Yaram Senden
131
5+5=10
Aşkın meyine ben kana geldim,
Şem’in oduna hoş yana geldim.
Şem’i tevhidi gördüm yakmışlar,
Gitti kararım pervâne geldim.
Halka-i zikri kurmuş âşıklar,
Ben de sahnında cevlâna geldim.
Mecnûnum bugün Leylâ derdinden,
Neylerim aklı dîvâne geldim
Derdi cânânın açtı yâreler,
Bağrım üstünde dermâne geldim.
Ümmî Sinân’ın hâk-i pâyine,
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim.
Yâremi bildim Yârimden imiş,
Bunda Niyâzî Lokmân’a geldim
Aşkın meyine ben kana geldim,
Şevkin oduna hoş yana geldim.
Aşkın şarabına ben kana geldim,
Arzular ateşine hoş yana geldim.
Şarap, demekten muratları; marifetullahtır. Bunun sonu mahabbetu-llaha gider. Yani irfan duygusudur ve aşktır. Âşk ve mahabbet aynı manaya gelir.[1]
Bu beyitle Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz 1057 (1047)'de Ümmî Sinan kaddese’llâhü sırrahu’l-azize intisâb ederek tecdid-i bîat edişini anlatıyor. Menakıpnamelerine göre Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin hayatında rüyalar çok önemlidir. Bu ilâhisinde şeyhini önce rüyada, sonra da gerçek hayatta görmesi üzerine karşılaştıklarında söylenmiştir.
Rivayete göre Mısrî, sonradan şeyhi olan Ümmî Sinan kaddese’llâhü sırrahu’l-azizi görmek için Antalya’nın Elmalı kazasına giderken, rüyasında bir kalaycıya gider. Kalaycı müşterilerle dolup taşmaktadır. O da güğümünü
(Tuhfe'de abdest ibriğini) kalaylatmak için verdiğinde kalaycı , “dışını herkes kalaylar, maharet içini kalaylamakta” diyerek güğümü (ibriği) kolayca ikiye böler, iç ve dışını kalaylar ve yapıştırarak geri verir. Daha sonra Uşak’ta Ümmî Sinan kaddese’llâhü sırrahu’l-azizi gördüğünde bu kalaycı ustanın o olduğunu anlar. Şeyh “Mehmed derviş bu kalaycı şaşılacak biri değil mi?” diyerek rüyasını keşfedince de O'na biat eder. Bu ilâhyi bunun üzerine söyler. (Tuhfe, s.10; Gülzâr, s.11-12.)[2]
Şem’i tevhidi gördüm yakmışlar,
Gitti kararım pervâne geldim.
Tevhid ışığını yakmışlar gördüm,
Kararım kalmadı, pervâne gibi geldim.
Halka-i zikri kurmuş âşıklar,
Ben de sahnında cevlâna geldim.
Âşıklar zikir halkasını kurmuş,
Ben de hararetinde dönmeye geldim.
Mecnûnum bugün Leylâ derdinden,
Neylerim aklı dîvâne geldim
Bugün Leylâ derdinden Mecnûnum,
Neylerim aklı dîvâne geldim
[İnsanı insan yapan akıl melekesi neden yitirilir? Buna sebep olan şey nedir? Bu sorular, insanlık tarihi boyunca toplumları meşgul etmiş ve en ilkel dönemlerden uygarlığın en üst düzeye ulaştığı dönemlere kadar bu sorulara cevap aranmıştır.
Delilik, her dönemde zamanın geçerli bilgisi doğrultusunda ele alınmış ve buna bağlı olarak da söz konusu sorulara verilen cevaplar, insanlığın bilgi birikiminin artış göstermesine ve ilerleme kaydetmesine paralel olarak zaman içinde değişmiştir. Ayrıca deliyi, şeytanın oyuncağı oldu diye yakan, Orta Çağ’ı tarihe en karanlık dönemlerden biri olarak yazdıran yine Batı olmuştur.
İslam medeniyeti ise deliyi, en başından beri bir “hasta” olarak kabul etmiş ve tedavi etmeye çalışmıştır. İki medeniyet arasındaki bu büyük farklılığın temelinde, İslam dininin deliye ve deliliğe karşı yaklaşımının olduğu söylenilebilir. Çünkü İslam dini, deliyi dinî yükümlülüklerden muaf tutmak suretiyle, onun bir suçlu veya günahkâr değil, hasta olduğunu dolaylı yoldan ifade etmiştir.
Günümüzde psikiyatrinin sınırları dâhilinde ele alınan delilik, bir “hastalık” olarak kabul edilmektedir. İslam medeniyeti söz konusu olduğunda, durum geçmişte de aynıdır. Yani deli, İslam medeniyetinde çok eski dönemlerden beri “hasta” olarak kabul edilmiştir. Bu hususta İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında çok büyük bir fark görülmektedir. Batı medeniyeti, yüzyıllar boyunca (18. yüzyılın sonuna kadar) deliyi hangi statü içine yerleştireceğine ve ona karşı nasıl bir yaklaşım içinde olması gerektiğine (tedavi, ıslah veya cezalandırma) bir türlü karar verememiştir. Delinin dinî yükümlülüklerden muaf tutulmasının sebebi, akıldan yoksun olmasıdır. Çünkü insan, akıl sahibi olduğu için ilahî emir ve yasakların muhatabı olmuştur. Delinin muafiyeti sadece dinin emirleri ve yasaklarıyla sınırlı değildir. Onun hukuk kuralları karşısındaki durumu da aynıdır. Çünkü hukuk kuralları da tıpkı din kuralları gibi, akıl sahibi insana yöneliktir. Akıl tarafından belirlenen ve temelinde “iyi” ile “kötü”nün, “doğru” ile “yanlış”ın ayrımı bulunan hukuk kuralları, ancak akıl sahibi olan insan için söz konusu olabilir. Çünkü insanın iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasındaki ayrımı yapabilmesini sağlayan şey, temyiz gücü, başka bir ifadeyle akıldır. Dolayısıyla da akıl yetisini ve buna bağlı olarak da temyiz gücünü yitirmiş olan delinin, ne bu kurallara uyması ne de bu kurallar çerçevesinde yargılanması beklenebilir. Bu nedenle de delinin dinî yükümlülüğü olmadığı gibi, cezaî ehliyeti de yoktur. Yani deli, hem dinin hem de hukukun karşısında masum ve mazurdur.
İslam medeniyeti, deliyi “hasta” statüsünde ele almak suretiyle ona karşı yaklaşım biçimini de belirlemiştir. Delilik bir hastalık olduğuna göre tedavi edilmesi, iyileştirilmesi gerekir. Ancak bu noktada, bütün delilik çeşitleri için uygulanan bir tek tedavi yöntemiyle değil, deliliğin sebebine bağlı olarak uygulanan değişik tedavi yöntemleriyle karşılaşmaktayız. Yani sebebe yönelik bir tedavi uygulanması söz konusudur. Mesela, deliliğin sebebinin kanla ilgili olduğu durumlarda, “kan almak” bir tedavi yöntemi olarak kullanılmıştır. Yüksek hararetin veya beslenme bozukluğunun deliliğe sebep olduğu durumlarda ise soğuk su ve az gıda ile tedavi etme yoluna gidilmiştir.] [3]
[Tasavvuf Edebiyatında, “deli” ve “delilik” kelimelerinin eş anlamlısı olarak “âşüfte, sevdâ, meczûb, cünûn, cünûniyyet, mecnûn, dîvâne, dîvânegî, şeydâ, şeydâî, bî-hûş, bî-mağz, bî-dimâğ, nâ-hıred vs.” kelimeler kullanılmıştır.
Farsça bir kelime olan “âşüfte”, “aklı bozulmak, perişan olmak” anlamındaki “âşüften” mastarından türemiş olan ve “aklı bozuk, perişan” anlamına gelen bir kelimedir. Aklın tamamen yitirilmiş olması durumunu değil, bir şuur bulanıklığı durumunu ifade etmektedir.
Arapça bir kelime olan ve sıfat olarak “kapkara, simsiyah” anlamına gelen “sevdâ”, isim olarak da eski dönemlerde insanın sağlığını ve mizacını etkilediğine inanılan dört sıvıdan biri olan “sevdâ”dır. “Bu anlayışa göre, sağlık vücuttaki bu sıvıların dengede oluşuna, hastalık ise bu dengenin bozulmasına bağlıdır. Hastalık ve sağlık bunlar arasındaki denge veya dengesizliğe bağlı olduğu gibi, mizaçlar da bunların nispetine bağlıdır”] [4]
[Yine Arapça bir kelime olan “meczûb” ise “(bir şeyi) çekmek” anlamına gelen “cezb” kökünden türemiş olan ve “cezbolunmuş, çekilmiş” anlamına gelen bir kelimedir. Bu kelime tasavvufî bir terim olan ve “Hakk’ın kendisine giden yolda ihtiyaç duyulan her şeyi kuluna bahşedip çabası ve çalışması olmaksızın onu kendisine çekmesi ve yaklaştırması” anlamına gelen “cezbe”yle çok yakından ilgilidir. Bu nedenle de “meczûb” kelimesi, sıkıntı çekmeden ve çaba harcamadan Allah Teâlâ’nın kendisine çekmesi neticesinde hakikate ulaşmış kişiler için kullanılır. Bu kişiler, “akıllı deliler (ukalâu’l - mecânîn)” olarak da isimlendirilen ve tasavvuf sistemi içinde özel bir zümreyi oluşturan kişilerdir. Ancak “cezbe” akıllı delilerdeki kadar şiddetli olmasa da manevî bir yolculuğa çıkmış olan sâlikler için de söz konusudur. Bu nedenle de “meczûb” kelimesi, tasavvuf edebiyatında “sâlik -i meczûb (manevî yolculuğunda çilenin hâkim olduğu sâlik)” ve “meczûb-ı sâlik (manevî yolculuğunda cezbenin hâkim olduğu sâlik)” tamlamaları içinde karşımıza çıkmaktadır.
Tasavvufî bir anlam ihtiva ettiği için de “meczûb” kelimesi, akıl melekesini herhangi bir şekilde yitirmiş sıradan deliler için kullanılmamaktadır. “Cünûn, cünûniyyet, mecnûn” kelime grubu ise “(bir şeyi) gizlemek, saklamak; (gece) çökmek, her yeri kaplamak, karanlık basmak” anlamlarına gelen Arapça “cenn” kökünden türemiştir. “Cenn” kökü bu anlamlara gelmekle beraber, bu kökten türeyen söz konusu kelimeler, “gizli olmak, kapalı olmak, örtülü olmak” anlamlarının yanında, “delirmek, çıldırmak” anlamlarını da ihtiva etmektedir. Ebu’l -Kâsım en-Nîşâbûrî’nin, “mecnûnun aklı örtülü, kapalı olduğu için kendisine bu isim verilmiştir” şeklindeki ifadesi, “cenn” kelimesinden türeyen bu kelimelerin “delirme, çıldırma” anlamlarını da ihtiva etmesinin, “aklın örtülmüş olması”ndan kaynaklandığını göstermektedir.
“Cünûn” kelimesi, “örtünmek, gizlenmek” anlamlarının yanı sıra, “aklını kaybetmek, delirmek, delilik” anlamlarına da gelmektedir. Bu hâli kendisinde taşıyan kişiye de “mecnûn (aklı örtülmüş, deli)” denilmektedir.
Farsça “dîvâne (deli)” ve “dîvânegî (delilik)” kelimeleri de “cünûn, cünûniyyet, mecnûn” kelimeleri gibi, genellikle “peri” kelimesiyle beraber kullanılmakta ve deliliğe sebep olan faktörün “cin çarpması” olduğuna işaret edilmektedir. Ancak dîvânelik ve cin çarpması arasındaki ilgi, sadece bununla sınırlı değildir. Çünkü “dîvâne” ve “dîvânegî” kelimeleri, Farsça “cin” anlamındaki “dîv” kelimesiyle de yakından ilgilidir. Çalışmamızı teşkil eden metinlerde rastlanmamış olmakla birlikte, Farsça “dîv -gîr (cin tutmuş, cin çarpmış), dîv-bâd (şiddetli rüzgar, kasırga; delilik, cinnet), dîv -lâh (cini çok olan yer; delilik)” kelimeleri, “dîvâne” ve “dîvânegî” kelimelerinin de “dîv (cin)” kelimesinden türemiş olma ihtimalini düşündürmektedir. Buna bağlı olarak da “dîvâne” ve “dîvânegî” kelimelerinin “cin çarpması” neticesinde ortaya çıkan delilik için kullanıldığını söyleyebiliriz.
Yine Farsça olan “şeydâ” kelimesi ise “âşk sebebiyle beyni karışan kimse, deli” anlamına gelmektedir. “Şeydâî” kelimesi de söz konusu olan durumu ifade etmektedir. “Akıl” anlamına gelen “hûş, dimâğ, hıred” kelimele rinin başına olumsuzluk bildiren “bî-, nâ-” edatlarının getirilmesiyle oluşturulan ve “deli” anlamına gelen “bî - hûş, bî-dimâğ, nâ-hıred” gibi kelimeler de deliliğin ortaya çıkmasına sebep olan faktörü içinde barındırmayan kelimelerdir. “Şûrîde (karışık, perişan, tutkun, şaşkın)”, “şîfte (kaçık, düşkün, tutkun)”, “meftûn (hayrân, fitneye düşmüş, sihirlenmiş, tutkun, vurgun)”, “bî -hod (kendinden geçmiş, çılgın)” gibi kelimeler ise tam olarak “deli” anlamına gelmemekle beraber, bu kelimeyle yakından ilgili olan kelimelerdir. Söz konusu kelimeler, metinlerde “deli/delilik” in müteradifi olan kelimelerle birlikte ve onların bir nevi sıfatı olarak kullanılmaktadır.] [5]
[İnsanı insan yapan aklın kısmen veya tamamen yitirildiği bir durum olan, kişi için bir kusur mahiyeti taşıyan ve bu nedenle de olumsuz bir değer taşıyan delilik, Tasavvufta ve edebiyatında niçin kullanılmıştır ve neyi ifade etmektedir?
Tasavvufla beslenmiş, semboller ve remizler üzerine kurulu bir edebiyatı olan tasavvuf edebiyatında deliliğin gerçek anlamda kullanılmış olamayacağı, bu edebiyata yabancı olmayanların kolaylıkla tahmin edebilecekleri bir şeydir. Bu nedenle de “delilik” kavramının arka planına inmek gerekmektedir.
Tasavvuf edebiyatındaki ikinci delilik türünü meydana getiren bu süreç, zahirî ve batınî olmak üzere iki katmanlı bir anlama sahiptir. Bu durum, söz konusu deliliğin temelinde bulunan “âşk”ın, ortaya çıkış biçimine bağlı olarak “beşerî” ve “ilahî” olmak üzere iki kategoriye ayrılmasından kaynaklanmaktadır.
Zahirî anlamın merkezinde beşerî âşk, batınî anlamın merkezinde ise ilahî âşk vardır.
Zahirî anlam, aynı zamanda deliliğin gerçek anlamıdır. Yani kişinin âşk sebebiyle aklî dengesinin bozulması durumunu ifade etmektedir. Batınî anlama ulaşabilmek için yapılması gereken tek şey, söz konusu deliliğe sebep olan aşkı, beşerî düzeyden ilahî düzeye çekmektir. Âşk sebebiyle ortaya çıkan bir delilik olduğu ve yaratılış neticesinde ortaya çıkan “ikilik” durumunun ortadan kaldırılması sürecini anlattığı için de bu deliliği, “ ‘Birlik’e Giden Yol: Âşk Deliliği” denilmiştir.] [6]
Abdullah b. Mübârek kaddese’llâhü sırrahu’l-azizgençliğinde bir cariyeye vurulur. Bir akşam sarhoş arkadaşlarıyla bir araya gelir. Sonra onlardan birini yanına alarak cariyenin evinin duvarının dibine gider. Evin damına çıkan cariye ile sabaha kadar birbirlerine bakışırlar. Sabah ezanı sesini duyan Abdullah, henüz yatsı ezanı okunuyor sanır. Ortalık ağarınca işin gerçeğini anlar. Bu onun için bir uyarı olur. Kendi kendine şöyle der:
“Bütün gece boyu heva hevesine uyarak usanmadan, bıkmadan ayakta durdun. Şayet bir imam namazda uzun bir sûre okusaydı (camide fazla bekletti diye) deli divane olurdun. Bu dava karşısında şimdi senin mümin ve müslümanlığın nerede kaldı? Söyle bakalım!”.[7]
Derdi cânânın açtı yâreler,
Bağrım üstünde dermâne geldim.
Cânânın derdi bende yâraler açtı,
Özüm üstünde dermâne geldim.
Ümmî Sinân’ın hâk-i pâyine,
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim.
Ümmî Sinân’ın ayağının tozuna,
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim.
Niyâzî-i Mısrî şeyhi Ümmi Sinan kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz hakkında duygularını ifade etmektedir.
Yâremi bildim Yârimden imiş,
Bunda Niyâzî Lokmân’a geldim
Yaramı bildim Yârimden imiş,
Bunda Niyâzî Lokmân’a geldim
Bendeki sevginin asıl sebebi meğer şeyhimden oluyormuş, diyerek şeyhine müracat ettiğini bu şekilde kurtulacağını anlatmaktadır.
[1] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, ONUNCU SUAL VE CEVABI
[2] (İbrahim RAKIM, 1750), v. 7 Yard. Doç. Dr.Kenan ERDOĞAN, “Şiir-Efsane-Menkıbe ilişkisi Ve Niyâzî-i Mısrî’nin Menkabelerine Göre Bazı şiirlerinin Hikâyesi” Sosyal Bilimler Yıl:2003 Cilt:1 Sayı: 1
[3] (AKDEMİR, 2008), s.2-3
[4] (AKDEMİR, 2008), s.10-11
[5] (AKDEMİR, 2008), s.11-13
[6] (AKDEMİR, 2008) , s.7-9
[7] Ali b. Osman Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi), (Haz: Süleyman Uludağ), İs-tanbul 1982,s. 192
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar