın yaratması ve sûret vermesi (tasvîr), meleklere Âdem aleyhisselâma secde etmeleri yönünde emir verilmesinden öncedir.





[67] İnfitâr, 8.





[68] (WATT, et al., 21 Bahar -2006)





[69] Gaî: Gaye, Maksat,sonuçla ilgili





[70] (DEMİRLİ, 2003), s. 116 Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 49 vd.; Avni Konuk’un izahı için bkz. Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. I, s. 109 vd.; Tasavvuf Metafiziği, s. 13 (Miftahü’l Gayb,v. 6b)





[71] Buhârî.. İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 110. Cennet. 28:.ibn. Hanbel. II/244. 251. 315. 323. 434. 463. 519





[72] (ŞEKER, 1998), s. 167





[73] Enfâl, 17


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar