MEVLÂNÂ"NIN MESNEVÎ"SİNDE “ÖKÜZ” METAFORU
Ahmet ÖGKE*
“Hayvan duygusu, o sûretleri (ilâhî tecellîleri) görseydi,
öküzle eşek de vaktin Bâyezîd"i olurdu…” 1
(Hz. Mevlânâ)
Özet
Mevlânâ"nın Mesnevî"sinde “Öküz” Metaforu
Tasavvuf düşüncesinde “öküz” metaforu,
genellikle “yeme, içme, uyku ve cimâ„ gibi hayvânî ve nefsânî sıfatlar” gibi mânâları ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Biz bu çalışmamızda, “acaba Mevlânâ, Mesnevî‟sinde “öküz”
metaforunu hangi anlamlarda kullanmıştır?” temel sorusunun ce-vaplarını arayacağız. Bu bağlamda onun “öküz”e yüklediği “nefs, geçimlik dünyâ malı, hayvânî hislerine kapılıp nefsine uyan kişi, münâfık/iki yüzlü kişi, sahte şeyh/müteşeyyih/şeyh taslağı, mânevî/tasavvufî hakîkatlerden habersiz kişi, peygamberlerin ve evliyânın dâvetine kulak vermeyen kişi ve âşık” gibi metaforik anlamları irdeleyip anlamaya çalışacağız.
Anahtar kelimeler: Mevlânâ, metafor, öküz, zâhir ulemâsı, nefs, âşık.
Abstract
The Metaphor Ox
in Mawlana"s Mathnawi
The metaphor ox is generally used for meanings of animal and carnal
qualities such as eating, drinking, sleeping and sexual relation. In our essay,
we will seek answers of main question in which meanings Mawlana used the
metaphor ox. In this case, we will investigate and try to understand the
metaphorical meanings which he had attributed to ox, such as self, livelihood
worldly property, person who conform to his self as suiting his animal
emotions, hypocritical/two-faced person, false sheikh (head of a derwish
order), person uninformed of spiritual/sufistic truths, person who not pay
attention to call of prophets and
saints and lover.
Key words: Mawlana, metaphor, ox, non-mytician scholars,
self, lover.
Giriş
Sözlükte: “İğdiş edilmiş erkek sığır;
(mecâzen) saf, kalın kafalı, kābiliyetsiz, görgüsüz, beceriksiz kişi”2 anlamlarına
gelen öküz, tasavvufta metaforik olarak genellikle “yeme, içme,
uyku ve cimâ" gibi hayvânî ve nefsânî sıfatlar”ı3 ifâde
etmek üzere kullanılan bir terimdir.
Öküzün Arapça karşılığı
olan es-Sevru kelimesi Kur"ân-ı Kerîm"de hiç
geçmemekte; buna karşılık el-Bakar, el-Bakara ve Bakarât kelimeleri
kullanılmak sûretiyle, erkeğiyle (öküz) ve
dişisiyle (inek) bir bütün olarak sığır cinsi
kastedilmektedir. Bilindiği gibi, Kur"ân"ın ikinci sûresinin
adı da el-Bakara"dır. Bakara, bakarın
dişili veya tekilidir. Bakar, mandayı da içine almak üzere sığır cinsinin genel
adıdır. Buna göre bakara, erkek veya dişi sığır; yâni bir inek veya
bir öküz, bir deve veya bir tosun veyâhut bir manda olabilir.4
Hz. Mevlânâ"nın da yer yer referans gösterdiği, Bakara Sûresi 67.–73. âyetler arasında, Hz. Mûsâ(s) döneminde yaşanmış bir olay anlatılmaktadır: Rivâyete göre, çocuğu
olmayan bir İsrâiloğlunun tek vârisi olan yeğeni, malına konmak için öldürdüğü
amcasının cesedini, geceleyin gizlice başka bir adamın kapısının önüne koyar.
Sabahleyin de amcasının, o kimse tarafından öldürüldüğünü iddiâ eder. Olayın intikal
ettiği Hz. Mûsâ da vahye dayanarak, onların bir inek kesmelerini
ve ineğin bir parçasıyla (kuyruğuyla) maktûle
vurmalarını emreder. Onun tanımladığı biçimde bir inek bulup
keserler ve kuyruğuyla maktûle vururlar. Dirilen maktûl, kendisini yeğeninin
öldürdüğünü söyler.5
En"âm sûresinin 144. âyetinde de Yüce Allah, deveyi de sığırı da iki (çift, dişi ve erkek olarak) yarattığını bildirmekte ve câhiliye
döneminde Arapların, bazen hayvanların erkeklerini, bazen dişilerini,
bazen de bunların yavrularını haram saymalarının yanlışlığını hatırlatmaktadır.
Hemen iki âyet sonra ise (En"âm, 6/146), Yahudilere, azgınlıkları yüzünden
tırnaklı hayvanların tamâmı ile sığır ve koyunun
içyağlarının haram kılındığı belirtilmektedir.
Yûsuf sûresinde bildirildiğine göre, Hz. Yûsuf döneminde hükümdâr, rüyâsında, yedi zayıf ineğin yedi
semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başak ile yedi kuru
başağı görür ve rüyâsının yorumlanmasını ister. O sırada zindanda tutsak
olan Hz. Yûsuf, hükümdârın bu rüyâsını, yedi yıl bolluk, peşinden de yedi yıl kuraklık olacağı; bundan dolayı da stok yapıp kuraklık yıllarına hazırlıklı olunması gerektiği şeklinde
yorumlamıştır. Bu vesîleyle Hz. Yûsuf zindandan kurtulmuş ve
hükümdârın en güvenilir adamı olmuştur. (Yûsuf, 12/43-55).
Türk tasavvuf edebiyâtının en seçkin metaforik anlatım örneklerinden biri sayılan ve "Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıyıp, der, ne yersin
kozumu?"beytiyle başlayan şiirinde Yûnus Emre (ö.721/1321), öküz metaforunu,
insanda bulunan nefsânî ve hayvânî nitelikleri kastederek şu
şekilde kullanmıştır:
Bir öküz boğazladım, kakıldım sere kodum
Öküz ıssı geldi, eydür, boğazladın kazımı6
Yâni: ‚Bir öküzü boğazladım,
bastırdım, yere seriverdim / Öküz sâhibi biri gelip bana dedi
ki: Benim kazımı niye boğazladın?‛
Buradaki öküz, bu
şiiri yorumlayan İsmâil Hakkı Bursevî"ye (ö.1137/1725)
göre; yeme, içme, uyku ve cimâ" gibi her türlü hayvânî ve nefsânî sıfatları simgele-mektedir. Çünkü öküz,
bu tür isteklere pek düşkündür. Beytin ilk mısraında geçen öküzü boğazlamak, bastırıp yere sermek deyimleri, tasavvuf
terbiyesiyle nefsi yenmek, onun her türlü kötü vasıflarından kurtulup arınmak mânâsına gelmek-tedir.
İkinci mısradaki öküz sâhibi tamlaması da nefs-i emâresini yenememiş (nefs sâhibi) kişileri ifâde etmektedir. Beytin
sonundaki kaz kelimesi ise, yine insan nefsinde bulunan
ve fakat temiz şeylere hırs gösterme sıfatını temsîl etmektedir.
Çünkü tabiatı gereği kaz ve ördek cinsi,
murdar olan pis şeylere değil, temiz gıdâlara hırs gösterir.7
Bu durumda, söz konusu beytin metaforik
çözümlemesini şu şekilde ortaya koyabiliriz: "Ben, uzun mücâdeleler ve uğraşılar sonunda nefsimi
yenip, onun her türlü kötü vasıflarından arınmıştım ki, nefsini henüz yenememiş biri gelip:
"Sen, benim güzel şeylere olan hırsımı da öldürdün!" diye bana hesap sormaya kalkıştı. Çünkü bende etkisiz hâle getirilmiş olan
hırs ve tamah gibi nefsânî hasletler, onda diri halde bulunmaktaydı ve bu
yüzden gelip benimle tartışmaya girişti. Zira benim nefsim, vaktiyle onun
nefsine dost, arkadaş ve hattâ kardeş idi. Ben, kendi nefsimi tasavvufî
riyâzet ve mücâhedelerle terbiye edip öldürünce, o da gelip: "Sen, benim kardeşimi niye katlettin?"
diye beni sorgulamaya kalktı."8
Bu kısa girişten sonra, "acaba Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî"sinde “öküz” metaforunu
hangi anlamlarda kullanmıştır?" sorusunun yanıtlarını aramaya geçebiliriz:
1. Nefs
Mevlânâ"nın öküz kelimesine
yüklediği en yoğun metaforik anlamlardan biri nefstir. Mesnevî"de öküz, insanın mânevî yükselişine engel olan, onu yoldan alıkoyan, saptıran,
hakîkati perdeleyen nefsânî ve bedensel
duyguları ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Nefsinin
esîri olmuş kişiler ise, doymak bilmez bir açgözlü ve bu
açgözlülüğü yüzünden de içine düştüğü nefsânî ve dünyevî kaygılar sebebiyle telef olup giden
birer öküz olarak tasvir edilmiştir. Bu mânâ, Mevlânâ"nın
anlattığı obur öküz hikâyesinde en güzel şekliyle canlanmaktadır:
Büyük bir adada, obur bir öküz yaşarmış.
Yüce Allah, o adayı otlarla, çayır– çimenle doldurur; öküz, akşama
kadar hepsini otlar, bir dağ parçası gibi şişer, semirir; gece olunca da "bütün ovayı otladım, hepsini bitirdim; yarın ne yiyeceğim?" korkusuyla derde
kapılır; bir türlü uyuyamaz; bu dertle zayıflayıp âdetâ kuru bir çöpe dönermiş. Sabahleyin kalkınca, yine bütün ovayı,
önceki günkünden daha yeşil, daha bol çayır–çimenle dolu bulur; yine yer, içer,
semirir; geceleyin yine aynı derde düşermiş. Yıllardır bunu görür; fakat bir
gün bile Allah"a yine güvenmezmiş. (V/234).9
Hz. Mevlânâ, obur öküzün hikâyesini anlattıktan sonra, bu hikâyenin
metaforik çözümlemesini ve asıl vermek istediği mesajı, kendisi şöyle verir:
"İşte nefs, o öküzdür, ova da dünyâ. Nefs, ekmek korkusu ile dâimâ zayıflar durur. / "Gelecek
zamanlarda ne yiyeceğim? Yarının rızkını nasıl ve nerede elde edeceğim?"
derdine düşer. / Yıllardır yedin; yiyeceğin eksilmedi. Artık biraz da gelecek düşüncesini bırak da geçmişe bak! / Yediğin rızıkları hatırına getir; geleceğe bakma da az sızlan!" (V/235).
Mevlânâ"nın burada
insanlara vermek istediği mesaj açıktır: Hikâyedeki obur öküz gibi,
sürekli dünyânın nefse hoş gelen bedensel lezzetlerinin
kaygısıyla boğuşup onun sıkıntısını çekip duracağına; bunları bırak da rûhunu doyuracak mânevî gıdâlara ve hazlara yönel! Seni asıl kurtaracak olan, o
mânevî değerlerdir.
Allah"ın verdiği nimetlere karşı
nankörlük etmemek için, öküz nefsi sevip durmaktan kurtulmak
lâzımdır. Ancak öküz tabiatlı olanlar, kendisine
verilen sayısız ve sonsuz nimetleri görür de, onu veren Allah"ı görmezler. Mevlânâ şöyle der:
"O öküze âşık oldukça, şu üç yüz yıllık uzaklıktan
kurtulamazsın. / Onların da gönüllerinden öküzün hayâli çıkmadıkça, ıssız bir girdâba
benzeyen o çölde (dünyâya gönül vermede) kaldılar. / Bu öküzü bir
tarafa bırak! Allah"tan sonsuz lutuflara ermiş, nihâyetsiz nîmetler görmüşsün. /
Fakat öküz tabiatlısın; onun için o büyük büyük iyilikler,
bu öküzün aşkı ile gönlünden gidiverdi." (Nahîfî Çevirisi,
VI/352-353).
Öküz tabiatlı nefsin esâretinden kurtulup rûhî / mânevî yüceliklere yönelmemiz
gerektiğini, Mevlânâ"nın bir başka yerde kullandığı, Mûsâ"nın
öküzünün kuyruğunun vurulmasıyla dirilen adam metaforuyla daha iyi anlıyoruz:
"Mâden (içinde rûhî / mânevî cevherler olan kimse) de der ki: "Yiğit! Beni bağla! Öküz kuyruğundan yapılma kamçı ile
başıma, sırtıma vur! Fakat deşeleme! / Kamçı
yarasından hayat bulayım. Mûsâ"nın öküzü yüzünden dirilen
maktûl gibi dirileyim. / Öküz kuyruğundan yapılma kamçının açtığı
yaradan iyileşeyim. Mûsâ"nın mûcizesiyle dirilen o öldürülmüş adam gibi
canlanayım. / O öldürülmüş adam, öküz kuyruğu kamçısının açtığı
yaradan dirildi. Bakır gibi, kimyâ yüzünden altın oldu.
/ Sıçrayıp kalktı, sırları söyledi, kanını dökenleri gösterdi. / "Beni
bunlar öldürdü, bu fitnenin tohumunu bunlar ekti" diye açıkça söyledi.
(Bk. Bakara, 2/67-73) / Bu ağır beden de öldürüldü mü, sırları
bilen ruh varlığı dirilir. / O adamın canı, cenneti de görür, cehennemi de.. Bütün sırları da tanır, bilir. / Kanlı şeytanları,
hîle ve hud"a tuzağını ve şeytanlıkları gösterir. / Kuyruğunun
açacağı yara yüzünden can kurtulsun diye öküz kesmek, yol şartlarındandır. / Sen de tez öküz nefsi tepele de gizli ruh dirilsin, akıllansın."
(11/110).
Buradaki öküz kesmek deyimi
ile, Yûnus Emre"nin başta zikrettiğimiz şiirinde geçen öküz
boğazlamak deyimi arasında bir benzerlik kurulabilir. Öküz kesmek: Nefsi eğitmek, yenmek, alt etmek demektir. "Öküz kesmek, yol şartlarındandır" derken Hz. Mevlânâ, nefs terbiyesi yoluyla
onun her türlü kötülük, kabalık ve çirkinliklerinin giderilmesinin, temizlenip arındırılmasının,
tasavvufun temel esasları arasında yer aldığını metaforik bir dille
belirtmektedir. Öyleyse, ruh, bedenin her türlü nefsânî ve hayvânî istek ve dürtülerinden kurtulsun diye, Mûsâ"nın öküzünün kuyruğuyla nefse vurmak; yâni mürşid-i
kâmilin nefse ağır gelen birtakım riyâzet ve mücâhede yöntemlerini nefse
yüklemek gerekmektedir. Nefsin esâretinden, ancak o zaman
kurtulunabilir.
Zira nefs, kâmil bir şeyhin terbiye
yöntemlerine tâbi kılınabilirse, zor da olsa, eninde sonunda kabalıklarından
arınıp incelecek, söz dinler hâle gelecektir. Bu durumu, Hz. Mevlânâ şöyle dile getirir:
"Nefs, şeyhle adım attığını, ona uyduğunu görürse zorla sana râm olur. / Öküz
sâhibi de Dâvud"un sözünü anlayınca râm oldu. / Şeyh sana dost oldu mu, avda aklın, köpek nefse gâlip
olur. / Nefs, yüzlerce hîle, hud"a sâhibi bir ejderhâdır.
Fakat şeyhin yüzü, o ejderhânın gözüne karşı tutulan
bir zümrüttür. / Öküz sâhibini zebûn etmek istersen,
onu eşekler gibi bizle,
o tarafa sür, be hoyrat adam!" (III/207).
Şu halde, öküz nefsi dizginlemek
isteyen, rotayı meşâyihin güzergâhına çevirmek, onların yollarına râm olmak
zorundadır. Nefsi öldürmek, yâni onu denetim
altına alıp kendine köle yapmak, ancak şeyhin direktifleri doğrultusunda
onu aklın (akl-ı maâd) emrine
vermekle gerçekleşebilir. Mevlânâ şöyle der:
"Nefsini öldür de âlemi dirilt! Nefs, efendisini öldürmüştür; sen, onu kendine kul, köle yap! / Kendine gel, öküzü dâvâ eden, senin nefsindir;
kendisini efendi yerine koymuştur; ululuk taslamaktadır. / Öküzü
öldüren de aklındır. Hadi, artık ten öküzünü öldüreni inkâr etme! / Akıl bir esirdir; dâimâ
Hak"tan zahmetsizce bir rızık, tabak tabak nîmetler ister. / Onun
zahmetsizce rızıklanması neye bağlıdır? Kötülüğün aslı olan öküzün
öldürülmesine. / Nefs, "Benim öküzümü nasıl olur
da öldürürsün?" der. Çünkü nefs; öküz, ten sûretidir. / Velînimet-zâde olan akıl, ihtiyaçlar içinde kalmış,
kanlı kâtil nefs, efendi olmuş, öne geçmiş! / Zahmetsiz rızık
nedir, bilir misin? Ruhların gıdâsı, peygamberlerin rızıkları. / Fakat bunu
elde etmek, öküzü öldürmeye bağlıdır. Hazîne, öküzün
içindedir; ey hazîne arayan, yerleri kazıp duran!" (III/203-204).
2. Geçimlik Dünyâ Malı
Hz. Mevlânâ, geçimlik dünyâ malını, "bir öküzün, ısrarla
duâ eden adamın evine koşup gelmesi" hikâyesiyle anlatır. Hikâyeye
göre, adamın biri, kendine dünyâlık mal-mülk vermesi için sürekli Allah"a
yalvarıp durmaktadır. Nihâyet birgün, yine ağlayıp inleyerek yalvarırken,
birden bire bir öküz, o adamın evinin kapısını
iki boynuzuyla kırarak eve dalar. Adam da derhal öküzü yakalayıp yere
yatırarak keser ve bir güzel ondan nîmetlenir. Mevlânâ"ya
göre, Peygamber Efendimiz"in(s) : "Şüphe
yok ki, Allah duâda ısrar edenleri sever" sözü gereğince, Cenâb-ı Hak, ısrarla dünyâlık isteyen o adama eninde
sonunda dünyâ nimetini göndermiş, onu ondan esirgememiştir. (III/120).
Bir başka yerde Hz. Mevlânâ, o
adamın dilinden olayın finalini şöyle aktarmaktadır:
"Halktan hem gizli sor, hem de âşikâre... Bak, bu eski
hırkalı yoksul neler söylüyor, nasıl duâ ediyordu, anla! / Bu duâlardan, bu
feryatlardan sonra bir de baktım ki evime bir öküz girivermiş.
/ Gözüm karardı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi, diye sevindim hani. /
O ayıpları bilen Allah, duâmı kabul etti; buna şükran olsun diye öküzü kestim." (III/193).
Mevlânâ"nın belirttiğine
göre insan, dünyâlık mal-mülk elde etmek için sâdece ısrarla onu Allah"tan
istemekle yetinmez; çoğu kez, kendi öküz nefsini tatmin
için, dünyâlık elde etmek amaayla hak-hukuk taramaz bir zâlim kesilir. Oysa Cenâb-ı Hak, her gün ona sayısız öküz ve deve (dünyâlık
mal-mülk) verip durmaktadır. Mevlânâ, olayı şöyle tasvir eder:
"Bu hak-hukuk tanımaz zâlim gibi, bir öküzceğiz için bunca
hîlelere girişti. / Halbuki o, efendisinden yüzlerce öküz,
yüzlerce deve almıştı. Babacığım, işte senin nefs dediğin
de budur. Tek hemen ondan kesile gör!" (III/200).
3. Hayvânî Hislerine Kapılıp Nefsine Tapan Kişi
Hz. Mevlânâ, insanda bulunan hayvânî hisleri terbiye edip nefsânî özelliklerden insanı kurtarabilecek donanıma sâhip kişinin, ancak Allah dostu bir velî olabileceğini söyler. Çünkü evliyâda, sıradan insanda bulunan hayvânî hislerden çok farklı, bambaşka bir ruh ve akıl vardır. O, terbiyesini bu iki temel
farklı meziyetiyle gerçekleştirmektedir. Bu gerçeği Mevlânâ şöyle
dile getirir:
"İnsanda öküzün, eşeğin anlayışından ve
canından başka bir akıl, başka bir can vardır. / O deme erişen, o makamda Allah velîsi olan kişide de, insanda-ki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. / Hayvânî canlarda birlik yoktur... Sen bu birliği, rüzgârın
rûhunda arama! / Bu hayvânî can ekmek yese, insânî rûhun karnı doymaz; bu yük çekse, o sıkıntı
çekmez! / Hattâ onun ölümüyle bu hayvânî ruh, neşelenir,
sevinir... İnsânî rûhun bir şey elde ettiğini
görünce de hasedinden ölür!" (IV/34).
Demek ki evliyânın insana verdiği terbiye,
ondaki rûhun hayvânîlikten kurtulup insâniyet mertebesine yükselmesini
sağlamaktadır. Esâsen tasavvufun ana gâyesi de insandaki hayvanlık sıfatlarını giderip, onu yaratıkların en şereflisi olan insanlık mertebesine yüceltmektir.
Eğer bir insan, peygamberlerin yoluna ve
onların vârisleri olan evliyânın terbiyesine girmemek için direnirse, öküzlüğü ve eşekliği onda
bâkî kalır; şirke ve küfre düşmekten kendini kurtaramaz. Mevlânâ der
ki:
"Öküz, elbette bir buzağıyı Tanrı tanır. Eşek,
müşteri olup bir şey alsa, elbette ham kavun alır." (II/160). "Hayvan duygusu pâdişâhı
görseydi, öküz ile eşek de Allah"ı görürdü. / Sende hayvan duygusundan başka, hevâ ve
hevesten ayrı bir duygu olmasaydı, / Âdemoğlu, nasıl muazzez ve mükerrem olur, nasıl hayvan ile
ortak bir hisle (ilâhî) sırra mahrem olurdu?" (II/5).
İşte insan, hayvan duygusundan
kurtulup insanlık mertebesine yükselemediği sürece, gözü basit dünyevî nîmet ve
lezzetlerden başka bir şey görmez; rûhun gıdâsı olan mânevî hazlardan habersiz
kalır. Mevlânâ, böyle kimseyi, Bağdat"a dalan öküz metaforuyla tasvir eder:
"Öküz, Bağdat"a geliverir... Bir ucundan öbür ucuna kadar
şehri dolaşır... / Bütün o yaşayıştan, o güzelliklerden, o lezzetlerden, ancak
ve ancak sokaklardaki karpuz kabuğunu görür! / Öküzün
yâhut eşeğin seyrine lâyık olan şey, sokaklara atılan samanlarla yollarda biten
otlardır!" (IV/192).
O halde hayvanlık derekesinden kurtulmak
isteyen, hayvansal içgüdüleriyle ve dürtüleriyle davranmak yerine, insana
yakışır şekilde rûhî / mânevî kābiliyetlerini geliştirerek yücelmelidir. Çünkü:
"O (Allah), bir gizli yerde (ruhta, sırda) duyulur; ama bu evin duyguları (bedensel duyular) ile duyulmaz. / Allah"ın anlaşılacağı, duyulacağı
duygu, bu dünyânın duygusu değildir; o duygu, başka bir duygudur. / Hayvan
duygusu, o sûretleri (ilâhî tecellîleri) görseydi, öküzle eşek de vaktin Bâyezîd"i olurdu." (VI/175).
Vaktin Bâyezîd"i olmayı
başaranlar, türlü ilâhî mânevî nîmetlerle rızıklanır dururlar. Ya
başaramayanlar?
"Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü, gül bahçesini temâşâ etmedikçe,
lokma nasıl siner? / Allah"ı ummadan, bu suyu bir an bile kim içer? Ancak öküz ve eşek!.. / Hayvan
gibi olanlar, hattâ ondan da aşağı bir dereceye düşmüş bulunanlar (Bk. A"râf, 7/179; Furkan, 25/44),
hîleyle dolu olsa bile, yine pis, murdar, kokmuş kişilerdir. / Böyle kişinin hîlesi de baş aşağı olmuştur, kendisi de. Zamanı geçip gitmiş,
günü bir türlü gelmez olmuştur. / Düşüncesi körleşmiş, aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir..." (II/236).
Düşüncesi körleşen, aklı bozulan kimseler,
tıpkı tek gözlü şeytan gibi, sadece dünyevî ve hayvânî zevklerden haz aldıkları
için nefslerine tapıp durmaktan başka bir şey bilmezler. Bu yüzden de onlar alçaldıkça alçalmakta, değerleri düştükçe düşmektedir. Hz. Mevlânâ, bu durumu şöyle ifâde eder:
"İki gözle evveli–sonu gör! Kendine gel, İblis gibi tek gözlü olma! / Tek gözlü ona
derler ki, yalnız içinde bulunduğu hâli görür... Hayvanlar gibi başka
şeyden haberi yoktur. / Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezâsı, bir
gözü çıkarma cezâsıdır. Çünkü onda şeref yoktur ki! / Öküzün iki gözü,
değerinin yarısıdır. Çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin!" (IV/140).
Tek gözlü şeytan gibi hayvânî hislerine
kapılıp nefslerine tapan öküz tabiatlı yaratıklar, eğer
yeryüzünde hâkim olmaya kalkarlarsa, vay insanlığın hâline! Hz. Mevlânâ, şu mısralarında, sanki yaşadığı dönemden 700 küsur yıl sonrayı, günümüzü anlatmaktadır:
"Şimdi (günümüzde), gizli şeyler, alacalı öküze benzer.
Söz iği, âlem içinde yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür. / Şimdi, yüzlerce
renge boyanma (çok yüzlülük), yüzlerce gönül sâhibi olma (münâfıklık) devri.
Tek renkli (dosdoğru) olma âlemi, nereden tecellî edecek? / Şimdi zencilik zamanı. Rum diyârına mensup olanlar (Anadolu insanı), yâni beyaz güzeller gizli.
Şimdi gece; güneş gizli. / Kurdun devri, Yûsuf kuyunun dibinde. Kıptîlerin
nöbeti; Firavun, pâdişah şimdi. / Bu sûretle de kimseden esirgenmeyen rızıktan, herkese lüzumlu–lüzumsuz sırıtıp duran
şu köpekler de birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım. /
"Gelin!" buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler. / Bu emir geldi mi, o aslanlar, yayıldıkları yerden çıkarlar. Allah, onlara, perdesiz olarak yayılacakları, geçinecekleri yeri gösterir. /
İnsanın mâhiyeti olan insanlık, karayı da kaplar, denizi de. Alacalı öküzler, o kurban gününde kesilirler. / O kurban günü, korkunç bir kıyâmettir.
Mü"minlere bayramdır; öküzlere ise helâk olma günü."
(VI/149-150).
4. Münâfık / İkiyüzlü Kişi
Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî, yaptığı işlerde ve davranışlarında ilkeli ve tutarlı olmayan, bir öyle
bir böyle davranan, esen rüzgâra göre renk ve şekil değiştiren, inandığı gibi yaşamayan, iki yüzlü / münâfık kişileri;
yarısı siyah, yarısı beyaz, alacalı öküze benzetir:
"Görüyorsun ya; bu bir kişide iki iş de var; gâh balık oluyor, gâh olta! / Yarısı mü"min, yarısı kâfir! Yarısı
hırs, yarısı sabır! / Allah: "İçimizde mü"min de var, kâfir ve eski putperest de" dedi. / Öküz gibi...
Yarısı kara, yarısı ay gibi bembeyaz! / Bu yarısını gören onu almaz; öbür tarafını gören ise almak
ister, üstüne düşer." (II/46-47).
Tıpkı alacalı öküzün
beyaz tarafını görenin onu almak istemesi, siyah kısmını görenin ise vazgeçmesi
gibi; ikiyüzlü / münâfık kişinin de iyi, güzel ve dürüst
yönlerini gören, onunla dost olmak ister; ama çirkin yüzünü, kötülüklerini, kabalıklarını ve
ihânetlerini gören de ondan kaçar.
5. Sahte Şeyh / Müteşeyyih / Şeyh Taslağı
Mevlânâ, gerçekte şeyhlik
kābiliyet ve yetkisine sâhip olmadığı halde şeyhlik taslayan müteşeyyihleri,
Cenâb-ı Hakk"ın sınaması sonucunda iki boynuzunun
belirmesi sâyesinde foyası meydana çıkan öküzlere benzetir:
"Aşağılık bir adam, terzilik dâvâsına kalkışsa; pâdişah, onun önüne bir atlas kumaş atar, / "Bundan bir geniş kaftan yap!" der. Bu sınamayla, yersiz dâvâya kalkışanın başında iki boynuzdur
peyda olur, öküzlüğü anlaşılıverir.../ Kendini Cüneyd ve Bâyezid gösteriyorsun..
Yürü be! "Ben, baltayı kilitten fark edemem ki"
diyorsun ama. / A düzenbaz! Kötülüğü, tembelliği, kızgınlığı ve ihtirâsı, bu sersemlikle
nasıl gizleyebileceksin? / Kendini Hallâc-ı Mansûr göstermede,
dostların pamuğuna ateş urmadasın... Kendini öyle pek yol erlerinden
sanma! Sen, yol kesicilerin adamısın." (III/54-55).
Buradaki terzilik mürşidliği; pâdişah Yüce
Allah"ı; atlas kumaş insandaki "insan olma"
kābiliyetini; kaftan kâmil insanı; iki boynuz sahte
şeyhin açığa çıkan foyalarını ve öküz de şeyh taslağını simgelemektedir. Sahte şeyh, kendini vaktinin Cüneyd"i, Bâyezîd"i
olarak tanıtır; hattâ tasavvufun ilk aşk şehîdi Hallâc-ı
Mansur"luk iddiâsına kalkışır. Oysa lâyık olmadığı halde onun yaptığı
bu iş, gerçek Hak dostlarının yolunun, tasavvufun yanlış tanınmasına sebep
olmaktadır. Dolayısıyla böyle bir sahte şeyh, tasavvuf
yolunun bir eri olmak bir yana, olsa olsa
bir yol kesici / harâmî olabilir.
6. Mânevî / Tasavvufî Hakîkatlerden Habersiz Kişi
Mevlânâ, mânevî ve tasavvufî
hikmet ve hakîkatlerden habersiz kişiyi, Mesnevî'sinde anlattığı bir hikâyedeki, denizden
mücevher çıkarıp onun ışığıyla geceleyin otlayan su sığırı metaforuyla
tasvir eder.
Hikâyeye göre, su
sığırının biri, denizin dibinden bir mücevher çıkarıp deniz kıyısına koyar
ve geceleyin onun ışığıyla otlamaya başlar. Durumu izlemekte olan bir inci
tâciri, sığırın mücevherden uzaklaştığı
bir anda, pusuya yattığı yerden çıkar, o taşı balçıkla örter, kendisi de
ağaçların arasına tekrar gizlenir. Mücevherin ışığının kesildiğini
gören sığır, bunu yapanı bulup boynuzlamak için
çayırın etrafını deli danalar gibi defalarca hışımla dolaşır; ama bir
türlü tüccarı bulamaz. Sonunda çâresiz,
yine denizin kıyısına, mücevheri koyduğu yere
gelir; fakat balçıkla örtülmüş olduğu için artık onu bulamaz (VI/231). Hikâyenin tam da burasında sözü alan Mevlânâ, insanları şöyle uyarır:
"Şeytan bile toprağı anlamadıktan, toprağa karşı kör ve sağır kesildikten sonra, artık
toprakta mücevher olduğunu, öküz nereden
bilecek? / ... / "İnin!" emri, cam bedene soktu da Âdem incisi, toprakta gizlendi. / Onu tâcir bilir;
fakat öküz bilmez. Gönül ehli olanlar
anlarlar; fakat her toprak kazan, anlamaz." (VI/232)
Hikâyedeki deniz, uçsuz
bucaksız mârifet ve hikmet bilgisini; mücevher, ondan
çıkarılan tasavvufî I mânevî hikmet ve hakîkat parçacıklarını; inci
tâciri, yüce irfânî değerlerden haberdar olan ve bunların
kıymetini çok iyi bilen mürşid-i kâmili ve su
sığırı da bütün bunlardan habersiz ve kıymetini takdir etmekten yoksun ahmak kimseyi simgelemektedir.
Öyleyse, insanoğlu cennetten yeryüzüne indirildikten sonra onun toprak
bedenine gömülen içindeki cevheri, yâni
rûhî ve mânevî hakîkat ve değerleri; bunların kıymetini takdir etmekten âciz su sığırı tiynetli kimseler değil, ancak
insandaki o eşsiz cevherin değerini bilen kâmil insanlar bulup
çıkarabilirler. Hikâyenin sonunda Mevlânâ"nın: "onu tâcir bilir, öküz bilmez" demesinin
anlamı budur.
7. Peygamberlerin ve Evliyânın Dâvetine Kulak Vermeyen Kişi
Hz. Mevlânâ, peygamberlerin ve onların mânevî mîrasçıları konumundaki
evliyânın insanlığa sunduğu dâvete kulak vermeyen kimseleri, kendi öküzlüklerinden dolayı o yüce insanları
da öküz sanan kimseler olarak tasvir eder. Oysa
gerçekte peygamberler ve veliler, insandaki öküzlük sıfatlarını
parçalayıp yok etme gücüne sâhip birer as/andırlar. Mevlânâ"ya göre, en âdî öküz bile, böyle bir aslan önderin terbiyesine girerse, kendi
de aslanlaşır. Fakat yalnızca öküzlükten hoşlanan
bir kimse, boşu boşuna aslanlığı aramaya
kalkışmamalıdır:
"Öküz sûretindeki aslan (peygamber ve velî kişi) gibi. Onu uzaktan
görürsün; ama içini deşmeye kalkışma! / Deşersen, ten öküzünü terk et! Çünkü o aslan huylu, öküzü paralar.
/ Öküz tabiatı, seni başından eder; hayvanlık huyu, seni
hayvanlıktan ayırır. / Öküz bile olsan, onun (peygamber ve velî kişinin) yanında aslan kesilirsin. Fakat sen öküzlükten hoşlanıyorsan, aslanlığı arama! / Mısır azîzi, gayb gözüne
kapı açıldığında, rüyâda, / Yedi semiz ve besili öküzü, yedi tâne
zayıf öküzün yediğini gördü.10 / O zayıf öküzler,
hakîkatte aslanlardı. Böyle olmasa, o öküzleri
yiyemezlerdi. / Şu halde iş eri (evliyâ) de sûrette insan görünür; ama
hakîkatte onda insanı yiyen bir aslan gizlidir. / Adamı
güzelce yer; onu tek, mücerret bir hâle getirir. Derdi varsa tortusunu süzer,
saf bir hâle sokar. / O, bir dert yüzünden bütün tortulardan kurtulur, ayağını
sühâ yıldızının başına kor!" (V/77-78).
Mevlânâ, yine Mesnevî"sinde anlattığı, "köylünün,
karanlıkta aslanı öküz sanıp
okşaması" hikâyesinde de, insandaki öküzlük sıfatlarını parçalayıp öldüren aslan konumundaki kâmil insanların cehâlet karanlığı yüzünden kıymetlerinin bilinmediğinden
dem vurmakta ve onların irşad ve öğütlerinin ne kadar muazzam olduğunu şöyle
ifâde etmektedir:
"Köylünün biri, öküzünü ahıra
bağlamıştı. Aslan gelip öküzü yedi, yerine kendisi geçip oturdu. / Köylü,
geceleyin ahıra gidip köşeye, bucağa el atarak öküzü aramaya
koyuldu. / Elini aslana sürmekte, sırtını, yağrısını yukarı aşağı
okşamaktaydı. / Aslan: "Aydınlık olaydı
ödü patlar, yüreği kan kesilirdi. / Fakat şimdi pervâsızca beni okşuyor,
kaşıyor. Çünkü gece vakti beni öküz sanıyor" demekteydi.
/ Hak da: "Ey mağrur kör! Tur dağı benim adımdan paramparça olmadı mı? / Eğer
biz kitâbımızı dağa indirseydik; dağ parçalanır, yerinden kopar, başka bir yere
göçerdi. / Eğer Uhud Dağı, beni anlasaydı; o dağdan ırmak ırmak kan
akardı" deyip duruyor. / Sen bu adı babandan, anandan
işittin de onun için bu ada gâfilce yapıştın. / Bu sırrı taklitsiz anlasan,
Allah'ın lutfuyla nişansız bir hâle gelir, hâtife benzersin." (11/39-40).
Hikâyedeki köylü, kendinden
habersiz ve kılavuzsuz câhil kimseyi; öküz, insandaki
hayvânî ve nefsânî nitelikleri; ahır, dünyâ ya
da beden zindanını; aslan da insanlardaki nefsânî,
hayvânî ve bedenî hırs ve şehvetleri yok eden peygamber ve velî gibi kâmil
insanı simgelemektedir. Câhil köylüler, içine
düştükleri cehâlet karanlığı yüzünden, kendilerindeki öküzlük özelliklerini
yok eden aslan gibi kâmil insanların kıymetini
bilmemekte, onları da kendileri gibi öküz sanmakta ve
dolayısıyla onların öğüt ve dâvetlerine kulak tıkamaktadırlar. Oysa
onlar, ana ve babalarından mîras olarak devraldıkları Müslümanlık anlayışlarını biraz
yükseltip, kâmil kimselerin terbiyelerinden nasiplerini alsalardı, öküzlükten kurtularak
ilâhî hikmet ve mârifet sırlarını taklitsiz ve aracısız algılayıp anlayabilme
kapasitesine kavuşurlardı.
8. Âşık
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız
olumsuz anlamlarıran yara sıra Mevlânâ, Mesnevî"nin bir
yerinde, öküz metaforuna, "âşık" gibi
yüce bir mânâ da yüklemektedir. O âşık ki, mâşûku olan
Cenâb-ı Hakk"ın, celâlî tecellîlerinin bir netîcesi olarak kahrını
gösterip cilveler yapması karşısında tahammül gösterememiş ve O"na olan
aşkında eksiklik ortaya çıkmıştı. Fakat daha sonra, yaptığı hatâyı anlayıp
pişman olmuştu. Bundan sonrasını, o âşıkın dilinden
konuşan Hz. Mevlânâ anlatmaktadır:
"(Âşık dedi ki: Ben) Hîleye saptım: O (mâşuk / Cenâb-ı Hak), bana kızmıştı; yapmak istediği şeye
engel oldum, hışmından kaçtım, diye pişmânım. / Söyleyin; kızgınlıkla bana ne
yapmak istiyorsa yapsın. Bu (bana) kurban bayramıdır, âşık da kurbanlık!
/ Öküz, uyur, istirahat eder, bir şey yerse; kurban bayramı için
besleniyor demektir. / Beni, Mûsâ"nın kurban edilerek ölüyü dirilten öküzü bil! Parçalarımdan bir parça bile, hür kişinin tutuklanmasına sebeptir. / Mûsâ"nın öküzü de kurban olmuştu. En küçük bir parçası bile, bir öldürülmüşe hayat verdi. / "Öküzün bâzı yerleriyle
(kuyruğuyla) ölüye vurun!" (Bakara, 2/73) hitâbı geldi; vurdular. O
öldürülmüş adam, dirildi, fırlayıp kalktı." (III/318-319).
Buradaki kurbanlık öküz, Hakk"a âşık olan
kimseyi; kurban bayramı da Allah yolunda kendini kurban eden âşıkın mâşûkuna kavuşmasını ifâde etmektedir. Tıpkı Hz. Mûsâ"nın kurban edilerek ölüyü dirilten ve anlattıklarıyla hakîkatin ortaya çıkmasına vesîle
olan öküzü gibi, o âşıkın en küçük bir
zerresi bile ölü gönüllere hayat verir; kalpleri ölmüş nice insan, onun mesajlarıyla dirilir, hayat bulur.
Sonuç
Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan netîceye göre, Mevlânâ"nın Mesnevî"de öküz metaforuna
yüklediği anlamlar, ana hatlarıyla şöyledir:
1. Her türlü hayvânî ve süflî dürtü ve ihtiyaçları yüzünden olmadık sıkıntılar çeken,
doymak bilmez / açgözlü nefs,
2. Sınırlı / çok kısa bir süre için işe yarayan geçimlik dünyâ
malı,
3. Hayvanî hislerinin tutsağı olup nefsine tapan kişi,
4. İş, tutum ve davranışlarında ilkeli ve
tutarlı olmayan, bir öyle bir böyle davranan, esen rüzgâra göre renk ve şekil
değiştiren, inandığı gibi yaşamayan, ikiyüzlü /münâfık kişi,
5. Gerçekte şeyhlik kâbiliyet ve yetkisine
sâhip olmadığı halde şeyhlik iddiâsında bulunan sahte şeyh,
6. Mânevî / tasavvufî hikmet ve
hakîkatlerden habersiz, burların kıymetini bilmekten âciz kişi,
7. Öküzlük sıfatlarından kurtulamaması
sebebiyle peygamberlerin ve evliyânın öğüt ve dâvetine kulak vermeyen kişi,
8. Hz. Mûsâ"nın kurbanlık
öküzü gibi, Hak yolunda kendini kurban eden Hak âşığı.
Esâsında Mevlânâ"nın "öküz" metaforuyla
anlatmaya çalıştığı varlık, "insan"dan başkası
değildir. Gündelik hayâtımızın her safhasında, bu tür insan
tipleriyle karşılaşmamız mukadderdir.
Mesnevî"nin başından
sonuna kadar hemen her konuda olduğu gibi, öküz metaforunda
da Mevlânâ"nın en temel kaynağı Kur"ân-ı
Kerîm"dir. Mesnevî"deki öküz metaforunun
geçtiği hemen her yerde, gerek doğrudan Kur"an âyetlerini
referans alma şeklinde olsun, gerekse çeşitli âyetlere zımnen gönderme ve
îmâlarda bulunmak sûretiyle olsun, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî"nin,
görüşlerini Kur"ânî irfan ışığında ortaya koymaya büyük önem verdiği
görülmektedir.
Hz. Mevlânâ"nın, "sadece
zâhirî ilimleri elde etmekle kemâle erdiğini sanan, zâhirci bakış açısının
ötesindeki metafizik ruh ve bilgiden yoksun ve fakat yine de kendini allâme-i
dû-cihan sayan kimseler" için söylediği, birer darb-ı mesel
niteliğindeki şu mânidar sözlerini tekrar vurgulayarak yazımıza son verelim:
“Hayvan duygusu pâdişâhı görseydi, öküz ile eşek de Allah"ı görürdü.” (II/5). “Hayvan duygusu, o sûretleri
(ilâhî tecelllîeri) görseydi, öküzle eşek de
vaktin Bâyezîdi olurdu” (Vl/175).
* Doç. Dr., Yüzüncü Yıl
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Tasavvuf Anabilim Dalı, ahmetogke@hotmail.com
1 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûrrû, Mesnevî, çev.: Veled İzbudak,
Gözden Geçiren: Abdulbâki Gölpınarlı, 2. baskı, İstanbul 1990, c. VI, s. 175.
2 D. Mehmet Doğan, Büyük
Türkçe Sözlük, 11. baskı, İstanbul 1996, s. 874.
3 Ahmet Ögke, Elmalı Erenlerinde Mânâ Dili, Elmalı Belediyesi Yayını, Ankara 2007, s. 120.
4 Suat Yıldırım, Kur"ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, İstanbul
2001 (Bakara, 2/67. âyetin meâlindeki açıklama).
5 Hasan Tahsin Feyizli, Feyzü"l-Furkân Kur"ân-ı Kerîm Meâli,
3. baskı, İstanbul 2006, s. 11. İlgili âyetler (Bakara, 2/67-73), meâlen
şöyledir: 67. Mûsâ, kavmine: "Allâh size mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor" demişti. Onlar:
"Bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. (Mûsâ da:) "Câhillerden olmaktan Allah"a sığınırım!" dedi. 68. (Onlar:
"Ey Mûsâ) Rabb"ine bizim için yalvar, (ona sor da) onun ne biçim (bir sığır) olduğunu bize açıklasın" dediler.
(Mûsâ da: "Allah) buyuruyor ki: O (inek) ne çok yaşlı, ne de körpe; bu ikisinin ortasında (dinç bir inek)tir! Haydi,
artık size emredileni yapın!" 69. Onlar (tekrar): "Rabbine
bizim için yalvar, onun renginin nasıl olduğunu açıklasın‛ dediler. (Mûsâ): "O (Rabb"im)
diyor ki: "Rengi, bakanlara neşe veren, sapsarı bir inektir"
buyuruyor" dedi. 70. Yine: "Bizim için Rabbine duâ
et de, onun (mâhiyetinin) nasıl olduğunu bize açıklasın. Çünkü bizce, sığırlar birbirine
karıştı. Eğer Allah dilerse, biz (emredileni yapmakta) elbette doğruya erişmiş oluruz" dediler. 71. (Mûsâ
şöyle dedi:) "O (Rabb"im) buyuruyor ki: O, henüz toprağı sürmek ve
ekin sulamak için boyunduruk altına alınmamış, hiç alacası olmayan, serbest
dolaşan, kusursuz bir sığırdır. (İsrâiloğulları:) "İşte şimdi
(Rabb"inden) gerçeği getirdin!" deyip, hemen o ineği boğazladılar.
(Gördüğün gibi, emre itaat yerine, isteklerini çoğaltmaları sebebiyle)
neredeyse (cayıp bunu) yapmayacaklardı. 72. (Ey
Yahudiler!) Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun (kātili) hakkında birbirinizle atışmış (suçu birbirinize atmış)tınız. Oysa Allah, gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır. 73. (İşte bunun
için) biz: "(Kesilen sığırın) bir parçasıyla ona
(öldürülen adama) vurun!" demiştik. (Onlar da vurunca, ölü dirilip kātilini söyleyivermişti.) İşte Allah, tıpkı bunun gibi ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (kudretini açıklayan delil ve mûcizeleri bu şekilde) gösterir.
6 Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Külliyâtı V – Yûnus Emre Şerhleri, İstanbul
2005, ss. 148-149.
7 İsmâil Hakkı Bursevî, Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre, Süleymâniye
Ktp., Es"ad Efendi, no: 1521/2 (müellif hattı), (Tatcı, Yûnus Emre Külliyâtı V – Yûnus Emre
Şerhleri, ss. 148"den naklen).
8 Bursevî, age., (Tatcı, age., s. 148)"den aldığımız ilhamla.
9 Bu çalışmamızda Mevlânâ"nın Mesnevî"sinden
vereceğimiz referansları metin içinde bu şekilde kaydedeceğiz. Yararlandığımız temel kaynağın künyesi şu şekildedir: Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî, çev.: Veled İzbudak, Gözden Geçiren:
Abdulbâki Gölpınarlı, 2. baskı, İstanbul 1990. Parantez içinde referans olarak
verdiğimiz romen rakamı, adı geçen kaynağın cilt numarasını, /
işâretinden sonraki rakam da sayfa numarasını göstermektedir. Ancak, konunun gerektirdiği yerlerde, Manzum
Nahîfî Tercümesi"ne (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i
Şerîf, (Manzum Nahîfî Tercümesi), haz.: Âmil Çelebioğlu, İstanbul
2000) de mürâcaat ettik. İki tercüme arasında belirgin farkların görüldüğü
durumlarda ise Nahîfî Tercümesi"ne "Nahîfî Çev." kısaltmasıyla
ayrıca atıfta bulunmayı tercih ettik.
10 Bk. Yûsuf, 12/43.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar