İblis...Azazil...Şeytan
Dikkat:
İşte bir kitabını okuyun.......
İblisi Okumak
İnsan,
ilimde Kur’an’ı rehber yapmadığı halde, böylesine ilerledi... Eğer yapsaydı,
kimbilir şimdi hangi mertebedeydi!...Çok zaman kaybedildi.
İnsan, cini,
şeytanı, İblis’i birbirine karıştırmıştır. Cin, şeytan, iblis yaratılışında
insanların da bulunduğunu kavrayamamıştır.
Her
neyse...
Hazreti Allah Teâlâ daha önce de kainatı yine bir: «Ol!..» emriyle
yaratmıştı. Kendi zatından başka hiçbir sev mevcut değilken, birden biri
yarattıklarına aks ederek zahir olmuştu. Tecelli etmişti. Varlığı âyet âyet
yazıldı. Tecelli etti.
Bu
kelimelere itibar edileceğine, çirkinde, fenada, İsrar edenler çıkıyordu ve
çıkacaklardı...
Kimdi
bunlar?...N’eyse…
Kalem,
Allahın tecellisinde kâinatları halk eden aracı vasıta, baş mimardı?
Hazreti Allah
(Celle Celâluhu), âlemleri var edeceği zaman, ilk yarattığı Kalem’e buyurdu.
Kalem, bizatihi
Hazretii Allah (Celle Celâluhu) ın kudretinin kuvetinin yaratıcılığının
tecellisinden başka bir şey değildi.
Kalem’in
Allahın sunduğu rahmetinin özündeki nur üstüne nurolan(Elif)lere yaptırdı
emredilenleri. Kainatta ne varsa,bir toz zerresinden,en büyüğüne kadar hepsinin
mayasında bu Elif mevcuttu. Elif, dosttu...Herşeyle ülfet kuran, dostluk
yapandı.
Yaratılmış
ne varsa dağılır, şekil değiştirirdi, lâkin Elif’e bir şey olmazdı...
Kalem,
kendisine verilen tâhsıs edilen Elifler dolusu rahmetle sonsuzluklarda Hazreti
Allah (Celle Celâluhu.) ın, en güzel isimlerinin yaratılmasında , tecellisinde,
zahir olmasında aracılık yaparken elifler öylesine İlâhi aşk sevincine
tutuldular ki, neşe gözyaşlarına, yâni suya döndüler... Bu su kainatları
kapladı. Tertemiz bulutlar halinde ibadetlerini yaparken vecd içindeydiler ...
Birbirleriyle çarpıştılar... Akla durgunluk veren idrake sığmaz yıldırımlar peydahlandı... Kısacası, kâinatı ateş aldı ve
bu ateşler, irili ufaklı birleştiler, yine Allahın aşkına dönüşlerine devam
ettiler... Buna mecburdular, çünkü onları dolduran Elifler ebedi kulluktaydı.
Cinler
ümmetler halinde geçip gidiyorlar... Yani ölüyorlardı. Müslümanlar cennete
almıyordu.
Cinlerde
mahşeri bekleme yoktu...
(Cehenneme
odun oldular) emri bunun delilidir.
Amelleri
teraziye vurulmuş mükâfat, yahut cezalarını bulmuşlardır...
Onlardan
suçlular şimdi cehennemde odun halinde beklemektedirler...
Niçin?...
İnsanların
günü gelince cehenneme gireceklerine ateş olmak için...
Cinler
esasen ateştiler
Ölümleri sönmeleridir. Ölümleri
sönmeleridir..
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu) o kadar adildir ki, cehennemlerinde azab vereceği
insanları yine ateşten yarattığı, kulluk beklerken, sapıtan cinleri
tutuşturarak yakacaktır... Böylece insan ve cinden günahkâr olanlar
birbirlerini cezalandıracaklardı. Diğer masum yaratıklar, elif kümeleri, bu işe
âlet edilmeyecekti.
Malum
hikaye Dünya bir ateş topu ve sakinleri cinlerdi.
Büyük
değişiklik yeryüzünde tam şeklini almıştı.
Dağlar,
tepeler, peydahlanmış, çukurlar denizlerle, göllerle dolmuştu... Nehirler
akıyordu.
Ancak
dağ zirvelerinden ateş fışkırmaktaydı.
Deliklerden,
dünya içindeki ateş dışarıya püskü rüyordu.
Ateşi
pek seven cinler buralara koşuşuyor, ya orada günlerini geçiriyor, yahut
ateşleri alıp getiriyorlardı ve neşeleniyorlardı sönene kadar.
Kendileri
ateşten yaratıldıkları için elbette en çok ateşi seveceklerdi...
Zaman
geldi, taptıkları zalimler, güneş, ay ve diğer yıldızlar yetmezmiş gibi, ateşe
kulluğa koyuldular.
Soğuyan
ve sönen yeryüzünün ufalan kayalarını, toprağı, horladılar... Üzerinden geçip
gittikçe hırsla eziyor, hakaret ediyorlardı...
Yine cinlerin
tutumunda hiç bir değişiklik olmadan zaman ilerledi...
Artık dünyanın
yüzü soğumuştu.
Topraktan
zamanla her tarafı saran binlerce çeşit yeşillikte bitkiler yükseldi...
Çiçekler açtı... Meyvalar gelişti.
Eskiden
dünya bir ateşken güzeldi şüphesiz... Lâkin şimdi, bıkmaya doyulmayan
renkleriyle, gölgeleriyle, bam başka bir güzelliğe bürünmüştü...
Deniz,
göl ve nehir kıyılarına kadar bitkisiz bir karış toprak yoktu...
Gökten
rahmet boşandıkça boylanıyorlardı hızla...
Böylece
geçilmez ormanlar meydana geliyordu. Cinler şaşırmışlardı.
Bu
renkler ve göller âlemi onları sarmamıştı..
Ateş tek
sevgilileri, aşklarıydı.
Bu yüzden yine
yanardağlara koşuyor, içine giriyor, dünyanın derinliklerinde uzun uzun
kalıyorlardı. Halbuki dünyadaki bu renk güzelliğinin sebebini bilseydiler,
imana gelmeleri nekadar kolaylaşacaktı.
Günümüzden
sekiz bin yıl kadar önceydi.
Cinler
iki bin yılı aşkın bir zamandan beri birbirleriyle savaşıp duruyorlardı..
Hâlâ
cinler âlemindeki ümmetlerin peygamberleri, vazifeliler, ne bu savaşı durdurabilmişler,
ne de Allahın yolladığı haberlere uyarak imhalarım istemişlerdi.
Hep
o ümit ve vazifelerini yapamama utancı sarmıştı yüreklerini...
Sabrediyor
ve bekleşiyorlardı.
Bir
gün cinlerden bir ailenin oğulları oldu.
Anne
baba pek sevindiler...
Çünkü
doğan oğulları, şimdiye kadar gördüklerine benzemiyordu... Hangi canlının
şekline girse onun en güzeli, göz kamaştıranı, sevimlisi oluyordu!
Daha
küçüklüğünde akıl, zekâ hususunda da gelmiş geçmişlerden çok ileri olduğu
anlaşılmıştı...
Hâlâ savaş içinde bulunan cinler, bu oğlanı görmeye
koşuyorlardı...
Hayretler
içinde kalıyorlardı.
Annesiyle
babası ona (İBLİS) adını takmışlardı.
İblis,
elbette yine bir cindi ve ateşten yaratılmıştı.
Çünkü
anne babası da öyleydiler.
İblis daha çocukken yalnız cinlerin değil, meleklerin de
sevgilisi oldu.
Melekler
ondan öylesine anlatılamaz bir huzur aldılar ki, Allahın izniyle, sık sık
uğrayıp terbiyesiyle ilgilendiler.
İblis,
yaşı bir az büyüyünce, meleklere derhal inanıp Allah’ın varlığına ve birliğine,
cinlere yollanan peygamberlere» iman etti.
Âdeta melekleşti.
Melek
haslet bir hal alması onu büsbütün güzelleştirdi.
Esasen
Allah’a teslim olmuş, yürekten kulluk yapan her kimse, kendi çapında bir melek
olmamış mıdır?...
İblis
büyüdü...
Hemcinsleri
cinlerin bir kaç bin seneden beri sürdüre geldikleri savaşları durdurmaya çok
çalıştı. Muvaffak olamadı.
Üzülüyordu...
Cinler,
her meselelerini ona getirirlerdi.
İblis de adaletle çözerdi...
Bu
yüzden, cinlerin sanki bir adalet dağıtmışıydı.
İblis adı unutulmuş, ona cinler (Hakem) diyorlardı.
Melekler
dayanamadılar, Hazreti Allah (Celle Celâluhu) a yalvardılar...» Hazreti Allah
(Celle Celâluhu), İblis’i yukarıya aldı...
Cennetlerde
gezdirdi...
Hattâ cennetlerin muhafızlığını, hazinedarlığını ona
verdi. Cennetlerdeki lâkabı (Azazil) di...
Göklerde
de gezinirdi…!
Oradaki lakabı (Haris) oldu.
İblis,
Allah’a engin kulluğunun karşılığını, cinler cezalandırıldıkları halde, böyle
gördü.
Melekler
hürmet ediyorlardı.
Dilediği
zaman yeryüzünde, dilediği zaman göklerde, dilediği zaman cennetlerde
kalıyordu.
Fakat
içi huzursuzdu.
Hemcinsi
olan ateşten yaratılmış cinlerin savaşları durmasa, bu huzursuzluğu asla
geçmeyecekti...
İblis,
bin yıla yakın bir zaman, cinleri yatıştırmak için çalıştı...
Lâkin
elinde iman etmiş bir avuç mümin cinle bir şey yapamadı.
Cinlerin
küfrü bilhassa canını sıkıyordu.
Nihayet
bu can sıkıntısı bir gazap haline geldi.
Cinlerin
cezalanmadan, yola gelmeyeceklerini anlamıştı.
Peygamberlerin
istemediklerini o, Hazreti Allah (Celle Celâluhu) dan istedi...
Hazreti Allah (celle celâluhu) İblis’i kırmadı.
Meleklerden
ordular verdi emrine.
İblis,
bu ordularla, savaşan cinlerin üzerine yürüdü.
Pek
çoğunu öldürdü .
Kurtulabilenler,
adalara, çöllerin tenha yerlerine, sığındılar... Pek pişmandılar, lâkin iş
işten geçmişti.
Cinler
pişman olmuşlardı ama, hiç akla gelmeyen, ümit edilmeyen, bir arzu İblis’in
göğsünü doldurup, sıkmıştı... Karartmıştı.
Artık
iblis, eski o güzel, sevimli, kulların melek haslet olanı değildi.
Hiç
kimseye açılmamıştı fakat, kendisinde ululuk vehmetmişti...
Cennetleri
gördüğü, meleklerle düşüp kalktığı, hürmete eriştiği halde, birden bire Allahın
Rahmaniyet vasfını inkâr etmişti için için.
Kazandığı
savaşın tesiri altında büyüklüğüne aldanmıştı.
Nefsini
bir türlü yenmiyor ve adalara, çölllerin derinliklerine dağılan cinlere ilâh
olmak istiyordu.
Nerdeyse,
onları toplayacak, kendisine tapmalarım, ateşi, yıldızları, güneşi, ayı ve
benzerlerini, zalimleri bırakmalarını, yalnız kendisini tanımalarını
isteyecekti.
Bundan,
Iblis’in ululanmamasından, melekler bile haberli değildiler.
Yalnız
Hazreti Alıah (Celle Celâluhu) şüphesiz biliyordu.
Çünkü
O, yaratandı... Gizlisi yoktu, olamazdı.
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu) İblis’in sapıtmasını ilân etmesine fırsat bırakmadı...
insanın
atası (Âdem) i yaratma kararını çabuklaştırdı.
Emir
verdi...
Âdem
(aleyhisselâm) topraktan yaratıldı...
Huzurunda
can verildi Âdem’e...
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu), yarattıklarını en şereflisi olarak buyurduğu insanların atası Âdem’e meleklerin hürmet
secdesi yapmalarım, Âdem’in şahsında kendisini ulumalarını diledi.
O
zamana kadar, iblis, hazırlıkları izliyordu...
Yeryüzünün
her tarafından balcık alınışını, buna Allahın huzurunda şekil verilişini,
kuruması için bekletilişini, merakla ve kızgınlıkla seyrediyordu.
Halâ
insanın yaratılacağı inancında değildi...
Önünde
duran henüz ruh üfürülmemiş insan'ın atası olacak toprak yığınının ağzından
giriyor, bedeninde dolaşıyor, altından çıkıyor, eğleniyordu...
İblis
ayrıca, Hazreti Âdem (aleyhisselâm) ın erkek olarak yaratıldığını da görerek
kıskanmıştı.
Çünkü
bir sır sahibiydi...
İblis
bu sırrı asla fâş etmiyordu...
Melekler
bile bilmiyorlardı.
Bu
sırdan şüphesiz ancak Hazreti Allah (Celle Celâluhu) in haberi vardı... Esasen
o buyurmuştu.
İblis’de erkeklik dişilik yoktu.
Bu yüzden, anne ve babası, ölümlerine
kadar gizli tutmuşlardı bunu.
İblis erkek bir çehreye ve bedene sahip
olduğundan, diğer cinler, yüz yıllar boyunca, İblis’in evlenmemesine
şaşıyorlardı.
Yakınları, nice nice güzel kızlarını
teklif etmişlerdi.
Fakat İblis bu tekliflere kulak
vermemek mecburiyetinde kalmıştı.
Âdem’i
kıskanması bir az da bu eksikliğinden ileri geliyordu.
Nihayet,
Hazreti Allah (Celle Celâluhu), vakit tamam olunca, ruh üfürülmeden önce, bütün
melekleri topladı...
Hazreti
Âdem (aleyhisselâm)ı ululamalarını istedi.
Melekler
derhal, Âdem’e secdeyi kabul ettiler, bu suretle, onun şahsında gerçekte
Hazreti Allah (Celle Celâluhu)ı ululayacakdılar...
Halbuki
meleklerde de erkeklik dişilik mevcut değildi.
İblis
bunu hatırlasa, üzüleceği yerde, cin taifesinin yaratıldığı ateşten olduğu
halde, melek mertebesine yükseldiği için sevinirdi...
Lâkin
bir kere gururlanmıştı...
Nefsini
zabtedemiyordu...
Allah’a,
onun Rahman sıfatına, âsi oldu, secdeyi kabul etmedi.
İlerde,
Kur’anı kerim nazil olduğu zaman, Hazreti Allah (Celle Celâluhu) bu olayı bir çok âyetlerle, kullarına
buyuracak, böylelikle ibretlenmeleri sağlayacaktı...
“Hani meleklere: «Âdem için secde edin » demîşdik de
iblisten başkaları secde etmişlerdi? O ise dayatmıştı.”(Tâhâ: 116)
(İblisten Başkaları) Kimlerdir?..
Elbette
yalnız melekler değildi.
Bütün
yaratılanlardı...
O
halde, huzurda bulunmadıkları halde, Kâinatlarda ne varsa cümlesi, İblis ve
hâlâ sapık olan cinlerden bir gurup secde etmemişlerdi...
“Yalnız iblis kibirlenmiye yeltenmişti. (zaten) o, (ilmi
ilahi de) kafirlerdendi.”
(Saad: 74)
Melekler,
İblis’in isyanı karşısında şaşkınlık içindeydiler..
Fakat,
bazı olayları hatırladılar:
İblis,
Adem’in cesedi kururken, içine girip dolaşıyor, çıkıyor ve kuruyan çamura
vuruyor, alay ediyordu. Meleklere: «Bundan korkmayın,. Dilersem hemen parçalarım» diyordu.
En
önemlisi de, Âdem yaratılmadan önce, Hazreti Allah (Celle Celâluhu) melekleri
toplamış, kararını bildirmişti..
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu) yeryüzüne bir halife yaratacaktı. Bu halifeden soy
üreyecekti.. Allah’a kulluk edeceklerdi.
Melekler,
korkmuş ve üzülmüşlerdi karardan.
İşte
milyonlarca yıldan beri cinlerin tutumu meydandaydı.
Hep
sapıtmışlar, cehenneme odun olmuşlardı.
Bir
kaç bin yıldan beri de savaşmışlar, kan dökmüşlerdi.
Ancak,
İblis melekler ordusuyla savaşları bas tırmış ve cinleri itaat ettirmişti..
Yeni
yaratılacak insan, halife, aynı şeyleri yaparsa ne olurdu?..
Endişelerini
Hazreti Allah (Celle Celâluhu)a açıkladılar.
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu); onlara kendilerinin bilmedikleri şeyleri bildiğini
buyurdu.
Cinler,
insan soyu yeryüzüne yerleşince, uzun zaman, yok edümelerini beklediler.
Lâkin
yok edilmediler...
O
gizli halleriyle yaşayacaklarını anlamışlardı. Kulluk için yaratılan iki
varlık: İns ve cin (İnsan ve cinler)!
Olur
muydu?...
İnsanlar
âlemiyle cinler âlemi nasıl birbirlerine karışmadan, zarar vermeden, aynı
topraklarda yaşarlardı?...
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu) öyle buyurmuştu, yasayacaklardı.
Birisi
görünür, birisi görünmez olduktan sonra pek âlâ mümkündü bu...
Cinler
bir zaman sonra olanları da unuttular.
Yine
sapıklıklarına döndüler...
Kendilerine
peygamberler seçildi... dinleyenler pek çıkmadı...
Artık
İblis de onlara karışmıyordu... İlgisi yasaklanmıştı... Dilediklerini yaptılar.
İnsanların
ilk peygamberi, ataları Âdem (aleyhisselâm) oldu.
Soyunu
ikaz edip sakındırmaya çalıştı sapıklıktan...
Fakat
her ne hikmetse, insanlar çabuk kendilerini beğendiler... Başka güç, kuvvet
tanımadılar... Bilhassa o yemyeşil yeryüzü pek hoşlarına gitmişti... Ölenleri
gördükleri halde, ölmeyecek gibi hırsla dünya nimetlerini yağmaya koyuldular...
Bunda İblis’in pek büyük payı vardı.
İblis, elbtete yalnız olsa, bütün
insanları azdırmaya yetişemeyecekti...
Bir İlâhi izinle olacak, kendi kendisini aşılayarak
çoğaldı... Bu soyuna (Şeytan) denildi...
Kendisinin de Şeytanların toplamı, atası, hüviyti çıktı ortaya...
Bir
zamanların adalet dağıtıcı Hakem adı, göklerdeki Haris adı, hele cennetteki
Azazil adı unutuldu?
Masal
oldu.
Şimdi
lânetlenerek hem Allahın insanlara yolladığı peygamberler aracılığıyla, hem
sahifelerle, yerine göre üç şekilde varlığı bildiriyor, insanın ona Allaha
kulluk ile karşı durması isteniyordu.
Bu
isimlerden birisi (İblis) di... ki, annesi ve babası tarafından konmuştu...
İkincisi,
artık cinlerle ilgisi kalmadığı halde, onların soyundan olduğu için (Cin) diye
hitap ediliyordu.
Üçüncüsü
de kendi kendisini aşılayarak, yani ilkah ederk peydahladığı Şeytanlara
uyularak (Şeytan) deniyordu.
Her üç isim de doğruydu...
Ne
var ki, artık yeryüzünde kalan cinlerle İblis’i karıştırmamak gerekiyordu.
Cinler,
takdir edilen hayatlarını yaşıyorlardı...
Doğuyor,
ölüyorlardı...
İblis
ise insanlarla uğraşıyordu...
Kıyamete
kadar uğraşacak, yaşayacaktı...
İblis’i
en çok düşündüren Hazreti Allahın şu açıklamalıydı :
İnsan en şerefli
mahlûktu...
Kullukta
kaldıkça, Hazreti Allah (Celle Celâluhu) bütün yaratıklarını onun emrine
vermişti...
Bir çeşit hükümdarıydı kâinatın.
İnsan,
kulluğunu eksiksiz yaparsa, cinleri, İblisi, şeytanlarını, hattâ melekleri
emrine alması hakkıydı.
İnsanın
üzerinde iki kuvvet vardı şimdi:
Melek ile şeytan (Cin, İblis).
Yani
hayır ile şer...
Bu
iki kuvvet, insan nefsini ya salaha, yahut azgınlığa sürükleyeceklerdi...
İblis
soyundan gelmeyen asıl cinler, hiçbir şeye karışmıyor, sadece hayatlarını
sürdürüyorlardı...
Fakat bu cinlerin içinde mümin olanlar,
her fırsatta mümin insanlara, Allahın izni nisbetinde, yardımcı oluyorlardı, çünkü melekleşen mümin insanların emirlerine girmeleri
Allahın dileğine uygundu.
Acaba
İblis’in, çok zehirleyici ateşten yaratılmış en sapık cinin, şeytanın kendisine
bahs edilen kuvvet ve kudreti ne kadardı?...
Sınırlı
mıydı?...
Sınırsız
mı?...
Elbette
sınırlıydı...
Meselâ şunları yapamazdı:
1. Meleklere dokunamazlardı İblis ile
ordusu şeytanlar.
2. Yine İblis ile ordusu hiç bir cansız
cisme tesir edemezlerdi... Eğer böyle bir kudretleri olsa kâinatın dengesi
bozulurdu.
3. Canlılara da hükmedemezler, fayda ve
zarar vermezlerdi, yani, bir kuşu, bir deveyi, bir koyunu, bir balığı
öldüremezler, hastayken iyi edemler, ölmüşse diriltemezlerdi.
4. İnsanın bedeni de bu yasağa dahildi...
İblis
ve şeytan her hangi bir insana zarar vermek gücüne sahip değildi...
İblis
ve ordusu şeytanlar, ancak ve ancak insan kalbine, aklına, devamlı vehim
vererek, nefislerini şahlandırmaya, kendilerini gururandırmaya, azdırmaya
çalışabilirdi.
Bu
hal insanın bir nefs mücadelesiydi...
İnsan
nefsiyle yaptığı mücadeleden kazançlı çıkmak için ya ona karşı gelecek, yahut
yardım isteyecekti.
Her
ikisi de insamn devamlı surette ilerlemesini sağlayacak hareketlerdi.
İnsan,
İblis ve ordusu şeytanlarla mücadelesini, kulluğunu devam ettirerek
yapacaktı...
Allah’a,
yalnız O’na sığınarak korunacaktı.
İlerde
nazil olacak şu sure ne kadar açıktır...
İblis
ve şeytanlarının yalnız insana vesvese verdiklerini, onlardan kurtulmak için
Allah’a sığınmak gerektiğini buyurur.
Ayrıca,
şeytanları iki guruba ayırır:
1. Cin soyundan olan İblis’in ilkahıyla
olanlar.
(Bunların
diğer cinlerle bir ilişiği yoktur).
2. İblis ile şeytanın vesvesesine uyarak
azıtanlar ki, onlar da artık birer şeytandırlar... İnsanın, hemcinsi olan bu
şeytanlardan da yakasını kurtarması icab eder.
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu) yalnız insanlara değil, yi ne insandan seçtiği
peygamberlerine de ister cin soyu İblisin ilkahıyla meydana gelip üreyen
şeytanlardan, ister azan insanlardan olsun düşmanlar çıkarmıştı...
Nihayet
Hazreti Allah (Celle Celâluhu) ın dileğiyle, değişen, güzelleşen bir dünya.
Renklerin
şekillerin çeşitleri...
Her
türlü nimetler...
Bunlardan
faydalanan insanlar âlemi.
Bir
zamanlar yeryüzünün tek hakimleriyken, şimdi kendilerine ortak gelen cinler
âlemi...
Artık
cinler, kovuldukları göklerden çok, dünyayı bu insanlarla bölüşeceklerdi...
İnsanlar
gizli değildiler...
Diledikleri
şekle giremiyorlardı...
Havalanmaları
mümkün değildi.
Lâkin
onlar da göz, kulak, ağız, kalp, akü sahibiydiler.
Zekâları
vardı...
Cinler kendilerini önce insanlardan daha üstün sandılar.
Fakat, insanlar her güçlüğü yendikçe fikir
değiştirdiler.
Bilhassa
inanmadıkları halde Hazreti Allah (Celle Celâluhu) ın en şerefli ve
yeryüzündeki temsilcisi diye yarattığı insanların, ne yaratmışsa emrine
verildiğini duyunca sarsıldılar...
Elbet
günü gelecek, emrine verilenlerin hepsinden faydalanacaklardı.. .•
Cinlerin insanlarla bazı benzerlikleri de vardı.
Meselâ evleniyor,
aile kuruyorlardı...
Çocuk sahibi
oluyorlardı ...
Behemahal
toplu yaşıyorlardı ...
Kendilerine
has nimetleri yiyip içiyorlardı.
Onlar'
da cinler gibi sadece Hazreti Allah’a kulluk için yaratılmışlardı.
Lâkin asla cinlerle insanların
kaynaşması mümkün değildi... Yasaklanmıştı...
Hele evlenmeleri...
Onlar,
aynı (dünyanın aydınlığıyla karanlığı, geceyle gündüzü gibiydiler...
Komşu
sayılırlardı...
Birbirinden
ayn yeryüzünün ortak kısımlarını bölüşüyorlardı...
Cinler,
insanları gördükleri, ne yaptıklarını izledikleri halde insanlar cinlerin hiç
bir hayatını takip edemiyorlardı.
Ancak,
Hazreti Adem (aleyhisselâm) dan sonra gelen peygambem aracılığıyla varlıklarını
öğrenmişler haklarında bilgi edinmişlerdi...
Cinler,
hele azgınları, insanların ilerde bütün kâinata hakim olacaklarını, hattâ
kendilerini emirleri altına alacaklarını, hizmetçi, uşak gibi kullanacaklarını
hatırladıkça, onların sapıtması, nefislerini kudurtması iznini alan İblis ve
ordusu şeytanların bıkmadan insanlara baskı yapmalarını arzuluyorlardı.
Ne
olsa İblis, şimdi ayrılmıştı ama, kendi soylarındandı, dumansız ateşten
yaratılmıştı... Bu bakımdan ümit ediyorlardı.
En
çok hayret ettikleri şey, kendilerinin insanlara hiç bir zarar
veremeyişleriydi...
Onlara da peygamberler geliyordu,
insanlara da...
Her
âlemin peygamberlerinin tek gayesi ümmetini Allah’a inandırmak, teslim
etmekti...
Buna
karşüık inananlar pek az çıkıyordu.
Her
iki tarafta da daha çok, bu peygamberler alaya alınıyor, sihirbaz, büyücü,
kâhin diye tahkir ediliyor, taşlanıyor, işkencelere tutuluyor, kovuluyorlardı
inananlarla birlikte.
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu) sabrediyor, ediyor, nihayet peygamberine haber
yollayarak azan ümmetini helâk ediyordu.
Hele
Hazreti Nuh (aleyhisselâm)in Tufanında, bütün
yer yüzü insanları yok olmuşlardı... Hayvanlarla birlikte...
Ancak,
Nûh (aleyhisselâm) m gemisine aldığı bir miktar insan ve hayvanların erkekli
dişisi, gemi Cüdi Dağı’na oturunca kurtulmuşlardı ve yeni bir insan nesli
türemeye başlamıştı.
Tufanda,
dünya yuvarlak olduğuna göre,bütün toprak sular altında kalmıştı...
Cinler boğulmamışlardı...
Tufanın
devamı süresince, göklerin alçak yerlerinde bekleşip durmuşlardı.
Lâkin
tufandan sonra da her şey unutuldu...
insan
ve cinler eski hayatlarını yaşamaya başladılar.
**
Ahmet Cemil Akıncı**
Taif
Acısı Cinlerin Hidayeti Oldu
Son peygamberi arayan cinler, henüz Hazreti Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)e iman etmemişlerdi.. Çünkü getirdiği kitabı,
Kur’an’ı dinlemek imkânını bulamamışlardı..
Elbette
bunda da İlâhi bir sır vardı.
Gerek
onlar, gerekse diğer yaratıklar, pek üzüldüler... îİşte bir peygamber daha
yurdundan kovuluyordu.
İblis
ve ordusu Şeytanlar, insan nefsine nasıl oluyordu da bu derece
bastırabiliyorlardı.. Kendisini ; beğendirip gururlandırıyorlar, gözlerini
hakka ve hakikate karşı kapatıyorlardı!..
Sebebi
bulunacak gibi değildi.
O sırada Yemen’in Nusaybin bölgesindeki cinler
ümmetinden yedi (yahut dokuz kişi), aralarında durumlarını tartışıyorlardı.
Hepsi başlarına gelen Cahiliyyet devrinden hele
paygamberlikteki Fetretten bıkmışlardı..
Allah’a,
birliğine, inanan haniflerdi..
Bütün
arzulan geldiğini işittikleri son' peygamberi bulup tebliğ edeceği emir Ve
yasaklarla amel etmekti.
Birisi
şöyle dedi:
«O peygamber, hakkında evvelce bildirilen alametlere
uygun olarak Mekke’de zuhur etmiştir..»
Bir
diğeri cevâp verdi:
«Gidip
gördüm.. On yıldan beri halkı imana çağırıyor. Lâkin çok az kimse imana
geldi..»
«Niçin?..»
«Bilmiyorum..»
«Tebliğ
ettiği kitabı dinlemedin mi?..»
«Her
ne hikmetse sokulamadım.. Şüphede kaldım. Eğer gerçekten peygamber olsaydı,
Kureyş onu horlar mıydı diye düşündüm.»
Üçüncüsü
üzüldü:
«Bunu
bize anlatacaktın.. Kitabını dinlemek şarttır.»
«Gideriz..»
«Doğrusu
budur..»
«Ne
zaman gidelim?..»
Mekke
onlar için göz açıp kapayacak kadar yakındı.
Buna
rağmen: «Düşünelim, gününü kararlaştırırız..» dediler:
On
gün sonra aynı yerde buluşmak için sözleşip dağıldılar..
Bu
esnada Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Taife vardığı zaman,
oranın ulularından üç kişiyle görüşmek istedi:
1. Amr oğlu Abdi Yalil.
2. Amr oğlu Mesut.
3. Amr oğlu Habib..
Bunların
üçü de baba bir kardeştiler.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Taif’de on gün kaldı.
Üç
kardeşle konuştu..
Onlardan
hem korunmasını, hem İslâm dinine girmelerini istedi. Gerekirse, karşı
geleceklerle mücadele etmelerini diledi..
Üç
kardeş, Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) e umduğu cevap yerine
şöyle konuştular:
Büyükleri:
«Eğer
Allah seni bir şeylerle gönderdi ise, Kâ’benin örtüsünü yırtmış, yahut soymuş
olayım.»» diyerek inanmadığını açıkladı.
Ortancaları:
«Allah, peygamber göndermek için, senden başka kimse
bulamadı mı?.. Allah, Senden başkasını göndermeye aciz mi?..» şeklinde konuşup alay etti.
Küçükleri
Abdi Yalil en yumuşak red edendi.
Şöyle
dedi:
«Vallahi, ben seninle asla konuşmayacağım. Çünkü sen,
eğer dediğin gibi isen, Alah tarafından gönderildiysen, senin sözünü red
etmekle büyük bir tehlikeye kendimi atarım.. Eğer sen, Allah adına yalan
söylüyorsan o zaman seninle konuşmamam gerekir.»
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) pek üzülmüştü.
Artık
Taif’de durması caiz değildi..
Yine
Mekke’ye dönecekti..
Lâkin
Kureyş, başına gelenleri duyarsa, büsbütün şımaracaktı.. Bunu önlemek istedi..
Rica
etti:
«Konuştuklarımız
aramızda kalsın.. Gizli tutun.»
Üç
kardeş, Kureyşe yaranmak için, onların kuvvetlerini hesaplayarak, Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in arzusunu yerine getirmediler.
Aksine
hem Kureyşin hem Taif gençlerinin İslâmiyete girmesinden çekinerek, onu
Taif’den kovdular..
Bağırdılar:
«Şehrimizden
çık git!.. Senden soyun nefret etti. Söylediklerini kabul etmeyince bize
geldin. Vallahi, biz de senden son derece sakınır, seni horlar, kaçınırız..»
Bununla
da kalmadılar.
Taif halkı içinde akılsız, işsiz güçsüz, ipsiz
sapsızları Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e saldılar.
Onları yolun iki tarafına dizdirdiler..
Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
geçerken, sövdürdüler, taşa tutturdular.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in, evlâtlığı Zeyd’in siper olmasına
rağmen, ayakları kanlar içinde kaldı.
Dermandan
düşüp oturdukça kaldırıyorlardı.
Yürüdükçe
taşlıyorlardı.
Evlâtlığı
Zeyd’in de başı yarılmış kanıyordu.
Taif
için ne yüz karası bir tutumdu bu!..
Melekler
ağlaşıyor, canlı cansız bütün mahlûkat yas içinde ne yapacaklarını
bilemiyorlardı.
Hepsinin
tek arzusu, Hazreti Allah (Celle Celâluhu)ın bu azgın halkı derhal helâk
etmesiydi.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ancak Taif dışında bir bağa varınca,
takipten kurtuldu.
Bu bağ Mekkeli Utbe’nin bağıydı.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bitkin ve üzgün bir halde asmaların
dibine oturdu.
Dinlenmeden
şöyle yalvardı Allahına:
— Allahım, dermansız ve çaresiz
kaldığımı, ahali önünde hor ve hakir görüldüğümü ancak sana şikâyet ederim. Ey
rahmetlilerin en merhametlisi!.. Herkesin hor görüp te ezdiği biçarelerin Rabbi
Sensin. Sensin benim Rabbim. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline
düşürmeyecek, hattâ işinin yularını eline verdiğin akrabadan bir aşmaya bile
beni bırakmayacak kadar merhametlisin.
Alahım! Senin gazabına uğramayayım da
çektiklerim ne olunursa olsun katlanırım. Lâkin senin af ve merhametin bana
bunları göstermeyecek kadar geniştir.
Allah’ım!.. Senin gazabına uğramaktan,
İlâhi rızana uzak kalmaktan Sana, Senini o karanlıklan aydınlatan, nura boğan,
dünya ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nuruna sığınırım.
Allahım!.. Sen hoşnut oluncaya kadar
affını dilerim.
Allahım!. Her kuvvet, her kudret ancak
seninle kaimdir.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allahına böyle dert yanar, O’na
sığınırken, bağın sahibi Utbe ile kardeşi Şeybe uzaktan bakıyorlardı..
Taif’de
Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e yapılanları izlemişler,
merhamete gelmişlerdi.
Köleleri
Addas'ı çağırdılar..
Addas
Hırıstiyandı.
Ona
emir verdiler:
«Bir
salkım üzüm al!.. Tabağa koy, sonra şu zata kadar git.. Yemesini söyle.»
Köle
Addas, iki kardeşin dediklerini yaptı.
Bir
tabağa üzüm koyup götürdü.
Uzattı.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), önce besmelei şerefe getirip üzümden
aldı yedi.
Köle
Addas şaşırmıştı.,.
Bunu
açıkladı:
«Vallahi,
her işe Allahın adıyla başlamayı bura halkı bilmezler...»
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ilgilendi:
«Adın
nedir senin?..»
«Addas..»
«Kimlerdensin?..»
«Ninovalıyım..»
«Dinin
nedir’..»
«Hıristiyanım.»
«Demek
sen, o saiih Matta oğlu Yunus’un hemşerisisin?»
Addas
sormak zorunda kaldı:
«Sen
Yunus’u nereden biliyorsun?..»
«Yunus
benim kardeşimdir.. O,, bir peygamberdir. Ben de peygamberim.»
Addas,
gerçeği öğrenince, derhal göğsü açıldı. Hıristiyanlığı bırakıp, son peygamberin
karşısında bulunduğunu ilhamlanarak, Müslüman oldu.. Hazreti Mjuhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) in başını, ellerini, ayaklarını öptü.
…
Yemen’in
Nuseybin bölgesinden olan yedi (yahut dokuz) cin. bu esnada tekrar
buluşmuşlardı..
Mekke’ye
harekete karar verdiler.
Gittiler..
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mekke’de yoktu.
Gaybdan
habersiz olduklarından nerede bulunduğunu, da bilmiyorlardı.
Mekke’nin
bir iki konak açıklarına kadar durmadan hızla uçup, dolaşıp onu arıyor,
bekleşiyorlardı.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Addas Müslüman olduktan sonra, hemen
bağı bırakmış Mekke yollarına düşmüştü..
İlk
önce, Mekke’den iki konak mesafede bulunan Karni Sealib mevkiine vardığı zaman,
bir bulut içinde Cebrail (aleyhisselâm) geldi.
Seslendi:
«Şüphe
edilmez ki, Allah, halkın sana söylediklerini işitti.»
Devam
etti Cebrail (aleyhisselâm):
«Allah
sana şu dağlar meleğini gönderdi.. Ümmetin hakkında ne dilersen onu emret.»
Dağlar
meleği de konuştu:
«Cebrail
gerçeği söylüyor.. Sen ne dilersen yaparım. Meselâ Ebu Kubeys Dağı ile Kuaykıan
Dağını Kureyşliler üzerine kavuşturur, kapatırım.»?
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) her gelmiş peygamber gibi bunu red
etti:
«Hayır..»
dedi. «Ben böylesini arzu etmem... Arzum şudur ki, Allah bu sapıkların soyundan
imanlılar çıkarsın ortaya.»
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in bu sözleri üzerine Cebrail
(aleyhisselâm) ile dağlar meleği ayrıldılar.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yoluna devam etti..
Mekke’ye
bir konalı mesafede bulunan (En Nahle) vadisine ulaştı.. Buraya (Batın Nahle)
de deniyordu.
(Bazı
rivayetlere ögre Hazreti Muhammed Taif dönüşünde değil, Ukaz panayırına
giderken Nehle’ ye varmıştı.)
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) i arayan Yemen’in Nuseybin bölgesi
cinleri, Nahle üzerindelerken, bağırdılar :
«İşte
Muhammed orada.. Yanında birisi var.» ? Henüz sabahtı..
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), evlâtlığı Zeyd ile namazını eda etti
ve Kur’an’dan Rahman suresini o kumaya başladı.
Cinler Kur’anı dinledikçe değiştiler.. Sevinçlerinden
ağlıyorlardı..
Cinler sûreyi sonuna kadar dinlediler?..
İşte,
Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onların atası Cânn’dan
bahsediyordu.. Aynca hem insanlara hem cinlereydi hitabı.
O
halde söyledikleri kendisinin değil, her şeyi bilen Hazreti Allah (Celle
Celâluhu)ındı.. Emir ve yasaklarıydılar.
Âyetlerde
Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in hem insanlara, hem cinlere
hitap edenleri tekrarladığına göre, demek Hazreti Allah (Celle Celâluhu)ın
sadece, kulluk için yarattığı insan ve cinlerin peygamberiydi Hazreti Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem).. Artık son resüldü..
İki
ayrı yarattığın resül olduğuna göre (Resülüs Sakaleyn) 'di O.
Cinler
derhal imana geldiler..
Bu Nuseybin cinleri Hazreti Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) in cinler âlemindeki ilk sahabeleri oldular..
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara gerekenleri öğretti ve
kavimlerine gönderdi.
Cinler
sevinerek gittiler.
On yıldan beri Kureyş’in yaptıkları!..
Bir kaç gün önce de Taif’in azgınlığı!..
Sonra
cinlerin durumu!..;
Ne
hayret verici bir olaydı bunlar,
Kureyş
bunca yıldır Kur’an. dinlesin, iman etmesin de. cinler, hemen dinleyince
Allah’a teslim olsunlardı!..
Hâzreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in beklenen son Resûl olduğuna şehadet
etsinlerdi..
Elbet
bunda İlâhi bir ibret vardı..
İbretle
beraber, öyle bir neticeyle, Hazreti Allah (Celle Celâluhu) Kureyş sapıklarına
sitemde bulunmuştu.
Hem
öyle bir sitem ki!..
Her
türlü azabtan daha dokunaklı, acıydı.
Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir gerçeği daha öğrenmiş ve secdeye
kapanmıştı, cinler gider gitmez.
Bütün
bunlara rağmen Hazreti Allah (Celle Celâluhu), Hazreti Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) den razıydı.
Razı
olmasaydı, yalnız insanlar Âlemine değil Cinler âlemine de resül yapmazdı..
(Resülüs
sakaleyin) likle mükâfatlandırmazdı.
Cinler
bir nefeslik zaman sonra yurtlarına dönmüşlerdi.
Diğer
cinleri toplamış, başlarından geçenleri an atmış ve hepsini Allah’a teslime
Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in onun son elçisi olduğuna
şehadete davet etmişlerdi.
Ayrıca
Kur’an’la amel etmelerini, orada yazılı emir ve yasaklara uymalarını
istemişlerdi.
**
Ahmet Cemil Akıncı**
Cinlerin Söylediği Şiirlerden
Hicret Yolunda İken
Ümmü Mâbed’in çadırında
Öğle uykusu uyuyan iki arkadaşı.
Âlemlerin Rabbi olan Allah
İyilikle cezalandırsın.
Onlar,
Hidayet yoluna Sapmış olarak,
Onun çadırına indiler.
Muhammed’e arkadaşlık Eden zat (Ebubekir),
Devamlı olarak
Nimet ve saadete kavuştu.
Benî Ka’b’dan olan
Kadının evi
Onlar için
Değerlidir.
O ev kutlu ve mübarek
Olsun ki.
Müminler için
Bir gözetleme yeridir.
Yine
Hazreti Allah (Celle Celâluhu)ın emriyle oldu şüphesiz, bir gece Mekke halkı
Ebu Kubeys dağından bir cinnin şöyle ilhamlandığını işittiler:
İki Sa’d
Müslüman olursa,
Muhammed sağ kaldıkça Mekke’de
Kimse karşı koyamadan
Yaşayacaktır..
Müşriklerin duyduğu aşağıda gelecek şiiri sihre vererek
kendi kendilerini kandırdılar..
Cinn’in
ikinci gecede haber verdikleri şöyle bu şiirdir.
Ey Evs’in
Sa’d’ı olan Sa’d!
Sen O’nların yardımcısı ol.
Ey Ulu ve asil Hazretlerin Sa’dı!..
Her ikiniz
Hidayete çağıran zatın
Davetini kabul edin.
Böylece Allah’dan
Firdevs cennetinde
Allahı tanıyanların
Arzu ettikleri dereceleri
Temenni ediniz.
Çünkü Allah,
Hidayet yolunu arayanları
Kendisinin yumuşak döşenmiş yataklı
Cennetleriyle mükâfatlandırır.
**
Ahmet Cemil Akıncı**
Cinler Âlemiyle Bağlantısı Dolaylı
Olanlar
Bu
inanışların kahramanlarını hatırlamak ve üzerlerinde durmak faydalıdır.
İslâm
inanışında peri cinlerin kadınıdır.
Ve Müslüman 'Olanıdır, pek "güzeldir.
Bu
inanış elbette doğrudur... İman her yaratığı elbette melekleştirir... Beden
güzelliği değildir esas olan.
Peri
mademki Cinlerden müslüman bir kadın ondan insanlara ancak iyilikleri dokunabilir.
Buna
karşılık, gerek İslâm içi, gerek İslâm dışı âlemde, perinin insanlara
göründüğü, gönlünü çelerek aldım /aldığı söylenir... Müslüman cin kadınlar,
İslam emir ve yasaklarıyla amel ettiklerine göre, iffet ve namusa, hayaya,
tesettüre uyacaklardır... Bu bakımdan onlara yakıştırılanlar İslâm inanışına
uymazlar... Ne var ki, insan kalb ve aklına vehim ile vesvese veren şeytan,
zayıf bulduğu böyle bir bedeni peri üzerinde öylesine durdurur ki o beden
periyi gördüğünü sanır ve kapılır... Aklından olur.
Yine bazı harap ve tenhadaki konaklarda, kösk lerde,
periler görüldüğü iddia edilmiştir...
Bu
yüzden (Peri çarpmış….. Perili köşk...), gibi sözler konuşmalara daima karıştı.
İfrit
üzerinde iki inanış vardır;
a. Cinlerin müslüman olmayan bütün erkekleri
dir.
b. Güçlü, kuvvetli, her işi yapabilen kâfir
erkek cindir.
Bu
iki inanış birbirine pek yakındır.
Kur’an
ifrit’in varlığını haber verir.
Hazreti
Süleyman (aleyhisselâm) Seba Melikesi Belkis’in tahtını getirtmek istediği
zaman, emrine verilmiş olan cinlerden bir ifrit bunu yapmayı dilemişti.
Fakat,
Hazreti Süleyman (aleyhisselâm), ona bu vazifeyi vermemiş, ilim sahibi olan
vezirine yaptırmıştır. Bundan da İfrit’in kâfir cinlerden olduğu meydana
çıkıyor.
İslâmdan
gayrılarının İfrit karşılığı olarak kullandıkları bir isimdir.
Görünmez,
her işi yapar, iri yarıdır Çok
kuvvetidir. İnsan sûretindedir onlara göre...
Doğuda
ve batıda dev inancı uzun yıllar çok tutunmuştur.
Rivayetlere,
masallara, efsanelere karışmıştır... Büyü ile yenildiği vakalar anlatılmıştır.
Yunanlılar
dev’in ilâh bildikleri Uranüs’ün yarasından akan kanlardan meydana geldiğine
inandılar.
İnançlara
göre dev, ürperti verecek korkunç bir cüsseye malikti... Kollarında yüzlerce
elleri vardı.. Ayakları yılandı. Gökyüzüne ulaşmak için dağlan sökmüş üstüste
koyarak merdiven yapmışdı... Bu devlerin fırlattığı kayalardan denize düşenler
ada, raya düşenler yine dağ olmuşlardı..
Cinlerin kuş şeklini tercih edeniydi...
Pek büyüktü...
Yardımı severdi....
İnsana görünmediği için ismi var cismi
yok diye lakablandırılmıştı.
Bu
dağ da ismi var cismi yok kabul edilirdi.
Gerisinde
cin azmanı devlerin yaşadığı, doğu inanışlarında geçerdir.
Hortlak
üzerinde de iki inanış belirmişti;
a. Hortlak, mezarlarda dolaşan kâfir
cinlerdendir.
b. Yahut, her hangi bir sebeple tekrar
dirilen insanlardır
Her
ikisi de, gerçekte, yakıştırmadır.
Hortlak,
sözüyle şeytan tarafından vesveseye sürüklenen insana gözüken bir vehim ve
hayaldir... Bazan eşilen mezarlarda kan görülmesi cesedin parçalanması, elbette
bir canavarın, yahut bir sırtlanın eseridir.
Ölünün
kefeniyle birlikte dışarıda bulunması da, öldü sanılan bir insanın mezarda
kendisine gelmesi, uğraşıp çıkması, lâkin her hangi bir sebeple mezarlıktayken
tekrar gerçekten ölmesidir.
Nitekim
aynı olaylara köy mezarlıklarında yine taşlanmaktadır... Hattâ canlanıp
evlerine dönenler vardır.
Böyle
olaylar, insan vehminin harekete geçirilerek hayal etiğini gerçek sanmasına yol
açmıştır.
Cadı,
farsçadır... (Cadu Câdû) diye okunurdu.
Cadı’nın
ne olduğu hakkında çeşitli inançlar bilhassa son yüzyıllara kadar alıp
yürümüştür ve bir çok facialara sebep olmuştur.
Bu
inançlar hem şekil, mahiyet itibariyle, hem memleketlere göre değişiktir.
Şu
guruplara ayrılabilir ;
1. Cadı, cinlerin kâfir olanlarının
kadınıdır.
2. Cadı, cinlerden hem iyilik hem kötülük
yapan, hak ve adalet dağıtan bir kadındır... Küpüne biner, süpürgesini eline
alır, anlatılan vazifesini yapardı.
3. Cadı bir
kadın cindir... Sadece kötülük yapmak için geceleri dolaşmaya çıkardı.
4. Asyadaki inanışlara göre, cadı önce
hortlardı, eğer kendisine hizmet edecek bir cin bulursa cadılaşır artık
insanlara kötülük yapardı...
Bu
inanışda ölenin hortlaması için, gece ışıksız bırakılması, yahut üzerinden kedi
atlaması yeterdi} ^Onu hortlak halinden kurtarmak maksadıyla geceleri mezarına
ateş yakılırdı...
Bilhassa
İran’da cadının bir mezar kaçkını olduğu pek revaçtaydı...Onlara göre saçları
darma dağınık, tırnaklarıyla dişleri pek uzundu...
Hattâ
kadınlar birbirleriyle şöyle söyleşirlerdi;
«Oğluna kız arıyorsan mezarlıklarda dolaşarak bir
hortlak bulamadın mı ?...».
Asyadaki
bu inanış, cadıların pisliği, çirkinliği, dağınıklığı, sihir ve büyü yapmaları
dolayısıyla, bazı sözleri, yakıştırmaları, zamanımıza kadar getirilmiştir.
İşte
bir kaç örnek
(Cadı
gibi).. (Cadı gibi dolaşıyorsun): Bu saçı başı dağınık gezenler için
söylenirdi.
(Cadı
kazanı gibi kaynamak): cadı, büyüsünü kazan başında yaptığından, halkın
dedikoduyla ortalığı kaynatması anlamında, veya benzerlerinde, mecazi olarak
kullanılmıştır.
(CâdûFen):
Sihirbazlık, büyücülük.
(CâdûGer):
Büyücü, sihirbaz.
(CâduKeş):
Büyü ve sihir yapan.
(CâdûSuhan):
İnsanı büyülürcesine.
(Cadı
süpürgesi): Karmakarışık işler.
5. Mısır’da cadı eski çağlardan kalmadır..
Halk, cadının kötü ruhlarla işbirliği yaptığına inanırdı.
6. Ne yazık ki bir zamanlar cadı, İncil’e
dahi girmişti. Fakat ilk İsrail hükümdarı, Gaybı ancak Hazreti Allah (Celle
Celâluhu)ın bileceğini söyleyerek, bu kelime neyi ve inanışı İncil’den
çıkartmıştı.
7. Yunanlılar da cadıya inanırlardı.. Fakat
ancak mezarlıklarda yaşadığını sanarak, onunla orada buluşurlardı.
8. Kiliseler inanışı:
Önceleri papaslar cadıyı (Hayal) olarak vehmettiler..
Isa ismi söylenirse yok olacağını yaydılar.
Fakat
sonraları, kiliselerde inanış ve1 amel o kadar bozuldu ki cahil papasların
elinde her şey çığırından çıktı.
Hele
bu papasların İspanyada kurdukları engisisyon mahkemeleri sırasında,
inanışlarındaki korkunç zavallılık, gericilik, meydanı alt üst etti.
Hakikaten
Avrupa, bu sözde din adamlarının1 elinde bir örümcek ağıyla boğulmuştu..
İnsanlar çırpınıp duruyorlardı.
Hem
de uzak, değü, iki yüz sene öncesine kadar.
9İjtalyada
bazı hancı hüvviyetine giren kadınların esasta birer cadı oldukları,
şeytanlarıyla (Yani cinleriyle) büyü yaparak, gelip geçen yolculardan
dilediklerine peynir yedirdiklerini ve hayvan şekline soktuklarını kabul
edenler pek çoktu.)
(Bu
inanç, daha sonraları büsbütün çığrından çıkarıldı.
Her
cadının bir şeytanı olduğu ve onun aracılığıyla (haşa) Allah kuvveti kazandığı
söylendi.
Hangi
kadından şüphe edilse, derhal yakalanıyor ve ateşe atılarak yakılıyordu.
Hele
kazara mezarlıklarda keçisini otlatan kadınlara rastlamasınlardı.. Hemen cadı
diye tutuyorlardı.
Çünkü otlattığı keçi Cini (şeytanı)ydı.
Kadınla
bu şeytan, zehirli otlardan, hayvan yahut insan cesetlerinden, idam
mahkûmlarının elbiselerinden faydalanarak diledikleri büyüyü yaparlardı.
Yeni
doğan çocukları yerlerdi.
Sözde
resmini yaptıkları herhangi bir insan derhal ölürdü)
10.
(Almanya’da cadılık kuvvetinin kazanılması için kadın erkek kötü ruhların cinsi
münasebette bulunması gerektiği inancı hâkimdi.)
Bütün
bu küfrün sonucu olarak, iki yüz sene öncesine kadar, başta İtalya olmak üzere
Rusyaya kadar olan ülkelerde, korkunç bir kadın katliamına girişildi... Cadı
diye damgalanıp milyonlarca cana kıyıldı.
Bu
töhmet altına girmek için, bedeninde her hangi anormal bir işaret olmak
yetiyordu.
Böyleleri
suya atılıyor, batarsa cadı olmadığına batmazsa cadılığına karar verilerek
öldürülüyordu.. Yani, her iki neticede de ölüm vardı.
Şimdi
hâlâ bu cadı inanışına bilhassa Yeni Zelanda, Afrika ve Kızılderililer arasında
Taşlanmaktadır.
Kızılderililere
göre cadı olmak için büyük baba, baba ve
erkek kardeşi öldürmek lâzımdır.
Bu
cinayetleri işleyip cadı olan kadınlar birbirleriyle düşmanlarına zehirli
içkiler hazırlarlardı..
Yaptıkları
büyülerde tırnak, saç, elbise parçaları, bebek beyni, ve benzeri malzeme
kullanırlardı.
Musallattan Kurtulmak
İnsan
iki türlü hastalık karşısındadır:
a. Birisi bedeni sebebledir... O yoldan
tedavi edilir.
b. İkincisi manevidir...
Yakın
zamanlara kadar, ilim manevi olan ikinci gurup hastalıkları (asabi) adı altında
(Asabiyeci) Iere tedavi ettiriyordu.
Ruhun
varlığına inanılıp, Kur’an’ı Kerim, bu cihetten de tastık edilince. İkinci bir
ihtisas peydahlandı. (Sinir ve ruh mutahıssısı) dediler ona…
Lâkin,
bu mutahassıslar, hastalığın kaynağında değişik fikirlerdedirler... Bu sebepten
verdikleri ilâçlarla ve tavsiye ettikleri usullerle, telkinlerle, yaptıkları
tedavi devamlı şifa getirmiyor...
Ancak,
şimdi hemen hemen bütün ilim erbabı, bu ikinci tip hastalıkların tedavisinde
İslam inanışına yönelmişler, yani Hazreti Allah (Celle Celâluhu) a ve şifa
kaynağı olan Kur’an’a eğilmişlerdir...
Mânevi,
ruha olan tasalluta uğramış hastalara halk dilinde (uğrama, karışma, Cin çarpması)
isimleri veriliyor.
Gerçekte cin değil, cin soyundan olan
şeytanın işidir bu..
Hastalanan
için hastalık sebepleri şunlar ve benzerleridir:
a. Göz değmesi.
b. Büyüye uğrama.
c. Cinlerin mahiyetini bilmeyip, telkinle,
onların zararlı olduğunu sanması.
d. Yine cinlerin mahiyetini bilmediğinden
telkinlerle hayal görmesi erkek bir cini, yahut periyi hayal halinde görerek
sevmesi. Yahut onlar tarafından sevildiğini sanması.
e. İnsanı fenalıklardan vaz geçirmek için
İlâhi emir neticesi.
Ruhu
tasalluta, bu sebeplerden hangisiyle olursa olsun uğrayan, bedence hiç bir
noksanı, derdi olmadığı halde, şu hallerden bazılarına uğrar:
a. Hiç sebep yokken içi sıkılır... bir
türlü gideremez.
b. Nefesi daralır... Boğulacağını sanır.
c. Kalbi normal dışı çarpar... Vehme düşer.
ç.
Daima kötümserlik, hüzün, tasa
içindedir.
d. Hiç bir işte karar veremez. Muhakeme
zafi başlar.
e. Bir kemik görse yoluna devam edemez...
eve girip çıkarken adımlarını şaşırır.
f. Sabit fikirlere tutulur, Normal dışı yaşayışa geçer... Temizlik merakı
gibi.
h. Bazıları tersini yaparlar.. Sudan
korkarlar, kirli yaşarlar.
i. Yaşayışında intizam olmaz...
Perişandır... Süflidir.
j. Dalgındır.
k. Unutkandır.
l. Tenhada yaşar.
m. Kalabalıktan hoşlanmaz, eve, odaya,
yatağa kapanır.
n. Herkesin hoşlandığından sıkılır.
o. Çabuk kızar...
p. Alıngan olur.
g. Gevşeme, halsizlik, iradesizlik,
takatsizlik, azimsizlık, neşesizlik gelir.
r. Uyku uyuyamamaya başlar.
s. iştahsızlığa müptela olur.
t. Başta ve bedende sebepsiz ağrılar
devam eder.
u. Ürkeklik ve korkaklık sarar, ü.
itimatsızlık baş gösterir.
v. Sar’a... Uyur gezerlik... havaleler...
asabi buhran... çılgınlığa kadar uzanan derece derece cinnetlere uğrar.
Bunlardan
her hangi birisine uğrayan behemahal ruhuna tasallut edilmiş bir hastadır. .
(
Tedavisi ilâçla olmaz...Çünkü ruh’a madde tesir etmez.Önce hepsinin ortak
zafere ulaştıran silâhları şunlardır:
a. Allah’a niyaz.
b. Sadaka dağıtmak...
c. Kurban kesmek...
d. Evliya ruhlarına hatim indirmek.
Kısacası
şifa ve rahmet kaynağı Kur’an’a sığınmaktır.
Hastalık
belirtilerine göre, şifa hassaları bildirilmiş sureler ve âyeti kerimeler
okunur.
Büyü
ile nazar için bunları devası usulü anlatılmıştı.
Diğerleri
için şu okuma şekli aynen uygulanır:
a. Niyyet ve niyaz.
b. Taha süresinin (110) âyetidir... (Ve
ânetil Vücuhü lil Hayyil kayyum...) diye başlar.
Meali şerifi şöyledir:
— O, onların
önlerindekileri de, arkalarındakileri de bilir. onların ilmi ise bunu
kavrayamaz.
(Tâhâ: 110 meali)
Bu âyet, her defasında besmelei şerife
ile yirmi bir kere okunur...
c. Her üç okuyuş tamamlandıkça, bir
fatiha, üç ihlas ve üç salavatı şerife Peygamber efendimizin Ravzai
Mutahharrasına ve ondan sonra Üveysel kareni efendimizin ruhaniyeti şerifesine
hediye olunur.
**
Ahmet Cemil Akıncı**
Sırlı Defin
Hazret-i
Üveysel Kareni de bir veliydi... Peygamberin rızasını almıştı., ilim
sahibiydi..
Hazreti Ali (Kerremallâhü veche) ile Muaviye arasında
Sıffıyn’de başlayacak savaş esnasında birdenbire, yüz yaşını aşmışken zuhuru,
her iki tarafı hayrete düşürmüştü..
Onu
kim ve ne ile oraya getirmişti?..
Elbette
Hüddam cinlerinden faydalanmıştı.
Ayrıca,
müminleri yatıştırıp, barıştırmak, aralarındaki davayı sulh yoluyla hal
etmelerini sağlamak baş arzusuyken, Yahudi dönmesi Abddullah İbni Sebe’nin
hilesiyle, her iki ordu kapışınca, Sebailerin silâhlarıyla şehit edilmişti.
Müminler
pek üzülmüşlerdi.
Hazreti
Üveysel Kareni’nin mübarek naşı Hazreti Ali Kerremallâhü veçhe tarafındaydı..
Üç
kabile çıkmış Üveysel Kareni’nin kendilerine ait olduğunu söyleyerek, naşı alıp
gitmek istemişlerdi.
Hazreti
Ali (Kerremallâhü veche) zor durumda kalmıştı.
Çünkü
hangi kabileyi tercih etse, diğerleriyle anlaşmazlık çıkacak ve savaşılacaktı.
Lâkin,
her üç kabile önlerine tabutlarını alarak memnun döndüler..
Burada
Veysel Kareni Hazretleri bir kerametini daha göstermişti..
Naşı
üç olmuş ve kabileler tanıyarak alıp gitmişlerdi.
Nasıl vuku bulmuştu bu?..
Veysel
Kareni Hazretleri son nefesinde, yahut ruhu henüz Sıffyen semalarındayken
durumu görmüştü gayb âlemi açılarak Allahın izniyle.. Hüddam cinlerine bunu
yaptırmıştı.
**
Ahmet Cemil Akıncı**
Cinlerle İşbirliği Yapmak Mümkün
Olur Mu?..
Varlıkları
kesin olarak bilinen onlarla işbirliği yapmak imkânı şimdi akıllara garip
gelir.
Halbuki
bir zamanlar telefon, telsiz, radyo, televizyon, buhar makinaları uçak ve
benzerleri de muhal saydırdı... Düşünmek bile çılgınlıktı.
Hepsi
oldu..
Bu
da olacaktır..
İnsanın
karşısında ermişlerin, velilerin, evliyaların, ilim sahiplerinin cinleri Hüddam
olarak kullandıklarının bitip tükenmez örnekleri varken, ilerde Hazreti Allah
(Celle Celâluhu)ın vaad ettiğinin olmayacağını sanmak hatadır...
inançsızlıktır..
Nur
üstüne nur olan Kur’an ışığı altında devamlı çalışmak, yüksünmefmek,
yorulmamak, icab eder.
Şimdiki
fezaya gidişler bir taslaktır..
İptidaidir/başlangıçtır.
**
Ahmet Cemil Akıncı**
Yahudilerin Lanete Uğrama Nedeni
Ahmet
Cemil Akıncı seneler önce şunları söyledi
O
zamanda…
Hazreti
Allah (Celle Celâluhu) ın vadi gerçekleşir
İnsan
ve Yahudi cinler de denerler…
İsrailoğullarının
Filistine, Arzı Mev’uda, girdikten sonra tekrar sapıtırlar.
İşte
o zaman Hazreti Allah (Celle Celâluhu) ın ebedî lanetine uğrarlar...
Bütün
melekler, peygamberler üzülür..
Tek
sevinecek birisi kalır..
İblis
ile ordusu şeytanlar!..
Allah
(Celle Celâluhu) ins ve cinlerin mümin cemaatlerini böyle bir akibetten
korusun!.. Hepsine hidayet nasip etsin!... Amin!...
Ahmet
Cemil Akıncı/Esentepe/İstanbul/19 Ocak/1971
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar