Print Friendly and PDF

Yâ câmi’el-esrârı ve’l-fedâil


124





يَا جَامِعَ اْلاَسْرَارِ وَ الْـفَضَائِلِ                                                                                  
       Yâ câmi’el-esrârı ve’l-fedâil
يَا كَاشِفَ اْلاَسْتَارِ لِلْـعَوَامِلِ                                                                                            
   Yâ kâşif-el astârı lil’avâmil





فَهَلْ رَأَيــْتَ بَحْراً اَوْ سَمِعْتَـهُ                                                                        
   Fehel reeyte bahren ev semi’tehû





يَرْمـِى دِرَارِيه اِلى السَّوَاهِلِ                                                                                              
   Yermî dırârihi ila’s-sevâhil





لاَ كِنَّـهُ يــَمْنَعُ اْلغَوَّاصَ مِنْ
Lâkinnehu lâ yemneu’l Gavvâse min                                                 
   اِخْرَاجُهَا مِقْدَارِ كَفَّ السَّوَاهِلِ
İhrâcuhâ miktâri keffe-sevâhil       
                                               كُنْ كَـاَ نَّمـَا اَسْرَارَ شَرْعِ الْمُصْطَفَى                                                
     Kün keennemâ esrâre şer’il Mustafâ





تَكُنْ وَلـــِيًّا هَادىَّ الْـقَـوَافِلِ                                                                              
   Tekün Veliyyen hâdiyye’l-kavâfil
وَلاَ تُجِبْ عَنْـهـَا لِكُلِّ سَائِلٍ                                                                                            
    Velâ tucib anhâ likülli sâil





بَلْ كُنْ زَمـَانًا سَائِلَ المَسَائِلِ                                                                                 
   Bel kün zemânen sâile’l-mesâil
وَ احْزَرْ عَنِ الدَّعْوى بِهـَا فَإِنَّـهُ                                                                  
   Vahzer ani’d-da’vâ bihâ fe-innehû





لَدَى الْـكِرَامِ  عُدَّ دَعْوى بَاطِـلٍ                                                                               
  Ledel kirâmı udde da’vâ bâtıl





وَ اسْلُكْ بِفَقْرٍ وَ احْتِيَاجٍ في الطَّرِيقِ                                                       
 Vesluk bi-fakrin veh-tiyâcin fi’t-tarîk
وَ بِلْـفَنَاءِ عَنِ الْوُجُودِ الْحَائِلِ                                                                                
  Ve bi’l-fenâi ani’l-vücûdi’l-hâil





هَذَا مِنَ الْـمِصْرِىِّ تُخْفَةٌ لَكُمْ
Haza min-el Mısrîyyi tuhfetün-leküm       
  خُذْهَا فَتَأْ مَنْ جُمْلَتَ الْغَوَائــِلِ
Huzhâ fetâ men cümlete’l gavâil                                                    





AÇIKLAMA[1]
يَا جَامِعَ اْلاَسْرَارِ وَ الْـفَضَائِلِ      Ey sırları ve faziletleri toplayan





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz ezelî kabiliyetine bakarak sâdık sâlike hitâb etti. Çünkü kâmil, eşyaya aslî şekliyle bakar. Çünkü suretler, ha­yaller ve vehimlerdir. Çünkü insan yaratılışı itibariyle bütün kemâlâtı kabul edici, sırları ve faziletleri toplayıcıdır. اْلاَسْرَارِ “Esrar” sözü, sırrın çoğulu­dur ve o, akıl ehline göre, zihinde bulunan aklî bir iş, kalbde sükûn bulmuş bir latifedir ki sâlik, Allah Teâlâ’ya teveccühü ânında onunla yalnız kalır. Hâlin sırrı ki; onda Allah Teâlâ’nın isteği bilinir.





الْـفَضَائِل sözü, faziletin çoğuludur. Bu noksanlığın zıddıdır. Bu da kesbî ve vehbî olmak üzere iki kısımdır.





Kesbî olanına gelince o, dinlenilerek ve çalışılarak öğrenilmiş zahir ilimler ve edebli kişiden alınmış olan övülmüş ahlaktır.





Vehbî olan ise varidat, ilhâmât, tecelliyât ve ilâhî ma­rifetlerdir. Bu mana ile sâlike hitaben;





“Ey sırlara ve fazilet­lere kabiliyetli olan! Allah Teâlâ’nın ezelde sana olan inayetinden gaflet etme ve kemâl derecesine yükselinceye kadar çalış” demektir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Kişi hir hata yaptığında kalbinde bir nokta oluşur. Eğer ondan kaçar, onu terk eder ve istiğfar edip tevbe ederse o nokta düşer, eğer tekrar o hatayı (günahı) işlerse, o nokta büyür, artar. Ta ki kalbi kaplayana kadar, bu durumda da kalbi paslanır.” [2]





 “Bazen kalbimi bir perde bürür, bu perdeyi kaldırmak için günde yetmiş defa istiğfar ederim” [3]





يَا كَاشِفَ اْلاَسْتَارِ لِلْـعَوَامِلِ   Ey çalışanlar için perdeleri açan





اْلاَسْتَار sülük mertebelerindeki hicablar, örtülerdir. الْـعَوَامِلِ  kul­lar ve zâhidlerdir. Muhakkak ki sülûkun başlangıcı ibâdet ve zühddür. Bu ikisi ameller sınıfındandır. Yine bu ikisi, amelleriyle örterler. Allah Teâlâ’yı talep eden seyr’in hallerinde çalışır ve Allah Teâlâ’yı sırrının miktarı ölçüsünde şâhid olur ve bilir. Abid ve zâhid kişi bu marifetle tarîkat-ı aliyyenin şartlarını bulunmasıylada rûhânî kuvvet ile nefsânî perdeleri açar. Bu mana ile sâlike hitaben “Ey arif, kemâlât-ı kazan. Eğer sen kâmil olursan mükemmil olursun” demektir.





Bu iki beyitte bir üst mana ise ilâhî sırları ve Rabbanî tecellileri toplayana perdeleri açmak için lazım olan zat “Mürşid-i Kâmil” dir. Yani





“Ey sırları ve faziletleri toplamak için çalışanlar size perdeleri açacak olan Mürşid-i kâmildir” demektir.





فَهَلْ رَأَيــْتَ بَحْراً اَوْ سَمِعْتَـهُ    يَرْمـِى دِرَاريه اِلى السَّوَاهِلِ  





 Sen incilerini sahillere atan bir deniz gördün mü? Yâhud işittin mi?





فَ “Fe” harfi güzelleştirip açıklayan ya da hazfedilmiş olan şartın cevabıdır. Buradaki soru, olumsuzluk manasınadır. Sözün anlamına ge­lince:





“Sen bir deniz görmezsin ve işitmezsin.” 





 Denizin mânâsı kesilip bölünmeksizin akan parçaların çokluğudur. Denizden murat hislerle algılama yardımıyla aklî teşbih yoluyla kâmilin kalbini anlatmaktır. Hiçbir şey kalbden daha geniş değildir. Kalb, bütün varlıklardan daha geniştir. Kalbin varlığı hissedilebilir bir iştir, kalbin sırrı ise mânevi bir iştir. Ona hiçbir sınır ve son yoktur. Çünkü kalb yüce Allah Teâlâ’nın evi ve yüce sırlarının sandığıdır.





“İncilerini sahillere atar” Yani deniz içinde bulunan incileri kendi kendine çıkarmaz. Bilakis onu, işini iyi bilen dalgıç çıkarır. Bunun gibi kalbde bulunan, kendiliğinden açığa çıkmaz. Ancak sâlik adı geçen şartları yerine getirmekle mürşidin edeblendirici sözüne dalar. Anlatılmak istenilen şu ki: Kul, kalbinin sırları­na ancak iki şıkla ulaşabilir: Gayret etmek ve mürşid tarafından telkin edilen zikre devamla, çalışmak.





لاَ كِنَّـهُ يــَمْنَعُ اْلغَوَّاصَ مِنْ   اِخْرَاجُهَا مِقْدَارِ كَفَّ السَّوَاهِلِ





 Lâkin deniz, dileyenin avuç içi miktarı inci çıkarmaktan dalgıcı menetmez.





Dileyen sâlik çalıştığında, menedilmez. Hiçbir deryâ da mücevherlerini sâhillerine atmaz.  Lâkin o mücevherleri yalvararak az bir miktarı çıkarmaktan da “Gavvâs”ı (Dalgıç) menetmez.  Burada Gavvâsdan murad “Nakib” dir. 





Nakîb: Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zaman-ı saadetlarinde oniki Nakîbi vardı.  Bunlardan Hazreti Sa’d radiyallâhü anh nakîblerin başı ve vahy kâtibi idi. Nakîbin hizmeti,  meselâ,  ashabtan biri bir makâm görmek istediği zaman,  önce Nakîbe müracaat eder:





“Niyâz ederim,  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme  rica et,  bana bir makâm ihsan buyursun”.  Nakib de; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme filan kişi gelmiştir,  şöyle,  şöyle ihsânını ister,  diyerek arzederdi.  Onun isteği üzerine hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem o sahâbenin ihtiyacına göre makâm gösterirlerdi.





Bu duruma göre mürşidi kâmil bir deryadır, fakat çarşıda, pazarda gezenlere gel sana tevhid göstereyim demediği gibi cevahirini kendi dışarıya atmaz. Fakat taliplisi oluncada men edemez. Müracaat edildiği vakit kemâlatın mikdarı kadar cevahir çıkarıp verir. Miktarından ziyade de vermez ve vermekte olmaz. Öyleki ehli salikin her sorusuna cevap vermemesi de icab eder. Hatta bazı yerde onun da sual sorana bilmez gibi görünmesi icab eder.





Ey sâlik! Allah Teâlâ için çalış. Çalışmak muvaffakiyyetin ve hi­dâyetin kapısıdır. Allah Teâlâ’nın şu sözünde olduğu gibi:





“Ama biz uğrumuz­da cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz...”   [4]





Hafız Hüseyin Sezgin Efendi’nin müridlerine söylediği nakledilen şu sözler bu yolun usûlünü açıklamaktadır:





Tarîkatta bir söz vardır. Bu yola intisab eden mürid, ‘Ben şunu yapıyorum, bunu yapıyorum, ben bir şey hissetmiyorum. Daha önce daha iyiydim,’ diye düşünür. Hâlbuki büyükler bir kese içinde senin hasenelerini, yaptıklarını kesene doldururlar. Başka büyükler bile bunu bilemezler. Vefat ettiğinde kabrine getirirler, orda açılır hasenelerin, yaptıkların. Orda anlarsın, orda semeresini görmeye başlarsın!’ [5]





Denildiki taleb etmek, cüzi irâdeyi sarf ettikten sonra başarı için yönelmek ve kastetmektir. Bunu al!





كُنْ كَـاَ نَّمـَا اَسْرَارَ شَرْعِ الْمُصْطَفَى Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatının esrârını sakla





Yani eğer sen Hakk’ın esrarının keşiflerine ulaştığında rubûbiyyetin esrarını açıklamaktan dilini koruyucu ol. Çünkü sırrı ifşa büyük bir ha­tâ ve iyileşmez bir hastalıktır. Çünkü tasavvuf iddiaları terk, sırr-ı hâlin mânâlarını gizlemektir. Söylemek değil.





تَكُنْ وَلـــِيًّا هَادىَّ الْـقَـوَافِلِ  Kâfirlere yol gösteren velî ol.





Yani eğer sırrı saklarsan ve nurların bâtınını iyice tanırsan velî olursun Yani nakiblerin makamlarından bir makama sahip ve sâliklerden bir kavmin mürşidi olursun. Bunu iyi kavra ve nefsini fazla konuş­maktan koru!





Kadına yaraşan en iyi iş, evinin bir köşesinde kendi iğini eğirmektir. Dervişe yaraşan da dervişlik ve sessizliktir. [6]





 وَلاَ تُجِبْ عَنْـهـَا لِكُلِّ سَائِلٍ Her sorana sırları söyleme.





Yani esmanın sırlarını ve sıfatların tecellîlerini her sorana söyle­me. Soru, zamanından önce bir hevestir (meraktır). Sâlik ilhamlar yo­luyla yükselip keşif vakti geldiğinde onun alâmetleri önce uykularda zuhur eder. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Âlimin uykusu ibâdettir” [7]





İkinci olarakta parıltılar keşifle­r halinde ortaya çıkar.





بَلْ كُنْ زَمـَانًا سَائِلَ المَسَائِلِ  Bilakis bâzı zaman-mes’eleleri sorucu ol





Yani senin söz ile keşfe anlayışın olmadığı zaman (böyle yap). Bila­kis ilminden, vehminden ve zannından fâni ol. Nefsini, talebelik etmek derecesinden ve talebelerin makamından çıkarma ve ilmini de yok say, câhil olduğunu kabul et. Kalbinde olan tüm bildiklerinin her âlime ya da talebeye sor. Tâ ki başkasının ilmini kendi ilmine şâhid getirmek­le ayne’l-yakîne eresin. Böylece kâmil veya mükemmil olasın.





وَ احْزَرْ عَنِ الدَّعْوى بِهـَا فَإِنَّـهُ   لَدَى الْـكِرَامِ  عُدَّ دَعْوى بَاطِـلٍ





 İddiadan kaçın çünkü o büyükler katında bâtıl sayılmıştır





Yani söz ile sırlar konusunda iddiada bulunmaktan kaçın. Çün­kü kâmillere göre iddia haramdır, yasaktır. İddia esas itibariyle bâtıldır. Çünkü iddia etmek vücûd sahibinde olur. Kâmil ise Allah Teâlâ’nın dışında hiçbir şey görmez. Hakikatte Allah Teâlâ’dan başka hiçbir mevcûd yoktur. Mümkin varlıkların vücûdu vehim ve hayalden ibarettir.





“Onun zâtından başka her şey yok ola­caktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.”   [8]





  Tarîkte fakr u ihtiyaç yolunu tut وَ اسْلُكْ بِفَقْرٍ وَ احْتِيَاجٍ في الطَّرِيقِ





Bu mısra önceki beyitin öncüsü gibidir. Yani fakirin fakrı şöyle olur:





O Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şey bulamaz. Ancak Allah Teâlâ’ya ihtiyacı olur ve ancak O’nunla beraber olmakla rahat eder. Ve fakrın alâmeti sebeple­rin tamamına tevessül etmemektir. Bu mânâda fakr, evliyanın şiarı ve süsü, güzel sıfatıdır.”  İhtiyaç” kelimesi açıklama maksadıyla “fakr” üzerine atfedilmiştir. Yani Hakk yo­luna fakrın hakikati ile yönel. Kendi nefsinle değil. Çünkü bu hatadır!





 Perde olan fenâ ileوَ بِلْـفَنَاءِ عَنِ الْوُجُودِ الْحَائِلِ





“Fena”, Hakk’a ulaşmaya engel olan vücûdun düşürülmesinden ibarettir. Bu da nefsin kaybedilmesi ve Hakkın bulunmasıdır. Ancak fena olgunlaşmadan sonradır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Allah Teâlâ yüzünden perdeyi açsa yüzün şuaları ve nurları gözünün gördüğü her şeyi yakar kül eder.”  [9]





  هَذَا مِنَ الْـمِصْرِىِّ تُخْفَةٌ لَكُمْBu Mısrî’den sizin için bir hediyedir





Yani bunu al ve sakla. Yani bu öğüt Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizden bir hediye­dir. Muhakkak ki o hallerin iksiri biricik şifâsı, en tesirli sebebi ve sa­adetler kimyası ruhun maddiyâttan ayrılarak maneviyâta geçmesi)dir.





 خُذْهَا فَتَا مَنْ جُمْلَتَ الْغَوَائــِلِ  Bunları al tüm sıkıntılardan kurtul.





Böylece taleb edilenlere ulaşmaya mâni olan tüm afatlardan korunmuş olasın.










[1] Bu açıklama Mehmed Nasûhiyyü’l-Halvetiyyü’l-Cüneydî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizindir. (Abdullah Çaylıoğlu, Niyâzî-i Mısri Şerhleri, İst, 1999, s. 23-27)





[2] Tirmizi. Tefsir, 74: İbn. Mâce. Zühd. 29





[3] Müslim. Zikir, 51:Ebu Davud. . 26





[4] Ankebût, 69





[5] Büyükaşıcı, Mülâkât; (OKUDAN, Yıl: 8 [2007], Sayı: 19,)





[6] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.241), s.329





[7] Değişik ifade biçimleri olan bu söz hadis değildir. Hadis kaynaklarında yer almaz daha çok sûfi sözlerine benzemektedir. Benzer bir rivayeti. Ebu Nuaym Selmandan rivayet etmiştir. Bkz. Aliyu’l Kâri.357





[8]  Kasas, 88





[9] Müslim, İman, 79; İbn Mâce. Mukaddime. 13; İbn. Hanbel, III/401


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar