Print Friendly and PDF

Sen mi Ben... Ben mi Sen


   د   D





36





وُجُودٌ قَدْ بَدَى فِي كُلِّ مَوْجُـودٍ                                                                Vücûdun kad bedâ fî külli mevcûd





نُقُـوشٌ  قَدْ بَـدَتْ مِنْ عَــيْنِ مَشْـهُـودٍ                                             Nukûşun kad bedet min ayni meşhûd





فَكُـلٍّ بِاِعْتِباَرِ عَـيْنِ خَـلْقٍ                                                                                              Feküllin bi i’tibâri ayni halk





وَ في التَّحْـقِـيقِ ذَاتُ عَــيْنٍ مَـعْبـُودٍ                                                             Ve fi’t-tahkîki zâtu aynin ma’budin





وَ مَا في الْكَـوْنِ غَيْـرُ الْحَـقِّ اَصْـلاً                                                               Ve mâ fi’l-kevni gayrül Hakk-i aslâ





وَ مَا في  الظَّاهِرِ اْلاَصْـلِ مَقْصـُودٍ                                                                       Ve mâ fi’z-zâhiri illâ aslı maksûd





يُرٰى بَحْـرٌ لَهُ اْلاٰفُ مَوْجٍ                                                                                            Yurâ bahrün lehu’l-âfu mevcin





هُوَ الْمَـوْجُدُ وَ اْلاَمـْواَجِ  مَـفْقُـودٍ                                                          Hüve’l- mevcûdu ve’l-emvâcu mefkud





فَيـَا اِنْسـَانُ وَماَ اِنْسـَانُ حَـقٌّ                                                                         Feyâ insânu vemâ insânu Hakk’un





لَفِي كُـلِّ اْلعَوَالـِمِ َانْتَ مَـحْمُودٌ                                                                      Lefî küllil avâlimi ente mahmûdün
لِفَانُوسِ اْلـمَظَاهِرِ َانْتَ شَمْـعٌ                                                                                Lifânûsi’l-mezâhiri ente şem’ün





 لِكُـلِّّّ الْـوَارِدَاتِ َانْتَ مَوْرُودٌ                                                                                     Likü’l-lil vâridâtı ente mevrûd





لَـكَ اْلقـاَفُ لَكَ اْلعَـنْقـاَ جَمِيعًا                                                                              Leke’l-kâfu leke’l- ankâ cemîân
لَـكَ اْلقـهْـرُ لَكَ الُّطْـفُ لَكَ الْجُـودُ                                                                       Lekel kahru lekel lütfu lekel cûd





وَ في  دَعْوَاكَ مَعْرُوضُ اْلاَمَانَةِ                                                                               Vefî da’vâke ma’rûzu’l- emâneti





وَ في  مَعْنَاكَ مَعْرُوفُ وَ مَسْجُودُ





Vefî ma’nâke ma’rufun ve mescûd                                              





وَ لِلْـاَسْمَاءِ لَـيْسَتْ عَيْنٌ اَصْلاً                                                                              Ve-lil esmâi leyset ayn-ün aslâ





Müsemme’l-küll-i aynü gayr-i ma’dûd                                        مُسَمَّى اْلكُلِّ عَيْنُ غَيْرِ مَعْدُودٍ





وَ مَا اْلمِصْرى اِلاَّ ِباِعْتِباَرٌVe mel-Mısrî illâ bi’tibârun                                                                    





وَ اِنّى  كُلِّ مَوْجُودٍ وَ مَعْهُودٍ                                                                              Ve innî küll-i mevcûdin ve ma’hûd





وُجُودٌ قَدْ بَدٰى فيِكُلِّ مَوْجُـودٍ





Hakk’ın vücûdu her bir mevcudda zâhir oldu





Bâzı kimseler niçin eşyaya ibadet etmiş?





Bazı kimseler niçin ulûhiyet iddiasında bulunmuş?





Şeyhi Ekber, insanı-n yaradılışını ve aslî kaynağıni inceledikten sonra diyorlar ki:





İnsan Rablık ve kulluk sıfatlarını kendinde toplamış bulunduğundan, bazı insanlar kendilerinde buldukları Rablık kudretini kendilerine dayandırarak yanılmışlar ve Firavun gibi:





Ene Rabbiyye’l-a’lâ”  (Ben yüce rabbım)!  Dâvasına düşmüşler.   





Bâzıları da yine bu kudret sebebiyle nefislerini bırakmak ve onun hakiki sahibini bilmekle beraber ya Mansur gibi:





“Ene’l-hak” (Ben hakkım)!
Ya da Ebu Yezid-i Bestamî gibi:





Sübhânî mâ a’zame şânî” (Ben Sübhan’ım, benim şânım çok büyüktür)! demişler.





Ancak Firavun’un “Ben” demesiyle Bestamî’nin “Ben”demesi arasında büyük fark vardır!





Bunun gibi bazı kimseler de şu söz ettiğimiz Rablık kudretini başka bir şeyde görür görmez derhal onun ulûhiyetine (ilâhlığına) hükmederek ona karşı kulluk gösterisine başlamışlar! Meselâ, güneşin eşyadaki hayat verici tesirini görünce, onu, her nimeti kendisine borçlu oldukları ve her hizmetin de kendisi için yapılması gereken bir mabud olarak kabul etmişler! Ve bunun gibi putlara, cisimlere tapmışlar! Bununla beraber, hakikat ehli nazarında onların bu ibadeti yine Hakk’a yöneliktir.[1]





Mansûr "Ene'l-Hak" söyledi





Hakk'tır, sözü Hakk söyledi





نُقُـوشٌ  قَدْ بَـدَتْ مِنْ عَــيْنِ مَشْـهُـودٍ





Bu nukûş ( nakışlar) yani bu görünen sûretler meşhudun aslından zâhirdir.





Vahdetu’ş- Şuhûd:





Yalnızca bir’i görme, bir’i müşahede etme. Sâlikin her şeyi Allah Teâlâ’nın tecellisi olarak görmesi, Ondan başkasını görmemesi hâli. Allah Teâlâ’ya muhabbet ve ibadetin zevkiyle mahbubundan başkasını görmez. Vahdet-i şuhud, sâlike arız olan bir zevktir, bir hâldir. Mutasavvıflar nezdinde vahdet-i şuhud, vahdet-i maksud ve vahdet-i vücud ayrı ayrı makamlardır.





 Bu akımı İmam Rabbani Ahmed Faruk Serhendi(hyt.1624), aslında Vahdeti Vucudu tenkit ederek kurmuştur. Ona göre Vahdeti vucutçular tenzih(Allah’ı yarattıklarının noksan sıfatlarından beri tutma) akidesini reddedip teşbihi (Allah Teâlâ’yı yarattıklarına benzetme anlayışı ) savunmuşlardır.





  Binâenaleyh, bu iki makamın üstünlüğünde ve hakikâtlerindeki ihtilaf kalkmamıştır. Her iki görüşün mümessilleri bulunmaktadır. Şu bir gerçektir ki, vahdeti şuhud anlayışı vahdeti vücut meşrebi üzerine kurulmuştur. Bu konuya Abdülâziz Mecdi kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’nin şu açıklaması farkın durumuna aydınlık getirmektedir.





“Bir sâlik, sülûkü esnasında kavs-i uruc’u (yükseliş yolları) geçerken hemen ilk mertebelerde,  makamlarda vahdeti şuhud’a uğrar, fakat orada durmaz, geçer. Sır-rı zat makamına çıkınca vahdeti vücut tahakkuk eder. Ondan sonra Hazerât-ı Halkiye’ye inmek üzere kavs-i nüzul’ü (iniş)geçerken de, bu kavsin sonlarına doğru bir kere daha vahdeti şuhud hali kendi­sinde tahakkuk eder. Fakat onda da durmaz. Halden hale geçerek ni­hayet Hazerât-ı Halkiye’ye iner ve sülûkü tamamlamış olur.





Bununla beraber, her sâlik aynı şekilde seyir ve sülûke devam et­mez. Bazısı, vahdeti şuhud’a, kavs-i urucu, bazısı da kavs-i nüzulü geçerken uğrar. Gerek uruçta, gerek nüzulde uğranılan vahdeti şuhud mertebeleri sır-rı zattan, yani vahdeti vücut’tan aşağı bir mertebedir. Çünkü vahdeti şuhud, âlem-i melekûttadır ve sıfat mertebesindedir. Şu­hut, isneyniyeti (ikilik) icap ettirir. Yani bir şahit, bir de meşhut ister. Bu tak­dirde Zât-ı Bâri (Allah Teâlâ), nur şeklinde bile meşhut olsa, yine bir sıfatı, bir şekli vardır ve bir görenle bir de görünen olmak lâzım gelir. Görmek ve söylemek hep sıfat mertebesindendir. Ulûhiyet ve nübüvvet de bu merte­bedendir. Başka bir tabirle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Kur’an-ı Kerim’i bu mertebeden tebliğ etmiştir. Muhyiddin Arabî kuddise sırruhu’l-azîz ve bütün Ehl’u-llâh eserlerini hep bu mertebe­den yazmışlardır.





Vahdeti vücûd’un tahakkuk ettiği sırr-ı zata gelince: Bunda bütün esma ve sıfat Zât-ı Hakta yok olmuştur. Bu mertebede söz yoktur. Bir şey söylenmez ve söylenemez.





Bununla beraber Vahdeti vücut, seyir ve sülûkün her mertebesinde vardır.   Hiç bir mertebe ondan hâli değildir.





Hâkim Senâi buyurur ki;





“Sözde hakikât, hakikâtte söz olmadığını anladığım anda sustum” demekle, bu mertebelere ve onlar arasındaki farka işaret etmiştir. Yani sıfat mertebelerinde söylenen sözlerde hakikât olmadığı, zat mertebelerinde ise, söz söylemeğe imkân bulunmadığı için sustum, demiştir.





İmam-ı Rabbani kuddise sırruhu’l-azîz seyir ve sülûkü tamamlamamıştır. Yani uruç etmiş, fakat nüzul eylememiştir. İrşat ise, ancak seyir ve sülûkü tamamladık­tan ve Hazerât-ı Halkiye’ye indikten sonra tam olur. Esasen Nakşîler, (yani İmam-ı Rabbani taraftarları) bu meseleyi (yani vahdeti vücudu) anlamamışlardır.”[2]





Başımız meydana koyduk, keşf-i esrar eyledik;





Enbiya-vü evliyanın ketmettiği mâna budur.





فَكُـلٍّ بِاِعْتِباَرِ عَـيْنِ خَـلْقٍ





Daha açıkçası parmağını şöyle kaldırsan Hakk’a vâki olur.   (vüsul bulur ). 





Bu mısrada ise Vahdet-i Vücud haline mudrik olmaktan haber edilmektedir.





 





Vahdet-i Vücud





Temeli ilk dönem sufîlerince fena - beka (fenâ fi’llâh - bekâbillah) terimleriyle atılan bu düşünce sistemi, son dönem tasavvuf felsefesinin en önemli konusudur. Özellikle de İbn’ül Arabî (638/1240) 'ye mal edilen vahdet-i vücut nazariyesi ne ga­riptir ki isim olarak İbn’ül Arabî (638/1240) 'nin ne Fütuhat'ında ne de Fusûs'unda geçmez.





İbn’ül Arabî üzerine yapılan araştırmalardaki tesbitlere göre vahdet-i vücud tabirini ilk defa İbn-i Teymiyye (728/1328) kullanmıştır. Bazıları da bu terimi ilk kullanan kişinin İbn’ül Arabî (638/1240) 'nin talebelerinden Sadreddin Konevî (673/1274) olduğunu söylerler.





Son dönem sûfilerine göre asıl tevhid, Allah Teâlâ'nın ma'bud, fail ve vücûd olarak birlenmesiyle gerçekleşir. Onlar vahdet-i vücut anlayışı ile geliştirdikleri tevhid ilminin, sadece işitme, okuma, düşünme, akli istidlal ve zihni tefekkürle elde edile­meyeceğini, bunun ancak müşahede zevk, hâl, ve fenafıllah yoluyla elde edilebile­ceğini iddia ederler.





Aslında vahdet-i vücut düşüncesinde hem tenzih hem de teşbih vardır. İbn. Arabî (638/1240) teşbih cihetiyle her şeyin esasen Hak olduğunu belirtmekte, fakat aksini yani Allah'ın, bütün eşyanın toplamından ibaret olduğunu söylememekte­dir.594 Dolayısıyla vahdet-i vücud ehlinin, “Hakikatte Allah'tan başka mevcut yok­tur, (la mevcude illallah) sözünü; “Her mevcut Allah'tır şeklinde anlamamak lazım­dır. Zira birincisi sırf tevhid, ikincisi bütünüyle şirktir.595





Vahdet-i vücudun anlamına gelince; Vahdet-i vücud, varlığın birliği demek­tir. Bizatihi kâim olan vücûd birdir. O da Hakkın vücûdudur. Bu vücud, vacib, ka­dîm ve ezelîdir. Taaddüt, tecezzi, tebeddül ve taksim kabul etmez. Onun şekli sureti ve haddi yoktur. Buna vücud'u mutlak denir. Allah Teâlâ mutlak olmaktan çıkmaksızın, bir değişiklik ve tebeddüle uğramaksızın sıfat ve fiilleriyle bütün suret ve eşyada tezahür ve tecellî etmektedir. Bu cihetle eşya onun aynasıdır. Bütünüyle kâinat onun vücuduyla kaimdir.  Eşyanın hakikatleri bizzat kendilerinde sabit değil, Hakkın vücuduyla sabittir. Onların aslı yoktur. Eşya, yani Hakkın vücudunda görünen su­retler, hakikatte hayal ve serap gibidir. Hatta dağlar ve taşlar da böyledir. Bunların keşif ve mevcut görünmeleri akıl ve hisse göredir.





Vahdet-i vücud panteizme (vücudiye) benzerse de onun aynı değildir. Vahdet-i vücudda ittihad ve hulul yoktur, yalnız bir tek mevcut vardır; O da Allah Teâlâ’dır. Panteizmde ise ittihad vardır. Bunlar “Allah küldür, küll Allah’tır” dedikleri halde, vahdet-i vücutçu mutasavvıflar “La mevcude illa hû” (yani, Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şey yoktur) derler.





Allah Teâlâ - insan - âlem ekseninde dönen vahdet-i vücud felsefesi kuşkusuz mes­netsiz bir nazariye değildir. Bu anlayışta olan sufîler kendilerine birçok ayet-i keri­meyi ve hadis-i şerifi delil getirmişlerdir.[3]





Tam Reformasyoncu [4] bir üslupla, “kendi kendisinin bile efendisi olmayan ve her şeye bağımlı olan bu sefil ve zavallı yaratığın kendini, ona egemen olmak bir yana, en küçük parçasını bile tanıyamadığı kâinatın efendisi ve ustası olarak adlandırmasından daha gülünç bir şey düşünülebilir mi?” [5]





Vahdet-i-Mevcud:





Vahdetü’l-vücud kâinatta Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlığın bulunmadığı anlayışı iken, vahdet-i mevcut ise her şeyi maddede görme, ulûhiyeti onda mezcetme ve kâinat hesabına ulûhiyeti inkâr etme anlamına gelir. Vahdet-i vücudda Allah Teâlâ adına kâinat inkâr edilirken, vahdet-i mevcut’ta kâinat hesabına Allah Teâlâ inkâr edilmek gibi bir durum vardır.





وَ في التَّحْـقِـيقِ ذَاتُ عَــيْنٍ مَـعْبـُودٍ





Tahkikte ise ayni Ma’buddur. 





Hakk’ın vücûdundan başka vücûd yoktur. Lâkin her biri Ahmed,  Mehmed,  Hasan,  Hüseyin,  Bitki,  hayvan itibariyle halktır.





وَ مَا في الْكَـوْنِ غَيْـرُ الْحَـقِّ اَصْـلاً





Mükevvenatta ( yaratılmış bütün mahlûkatta),  Hakk’tan başkası aslâ yoktur. 





وَ مَا في  الظَّاهِرِ اْلاَصْـلِ مَقْصـُودٍ





Zâhirde (görüntülerde,  görünenlerde) Hakk’tan başka yoktur,  ancak o vardır, asıl maksuddur,  yani istenen “O” dur. 





“Bu âlemden Daha Güzeli Mümkün Değildir”





Muhyiddin ibn Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, mümkünler âleminde mevcut olan şeylerden daha iyi ve daha güzel bir şey yoktur, buyurur. Ondan beş asır sonra gelmiş ye Batı’nın en ünlü filozofları sırasına geçmiş bulunan Leibnitz’in de tamamen bu fikirdedir. Hattâ İbn’ul Arabî, Allahü Teâlâ’nın, âlemi Rahman sureti üzere icat ettiği için ekmel (en mükemmel) olması gerekeceğine nasıl hükmetmişse, bir matematik bilgini olan Leibnitz de: “Mademki her şey Allah’ın suretidir, en mükemmel olması gerekir” diyor ki, Batılıların Optimisme (iyimserlik) dedikleri -felsefî ekolün dayandığı nokta bu düşüncedir. [6]





يُرٰى بَحْـرٌ لَهُ اْلاٰفُ مَوْجٍ





Denizden görülür nice bin dalga olur





Allah olasın demiyorum sana! Küfür söz söylemiyorum.





Canlı varlıklar, cansız şeyler, felek boşluğunun güzelliği, bunlar hep insanlarda vardır, insanlarda olan hassalar ise bunlarda yoktur. Yüce âlem sensin, gerçek budur! Nasıl ki Allah, “Göklerim ve yerim beni kapsayamadı, ama imanlı bir kulumun gönlüne sığdım,” buyurmuştur. [7] 





هُوَ الْمَـوْجُدُ وَ اْلاَمـْواَجِ  مَـفْقُـودٍ





Hâlbuki hava sâkin olunca dalgalardan eser kalmaz, geriye deniz kalır, dalgalar kaybolur,





  Çünkü dalgalar denizden başka bir şey değillerdi.   Sen tuttun onlara vücûd verdin. 





فَيـَا اِنْسـَانُ وَماَ اِنْسـَانُ حَـقٌّ





Ey insan,  insan Hakk değildir





Felsefenin en önemli problemlerinden biri bilgi meselesidir. Bilgi-bilimi (epistomologie) adı altında münakaşa olunan bu mesele, hep bilgilerimizin prensiplerini ve kurallarını araştırır.





Muhyiddin ibn Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizNuh Kelimesindeki Subbuhî Hikmet fassında, diyor ki: “Bir kimse şehâdet âleminde görülen sureti Hakk’tır zannedip ‘Hak’ı müşahede ettim’ diye tahayyül ederse, o kimse arif değildir. Zira eşya mazharlarından görünen Vücud-ı Vâhid (Tek Varlık) o şeylerin özellikleri arasından göründüğü için o özelliklerle boyanmıştır. Bundan dolayı O değildir. Fakat bir kimse, o gördüğü şeyin kendi nefsi olduğunu bilirse, işte o ariftir.”  [8]





Çünkü insan mukayyeddir (insan olarak ona isim verilmiş kayıtlandırılmıştır.) Mukayyed olana Hakk demek küfürdür. Ancak İbn’ul Arabî, Füsûs’unda ilâhi hikmeti, Âdem kelimesine tahsis ediyor.   Niçin?   Çünkü yaratıklar içinde en son yaratılmış olan (tür) Âdem olunca esrarlı haline aldanmamakta mümkün değildir.





İbn’ül Arabî her bir vesileyle, her hangi bir şekilde iki ayrı zâtın bir biriyle birleşip karışması anlamına gelebilecek “ittihâd”ı reddeder. Zîrâ ona göre böyle bir karışmanın olabilmesi için öncelikle iki ayrı zatın var olması lazımdır. İttihad halinde de iki ayrı zatın var olması imkânsızdır. Hâlbuki onun vücûd anlayışına göre tek bir Vücûd, tek bir Zât ve onun farklı mertebelerdeki zuhuru vardır. Öyleyse “ittihâd” kulun; Allah Teâlâ’ya has olan ilim, irade, kudret gibi sıfatlarıyla vasıflanması; Hakk’ın da mahlûkata ait olan, el, yüz, gülümseme, taaccüb gibi vasıflarla nitelendirilmesinden ibarettir. Bu îtibârla “ittihâd” iki ayrı zâtın bir birine karışmasından değil, Hakk ile halk arasında tedâhulü’l-evsaf’dan ibarettir.[9]





Bu nedenle Hulûl ve ittihad kelimeleri her ne kadar birbirlerine yakın anlamlar taşısalar da aralarında önemli derecede nüans farkı vardır. Bu farklığı göstermek bakımından Hz. Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin şu sözleri önemli bir açılım imkânı vermektedir:





“Firavun ben Hakk’ım dedi, alçaldı; Mansûr, ben Hakk’ım, dedi kurtuldu. O, ben demenin ardında Allah Teâlâ’nın lâneti var; bu ben demenin ardında Allah Teâlâ’nın rahmeti var.





 Ey seven kişi! Çünkü o kara taş idi, bu ise akik. O ışığın düşmanıydı, bu ise ışığa âşık. Ey boş, boğaz bu ben deyiş, iç yüzde o demekti; hem de hulûl yoluyla değil ışıkların birleşmesi yoluyla. Çalış çabala da taşlık vasfın azaldıkça azalsın; lal oluş yüzünden taşlık vasfın, parıl parıl aydınlansın.” [10]





Mevlânâ, hulûl kavramının ifade ettiği anlamın Mansûr’un sözünde bulunmadığına; aksine onun ifadesinde Allah Teâlâ’nın nûruyla bir olma (ittihâd-ı nûr) halini aramanın gerekliliği üzerinde durmaktadır. Çünkü hulûl iki aynı cins arasında olmayı iltizam eder. Oysa mutlak vücûd yanında mukayyed olan, ancak mutlak’ın sıfatlarıyla boyanabilir, mutlak anlamda bir ittihad ve hulul olmaz. Bir başka ifade ile insân-ı kâmil, “bakırı kimyada eritir gibi varlığını Hakk’ın varlığında eriten” [11] bir şahsiyet olarak, benliğini fenâ etmektedir; yoksa O’nda hulûl etmez. Bu durum, enenin hüve hüvenin ene olması halidir ki muhakkikler indinde gerçek anlamda tevhidi idrakten kasdedilen de budur. Bu nedenle dir ki, Mansûr’un “ene’l-Hak” demesi, “ben fani oldum Hakk kaldı” anlamında bir tevazû göstergesinden başka bir anlama gelmez. [12]





Allah Teâlâ asla “Enel Hakk”, yani ben Hakk’ım demez. Allah Teâlâ, her zaman beni kutlayın, beni kutlayın! da demez. Çünkü bunlar hayret ve taaccub ifade eden sözlerdir. Hakk nasıl olur da hayret ve taaccub beyan eder? Eğer kuluna ait bir ilgi dolayısıyle taaccüp ifade eden sübhan[13] kelimesini kullanırsa doğru olabilir. [14]





“Yaratılmış olan kimse Tanrı olamaz. İster Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ol­sun, ister Muhammed'den başkası.” [15]





لَفِي كُـلِّ اْلعَوَالـِمِ َانْتَ مَـحْمُودٌ





Lâkin âlemlerde mahmud Hakk’tır.





Çünkü Hakk ve Rabb manâları itibariyle sabit,  yani değişmez demektir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;





Kul varlığından mutlak olarak yok olmadıkça O’nun katında birlik gerçekleşemez. Tevhid (Birlik) hulûl değildir; senin yok olmaklığındır. Yoksa saçma sözlerle, olmayacak işlerle hak, batıl olmaz.





لِفَانُوسِ اْلـمَظَاهِرِ َانْتَ شَمْـعٌ





Bu mazharların fenerlerinin mumu sensin.





  لِكُـلِّّّ الْـوَارِدَاتِ َانْتَ مَوْرُودٌ





Her bir halin ile bu âleme gelirsin, gelen sensin.





  Muhyiddin ibn Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz eşyanın hakikatlerinin idrâk olunamayıp ancak eşyanın mahiyetlerinden bazı gerekli şeylerin bilinebileceğini bildirmektedir.  [16]





لَـكَ اْلقـاَفُ لَكَ اْلعَـنْقـاَ جَمِيعًا





Kâf senindir,  Ankâ hepsi senindir.





 Gerçek ve hayâlî âlemde ne varsa hepsi senin ve sendendir.





لَـكَ اْلقـهْـرُ لَكَ الُّطْـفُ لَكَ الْجُـودُ





Kahır senindir,  lütûf senindir,  cûd (cömertlik ) senindir.





وَ في  دَعْوَاكَ مَعْرُوضُ اْلاَمَانَةِ





Senin davanda arz edilen emanet vardır.





اِنَّ اللهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا اْلاَمَانَاتِ اِلَى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ اِنَّ اللهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا





“Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.”   [17]





وَ في  مَعْنَاكَ مَعْرُوفُ وَ مَسْجُودُ





Ondaki bilinen senin manan ve secde vardır.





 وَ لِلْـاَسْمَاءِ لَـيْسَتْ عَيْنٌ اَصْلاً





İsimler için ayn yoktur.  





Yani Ahmet,  Mehmed,  Hasan, Hüseyin,  Bitki Hayvan,  ağaç,  taş gibi şeyler için ayn (bir şeyin cevheri, aslı )yoktur.  





مُسَمَّى اْلكُلِّ  عَيْنُ غَيْرِ مَعْدُودٍ





Bunların aksinin müsemmâsı ayn’dır,  yalnız sayısız olarak,





Zirâ sayılırsa o zaman halk olur.   Çünkü “Cem makâmında çoğalma yoktur,  zirâ çoğalırsa o zaman halk olur.   Lâkin “Hazret’ül cem” makâmındaki şerîat makâmıdır, orada teaddüd,  yani çoğalma vardır.   Çoğalma görülmediği halde,  yani insan,  hayvan veya bitki görülmediği vakit Hakk’tır.  İnsan, Hayvan, bitki görüldüğü vakit’de Halk’tır.   Aksi halde onlara Hakk demek küfürdür.   Yani daha açık bir ifâde ile insan veya başka şeye Hakk diyen kimse kâfir olur. [18]





وَ مَا اْلمِصْرى اِلاَّ ِباِعْتِباَرٌ





Mısrî denilen ancak bir itibar iledir.





Mısrî’nin itibarı [19] Allah Teâlâ’nın takdir ettiği iledir. Bu nedenle Allah Teâlâ bazı şeylerde kendi zatına tanıdığı hakkı dilediği şekilde tasarruf etmesidir.





 وَ اِنّىِ كُلِّ مَوْجُودٍ وَ مَعْهُود





Muhakkak ben bütün mevcud ve bilinenim.Niyâzî-i Mısrî Allah Teâlâ’ya olan yakınlığını bundan daha güzel ifade edilemez. Vahdet-i Vücud nazariyesi ile bu yakınlığı anlayabiliriz.










[1] (AYNİ, 1995), s. 61





[2] ERGİN, O. Nuri; Balıkesirli Abdülazîz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, İst. 1942,s. 225–226





[3] (ŞEKER, 1998). s. 117-118





[4] Reformation: i.) nefis ıslahı, daha iyi vaziyete koyma veya girme; ahlakın düzelmesi; (bh) 16. yüzyılda Protestan kiliselerinin tesisi ile neticelenen dinsel devrim.





[5] (Max HORKHEİMER, 2005), s. 409





[6] (AYNİ, 1995), s. 56





[7] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.250), s.339





[8] (AYNİ, 1995), s. 58





[9] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil, (Resâil), s. 398, 399.





[10] Mesnevi, c. V, b. 1035-2039





[11] Mesnevi, c.I, b. 3020





[12] Erdal Baykan: Bir Din Felsefesi Problemi Olarak Mevlânâ’da Tanrı. Doktora Tezi, Konya 1999, s. 134





[13] Cenab-ı Hakk'ın mahlûkatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenâb-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.





(Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri Cenâb-ı Hakk'ı Celal ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. Celal sıfatını tazammun eden Sübhanallah, abdin ve mahlukun Allah Teâlâ'dan baid olduklarına nazırdır. Cemal sıfatını içine alan Elhamdülillah, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle abde ve mahlûkata karib olduğuna işarettir. Meselâ: Biri kurb, diğeri bu'd olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu'd cihetiyle, insanların mazarratlarından tâhir ve sâfi kalıyor. Bu itibarla insan, şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz. Kezâlik, bilâteşbih, Cenâb-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle Ona hamd ediyoruz. Biz Ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binâenaleyh, rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem' edebilirsin. Evet, Sübhanallâhi ve bihamdihi her iki makamı cem'eden bir cümledir.





[14] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.259), s.348





[15] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.355) s.441





[16] (AYNİ, 1995), s. 56





[17] Âl-i İmran, 58





[18] Seyyid Muhammed Nurul Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziznin Vahdeti Vücûd hakkındaki bu veciz açıklaması dikkatle okunmalıdır.   Onun Hak ve halk arasındaki farkı bu kadar açık bir ifâde ile bildiren sözlerine,  biz bir tek kelime dâhil etmek istemiyoruz.





Sırası gelmişken Seyyidin cüz’î ve küllî irâde hakkındaki şu vakası’da ilgi çekicidir:





Sultan Abdülmecid han zamanın Şeyhül İslâmın konağında yapılacak toplantıda kendisininde bulunmak istediği fakat kendisinden başkasının bilmemesini irâde eder. İlim toplantısında söz Allah Teâlâ’nın sıfatları kudret,  hayat ve ilim gibi bahislerden sonra sıra irâde bahsine gelir.   Seyyid:





“ Allâhın kemal sıfatları insanda cüz’î de olsa vardır, fakat Allah Teâlâ’nın huzurunda olanlarda irâde olmaz.” Dinleyenler;





“Acaba bunu bir misâl ile açıklar mısınız?” diye sormaları üzerine; Seyyid keşfini göstererek:





“Bakınız,  biz hâlen Padişâhın huzurunda bulunmaktayız,  şahsi irâdemize mâlik değiliz,  Bize gel derler, kalkıp gideriz.   Çıkın gidin derler, çıkar gideriz.  Ne zaman huzûru şâhâneden çıkarsak,  o zaman irâdemize mâlik oluruz.   Ehlullâh ise Allah Teâlâ’nın huzurundan bir an ayrılmış olmazlar ki irâdelerine sâhip olsunlar.” demiştir.





[19] İtibâr: Şeref, haysiyet. Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.   Taaccüb etmek.     Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.   Ticarette söz veya imzaya olan itimad.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar