Print Friendly and PDF

Türkler Neden Hep var oldular

Bunlarada Bakarsınız





“Çin'in Türklere yaptığı meşhur bir beddua vardır ‘ (Beddua: ‘Gök Tanrı’nın oğulları, Bozkurt'un oğulları olsunlar’ şek tindedir. Eskiden kurt Bizim ikincil, yalnızca savaşta kullandığının fıtratımızdı. Şimdi herkes kurt gibi oldu. Kurt ise ilk babasını kovar. Bu Bedduadan kurtulmalıyız.
Çinliler Birkaç Bin sene boyunca, Bizleri yenemeyince, Bir miti uyduruyorlar. Sanki Türk olarak sadece Hunlar yaşamış, Çinlerde onları yenmişler. Savaş sonunda sadece ayaksız, Bacaksız; kolsuz Bir kişi hayatta katmış, onu Bir kurt alıp ak sütü ile büyütmüş. Sonuçta bu kurttan 9 çocuk doğmuş. Ve Biz Türkler, Gök Tanrı’nın oğulları değil kurdun oğulları olarak dünyaya gelmişiz.  Adem ve Havva anlatımın daki gibi kardeşlerin birbirleriyle evlenmesinden yani ensestten doğu çocuklar otmuşuz. Ensest, Türk kültürüne göre kabul edilemez bir günahtır. (Bu seBeple ne Çinlilerin uydurduktan bu hikâye ne de Adem ve Havva Hikâyesi Türk kültürüne ve ahlakına uygun değildir. Türk için bundan dada korkunç bir şey yoktur. Türklerin yaratılışı açıklayışında ensest bulunmamaktadır. Çöğün yani Bay Ülgenin dokuz oğlu ile yenil yedi kızı evflenir ve insanoğlu bu şekilde türer.
Turklerde anne tarafından 5. nesilden sonra evleneiblirsin. Anne eğer Kıpçak ise, Kıpçak Kıpçak ile evlenmez. Ancak 5 nesil geçmesi gerekir. (Baba eğer Tölös ise 1000 yıl geçse de Tölös ile evlenemezsin. Çünkü kardeşindir. ”
Bozkurt Efsanesi'nin Çinliler tarafından değiştirilmiş ve sadece Çin kaynaklarında bulunan bu versiyonuna göre Türk soyu, sağ kalan tek sakat Türk ve onu emziren ana 1 kurttan türemiş oluyor. Bu kesinlikle yanlış bir bilgidir. Kurt çok önemli bir öğedir ancak o, sadece Türk'e zor zamanlarında Gök tarafından gönderilen göksel bir rehber niteliğindedir. Fakat Türk, kurdun oğlu değildir. Çünkü Türk, Gök Tanrı'nın oğludur. Akay, “Çin Bunu Bilinçli birşekilde böyle anlattı ve mitolojimizi bozdu " diye ifade etmektedir.
Uluslaşma süreci, mitolojilerin oluşmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Toplum, mitolojiyi; mitoloji ulusları oluşturur.
Mitoloji, o ulusun tüm değer yargılarını ve dünya görüşünü içeren millî bir anayasa ya da millî bir şifre gibidir. Mitoloji de ne varsa, kültürde de o vardır. Ensestin reddedildiği Türk kültürünün ürettiği mitolojide, ensest olması mümkün değildir. Millete ait mitolojiyi unutturmak, bozmak, ya da değerini düşürmek üzere adını kullanmak, bir toplumun ulusal kimliğini ve duruşunu yok etmek için kullanılan silahlardandır. Mitolojisinin, ulusal varoluş destanının aşağılanmasına ses çıkarmayacak hale getirilmiş bir ulus, toprağının verilmesine ve bayrağının indirilmesine de ses çıkarmayacaktır. Çünkü bayrak, vatan kavramları o ulusun mitolojisi Jile içleri doldurulmuş simgesel öğelerdir. Mitoloji yok olduğu anda vatan, toprak; bayrak, bir bez parçası; ulus da hiç bir ayırt edici özelliği bulunmayan insanlar topluluğudur. En önemlisi de ulusal idealleri, mitolojiler verir. Mitolojisi yok olan bir ulus, idealler uğruna ve kendi ürettiği, kendisine yüksek olan değer yargıları ile hareket etmez; sadece maddi menfaatler uğruna, yüksek değerler ve erdemler olmaksızın hareket eder.
 “(Efsanenin bu şekilde dönüştürülmesiyle Çinliler de kendi makastalarına ulaşmışlardır. (Biz Gök Tanrı 'nın oğlu olduğumuz zaman onlar bizi yenememişlerdir. Altın Ordu’dan sonra, 7. ve S. asırdan sonra bu mitolojiyi uydurdular da, kendimizi bir kurdun çocuğu gibi algılamaya ve birbirimizi yemeğe başladık, Ve gücümüz birbirimize karşı savaşmak için kullanıldı.
Kurtlarda iki tane baş ortaya çıkarsa birisi güçlü olmaya başlayınca öbürü onu öldürmektedir. (Bizde de bu kanun yürümeye başladı. Bu nedenle Çinliler fazla güç sarf etmeden bizi yendiler Ben acı da olsa bu gerçeği söylüyorum. Bu kalbimizi çok acıtıyor, ne yazık ki bu bizim tarihimizdir. Önümüzde ki yolun açık olması için, biz yine Gök Tanrı 'nın oğulları olmak zorundayız. ”
Mitoloji uzmanı Arif Acaloğlu'nun verdiği bilgiye göre "Ergenekon efsanesinin aslı Ebulgazi Bahadır Han'ın Şecer-i Türk kitabında, diğer versiyonları ise Çin kaynaklarında bulunmaktadır. Gerçek nüshada kurt sadece kurtarırken bulunmaktadır. Kurtla çiftleşme ve ensest yoktur. Ebulgazi'nin iki kitabı vardır Secere-i Terakime ve Secere-i Türk. Secere-i Terakime Türkiye'de I yayınlanmıştır ancak Secere-i Türk henüz çevrilmemiştir. Şecere-i Terakime sadece Oğuzları anlatır. Şecere-i Türk kitabın da Ergenekon efsanesinin asıl hali vardır ve boy boy tüm Türkleri anlatmaktadır,"

 Ve Tanrı, İlâhî düzeni (Töre’yi) korumak maksadıyla kendine inananlara Devlet vermekteydi.
Devletin vazifesi Töre’yi korumak ve böylece insanlığı huzura, kavuşturmaktı.
Tanrı Türkİer’e: "Kösleri yok olmasın, Töre’nin tebliğ ve hâkimiyeti durmasın" diye Vatan, Devlet ve Hâkan vermekteydi.
Yeni Toplum, 
Sayı 1, Mayıs-Hazirân 1992

Sevgili okuyucu!
Seri, eline kalem alıp yazan, yazmayı düşünen gelmiş geçmiş bütün müelliflerin adı belirsiz, olgunlukta mütekâmil, müsamahası engin halden anlar, büyük kederlere ve sevinçlere ortak olabilen geniş kavrayışlı bir şahıssın. Birçok büyük mütefekkir, kendi devirlerinde yakınları, yaşadıkları toplumun ileri gelenleri tarafından anlaşılmasalar dahî kaleme sarılır ve nerede, nasıl, ne zaman yaşadığını bilmedikleri sana içlerini dökmekten kendilerini alamazlar. Sen o yazarın yakını veyâ çağdaşı olmak zorunda değilsin. Düşünüyorum da bunca büyük gönüllü insanın muhâtabı olan sen, belki de târihin en kayda değer meçhul kahramanısın.
İnsanda bir yerlerde saklı, sâdece kendine âit tutmak istediği mahrem dünyalar bulunması pek tabiî görünür. Fakat gene insanda en büyük duygu, fikir,  icat, keşif birikimlerini deşifre edip hemcinsleriyle paylaşma ihtiyâcı da baskın bir rûhî taleptir. Bu iki kudsî hal arasındaki çelişki senin şahsında muvâzenesini bulur. Gerçi yazan en mahrem duygularını, meselelerini ortaya döktüğünü zannetse de çok defâ cemiyet o gönül dağını ne görür ne de duyar... Ama ey aziz okuyucu! Senin karşında, bir fikrin çilesini çeken insan, kuytu mabet köşelerinde en içten, en esrarlı niyazlarım Rabbine döken âşıklardan farklı değildir. O, senin şahsında bir itminan duygusunu yaşar.
Aslında tek tek bildik sımalar değildir okuyucu. O kuyucu bir ma’şerî şuurdur. Ve yazı zamâria rehin edilmiştir. Yazı, ebediyyet demektir. Okuyucu bu ebediyyetin sahibi sıfatıyle yazarın karşısına, halde ve bütün gelecek zamanlarda yaşayacak insanlık ailesi nâmına çıkar.
***
Hz. Yusuf’a kardeşleri bile dost değildi. Onu kandırıp çöl ortasında bir kuyuya atarak Ölüme terk ettiler. Ama Yusuf kardeşlerinden görmediği sevgi ve alâkayı Züleyhâ’dan ve hattâ daha sonra bütün Mısır halkından doya doya gördü ve yaşadı.
İnsanlar sâdece yaşama içgüdüsüyle mi bir arada bulunma ihtiyâcındadırlar?
Aileyi câzib kılan sâdece kan bağı mıdır?
Yoksa o ocakta, insanın ezelî ve fıtrî yönelişi olan muhabbet en tabiî tezahürleriyle yaşandığından mı yaz geçilmez ilk toplum örneğidir! Aile, anne babanın ivazsız garazsız sevgileri etrâfında, sürekli çevresindekileri rahatlatan feragatleri sâyesinde şekillenen ilk sosyal birlik. Aile, ancak Özünde gönlünden sevgi kaynayan bir merkezin bulunduğu sevgi ocağı ise manâlı toplum örneği olabiliyor. Aksi takdirde, arada birinci dereceden kan bağı bulunsa dahî bu, paylaşacak, ortaklaşa yaşayacak sevgileri tükenen o insanların berâberliklerini sürdürmelerine yetmiyor. Aynı mantık, içinde barındığımız her cins topluma şâmil kılınabilir. İnsanları bir arada tutan en mühim güç sevgidir. Tarih boyunca yaşanmış beraberlikler dâimâ şu veyâ bu seviyede, şu veya bu mâhiyette sevgiler üzerine bina edilegelmiştir.
Mutasavvıflarımız sevginin mahluk olmadığını söylerler. Kendi edebleri içerisinde kâinatın :bu ezelî kudretini tebcil ederler. Varlık âlemindeki her bir tezahürün mânâsı, aslında o şeyin mazhar olduğu sevgi tecellîsiyle eşdeğer olmaktadır. Dolayısıyla sevgi mefhûmuyla mânâ mefhûmu arasındaki organik birlik görülmeden madde ve ruh ilişkisi çözülemezmiş gibi geliyor. Toplumlar, insanların gönüllü birlikte yaşama irâdeleri tarafından şekilleniyor iseler, bu gönüllü hayâtın yürekliliği, paylaşılmakta olan daha geniş çerçevelerdeki değerler sistemiyle îzah edilebilir ancak. Bu hâle muhabbetin içtimâîleşmesi demek aşırı bir ifâde sayılmamalıdır. Yoksa kan bağı gibi sâdece uzvî bir sebeple insanları, ilelebed yan yana tutmak kabil değildir. Kaldı ki gönül akrabalıklarına dâir deyim ve ata sözleri dilimizde hayli zengindir. Yâni kan bağı esâsına bağlı gibi görünse bile insan beraberlikleri behemehal geri planda daha güçlü sevgilere dayanıyor.
Bu sevgiler, alt seviyedeki insanlarda güç kudret elde etme hırsı, yaşama sevgisi... gibi normal veya egoist türlere bürünürken, derece derece daha ileri idraklerde mücerred değerlere doğru yükselmektedir. Bir toplum içinde yaşamanın, bağlanılan sevgiyi teneffüs etme imkânı verdiği, vereceği hükmü, insanları o toplum içinde tutan harç olmaktadır.     
Dikkat edilirse 1789 Fransız İhtilâli’ne kadar ırk fikrine dayalı millet tariflerine rastlanmaz. Eski zaman milletleri aslında birer ümmettirler. Bir dünya görüşünün mensuplarına millet denmektedir.
Milleti İbrahim, İsâ’nın Ümmeti, Mûsâ’nın Ümmeti, Ümmeti Muhammed tâbirlerini hepimiz biliriz. Bu toplulukların hepsi de zaman zaman bâzı bölünmelere uğramakla berâber ortak bir İlâhî sevgi,, bir merkez şahsiyete duyulan aşkın muhabbet esâsına göre terekküb etmişlerdir. Bu merkez şahsiyetler başta peygamberler, mezhep kurucuları, büyük velîler... vs. dir. Mezheb ve tarikatler din kurucularının merkezî fonksiyonlarını reddetmeyen, büyük dâire içinde yer. alan daha husûsî dâirelerden ibarettirler. Ortadoks da Katolik ve Protestan da Hz. İsa’ya aynı kıymeti verir, kendi sevgisinin daha saf olduğu iddiasını bırakmaz. Siyâsî organizasyonların şekilleri, güçleri, İhata alanları, sayılan ne kadar çeşitli olursa olsun, İhtilâl öncesi dünya insanlığı genel olarak îmanlarına göre sınıflandırılabilecek bir ana karakter taşımaktaydı.
İman ise sevginin dînî literatürdeki adıdır. Çünkü insanın bağlılık veyâ teslimiyeti ancak sevgiyle mümkündür. Aklî bilgiler emin bilgiler değildir. Ne kadar sübjektif de görünse, müminin îmânı, onun için her türlü aklî alternatifin ötesinde bir kesin bilgi, derûnî tecrübedir. İspatlanması da gerekli ve şart değildir.
***
Orhun Kitâbelerî’nde, "Öd Tengri yaşar (veyâ "yasar")" şeklinde geçen ifâde, eski kültürümüzdeki Tanrı, varlık ve zaman (öd, zaman demek) idraklerinin mâhiyetlerini ortaya koyan çok kuvvetli bir inanışı aksettiriyor. Daha İslam’dan evvel Kağan’ın dilinden zamanda yaşayanın yalnız Tanrı olduğu fikrinin taşa kazınarak ebedileştirilmesi, aynı taşlarda Tanrı’dan gelip Tanrı’daki diriliğe dönüldüğünü aksettiren ifâdelerle birleştirilirse, bugün bile söylemeye cesâret edemiyeceğimiz bir hayat felsefesi ortaya çıkar. Bu hükümler, bize göre, küçük fânîler olan insanların da Tanrı’ya mânâca iştirâki ve bir iştirak idrâki içerisinde yaşaması demektir.
Modern zamanlardaki pozitivist anlayışlar, insan oğlunu kuşatan fizik ve metafizik çerçeveleri meydana getiren unsurları, o kadar alelade materyallermiş gibi gösterdi ki, insan, zaman,. insanın ruh. dünyası... ilk bakışta bütün derinliğini kaybetmiş göründü.
Mâverâi mesajlarını kaybederek sıradanlaşan sahalardan biri de tarih oldu. İnsanlık tarihindeki büyük rolü, vücûda getirdiği muhtelif vatyantlı engin medeniyeti ile Şark ve Garp medeniyet dâireleri yanında üçüncü büyük ekolü meydana getiren Türklük ve medeniyeti de, bilinen bütün kaynaklarına rağmen bu sıradanlaşmadân nasibini aldı.
Zamanı yaşayan Tanrı’dır diyen Bilge Kağan, kitabeler boyunca düşündüğü ve yaptığı her hareketi, ulaştığı hedefleri ve kurduğu düzeni açıkça Tanrı’ya ve O’nun düzeni demek olan Töre’ye bağlarken biz bu metinleri siyâsî ve harb tarihi dokümanları olarak görmekten bir türlü vaz geçmedik.
Halbuki, başka bir açıdan bakıldığı zaman, yâni Bilge Kağan’ın açısından bakıldığı takdirde onca mâcerânın ve daha nicelerinin ancak ve sâdece Tanrı yolunda gidildiği, Töre’ye hizmet vasfı taşıdığı zaman makbul tutulduğu görülecektir. Asıl olan Töre gayretidir. "Üstten Tanrı basmadıkça, altta yer parçalanmadıkça" bozulması muhal görülen Töre o kadar merkezî fonksiyona sahiptir ki, "KÖK TÜRK" tâbiri de buna bağlanır. Sanıldığı gibi buradaki "TÜRK" kelimesi bir ırkı ifâde etmez. Türk, Töre’ye uyan, Töre ise Tanrı’nın yaratış kânunları demektir. Kutadgu Bilig müellifi bu konuda açıkça "Töre’nin gerçek koyucusu Tanrı’dır" (3192. b.) hükmünü vereli bin sene oluyor. Ama fark etmenin zamanı yeni geliyor herhalde. Törütgen Tanrı’nın koyduğu ilâhı düzendir Töre ve Türk de ona uyan kişi... Yâni Tanrı’ya yönelen insandır
Türk. Bütün gayretini Töre’yi ihyâ prensibine bağlıyan İlterişler, Köl Tiginler, Bilge Kağanlar onun için devletlerine "KÖK TÜRK" ismini koymuşlardır. Bu tâbir, "Töre’ye gerçekten bağlı, onu hakîkî muhtevasıyla yaşayıp ihyâ eden topluluk" mânâsına kullanılmıştır. Asla ırk ifâde etmez. Çünkü Kök Türk’ün ne öncesi ne sonrası vardır. Maksat tamamıyle Tamı nizâmına sadâkati göstermekten ibârettir. Asırlar sonra Kuzey Afrika’da kurulan bir İslam devletinin "MUVAHHİDLER" ismini alması gibidir. Yâni Türklük bir dünya görüşü mensuplarının sıfatıdır, bir ırkın adı değil! Antropolojik bakımdan da Türklük dâiresindeki toplulukların hiç de aynı ırka mensup olmadıkları görülür. Uygur’la Gagauz, Macar’la Osmanlı, Kazak’la Azeri tiplerine aynı ırkin mensupları denilebilir mi? Fakat bunlar Türk’tür. Çünkü asırlar boyu Töre mihverli bir devlet ve tevhid kültürü içinde yaşamışlar, kültürel bütünlük kazanmışlardır.
Kültürün ekseni Töre, Töre’nin tevhid anlayışı, Töre’nin hâkim karakteri mensuplarını yâni Türkler’i devlet kurmaya zorlamasıdır. Çünkü Töre ancak devlet müessesesiyİe mer’î olabilen bir sistem ihtivâ etmektedir. Neden devlete ihtiyaç duyuluyor? Çünkü Töre’deki tevhid mesajına inanan insanların Öteki beşerî organizasyonlar karşısında ayakta durabilmeleri lâzımdır. Tevhid fikri de bu birliği zarurî kılmaktadır. Töre’nin devletinde kendi varlığında Tanrı’yı bulmuş, o külli kavrayışı beşerî plana aksettirebilecek, yâni Tanrı’nın Kut’unu kazanmış insanlar yönetici olabilirler. Böylece eşyânın hakikatine nüfuz etmiş "BİLGE" idâreciler, madde mânâ muvâzenesini kurmuş olan Türk Medeniyeti’ni Şark’a ve Garb’a rağmen asırlarca üstün ve hâkim kılabilmişlerdir.
Daha önce belirttiğimiz gibi Fransız İhtilâli’yle ortaya, çıkan ırk fikri etrâfında oluşmuş millet tarifi, İhtilal öncesi tarihte rastlanmamış bir anlayıştır. İstisnası Yahudiler’de görülür. Çünkü onların dîni millî karakterlidir ve İhtilal’in önde gelen fikir adamlarının Yahudi asıllı veya mason olmaları bu fikri gündeme, getirir.
Elbette bilinen geçmişi bakımından bugünkü Türk topluluklarının soy problemleri yoktur. Dünya kavimleri arasında bilinen eri uzun geçmişlerden biri bu topluluklara aittir. Ancak, başlangıçtan beri bir soy ve ırk gayreti Türk tarihinin karakteristiği olmamıştır. Peki Töre’ye uyan topluluklara Türk deniyorsa, Türkçe nereden çıktı? diye bir soru akla gelebilir. Bizce Türkçe Töre’nin içinden doğduğu ilk topluluğun dili olmalıdır. Bugün bu ilk topluluk hakkında fikir yürütmek için yeterince bilgimiz yok. Şu kadarını düşünmeden de edemiyoruz:
Bilindiği gibi Töre’de KARA renk HAKÎKAT’in sembolüdür. Kitabeler’de geçen "KARA BODUN” hakîkî kavini mânâsına geliyor. Çünkü Kitabeler’e bakılırsa Kök Türk devleti içinde onca kavim bulunmasına rağmen Töre’nin kaybına en fazla üzülen zümre bunlardır. Ve kendilerini Bilge Kağan, TÜRK sıfatıyle birlikte anar. Türkçe bunların dili olmalıdır. Diğer toplulukların bugün karşılaştığımız şîve farklılıkları coğrafî ve kültürel muhitleri yanında, Töre öncesi hayatlarından kalan dil yadigârları olmalıdır. Ancak bugün hiç kimse diğerine Türklüğünün nisbetiyle öğünemez. TÖRE’Yİ BENİMSEYEN HERKES TÜRK’TÜR. Arnavut asıllı Mehmet Âkif de, Çerkeş Ethem de, Tunuslu Hayreddin Paşa da, Gazî Giray Han da, Rum Mehmet Paşa da, Saidi Kürdî de, Hırvat Sokullu, Acem Nizâmülmülk.... Türktürler.
Devşirmelik, sâdece Osmanlı’ya mahsus bir sistem zannedilir. Halbuki yukarıdaki isimlere bakılınca da görüleceği gibi bütün Türk tarihinde mer’iyette bulunan bir müessesedir. Ayrıca başka topluluk insanlarına kendi
savunmasını yaptırmak gayretinden ziyâde bir tür beyin göçü ve kalifiye eleman transferi olduğu kadar, mevcut, tevhid müesseselerini en liyâkatle kim yürütürse ona teslim etme büyüklüğüdür aynı zamanda.
İslam öncesi Töre devletlerinde de, İslâm sonrası Töre devletlerinde de (devlete ana özelliklerini yine Töre verdiği ve Töre’deki tevhidci nizam fikri İslâmiyet’le tam bir uyum gösterdiği, İslâmî dönemde de Türk Töresi hayatiyetini sürdürdüğü için) bu gönüllü transfer sistemi kullanılmıştır. Bilge Tonyukuk’tan Sogd kavmine, Nizâmülmülk âilesinden Sokullu’ya kadar Töre’ye intisab edip Türk olan herkes en yüce makamlara kadar çıkabilmişler ve bu medeniyete unutulmaz katkılarda bulunmuşlardır. Aynı durum Arnavut, Boşnak, Çerkeş, Kürt... kavimleri için de söz konusudur. Bunlar aynı zamanda Orta Asya’daki Yakut, Çuvaş, Kazak Kırgız ve benzerleri gibi Türk olmuş topluluklardır artık.
***
Vaktiyle sevgili Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı dergisinde Tolstoy’un bir mektubu yayınlanmıştı. Bir Gürcü kadının ona yazdığı mektubunda oğullarının İslâmiyet’e geçerek Kafkas direnişine katıldıklarını anlatıyor ve onlar adına duyduğu teessürü naklederek cehennem azabına mahkûm olmalarından korktuğunu dile getiriyordu. Şimdi Edebiyat dergisinin hangi sayısında neşredildiğini araştırma gereğini duymadığım cevâbı mektubunda Tolstoy meâlen, her büyük dînin insanları iyi, doğru ve güzele sevk ettiğini, onları sevgi ortamlarında mes’ud yaşatma gâyesine yönelik olduğunu anlatıyor ve "itiraf etmeli kı hanımefendi, İslamiyet Hrıstiyanlığa göre daha derli toplu bir dindir. Müsterih olunuz" diyerek kadını rahatlatmaya çalışıyordu.
Büyük kafalı, büyük gönüllü insanların bu vasıflarının arkasında teferruat çalılıklarına takılmadan, dikkatlerini dâima asıl olanda tutmaları bulunsa gerektir. Tolstoy’un bu tavrı insan ve din konusunda aradığımız müsâmahanın ip uçlarını veriyor.
"Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız" hükmü, dînin özüne dâir yapılacak tefekküre zemin veriyor. Çünkü insan din için değil, din insan içindir. Halifetüllah sıfatını hâiz insan, dinler vâsıtasıyle iç dünyasını (geçmiş tecrübeler ışığında) daha kolay tasfiye edebiliyor. Temelinde İlâhî aşk bulunan İslam dîni de aslında yeni bir din değildir. Allah indinde (baştan beri) tek din İslam’dır. Hz. Âdem’den bu yana gelen bütün semâvî dinler İslam’dır. Nitekim Âmentü’de Kitaplar’a ve Peygamberler’e îman şartı, insanlık tarihini bu noktadan birleyen anlayışın en veciz bir hükmüdür. İslâm'ın büyük ölçüde eski gelenekleri dinleri toparlayıcılığı gayet sarihtir. Neshettiği hükümler istisna edilirse ana sistemde tevhid ana fikri dâimâ eksen teşkil etmiştir. O bakımdan özünde tek Tanrı inanışı ve tevhid mesajı bulunan Töre’nin târihimizdeki devamlılığı yadırganacak bir durum yaratmaz.
Sh:188-196
**********
Binlerce sene süren Türk târihinde ve devletlerinde TÖRE’nin ne kadar mühim yer tuttuğu mâlûmdur. Bâzen bir devlet hukuku, bâzen de gelenek, görenek zannedilen TÖRE; çeşitli spekülasyonlara konu olan eski Türk dîninin adıdır. Merkezinde hemen hemen bütün zâtî ve subûtî sıfatları taşıyan Gök Tanrı inanışının bulunduğu bu sistem tereddütsüz söyleyebiliriz ki Tevhidci özelliklere sahiptir.
Eski Türk cemiyeti bütünüyle TÖRE’nin şekillendirdiği bir İçtimaî yapı arzetmiştir. Bu yapı, gene TÖRE’nin emriyle teşkil edilen ve Töre’yi korumak maksadına yönelik olan TÜRK devletlerince yaşatılmıştır. 1982 Anayasamızm daha girişte Devlet’e küdsiyet izâfe etmesi, ta başlangıçtan beri devletin beşerî planda Tanrı irâdesinin müesseseleşmesi şeklinde anlaşılması geleneğinin, günümüze kadar uzanması sebebiyledir.
Tanrı’nın yaratıcı sıfatı, Törütgen kavramıyla îzah edilmiştir. Töre’nin gerçek koruyucusu ise Yusuf Has Hâcib’in tabiriyle "Kadir-i mutlak olan Törütgen Tanrıdır" Burada şunu söylememiz gerekir ki, Türk kelimesi de aslında bir ırk adı değildir. Töre’ye mensup veyâ onu benimsemiş olan muhtelif kavimlerin bir üst kimliğidir. Yâni Türk devleti bir medeniyet anlayışının, bir kâinat görüşünün devletidir. Yoksa basit bir ırk devleti değil. Zâten ırka dayalı devlet fikri Fransız İhtilâli’nden soıira moda olmuştur.
Nasıl İslâmiyet’ten evvel Kırgız, Kazak, Tatar vs. muhtelif boylar Töre'yi benimsemekle Türk olmuşlarsa, belki de tarihte Devlet fikrinin kaynağı olan TÖRE’ye göre vücut bulmuş Osmanlı Devleti’nde de aynı şekilde Arnavud’u, Çerkez’i, Boşnağı, Kürd’ü vs. Türk olmuşlardır. Çünkü asıl olan Tevhidci dünyâ görüşünü benimsemektir. Yugoslavya’da İslâmiyet’i Osmanlı’dan öğrenen Boşnaklar’ın Türk oldum demeleri, bir de bu noktadan değerlendirilmelidir.
Töre’nin Vatan anlayışı da hayli orijinaldir. Töre’yi benimsemiş olan topluluklar, yâni Türkler nezdinde Vatan mukaddestir. Üzerinde Töre’nin yaşanabileceği yer Vatân’dır ve Tanrı’ya adanmıştır. Yahudiler’de görülen şeklin aksine. Vatanın Tanrı’ya adanması fikri, (Kitabe ler’de «îduk yir-sub» şeklinde geçiyor) İslâm sonrasında da devam etmiş, Osmanlılar’da Mîrî Arazi Sistemi şekliyle gelişmiştir. Aynı espri bugün vakıflarla devam etmektedir. Çünki vakıf Tanrı’ya adanmış mülktür.
Töre konusunda söylenecek o kadar çok şey var ki, eğer daha detaylandırmaya kalkışırsak diğer mevzûlara yer kalmayacağı endişesiyle burada kesip, yeti geldikçe temas edelim.
Sh:136-137
Yaptığımız araştırmalara göre eski Türkler’deki Tanrı telâkkisi ve kâinat anlayışı, vahdâniyetçi bir sistem içinde yer almıştır.. Yukarıda naklettiğimiz cümlenin söylendiği târihlerde Türk kelimesi henüz bir ırkın adı değildir. İlâhî nizam manâsına gelen "TÖRE" (Törü)’yi ihdâs eden Törütgen (Hâlık) Tanrı’nın yolunda giden insanlar mânâsında bir kelime idi. İnsanlar Töre’yi benimsemekle Türk olmaktaydılar. Türk milleti (Türk Bodunu) tâbiri "Millet-i İbrâhim" terkibinde ifâde edilen cemaat manâsında bir tâbirdi. Ve Tanrı, İlâhî düzeni (Töre’yi) korumak maksadıyla kendine inananlara Devlet vermekteydi. Devletin vazifesi Töre’yi korumak ve böylece insanlığı huzura, kavuşturmaktı. İl (devlet) kelimesi onun için huzur mânâsına gelen bir kelimeydi. Kök itibariyle ses, haber mânâlarına gelen "Kü" kelimesinden doğan Küs (Kös), Töre hâkimiyetindeki devletin istiklâl sembolüydü.
Tanrı Türkİer’e: "Kösleri yok olmasın, Töre’nin tebliğ ve hâkimiyeti durmasın" diye Vatan, Devlet ve Hâkan vermekteydi.
Sh:202
******************
Töre, İlâhi nizâmdır; eski Türk dininin de adıdır.
Töre (törü), "Törütgen Tengri" (Hâlık)nin koyduğu nizamdır.
Gerçek Töre koyucu Tanrı’dır.
Töre olmazsa kâinât yerinde duramaz.
Yâni Töre kâinat nizaminin da adıdır.
Töre hükümleri içindeki tavsiye, yasak ve emirler saf doğrulardır.
Töre, bütün insanlığı kucaklar.

Ey Bey
Tanrı kendi nizâmının yürütülmesi için sana beylik verdi.”
"Sen her vakit Töre’yi adaletle tatbik et; beylik Töre ile ayakta durur"

"Ey âlim, devletin başında uzun müddet hüküm sürmek istersen Töre’yi doğru (tüz-eşit) yürütmeli ve kavmi (bodunu) korumalısın",
"Töre ile devlet büyür ve dünya düzene girer; zorbalık (küç) ile devlet küçülür ve dünyanın nizâmı bozulur"

"Beyler gönüllerini temiz tutar ve Töre’yi tatbik ederlerse beylik bozulmaz ve uzun zaman pâyidâr kalır"

"Eğer dikkat edersen, görürsün ki, dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir"

"Tanrı kime beylik verirse, ona işi ile mütenâsip akıl ve gönül de verir- münâsip tavır ve hareket ile akıl ve kol kanat İhsan eder"

Töre, beşeriyete kut kazandıran, insanları kendi hakîkatlerine ulaştıran prensipler yekûnudur; kut’da mutlak bir kudret, her türlü zenginlik ve nimet, mutlak güzellik, dâimî tâzelenme, ebedî hayat ve kusurlardan münezzehliktir.

"Ey bey,
gücün yettiği kadar töreyi tatbik et ve kavminin hakkını vermeye çalış" .

"Eğer'(Törenin tatbikinde) kusur edersen Tanrı’dan affını dile..." .

"Tanrı kadirdir, âdildir; gerçek töreyi koyan, veren O’dur; yarattığı bütün mahlûklara gücü yeter" .
"TÜRK OLMAK" TANRI MİLLETİNDEN OLMAK DEMEKTİR. 
"TANRI DÜŞMANI" HER ZAMAN YENİLMEYE MAHKUMDUR.


Kaynak: Sait Başer, Kutadgu Bilig'de Kut Ve Töre’den Sevgi Toplumuna, 1995, İstanbul



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar