Simya ve Simyacılar
Ekim 06
21:532013
“Simya, sanatıyla
istenmeyeni değerli olana ve kendi zaferine dönüştürür. Üstatlık, normal dışı
düşler, görüler, fantastik hayaller değil, yüksek güçleri aşağı güçlere karşı
kullanmaktır. Üstad’ın silahı dönüşümdür.” Kybalion
“Simya veya Al Kemi, kutsal kimya veya
olası olarak Nil nehrinin yıllık sellerinin bıraktığı çamur birikintilerinden
“kara toprak”tan türediği inanılan Arapça veya Mısırca bir terimdir. Bir diğer
görüşe göre etimolojik olarak Simya sözcüğü Türkçede varolan Kimya sözcüğü ile
aynı kökenden gelmektedir. Kökeni Arapça olan bu sözcükler Arapçaya da “Kara
Ülke” anlamına gelen Khem sözcüğünden
gelmiştir. Bu “Kara Ülke”ise Mısır’dır. Etimolojik olarak da Simyanın kökeni
Mısır olarak gözükmektedir. Simyanın kökeni ruhsal gelişme anlamına
gelir.” Simya gerçekte bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı birçok
süreçten geçirerek, arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Simya
öğrenimi inisiyasyona dayanmakta, kullanılan semboller sadece bu eğitimi geçmiş
kişiler tarafından anlaşılabilmektedir. Simya felsefesinde ise Tanrı’nın
birliği ve ruhun ölümsüzlüğü yer almaktadır. Hermes aklı-zekâyı ve onun
özgürlüğünü sembolize eder. Simyada, civanın (Merkür’ün) tuz ve kükürt arasında
üstlendiği bağdaştırıcılık rolü gibi Hermes’in de karşıtlıklar arası aracılık
ve tamamlayıcılık işlevi vardır.
“Simya, on ikinci asırdan itibaren
Batıda, basit metalleri altına çevirmek, evrensel şifa ve ölümsüzlük iksiri
gibi arayışlar olarak gözükmekteydi. Yakın zamanlara dek, simya ilkel kimya,
yani olgunlaşmamış bilim olarak görülüyordu. Ancak simyagerler kâşiflerdi ve
onların arayışı bilimsel değil, ruhsaldı. Simyada her bir adım veya evre bir
içsel uyanmayı (inisiyasyon) temsil ediyordu.” Simya dönüşümünü sadece Newton
değil, aynı zamanda on yedinci asrın iki önemli bilim adamı G. W. Leibniz ve
Robert Boyle, açıkça kabul ettiler. Günümüzde, araştırmacı B.J.T. Dobbs,
“Newton Simyasının Temeli veya Yeşil Ejderha Avı” adındaki eserinde Newton’un
son otuz yıllını içeren Felsefe Taşı, Lapis Philosophorum’u bulma uğruna
başarısız çabalarını anlatır. “Sıradan birine simyadan söz
ederseniz, ne düşünür? Ortaçağda bir bodrumda bilinmeyen köpüren sıvılar dolu
şişeler üzerinde eğilmiş veya bir fırın önünde erimiş kurşunu altına çevirmeye
çalışırken uğraşan yaşlı adamlar. Bunlar efsane ve önyargılı tarihin bize
sunduğu simyager imajlarıdır. Birçok modern keşif; porselen, alkol damıtma,
asitler, tuzlar ve birçok metal alaşımı erken dönem simya denemelerinin
sonuçlarıdır.”
“İtalya’da Rönesans döneminin
başlangıcında Hermetizmin ve Neoplatonculuğun yeniden keşfedilmesinin yarattığı
heyecan yaklaşık olarak iki yüzyıl kadar sürmüştür. Neoplatoncu ve Hermetik
öğretilerin, o dönemdeki felsefe ve sanat üzerinde derin ve yaratıcı bir etki
yaptıklarını; doğa bilimleri ile Simyanın eğitimin ve politika kuramlarının
gelişiminde önemli bir rol oynadıklarını bugün biliyoruz. Simyanın Newton
tarafından gerçekleştirilen bilimsel devrim üzerindeki önemli etkisi de göz
ardı edilmemelidir. Rönesans’tan itibaren eski işlevsel Simya, yeni kazandığı
mistik ve dinsel yorumlamaları ile birlikte, doğa bilimlerini ve sanayi
devrimini zafere taşıyacak olan olağanüstü kültür değişimi üzerinde ağırlıklı
bir rol üstlenmiştir. Simyanın yapıtları sayesinde, insanı ve doğayı yeniden
kazanmak umudu, Batıda Hıristiyanlığın kökten bir “Renovatio” (Yenilenme, Yeniden Doğuş) özleminin uzantısından başka
bir şey değildir.”
Fransız simyacı Jean Dubuis şöyle der: “Simya herhangi bir yanılsamaya tabi
olmadığınız inisiyatik bir sistemdir. Simya Laboratuar yoluyla objektif bir
kontrolü bulunan yegâne inisiyatik sistemdir. Dolayısıyla, denemeleriniz
evrenin olağan yasalarının dışına çıktığını gösterirse, bu içsel bir uyanmadan
geçmiş bir simyager olduğunuzu gösterir.” “Simya çalışmasının evreleri bir
inisiyasyonu, insanı radikal şekilde dönüştürmeye yönelik bir dizi belirli
deneyimi içermektedir. Ancak başarılı inisiye artık yeni varoluş şeklini basit
bir dilde yeterli olarak ifade edememektedir. O zorunlu olarak “gizli bir dil”
kullanmaya yönlendirilmiştir.”
Toprak Ananın rahminde saklı madeni
cevherler, tanrıçaya ilintili kutsallığı paylaşıyorlardı. Çok erken bir devirde
maden cevherlerinin aynı ceninler gibi dünyanın karnında “büyüdükleri” fikriyle
karşılaşıyoruz. Simyagerlerin gözünde insan yaratıcıdır: doğayı yeniler, zamana
hükmeder, kısacası Tanrının yarattığını mükemmelleştirir. “Nasıl bütün yaşam İlahi Mükemmelliğe doğru tekâmül ediyorsa,
metaller de altına tekâmül eder. İşte, simyager bu esas tekâmül işlevini,
katalizör Felsefe taşı ile hızlandırır.”
Simya yaygın biçimde, temelsiz boş inanç ya da en iyimser gözle kimya
biliminin gelişmesinden önceki ilginç bir geçiş dönemi olarak görülmektedir.
Simyacı, altın üretmeye çalışan bir kimse olarak tanınmaktadır. Elbette bu işle
uğraşan birçok kimse vardı. Fakat onlar kadar, yüksek düşünceli ve zeki başka
insanlar da vardı ki, altın elde etmek için uyguladıkları kimyasal işlemler
aslında simgeseldi ve amaçlanan sonuç altın elde etmek değil, ‘Filozof Taşı’nın
keşfedilmesi idi. Hem bir ruhu vardı hem de ruh’un kendisi olarak kabul
ediliyordu. Onu araştırırken simyacı, maddenin içinde gizlenmiş olduğuna
inandığı ruhu özgürleştirmek çabasındaydı ve böyle yaparak, bir bakıma ruh ile
fiziksel gerçeklik arasındaki köprüyü kuruyordu.
“Simyager; madde, yaşam ve bilinç arasında çok sağlam bir bağlantı olduğunu
bilir. Simya maddedeki can ve bilinci maniple edip tekâmül etmesine, içsel
ahenksizlik sorunlarını çözmek üzere yardım etmektir. Madde sadece insan
tohumundan yaratıldığı için vardır. İnsan tohumu veya ilksel insan, maddeye
düşmek ve sonrada evrim yaparak tekrar tırmanmak üzere maddeyi yaratmıştır.
Eğer bunun ötesine gidersek mutlak varlık kendi kendini yaratmış bir varlıktır
ve biz de onun suretinde kendi kendini yaratan varlıklar olmalıyız.”
Dönüşüm bütün değişim şekillerinin bir yönü olarak görülür. Tırtıllar
kelebeklere dönüşür, buz erir, yiyecek ete dönüşür. Frances Yates insanların
çevrelerini anlayabileceği ve kontrol edebileceği konusunda teşvik eden “magus”
zihniyetinin nasıl bu fikirlerden geliştiğini çok güzel açıklamıştır. Bu
düşünce biçimi Paracelsus’un (1493—1541) yazılarında açıkça görülür. Paracelsus
için Tanrı dünyayı kaostan kalsinleme, dondurma, damıtma ve arındırma ile
yaratan ilahi simyagerdi. Kimya teoloji, fizik ve tıbbın sırlarını
açıklayabilen evrenin anahtarıydı.
Dönüşüm için sembolik bir terim vardır:
“Abrahadabra”. “Sözcüğün kökeniyle ilgili teorilerden biri
Aramice’de “Söylediğim gibi yaratacağım” anlamına gelen “Avra Kedabra”
ibaresinden geldiğidir. “Konuşurken yaratırım.” “Abrahadabra, içsel ve dışsal
dünyalarımızın ahenkleşmesini simgeler. Kanatlı Ejderha Kanatsız Ejderhayı
öldürür ve Kanatsız Ejderha Kanatlı Ejderhayı öldürür. Bu şekilde Cevher ve
Gücü tezahür eder. Kanatlı ejderha “İçsel Üstad”ımız ve “kanatsız” ejderha da
egomuz olarak yorumlanabilir.” “Sonunda iki ejderha yani varlığımızın semavi ve
dünyevi yönü birbirlerini öldürürler ve kaynaşmış “ölümlerinde” kozmik gücün
daha mükemmel bir ifadesinde birleşirler.” “Satranç oyunu da
insanın bileşik doğasındaki her parçanın kendi gölgesiyle savaşmasını anlatır.
Kozmos düzlemi üzerinde ışık ve karanlık güçleri karşı karşıya gelirler. Şah
ruhu, vezir aklı, fil duyguları, at canlılığı, kaleler fiziksel bedeni temsil eder.
Piyonlar insan ruhunun sekiz parçasıdır.”
Değişim içten dışa doğrudur. Abrahadabra mikro ve makro-kozmos, İç ve
Dış Dünyalar arasındaki mistik evliliği simgeler… Bizim kalınlaşan, katılaşan
ve maddileşen peçemizi aşıp geçmemizi sağlar ezoterik bakış. Malkut’un “Küçük
Kralı” (Pentagram), Tifaret’in “Büyük Kralına” (Heksagram) ikisi birleşir ve
içimizde “Mistik Evlilik” inisiye edilir.
Simyada ulaşılan son noktaya giden yol “Ars Magna ” olarak adlandırılmaktadır.
Metallerdeki hastalığın, kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gibi, uzun
bir süreçten sonra da insandaki tanrısal töz açığa çıkabilir ve kişi iyi için
çalışabilir. Ars Magna, bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile
inisiyasyonu da temsil etmektedir. Bu bağlamda “Felsefe Taşı” da mutlak olana,
tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde iksiri
içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına
gelmektedir. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı
maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve
gizli olan, içindeki “Felsefe Taşı”na ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler
ezoterik olarak inisiyasyonu da bu anlamı ile temsil etmektedir.
“Simyacılar Ateş, Toprak, Su, Hava olmak üzere dört elementin varlığını
kabul etmişlerdir. Simyaya göre görünen iki element, Toprak ve Su, içlerinde
görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında,
bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether
beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir. Simyada Platon döngüsü
denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir dönüşüm vardır. Ateş
Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu
şekilde sürmektedir.”
“Ateş; tarih boyunca ilahi gücün sembolü
görülmüştür. Herakleitos’a göre her şey ateşten gelmiştir ve ateşe dönecektir.
Ateş dönüşüm aracıdır. Dolayısıyla diğer elementler arasında bir aracı görevi
görür. Ateşin rengi kırmızıdır ve erkeklik unsuru içerir. Ateş ışık verdiği
için aydınlığı simgeler. Ateş yakıcı olduğu için azap verici rolü de olmuştur.
Yıkıcı ve tahrip edici yanı da vardır. Dolayısıyla sembolik olarak arınmak ve
aydınlanmak ile ifade edilen yüksek bir yanı olduğu gibi ayrıca ihtirasları, azabı
ve yıkıcılığı simgeleyen aşağılık bir yanı da vardır.” “Simyacılara göre ateş,
eylemimizin maksadını sembolize eder. Sadece eylemi değil, eyleme yönlendireni.
Bizi bir şeyler yapmak için harekete geçiren yaşama arzusudur. Ateş
elementi niyet ve istektenibarettir.”
“Su, ateşe zıttır. Dişi unsuru içerir. Yansıma gücünden dolayı kadimler onu
bilgeliğin simgesi olarak görmüşlerdir. Diğer özellikleri soğukluk, gizlilik ve
uykudur. Ateş şuuru ve su şuur altını simgeler. Ateş gündüzün hâkimi Güneş’i
içerir, su ise gecenin hâkimi Ay’ı içerir. Su değişkendir ve etrafındaki
tesirleri özümseyerek sergiler. Dolayısıyla hayat verici de olabilir,
zehirleyici de. Temizleyici de olabilir, kirletici de. Ancak saf hali ile
sadece hayat verici ve arındırıcıdır.” Simyacılara göre su, duygusal doğamızı
temsil ediyor. Duygularımız, dünyayı algılamamızı sağlayan bir zardır. Duygular
bütünlüğümüzün önemli bir parçasıdır.
“Hava; ateş ve suyun unsurlarını içerir.
Hava simgesi ortasından çizgi geçen eşit kenar üçgendir. Hava kendi başına bir
elementtir ve nötr prensibi içerir. Hava hareketli ve incedir. Genel olarak
zihni temsil eder.” “Hava, zihinsel kabiliyetimizi ve algılama becerimizi
temsil eder. Hava elementi, algı ve akıl
bölümlerinden oluşur. Algı, hayal kuran zihnin içeriğinde yer alan, farkında
olan ve kelimeler olmaksızın anlayabilen tarafınızdır. Akıl, algıladıklarımızı
analiz etme yeteneğidir. Duyularımızla algıladıklarımızı toplar, bir mantığa
oturturuz. Akıl, konuşan zihnin içinde düşünceleri kelimelere döken bölümdür.
Hava elementinin simyası, her şeyi dengeye oturtmak, zekâ ve algının mükemmel
işbirliğine geri dönmesini sağlamaktır.”
“Toprak; bazı görüşlere göre gerçek bir
element değildir ve diğer üç elementin karışımından meydana gelmiştir. Toprak
maddi varlığın temelidir. Toprak bereketi ve kazancı simgeler.” “Toprak,
esrarengiz yerçekimi gücüyle sınırlandırılmış geniş bir biosistemdir. Üç bin
yıl önce eski Yunanlıların “Gaia” dedikleri
toprak, doğa anadır, canlıdır. İnancın son elementinin özü, bilinçlilik ve hayalle
gerçeklerden oluşan evreni açıkça ortaya koyma gücüdür. Diğer bütün elementler
gibi toprak da iki unsurdan oluşur: rüya gören ve rüya. Toprağın simyası, sizin, yani hayal kuranın,
hayal kurmanın gücünü fark edip farkındalığını bilinçli olarak inancın
olağanüstü güçlerini yönlendirmek için kullanmasıyla gerçekleşir.
Hem “Su”, hem de “tuz”, her ezoterik öğreti içindeki semboller olarak
sayılmış. En büyük dengenin simgesi olarak anılırlar. En iyi yakan (Hidrojen)
ile en iyi yanan (Oksijen) bir araya gelip (Su) en iyi söndüren oluverirler.
Veya tek başına maruz kaldığında zarar verecek olan Sodyum veya Klor, bir araya
gelip Tuz; hayata bağlayan en önemli unsurlardan birisi oluverirler.
Sunay Demircan şöyle diyor: “H2SO4;
sülfürik asit, moleküllerinin dağılımı şöyledir: Ortada yeşilimsi görünen
sülfür (kükürt). Sol ve sağ üstte ikişer bağla kükürte bağlanmış olan kırmızı
toplar birer oksijen molekülü. Alt tarafta birer bağla kükürte bağlı oksijenler
var. Bu oksijenlerin diğer bağları, gri toplar olarak görünen hidrojenleri
tutmak için ayrılmış. Altı top bir araya gelince (kükürtün oksijenle
yükseltilmesi sonucu) ortaya yağlı bir sıvı çıkar. Bu sıvıyı sülfirik asit
olarak biliriz, ama asıl adı Vitriol’dür. Sümerlerden beri kullanıldığı bilinir
vitriol’ün. Kimya sanayinin temelidir. Arıtır. Mesela, petrolden
istenmeyen maddeleri katran şeklinde ayrıştırır, ortaya özel benzinleri, gaz
yağını çıkartır veya metallerin yüzeylerini temizler. Simyanın üç temel
elementinden biri kükürt diğerleri tuz ve cıvadır. Kükürt= piramit, ateş,
güneş, erkek. Tuz=küp, ay, toprak, nötr (cinsiyet). Cıva=küre, Venüs, su,
dişi. Düalitenin evliliği, kimyasal düğün budur. Solda dişil taraf, cıva,
ay ve pelikan; sağda eril olan, güneş, kükürt, ateş kuşu Anka. İkilikten birliğe
geçiş.” “Çift başlı kartal gibi çift başı ve iki
yandaki farklı kanatlarına rağmen bir tek kalbi vardır.”
Simyadaki bir önemli kavram da
üçlemedir. Ünlü simyacılardan Robert Fludd “Üç dünya vardır: Arketipler
dünyası, makro kozmos ve mikro kozmos; yani, Tanrı, Doğa ve İnsan. ”
demektedir. Bu üçleme elementlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Tanrı’da bir
üçleme var ise insanda da ruh, can, beden olarak üçleme vardır. Bunun
elementler dünyasına yansıması ise, Kükürt, Tuz ve Cıva şeklindedir. Burada
anlaşılması gereken bildiğimiz anlamda kükürt, cıva ve tuz olmamakta, ancak
bunların temsil ettiği prensipler olmaktadır. Aslında kükürt ve cıva iki karşıt
prensip olup aralarında tuz ortayı temsil etmektedir. Kükürt aktif olanı temsil
etmekte olup erildir. Cıva ise tam tersi olarak pasif olanı temsil etmekte olup
dişildir. Tuz ise ikisini arasında bir bileşim olup, gövdeyle ruhun bağlanması
gibi bağlayıcı bir görev yapmaktadır.
Simyacı için amaç felsefe taşını elde
etmektir. Ancak bunu elde edebilmesi uzun ve zahmetli bir iştir. Simyacı uzun
süreçlerden geçireceği “İlk Madde”sini dikkatli seçmek zorundadır. Latince “Materia Prima” diye adlandırılan ilk madde
çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Pratik
simyada genelde uçucu ve hareketli olarak cıvaya karşılık gelen ilk madde,
ezoterik olarak da mükemmel olmayan kişiyi temsil etmektedir.
“Simyada “İlk madde”yi elde etmek, tüm madenlerin türediği cevheri elde
etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf
şuur halini elde etmek anlamına gelir. Aranan Felsefe Taşı, ötede değil, bizzat
insanın içinde, gönlündedir. Felsefe taşı mutlak olana, tanrısal öze kavuşturan
bilinç anlamını kazanmaktadır. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal özü bulmak
isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini
saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki Felsefe Taşına ulaşmalıdır.” Yaşarken
kendinden doğuştur ve bunu gerçekleştirmek için yola çıkan kimse, bir daha asla
eskisi gibi olmayacaktır.
Simyanın pratiğine baktığımızda ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar
aslında adayın inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir. Birinci aşamada
haricinin içeriye alındığı tefekkür hücresi siyahtır. Tıpkı simyadaki kara
yapıt gibi. Harici burada yeni bir hayata girmektedir. Harici hamdır, rafine
edilmemiştir, yontulmamıştır. İçeriye alındığı andan itibaren çürüme
başlamıştır. Değişim başlamıştır. Maddenin özü ölmektedir. İkinci aşamada Nur’a
kavuşmaktadır. Bu simyadaki beyazdır. Değersiz bir metal altın olma sürecine
girmiştir. Yani saflaştırma başlamıştır. Yer altı dünyası denilen kendi benliği
içerisinde yol almakta ve kendini tanımaktadır. Tüm boş inançlardan ve
bağnazlıklardan uzaklaşmıştır. Özündeki kötülükleri ve iyilikleri ortaya
çıkarmaktadır. Bencillikten uzaklaşmaya başlamıştır. Öldürülen maddenin yerine,
yeni bir elementin katılması söz konusudur. Madde, yeni kimliğini kazanmaya
hazırdır. Üçüncü aşama felsefe taşının ele geçirilerek kırmızı yapıta
ulaşılmasıdır.
“Yumurta sembolizmi simyada adayın yeniden
dünyaya geleceğini göstermektedir. Anka kuşunda, ruh gelişim sürecini
tamamlar. Zümrüd-ü Anka aynı zamanda kendi mezarı olan yuvasını yapar ve onu
yakarak kendini küle çevirir. Fakat yenilenerek küllerinden dirilir. Burada
simyacının ruhanileşme deneyimini görüyoruz. O kendi varlığını öyle bütünselleştirmiştir ki artık varlığının temeli olarak
fiziksel bedenine bağlı değildir. O artık Ruhani Benlik’e, Felsefe Taşı’na
ulaşmıştır. Bu kuş ruhun bütünleşmesi, arınması ve dönüşümünü simgeler.”
Hermetik felsefede ruh ve madde birbiri ile iç içe girmiştir. Birisi
ötekinin farklı bir görüntüsüdür, birin iki kutbudur. Simyacılar ayrıca, Zümrüt
tabletlerde belirtilen “Yukarıda olan aşağıda olanın aynısıdır” prensibinden
yola çıkarak da her bir gezegen ile bir metal arasında bağlantı kurmuşlardır.
Bunlardan Altın ve Gümüş mükemmel metaller olup diğerleri mükemmel olmayan
metallerdir.
“Kilise; 1317’de Papa Jean XXII bir
karar yayınlayarak sahte altın yapanları ve simyacıları mahkûm eder. Bu sırada
gizemli bir kişinin simyanın sırlarını bulduğu konusunda bir rivayet
yayılmıştır. Bu kişi 1330 – 1418 yılları arasında yaşadığı söylenen Nicolas
Flamel’dir. Simya Rönesans ile birlikte en yüksek noktasına ulaşmış ve bu
dönemde Kabala, Yeni Plantonculuk gibi diğer ezoterik doktrinler de simyaya
katkıda bulunmuştur. Bu dönem ayrıca Rose-Croix gibi gizli örgütlerin de ortaya
çıktığı bir dönemdir. Dönemin en önemli ismi kuşkusuz 1493 doğumlu
Paracelsus’dur. Maceralı bir hayat yaşadıktan sonra 1541 yılında hayata
gözlerini yuman Paracelsus, doktor olmasına rağmen, simyanın tıptan
ayrılamayacağını söylemiş ve doğa ve insan üzerine çalışmıştır. Macrocosmos ve
microcosmos üzerine düşünce sistemini kuran Paracelsus da, tuz, kükürt, cıva
ile ruh, can, beden ilişkisini de savunmuştur.” “Paracelsus’a göre gerçek
simya varlığın içyapısı ile ilgilidir. İnsan, âlem denen bütünün yeryüzündeki
yansımasıdır. Onun mezar taşında: “Ölümle hayatı takas etti” yazar.”
Zümrüt Tablette şöyle geçer: “Hiç yalan olmadan doğrudur, kesindir ve çok gerçektir. Aşağıda
olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir ve birlikte
tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler. Ve bütün her şey bir olandan
geldiğinden, bir olanın düşüncesinden gelmiştir. Böylece her şey bu tek olandan
uyum sağlayarak çıktı. Güneş onun babasıdır, Ay annesidir. Rüzgâr onu karnında
taşımıştır, Toprak beslemiştir. Dünyanın bütün gücünün babası budur. Onun gücü
eğer toprağa dönerse her şeye yeter. Toprağı ateşten ayıracaksın, sübtil olanı
kalın olandan; bu büyük bir maharetle olmalı. Topraktan gökyüzüne çıkacak ve
yeniden toprağa inecek ve yukarıda ve aşağıda olanın gücünü alacak. Bununla
bütün dünyanın zaferi senin olacak; bunun için bütün karanlık senden
uzaklaşacak. Bu bütün kuvvetlerin en kuvvetlisi; çünkü her sübtil şeyi yenecek,
her katı şeyin içine girecek. Dünya da böyle yaratıldı. Hayranlık verici biçimler bundan çıktı, bunların ortamı buradadır.
Bu yüzden bana Üç Kere Büyük Hermes denir, çünkü bütün dünyanın felsefesinin üç
bölümü de bana aittir. Güneş’in yaptıkları hakkındaki söylediklerim böylece
bitiyor ve tamamlanıyor.”
“Uzun süren karanlık çağların
ardından yeniden ortaya çıkartılan özgün gizler ve bugün bu gizlere sahip olup
çalışmalarını herkesten saklayan inisiyeler” biçiminde geliştirilen
mitolojik örgü, Simyanın anlaşılabilmesi için büyük önem taşımaktadır. Simyada
“Opus” (yapıt) bir inisiyasyon sürecidir, yani insanın
varlık koşullarını kökten değiştirmeyi amaçlayan bir dizi özel deneyimler
silsilesidir. Ne var ki, başarıya ulaşan simyacı, ulaştığı yeni varlık biçimini
herkesin anlayacağı bir dille ifade edemez, “gizli” bir dil kullanmak
zorunluluğunu duyumsar. Bu gizliliğin nedeni, Budha’nın belirttiği nedenle
aynıdır: “cahillerin aklı karışabilir ve masumlar yoldan çıkabilir”.
“Simyada bilinçdışı, maddenin gölgesine
yansımalıdır. Jung’da karşıtlıkların mutlak bileşimi kuramı, Merkür çeşmesi
arketipiyle simgelenir.” Jung doğuştan evrimle getirilen
ortaklaşa bilinçdışından söz etmiştir. Jung’a göre Anka’nın
hikâyesi “Kendi” nin keşfine giden yoldur. “”Simyacı” adlı eserde
“kendinin efendisi olmak” bilinci anlatılır. Simyacı şöyle der: “Yolculuk bir
öğrenme yöntemidir. Bilmemiz gerekenleri bize o öğretir.” Saklı hazineyi arayan
gezgin, büyük sınavlardan geçip engeller aşarak kendi benliğine ulaşır, şuuruna
kavuşur ve sonunda “kendi hazinesi”ni bulur. Anlar ki, keşfedilecek ülke,
insanın kendisidir.” Zümrüd-ü Anka, insanın yenilenme sürecine
tekabül eden simyasal dönüşümün başarılmasının sembolüdür. “Bir görüşe göre Anka aklı temsil etmektedir, Kaf Dağında Anka’nın
kendini küllerinden yeniden yaratması, insanın dünyaya bakış açısını
değiştirmesidir.”“Akıl yolu keşfederken kalp ise anahtarı bulmak için akla
yardım eder” denir. Ezoterizmde kullanılan iki araç vardır:
Akıl ve kalp.
V.I.T.R.I.O.L. simya terimi de aynı adresi gösterir. Aşağıya doğru dikey
bir harekettir. Dönüş, tamamlanış ile birlikte yine dikey olarak yüzeyedir.
Kendini yeniden doğurup dönebilen, kendi anima/animus’sundan kendisi doğabilen,
toprağın derinliklerinde ana tanrıçanın, toprak ana’nın rahminden tekrar doğup
tamamlanabilen için dikey yolculuk çok önemlidir. Birçokları inmekten çekinir,
karşılaştığına sırtını döner, kendi ile objektif yüzleşmez, döndüğünde aynadaki
suretine yalan söyler. Kahramanın farkı buradadır. Kahraman hem bilinç hem de
bilinçdışı dünyasının ustası olmuştur. O sembolik mağaradan, cehennemden, Gayya
kuyusundan, sınavdan bir sembol olarak çıkar.
Simya görüşünde kurşun son element yani ölüm olduğuna; kurşunun altına
dönüştürülmesi isteği ruhun ölümsüzlüğü arzusudur. Kurşun ölümlü beden, altın
ölümsüz ruhtur. Bunun için önce aşağı, gönüle, inilerek; yeraltında aranan sır
bulunur. Sonra keşfedilen bu sırrın yardımı ve desteği ile yukarı çıkılarak
yücelinir. Öyleyse, mükemmelleşme gökyüzünü yeraltı ile birleştirerek, yani
bedenle ruhu, yani zahirle batını ikmal ederek sağlanır. Her çıkışın bir inişi
vardır ve sırf çıkış tam ve mükemmel değildir. Çünkü insan hakikat yolunda
sürekli çıkış ve inişini sürdürmelidir.
Kendini bütünleyen, tamamlanan, karşıtları kendinde birleştirmeyi beceren
kahraman, karanlık yönünü de fark edip bir simyacı gibi onu dönüştüren
farklılaşma ve bütünleşme enerjilerini bir arada kullanabilen, birini görmezden
gelmeyen “gerçek insan”dır. Gayya kuyusu onun aydınlanma yolunda cesaretle
geçtiği önemli bir duraktır. O’nda bilinç ve bilinçaltı bir köprü ile birleşir.
Yatay ve dikey gelişim sürekli daha yukarda yeni noktalarda kesişir. Birlik
üçüncü bir noktada tesis edilir üçgen ile sembolleşir ve üst köşe de birleşme
noktasıdır. Ben ile O’nun iletişimi üçüncü noktada kurulur.
Sonluda karşıt bulunanlar, sonsuzda birliğe ulaşırlar. O asli cevheri
bulmuştur, simyadaki “Materia Prima”’yı. Ruhunu arayan insanın macerasıdır bu,
Jung’un deyimi ile. Yeni bir kimliğe bürünmeyle devam eder yolculuk. Çalışma
sadece okuyarak değil, yaşayarak, hissederek içimizde yapacağımız derin düşünce
yolculukları ile olacaktır. Düşünme üzerine düşünme tefekkürdür. Kuyulardan,
basamaklardan geçerek derinliklere inilir. İç dünyasını tamamen keşfeden yani
egosunun sembolik metallerden arındıran ve gölgenin baskısından kurtulan Ben,
diğer parçaları olan İkiz, anima/animus ile diyaloğa girebilecektir. Felsefi
düğün, kimyasal düğün işte burada bu bütünleşmededir.
Farklılaşma (yatay enerji, güç, görev,
eylem, gelişebilme) ve birleşme (dikey enerji, dinginlik, spritüel arayış,
sevgi) enerjileri iki zıt karakterli enerjidir. Gerçek insan bunları bir köprü
ile uyum içerisinde birbirine bağlamaya çalışır. Özgürlük ikisinin arasındaki
gerilimin ortadan kalkması ile edinilebilinir. İnsan gibi insan Gayya kuyusunun
dibi gibi kendi içindeki tehlikeli karanlık ile barışmıştır. Yolcu bu tehlikeli
sınavdan zarar görmeden geçmiştir. Hedef simyagerlerin “Coincidentia Oppositorum”’da (Karşıtların
birlikteliği, zıtların anlaşması anlamındadır. Bölünmelerin ve zıtlıkların, her
şeyin birliği algılayışında kaybolup gittiği vecdi deneyime verilen isim, uyum
ve bütünlüğün ilâhi imasıdır.) olduğu gibi dağılmışları birleştirmek, zıtları
kaynaştırmaktır. Ancak olgunlaşma süreci hiçbir zaman son bulmayacaktır. Amacı
zaten yolda olmaktır, hedef kişiye özeldir, anahtar ise Yolcunun bizzat
kendisindedir. Yolculuk defalarca yaşarken kendinden yeniden daha yüksek halde
doğmaktır.
“Dönüşüm doğada mevsimler, insan bedeninde
de sürekli biten ve yeniden başlayan döngülerle karakterize olur. Vücudumuzdaki
tüm atom sayısının % 98’i her yıl değişmektedir. Derimiz 5 haftada yenilenir.
Görünüşte çok katı ve sert olan iskelet bile her üç ayda bir tamamen yenilenir.
Mide zarındaki tipik bir hücre sadece birkaç gün yaşar. Alyuvarların ömrü 2-3
aydır. Karaciğer hücrelerinin yenilenmesi birkaç yıl sürer. Sadece Kalp ve
Beyin hücreleri yenilenmez.” Değişim, dönüşüm, yenilenme, evrim
ve devrim yaşamın ve evrenin kuralıdır. Yaşam sonsuz bir çizgi değil, sonsuz
bir spiraldir. Başlangıç ve son sürekli iç içe devinir. Başlangıçsızlıktan
sonsuzluğa bir yolculuktur. “Çürüyen, bozulan ne varsa
söküp atar yerine yenisini yaratır. Dönüşüm ve Başkalaşım temel içgüdüdür ve
önünde duran her şeyi silip süpürecek güçtedir. Bu aynı zamanda Simyanın son
safhasıdır. Önce saflaştırılıp sonra birleştirilen maden (ruh-beden) en sonunda
simyacıların “Siyah Altın” dedikleri cevhere dönüşür.”
Yolculuk bizi maskelerden arındırır. Tao
öğretisindeki “Kadim İnsan” gökyüzü ile
yeryüzü arasında aracıdır. Kadim gelenekte insan yeryüzü ve gökyüzünün
çocuğudur. Özgürlük taneciği kendinde doğar ve “Ben,
benim” der. Farkındalık ile çatışmalarını durdurabilen, dengeyi
sağlayabilen insan gerçek insandır. Yolda “Ben” ve “O”’dan oluşan zıtlar uyumlu
olarak birleştirilir. Bilinç ve bilinçaltının sulh yaptığı “Ben”
tamamlanma yolundadır.
Simyacılara göre, insan vücudunun
mikrokozmosu ile doğanın makrokozmosu arasında bir yakınlık vardı. Evren ve
insan vücudunun aynı maddelerden, ya da aynı ilkelere göre, ya da aynı öğelerden
yapıldığının kabulüdür bu. Simyacı kendi üzerinde çalışır, kendini tanımak için
çabalar. Evreni, doğayı, insanı öğrenmek ister. Eklektik bir bakış açısı ile
hakikati ezoterik bakış açısıyla arar. Zümrüt tabletin önemi, Simya teorisini
özetlemiş olmasıdır: “Yukarısı gibidir aşağısı.”
Tamer Ayan şöyle diyor: “ “Çünkü “As above, same below” dendiği gibi, gökyüzü ile yeraltı
birbirinin aynısı ve zahir-batın olarak tamamlayıcıdır. Bu nedenle, gökyüzü ile
yeraltı arasındaki sınır olan yeryüzü, zahir ve batının kesişme noktasıdır;
aynı, haçın yatay ve düşey hatlarının kesişme noktası gibi! Unutulan geçmişle
ve bilinmeyen gelecek arasındaki sanal bir köprü gibi! Aynı, bedenle ruh
arasındaki can gibi!”
“Simyacılar insanın tabiatın yarattığı şekliyle, uyanmamış ve aydınlanmamış
olduğunu kabul ederler. Ancak bu iç çatışma ve sefaletten insan kendi doğal
gayretli ile kurtulamaz ve kendisini yüceltemez. Çünkü doğa ancak kendi
benzerini üretir. Onun için dışarıdan bir müdahale gereklidir, yani bir
özdeyişte olduğu gibi “Doğanın başlattığını Sanat mükemmelleştirecektir.”
Alşimistlerin iddiası şudur: “İnsan Hikmetin gizli bir öğesidir, tabiatın
yarattığı haliyle iç çatışmalar içinde, cahil, uyanmamış ve belirsizlikler
içindedir. Sanatın bütün amacı ise, içsel kavrama becerisinin ve hikmetin
üzerindeki örtüyü kaldırmak ve gizlenmiş olan ilahi kök ile aklının arasındaki
perdeyi yok etmektir. Simyacıların diğer bir özelliği de maddenin zıt kuvvetler
etkisinde olduğuna inanmalarıdır.”
Yeterli teknik donanıma sahip laboratuarlarda
gerçekleştirilen deneyler ile Simya reçetelerinin geliştirilmesine verilen
önem, rasyonel kimyanın önünü açmaktaydı. 1658 Yılında yayınlanan bir
denemesinde Robert Boyle, Simya gizlerinin özgür dolaşımını talep ediyordu;
Newton ise, tam tersine, Simyanın gizlerinin tehlikeli olduğunu düşünüyor ve “Royal Society of Sciences” (Kraliyet
Bilimler Derneği) sekreterine yazdığı bir mektupta Boyle’nin Simya
bilgilerini gizli tutması gerektiğini bildiriyordu. Newton, kendi Simya
araştırmalarının ve deneylerinin sonuçlarını hiç yayınlamadı; ancak, 1940
yılına kadar ihmal edilen sayısız el yazmaları Profesör Dobbs tarafından
incelendi ve “Newton Simyasının Temelleri” adlı bir yapıtta
toparlandı. Dobbs, Newton’un “ne kendisinden önce, ne de
kendisinden sonra yapılmadığı kadar derinlemesine, tüm eski Simya yapıtlarını
incelediğini” belirtiyordu.
Newton, ilk zamanlardan bu yana “Tanrının, gerçek din ve doğa felsefesi gizlerini birkaç seçkin
kişiye öğrettiğine, sonradan bu bilgilerin yitirildiğine, ancak kimi
bölümlerini yeniden bulunduklarına ve masallara, mitolojik öykülere
karıştıklarına” inanıyordu. Modern çağlarda bu bilgilere ancak
deneyler yoluyla ulaşılabilirdi. İşte bu nedenledir ki Newton, gerçek gizleri
barındırdığını varsaydığı ezoterizme yönelmişti. Modern fizik ve mekanik
bilimlerinin kurucusu olan Newton’un, optik üzerine çalışmasında şunları
yazmıştır: “Cisimlerin ışığa dönüşmesi ya da bu dönüşümün tersi, bu tür
dönüşümlerden mutlu olduğu belli olan doğanın yasalarına uygundur.”
Profesör Dobbs’a göre, “Newton’un Simya hakkındaki
düşünceleri öylesine derin temellere sahiptir ki, genel olarak onların
değerinden asla kuşku duymamıştır ve 1675’ten sonra tüm çalışmalarını, Simyayı
mekanik ile bütünleştirmeye adamıştır”.
1510 yılında İngiltere’de, ünlü Simyagerlerin bir araya geldikleri
“Müneccimler Birliği” kuruldu. Kökenini Kabbalacılardan, Kudüs’ten kaçan Şark
Şövalyelerinden ve Tampliyeler’den alan bu dernek, 1570 yılında Almanya’da
“Rose Croix Kardeşleri” cemiyetini canlandırdı. İngiliz “Müneccimler Birliği”
bir süre sonra, Simya’nın giderek önemini kaybetmesi nedeniyle, tüm bilim
dallarını kapsayan, “Royal Society”e dönüştü. Çok sayıda İngiliz bilim adamının
üye olduğu ve kraliyetin himayesinde olan bu kuruluş, üyelerinin akılcılığı ön
planda tutmaları ile ün yapmıştı. Ancak üyeler, bilim ile sezgisel yaklaşımı
birleştirmeyi başarmışlardı.
On yedinci yüzyıl sonundan itibaren
simyaya olan ilgi yavaş yavaş azalmıştır. Zamanı doldurmuş ancak ezoterik
içeriği ve sembolizmi ile yaşayan bir düşüncedir. “Simya, dönüşüm sanatıdır.
Simya bir arayıştır ve arayış her zaman aynı şey içindir; mükemmellik. Bu
yüzden arayan kişi hem dönüşüm, hem dönüştüren, hem de dönüşendir.” Simyacının
dediği gibi, eğer bir şeyi yapmayı gerçekten istiyorsanız, bütün bir evren size
yardımcı olur. “Sembolizm, dindarca aktarılacak kristalize
bir bilgi sunmamaktadır; bir kişisel kendi kendini yaratma aletidir”. Simyacı
için, insan da bir “Yaratıcıdır”: doğayı yenileyebilir
ve zamana egemen olabilir; böylece tanrısal yaratımı yetkinleştirir. Simyacı
için gerçek simya insanın iç doğasındadır.
Hermes’in dediği gibi; “Her parça bütünün temsilcisidir”. Ve parça bütüne
ait olduğu müddetçe, parçadaki değişim, bütünü de değiştirir.
Kaynakça:
ALBERTUS Frater ;“The Alchemist’s Handbook”
“Alchemy -Alchymicum – Learn the Ancient Secrets of Alchemical Wisdom”
ALLISON COUDERT; “ Rönesans Simyası “
ALTUNAY Erhan; “Simya”
ALTUNAY Erhan; “Tapınakçılar”
BAIGENT Michael; “Ancient Traces”
BAIGENT Michael, LEIGH Richard; “The Elixirand the Stone”
BERNAL Martin; “ Kara Athena” Syf. 250
BLAVATSKY Helena; “Isis Unveiled”
BURCKHARDT Titus; “Astroloji ve Simya”
CAEZZA Joseph; “Simyagerler Kimdi?”
CROW W.B.; “Büyünün, Cadılığın ve Ökültizmin Tarihi”
DANTE; “İlahi Komedya”
DEMİRCAN Sunay ; “Simya, Vitriol”
DODD Ray; “İNANÇ SİSTEMİ (Hayallerinizi Yaşama Sanatı)”
ELIADE Mircea; “Forgerons et Alchimistes”
ELIADE Mircea; “Simya Nedir? “
ELIADE Mircea; “Forgerons et Alchimistes, Flammarion”
Encyclopedia Britannica
GENER Cihangir; “Ezoterik-Bâtıni Doktrinler Tarihi”
HALL Manly P.; “Tüm çağların ezoterik öğretileri”
History of Science ; “Kimya Filozofları: Paraselsus’den van Helmont’ta
Kimyasal Tıp”
HOLMYARD Eric John; “Alchemy”
JUNG Carl Gustav; “PsychologyandAlchemy”
ROOB Alexander ;“ Düalitenin evliliği” (18. Y.y./ Kaynak: Alchemy &
Mysticism)
ŞENOCAK Bülent; “Felsefi Simya”
STAVISH Mark; “ABRAHADABRA Sözcüğü Üzerinde Birkaç Düşünce “
STAVISH Mark; “Simya Artık Sadece Ortaçağa Ait Değil”
STAVISH Mark M.A.; “Kabala ve Hermetik Tradisyonu”
THAMOS; “Simyanın Öyküsü, Ezoterizm ve Bilimsel Gelişim”
WAİTE A.E.; “Alchemists Through theAges”
Wikipedi Özgür Ansiklopedi
YÜKSELBerk; “ GayaKuyusu”
YÜKSELBerk; “Abra Kadabra (Abra Hadabra) “
YÜKSELBerk; “Carl GustavJung”
YÜKSELBerk;“Ezoterizm ve Bâtınilik”
YÜKSELBerk;“Hermes ve Hermetizm”
YÜKSELBerk; “Zümrüd-ü Anka(Simurg), Ruhun Yücelmesi ve Yaşarken Yeniden
Doğuş”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar