Print Friendly and PDF

DİN VE SANAT-BURHAN TOPRAK

 

ÖNSÖZ

Ömrünü ihtiras ve sevgi ile İslâm düşüncesine vere­rek; onun çok ince sırlarım anlıyan, Louis Massignotı ile -dinsiz, kendini aşmak cesaretinden yoksun adamdırde­diği halde, Îslâmdan iğrenmek ataklığını gösteren, roman­cı Frunçois Mauriac, sanat ve gerçek bakımımdan birbiri­ne taban tabana zıd iki kişidir.

Süren hayatı ölüm sayan Goethe’nin yaşayışını, bize bir örnek diye tanıtan Groethuysen’le Var olması gereken’in kolay kolay yok edilemayeceğine inandığından, Don Juan’m da tam bir imân için yaratılmış olduğunu söyUyen Andre Suares’in yazıları arasında ise hiç bir, ilgi yoktur.

Sanki, inanç savaşı en büyük ermiş için bile, her gün yeniden başlamazmış gibi, dinin dinsizlikten daha kor­kunç bir döğüş olduğundan habersiz, elde edilen her şey yok olmuştur sanısı ile; Allah’ı israf etmemek için, kendini israfa kalkan Henry de Montherlant’a gelince; onun acı cümleleri ötekilerin kaygılan karşısında mânâsız heceler ve çağrışmalardır.

Bu yazılar ilk görünüşte kutuplar kadar birbirlerin­den uzaktadırlar. Belki gerçekte de öyledir. Ama bu ya­zarlar; büyük trajedide, pek genç olduğu için rol akımıyan, fakat açlığı, tifüsü, ölümü yani Büyük Savaşı (19lif 1918) bilen ve &İrmi yaşına geldiği vakit dedelerimden kal­ma değerler tablosunun silindiğini görerek, bu kez de, ru­huna ekmek bulabilmek içini inancı ile ahlâkını olduğu gi­bi gerçeği ile idealini de, yalnız başına yontmağa zorlu kuşağın, bir kimisi olarak kimi vakit isyan, küçük görme ile, kimi vakit yorgunluk, tiksinme ve şaşkınlık içinde, ışı­ğın ateşinde ya da karanlığın serinliğinde, aldatmıyacağma içimden inandığım belirsiz ve esrarlı bir ümid ile uzayıp giden sıtmalı arayışımda; uğradığım duraklar­dır.

Bu çevirileri o anılardır. Onları bir araya getiren bir­leştirici çizgi, ölmezden önce duraksama içinde bin kez öl­dürüp dirilten o sıtmalı arayış; insana lcanat veren, ruha bazu yapan, zekânın bütün çılgmca heveslerini söküp atem, onu her türlü şüphe ve alayın mikrobundan temizliyen; “gerçeğikendi gerçeğini, yolunu, daha doğrusu kendini bulmak kaygısıdır. Bu deneme serisinin adı bu yüzden “Din ve Sanat” oldu.

Okuyucunun bu kaygının ışığı altında yaprakları ka­rıştırmasını isterdim.

1937 Ağustos

NOT: Çoktan tükenmiş olduğu için ikinci baskısı yapı­lan bu kitap, eski havasını korumaktadır. Aslına bakılırsa (II. Dünya Savaşı, bu duyguları daha çok derinleştirmiştir.) Yal­nız dilin gelişmesine göre düzeltmeler yapılmış ve bir kaç in­celeme daha eklenmiştir.

1.          Eleştirme üzerinde en büyük otoritelerin düşüncelerinin özeti olan bir çeviri. (Bir tartışma yüzünden).

2.          XX. yüzyılın ilk çeyreğinde çok yaygın olan estetik bir teorinin incelenmesi: Einfühlung.

3.          Tolstoy’un düşünce ve yaşama trajedisini, son dakika­sına kadar anlatan bir etüd.

4.          Ve bütün kaygılarımın, ümitlerimin özünü verdiğini san­dığım; "Ballar Balım Buldum.’’ adlı; Avrupalı yazarların jur­nal (günlük) dedikleri bir yazı. 1962 B. T.

İSLAM SANATLARININ FELSEFESİ -LOUIS MASSIGNON - (*)

* Asıl adı İslâm milletlerinin sanat yaratışlarındaki usuller — Les methodes de realisation artistigue des peuples de I’lslam” olan bu inceleme 1920 yılının. 25 Şubatında College de France’da ders olarak verilmiş ve sonra 1921 de Syria dergisinde basılmıştır.

 

KülIü men aleyhâ fân ve yebka vechü Rabbike züleelfili vel ikrâm

Rahmân Sûresi

İslâm sanatlarının felsefesini incelemeğe başlamadan ön­ce, topluluklarının havasında, onların sanat yaratışlarını, an­layışlarına göre açıklamaya çalışmak lâzımdır.

Fakat işe girişmeden, hazır bir soru ile karşılaşıyoruz. İs­lâm sanatı yoktur deniliyor ve buna sebep olarak da, Ktır’an’ın şekillerin temsilini yasak ettiği ekleniyor.

Bu soruya verilecek hazır bir karşılık da vardır: İslâm ülkelerinde güzel sanatlar zengin bir tarih ile yaşayıp gitmek­tedir. Kur’an’ın okunmasıile türlü türlü ırklar arasına, bütün Müslüman memleketlerine yayılmış özel bir musikî vardır.

Maddî bir şekilde kavranılamadığı için, sırf aklî bir sa­nat olan ve dolayısile şekle ait yasaktan kurtulan musikîyi bir tarafa bırakarak, her şeyden önce, Kur’an’ın seklin temsi­lini yasak edip etmediğini araştıralım. Madem ki daha şim­diden İslâm sanatlarına ait müzeler ve bu sanata dair Migecn’un el-ki tabı gibi kitaplar sayabiliyoruz; o halde İslâm ülke­leri arasında bu yönden ortak bir görüş olmalıdır.

Kur’an’m kesin olarak şekillerin temsilini yasak ettiği ileri sürülmektedir. Araştırmalarımla vardığım sonuç ise, Kur’an’da böyle bir yasak olmadığını gösteriyor. Yalnız bir­kaç Hadis, Müslüman’lara şekil sanatlarını yasak etmektedir, Bunları sayıyorum:

Bu Hadis’lerden birincisi, kabirlere, nebi ve veli resim­lerine tapanları lânetlemektedir. Ama bu bizi ilgilendirmez. Çünkü bu tapma, bir nevi puta tapmaktır. Ve nihayet bunda şekil, Allah’a ayrılması lâzımgelen tapmayı maddileştirmek için bir deneme yoludur. Oysa ki, camide kıbla boş bir me­kândır.

Islâm geleneğinde yasak edilen ikinci şey, oldukça ga­riptir.

“Artistler, figür yapanlar, kıyâmet gününde Allah tara­fından olmıyacak bir cezaya, yaptıklarını yeniden diriltmek cezasına çarpılacaklardır.” Onlar, cansız figürler yapıyorlar. Âhirette Allah yaptıkları figürlere hayat vermelerini emrede­cek, bu ise imkânsızdır. Bunun için insanoğlu Yaradan’ı tak­lit etmek gibi çılgıncasına kibirli davranışı yüzünden cezalan­dırılacaktır....

Çünkü herkes bilir ki Kur’an’da sözü geçen çamurdan tek figür, düzme bir Incil’de, Isâ'nın çamurdan kuşlara nefes et­tiğini gösteren sahnededir (İslâm sembolünde yeşil kus, yeniden dirilen insanı temsil eder.).

Ama bu hüküm sanatçıya sanatçı olduğu için tatbik edilmiş değildir. Bu ceza, ona, zekâsına güvenmesi, yalnız Al­lah insanları ve yaşayan varlıkları yaratmışken, onun, danı­şıklı bir hile olan sanat yolu ile elinin mahsullerine süreklilik vermeğe ve ortaya hayat benzeri veya karikatürü çıkarmıya davranması yüzünden verilmiştir.

Hadis’lerde bulduğumuz üçüncü yasak resimli yastık ve kumaş kullanmamaya âit olandır. Fakat bu Hadis .ötekilerden daha şüphelidir. Çünkü, Eshab’ın, hattâ Muhammed’in çadırın­da, odasında bile resimli kumaşlar ve yastıklar bulunduğu birçok eski söylentilerle bellidir.

Dördüncü Hadis; Haçın tahribini emredendir. Fakat Haç, sadece bir tasvir meselesi değildir. İslâmiyet, Hristiyanlığın Haça karşı olan büyük saygısı dolayısile bu parçalama em­rini vermiştir.                                       

Kısacası Kur'an ile ilgisi olmıyan şu dört Hadis’e daya­narak, Islâm’da sanat yoktur iddiasını ileri süren -böyle bir şey olsaydı Dini kuran bu yasağı tesbit edecektigörüş ka­bul edilecek gibi değildir.

Bununla birlikte, doğrusunu söylemek gerekirse, bu tez­den yana oldukça kuvvetli bir akım da vardır. Birçok bil­ginler kesin olarak her türlü resmi yasak etmişlerdir. Bı bilginlerin en ünlüsü, XIII. yüzyılda yaşayan, anlattığım dört Hadis’e dayanarak, evde gölge veren her şekli kesin olaral yasak eden Nevevî’dir. Elbette burada, çok ham ve basit olaı o eski düşünceyi, yani canlı bir varlığın alâmetini, hareketi figürler aksettiren bir 6cran olmasında bulan kanaati görü yorsunuz. Bu hususta, canlı yaratılmışların gölgeleri hakkın daki efsaneleri ve meselâ Omiros’da Tanrıların uöl efesi o ana dcğmı v.s          bilirsiniz.

Nevevî bu yasakta küçük çocuklara mahsus bebekleı veya bayramlarda yapılan canlı yaratık şeklindeki kurabiye leri bile yasak edecek kadar ileri gitmiştir.

Bununla birlikte, bu iki yasağın asla yürürlükte olmad: ğını da söylemeliyim. Mutaassıp Hanbelî’ler bile evde figüı lü kumaş ve yastık bulundurmak hakkını kabul etmişlerdi

Bu yasağın sebebini özellikle Müslümanlar arasında pe çok arayanlar olmuş ise de, asıl konuya girmeden önce üz< rinde biraz da biz duralım. Ibnî Dakikülid, “Bu yasak îsl; miyetin başlangıcında inanmışları putperestlikten uzaklaştı mak içindi. Fakat artık İslâmiyet yeter derecede yayılara' insanları, kendi ellerinden çıkan şekillerle, Allah düşünces ni karıştırmamaya alıştırdığından bu yasağa lüzum kaim; mıştır.” diyor. Bu yasağa ikinci bir sebep olarak da taşı ' çamuru giydirmenin uygun olmıyacağı söyleniyordu. Oldu ça bön bir sebep.

Bundan başka, çok dikkate değer bir düşünce vardı : Meleklerin eve girmelerine engel olmamak için evde tasvir b lundurmamak lâzımdır, deniyordu. Çünkü, melekler bu ta virlerde Allah’ın eserlerinin taklidini görerek eve girmekt çekinirlermiş.

Kısacası, birtakım şekillerin resmedilmesin! yasak ed hüküm yönündeki edebiyattan kalan şey, bu yasağın ink değil, smır çizme ve amacının sanat değil, puta tapmak duğudur.

Bir Müslüman’ın sanat eseri karşısındaki durumunda göze çarpan özellik şudur: Meselâ onu bir kiliseve veya 1 müzeye götürürsek, bakar ilk önce, emniyet edemez, bu e, ri bir sihirbaz hilesi, Allah’ı taklide yeltenmek için bir ;

sanır. Sonra imanının yardıımı ile bütün bunların tehlikesiz ve iktidarsız olduklarını anlar. Çünkü, bilmeliyiz ki, bu dün­yada Allah tarafından yaratılan her şey biraz bizim yaptığı­mız eşya gibidir, makinadır.

Müslüman, sanatın tuzağına düşmek istemez. Onun için sanat eserlerinden son derece güzel olan âlem bile, Allah'ın iplerini çekerek işlettiği bir makinadır.

İslâm edebiyatında bu konu üzerinde söylenmiş beyitler meşhurdur. Farsça’da Ömer Hayyam’m, Arabca’da Nabülüsî’nin tabiatın bu anlamını gösteren harikulâde şiirleri vardır. Ve bu Islâm Tasavvufunun köküdür... Allah, kukla oyunun­da olduğu gibi ipleri çeker. Bundan dolayı Müslüman’larda Dram yoktur. Dram Batılılara göre şahısların yüreklerinde ve hürriyetlerindedir. Müslümanlar için bu hürriyet, İlâhî irade ile sınırlandırılmıştır, insanlar İlâhî iradenin âletidir. Elbet­te Müslüman larda da dram vardır. Fakat bu dram kukla oyu­nunda olduğu gibi, basit ve basit olduğu kadar da derindir.

Islâm sanatlarının nasıl kurulduğunu incelerken anlaşı­lacaktır ki, bu sanat yabancı tesirlerle doğmamış ve Islâm metafiziğinin en esaslı kaziyelerine dayanarak büyümüş, kı­vamını bulmuştur. Kur’an, Islâm metafiziğinin birinci misa lidir. Baştan aşağı metafizik tariflerle doludur. Zaten meta­fizik iddialı bir kelimedir. Düşünmeğe başlıyan her insan, me­tafizikle uğraşmış olur.

Müslüman sanatı bir kâinat görüşünden çıkmıştır. Bu, Yunan tesiri altında kalmıyan bütün Ehli sünnet velcemaat filozoflarının savundukları, Islâm ilahiyatının dogmatique nazariyesidir ki: “Kâinatta sırf şekil ve kendiliğinden suret yok­tur, yalnız Allah dâim ve bâkidir.” cümlesiyle özetlenebi­lir.

Yunan görüşünde sürüp giden tabiî şeyler vardır. Çün­kü Allah, onların devam etmelerini, doğup büyümelerini, den­ge ve billûrlaşma tiplerine göre meydana gelmelerini güzel bulmuştur. Buna karşılık Islâm’da her yerde kendini belli eden hâkim Allah fikri bu görüşü reddetmektedir. Bütün ya­ratıklar hattâ şu gördüğümüz masa bile Islâm ilâhiyatçıları­na (meselâ Mu’tezile ve Hâricî’lere) göre devamdan yoksun­dur.

Islâm ilahiyatında beka devamlılık yoktur. Var olan sadece “ân” lardır. Ve “ân” lann zaruri bir sıralanma düzeni bile yoktur. îslâm ilâhiyatçıları pek erkenden istidarei za­man teorisine varmışlardır.. Onlar için var olan “ân"’ lann birbirini kovalamasıdır ve bu kovalama da kesik kesiktir. Al­lah dilerse geri dönmeleri de mümkündür.

Yunanlıların 8 adedi yerine tasarladıkları ogdoade an­lamı gibi îslâm ilahiyatında şekil ve suret yoktur. Yunan­lılara göre 8 adedi kendiliğinden güzel bir teşekkül olup, 8 defa bir’in tekrarı değildir. Nitekim onlar her şeyden önce hendeseci idiler ve toparlak, poligon şekillere hayranlıkla âşıktılar. Buna karşılık Müslüman’lar aded koleksiyonu (adedleri terkibi) olmadığına inanmışlardır. Onlara göre yalnız bir vardır, Allah onu bir ân için 5, 6, 7, yahut 8 defa birleştirerek bu adedleri meydana getirir. Figür yoktur, fakat belli bir za­man için birleşmiş atomlar vardır.

Ve çizgi îslâmlara göre yerini değiştiren bir noktadır.

Aslında, bu tarif de, tamamile yenidir. Yaradılmışlann türemesindeki bütün mâlzemeye İlâhî kudretin hâkim oldu­ğunu savunan bu görüşün; Islâmda matematiğin cebir ve tah­lil yönünde ilerlemesine ne kadar tesirli olduğunu göstermek çok zor değildir. Oysa ki, Yunan görüşü hendeseci, tam adet­leri ve tam adetlerin hassalarını seven bir hesançı görüşü idi. Bundan dolayı îslâm zekâsının gelişmesi çok berrak ve orijinaldir. Hesap onların elinde doğrudan doğruya cebire ve hendese de trigonometriye yönelmiştir.

Bu da, zaten tabiatın İlmî görüşle ne yolda incelenmesi gerektiğini' gösteren en yeni bir anlayıştır.

Nasıl ki Müslüman’lar için ilmî görüşten tabiat yoksa ve devamır olmıyan keyfî bir kaza ve atom zinciri varsa, öy­lece sanatta da suret ve şekil bekasının inkârı bu ayırıcı vas­fın prensibidir. Müslüman memleketlerini gezen yabancıların çoğu, bulanık bir halde derli-toplu bir tarife sokamadan bu­nu sezmişlerdir.

Kendi tarifimin tam olduğunu söylemiyorum. Fakat içi­nizden bazılarına hatırlama ve düşünce konusu olmasını di­liyorum.

Yunanlılar metafizik ile uğraşmıya başladıkları vakit Allah’ın varlığını isbat için bulunan türlü delillerin arasında estetik delil adını alan, eşyanın ahengi, yahut cosmos üzerin­de çok durmuşlardır. Oldukça kavrayışlı olan bu kelime da­ha çok açıklamaya lüzum bırakmaz sanırım.

Müslüman ilahiyatında bu cins delil yoktur. Tek bir de­lil vardır. Bâki olan yalnız Allah’tır. Her sev geçip gider, her şey fânidir. Kendi deyimleriyle yalnız O’nun didân hâ­kidir. Vâcibülvücudun isbatına gelince, O’ndan başkasının değişmesi iledir. Kur'an’da Hazreti İbrahim’in g-ünesin akşam gelince batmasını, ayın tutularak örtülmesini ve yıldızların güneşle silinmesini anlattığı uzun bir bahis vardır. İbrahim bütün bunları gördükten sonra karar verir: “Demek ki baş­ka yerde bâki olan bir Tanrı vardır.” Bunun için Müslüman’­lara göre, Allah’ın isbatı “değişme” iledir. Dolayısiyle sanat onlar için yaradılmışlaruı kendiliklerinden var olmadıklarını göstermeğe bir vesile olacak ve belki bundan başka bir şey olmıyacaktır. Şu halde İslâm sanatı bize “değişme” yi bil­direcek bir sanattır.

Figürlere bağlanmamak, suretlere tapmamak gibi yasak­lar yüzünden Islâm sanatı berrak, ruhânî ve yalnız accord’un güzelliğine inanmıyan, susmada durmak üzere, birtakım no­talardan geçen cebirci bir müzisyenin sanatı gibi, sâf ve te­miz olarak doğdu. “İbni Abbas” m rivayet ettiği düşündürü­cü eski bir Hadis vardır: “Peki ama, art k hayvan resimle­ri yapmıyacak mıyım, sanatımı bırakacak mıyım?” diyen bir Iranlı ressama, “Evet, yapacaksın, ama hayvanların ka­falarını kesmelisin, canlı görünmesinler, çalış ki çiçeklere benzesinler!'’ diye cevap verilir.

Gözlerimizin önünde geçip gittiklerini, yok olduklarını işaret etmek için geçici şekillerin böylece canszlaştırılması, bize, varlığı ve hayatın bekasını ancak Allah’ın iradesinden ve soluğundan alan şekillere, suretlere hayat üflemeyi aklımızdaA geçirmemek gerektiğini gösterecektir. Bunu Merakeş'de Aguedal bahçesinin harikulâde tasvirinde .Tercime ve Jean Tharaud kardeşler iyi görmüş ve Müslüman sanatının istene­rek yapılmış irreelle fantezi yönünü pek iyi ifade etmişler­dir.

Gerçekten -biz de öyle düşünmüyor muyuzsanatçı şe­killerin karşısında sarhoşa dönmiyecek, kendi eserlerinin Eygmalion’u olmıyacaktır. Krokiyi aldıktan ve estetik heye­can geçtikten pek çok sonra, hatırlıyarak eserini, modelini yapmıya mahkûmdur. Gördüğü forma tapmaması lâzımdır. Çünkü bu formdan başka bir şey meydana getirmeğe mec­burdur.

“Rüyalarına inanmamak, çünkü bu âlemin geçici fom lan rüyalardan ibârettir ve silinip gideceklerdir.” işte İslâj düşüncesinin kaynağı. Burada görülüyor ki, o, eski putpere; görüşünü, Yunan görüşünü reddediyor, ama düşüncenin b1 tün üç boyutlu şekil almalarını (modalisation) red ve ink; etmiyor.

Şimdi sanattan sanata geçerek, namaz kılanların b< mihrabına, yöneldikleri bir camiin dekoruna bakarken, Ba halısından o kadar değişik olan halılarının resmini seyrede ken, bir şarkı musikisini dinlerken, ya da bir şiirin yaf sını incelerken, tekniği derinleştirmeden bunların üzerin' İslâmın bıraktığı ve bizi çeken özellikleri yakalamağa ça şacağız.

İlk önce mimarî. Hemen şunu söyliyelim ki, Islâm s natları bazı maddelere düşkündür. Hangi memleket olur olsun, (çünkü Müslümanlar yalnız çölde yaşamış değillerd Musul, Diyarbekir gibi taşlık memleketlerde de yaşamışdır.) Islâm sanatı ihram ve harmani emsali; bol, dalgalan, elbise gibi, eriyen bir maden gibi, işlenmesi kolay, değers kesafeti ve kalınlığı az maddeleri kullanmayı tercih etm tir.

ilk sanat sayabileceğimiz elbise üzerinde durmuyoru Sanat ideali ve biçim bakımından Müslüman’ların ihramli (vfitement flottant) (1). Eski Yunan veya uzak Asya hı manîlerinden bambaşkadır.

Biz şimdilik yalnız mimarînin ihramında, (vetement fi tant) dalgalı, bol ve geniş elbisesinde kalalım. Madde < seriya alçı, sıva ve stuc’dür. Süslemede ise kabartma ye ne kakmayı kabul etmişlerdir. Kabartma yaparak ve suret rin kendiliklerinden durabilmelerini sağlamaya çalışarak biati maymunca taklide yeltenmezler. Bu, onlar için bir f düşünce için bir zemindir. Sanat ise, bir akis gibi onun ü rinden geçmektedir.

örnek olarak tamamiyle İslâmî bir özellik olan Endü seramikinin (seramik için çok dikkate değer bir usul ile) sen üzerine yaldız veya bakır koyma usulünü alıyorum.

Mimarîde konu “geometrik”; fakat açk olan georrı rik şekillerdir. Burada başlangıçtan beri Ehli sünnet vol maat imamlarının savundukları (şekiller ve formlar yoktur, biteviye Allah tarafından yeniden yaratılmaktadırlar) prensi­binin bulunduğu sezilmektedir.

Gerçekten Islâm mimarîsinde yeni mimarîde geometrik şekiller açık olarak görünmektedir. Birbirini kesen çok kö­şeli şekiller, değişik çapta daire kavisleri. Arabesk bunun ne olduğunu daha iyi göstermektedir. Ya da Firaki dölle’ den olan Karânuta (Karmates) da bazı gezegenlere uyan sihirbaz işa­retlerinden ve büyü şekillerinin (Pantacle) den ibaret olan çok köşeli şekiller aksine olarak pek çoktur.

Arabeskin öz olarak belirttiği düşünce nedir? Diyor­lar ki, Arabesk Birliğin sonsuz bir aranmasıdır. Şimdi Islâmların tabiat teorisinden çıkan düşüncenin prensiplerini aramağa çalışalım, ilk önce burada tabiat kelimesi yerinde değildir. Çünkü size söylediğim gibi, îslâmlar için tabiat yok­tur, yalnız alışkanlıklar vardır. Cenabıhak belli bir mikdar atom'u birleştirerek insan tabiatı dediğimiz şeyi meydana getirmiştir. Bütün varlıkların tabiatı (mahiyeti) Allah’ın ira­desiyle dışarıdan onlara verilmiş bulunmaktadır.

Islâm ilahiyatının kâinatı tasarlama ve temsil yönünde ortaya koyduğu baş prensipten yola çıkarsak, mimarîde Ara­beskin; Yunan hendesecilerinin, yuvarlağın ve çok köşeli şek­lin güzelliklerine hayran olmalarına benziyen bir imrenme­ye düşmemizi önlemek için; kapalı hendese şekillerinin son­suz bir yasağından ve inkârından ibâret olduğunu görürüz.

Kahire’ye gitmiş olanlar “Zafer kapısı” m hatırlarlar. Bağdad’da, bu konuyu daha çok aydınlatan başka bir kapı vardır, “Tılsım kapısı” adını taşır. Çok karakteristiktir. Üze­rinde bir sürü hafifçe çizilmiş çok köşeli şekiller ve “pantarle büyü formülleri” vardır, imdi muhayyile bu kapal; şekillerde kalmamalı, bu formları kırmalı, çabuk yazılan yazımn yaptığı gibi, çizdikten sonra öteye geçmelidir (1).

Bu arada, üzerinde hem ihtişamlı, hem de irreel biçim­de birbirine sarılmış, buğday başakları ile üzüm salkımları bulunan, Kudüs’teki Ömer Camiinin harikulâde mozaiklerini de hatırlamadan geçmiyelim.

Bunu yapan Hristiyan, Bizanslı bir sanatçıdır. Kilise­mi,) Elifbe ile (hattâ hece ile) Sâmiler Hiyerogliflerin ka­palı şekillerinde esir olan düşünceyi kurtarvuşlardvr.

ler için hazırladığı Oblation eucharistique (1) modellerin kullanarak onlartm kartonlarından faydalanmıştır, deniliyor Bununla beraber şunu anlamış olmak benim için yeter: (Sos yolojik bakımdan da önemli olan budur) sanatçı burada şe killerin belli düzenini bozmuş ve bu kubbenin üzerine fikri ni mozaik olarak dağıtmadan önce îslâm sanatı yapmış v< Hristiyan sanatı yapmamıştır. Vogüe; Kudüs te îslâm sanatı nı tarife kalkışırken “Kur’an, încil’e göre ne ise; bu sana da, Bizans sanatına göre odur.” diyor. Bunu söylemekle açık lamada pek ileri gidilmiş değildir.

Artık bahçelere geçebiliriz. Bahçe sanatı çok incelen miştir. îşbiliyye (Siville) de Emirin Cennetülârif adını ala: bahçesini, yahut Bağdad’daki veya İran’daki harikulâde bah çeleri görmüş olanlara, ben yalnız bahçenin İslâmî kavramı nı hatırlatmak istiyorum. îslâmlara göre bahçe, dünyanın hây hûyundan uzak bir hülya âlemidir.

Romalılarla başlayıp Medicis ailesi ile, XIV. Louis il devam eden, belli başlı bir teoriye bağlı klâsik bahçede, ufuk lara açılan geniş plân ve manzaralarla, uzaklıkları aksetti ren büyük havuzlarla, merkezin iradesi altındaki ağaçlarda yavaş yavaş etrafa yayılmak için, hepsine ortadaki bir nok tadan hâkim olmak isteği sezilir. Oysa ki, bunun yerine, Dc ğu bahçelerinde en önemli şey gizliliktir. Önem çevreden ço ortadadır.

Doğu bahçeleri çokluk kısır bir toprak parçası canları dırılarak yapılır, su getirilir ve kenarı gözetlemenin aşarnı yacağı çok yüksek duvarlarla çevrilir. Bahçe içinde ise, üçe üçer, beşer beşer düzenlenmiş ağaçlar, çiçek yatakları vaı dır ki, çevreden merkeze gidildikçe daha çok sıklaşırlar. V ortada köşk vardır.

Burada gözün ilk kavradığı şey, gördüğümüz şekilde ki tabiatın; maddî âlemin red ve inkârıdır. Bu; peyzajlı bal çelerin tersine, hülya dolu öyle bir tabiattır ki, bizi birliğ ve bütün fikirlerimizin göbeğine ve köküne götürür. Bu, n« rede ise düşüncenin kendi içinde dinlenmesidir, yoksa klâsi bahçelerde olduğu gibi derece derece hâkimiyete, tabiata ya­yılmaya gitmek değildir.

Eğer şimdi renk sanatlarına geçersek, çünkü bahçe ken­diliğinden bizi ona götürüyor, görülür ki, İslâm’da hangi sebepten heykel yoksa, aynı sebepten resim de yoktur. Ama bunun mânası İslâm'da boya sanatı yok demek değildir. Ha­lılarla, armalarla ve bir dereceye kadar minyatürlerin renk­leriyle, onlarda boya sanatı olduğunu biliyoruz.

LtĞon Bloy’nm dediği gibi, süslü büyük harflerden (lettres ornees) den yola çıkarak, harfcik (lettrines) lere ve oradan kitap dışındaki resim (peinture) e varan Bizans minyatürü ile İslâm minyatürünün oluş ayrılıklarını işaret etmekle bir­likte, bunun üzerinde durmayacağım. Islâmda Bizans’ın zıd­dına, minyatür metnin kenarında bir hayal olarak boşluğa asılı kalmış ve kitap dışına çıkamamıştır. Israr etmiyeceğim demiştim, zaten minyatür özbeöz İslâm sanatı delildir, asıl önemli olan halıdır.

Hah bakımından kullanılan mâlzeme meselesini inceliyelim. Çokluk, donuk renkte, şeffaf olmtyan, perspektife yaramıyacak elemanlar seçilir. Bunda da gene tabiatı taklidden kaçmak ve onu inkâr etmek iradesi görünür. Perspektif yan­lışları perspektifi bilmediklerinden değildir. Çünkü perspek­tif bilmiyen sanatın var olacağını sanmak saflıktır. Meselâ Mısırlılar yandan görünen bir figürün gözünü önden yapı­yorlar. Gerçekte bunun böyle olmadığını onlar da bilirler. Onlar insan suretini bu biçimde gösteriyorlarsa bilmedikle­rinden değil, sadece tabiatı maymunca taklid etmek isteme­diklerinden ve belki daha başka sebeplerdendir.

Doğu halılarında en çok dikkati bağlıyan şey, karan­lıklarla aydınlıkların birbiri üstüne yığılması ve ikinci de­recede renklerden karanlık ile aydınlıklardır. Bir Doğu ha­lısının özelliği renklerinin koyuluğunda ve çokluk ince ayrı­lıklarının değişikliğindeki azlıktadır. Gobelins halılarında üç yüz elli renk derecesi olduğunu söylüyorlar. Bu teknik he­men hemen resmi taklid etmek demektir ki, bujıun da halı­cılıkla ilgisi yok gibidir.

Doğu lular ise en çok beş renk kullanırlar. Ve bu renk­lerin hiç biri de çekici değildir. Fotoğraf, renklerin şiddeti­ni kollamak şartiyle, bu halıların bütün güzelliğini kolaylık­la verebilir. Çünkü aksettireceği şey yalnız karanlık ve ay­dınlıklardır.

İslâm resim idealinin Batı resim idealinden. Fra Angelico’dan, Velasquez’den ne kadar uzak olduğu görülüyor. Batı’lılar çiçeklerin ve eşyanın renklerini taklid ediyorlardı. Onların eserlerinde karanlıklar ve aydınlıklar değil, belki ger­çek renkler kendini gösterir. Bunu gözönüne alarak İran sa­natını tarife kalkışırken, henüz Doğu ya gitmediğini ve ya­kında Kudüs’e gideceğini duyduğum G. K. Chesterton, “Bir Doğu halısındaki çiçekler ve hayvanlar nerede ise işkenceye uğramış gibi görünüyorlar.” diyor. Bu görüş tamamiyle doğ­ru sayılamaz. Taş kesilmişlerdir, demeli idi. Yalnız İran ha­lılarımın değil, bütün Müslüman halılarının dekorasyonunda­ki ayırıcı özellik -çünkü Fas’ta da aynı usûl kullanılmakta­dırüslûba çekilmiş çiçek serpintileri ile ruhanî sembol ha­line getirilmiş hayvanlardır. Ve çiçekler sayısız değildir.

XV. yüzyıl İran sanatında rastlanan çiçeklerin listesi yapılmış ve şunlar bulunmuştur: Yasemin, lâle, yabani gül. karanfil, şeftali çiçeği. Demek ki beş çiçek vardır, beşi de üslûba çekilmiştir.

Hayvanlara gelince üç dört tanedirler. En sık rastlanan kanatlı aslan ile, insan başlı bir kuş olan simürg. Gene bu­rada Müslüman'ların benimsedikleri, din bilginlerinin tesbit ettiği, bütün inanmışlara, hayvanlara tapmayı haram kılan metafiziğin temellerini buluyoruz. Ruhanî sembol ha­line getirilmiş hayvanların artık kendiliği (ayniyeti) silin­miştir, denebilir. Başları ve ayakları koparılmış, yerlerine eşitleri takılmıştır. Gerçek hayatları kalmamıştır. Bunun tatbikinden çıkan netice nedir? Burada arma sanatına do­kunmuş oluyoruz.

Arma1 sanatı gelişmesi Ue Batıı’da öyle bir orijinalite ve bir varlık kazanmıştır ki, artık onu Doğu’ya bağlı yamayız: XIV., XV. yüzyılların beratlarında en olgun ve ilgi verici şeklini gördüğümüz Batı armacılığının, Doğu’nun basit bir kopyası olduğunu söylemek çok ileri gitmek olur.

Bununla birlikte, Batı’lılarda armacılığın Haçlıların ge­ri dönmesiyle başladığı da doğrudur. Ve armacılığın kökü Islâm'dan gelen bir düşüncedir.

Kısacası halılar armalıdır. Arma renklerin hovratça kar­şılaştırılmasından ve z dlıklarm tatbikinden ibarettir. Yok­sa hafif ayrılıklarla, sezilebilir semboller, sıraya konmuş, dü­zenlenmiş gruplar yaparak dile getirmek için tabiatı taklid değildir. Bunlar sadece lojik olan renk karşılaştırmaları ile keyfî tertip edilmiş renkli kartuşlar ve dekoratif atom’lardır. içinde acaip hayvanlar, keskin renklerin zıdlığı ve tabiatta var olmıyan her türlü şey bulunan ve böylelikle tabiatı in­kâr eden arma kadar tslâmın metafiziğini açıklayan hiçbir şey yoktur.

Artık musikiye geçelim. Musikî için Islâm bilginleri Yu­nan felsefe kitaplarını üstünkörü anlayıp kullandıkları pek haklı olarak ileri sürülmüştür. Bundan başka Iran yolu ile belki Hindistan'ın da bazı tesirleri olduğu söylenebilir.

O halde musikî malzemesini olduğu gibi ele alalım, ilk önce az aralıklı intizamsız dağılmış, üçte bir ve çeyrek ton taksimatı olan bir (gamme) dizi buluyoruz. Sesin az az du­raklar içinde oynaması oldukça ilerlemiş bir sanatı icabettirdiğinden, -bu inceliği kavrayabilmek içinözel terbiye ile iyice hazırlanmış bir kulak lâzımdır. Bundan mahrum olduk­larından Batı’lıların çoğu, Doğu konserini veya şarkısını din­lerken sıkılırlar. Çünkü aynî notanın tekrarlandığım sanır­lar.

Kaldı ki biraz sonra Müslüman'lar için musikî temelinin notada ve nota sisteminde olmadığını göreceğiz.

Müslüman cümlesinin lojik yapısına gelince: İslâm ül­kelerinde Endülüs musikîsi makamı denilen eski musikî ma­kamları vardır. İran’da, Hindistan’da, hattâ Malezya’da bi­le musikînin lojik yapısında bu makam kaygısı hâkimdir. Klâsik Yunan musikîsini incelemiş olanlar, geçmişte de bu­nun mevcud olduğunu bildiklerinden, üzerinde daha fazla durmıyacağım.

Bununla beraber makamlar Islâm musikîsinin en oriji­nal yönü değildir. Yalnız geçerken işaret edelim ki, Fas'da olduğu gibi İran’da da Islâm halk musikisi, Arabca olsun, Farsça olsun daima özel ifadesi olan bir makamdan gelmek­tedir. Meselâ çok hazin bir makam olan Nihavend (İran’da bir şehrin adıdır), Haleb ve Bağdad’da şarkılarda çok kulla­nılır. Böylece birinden öbürüne geçilebilen, tıpkı eski Yunan musikisinde olduğu gibi, yirmi kadar ana makam vardır.

Bu musikide önemli olan şey nağme (melodie) nin ya­ratılması ile makamın hakkına vermektir. Islâm musikisindemelodi dalma birbirini kovalar. İslâmlar’da Harmonie fikri, Hristiyan Batı’nm büyük bir icadı ve Batı medeniyetinin en derin orijinalliği olan hemzaman accord anlamı yoktıır. Za­ten bu fikir Hristiyan Batı’nm dışında, ne Uzak Doğu'da ve ne de Islâm ülkelerinde vardır.

Şu halde bir Müslüman orkestrasını dinliyenler için en esaslı şey (rythme usûl darb) yani, bir melodiye lâzım olan zamanım geçmesidir. Çalgıcı için de önemli olan nokta “ân” ı yakalamağa çalışmaktaki ustalıktır.

Her şeyi metafizik bir imana sokmak istemiyorum. Ama yabancı tesirlere karşı kendisini bu kadar canlılıkla savunan bir medeniyet ele alınınca, her şeye rağmen kabul etmek lâ­zımdır ki; bilginler ve ilâhiyatçılar varsa, bu adamlar baş­kalarının düşünüp yaptıklarını lojik terimlerle tarif ve tesbit için vardtrlar ve gene bunun için Ehli sünnet velcemaat olmuşlardır.

Yalnız "ân" ele geçebiliyor. Çünkü bundan başka şey yoktur. Sürüp gitme yoktur. Çünkü bir defa daha söyliyelim ki, zaman “ân” lann uydurma  bir terkibidir, “ân” 1ar Allah’ın iradesi altındadır.

Orkestra üyelerinin, kanuncunun, udcunun nasıl ânı bir dansöz gibi kavradığım görmek lâzımdır.

Usul-rythme veren âlet “def” tir. Bazan kenarına vuru­lur (tek), bazan da ortasına vurulur (düm). Islâm musi­kisinin bütün teorileri, hattâ; bahir, vezin (metrique) bile “def” den çıkar. El çırparak bunu göstermek mümkündür. Meselâ şu tarzda başlıyan bir Fas havasını alalım:

Kal/ le/ na// san/ ha/ ci/

min/,/ a’/ ma/ laf/Fâs//' (*),

 Tek/ tek/ düm// düm/ tek/

tek/ düm// tek/ tek/ tek/

düm// “2 defa”

Eski vezinlerin kısa ve uzunlan yerine burada susmamın dışında iki değeri vardır: Vuruşun kuru ve sert vurulduğu ân “tek” ile uzun ve tmlıyan vurulduğu, ân: “düm”.

* Bine dedi ki, Sanhâce Fas illerindendir.

(2)             Bine dedi ki, Sanhâce FA» illerin dendir.

Demek ki mesele “ân” ı yakalamak ve her vuruşta ya­kalamaktır. Bu musikinin ruhu melodi ve şarkı accompagnement’larmın temeli vuruş sıralarıdır. Bu suretle Müslüman’­lar usûl rythme sıraları yaratmışlardır. En meşhurlarından biri Masmudî denilendir. Tınlayan vuruşlarla karışık olarak sert vuruşlardan kurulur. Bazı vuruşlar sükût ve takti’ (Bir sekizlik sükûtlar bir çizgi ile, bir dörtlük sükûtlar iki çizgi ile işaret edilmiştir.) ile birliktedir. Meselâ:

Tek, düm/ tek// düm, düm/

Tamamiyle İslâmî bir sanat olan (vezin mötrique) lere gelince: Uzun tafsilâta girişmeden şuracıkta bu malzemenin geçici ve belirsiz bir sesli harfle renklenmiş sessiz harflerden -musikide olduğu gibi gürültüden başka bir şey değildirku­rulduğunu söylemeliyim. Üç Arab sesli harfinin üçü de ha­fiftir. Islâmda sesli harfler teorisi renk teorisi gibi ve gene aynı sebepten pek ilerliyememiştir.

Konulara gelince, birtakım tipler, Arab vezninin bilinen silsilesi vardır. Tatbik yönünden dikkate değer nokta -çünkü bu yönde Batı’da büyük etkisi olmuşturusûlî istinad sessiz harfiyle kafiyedir.

Kafiye, Batı’da Islâmiyetin yayılmasından önce dağınık olarak vardı. Fakat bu başka bir şekilde mükemmel bir (ge­lişmiş ses uygunluğu Assonnance perfectionnde) halinde idi. Kafiye bütün dolgunluğunu ve bütün kuvvetini Batı’da “Dölce stil novo ’ sanatı denilen şeyin etkisi altında almış­tır.

Romanisant’larm ona verdiği ad budur. İmdi bu sanat birdenbire XII. yüzyılda Müslüman’larla alış verişi olan Ak­deniz kıyılarında, Katalonya’da olduğu gibi Galiçya’da, İtal­ya’da, Provans’da gelişmiştir. Ama asıl önemli olan ve iyice isbat adilmiş bulunan mesele (rythme usûl) noktasından bütün vezin mâlzenıesini bu sanatın, Kurtuba’da ve Gırnata da “Müveşşehat” denilen iıalk şiirlerinin müelliflerinden elli yıl önce almış olmasıdır. Kısacası Arab vezni yan: bakımın­dan İslâm dinî teorilerinin etkisi altında kurulmuş ve olgun­laşmıştır.

Artık; en son olarak üzerinde zevkle duracağımız edebiya­ta geçelim. Çünkü aydınlatmağa çalıştığımız meselelerin sjilaşılmasına en elverişli sanat budur. Ve çünkü bu sanat, dü­şüncenin mekanizmasını ifade ve mânasını elde etmek için aracı istemez.

Bilindiği gibi, her düşüncenin bir sembolü vardır; ya­ni her düşünce bir nevi lojik şemaya uyar. Nitekim stereo-chimie (*) de kimyevî terkipler binalar gibi tasarlanır. Tamamiyle basit fikir yoktur. Bunun için onları sembolleştir­meyi, inşa etmeyi düşünüyoruz. Fikirleri edebiyatta mecaz­larla sembolleştiririz. Mecazların sınıflanması Arabların an­ladığı şekilde (belâgat rhetorique) klâsik belâgattan büs­bütün başkadır.

* Mürekkeb cisimlerle basit cisimler birbirlerine göre boşlukta belli bir yer kaplamaktadırlar. Bunlarım boslukta birbirlerine göre yerleri değişirse, fizik, karakterlerinde de birtakım değişmeler olur. Bir cinsten iki miirekkeb cisim -terkipleri aynı olmakla beraber- kendilerini teşkil eden basit cisimlerin boşlukta kapladıkları yerler başka başka, olması münasebetiyle. hassaları noktasından muhtelif iki mürekkeb cisim halinde bulunurlar. Bunlara stereo-chimie denir. Mürekkeb cisimlerdeki basit cisimlerin, boşlukta birbirlerine göre, kapladıkları yerlere göre, kendilerinde husule gelecek değişiklikleri inceleyen kimyaya stereo-chimie, denir.

Misal olarak yalnız bir mecaz alacağım; İslâm şiirinde ilk önce sezilen şey, istiarenin bir nevi cansızlığıdır. İstiare­yi irreel yapmak kaygısındadırlar. İstiarenin bir inişi vardır. İnsan hayvanlarla ölçülür. Hayvan genel olarak bir çiçeğe ve çiçek de bir taşa benzetilir: Meselâ, lâle bir yâkuttur.

İmreülkays’m bir kasidesinde “kanlı bir çiçek” bulu­yoruz. Oysa ki, avda okla yaraladığı bir ceylânın kanayan yarasından söz etmektedir.

İmdi, istenilen; düşünceyi, hayallerle canlandırmak, önü­müze karikatürler dikmek, Yaradan’ı taklid etmek, artık var olmıyanı yeniden yaşatmak değildir. Aksine, eşyayı duy­duğumuzu, şimdi bulunduğu gibi, taş kesilmiş ve caaısız ola­rak göstermek bahse konudur. İstiare hiçbir zaman heyeca­nı diriltmeğe girişmez. Islâmlar’da, bu hâtırayı olduğu gi­bi, tasvirî şekilde benimsemektir. Böylelikle bir şeyden söz açmanın onu canlandıramıyacağma inanmış oluyorlar. On­larda, Batı şâirlerinin şiir yazarak sevgili ile geçen zamanı yeniden yaşatmak ümidi gibi bir kuruntu yoktur.

 

Meselâ; birinci Muallâka’nın başlangıcını alalım, tmreülkays, iki devecisine seslenir:

Kifa nebki min zikrâ habibin ve menzili
Bisıtkil liva beynel Dehuli fehavmelî

(Durunuz ağlayalım ! Dostu ve Dehul ile, Havmel anısında bu kum yığınının ucundaki yurdu -mola verdiğimiz yerde yad edelim)

Yurdun izlerini de anlatır: Bunlar ocağın kararmış üç taşıdır. Çadırların ve develerin izleridir. Hâtıravı diriltmek, şimdi boş olan bu yerde hayalleri oynatmak özledikleri şey değildir. Amaç, yalnız yerinde hâtırayı olduğu gibi kucak­lamaktır.

Arab şiirinin temelini ve sanatçıların anladıkları şekil­de îslâm aşkım anlamamız için türlü örneklerle yetecek ka­dar açıklama yaptığımı sanıyorum. Aşka dilimize çevrilmez bir ad takıyorlar: Hanin (Jâhiz. Risâlât al Hanin ilel Evtan. Haninin asıl manası sevgiliyi hatırlayarak yanıp yakılmaktır.), Garâm (Şiddetli aşk.) diyorlar. Bu bir özleyiştir. Utmitsizliğe düşmiyen ve aynı zaman sadizma ol­mayan bir yeistir. Hanin hâtıranın âşikajıe bir vefâ ile bir­leşmesidir, hattâ aşktan çok vefâdır. Burada hiçbir şeyi di­riltmeğe teşebbüs edilmez. Bu davranış Allah a karşı bir küfür olur. Hanin artık mevcud olmıyan bir duygunun ilk saf­fetine karşı acınmadır, hattâ bundan da fazla bir şeydir. Ateşten, kumdan çölün ortasında hatırladıkları veşil ve se­rin bir Cennet’in özlenmesldir. Kur’an’da anlatılan Cennet’in, duyularla sezilebilir şekillenmesi kadar bu alanda ipucu ve­ren hiçbir şey yoktur.

Arab’lann anlattıkları mübalâğası bile hoşuma giden bir hikâye vardır: Leylâ ile Mecnun. Mecnun Levlâ’ya deli­cesine vurgundur. Leylâ çirkin ve siyah denilecek kadar es­mer ise de Mecnun gene onu sevmektedir. İslâmâleminde Leylâ ile Mecnun olgun âşık örneği sayılırlar, imdi Mecnun’uıı îslâm aşkının artistik teorisinde Leylâ’dan ayrılması lâ­zımdır.

Neden? Efsaneye göre bir gün Mecnun, Leylâ’ya rast­lar. Sevgilisi biraz görüşmek için onu çağırır. O zaman Mec­nun: Sus! der. “Beni Leylâ’nın aşkından uzaklaştırıyorsun?”

Leylâ’nın gölgesine olan bu aşk, hâtıraya, ilk yeminlere ve ilk birleşmelere olan bu bağlılık, o kadar büyüktür ki, ar­tık Mecnun r£el bir şey istemez. Hâtıraya olan saygısını, hâ­tıranın öz fikrini olduğu gibi korumak ister. Görülüyor ki, bu inhisarcı aşk; öz fikir içinde kaybolacak kadar maddeden uzaktır ve bıraktığı lojik izlere razı olur.

Son bir örnek: Çokluk Osmanlı padişahlarından “zâ­lim" diye bahsolunur. Ben de hiç olmazsa çok basit idare usulleriyle davrandıklarını gizliyecek değilim. Bunlar arasın­da en “zâlim” lerinden biri, hiç şüphesiz İran’ın yeminli düş­manı birinci Selim idi. Bütün bu Sultanlar şiir yazmışlardır, içlerinde iyi kötü başarılı olanlar vardır. Fakat, Yavuz Sul­tan Selim’in Farsça bir divanı vardır ki, bunda Mecnun'uıı Leylâ’ya karşı olan duygularına denk hallerin anlatılışı var dır. Şu beyti alalım:

Ni vivant ne suis, puisque tu f ecartes, figüre exquise, ni mort ne suis;

                  O détresse! Que ce genre d’exsistence fait pour conduire au néant!

("Ne zindeem. ez hincri tu ey şuh ve mürdeFer yâd enin nev’i vücudi adem âlud.” Ne diriyim, ne ölüyüm ey şuh; çünki sen benden uzaklaşıyorsunBu çeşit yoklukla kat ışık varlıktan bıktım, usandım.")

Öz düşünceye yönelip, yasa, özleyişe sarılan bu aşk, tamamiyle Islâmiyete mahsus bir şeydir. Bu; bize dışarıdan ister istemez kabul ettirilen eşyanın haliyle, bizim isteğimiz arasındaki kıyası mukassim Dilemme) in huzur içinde be­nimsenmesidir. Allah bana şunu haram etti -burada tasav­vuf! şiire dokunuyoruzOnu yapamam; fakat yapmamaklı­ğım lâzım gelen bu şeyi yapmak istiyorum. Bunun arka­sından, hemen hemen İlâhî olan bir hürriyeti tahayyül için şair mukadderi kabulden kaçar, Fakat söz yerinde ise, uyan­dığı vakit bu rüyayı haksız olarak benimsemeğe kalkmaz.

Islâm Mysticisme’inde uyanık iken keşfin yasak olduğu değişmez bir kuraldır. Keşfe ancak uykuda izin verilir. Islâm sanatı ise yarı aydınlık içinde uyku ile uyanıklık arasında tamamiyle budur.

kadın ve erkekler yaratıyor ve onları bize çatışma halinde gösteriyor. Dinde Allah ile Adamın çatışması, aşkta; kadın ile erkek çatışması, sonunda Adamın, kendi kendisiyle çatış­ması. öyleyse, harp sonunu bir romancı gibi anlatmak ge­rekirse, bugüne değin “romanı besliyen çatışma çetinlikleri­nin, gittikçe azaldığı bir çağdır.” diyebiliriz. Elbette sade ve sözgelişi kullandığımız bir formül. Nitekim bu günün sos­yetesiyle savaştan önceki dünya arasında, bir uçurum tasar­lamak istemiyoruz. Gözönüne koymak istediğimiz bugünkü dünyanın özelliklerini, 1914 den ve daha da önceden görmek ve bir asır yukarısına kadar çıkmak mümkündür.

Ama, devrimize hâs olan şey, birçok delikanlıları, inan­madıkları değerlere, hayatlarında yer vermekten uzaklaştı­ran, o korkunç samimiyettir. Bu kuşaktan 1880 çocuklarının yaşadıkları gibi, kırılmış bir vazo’nun kokulan ile yaşa­masını istemeyiniz. Bugün bir genç, ne benimsemediği din­le, ne bu dinden çıkan ahlâkla, ne de bu ahlâktan çıkan ya­şamanın şartı olan şerefle çatışmaya girişmek istemiyor. Eğer bir gün, dine dönerse, o zaman baştan aşağı hayatı de­ğişecek, bütün ruh ve gövdesiyle yeni inancına göre yön ala­caktır. Ama, yabancı kaldığı sürece -bu yabancılık bütündür ve yapmacıksızdıronda ihtiras hiçbir engele çarpmaz, hiç­bir sed tanımaz. Çünkü çatışma yoktur. Geçenlerde, yüzün­cü yılım kutluladığımız ve ilk gençliğimizde imrenerek oku­duğumuz, Fromentin’in Dominique’i gibi bir romanın, 1927 yılı genci için, bütün bütün anlaşılmaz bir hale gelmesi, çok dikkate değer. Bir gün, Leon Daudet, bu kitap için: “Kalp şaheser” diye bağırmıştı. Elbette kalp şaheser değil; ama şimdiki kuşağın anahtarını kaybettiği şaheser. Robert de Traz, onu böyle anlatıyordu: “Dominique ya da Burjuva na­musu.” Burjuva nâflnusu, bu güzel söz bu günün çocuğu için ne demektir?

Aralarında en incesine sorunuz. Dominiaue ile Madeleine de Nievras, birbirlerini istedikleri halde, bu isteklerine niye teslim olmuyorlar? Karşılık olarak size, Dominique’i oku­madıklarını söyliyeceklerdir.                     m

Bu çatışmalar, şimdi anlaşılmaz olmuştur. Doğrusu da­ha göze çarpan dramlar bile anlaşılmıyor. Bir gün genç bir kadın, Racine’in Phedre'indeki vicdan azaplarından, kırılma­larından hiçbir şey anlamadığını söylüyordu. Üvey oğluna âşık olmak, sanki dünyanın en sade olayı değilmiş gibi, “Bir hiç için ne kadar gürültü!” diyordu. Vicdan rahatı içinde, Phddre’in Hippolyte’i baştan çıkardığı ve TMsĞe’nin bile buna göz yumduğa güzel devir... Phâdre’iri başından geçenler, bugün bir faciamın konusu olamaz.

Gövdeyle ilgili şeylerin, önemini kaybettiği çağ, roman­cı için nasıl verimli bir çağ olabilirdi? Roman buhranını iş­te burada aramalıdır. Bundan başka geçmişte birçok roman­ların beslendiği türlü çatışmalar da, kuvvetlerinden düştü­ler. Kozmopolitizma, sosyal adalet, sınıfların ve ırkların bir­birine karışması; artık Georges Ohnet'nin "Demirhane Mü­dürü” nü ve Grande MarniĞre'inı yazmasına engeldir. Bu­gün hangi büyük aristokrat, kızını Demirhane Müdürüne ver­mek için düşünür?

Bununla birlikte, Allah’sız dünyamızı, aşkı da herhangi davranış gibi bir davranış saymıya zorlayan, bu korkunç mantık asıl roman için en büyük tehlikedir.

Geçmişte aşk denilen şey, bu günün birçok gencine, Versailles bahçelerinin tabiata olan uzaklığından çok realiteden uzak görünüyor. Genç kadınlar, kuralları büyülü olan bu eski oyuna güvenmemek gerektiğini pek iyi biliyorlar. Al­datma artık aldatma değildir. Güvenme, mânâsız bir kelime­ye dönüyor. Çünkü sevgi’de, süren bir şey kalmamıştır.

Marcel Proust'un yalnız şu bölümünün, başlığı üzerinde düşününüz, yeter: Yüreğin nöbetleri... önceleri aşk denilen şey, feragattan, kendine kıymadan, yiğitlik ve vicdan aza­bından örülmüş, ince kuşakların eseri, çapraşık bir duygu idi. Din ve dinden gelen ahlâk ona destek oluyordu. Dinî faziletlerin setleri olmasaydı, göklerle dolu olan bu güzel su­lar birikmiyecekti. Aşk, şeytana uymuş, erdemli kadının da­yanmasından ve katlanmasından doğmuştur: Allah’ın emir­lerine ve hükümetin gizli sebeplerine kurban edilen Racine’in prensesleri... Aşk, kendisini tutan setlerin, yıkılmasından son­ra, yaşayamazdı. Aşk oyununun kurallarına isyan eden genç adamların karşısında, kadınlar akıllarını kaybediyorlar ve M(5rovingien krallarında olduğu gibi, saçlarının kesilmesi, haklarından el çekmelerinin işareti oluyor.

III

Roman çatışmalarının gittikçe azaldığı bu toplum kar­şısında romancı ne yapacak ? îlk önce ötesini aramadan, Saint Real’in ünlü tanımlamasını -bu en kolay usuldür, deneme ile çok verimli olduğunu biliyoruzuygulayabilir: “Roman büyük bir bulvar üzerinde dolaştırılan aynadır.1' Bir kelime ile ken­dine bir şey sormıyarak, zamanını olduğu gibi resmeder. Dik­kat ve özenme ile, sosyetenin tarihçiliği ödevini yapar. Bu durumda, çatışmaların yokluğu ona engel olmaktan çok, res­minin konusu olur. Önceleri Abel Hermant böyle yapmıştı. Bugün de Paul Morand, imrenilecek bir ustalıkla gene o işi yapıyor: ‘ Gece açık”, “Gece kapalı” adlı eserlerinde, Morand, bize her ırktan, her sınıftan, birbirini arayan, hemen teslim olan, sonra bırakan, gene bulaşan ve hiçbir engel tanımıyarak, “ân” ın enstenktlerine uyup, kendilerini biteviye duyula­rı üzerinde incelemiye zorlıyan, başka bir kanun tanımadıkla­rı nisbette, zevk duymıya kabiliyetsiz kadınlar ve erkekler gösteriyor. Bu kadın ve erkekler, ne kadar düşerlerse o ka­dar kirleniyorlar; o kadar anlamıyorlar ve özellikle yaşanan ânın duyularına ve şehvetlerine ait şeylerin, en ufak bir öne­mi olduğuna inanmak, onlar içir, o kadar imkânsızlaşıyor.

Merhametsiz, kaba bir anlatış. Morand, kendisine hâs kaliteler ile bunda başarılı oldu. Ama. sayısız taklitçileri, doğ­rusunu söyliyelim, çok can sıkıcıdırlar.

Çünkü, şekilsiz bir sosyetenin tarihi, eski ustalarımızın ruh ve ihtiras çatışmaları için yaptıkları gibi biteviye tek­rar edilemez.

Romanı kötüleyenler, burada bir adım ilerlemiş oluyor­lar. Bana diyebilirler ki: “Siz de biliyorsunuz, bugünün ro­mancıları, bir çıkmaza girmişlerdir. Ve çıkacak delik bula­mıyorlar!...” Ama karşılığımız hazırdır: “Ya macera roma­nı?” Macera romanının yenileşmesi denilen şey, gerçekten bize, başka yerde yol açmıya doğru bir uğraşma gibi görü­nüyor. însan gönlünün trajedilerinden yoksun kal’nca, yazı­cılar okuyucuları nefes nefese tutan, harikulade entrika ve olaylara atıldılar. Burada macera romanını kötüleyecek de­ğilim. Ama bana kalırsa, macera romanı, yalnız, başlıca ki­şileri Kipling’in, Conrad’m ve Stevenson’un kahramanları gi­bi canlı adamlar olduğu ölçüde, sanat eseri sayılabilirler. Bir kelime ile, macera romanının sürer olması için önemli olan şey, maceralar değil, maceraları geçirendir. Stendhal, sana­tımın, insanlara ait hareketlerin sebeplerini tanımaktan iba­ret olduğunu söylüyor ve insan cinsinin seyircisi olmakla övünüyordu. Demek romancı da, bir psikolog olmalıdır. Bu­gün, hepimiz gibi, o da ruh yönünden çok fakirleşmiş bir in­sanlık ile karşı karşıya bulunuyor. Ama, ruhu dışında bıra­kan maceralara yüklenmekle, romanı zenginleştirmiyor, kül ediyor. Doğrusunu söyliyelim ki, eşsiz Grand Meaulnes’ün ya­zarı Alain Foumier’ntn arkasından, Jean Giraudoux ile, Edmond Jaloux ile, Jacquea Cheneviere ile romancıya Fantezi ve Rüya âlemini açanlara misbetle, macera romancılarından çok daha az ümitliyim. Ama Fantezi ve Rüya âlemine gir­mek pek az yazıcıya nasiptir. Burası Shakespeare yolundan gidenlere özel bir ülkedir.

IV

Fantezisi olmıyan bizler, ümidimizi kesmiyerek başka yerlerde bir çıkar yol anyalım. Yaşamakta olan birtakım ro­mancıların, kendilerine bir yol açıp açmadığına bakalım. Doğu’dan dönüşünde M. Paul Morand, Nouvelles Litteraires’e yazdığı bir makalede, aşağılık bir yolda maddeye ve zevke tapan Batı medeniyetine tiksintisini anlatıyor ve aralarında gezip dolaştığı ulusların Batıklardan çok mutlak, (absolu) içinde yaşamalarına ve sürekli bir düşünce ile ölüme alışma­larına imreniyordu. Morand, bizi, kendi eserinde, iştihalarımızı doyuran, fakat en derin özlemlerimizi bilmiyen, Batı me­deniyetinin alay edilmiş gülünç halini görmiye çağırıyor. Böy­lelikle, yeni toplum tarihçisinin ufuklarını nasıl genişletebi­leceği görünüyor. Ve dolayısiyle anlaşılıyor ki, yazar bütün bütün dinî anlayıştan yoksun olsa, ve -istese de istemese dePascal’m “Allah’sız adamın yoksulluk sıkıntısı” dediği şeyi, gene anlatmış oluyor.

Bu konuda, bir kadın ve büyük' bir yazar olan, yanılmı­yorsam din meselesine hiç aldırmıyan Colette kadar, kimse başarılı olamadı. Cheri’yi ve La fin de Cheri’yi kim okuma­mıştır)? Bundan daha fakir, daha çamurlu ve daha çıplak bir insanlık tasarlamak imkânsızdır. İhtiyar, kartlaşmış oros­pular eliyle yetiştirilen bir çocuk, bu çocuğun annesi olabi­lecek bir kadınla sevişmesi -ve bütün bunlar iğrenç bir zinâ ve utanmazlık havası içindehiçbir şey görmemek ve etin ihtiraslarından başka hiçbir şey tanımamak... Bununla bir­likte, bu iki kitabın bizi alçaltmadığını, kirletmediğini söytemek azdır. Son salıifenin bıraktığı izlem, bazı açık saçık şehvet kitaplarının verdiği gönül bulantısına benzemez. Colette, kart orospulariyle, bu güzel ve aşağılık delikanlısiyle, bizi en derin heyecana düşürür; gençliğin geçici mucizesini dehşetler içinde gösterir. Ve bizi, bütün varlıklarım, konusu olan vücut kadar çürümeye istidatlı geçici bir sevgiye sa­lan zavallı hayatların, faciasını duymıya zorlar. Böylelikle, bu kitaplar her şeye rağmen, ırmaklara akan ve ırmakla bir­likte sonunda denize varan büyük şehirlerin lâğımlarına ben­zerler. Bu Allah’a ortak koşan ve ete tapan kadın, dayanıl­maz bir kuvvetle bizi Allah’a götürür. Bu hal; kendinden önce gelen ustaların, geçirdikleri moral, sosyal ve dinî çatış­maları, hattâ geçmişte tasarlanan şekildeki aşkı bile incele­meden yoksun romancının -çünkü aşk kuralları çok karışık ve köhneleşmiş öyle bir eski oyuaıa benziyor ki, bugünün de­likanlısı onu anlıyamıyorten ve vücuttan başka bir şeye bağlanamaması demek değil midir? Öteki bölgeler kendisi­ne yasak olduğundan romancı gittikçe büyüyen bir atılgan­lıkla, önceleri hiç kimsenin gitmeğe cesaret edemiyeceği, la­netleme topraklara doğru açılıyor. Burada, Gide’iri, Proust’un, Joyce’un, Colette ve Morand ile Lıacretelle’in kitaplarını işaret ediyor ve biraz da kendi çevrem içine giriyorum.

Bugün birtakım romancıların yapmayı göze aldıkları şey, duygunun en gizli sırları üzerine atılan bu bakış, hiç şüphesiz korkunçtur. Bu korkunçluğu herkesten daha iyi anlıyan ve birkaç satırla meseleyi bütün açıklığı ile ortaya ko­yan, Jacques Maritain olmuştur. Bu parçayı “Trois R6formateıırs'’ başlıklı kitabından, J. J. Rousseau hakkmdaki incele­meden özetliyorum:

“Rousseau başımıza değil, yüreğimizden biraz aşağısı­na nişan alıyor. Ruhlarımızda ilk günahın kapanmış yara­larımı deşiyor. Hepimizin içinde uyuyan anarşi, bezginlik ve teslimiyet iktidarlarını ve bütün ona benziyen canavarları diriltiyor... Rousseau, gözlerimize, kendi kendimizden hoşlanmayı ve böylece gördüğünün suç ortağı olmayı ve daha az kirli devirlerin, titriyerek Allah’ın bakışlarına bıraktıkları, en kişisel duygululuğun gizli yaralarındaki büyüyü çözmeyi öğretmiştir. Böylece onun yaraladığı yeni düşünce ve edebi­yat, önceleri yalnız Varlığa yönelmiş olan zekânın tanıdığı doğruluğu ve berraklığı çok güçlükle elde edecektir, Yürek-


lertn, meleklere kapalı ve yalnız Allah’ın bilgisine açık sır­ları vardır. Bugün bir Freud, psikolog tuzaklarıyla, bu sır­rı meydana çıkarmıya çalışıyor. Isâ, kahbe kadına bakmış ve onun bütün sırrını öğrenmiştir. Bunu, kirlenmeden ancak o yapabilir. Oysa ki, şimdi her romancı utanmadan bu göz­leri okuyor ve okuyucuyu seyre götürüyor.”

V

Payına insan yaratmak ve yüreklerin sırlarını araştır­mak vergisi düşmüş olan bir adam için, bu satırlardan da­ha bulandırıcı bir şey bilmiyorum. J. Maritain’den bir nok­tada ayrılıyorum: Böyle bir yükü, yalnız bir adamın üzeri­ne yüklemek kadar haksız bir şey olamaz. Hayır! Eğer Rousseau, yeni duyuşun yaratıcılarından ve mirasçısı olduğumuz fenalıklara ilk tutulanlardan birisi ise bile, bu sırlan, bu giz­li yaraları meydana çıkarmak için, bizi sürükliyen hareket, yalnız ondan gelmiş değildir. Eğer o, gelmeseydi bile, dün­ya haritasında her gün bilinmedik parçaların azaldığını gö­ren bulucular, bugünkü romancılar, hiç şüphesiz gene aynı yasak bölgelere çekilmiş, sürüklenmiş olacaklardı.

Bundan başka, yüzyıldan beri romanın beslendiği çatış­malar, keskinliklerinden pek çok kaybetmiş olsalar da, ge­ne vardırlar. Morand’ın dünyası, bütün dünya değildir. Eski setlerin sağlam bulunduğu birçok iller vardır. Fransa’nın köylüsü, 1927 de, bir Balzac’a, bütün hayatmca bitiremiyeceği kadar konu verebilir. Bu facialar vardır ve okuyucu­larım bilirler ki, ben de, eserlerinin en az kötü olanlarını bu­radan alanlardanım. Ama çokluk, yazar bu facialara ilgilen­miyor, daha doğrusu ilgilenemiyor. Çünkü bir Balzac ve sa­yısız birçok küçük Balzac’lar gelip geçmiştir. Bilmiyorum han­gi eleştirmeci, yeni bir kitabın yapraklarını açarken sızla­nıyordu: "Gene bir Balzac! ’. Artık, Brunetiere’in görüşünden ne kadar uzağız: “Elli yıldan beri, iyi bir roman her şeyden önce Balzac’m bir romanına benziyendir.” Şimdi aksüıe ola­rak, bir roman, Balzac tipinden uzaklaştığı ölçüde, bizi sa­rıyor, diyeceğimiz geliyor. Çünkü dev Balzac’m, bol bol fay­dalandığı ormana, başkaları da girdiler ve geriye ne kaldıy­sa hepsini silip süpürdüler. Artık bize Verlaine ile birlik­te şunu söylemek düşüyor: “Ah, her şey içilmiş, her şey yen­miş! Söyliyecek hiçbir şey yok!”

Balzac’ın ardından gelenler, özellikle oğullarının en ün­lüsü, ustamız Paul Bourget, insanı aile ve tonlum ilgilerin­de inceledi. Bu yazıcıların sanatları hakkında çok yüksek kanıları vardı. Topluma ve Cite’ye hizmet etmek istediler. Sanatlarının bütün iktidarı, bireye karşı kullanıldı. Balzac, her şeyden önce, nüfus defteri ile yarış ediyordu. Hiçbir şey isbat etmeden, bir âlem yaratmıya çalıştı. Köy doktoru gibi birkaçı ayn, hiç olmazsa eserlerinin bir çoğunda, gizli ve yön tutan bir düşüncesi olmadan yazdı. Neden sonra, İnsan­lık komedyasından sosyal hayata lâzım prensipleri çıkardı. Mirasçıları ise, ters yoldan hareket ettiler. Eskiye bağlı felse­fenin sürekli kanunlarını, romanesque örneklerle anlattılar. Faydalı ve imrenilecek olan bu eserler (1914 de bütün dün­yanın gördüğü gibi) meyvelerini verdiler. Fakat belki büyük boğuşmanın reaksiyonu olacak, bugün biz, sanatımızı, ne ka­dar yüksek olursa olsun, bir dâvanın hizmetçisi yapamamak gevşekliği ile mahzunuz. Artık amacı insanı tanımak iken, amacından sapmış romanesque bir edebiyat tasarlıyamıyoruz.

Şüphesiz, Bourget de başlangıçta aynı duyguları besle­mekte idi. AndrĞ Cornelisln M. Taine’e sunmasında, bu kuv­vetli kitabı, ruh biliminin en yeni verimlerine göre yapılmış, bir ahlâkî anatomi şemasına benzetiyordu. Ama, biz bugün, bir ruh biliminin var olabileceğinden şüphe ediyoruz ve her şeyden fazla, romana, fizik ilimlerin usûllerini sokmaktan korkuyoruz. Ve gene biliyoruz ki, Taine’in mektebinde oldu­ğu kadar, asla felsefede ve edebiyatta^ genellik, ünlü “Irk, Çevre ve Ân” teorisine uydurulmuş isbatsız görüşler hüküm sürmemiş, asla bu kadar eşyayı olduğu gibi görme özelliği azalmamış, asla kişiyi gerçek durumunda yakalamaktan, özel ve bir tek varlık gibi incelemeden bu kadar uzaklaşılmamıştır.

L6on Brunschvicg, ondokuzuncu yüzyıl edebiyatı hakkın­da son bir yazısında, Akademiye giriş demecinden kısaltıl­mış, Taine’in şu tuhaf kanısını aktarıyordu:

"iyi ki bugün olduğu gibi geçmişte de cemiyette toplu­luklar ve her toplulukta birbirlerine benziyen eş şartlar için­de doğmuş, eş terbiye ile yetişmiş, eş çıkarlarla idare edil­miş, eş ihtiyaçları, eş zevkleri, eş âdetleri, eş kültürü ve eş temeli olan adamlar vardı. Biri görülünce hepsi görülmüş oluyordu. Her bilimde, her sınıf eşyayı seçilmiş örnekler üze­rinde inceliyoruz.”

Bugünkü romanın üzerine dayandığı, kişisel ayrılıkları küçük görmede, bundan ileri gidilemez. Leon Brunschvicg, Taiıne’e, Pascal’ın şu tek cümlesiyle, boş yere karşılık veri­yor: ‘‘însan, anlayışı arttığı ölçüde, orijinal insanların çok olduğunu görür.’ işte bunun için, bizim kuşağımız, Taine mektebine karşı şiddetle reaksiyon yapıyor. Ve gene öyle görünüyor ki, bu yolda, küçüklerimiz bizden çok daha ileri gideceklerdir. Küçüklerimiz ve büyüklerimizden bazıları: Ay­nı gidişte Henı-y Bordeaux’nun son eserleri, derin bir yeni­lik göstermektedirler.

Geçen yaz, "Les Cahiers du mois” dergisi, “İçimizi yok­lama” başlığı altında, henüz bir çoğu yazı yazmıya başla­mamış gençlerin söylediklerini basıyordu. Eğer J. Maritain bunları okumuş olsaydfı, bizi ve arkamızdan gelenleri; şahıs­ları bir ırkın temsilcisi, bir s;nıfın ve bir kuşağın örneği olan, şu ya da bu ideologie için, seferber, kavgacı, hatiplik eden ıomanesque edebiyattan uzaklaştıran içgüdünün, ne kadar önüne geçilmez olduğunu anlar ve aksine olarak, her gün bi­raz daha bizi, her biri bir âlem ve bütün ötekilerinden baş­ka bir kâinat -sonunda bir yalnızlıksayılan yüreklerin o sırrına yakınlaştırun atılışın, kuvvetini ölçerdi. Belki bu bir felâkettir, fakat biz, iğrenme ve küçük görme kabiliyetimizi kaybettik. En zavallı gözleri bile okumıya cür’et ediyoruz. Çünkü, hiçbir şey bizi tiksindirmiyor, insanla ilgili hiçbir şey bizi iğrendirmiyor.

Cahiers du mois'nm genç yazıcılarından biri, Alain Lemiere, şımu yazmaktadır: "Belli ve açık realitelere, el ile tu­tulabilenlere inanıyorum. Ve yalnız kendimde yaşıyorum. Bu­nun için yazdığım vakit, tek kaygım, eşyanın hacmini, sı­caklığım, kesafetini, yumuşaklığını ve sertliğini vermiye ça­lışmaktır. Yaşamanın tam ağırlığını tutturmak istiyorum. Yalnız eller için yazıyorum. Ama hacmi aşmak dileğindeyim. Psyclıo-Physiologie, canlı et üzerinde çalışmak, parmaklar arasında, etin organik yaşamasını duymak zevkini veriyor. Ey yuğurup biçimlendirmenin eşsiz zevki!.. Ete hayat ver­mek, onu kendi akımlarım :za uygun yaratmak ve elimizden kayıp gittiğini duymak... Çünkü yaşıyan her şey gibi, o da, tabiatın kanunlarına bağlıdır, idealist romancıları kusturan iğrenç uygunsuzlukların ne önemi var? Asîl konu yoktur,

yalnız hayat ve onun gerçekleri vardır."

Bu “İç yoklamalarının”' özü şu birkaç satırdadır. İnsa­nın varlığı ile uğraşmak ve bütün insan realitelerinden hiçbir şeyi kaçırmamak, işte sanınm büyük küçük, hepimize hâkim olan amaç budur. Evet, insanı tanımak, Maritain’in uyandır­ması ile ne kadar şaşırmış olursak olalım; bu yönde ileri­ye gitmemize hiçbir şey engel olamıyor. Özellikle ustalar bu yola bizden önce girmişlerdir ve geçmişte, yazıcıya bazı konulara yakınlığı yasak eden büyü de bozulmuştur. Bu noktadan, Proust’un, arkasından gelen bütün kuşaklar üze­rinde, derin bir etkisi vardır. Maritain’in, bakışlarımızı üze­rinden almamızı dilediği duygululuk sırları için, Proust, ter­sine olarak, ancak bunların yoluyla, insanın bütünlüğüne va­rabileceğimizi söylüyor ve insanın en gizli sırlarını açığa vu­rarak, bizden önce gelmiş dehalardan, daha ileri gidebileceği­miz yönündeki ümidimizi okşuyor. Şüphesiz, bir adamın aile ve toplum hayatının ötesinde, çevresinin, mesleğinin, düşün­celerinin, imanlarının kendisine zorla yaptırdığı hareketlerin ilerisinde, daha gizli bir hayatı vardır. Ve çokluk, bize her şeyi yerecek olan anahtar, bütün gözlerden saklı olan, bu çamurun dibinde bulunmaktadır.

Bana diyebilirler ki: “Az rastlanır ve patolojik hallerin j incelenmesine saplanmış olmak tehlikesiyle karşılaşmıyor mu­sunuz? İstediğiniz gibi, bütün adamı tanıyacak yerde, insan­daki kaba ve pis şeylerin üzerine düşmüş olmuyor musunuz ?” I Elbette bu bir tehlikedir. Bununla birlikte, “Normal adam” mânasının, salt bir değeri olup olmadığını sormak hakkımız­dır. Bütün insanlar, ilk bakışta aynı hareketleri yaparlar, aynı sözleri söylerler, aynı konulan sevmekte ya da sevme­mekte ortaktırlar. Ama yakından ve her biri ayrı ayrı in­celendikçe, birbirinden değişik karakterleri belirir ve birbi­rine bağlanamıyacak kadar kuvvetli zıtlıklar ortaya çıkar. Sonunda bir psikoloğun; görünüşte en normal adamın, ne ile ötekilerinden ayrı ve “varlıkların en yerine konulmazı’ adı j ile söylersek bir galat olduğu sonuncuna varacağı tasarlana­bilir. Bir yüreğin en kişisel, en özel, en ayrı yönlerini ay­dınlığa çıkarmak, işte uğraştığımız şey budur.

VI

Elbette, bu yürekte elde edeceğimiz şey, yalnız bu değil­dir. Çünkü, dileğimiz onu bütün bütün ele geçirmektir. Bu­rada yeni romanın, çok açık, başka bir akımı göze çarpıyor ve onu Balzac’tan gelen roman cinsiyle çatıştırıyor. İnsa­nın incelenmesine, insanın dışındaki mantıki karıştırmak iste­miyoruz. Ona rastgele bir düzeni zorla sokmaktan çekiniyo­ruz. Balzac’m bir kahramanı her zaman tek örgülüdür. Hiç­bir davranışı yoktur ki, azgın ihtirasiyle açıklanmasın ve kişinin karakterinde olmasın. Bu, güzel bir şeydir. Sanatı tabiata kabul ettirilmiş bir düzeaı saymak mümkündür. Ro­mancının ödevi beşerî varlığın kaos’unu denkleştirmek; ona biçim vermek ve onu düzene koymaktır. Bu, yalnız savunma­sı kolay olan bir durum değildir. Doğrusu, bir adamın taş­kın ihtirasının, her şeyi yutarak onu basitleştirdiği düşünü­lürse, kamuna uygun olmadığını söylemek bile güç olur. Bir gözü doymazda, her şey yükselmesine göre ve bir şehvet düşkününde her şey kanmaya göre düzene konmuştur. Balzac’ın tip, yani bir ihtirasta özetlenmiş varlıklar yaratması­na yardım eden de budur.

Fakat XIX. yüzyılın ortasında, eşsiz dehası, tersine ola­rak, yumak gibi karışık insan denilen yaratığı çözmemeğe savaşan, kişilerin psikolojisine, herhangi bir düzen veya ön­ceden tasarlanmış bir mantık sokmadan ve moral değerleri hakkında bir hüküm vermeden, onları yaratan bir romancı belirdi. Bunun içindir ki, Dostoyevski'nin kişileri hakkında, hüküm vermek imkânsız değilse bile, pek güçtür. Çünkü çirkef ile ulvî, bayağı isteklerle yüksek özlemler, o kadar sıkı birbirlerine karışmışlardır. Bunlar, akü ile hareket et­mezler. Pinti, haris, as kor, papaz, tefeci değildirler. Etten ve kemikten örülmüş, verasetlerinin etkisi altında, kötü huy­la, kusurlarla dolu; hastalıklı, iyiliğe olduğu kadar kötülüğe de yatan, kendilerinden her şey beldenilen, umulan, korkulan varlıklardır.

İşte, Balzac’tan büsbütün ayrı bir romancı. (Balzac’ı, bir kol başı olarak alıyorum, bütün arkasından gelenleri, adı ile çerçeveliyorum). İmdi, bu Rus sanatçısı hepimizi, derin etkisi altına aldı. Burada, gene bana; “O, Rusları anlatıyor. Mantıksızlık, zıdlık Rus karakterine özeldir” diyebilirler. Öyle ise dört yanımıza bakalım. Rastgele birini seçerek ve peşin ol­madan hakkında kesin bir hüküm vermeğe çalışalım. Çaresiz, binlerce zıdlıklar ile çevrilmiş olacağız. Ve sonunda korkma­dan savunulabilir ki, son sözümüzü söyliyemiyeceğiz. Bunun aksine olarak, Balzae tipinde bir romanm, kadın veya erkek kahramanından söz açılınca, ona sevimli veya sevimsiz, al­çak ya da yüksek demek için, uzun zamana ihtiyaç yoktur. Din kitaplarının yasağı bilinirken, benzerimiz hakkında hü­küm vermiye o kadar düşkünüz ki, belki romanesque edebi­yatın başarısı bu yüzdendir. Karşımıza değerleri hakkında aldammıyacağımızdan emin olduğumuz; kadınlar, erkekler çıkarıyor. Entellektüelden arabacıya kadar okuyucu, gizliden gizliye, hâinden iğrenmeyi ve genç öksüz kıza, hayranlığı diler. Dostoyevski’nin kahramanları Rus oldukları için de­ğil, belki bizim gibi insan olduklarından, yani canlı kaos ve zıdlıklar içinde göründüklerindendir ki, onlar hakkında ne düşüneceğimizi bilemeyiz. Çünkü Dostoyevski, onlara hiçbir düzen, hayatın mantıkından -ki bizim aklımızca mantıks zlığın tâ kendisidirbaşka mantık vermemiştir. Her ân, onun şahıslarının, duymaları normal olan duyguların zıtlarını bes­lediklerini görmekle şaşırıyoruz. Fakat içimizden hangi bi­rimiz, kendisini taraf kollamadan dinlerse, içinde, ummadığı anî duygular bulmakla şaşırmaz. Yalnız, buna biz önem ver­meyiz, realiteye kulak asmayız. Hayatımızın her bölümünde duymamız uygun ve mantıkî olan şeyleri duymıya savaşırız. Fransız romancılarının yarattıkları kişilere uydurdukları ku­ralı kendimize uydururuz.

Dostoievsky’ye dair konferanslarının birinde -Rus ro­mancısını en iyi anlıyanlardan biri olanGide, şunu işaret ediyordu: “Sosyal muvazaa, (danışıklılık) büyük yalan mü-i teahhididir. Ne kadar insan hayatlarından, benliklerine kor­kunç olarak aykırı bir kişi rolünü oynamıya, kendilerini zor-1 larlar. İçimizde, önce tasarlanıp, adı konmamış ve önümüz­de örneği olmıyan bir duygıı bulmak ne zordur. İnsan oğluı na her şeyi taklit etmek, hiçi yaratmaktan daha kolaydır. Ne kadar insan bütün hayatlarında, yalanla dolanla yaşama­yı kabul ederler ve her şeye rağmen danışıklılığm yalanında özel duygularının, samimî ifadesinden çok rahat ve emek sar­fı için de daha az zorunluluk bulurlar. Onlar buna kendi­lerini iktidarlı görmezler.”

A. Gide tarafından, o kadar iyi anlatılan, bu danışıklılığı bozmayı İstememek bizim için imkânsızdır. Dostoyevsky’nin dersini iyice dinliyenler, artık -içindeki kişileri tabiata ilin tiyle Versailles gibi düzene konmuşPsikolojik Fransız romarnının formülüne bağlanamazlar. Bununla birlikte bu söz lerim kötüye alınmamalıdır: Versailles’a, Princesse de Cle ves’e, Adolphe’a bayılırım. Ama, bizim de başka bir derse dikkat etmemiz gerekir. Burada temelli bir noktaya doku nuyoruz: Bizim memlekette -Fransa dabir hayal romancı sının önüne çıkan mesele, Fransız romanının geleneğinden biı şey unutmamak, aynı zamanda onu yabancı ustaların, Anglo Saxon’ların ve Rusların, özellikle Dostoievsky’nin verimi ili zenginleştirmektir. Bizim için düşünülecek şey, kahraman lanmıza mantıksızlığı, belliliğin ötesini ve yaşayan varlık larm çapraşıklığını bırakmak, aym zamanda açıklık, düzeı yaz cısı kalmak ve inşaya, ırkımıza göre düzenlemeye çalış maktır.

VII

Şu iki zorunluluk arasındaki çatışma: Bir yönden lojil ve akla uygun bir eser yazmak -öbür yönden kişilere belli liğin ötesini ve hayatın sırrını bırakmakişte çözeceğimi tek dâva budur. Bana kalırsa, birtakım eleştirmecilerin, ye ni romancıyı ezdiğini ileri sürdükleri zıtların önemi yoktuı Bunların arasında, örneğin, romanın konuşulan dili kullandı ğım ve Chateaubriand’dan beri, konuşulan dil ile yazılan dil a rasmda boşanmanın tam olması dolayısiyle, romanın bir sana eseri olmıyacağını söyliyenler var. Bu eleştirmecilere göre, ar tistlikteın uzaklaşıldığı derecede, iyi bir romancı olmak kabil dir. Bunun zıddına olarak. Ramon Femandez le birlikte, inar makta olduğumuz düşüncenin başarılı bir roman, bütün edebi yat cinslerinin en artistik olanıdır. Çünkü estetik denges daha içtendir; kaskatı ve belli kurallardan daha bağımsızdır. Sebeplerini, delillerini burada uzun uzadıya anlatacak değ liz. Ama şunu da söyliyelim ki, çok titiz artist kalmakla bil likte, reel’i anlatmak, bugünün romancısının şerefidir. Do| rusu Duhamel, Morand, Carco, Maurois, Montherlant, Vaudc yer, Lıacretelle, Giraudoux gibi başka yönden birbirlerinde çok ayrı olan yazıcılar arasında, bu titizlik birleşme çizgi! olarak kalmıştır. Onlarda ağabeylerinden çok, şekil kaygı! vardır. Ve sanatın zorunluklarile, en günlük realiteleri anlat mak ödevini barıştırırlar. Doğrusu, ihtirasların anlatılışında olabildiği kadar ileriye gitmek istediklerindendir ki, üslûp kaygısı onlarda hâkimdir. Her şeyi söylemeğe cesaret etmek, ama her şeyi olduğu gibi söylemek; bugünkü romancıların yöneldiği amaç budur. Cesareti namustan ayırmıyorlar. Na­mus kaygıları cür’etleriyle denk olarak çoğalıyor ve böylelik­le klâsik geleneğe bağlanıyorlar. En büyük atılgajnlığı en büyük edeple birleştirmek bir üslûp meselesidir. Bir yazıcı­da, şekil kaygısı, onu varlıklar yaratmaktan alıkoyabilmiş mi­dir? Tharaud kardeşler gibi olgun yazarlar, romancı olmak istedikleri vakit, bize eşsiz olan Maîtresse Servante’ı verdi­ler. Hayır, bizi yalnız bir dilemmein tehdidi düşündürüyor: Romancının yarattığı kişiler üzerine etkisi... Ne dereceye ka­dar onlara hâkimdir? Ne kuklada olduğu gibi, onların iple­rini çekebilir, ne de onları kendi başlarına bırakabilir. Çünkü o zaman bize yalnız zıtlar içinde, binlerce heves arasında par­çalanmış ve sonunda ilerlemiyen yaratıklar gösterecektir.

Biraz zındık görünmek bahasına, cesaret ederek söyliyelim ki, romancmm karşısına çıkarı zorluklar bütün ilâhi­yatçıların çözmeğe çabaladıkları, Allah ile insanın alış-verişine pek çok benzemektedir. Orada olduğu gibi, burada da düşünülecek şey Yaradan ile yaratılanın hürriyetlerini barış­tırmaktır. Romanlarımızın kahramanlan, bir ilâhiyatçının in­san hürdür dediği mânada hür olmalıdır. Romancının, key­fî olarak onların kaderlerine karışmaması gerekir. Nitekim Malebranche’a göre, “Cenâbıhak özel iradeleriyle dünyadaki işlere karışmaz.”

Ama öbür yönden Allah'ın da hür, kullarının üzerinde sonsuz hür olması gerekir. Bunun gibi romancı da, artistin eseri karşısındaki salt hürriyetinden faydalanmalıdır. Ben­zeyişi daha ileri götürmek istersek, sanat yaratılışına kaydınlan bu kurtuluş savaşında; tasarladığı plânda hiçbir şeyi değiştirmeden, salt bir mantıkla plânını yürüten ve kitabın­da şahıslannı, seçtiği yolda, gevşemez bir şiddetle kovalıyan Fransız romancısı, Jansenius’ün Allah’ına benzemektedir.

Edebiyata kaydırılınca Mukadderat sim, daha az bunal­tıcı olmakla birlikte, içinden çıkılması daha kolay değildir. Burada meslekten bir adam olarak, denememi söylüyorum: Kahramanlarımdan biri, kendisine çizdiğim yolda, sessiz, us­lu ilerlediği ve benim çizdiğim yollan geçtiği ve sonunda ondan beklediğim bütün hareketleri yaptığı vakit, üzülürüm Tasarılarıma bu kadar boyun eğme, kendisine has bir haya­tı olmadığını, henüz benden ayrılmadığım, sonunda bir hayal olarak kaldığım belli eder, içimden; yarattığım tip, bana karşı koyduğu ve ona yaptırmak istediğim hareketlerin önünde inat ettiği vakit sevinirim. Bu hal belki bütün yara­tıcıların, uslu çocuğu, savurgan çocuğa üstün tutmalarındandır. Eserimin değerinden kahramanım, beni, kitabımın yönü­nü değiştirmeğe zorladığı ve ilk önce sezemediğim ufuklara doğru ittiği vakitki kadar, hiçbir zaman emin olamam. Bu, bize dramlarımızda protagoniste’lerin psikolojisini, Fransız geleneğine göre düzenlemekle birlikte, öbür yönden, her yara­tıcının kendine göre ölçeceği nisbette, bizden çıkan ve ken­dilerine hayat üflediğimiz yaratıklara emniyet ve onların tu­haflıklarına, zıdlıklarma olağanüstü saygı gösterebileceğimi­zi ve onlarda, bize beklenilmez, umulmaz görünen şeylere önem vermemiz lâzım geldiğini anlamamıza yardım edecek­tir. Çünkü, onlara verdiğimiz etten yüreğin çarpıntısı, bura­dadır.

lışıyoruz. insan varlığında yalnız kendisine hâs olanı, dış­tan zorla kabul ettirilmiyeni, bilmeyi iş edinmekle, yalnız şekilsizin ve olurken çözülenin üzerinde uğraşmak tehlikesiy­le karşılaşıyoruz. Daha doğrusu, araştırmamızın konusunun bile, zekânın pençesinden kurtulması, bozulup dağılması teh­likesine düşüyoruz. Böylelikle, insan kişiliği parçalanmıya yüz tutuyor. Çünkü düşüncelerimiz, 'inançlarımız dıştan gelmek­le beraber, gene varlığımızın bütünlüğü içindedirler. P. Bourget’nin “Etappe — Yol başı” romanında, en bayağı hareket­leri, en âdi sözleri, felsefeleri gereği olduğu halde, Jakoben Manneron ile gelenekçi Ferrand, gene etten ve kemikten in­sanlar olarak görünmektedirler. Çünkü, bir adamın dinsel ve filozofik düşünceleri, onda hayvan kadar -bu düşünceler ol­masa idi sadece o hayvan olarak kalacaktı-, gerçek, ikinci bir tabiat, bir kelime ile, yeni bir adam yaratırlar. Bourget’nin, incelediği insanların kendi hayatlarına entellektüel ve moral bir düzen ve bir lojik uydurdukları ölçüde, onun da, insanla ilgüi duygulara, sert bir lojik tatbik etmesi pek nor­mal görünmelidir, insanın, sadece en kişisel enstenktlerini ta­nımayı istemek ve biteviye daha keskin bir bakışla, yalnız insanla ilgili kaos’u kucaklamak kaygısından başka bir şey bilmemek, yalnız insanın bulanık, geçici hareketlerini çiz­mek, bunda yeni roman için korkunç bir tehdit vardr ve bu tehdit özellikle Proust’un kitaplanndadır. Evet, Proust’un eşsiz eseri, bu noktadan, bize bir hatırlatma ve örnek ola­bilir.

Marcel Proust, eserinin yalnız bir yerinde, romancı Bergotte’un ölümünü anlatırken, bu dünyadan tamamiyle baş­ka, iyilik ve fedakârlık üzerine kurulmuş bir âlemin varlı­ğına, inancını belli eder, öyleyse, biz romancıların, insanı bütünlüğünde kavramak, gölgede hiçbir şey bırakmamak amacımdır, bilelim ki, bu inanç ve bu özlem de en bayağı ih­tiraslar kadar yüreğimizi tamamlamaktadır. Kendini unut­mak, temizlik ve olgunluk sevgisi, adâlet aşk ve susuzluğu, bunlar da insanlığın servetlerindemdir. Romancılar! Bunlar hakkında da tanık olmalıyız. Neden, insanda yalnız köklü olarak, duyularının kıvranmasını ve karanlık dededen gelme ; kötülükleri alalım ? Katil kadınlar ile orospularda da; düşmüş ama gene hidâyete varmış yaratıklar gördüğü içindir ki, dinli Dostoievsky’nin kitapları Proust’un eserine o kadar üstündür. Bir gün (Marcel Proust’un eserlerinde Allah korkunç olarak yokluğunu belli ediyor.) demiştim. Biz, onun, alevlerin, Sodom ve Gomore yıkıntılarının içine girmesini ayıplıyanlardan değiliz. Yalnız, zırhsız girmesine acınıyoruz. Bu kusur, eserin cılızlığı ve sınırıdır; insanca anlayış burada yoktur. Bu ese­ri dolduran kişilerin hiç biri, ne moral kaygıyı, ne vicdan ra­hatsızlığını, ne olgunlaşma isteğini düşünüyor. Hiç biri te­mizlik nedir bilmiyor. Ya da kahramanın annesi ya da bü­yük annesi gibi temiz olanları, öteki kişilerin farkına varmak­sızın, normal kirlenmeleri gibi, onlar da kendiliklerinden, o kadar normal ve temizdirler. Burada hüküm veren, dine inan­mış adam değildir. Moral perspektifin yokluğu, Proust yö­nünden yaratılsın insanlığı fakirleştiriyor ve onun kâinatım daraltıyor. Dostumuzun büyük yanlışı, bizce eserinin bir par­çasındaki kimi vakit kaba olan atılganlıktan çok, bir keli­me ile anlatacağımız noktada, -“Allah’ı buluş”un var olmamasındadır. Kendilerine, bilinmedik ülkelere doğru yol aç­tığı ve ölü denizlerin altındaki ülkeleri, sabırlı bir atılışla su yüzüne çıkardığı, arkasındaki yoldaşlarına kalan ödev, bu ye­ni dünyaya Hidâyeti (Kurtuluş) katmaktır.

IX

Flaubert, ahlâk bozanlıktan başka bir ün dilemiyordu. Her gün, gençliği bozmakla suçlandırılan yeni romancılar, kendilerini o kadar gevşek savunuyorlar ki, Flaubert’in ülkü­sünü, benimsediklerini ve gizlice düşmanlarına hak verdikle­rini sandırıyorlar. Kendi hesabıma, dinci gazeteler beni sarsalıdan beri, sinek mevsiminde, memleketimin katırları gibi, ancak kulaklarımı oynatabildim.

Fakat belki bazı küçük gerçekleri sayıp dökmek zama­nı gelmiştir. îlkin şunu: Dinî dâvaya hizmet etmeden, insa­nı daha iyi anlatmıya çalışmak imkânsızdır. On sekiz yüz yıldan beri, yaratılmış, birçok Apoloji’ler içinde biri vardır ki -Pascal’ın Düşünceler’ibunun en yüksek ifadesi olarak kalacak ve ruhları daima “îsâ" ya çekip götürecektir, insan yüreği ile Hristiyanî dogmalar arasındaki imrenilecek uygun­luk onunla aydınlatılmıştır.

Bugün tasarladığımız şekilde roman; ihtirasların bilinme­sinde daima daha ileri gitmek için bir davranıştır. Babalarımız tarafından çizilmiş haritada, Tendre (l) ın memleketi­ni, bilinmez toprakların kuşatmasına razı olmuyoruz. Lâkin çöle daldıkça; suyun yokluğu bize daha çok ıztırap veriyor ve susuzluğumuzu daha çok duyuyoruz.

Cür’etli ve çok cür’etli bir romancı yoktur ki bize ken­dimizi öğrettiği nisbette, ruhumuzu, Allah’a yakınlaştırmış olmasın. Dinin gerçeğini öğretmek üzere düzülmüş bir hikâ­ye, aslâ bana tesir etmedi. Hiçbir yazıcının, Allah’ı, eseri­ne dıştan sokmasına izin yoktur, diyebilirim. Allah bizim ölçümüze göre değildir; bizim ölçümüze göre olan, iınsaııdır. Yazılmış olduğu üzere, Allah’ın saltanatı ancak insanın için­de bulunabilir.

İmam kuvvetlendirmek isteyen bir hikâye, değerli bir romancının eseri de olsa, Allah’ı yardakçı yaparak uydurul­muş, düzülmüş izlemini bırakıyor. Oysa ki, hiçbir kimse­nin, Colette’in Cheri’sini üiklerine kadar “AJlalı’sız adamın se­faleti” niın ne demek olduğunu anlamadan okumasına imkân yoktur. Bu asır çocuklarının en acı ve en “cynique” itiraf­larından, anlatılmaz bir inilti yükselmektedir. Proust’un son eahifelerinde, yalnız şunu görebiliyorum: Açık bir delik, son­suz bir yokluk. (Absence).

Bir dindar nedir? ilkönce, insan olarak var olan ve kendini anlıyan bir adamdır. Doğu, yüzyıllardan beri Isa’yı itiyor ve istemiyorsa, bunun sebebi, Doğu’lunun tek insan varlığını inkâr etmesi, şahsiyetinin erimesine özlemi ve üni­versel olanda kaybolmayı dilemesidir.

Bunun içindir ki, görünüşte dine en çok düşman edebi­yat, onun uşağı olarak kalır. Nietszche’nin işaret ettiği ya­zıcılar gibi, “Çarmıhın dibine” yıkılmıyanlar bile, Isa’ya hiz­met etmişler, daha doğrusu Isâ onlara hizmet ettirmesini bil­miştir. Jean Guiraud ile râhip Bethleem in tasarladıkları Rabelais’si, Montaigne’yi, Moliere’i, Voltaire’i, Diderot’su (geri kalanlar için endekse bakınız) olmıyan bir Fransa, râhip Bethleem ile Jean Guiraud’suz bir Fransa olurdu. Çünkü bu Hı-istiyan olmıyan bir Fransa olacaktı. Humaniste’ler sezme­den, insana en büyük yeri ayırarak, İsâ’nm saltanatının bir

ân önce gelmesine yardım etmişlerdir. Bunlar en yüksek ye­ri; tok çehresinde, gövdesinde, düşüncesinde, emellerinde ve aşkında kadiri mutlak Allah’ın izlerini taşıyan yaratıka ver­mişlerdir. Aramızda, en lekelimiz Veronique (1) in tülüne ben­zer; bu bitkin yüzü, görünecek hale getirmek artiste düşmek­tedir.

Hayır, biz ahlâk bozucu değiliz. Biz, şehvet ressamı de­ğiliz. Eğer kitaplarımızın yanma genç ve cılızların sokulma­sını yasak edecek setler yapılmasını istiyor ve bunu anlıyor­sak, gene denemelerimizle biliyoruz ki, birçok ruhların kur­tarılmasına yarayan eserler, birçoklarını bozabilir. Bu. Mu­kaddes kitap için de böyledir. Birçok terbiyecilerin ilk yan­lışı, ihtiraslardan söz açmamak, onları yok etmek olduğuna inanışlarında değil midir? Bir manastırın duvarları arasın­da beslenen, kitapsız, gazetesiz bir delikanlının, hepsini bir­den yoktan var edeceğinden şüphe etmeyiniz. Çünkü hepsi­ni kendisinde taşımaktadır. Ne yazık ki, içimizde saltanat sü­ren yalınız Allah değildir.

Jacques Maritain bir yerde, “romancı hoş görmemek ve kahramanı ile çirkinleşme yarışma girişmemek şartiyle, her şeyi resmedebilir.” diyor. Asıl mesele buradadır. Çirkinleş­miş, kirlenmiş yaratıklar yukarıdan resmedilemez. Yaşamak için bu yaratıklar yaratıcılarından daha kuvvetli olmalıdır­lar. Yazıcı onları idare etmez, onlar yazıcıyı sürüklerler. Eğer hoş görme olmazsa; hüküm ve karışma olur, eser de yarım kalır. Maritain’in istediği şeyi yapabilmek için, bir veli ol­mak lâzımdır... Fakat o zaman, roman yazılmaz. Velî olmak (Saintete) susmaktır. Romandan -Bernanos’un yaptığı gibi boynuzlarından yakalamak müstesnaŞeytanı sürmek im­kânsızdır.

Elbette rezaleti getiren adamın vay haline! Dindar bir yazıcı, ensiz bir tepede, iki uçurum arasında ilerlemektedir. Rezalet çıkarmamak, fakat yalan da söylememek, isteğin tu­tuşmalarına meydan vermemek lâzımdır. En büvük tehlike nerede? Delikanlıları korkulu rüyalara salmakta mı, yok­sa çiğ yalanlarla Allah’a ve mabedine tiksinti duyurmakta mı? Bundan başka aptallığın kâfirliği de vardır ve kendi­sinden ebediyen uzaklaşan ruhların hesabını ancak Allah... Fakat hayır, biz temizlik örneği verelim. Bizi suçlu sayan­lan bile anlamıya çalışalım. Kilise çevresinde bazılan -kili­se babalarına çıkmaya lüzum yokbelli bir geleneği uzatıp gitmektedirler. Jean Racine’in öfkesine rağmen, Nicole’ün yazdığını hatırlıyalım: “Bir romancının veya bir tiyatro yazannın, namuslu kimselerin inancına göre pek saygıya de­ğer olmıyan kaliteleri, Hristiyan dininin ve Mukaddes Kita­bın kanunlarına göre korkunç ve müthiştir. Bir romancı ve­ya bir tiyatro şairi, vücutlann değil, inanmış ruhlann genel zehirleyicisidir ve kendisini sayısız ruh katliyle suçlu sayma­lıdır.”

önünde H. Bordeaux'nun bile affa eremediği bu Janseniste’e, M. Guiraud’ya inanmalı mı ? Bize kalırsa, söyle­meğe karar verdiğimiz inancımız şudur:

Eğer; insanı incelerken, gerçekten aynlmazsak, aldan­madığımıza inanıyoruz. Biz, iç dünyasınm buluşlarına bağlı­yız. Gördüklerimizden hiç birini saklamıyacağız. Jean Belde’in, roman hakkımdaki uzun bir incelemesinin sonuna ekleyip, dindar yazıcılara pek haklı olarak hatırlattığı, büyük bir Rus romancısının sözlerini de benimsiyoruz: “Ben hayatı, muhayyilenin hülyalannda değil, realitesinde kovaladım ve böylelikle Hayatın kaynağı, olana erdim!”

NOT:

François Mauriac’m, romanvn haklerini anlatan etüdü­nü okurken ve bizim için pek değerli âfıvalara dokunduğundan, onu dilimize çevirirken, bir atn Türh roma/nvmn hali gözümün önündev. gitmedi.

Avrupa romancıları kişiler yaratıyorlar ve bu kişilere son­suzluğa yakı'tv ömür verebiUyirlar. Bunları/n içinde bazilam, is­teyince, ok-uyıu'idarın ı rüya ve fantezi ülkesine uçurarak, ken­dinden geçiriyorlar, ya da arkasına ta'kıp, maceralar peşinde sürüklüyorlar. Birtakımı da, moral, sosyal ve Idini faciaları in­celemekten yoruldukları vakit, yüreklerin meleklere bile kapalı ve yalnız Allah’ın Tanrısal bilgisine açık sırlarını desmiye haJhıyor, sorvra topluma hizmet için, belli bir ideoloji yolunda dö­nüşüyorlar.

AraSlarvnda nüfus haydi ile yarışa çıkanlar, devrinin felse­fesiyle at bası gidip, romanını ruh bilgisinin en yeni verimle­rine göre moral bir anatomi afişi haline getirenler, biteviye daha çok reeli yakalayabilmek kaygısı ite, insani hiçbir şeyden tiksîn-miyerek en iğrenç manevi bataklığa dalanlar olduğu gi­bi, bir ihtirasta özetlenmiş tip yontanlar, ya dia mantıksızlık içindeki insan kaos’lannın tek çizgisini bozmadan eserlerine ak­settirenler var.

Mauriac’m uzım uzadıya anlattığı ve bizim birkaç cümle ile ufuklarım göstermeğe çalıştığımız çeşit çeşit istidatlarım mah­sulleri karşısınida, acaba romanımız, Türk romanı ne haldedir f Bu hatırlayış, hemen söyliyelim ki, bize derin bir hüzün ver­mekle birlikte, bir inkâra sapmak için değildir. Çünkii, ken­dimizi yoklar ve tanlarken Batıyı gözönibne almamıza sebep, bu bakışın her zaman derecemizi aşmak için coşkun bir teşvik olacağına, hiç olmazsa şimdilik olması gerektiğine inandığımızdandır.

Biliyoruz ki, Türk romanınım tarihi ancak v'irım asırlıktır. Henüz onun geleneği kurulmamış, kendine hâs karakteri be­lirmemiştir. Bu yüzden onu Fransız, İngiliz, Rus şdheserleriyle ölçmeğe, ondan mucize beklemeğe hakkımız yoktur. Bir iki kuşakta, Türk romanının), Halit Ziya’daki üslûp zarifliğine, Yakup Kadri’deki büyük sanata varmak için, ufacık bir fiske isteyen şiir ve tahlile, varması bile, bir başarıdır. Bununla bir­likte, romancılarımızın dünyasvm dolduran insan yönünde dü­şündüklerimizi söylememiz affedilsin.

Bize öyle geliyor ki, romjanılarımızda hayat, k’tirşımıaa özii değiştirilmiş, cevheri alvnmış garip bir aksiyon ve düşünce sis­temi gibi çıkıyor. Bunlardaki dünya, içinde bulunduğumuz dün­yadan bambaşka, neredeyse, yer altında, tabiî ışıktan ve ger­çek renkten yoksun, içinden çıkılaca>k kapısı ve aiine kavuş­mak için penceresi olrmyan, dar ve çok karışık bir lâbirent­tir. Bu yeraltı 'dünyacında yazarlarımızın elde edemedikleri ki­şiler, kimi vakit anlayışsız bir gürültü, kimi vakit mânâsız bir sessizlik içinde gezip dolaşıyorlar, isteyip kovalıyorlar, sevip iğreniyorlar, aldatıyor, ya da aldamnyorlar, gülüp ağlıyor ve sonunda, önceden belli bir kaza ve kader sonucu silinip İcayboluyorlar.

Bunların Allah, toplum ve vicdanla çatışmaları püf tendir; yalnız anarşi, bezginlik ve yorgunluk içindedirler. Hangi yol­dan gideceklerini bilmiyorlar, vanlaicak amaçları yok. Sevgi­lerinde orta, kinlerinde orta, atılışlarında ve kendilerini veriş­lerinde hep ortdrlırlar. Allah’ın uzaklaştığı bu sanat mahsulü toplumdan, sanatçı da çekilip gitmiş gibidir. Kişiler kendi baş­larına kalmış, küçük küçük doyumlar uğrumda zehirlenmişler­dir. Bu; zamandan, mekândan, reelden uzak, yer ile gök ara­sındaki idealsiz insanlık, bize ısmarlatma, uydurma, düzme duy­gusunu veriyor. Ne onların ıstıraplarına, ne ferahlarına orb'Jk olabiliyoruz, ne de vcur otduklanna inanabiliyoruz.

Türk adam ve Türk adamvn vicdanı, nıa-nevi değerlerinin haritası; alzmış, ıstırap çeken ya da disipline, kamuna varmış şahsiyeti nerede? Romancımız ne vakit, anlattığı renksiz, te­meli, özlemi olmıyan küçük çaptaki insanların hikâyesindeki kurtularak, kendimi dinliyecek, belli bir iklimin, belli bir mil­letin içinde, etten ve kemikten, kendisini bize zorla kabul et­tiren Yeni Türk Adamı tarif edecek, anlatacaktır. Ne vakit içgülerin biraz yukarısına çıkacak ve dilletantizmaı hxvstalığvndan bıkarak, seçmeye ve hakikati her şeyden üstün tutmıva baştvy'ucakt.tr f Bütün kuşağımızı kı vrandıran bilmecelerden. tepki­lerden; isyanlardan, kendini kontroldün; kararlardan ve tered­dütlerden; ihtiraslardan ve kavuşmalardan; vicdan azanların­dan , şikâyetlerden ve meselelerin meselesinden edebiyatımızda iz yok. Her türlü çatışmanın, din, ahldk, a)şk, ideal düğümleri­nin acısı içinde yasvyoruz. Önümüzde bir yığın soru var: Hep­si çözülmek, açılmak, güne ve güneşe kavuşmak istiyor. Ama romancı bunlara dö>nüp bakmıyor.

Oysa ki, hayzlt durmuyor, ilerliyor ve bütün meseleleri, ses­siz, fei'dlerin, ailenin yıkılması bafocasma çözüp geçiyor. Mane­vi ya da maddi ölüm her şeyi temizliyor, silip süpüriiyor. Çün­kü recim karsısında tek adam duraksama yapamaz, elbette seçmeye ve Sfenksin sorduğu bilmeceyi çözmeye zorludur.

Türk rorm"Jmcısı; hiç olmazsa-, bu cevapları verilmiş sorula­ra, ne vakit, (akı kor) olumuna gelmiş bir kitap gibi, avuçla^ nmızm yanmiası için, elimize bırakacaktır f


olabiliyoruz, ne de var olduklarına inanabilin/oi'uz.

Türk adam ve Türk adamım, vicdanı,, manevî değerlerinin haritası; aizmış, ıstırap çeken ya da disipline, kamuna varmış şahsiyeti nerede? Romancımız ne vakit, anlattığı renksiz, te­meli, özlemi olmıyan küçük çaptaki insanlab'in hikâyesinden kurtularak, kendimi dinliyecek, belli bir iklimlin, belli bir mil­letin içinde, etten ve kemikten, kendisini bize zorla kabul et­tiren Yeni Türk Adamı tarif edecek, anlatacaktır. Ne vakit içgiilerin biraz yukarısına çıkacak ve dilletantizmaı hastalığından bıkarak, seçmeye ve hakikati her şeyden üstün tutmıva başlılMcaktırf Bütün ku-sağımızı kıvrandırayı bihnecelevden, tepki­lerden; isyanlardan, kendini kontrolekvn; kararlardan ve teroddütlerden; ihtiraslardan ve kavuşmalardan; vicdan azanların­dan, şikâyetlerden ve meselelerin meselesinden edebiyatımızda iz yok. Her türlü çatışmanın, din, ahlâk, ask, ideal 'düğümleri­nin acısı içinde yaşvyoruz. Önümüzde bir yığım soru var: Hep­si çözülmek, açılmak, güne ve güneşe kavuşmak istiyor. Ama romancı bunlara dö‘nüp bakmıyor.

Oysa ki, hayılt durmuyor, ilerliyor ve bütün meseleleri, ses­siz, ferdlerin, ailenin yıkılması bahasına çözüp geçiyor. Mane­vi ya da maddi ölüm her şeyi temizliyor, silip süpüriiyor. Çvmkil reclin karşısında tek adam, duraksama yapamaz, elbette seçmeye ve Sfenksin sorduğu bilmeceyi çözmeye zorludur.

Tiirk roma\ncısı; hiç olmazsa, bu cevaplan verilmiş sorulaîret, ne vakit, (ak kor) olumuna gelmiş bir kitap gibi, avuçla^ rımızın ya>nmfası için, elimize bırakacaktır ?

GOETHE’NÎN HAYATI -BERNARD GREETHUYSEN

 

Vauvenargues: “Can çekişenin aklı hayatını kötüler’’ di­yor. Ama ölmek üzere olanlar nasıl haksız sayılabilirler ? Ha­yat sadece yüzey ve ölüm ise derinliktir. Biri Zaman, öbürü Ebediyet’tir. “ölümle karşı karşıya kalmış ruh, zaman ile ebediyetin tam bir karşılaştırılmasını yaparak o âna kadar benimsediği düşüncelerin gerçekten sonsuz derecede uzak olduğunu, hayalinin zamana ve geçici olan birçok şeylere olağanüstü bir uzunluk ve büyüklük verdiğini anlar... Ve ruh bütün bu düşünceleri iter, kendi körlüğüne şaşar, düşünce yönünü, batmak üzere bir kaptan gibi görüşlerini değişti­rir.'"

Can çekişen böyle söylenirken yaşayan ona ve cevap verebilir? Belki; “Yaşamış olmak az mıdır? Var olmuş bu­lunmak size yetişmez mi?’ der. Ona güneşin sıcaklığından ve yaşadığını duymanın ne kadar güzel olduğundan söz acar. Coşkunlukla hayattan, bütün varlıkları canlandıran ve sizin de zamanında paylaştığınız hayat coşkunluğundan bahseder. Ama acaba öbürünün bıraktığı hayatın manzaralarını böyle mi tesbit edecektir?..

Sanmıyorum. Yaşamış olmak can çekişen için birçok şe­yi, özellikle zamana bağlı olan şeyleri anlatıyordu. Size bir yolculuktan ya da bir tesadüften, oturduğu bir yerden ve içinde barmdığı bir evden; ine bileyim daha nelerden söz açacaktı ?

Ama ebediyetin önünde susuverdi. Hayat atılışından dem vuran canlı, onu nasıl yeniden söz sahibi edebilir. O da aslında perspektifini değiştirdi. Bir hikâyeyi bir biologie ve­rimi haline getirdi. Hayatı varlıktan yoksun ve soyut kıl­dı. Can çekişen bunda kendisini kaybediyor. Orada kendi­sine ilgüi olanı ve ancak dostlar arasında konuşulanı nasıl bulsun?


Bununla birlikte belki can çekişenin hikâye edeceği pek önemli şeyler vardır. Bunlar belki meselenin verimlerini de­ğiştirebilirler. O, tarih meydana getirmiş ve ya da başkaları meydana getirirken orada bulunmuştu. Hâtıralarını yazı­yor. ölüm döşeğinde de yazmıya niçin devam etmesin? Ya­zılan herkesi ilgilendiriyor.

Boş, ne kadar da boş!.. Ve size, başka şeylerden, ken­disinden, özellikle tarihin bilmediği şeylerden söz açmak is­temediğini kim söyliyebilir ? Tarihin de ebediyeti vardır. Ve ötekinden daha az müthiş değildir.

Son demde görüş değiştirip inkâra mecbur olmadan, ni­çin bir hayatın kendisine özel ölçüleri korunamıyor ve ne­den sadece olup bitenden bâhsedilemiyor ?

Biyolojist ile tarihçi çekilip gittiler. Şimdi hayata vefâlı kalacak ve can çekişenin hiçbir şey değiştirmeden ken­di hikâyesini anlatmasını sağlayacak adam nerededir?

Goethe’nin hayatı, Goethe’nin lejandı, hayatın geçici lejandı var. Böylece genişliyen ve dünyayı saran hayattan da­ha şaşırtıcı ne olabilir? Gerçekten ondan çok önce, her ha­yatta durağan yıldızlarla bir göklerden meydana gelmiş bir kâinat olduğunu keşfeden ve bu kâinatın mukadderinin de bir hayata, bu hayatın da kâinata nasıl karşılıklı bağlı ve böylelikle ikisinin birleşip (bir) olduğunu açıklamaya çalışan Paracelse vardı. Ve gene her ferdin hayatı kâinatın hayatı­dır, bütün tesadüfler bu hayatın kanunu olan kanunla olur diyen Leibniz vardı. Fakat bunları göstermek gerekirdi. Çün­kü onları dinleyince bütün bu felsefelerin lâf oIud olmadı­ğını ve ya da işin sonunda günlük yönleriyle basit hayatın, feylesofların tasarladıkları hayat ile tıpkısı olup olmadığını sormamak elden gelmiyordu.

Ama Goethe’yi okuyunca şüphe edemez oldular. Bura­da hayat, bütün hayat özrünü ve arıtlamasını bulmuştu. Bu, uzun zaman kaybolduktan sonra, yeniden bulunan hayat gi­bi daha güzel görünüyordu.

Ortada Goethe’nin hayatı vardı. Daha çok ne istenebi­lirdi ? Bütün ötekilerini barındırdığı sanılan bu hayat’.n ya­nında her biri kendi hayatını görüyordu. Çünkü bu hayat, sınır tanımıyor gibi idi. Bu hayat bütün hayatların hayatı idi, o kadar genişti. Hepsi, uyandırdığı ölüler gibi rastgeldiği canlılar da orada idi. Orada herkesin yeri vardı ve her­kes orada kendi hayatını bulmakta idi.

Sonra her şey siliniyordu. Yalnız kendi içine kıvrılmış bir hayat kalıyordu. Onda her şeyiaı nasıl birbirine bağlan­dığı ve nasıl biri olmayınca öbürünün de olamıyacağı ve bütünün düzgün bir sıra kurduğu görülüyordu. Sonra gene bu hayat bütün hayat idi. Bu hayatın çocukluğu bütün ço­cukluk, bu hayatm aşkı bütüın aşktı. Her biyografi bir ge­nel tarihtir. Bu hayatın öğrettiği şey de bu değil mi idi? Âlem bir hayatın artığı ile karışmış görünüyor. Ama ora­da geçip gitmek üzere bulunmaktadır, öyleyse hemen kar­şılamağa hazırlanalım. Aslında onu bu geçişten ve bir ha­yattan geçerken gösterdiği manzaralardan başka nerede kav­rayabiliriz? Bırakın öyle ise yaşıyan bize gördüğünden, ken­di yaşayışından söz etsin.

ŞAİR İLE FİLOZOFLAR

FİLOZOF — Yolcu, nereye gidiyorsun?.. Dur!.. Çünkü bu yerde âlemi sorguya çekmek için duran ve sonra ken­dine dönmek istiyen benden daha çok ne bUeceksiın? Neyi aramıya gidiyorsun? Olduğundan başka ne olabilirsin. Ve her yerde aynı değil misin?

GOETHE — Değişiyorum!

FİLOZOF — Fakat asla aynı olmayınca nasıl kendini            bulur ve “ben” diyebilirsin?

GOETHE — Ben değişenim!

FİLOZOF — Daima değişerek sonunda ne bulacaksın?

GOETHE — Hayatımı!

FİLOZOF — Bu, sana yetecek mi?

                GOETHE — Dünyayı, bir hayatın dünyasını, tanıyabile­

ceğimiz biricik şeyi tanımış olacağım. Her hayat onda oldu­ğu gibi o da bir hayatın içindedir. Bundan çok ne öğrene­bilirsin ?

Öyleyse dünya ile Ben’in karşılaşmasından doğan hayat var, o benim hayatımla dünyanın bütünlüğüdür. Onları yal­nız ölüler ayırır. Onlar dışarıda, başka bir yerdedirler. Ya da doğrusu hiçbir zaman ve mekân içinde olmadıklarından hiçbir yerde değildirler. Çünkü hiçbir hayata bağlılıkları yok­tur. Kendi aralarında konuşurken, şöyle söylenirler:


Artık dünyanın özünü, ne olduğunu biliyorum, öncele­ri bilemiyordum. Çünkü içinde idim ve iyi1 göremiyordum. Ni­tekim eşyayı da ancak birer birer görebildim. Bir gün bi­rini, başka bir gün ötekini... Artık içinde olmadığımdan, ey bin görünüşlü aldatıcı dünya, avucumdasın, elimden kaça­mazsın? Senin formülünü büiyorum: X = A.

Ölüler böyle konuşurlar. Yaşamış olduklarını bile hatırlıyamadıkları için, yalnız soyut Ben’i ve kendiliğinden olan şeyi görürler. Şu halde felsefe peşin, vakitsiz bir ölüm ola­cak. Hâlâ varım, ama yaşamıyorum. Varlığım zamana bağ­lı değildir. Söylediğim bunun için her vakit doğru olacaktır. Bilmek için ölelim.

Buna karşı Goethe görmek için yaşıyalım! diyecektir! Hayatın içinde kalalım. Ancak böylelikle dünya bize kendi­sini verebilir. Yaşadım, vardım! Bundan daha çok ne söyliyebiliriz ?

SAINT AUGUSTIN VE GOETHE

SAINT AUGUSTIN — Anlaştık. Yaşasın! Yaş yorum ve yaşamak istiyorum. Bundan daha gerçek olan ne vardır? Fakat her şey geçiyor; her şey ölüyor. Artık var olmıyan şeylerin manzarasına kim dayanabilir ? Zaman içinde kim yaşıyabilir ?

GOETHE — Ama bütün hayatlar arasındaki hayat, bu hayat, benim değil mi idi? Ve her zamandan olan zaman içinde yaşamadım mı?

SAINT AUGUSTIN — Sana her şey verildi. Yalnız hiç­bir şeyin durduramadığı insanlara kendisini veren Allah’­tan yoksun kaldın!

GOETHE — Şimdiye kadar beni durduran, bağlıyan ne oldu? Senin dediğin gibi eşyaya demedim mi ki: “Aradığım siz değilsiniz? Beni durduramıyacaksınz. Bırakın yoluma gideyim!..”

SAINT AUGUSTIN — Nereye gitmek için?.. Allah’a

mı ?

GOETHE —• Gözümden saklanan ve görülmek için şu­racıkta olduğunu bildiğim yeni ve eski bütün dünyalara doğ­ru!

yacaksm! Kendini bırakman, kendini aşman lâzım. Kendi kendini aş!

GOETHE — Daima kendimi bulacağım. Kim isem o ka­lacağım. Yalnız bu hayat, Goethe'nin hayatı var. Onun dışın­da bir şey yoktur. Her şey onun içinden. Nitekim sen de her yerde kendine rastlıyacaksın. Kendinden kaçıp kurtulma­na imkân yok. Kendi hayatından kurtulamazsın!

SAIN'T AUGUSTIN — Benim ölüm dediğime hayat di­yorsun. Kendini yakalamak istiyorsun. İşte daha şimdiden yoksun. Ey her gün ölerek dünkü varlığını kaybeden nere­desin? Elinde ise söyle bakayım; geçmişteki sen olan (sen) nerededir? Onu görmemekliğim için nerelere sakladın?

GOETHE — Ben dünküyüm, ve yarın olacak olan da benim. Arkama bakınca kendimi görüyorum ve önceki ben­liğimle konuşuyorum. İkimiz ve geçmişteki sayısız kişilikle­rim, aynı hayatta birleşmiş değil mi idik? Bu hayat ihtiya­rın olduğu kadar çocuğundur da. İkisi birbirlerine ellerini uzatıyorlar. İhtiyar, çocuğu öldürmedi. Bak, iste orada oynu­yor!

SAINT AUGUSTIN — Ama hiçbir şey sürmüyorsa ve sen ki mutlu olmak istiyorsun, değişiyorsan, nasıl mutlu olabilirsin ?

GOETHE — Olduğum gibi kalırsam nasıl “ben” olabi­lirim ? Dışarıda ve bende hiçbir şey değişmezse yaşıyabilir miyim? Değişmiyen hayat nedir?

SAINT AUGUSTIN — Ebedî hayat!..

GOETHE — Ölüm!..

GOETHE’NİN DİNİ

Şu halde her şey iyi idi. Her şey bu hayatın içindeydi ve hayat güzeldi. Bırakınız ölüler hakkında ölüler hüküm ver­sin, yok olanları yoklar mahkûm etsin. Diyorlar ki: “Artık yoksun, varken şunu veya bunu yaptın. Onlan yapmamış ol­mak için ne verirdin...” Ama hayatı hatırlıyamıyanlar ne bi­liyorlar? Her şey olup bitmiştir. Nasıl olup bitmiştir? Ebe­diyet içindedirler. Onlara zamandan bahsedince pek iyi an­lamıyorlar. Zaman hayatlarından o kadar uzak... Yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorlar. Haklarında hüküm verebil­mek ve otopsi lerini yapabilmek için yaşayanları öldürüyor­lar.

Yaşadım! Her şey iyidir! Yaşama yönünde elime geçen­lerin hiç birini inkâr etmiyorum. Onu nasıl par çalara ayıra­bilirimi?

Hayat birdir. Pazarlığa yer yok. Dışarıdan gelenlerin hepsi ruhumda barrndı. Kapılar ardına kadar acıktı. Onların uzaklardan geldiklerini görüyordum. Hayatım hepsine konuk­sever davrandı. Orada vatanlarında gibi idiler. Ve öyle olma­ları gerekirdi. Kendime vefâlı olduğum için hepsine vefâ gös­terdim. Bütün bir âlemi baştan aşağıya ağırladım. Hiç bir şey dışarıda kalmadı, konukseverliğim o kadar büyüktü. Haya­ta ve dünyaya söylenecek daha ne olabilir, ikisi birbirine ka­rıştıktan sonra... Hayat hakkında hüküm verecek olan, dün­ya hakkında hüküm verecek olan nerededir? Ve var olana “benim ol!..” deyip susma ile beklemekten başka ne yapabi­liriz?


İSTEK ÇEKMELERİ

Kuvvet yasaktan, zorlamadan doğar, hürriyetle ölür.

Leonardo da Vinci

Kendi içine çekilmek için Barres Portekiz’e “Avrupanm son ucuna” giderdi. Paul Morand "Yalnız yer yüzü” adlı ki­tabını yazmak için, Amerikamn Batı kıyılarına gidiyor. Biri Avrupanm, öteki de beyaz ırk toprağının sonuna: Zamanın özelliklerine merak salanlar bu ayrılıktan bir çok mânalar çı­karabilirler. Ama bu iki uca varanlar, Barres ile Morand, iki­si de mutlu olmadıklarım biliyorlar.

Morand yazıyor: Kendimi bildim bileli, her zaman iyileşmiyen bir yara, gibi, başka yerde bulunmak isteğini duyu­yorum. tsâ’yı Taklid “değiştireceksiniz ve etkisinden daha iyi olmıyacaksınız?” diyor. Morand Michelet’nin Möduse’den bahseden cümlesini kendisine uyduruyor: “Hareketteyken din­lenmeyi ve dinlenirken hareketi özler.” Bununla beraber Mo­rand yerleşiyor ya da yeHeşir gibi davranıyor. Cöte d’Azur tie bir villa satın alıyor. Bana gelince, şurada, burada eşsiz manza­ralı satılık bir çok villalar görüyorum. Ama biliyorum ki satın alma kâğıtlarına imzam konur konmaz, çılgın bir başka yer­de bulunmak hevesine tutulacağım ve bu yeni mülkün üzeri­me zincirler gibi ağır bastığını duyacağım. Aslında her mülk böyle bir zincirdir. “Yerleşmek”: Yalnız bu kelime, kullanın­ca bana kusmak duyusunu veriyor. “Atmak” kelimesi ise be­nim için yeni bir gençleşmedir. Atmak! Atmak!..

Bunu bildiğim gibi bilince; hiç olmazsa bu villalara ka­yıtsız olmalıydım. Ama hayır! Bu mutluluğun benim olamıyacağmı anladığım anda, o şeyler bana müthiş bir melankoli, bayağı bir kaygı veriyorlar. Böylece, hiç bir güzel manzara, hiç bir güzel yaratık çünkü yaratıklar için de ayni şey söy­lenebilir yoktur ki elde edememek acısı ile ve elde edince duyacağım hüzünle beni iki kat bedbaht etmiş olmasın. Facia sayılması gereken bir komedya. (Belki bu formül bütün hayat için de doğrudur). “Ne sensiz ne de seninle yaşıyabilirim!.. Lâtin şairinin haykırışı insanlık kadar yaşıyacaktır.

İtalya göllerine gitmek için sınırdan çıkınca yarı yolda korktum ve yolumu değiştirdim. Eğer bu göller anlatıldığı gibi iseler; güzel oldukları ölçüde, kıyılarında yaşadığımın kendilerinden o kadar aşağı olduğunu bana duyuracaklardır.

Çünkü kıyılarında geçireceğim günlerin güzelliği, aslâ onların güzelliklerine ulaşmış olmıyacaktır. Benim için dün­yanın tek zevki insanlardadır. "Yalnız insanlardan lezzet alıyo­ruz, gerisi hiçtir.” (Vauvenargues). Ben, güzellikleri uzak­lardan koklıyan ve sonra bu izlenimle cümleler yapan Barres cinsinden bir adam değilim. Bu zavallı iktidar bende yok. Halk gibi ve bu duyguların bayağılığını gizlemeğe önem verme­den göçebelikte, tenimi, yüreğimi ve erimez; bazan biri bazan öbürü hâkim olan et ve yürek karışımını kullanacak fırsat­lar,âşık olmak, ya da yaradılmışların bütün şiirini, onlara manzaraların verdiği şiirle birlikte emerek hayran olmak fır­satları ararım. Ama güzl bir yaratığa sahip olur olmaz bü­tün elde edemediklerimi, elde edemediklerimin en zavallısını ona üstün tutarım. Ele geçirdikten sonra, ne yapılacağı bilinemiyen mağaza, vitrinlerindeki şeyler ne çekicidirler! Ne ka­dar erkek; bir kadının göğsü üzerinde, zevki orada bulunmıyandan alırlar! Elde edilen her şey yok olmuştur! Körebe oyununda olduğu gibi el yordamı ile ilerliyorum ve kollarımın arasına aldığım her şey ânında oyundan çıkıyor.

Çirkin oldukları için, insanlarına karşı sönük bir şeh vet duyulan örneğin Paris gibi yerlerde, bu hal kriz derece­sine gelmeden de olabilir. Fakat güzelleri, az çok belli bir ölçüyü aşan yerlerde, bu, sürekli bir felâkettir. Çünkü Sainte TherĞse’in dediği gibi: “İsteğimizin devası yoktur”. Bu ta­lihsizliğin kesinliği önünde iki kere İtalyadan kaçtım.

ikinci sebep. Başka adamların engin yaşadıkları yerle­re, sümüğümü çekerek gitmek istemiyordum. Roma, Floran­sa, Siyenna... tnsanlaruı enstenktlerini doyurdukları yerlerde, anlama merakımı kandıramam; oralara gitmektense malınım kalmaya râzı olurum. Müzeleri gezmenin manzarası, ruh di­lediğine ermiş değüken iğrençtir. Ruh diyorum; ruh çünkü

bedenden çok bedeni istiyen ruhtur. Bunu unutuyorlar. An­cak ihtirasların mutlak tokluğu içinde dünyaya biraz değer verilebilir. Bana öyle geliyor ki kitapta bir kemerin tarihini aramak için, dünyaya çok kuvvetli bir ilgi ile bağlanmak ge­rekir.

Aslında İtalya’nın ne demek olduğunu biliyorum. O, ote­lin salonunda öğleyin birbirini öldürmek isteği duyulan çe­tin ve kara topraktır.

Göllerden uzaklara kaçış... Ama her "yer değiştirme” benim için ardı arkası gelmiyen bir kaçıştır. Alevlerin sar­dığı şehirlerden kaçıldığı gibi, birbiri arkasına, zehirlediğim her yerden yetecek kadar mutlu olmadığım için bilardo ma­sasındaki bilyalar gibi şehirden şehire sekerek kaçıyorum. “Yürü! Yürü!” diyor arzu, ölüm gibi ve her vakit yolculuk türküsü her şeyi çözüyor veya hiç bir şeyi çözmüyor. Gımata’dan, bir tutukluluk tehdidi altında şaşırmış bir adam gi­bi günü gününe kaçtım. Bana mutlu olmamaktan başka se­bep yoktu. Güneşin parıltısı altında canlıdan çok ölü; yük­sek sesle bağırıyordum: “Gözlerini ört! İçinde zevkini bula­madığın bu yerleri görmemek için, gözlerini ört!”' Yaralandı­ğım vakit,, beni cepheden uzaklara götüren trende olduğu gi­bi, çılgınca bir kurtuluş duygusuna kapılmıştım. İnsanlardan o kadar tiksiniyordum ki sokakların halini görmemek için, öğle vaktine kadar sinekler içinde, istasyonun bekleme oda­sında kalmıya râzı oldum...

Tunus’tan Fas’a gelince (oldukça büyük iş) Fas’tan sıkılarak iki gün sonra, orada bulduğum bir mutluluğu uzat­mak ümidiyle geçmişe kadar her şeyi çürütmek için, Tianca’ya gittim. Tabiî bunu başaramayınca, o mutluluğu uzatmak ümi­di, hafızamdaki sevimli hayalin yerine biçimsiz bir varlık dikti. Kısacası eldeki mutluluktan yoksun olup, bile bile geç­mişi de çürüttükten sonra, önceden olacağı bu kadar tam kes­tirmekten müthiş bir rahatlıkla Fas’a döndüm. Fas’ta acemi asker kalabalığı sinirime dokundu: Fas'tan iğrendim. Ertesi gün Fas’ı sevebilmek için hiç hoşlanmadığım Cezair’e yollan­dım. Hürriyetine sahip olmak felâketine uğrayınca insanın bir damla eğlence için, işte böyle hileler uydurması gereki­yor.

Ah, çünkü hürriyet, şimdi düşmanlariyle döğüşmüyor. Üçte yola çıkmıya karar vermiştim. Çok sert yağan yağmur altında, yanma uğrayamadığım bir arkadaşıma, paranın için­de bulunduğu bavullarımı bırakmağa mecbur olarak, fırtınalı havada, Merakeş yollarında otobüste geçirilecek iki günün ne olduğunu denemeyle bildiğim halde saat dörtte yola çıktım. Bozuk, çukurlarla dolu olan bu yolda tahminim, bir otobüsün devrilmesiyle, yedi yaralı ve bir ölü ile doğru çıktı. Fakat, hastalıktan yeni çıkmış olduğumdan, büsbütün çılgınca olan davranışıma kendimi bıraktığım ân, on aylık yolculuğun en tatlı ânı oldu.

Biletimi aldıktan sonra Fas in ticaret meydanından, bar­daktan boşanırcasına yağan yağmur altında, titreyen bacakl­ılarımla yürüyerek; evet, sabahtan beri beni yiyen kaçmanın itişiyle boğuşmanın bitmesinden bayılacak derecede mutlu, geçtiğim zamanı daima hatırlıyacağım.

Kendimizden daha güçlü bir şeye teslim olmak, artık her şeyin bitmiş olması, nefsimize hükmettiğimiz, akıl, sakınma aylarının sıfıra inmesi, bu da işin acı yönü...

Harekete, ileri harekete, ileri doğru kaçmağa kendini koyuvermek, durmak imkânını kaybetmek, birden, sizin olmıyan bir kuvvete sahip olarak, sarhoş ilerliyen, şuursuz, kı­rılmaz biteviye ilerliyen bir saldırma bölüğü gibi ilerlemek... Şehirler arasındaki bu mekik dokumaya şahit olan ve ger­çekten cin çarpmış bir adamı gözleriyle gören dostum Louis Fabulet, artık (kapana tutulmuş, çıkacak delik bulamıyon yolcular) ın bir edebiyat konusu olup olmadığım siz söyliyebilirsiniz.

“Birbiri arkasına yeteri kadar mutlu olmadığım yerle­rin hepsinden kaçtım!” ve aynı zamanda yeteri kadar mutlu olduğum yerlerden de... Afrika’nın kuzeyindeki kabileden: Çünkü orada her kadın iştiha veriyordu ve istenilen her ka­dın bir gülümseme ile elde ediliyordu. Bu: bolluğun ve kolay­lığın önünde isteklerim dağıldı ve kayboldu. Bu Cennet’in et­rafında, içeri girmek can sıkıntısını yenemeden günümü yapa­yalnız geçiriyordum. Eski tanıdık, ruhların sıkıntısından son­ra vücut sıkıntısı, işte eğlenecek şey. Daha o gece eşyamı toplıyarak bu sefer de mutluluğumdan kaçtım. Ama kaçarken bü­tün ümidimi komşu ülkeye bağlamıştım. Çünkü, o ırkın gü­zel olmadığı söyleniyordu. “Orada diyordum daha az mut­luluk imkânı bulacağım”. Bunu1 söylemek için üç bin beş yüz kilometre yol almak: Nasıl insan kendi kendisinden korkma­sın?

Morand işaret ediyor: Eğer dünyanın kuruluşundan beri, değişerek daha fazla mutlu olmak kabil olmadığı anlaşılmış ise bile, değişme halinde, daha rok mutlu olmanın kabil oldu­ğunu bulmak devrimize âittir. Çünkü bu zaman içinde, he­nüz eskitilmemiş bir oraya, el değmemiş bir oraya yakınla­şılıyor. Beklemekle coşmak tabiîdir. Bunu bulmak için on bin sene beklenilmiş olmasından şüphe ediyorum.

Sirklerdeki oyunu bilirsiniz: Bir eşeğin durmadan çekti­ği araba. Cambaz, hayvanın ağzının önünde, yetişemiyeceği bir uzaklıkta tuttuğu kamçısının ucuna, bir havuç bağla­mıştır. Eşek onu asla yakalayamıyacak, ama yakalamak için durmadan atılacaktır. “Yürü! Yürü!”

Bu kadar iğrenme ile kaçmak için Gımata’nm kusuru neydi? Şu... Bu sefer orada geçen yıldan daha çok zevk bula­mamıştım. Zevk yönünde kendimi aşamamıştım. Istırap ve­ren, öldüren, kaygıya düşüren bir gözlem. Demek ki bir yıl­lık fazla deneme ve cüretle kendime yeni bir zevk yaratama­dım. Bu, bir takım şeyleri pek gençken yapmış olmanın ku­suru. insan geleceği boşaltıyor.

Hem burada göz önünde tutulan sadece zevk değildir. Derler ki yolculuk, düşünceleri değiştirir. Tam zıddı. Göçe­belik, bize perilerimizin ne kadar bağlı olduğunu ve ruhumu­zun söz gelişi doğru ise ne kadar (yerinde saydığım) daha liuvvetle duyuruyor. Vosges’lar, Camargue, Aurös hepsi bir­birlerine benziyorlar. Kendimizi avuturuz: “Manzaralar in­sanlara göre beni ilgilendirir. Ah, bütün bu manzaraları can­landırmak için bilini, sevmek!” Ama insanların bize ilham ettikleri duygular; onlar da acı bir şekilde birbirlerine ben­ziyorlar. insanlar, yerler, âdetler ve maceraların maddî yön­leri değiştiği ölçüde, kendimizin bütün bu değişmelerin arasın­da, hiç değişmediğimizi, hareketsiz kaldığımızı görürüz. Bü­tün yapacağ mız tepkileri, yüzlerce defa yaptığımız ve gene yapacağımız yanlışlan, binlerce defa söylediğimiz ve gene söyliyeceğimiz lâflan, bir şefkat, bir vaid cümlesini ya da bir tahdit sözünü önceden biliriz. Bir münasebetsizliğin sonu­nun ne olacağını, bir tiyatro sahnesinin önceden sezilmesi gibi, şu kadar'gün önce belirtebiliriz. Bununla birlikte daha otuz yıl bu af ve yarlıgaması imkânsız benliği sürükleyip gideceğim. Sonuna kadar nasıl dayanmalı ?

Oysaki burada sızlanan tam hareket içindedir. Ama tam hareket de hareketsizliktir. Atlı karınca: Tahta atlar birer birer geçerler, ama yalnız yedi tanedirler. Asla bir sekizincisi geçmiyecektir. Tek parçadan yapılmış olan “yalın kat”' in­sanlar, acaba bundan ne kadar iğrenirler? Bununla birlikte belki asıl mutlu olanlar da böyleleridir.

La,s sat a, sed non satiata (1) sözünden İmparatoriçenin aşk işlerinden vücutça yorulduğu mânasını çıkarıyorlar. Ger­çekte o mânen yorulmuş nefsinden ve biteviye tekrardan yorul­muştur. İhtirası yüreğini bulandırıyor, fakat gene onun ihti­rası olarak kalıyor. Eğer împaratoriçe Cehennem’de, her za­man boş ve her zaman dolu Danaides’lerin fıçısını dolduracak­sa, ya da daima kaldırılıp, daima düşen İxion taşmı yuvarlıyacaksa, bütün hayatında yaptığından başka bir şey yapacak değildir. (Bu sonuç da Yunam mitolojisile ruhun en içgerçeklerinin uyuştuklarım bir defa daha isbat etmiş olur.)

Bana diyorlar ki: “İşte barış; Allahta banşı, hayvan da­ha ne bekliyorsun da ona el uzatmıyorsun?” Bekliyorum ki bu barış benim barışım olsun, sizinki değil.

Ne vakit Allah’a varacağım? Sahip olmadığım için ba­zı maddî yorgunluk saatlannda, bu eşirmeye belirsiz bir ümit bağlıyorum. Ama inanın ki eğer Allah’a varsaydım çabuk on­dan bıkardım. Ve o zaman ümidimi zorla ondan gayrısına bağlamaktan başka ne yapabilirdim? Hayır bu kadar az ümit için Allah’ı israf etmiyelim. Elde edilen her şey yok olmuştur.

Morand hiç olmazsa bağsız hür değildir. Onun gibi bir memur, ne kadar serbest olursa olsun, eğer vazife gördüğü Siam’a vanr varmaz, benim, Gırnata’dan iğrendiğim gibi Siam’dan hoşlanmaz ve ilk gemi ile kaçmağa kalkarsa, sanırım ki bazı şeyler bu davranışa; engel olur. Onun için sanırım di­yorum. Ama bütün bütün hür olan!.. Keyfinin, heveslerinin, korkularının, sabırsızlıklarının esiri olan, yapar, bozar, bu çevrilmiş ve sınırlandırılmış yollarda gider, gelir... İnsanlar vardır ki bağımsızlıklarına; bir takım sosyal sözde mecbu­riyet ve engellere, kısacası böyle durumlarda oynatılabilecek duygulara tatlı bir kayıtsızlıkla; her şeyi feda etmişlerdir. Oy-

(1) Yorulur, ama bılmmaz.

saki baz i saatlarda, bin türlü boyunduruk ve sıkıntı içinde, aile başkanı küçük memuru kıskanırlar. Mutlusunuz ey fa­kirler... Mutlusunuz ey açlar! Ama vay halinize zenginler!.. Çünkü erişememek mutluluğa yakındır. Hastanın, fakirin ve mahpusun istediğine erişen adamdan daha dayanılabilir azapları vardır. Eşya ye olayları suçlandırabilirler. Erip de mutlu olmıyanı, her şey yaralar; ona mutluluk vermiven doy­mak bile olsa... Çünkü pek iyi bilir ki yalnız kendisini suçlandırabilir. Zindanlar ve hastaneler ümit ile taşkın, gelecek ve olacak ile aydınlıktırlar. Çünkü oralardaki azabın geçme­si mümkündür. O, bunu bilir. Ama istasyonlardaki ve büyük yolcu gemilerindeki azap geçmez. Onu da bilir. Ümidin sonuna varılınca, ve “Ne ümit edebilirim ?”' demekten başka söz kal­mayınca .insani başarılardan ürkülmeğe başlanınca çünkü ferahınızı uyandırmaktan çok ilginizi öldürürler mutluluğa getirmediklerine göre sağlık, para ve iktidar için neye didinmeli? Kudretin tek ve yeter mahkûmiyeti, elde ettiği şeyin asla elde edilmeğe değer olmamasındadır. (Kendiliğinden tam olması gereken çaba prensibinden bunun için tiksiniyorum.) İşte her türlü davranışın kökünden kesilmesi, insanlardan bi­raz daha uzağa atılma... Artık hayvanlar gibi yemek vakit­lerini gözetlemekten, iyice soğutulmuş bir limonataya bağ­lanmaktan, ya da uykuyu beklemekten başka bir şey kal­maz. Ah, geceler uzun olsun!

Sonsuz bir kuvvetle duyuyorum ki, hayatımıza zevkler yığmak için çalıştıktan sonra, irademizin, tornistan etmeğe, bu zevkleri aralandırmağa, tatlarını kaçırmamak için azalt­mağa mecbur olacağı bir ân gelir. Şüphesiz irademiz ve ru­humuzun kuvveti... kelime tam yenindedir çünkü bir er­miş gibi ihtiraslarımızın gittikçe büyüyen salgınına dayanma­mız bahse konudur. Böylelikle dirimlilik olan nöbetlendirme kanunıma; düzenleme, kümeleme, yığma üzerine kazandığı eski zarefe; dönüyoruz. “Yarım bütünden çoktur.’'

En eski çağlar bile, imkânlarının ve kolaylıklarının çok­luğundan, yan deli padişahlarla doludur. Çocukluğumda “On iki Sezar”ı dönüp dönüp okurken, yaradılışımın en gizli tel­lerinin, beni bu adamlara bağladığını görmemeğe lüzumundan çok dikkat ederdim. Ayıpladığım zamanlarda bile, onların aykırılıklan bana tabiî görünürdü. Bunun böyle olması gere­kirdi: Ayni şartlar içinde, bu ihtirasların doğacakları topra­ğı kendimde buluyordum. “Bin zıd tasarlama aklından geçiyor­du. Roma’da oturan Golva’lılan boğazlamak, bir kere daha şehri yakmak, vahşi hayvanlan koyuvermek ve başkenti İs­kenderiye’ye götürmek, ona büyük; korkunç ve kolay bir iş gibi geliyordu...” Yirmi yıl sonra gene bu cümle beni heye­canlandırıyor. İmkânlarının genişliği önünde, perişan olan bu ruhlara doğru büyük bir atılışla yürüyorum. Yaşıyanlann çi­çekleri bize bir şey veremeyince, hiç olmazsa Key Ahsar ve kütüphaneciler tarafından uydurulan öteki insanlar, bize “Al­lah!”' diye bağırmadan mahvolduğumuz denizde, felâket için­de, başka bir gemi görmek tesellisini versinler!..

Bu cins insanların hürriyetleri felâketleridir. Bununla beraber hür olmamaktansa, var olmamayı üstün tutarlar. Esi­ri oldukları bu nevi hürriyetle hür, memurun dairesinin esiri olması gibi bu üniversel kudretin; heveslerinin hepsine ken­disini uymıya zorlıyan bu kuvvetin esiri olup, bütün dünyanın avlarını avlıyarak daima dolaşmak... ölümde ve onun yüce sa­deliklerinde, en sonunda durmak kabil oluncaya kadar, uğra­şıp öldürdüğü avla beslenmiyen vahşi hayvanlar gibi zapt eden ve elde ettiğinden zevk almıyası ümitsiz Fâtihler!...

Uzaktan, kendilerine karşı duydukları din, korku ve yor­gunluk içinde, güçlerine hiç bir şeyin büyük bir dayanma gösteremiyeceğini düşünmekle övünürler. Ama onları iyice an­ladığıma göre, bu dinlenme, bu tam uyuşma, her korkudan sıyrılmış bu tatlı son (içimden ne şefkatli cümleler taşıyor!) aksine son bir bağdaşmazlık! yüzünden, kendisi ile insafsız bir döğüşe yol açmıyacak mı ?

Elde edilen her şey yok olmuştur. Morand Amerikadan telsiz gönderiyor: “Kendimiz değil!” Ben Afrika'dan cevap veriyorum: “Heyhat!” Ah sevgili Morand, bir ân önce ölüm! Pasteur enstitüsü yenildi. Artık (antisepsi )’ye ihtiyacımız kal­madı.

Rahatlık, elde etmenin rahatlığı! Elde edanlertn rahat­lığı. Ama bunu, dün akşamki delilik, yarının günlük olayı ol­duğu vakit görmeli. Yokluğu üç haftadan beri beni üzen şey, şimdi elimde, ona sahibim ve bundan daha çok sahip olma­ma imkân yok. Böyleyken gene bekliyorum. Ve büyük bir yas kıvranması içinde, yoksun bulunduğum zaman ile, iste­diklerime doyuncaya kadar sahip olduğum zaman arasında, önemli bir aynlık olmadığım görüyorum. Büyük bir titizlikle bütün istediklerime sahip ve tabiatiyle mutlu olduğumu anlı­yorum. Ama, mutluluk bu mudur? Bu mutluluk dolayısiyle; ışıktan, havadan, dinlenilen musikiden, içilen şaraptan olduğu gibi maddî bir anlayışım yok. Aynaya bakarsam yüzümden mutlu olmadığımı görüyorum ve sonra yeniden gurbet beni sarıyor. Sanki kendisini zehirlemek için, kullandığım bütün mutlulukları bana geri yolluyor ve yeniden bulunmuş yaratıkla mutlu saatlanm, ondan beni ayrı düşüren saatlarla, onların boşluklariyle ve beklemenin bile dağıtamadığı sıkıntılariyle bozulup gidiyor.

Her şeye sahibim, her şey elimden kayıyor. Bu müthiş eşitlik, âlemde değil, bendedir. Başka; başka biri olmama ve bütün “benliğimin” köklerine kadar değişmesine imkân yok. Ama eğer doluluk boşluğa, sahip olmak olmamaya eşit ise;

o halde isteğim evet, sürüklediğim ve arkasından sürüklendi­ğim bu gamlı kovalama, küçücük amaçları uğrunda parçala­nan bu yorgun ve harap kuvvet hâlâ daha en iyi yönümdür. isteğim benim huzurumdur. Ama işte bu huzurdan bıktım ar­tık!.. Ah! öldürdüğüm zaman beni nasıl öldürüyor. Ama bu, tekrar yaşanılan, Yeniden Diriliş, dinlerin vadettiği bir ta­kım değişme ihtimalleri olan ve İnsanî varlıfinn bir kısmını koruyan ölümlerden değildir. Bu en ölü ölüm, rüyasız ve anisiz, yokluk içinde eriyen ve sonunda kendimle ebediyen boşandı­ğım bir ölümdür.

îşte, biraz gurur sahibi olduğumuz zamanlarda, bizi avutan boş bir gök fikri, böylece geme sonsuz yorgunluk saatlanmızda da bizi avutmaktadır.

İtalya Provence Merakeş 19245

NOT:

Metin Kutusu: İVoltaire, dinini, kendisini terzisi, çamaşırcısı gibi dü­şünmece zorlamasını iğrenç bulup, her türlü imana isyan et­tikten sonra, bu isyan gittikçe yayıldı ve XIX. yüzyılın orta­ları na doğru ilim din yerine geçti. Bir aralık “ilnv’ iıv bize mut­lak gerçeği vereceğine bile inanlar oldu. Ama II. Taine ile) Rcnan’lardan sonra, yeni bir tepki kendini gösterdi. Bilimin ve­receğini ımdettiği gerçeklerin, kırıntılardan ibaret olduğu ve nihayet saflt gerçeği aslâ veremiyeceği anlaşılınca bu sefer de ilmin iflâsından söz etmeye başladılar. Brnnetier&in bu yönde­ki kavgaları, geçen asrın son yılMrvndaki meşhur olaylardan biridir. Bu iman buhranı, edebiyatta türlü türlü ederlerin mey­dana gelmesine sebep oldu. Yazıcıların birtakımı metafizik me­selelere bütün bütün 'kayıtsız; sağdutyu’yu, tabiatı ilâhîleştirerek Goethe düzenini benimsediler. Flüubert, A. FrcCnçe. Gide, Proust, P. Valery bu soyat ayrılabilirler. Yazıcıların başka bir grubu örneğin BarrĞs, Charler Maurras milliyetçiliğe, ırk teorilei'ine bağlananık rahatladılar, özel karakterleri olan milli bir edebiyat meydana getirdiler. Üçüncü bir bölüm ise meta­fizik kaygıyı, meselelerin meselesi yakarak dine 'döndüler, zen­gin, dinî bir edebiyat yamttılar. Vertaine ile Huvsmams’la bav­lıyan bu akımı PĞgnıy, Psiclıari, P. Claudel, Jammes. Bmımann, Y. Le Cardonnel, Mau/riao temsil ediyorlar. Bu üç grubun dı­şında bir de hiçbir şeye inc^nmvyaıu/k can sıkıntıları ile çap­raşık şuurlarıyla ba$başw kalan son bir gruv daha voirıhr ki. onlar da anlattığımız buhrntntm tâ kendisini göstermektedirler. Henry de Montheı^lant’m "Aux Fontaines Dıı Desir” adlı kıtabvndain dilimize çevirdiğimiz parça bu sonuncu akımdan bir ör­nektir.


DON J U A N (1)

Don Juaıı... insanların en ihtiraslısı ve en faydasız ola­rak ihtiraslısı. Çünkü, sadece ihtiras olduğu halde, şüpheci­dir. Mizacının varlığını bildirdiği ve hattâ istediği şeylerir hepsini nıhu inkâr eder, iki mesafe ondadır. Belki Sancho ile Don Quichotte arasmdaki çatışma daha az serttir: Çünki: bu ikisini karıştırmak, kimsenin akima, gelmez. Ama bu müt­hiş Don Juan’da, ikisi yüzyüze gelirler ve çatışırlar. Bir: ötekinin iyiliğine ya da kötülüğüne biteviye hiyaınet ettikleri öldüresiye bir boğuşmaya girişirler.

Bu Don Juan doymak bilmez. Zira ihtirası asla kendin doyuracak bir kotıiuya rastlamaz ve alaycı tabiat onu öyle ye­tiştirmiştir ki hiç doymadan daima ister.

Onun felâketi bundadır. Commandeur (reis) onun tas kesilmiş vicdanıdır. Onu yenmek ve yere sermek için yıldırı­ma ihtiyaç yoktur. Yıldırım onu yakmıya bile yetmez.

Ancak kendi kendini zorlamasile teslim olmıya, kudreti mizacını terketmiye, Hospice de la Charite’de cüzzamlılars hizmete gitmiye mecbur olacaktır.

Baştan aşağı ihtiras ve sadece şüphe; yaratabilen ve heı ân “hayır, yarattığım kötü, beni sıkıyor, beni iğrendiriyor içimi bulandırıyor!” diyebilen bir iktidar, böyle bir adam Tanrı’nın bir nevidir. Ümitsizliğin yıprattığı kararsız bir Tan rı’yı, kendi kendinden, bütün ötekilerin hâkimi, yalnız Allal kurtarabilir.

Don Juan aşka ihanet etmiyor: Ey tenin uşağı, mende bur ve budala aşk halkındaki kadın fikri... Eğer yürek onla rm gözünde bir et beni ve adamın ruhu bir sivilce, bir uçul ise yuh anlara! Don Juan aşka ihanet etmez; sadece ondan yoksundur. Don Juan vefasız değildir. Bu dünyanın ve fâni hayatın şeyleri Don Juan’a ihanet ederler. Bütün bu kadınlar onun için deli olmuşlardır; ama hiç biri kendisi uğrunda onu çıldırtamaz. Bu kadınların hiç biri, ihtirasta bu adamın coş­kunluğuna, istediğine ve ebediyen arayıp' bulamadığına denk değildir. Donna Anna artık bağırmayınız ve siz lütfen Donna Elviro inlemeyi ve ağlamayı bırakınız! Hah, mesele yatak ve yavru yapmak meselesi değil, bütün bir dünya yaratmaktır. Vefasız, her şeye rağmen kendine sâdık kalan bir kahraman için, bu kelimenin, mânası var mıdır?..

DON JUAN’DAN DON JUAN’A HÜLYA

Şefkat manastırında, .kilise dışında, eşikte bir döşeme taşı, Don Juan’ın mezarıdır. Herkes üzerine bassın diye ken­disini oraya gömdürmüş ve taşm üzerine şunun yazılmasını istemiştir: Dünyanın en kötü adamının eti vo kemiği buraya gömülmüştür. Ebedî azap ve miskinlik (1) içinde ne yanık gurur kütüğü. En kötü adam? övünüyor. Bir sürü kadına, hiç olmazsa bin üçüne, o kadar zevk veren bir adam; kaval­yelerden pek azı hayırseverlikte daha ilerisine gidebilmişlerdir.

Kinsiz döğüşüp öldürmeyi ve küçük görmeden hüküm vermeyi öğrenmek lâzımdır. Kudretli bir ruhu, valnız hayat, yetecek kadar olgunlaştırır. Dersin sonu bazan gülümseme ve bazan da susmadır.

İnsanlar arasında büyüklük hemen asla hos görülmez. Eğer ruh büyüklüğü ise, anlaşılmaz; karakter büyüklüğü ise şüphelidir, ikisi de bir arada olunca, çok korkunç bulunur ve nefret edilir.

Büyük ruhlar gururlu değillerdir. Neye bağlanacaklarını, ne ile yetineceklerini bilirler. Vekarlı ve yalnızdırlar. Neyin gururu ? Herkesin ne ise o olduğu yerde, ne ise o olmakla mı ? Ne güzel iş! övünmeye değer! Büyük bir ruh gururlu ise, bu, büyüklüğüyle değil, ancak küçüklükleriyle ölçülebilir. Gurur; yazarlara .artistlere, patriklere, boyunduruğundan kurtulmuş esirlere, fâtihlere, meclis politikacılarına, bir kelime ile bü­tün aktörlere hâsdır. Gururun komik olması bu yüzdendir. Bununla birlikte sahnede Cesar rolünü oynıyan aktör, gaze-

(1)                 Tevazu.

tede Talleyrand’lık taslayana, memurluk sandalyesinde ve tartışmada Napoleon tavrını talananla ölçülürse, bir melek gibi kalır.

Büyük ruhlar demektense büyük karakterler demek da­ha doğrudur.

Ltânetlenmişin, Allah’ın sevdiği bahtiyar kula benzemesi gibi, gurur da cesarete benzer. Ayni kök, yalnız biri kötülük biri fazilet. Böylece gurur cesaretin kötüsüdür. Lucifer (1) masalı bunun az açıklanmış, kuvvetli bir sembolüdür. Büyük ve baş eğmiyen ruhu ebedî Cehenaıem'e atmakla, bütün bu alçaklar ne mutludurlar.

Şüphesiz İstırap iğrenilecek bir şeydir. Bununla beraber bir ölçü ve bir usûldür. Pek çok ıstırap çekmemiş ve pek çok ıstırap çekmiye elverişli olmıyan hangi insan, kendisinden ve dünyadan fazlasiyle haz alabilir? Her zaman avni zaruret, ayni kanun: iktidarın kökü birdir.

Yoksun olmayı istemek gülünçtür: Stoik’ler gevezedir­ler. Fakat yoksunluğa mecbur olmak; ve mahrum olmamak güzeldir: Yükselmek için safra atmak gibi.

Çarmıh’ta tsâ, insan olarak doğup da Allah olması için, Çarmıh’» gerilmesi lâzımsa güzeldir. Böyle olunca Barabbas’ı

(2)     seçen ayak takımı kahkahalarla güler ve imamlar sakal­larını sıvazlıyarak işaretler ederler. Büyük olmak neye yarar ? Kurnaz olmıya bak. İlâhi bir musikiye hazırlanmış ulvî sükût ne için? Gürültü yap!.

               Ne için mi diyorsun? Seoıin gibi olmamak için.

Don Juan’m ihtirası elde etmek değü, yalnız fethetmek­tir. Konuya aldırmaz. Onu ele geçirir geçirmez, atar. Henüz ulaşamadığına değer verir.

Hristiyanlar arasında, bütün büyük savaş adamları son derecede karamsardırlar. Napoleon bile! Bir savaş meydanında insamlara piyonlardan fazla değer vermemek, karamsarlığın

fi) Allah’vn, göklerden sürüp uzaklaştırdığı melek.

(Z) tsâ, P&tvce Pilate’nm önüne çıkarıldığı vakit, zindan­da katilden yatmakta olan bir Yahudi. Ponce Pilate. paskalya b'ttyramı şerefime katil ile İsa’dan birini salıvermek istediğimi ve Yahudilerin han-gismi selçtiklerini sorduğu vakit, halk Bambbas’ı seçti ve idamdan kflirtardı. Böylelikle Bavafobas ede­biyata vahşetin, kötülüğün, çirkinliğin sembolü olarak geçti. Bu kelime, aynı zamplnda haZkvn bilgisizliğine ve bazan pek kör olan adalet duygıusumi da işaret etmektedir.

son sınırıdır. Fâtih için insan yoktur, yalnız eleman vardır. Neferler devletin kiralanmış hayvanlarıdır. Bütün büyük ak­siyon adamları, gerçekte savaş adamıdırlar.

Şu halde, Don Juan bir savaş adamıdır, fâtihlerin örneği ve en safı, etri gerçeğidir. Çünkü elde ettiklerini âmnda bıra­kır.

Bizim okşamalarımızı seven, bize en tatlı davranmayı yapmış olur. Ama bizim vurmamızı seven? O bize ihanet eder; bizi içine alır, ve kendisiyle karıştırır.

Gençlik, sürmeyi inkâr eden ve ona şahin olan mevsim! Biteviye başlıyan ve aslâ bitmez görünen ölçüsüz zaman!.

Yutup yok etmiyem ümit ve ihtiras çağı: Ey içindeyken daima zamanımız olan, hattâ ıstırapta ve son derece felâket­teyken bile, mutlu olma zamanı bulunan gençlik! Don Juan bir delikanlı değildir. Her sabah genç uyanır ve her günün akşammda gençleşmek içim, her gün ihtiyarlar. Aynı hızla yaşlamr ve yaş atar. Alaca karanlıkta her zaman sıtması var­dır.

Bununla birlikte bu sultanın haremi yoktur. Zındansız, perdesiz ve bölmesizdir. Eli altındaki kadınlar bin üç ya da otuz üç bin olsa da, sarayı Venedik’ten geçerek, Seville’den İstanbul'a kadar gene açıktır.

Bütün bu göz yaşlan, haykırışmalar, iniltiler, sitemler bir adam için ne korkunç bağ.

Göz yaşlarım ve çığlıkları çevresine kendisi ekiyor, de­nebilir. Allah belâsını versin! Adem baba bile, srenç yaşında bu Cennette kalmak aklından geçseydi, gözünü dört açacak­tı.

Yüce İspanya: Kahramanlığa ve şerefe susamış dolaşıp duran Şövalye Don Quichotte'u ve aşkı; zevkte, hattâ ihtiras­ta bile bulmaktan çekinen aşk Şövalyesi Don Juan’ı doğurdu.

Her ihtiraslı varlık gibi Don Juan tam bir iman için doğ­muştur. Fakat onun dünyayı anlayışı, gönlündeki insanlara ve hayata olan bütün üıanışı yıkıyor. Gerçekten onları çok iyi biliyor: O, onların yoluyla, onlar da onun yoluyla. Don Juan’ın sonu ancak kendini öldürmek olabilir.

Kudretli varlığa kendini öldürmek kadar aykırı bir şey yoktur. Karar verebilmesi için çıldırması gerekir. Allah’ın varlığı kolay kolay inkâr edilemez.

Hayat dolu kuvvetli bir ruh için, iki türlü intihar vardır: Biri, her mutluluğu hiçe saymak, dünyadan top yekûn iğren­mek... öteki yalnız Allah’ın aşkında, kendini bütün bütün unutmak.

Orada her şey verilebilir. Ve hiç bir bağış görülmeden bile her şey beklenir. Elde edilene gelince ne ölçülür, ne he­saplanır, ne de doğru olup olmadığına bakılır.

Şu halde Don Juan’ın Manastıra gitmesi zorunludur. Bü­tün iktidarım, şerefini, şehvetiyle birlikte ayaklan altında çiğner. Çünkü onum yaradılışında bu kuvvet vardır. Hattâ çiğnenmek ister, günahlılann ökçeleri altına atılır. Onu, kili­se kapısının yanındaki döşeme taşı altına gömerler. Çamuru­nu ve tozunu üzerine silmeden kimse içeri giremez. Bu hale gelebilmek için ihtirasla sevmiş olmak gerektir. Başkalanndan hiç bir şey beklemediğinden, Don Juan’m ihtirası belki artık doymuş olabilir. Şimdi konu ona lâyıktır. Eğer böyle değilse, Ceruıet’e hicret etmiş olsa bile, kendini Ceheamem’de bulacaktır. Böyle bir ihtiras affetmez (Hatırlatma; bana öyle geliyor ki N&nâsis Tann’ların öcünü ölümlülerden, gururla­rından çok ihtirasları için almaktadır. Tann'lar onlann bu ihtirasım kıskanırlar. Hiç bir Tann ihtirasa elverişli değildir: Bu kumaşa ölüm astan lâzımdır.)

Don Juan’m dileği aşkı aramaktır. Bu zevki kovalamak değil, zıddıdır. Eğer onda aradığını bulsaydı, bu lânetleme zevke nasıl yeter, dayanabilirdi ? Günde ya da yılda bin üç de­fa yenilemek ? Buna ancak uşağı bu başka Sancho inanır ve ihtimal verebilir. Efendisini bilmiyen ve bununla beraber onu inkâr eden uşak ya da tanık, hesapçı, reelin adamı, zamanın eleştirmecisi. ,

Ah, Don Juaaı, eğer ölmez olmasaydınız, size aldandı­nız denebilirdi. Gece gündüz aşkın ve kadınların arkasından koşmamak gerekirdi. Siz şair olmak için doğmuştunuz. Şiir sizde aksiyonun yerine geçebilirdi. Ümitsizliğinizden bide haz duyardınız. Ama doğrusu, sönen gençliğin ve hakaret gör­müş ateşin tanığı olarak, sokaktan ve yersiz hazlardan, ölüm sevgisine geçmek yoluyla, Şefkat manastırında ömrünüzü bi­tirmiş olmazdınız.

NOT:

Doru Juan, fiyatında, edebiyatta, müzikte ve resimde sürekli bir ömrü olan efsanevi bir kişidir. Aslı İspa)nyoldur. Chroniqwe de SĞville’in anlattığına göre İspanyanın asil ailele­rinden birinin çocuğu olan Don Jııan de Tenorio. biAçok kızlan 11, evli güzel kadınları bastan çıkardıktan sonra, bir, gece Reis Ullon’yt öldürerek hoşuna giden kızını kaçırır. Ulloa’yı Fransiscain rahiplerinin kitisesime gömerler. Bu cinayetin öcünü al­mak için. Don Juan’ı râhipler kiliseye çağırarak öldürürler ve hal W a)rasına Don Juan’m geceleyin Ulloa’yı mezanndırıt tahkire geldiği ve mezarm da onu yutup Cehennem’e yolladığı söylen­tisini yayarlar.

Edebiyatçılar bu sonu göklerin bir cezası savıp, dedikodu­yu olduğu gibi kabul ederler. İlk önce bu konu üzerinde Tiros de Moli/no bir kom&di yazar ve ondan sonra: bu masal kişisi İtalya’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye vc Ahnanya’ya yayılır. Her dilde Don Juan’a diTlb' birçok eserler meydana gelir. Don Juan temi ile eser verevi saııatiçılardan bashaalan şunlardır:

Mollere, Antonio de Zamora, Gotdo'ni, Alexandre Dumas, P. Merimde, Zorilla, Byron, Haracourt, E. Rosttand. H. Ba t etille, Delacroix, G lü k ve Moz'fo't.

Don Juan’a dair eldeki klâsik bilgi hemen bundan ibaret o'ıduğu/ndan, Suares’in yaptığı portreyi biraz daha aydınlatmak için, Maurice Ban es’i'n bir yazısından enteresan narçalaVı kı­saltarak aşağıya alıyoruz:

M. Barrds, “Du sana, de la v olup t i et de la mor t” adlı ki­tabında, “Hospice de la charite” de. Don Juan’ı ziyaretini uzun uzadıya anlatarak şunları söylüyor:

“Bir hemşire bana bir tabloyu işaret elti: “Kurtların ke­mirdiği iki ceset.” Valdes Leal’in korkunç ve ünlü tablosu.” “Ustalıkla rzçıJAı bir perdeden sonra birden (theatralej tab­

lo aydınlandı. Ve çihüyiip dağılmanın korkunç renkleri arasın­da, biitün gövdeleri kefenle örtülü, açık gözlerinde binlerce kur­dun kaynaştığı bir piskopos cesedile bir kral cesedi göründü. Dipte bir kafatası mahzeni, üstte Katolisizmanın günahlarla sevapları tartan esrarlı terazisi. Ve hepsinin üstünde su yazı: “Finiş Glorios mimdi.” Dünyanın sanı sona erdi.

Murillo bu eser için “Burnu tıkamadan baikıl'itmıyacak bir t'Dblo” diyordu. Fakat bu. tabloyu Valdes Leal’e ısmarlayan, kim­dir, bilir misinizt İnsanı düşündürebilir. Bu resmi isteyen, il­ham eden ve parasını veren Don Juan’dır. Moliöre’in, Byron’un, Mozart’ın ve bin iiç kadının Dom Juan’ı.

“Müthiş bir şehvet, zinâ, fuhuş ve sefa'hat devresinden sonm Don Juan, otuz yasında -yani modern Don Juan’m salon­larda ,kendini satmaya çıktığı yaştakendi ölümüne ve cese­dinin sonımu işaret eden bir “keşif vision" ile perhize sanldı. Caridad tarikatına! girerek Adabım baştan aşağı istediği gi­bi değiştirdi. Ve bu tarikatın başlıcai âdâbı şu oldu: İdam mah­kûmlarının son gecelerinde>, onlara yoldaşlık etmek, dar ağacvna kadar birlikte gitmek ve o tamftma kadar kör/eklere bıra­kılan. leşi alıp ebedi yatağvna götürmek. Bıi> tarikata her sınıfzan insanlar giriyordu. Eşraf omuzlarında; asılmış, ya[ da ka<fası koparılmış gövdeleri taşıyorlardı. Çiinkü onun koyduğu kamun bönleydi.’1

“Don Juan’m bunları tasarlaması beni şaşırtmıyor. Türlü türlü heyecanlarlai sinirleri yıpranmış olan kimseleri, bu gibi korkunç hallerin sarıp bağlaması tabiidir. Bu. onların bütün öteki noktalarda tükenmiş olan duyu kabiliyetlerini 'uyandırır, onları sıkıntıdan kurtarır. 'Şehvet ve ölüm, bir sevgili ve bir ceset, bizim zavaıllv makinemizi sarsacak son kalmaklardır. Bu­nunla beraber onların yanmada da çabucak horlamaya başla­rız.”

Yerleşmiş bir kanaate göre; kadınları kolaaıca aldatan ve bu,, uğrunda icabederse babalarım öldürmekten cekinmiyen, hiç­bir şeye inaınmıyan, değer vermiyen, her şeyle alay eden, ça­lımlı, parlak bir çapkın mânasına kullanılan Don Juan keli­mesi, gerçekte bedenle ruhun faciasını işaret eder. Sııarps, cev­heri isteyen ruh ile maddeyi bUe tatmin edemin en gövdenin çatışmasvnı ve Allah karşısında insanın sınırını bildiren bazı gerçekleri anlatıyor.

B. T.

BALLLAR BALINI BULDUM-BURHAN TOPRAK

ölmek ve yeniden dirilmek, yeniyi bulmak, yeniyi, büyük yeniyi ve ebedi yeniyi bulmak; bütün mesele buradan­dır. İçimizdeki yıpranurms varlı k ra­hatımızı vermiyorsa, istediğimia gibi yeni olmak için, beğenmediğimiz eski­yi ve eski şeyleri unutmak şart 'değil midin-f Yeni yaşayış eski yaşam)ouya; ancak, heıyerde ve her şeyde ölmek­le mümkündür.

B. T.

içinde yaşadığı zevk çamurundan kurtulup, an sularda yıkanmak ve bir daha kirlenmemek üzere vicdanına ve onun zamanı aşan ebedî kanunlarına vefâlı kalmak isteyenlere na­sıl imrenilmez?

Elbette teaniz lekeliden; sağlam, çürümek üzere olandan; güçlü sıskadan; inanan ve mutlu olan imansızdan, ümitsizden daha güzeldir.

inanan mutludur; hiç bir şeye bağlanmayan; ilkönce kendine inanmaz, sonra sızlanır, direnir. Doğrusu; hiç bir şeye bağlanmayan insan yoktur. Çünkü, böyle bir insan yaşıyamaz. Yalnız; o, kendi yarattığı putlara inanmadan tapar ve eğleniyorum diye, vicdan azabı toplar. Bunun için her şeyi belli bir ölçüye göre düzene konmuş dinli, her şeyi tesadüfe bırakmış olan dinsize (Biz bildiğimize tapıyoruz. Siz bilmedi­ğinize tapıyorsunuz!) demekte hakh değil midir?

Veli, bütün mânasiyle idealist, Allahın sevgilisi demektir. Böyle bir dereceye yükselmenin güçlükleri gözünde büyüme­sin. Bunun yalnız üç şartı vardır: En silik lekeye katlanama­yan iffete bağlanmak, seni köle edecek zenginliğe, her vakit seni hür bırakacak fakirliği üstün tutmak, vicdanın emirlerine boyun eğmek.

Mutluluğun başka yolu yoktur. Mutluluksa, hayatta, in­sanın en büyük ümididir.

öyleyse mutlu olmak istiyorsak, hemen doğru yola gire­lim. Hiç bir kaygı bizi bu kararımızdan alakovmasın. Sür­dükleri yaşayışın kötü olduğunu bildiğimiz ruhu ölmüşleri kendi kendilerine ve kokup dağılmalarına bırakalım.

Belki bu, herkesin bildiği ve yüzyıllardır anladığım sandı­ğı ve gene anlamadığı bir gerçektir. BUmek güzel bir şeydir. Aıma gerçeğe varamadıktan ve hele onu yaşamadıktan sonra, onu bilmek hiç bir şeye yaramaz. Gerçek; kelimede, ya da bil­mede, duymakta değil, yalnız davranışlarımızı ona uydurmak­tadır. Çünkü Ademoğlu, yaptığı kadar bilir.

Uzun uzun aradıktan, okuyup düşündükten sonra ge­ne her şeyin ilk ve süren şartına dönmek çaresizdir. însan hayatı bir bütündür, başlayıp biten bir şeydir. Oysaki başlan­gıcı bulmuş değiliz. Başlangıcı ve kökü bulmadan hiç bir şeyi bulamayız.

Bunun için arkamızı döndüğümüz büyük gerçeği bilme­ğe, iyice bilmeğe çalışmak ve ona olan borcumuzu ödemek ge­rekir. Doğrusu borcumuz onu olduğu gibi bilmekle, ona inan­makla, onu sevmekle, ona teslim olmakla, ondan gelecek her acıya katlanmakla ödenebilir.                                       

Bütün değerler üstünde varlık olan, tek sevdiğimizin ya­ni Allahımızın hiç bir ayıbı ve kusuru yoktur. îşte bu yüz­den yalnız Onu seviyor ve Ona sığmıyoruz.

Ruh dünyasının, şekille, görünüşle ilgisi yoktur. Bütün mabetler, üniversiteler kapatılsa ruh gene Allah’ı bulur. Çün­kü insanın gönlü Allah’ın evidir. İnanan ve seven insan yüre­ği, bütün sevdiklerinin yürekleriyle ayni ölçüde çarpar.

Gerçeğe kavuşan; en büyük dostu bulmuştur. Onun için artık, başka bir şüphe ve kısır acı kalmamıştır. Böyle bir inancı bulan, imkânlarının en erişilmez tepesine çıkmış de­mektir. îman, dağları yerinden oynatabilen kuvvettir, ölü­den diriyi doğurabilir.

İş böyle ise, ne kadar ümitsizlik ve kahr içinde olursanız olunuz, size ümit ve ışık vâdedilmiştir. Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü, (Allah ki idealdir kefen hırsızım bile affedecek kadar cömerttir.) denilmiştir.

Sen bu kadar ölçüsüz affeden bir sevgiliyi istemezsen, ona sarılmazsan, neyi ve sana rahatlık, mutluluk verecek kimi isteyebilirsin?

Kaderin seni ezmez. Yalmz sen kendini ezersin. Düşün; buna doğru diyeceksin.

İçimizdeki her acı, bütün haykırışlar, atılmalar ve dü­şüp parçalanmalar hep aslımıza olan özlemden ve aslımızın bizi çeken sırrındandır.

Biz| normalken süren doğru’ya âşıkız, ebedî gerçek olan Allah da bize âşıktır. Derdimizin onarmışız olması, tek mer­hemin onda olduğunu bilmişken başka yerde arayışımızdandır.

Bize kollarını açan sevgilimize, bizi aldatmıyan vefâlı ve en güzel sevgiliye neden dönmüyoruz ?

Derdimiz Onun kalpına, gölgesine imrenmektendir. Tak­lide, gölgeye; öz nasıl fedâ edilir? Sürene geçici nasıl üstün tutulabilir ? Ve aklı ile övünen insan, nasıl bu kadar kör ola­bilir;

Ama belki de bizi güzelleştiren kader ve tesadüfün ge­tirdiği acılardır. Böyle ise ve biz bu kaderin Allah’tan geldi­ğine inanırsak, o zaman her şey değişir. Ve o zaman; bu acı­ların belki daha derin yaşamamıza bir yol olduğumu anlarız. Sevgi veı acı; derin bir yaşayışın en temelli iki şartıdır.

Tarihe göz gezdirilince güçte, zekâda, güzellikte en büyük tanınmış inanların dertleri içinde ömürlerini geçirdik­leri görülür. İnsanın bu görünüş karşısında (Yoksa dertsizler Allah yönünden unutulmuş, silik kimseler olmasın?) diye­ceği geliyor.

On dokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyılın ilk günlerine düşüncesile sultan olan Tolstoy, ölürken kendisine İncil oku­malarını istemişti. Gazeteleri getirdiler. Kendisi için yazılan­ları okumak istiyorlardı. (Hayır! Onları istemem!) diye ba­ğırdı. İncili aldılar ve (Dağda va’z) ı okudular. Bitince yeni­den okuttu. Sonra haykırdı: (Allahım! Allahım! Var olan yalnız Şensin! Ayakta duran yalnız Şensin, yalnız Sen kuv­vetlisin! Ey Kurtarıcı! Hiçliğimi Sen kuvvetinle ört!) Sonra gözlerini kapadı, dudaklarını kıpırdattı, dua ediyordu.

Anasını, babasını, çocuğunu, sevgilisini Haktan ve ger­çekten daha çok seven Hakikat’a lâyık değildir.

İnsan taptığı idealine yaraşır olmalıdır. Allah İkiliye katlanamaz.

Allah, insanları kendilerinden çok sever. Olgunluk yo­lunda; toplanmış üç beş kişi arasında. O; vardır. O; bütün yorgunlara ve yük altında ezilenlere şöylece seslenir: (Bana geliniz! Sizin yükümüzü ben taşıyacağım!)

Söylenilen bıı sözler biraz deli saçmalarına benziyor. Ama en büyük gerçekler böyledir. Mide ve barsaklarımızı ruhun üstüne çıkarmıyorsak, ruha göre yola; girelim ve onu savuna­lım. Kurtulmak için tek çaremiz, (Allahın ahlâkını benim­semek ve Onun yoluna girmektir.) Çünkü ölümü, acıyı yok etmenin ve hayatta ebediyetin varlığını ortaya koymanın başka yolu yoktur. En büyükler; hesabı, ölçüyü, düşünme­mişler ve böyle davranmışlardır.

Ebedî hayat boş bir lâf değildir. Yalnız ona inanmak için, onun şimdiden bizde başlamış olması gerekir. Günlük s> kıntılar, sonunda birden gelip çatan büyük felâketler, bize; bu süren hayatın bu ândan başlıyabileceği yönünde şüp­heler verebilir. Ama Musâ’yı, tsâ’yı ve Muhammedi düşün­mek yeter, inandıkları ânda onlar için ve kendilerine inanan­lar için, süren hayat başlamıştır.

Tersini düşünen, Cehennem’in kapışma Dante’nin yazdı­ğı cümleye inanmalıdır! (Ey buradan geçenler! Bütün ümit­leri bırakınız!) Oysaki imânın kapısında yalnız şu tek kelime vardır ve her şeye yeter: Ümit!

Üzülmekten, ezilmekten, silinip kaybolmaktan korkmayı nız. Nasıl tuz, ancak eriyerek tadını verirse1, insan da varlı ğım, bütün isteklerini ideali uğrunda eritmeden tam öl çüsünü bulamaz.

ömrün elbette sonu vardır, bunu biliyorsun! Ve kocayıı ölecek olan gövdeden beni kim kurtaracak dive haykırıyor sun!

idealine yani Allah’ına teslim olursan süren yaşayış bulur ve her şeyi görürsün.

Ama inanmaz ve teslim olmazsan, sen de, çoktan ölmüşken, yaşamaktasın demektir. Fakat yatak odanda ya da yemek odanda, ölmüş insanla nasıl yaş yabilirsin ?

Suç işlerken bir dakika için sana o hareketinin bütüı ömrünce yüklediği ağırlığı tasarlasan ve onun anısının san taktığı boyunduruğu düşünsen, ateşe elini uzatmıyacağın git ona da elini uzatmazdın. Kötülük uzun sürmez, vükselen bi şey kuramaz .temelinden bozuktur. Süren, var olduran, yal nız imân, yalnız ümittir.

Kendi yaşayışımıza, kaderimize hâkimmişiz gibi yaşıyoruz. Gerçekleşmiyen hülyalar mız, yıkılan ümitleriniz ve eyvah her zaman yarım kalan eserlerimiz bizi uvandırmıyo: Hayatımıza değil, kaderimize değil, irademize bile hâkim olamıyoruz. Hiç olmazsa, mutluluğa ermek için isteklerimizi kısabilmeyi öğrenmeğe çalışsak!

Ey Allah’ın dünyaları kendisi için yarattığı Muhammedi Sen bile oruç tutup, gecelerini secdede geçirdikten sonra, bi­zim gibi, en pis günah çamuruna batmış olanlar ne yapmalı­yız?

Yalnız bir isim vardır, süren odur: Allah, övleyse benze­riniz üzerinde ne diye hüküm veriyor, onların kusurlarım ne diye yüzlerine vuruyorsunuz? Oysaki Kutlu Kitaplar (Onlan yüzlemeyiniz, aksine onlara yükselmeleri için yardmı ediniz!) demektedir.

Hak buyurur ki: (Acımam öfkeme üstündür.)

Sevgilimiz o kadar zengindir ki, verdiğini geri almaz; pişman olmaz. Pişmanlık bilgi; azlığıdır. Onun bilgisinde ek­sik olmadığından, elbette ki pişmanlığı da yoktur.

Bunun için, insan denmeye gerekir yaratılmışın ödevi, her1 nefeste kendini silip, Allah’ın varlığını isbata çalışmak­tır.

Medenî kanunlar, insandan verebileceğinin en azım ister­ler: Kötülük etme, zararlı olma, faydalı olup olmamanı düşün­me, istersen eşek gibi yaşa, derler. Oysaki din; insandan ilk önce, insan olmasını ister.

Miraçta; Allah, Peygamber’e (Her şeyi senin için yarat­tım!) diyor. Peygamber; ona, şöyle cevap veriyor: Senin için her şeyi bıraktım!

Kur’an (Tanrılığı “Emâneti” göklere, yerlere ve dağla­ra verdik. Hiç biri bu emâneti yüklenemediler! Yalnız insan bu sorumlu işi omuzuna almak cesaretini gösterdi) diyor.

Ademoğlu, bu korkunç cesaretini unutmamalıdır.       

Ama bu cesaret yann almacak bir tedbir olmamalıdır. Yarın Âhiret demektir. Son saatini hangi insan tasarlayabi­lir? Bunun için kararını yarma bırakanın nasibi vaktur. Al­lah bu dünyayı ekim yeri sayıyor, burada ne kazanılırsa ona güvenilebilir.

Allah’ı anmak en büyük kulluktur. Sana yakınlaşıncaya kadar, Allah sana gelinceye kadar onu an. Bundan bıkıp usanma. Sen bu yolda yürüyüp olgunlaştıkça, kaderden, insan­lardan sızlanman azalacak ve o zaman Allah’ı da. insanları da, taliini de seveceksin. Ey Rabbm beğenerek yarattığı Ademoğ­lu; ne malın, ne anan, ne sevgilin, ne de başka türlü bağlar seni bu yoldan uzaklaştırmasın.

Allahın işçisi!.. Hangi yerde, hangi işte, hangi döğtişte, Hak için çalışıyorsun? Allah seni olacağından çok bir işle zorlamaz. O, senin kolaylığını ister, güçlükle karşılaşmanı is­temez. Ama sen, imkânlarının en küçüğünü bir parmak daha yükselmen için kullandın mı ? Bana ondan haber ver.

Kendini yenmekten daha büyük bir savaş yoktur. Kendi­ni yenen mutlu olabilir. İçini temizliyen ergeç kurtulur,.

Allah’ı görmek istiyen, yalnız iyi olsun, iyilik etsin ve taptığı varlığa ikilik .katmasın.

Allah bencilliğinden kurtulmuş insanlara; kendi güzelli­ğini, bir kelime ile tek güzelliği armağan verir.

Bu söz ile tasavvuf denilen sır âlemine girmiş bulunuyo­ruz. O halde tasavvuf nedir ? Bu soruya en sade cevaplardan birini veren Hacı Bektaş’tır. Ona göre (Tasavvuf; öyle bir şeydir ki, âfiyet’le bieleşmez. Tasavvuf, Allah’tan başka olan­dan bıkıp usanmaktır. Ve ondan başkasından boşanmaktır.)

Bu sözleri üzerine Hacı Bektaş’a sormuşlar. (Afiyet ne­dir?) (Afiyet bir ân yüreğin rahatlık ve karar bulmasıdır. Afiyet Allah’ta dinlenmedir. Oysaki tasavvuf başlangıçtır, öz­lemdir. Onun için ikisi birleşmez.)

Gene Hacı Bektaş'a sormuşlar: (Dervişin hali nasıl bir haldir?) Cevap vermiş: (O haldir ki, her ne ki kafanda var­sa bırakırsın. Ve her ne ki elinde varsa verirsin. Ve kuyuya düşen ne yaparsa onu yaparsın!)

Yola gireceğin güne kadar kafanda ne eribi öğrenilmiş bilgiler varsa, yüreğinde ne gibi istekler besliyorsan, ne gibi şüphelerin varsa hepsini at ve öyle gel! Kafan ve yüreğin bom­boş kalsın ve Allah özlemi ruhuna iyice sinsin. Başka türlü şüphe ve ihtirastan kurtulamazsın.

Böylece mistisizm insanın kendi gerçeğini bilmesi demek­tir. Ancak kendini bilen Allah ını bilir, amaç ise yalnız Al­lah’ımızı bilmektir. Elbette ki bilenin uykusu bilmiyenin dua­sından daha hayırlıdır.

Her yükselişin ruhanî basamaklarına göre akıl vardır. Şeriat, Tarikat, Mârifet, Hakikat. însan hangi durakta ise akıl da o duraktadır. Ve gerekince o basamağa göre hüküm verir. Almak; bir türlü akıl işidir. Olmak isteyen ise; verir, sonsuz olur.

Putlar (kadın, erkek, para, şöhret, saltanat v.s.) insan­dan başkası için yaratılmamıştır. Ademoğlu muhtaç olduğun­dan; mecbur olarak Allah’ı aramıştır. Bugün Allah yoktur


deseniz, ertesi glin, herkes kendine göre bir put yaratacaktır: (Sevgili, para, şöhret, v.s.)

Allah diyor ki: (Ben, kulumun tasarladığı gibiyim!) Vay o kul ki Allah’ını en bayağı değere indirir; paraya, şeh­vete bağlar.

Taptığını en yüksek, en asıl ve bütün zenginliklerin kay­nağı olarak tasarla. Allah her şeyin sonudur. Olgunluk orada biter. Ona yalvar. Sen de Onun gibi olgunlaşasın.

Allah’ı kendine vekil say. O, senin için her şeyi yapacak­tır. Önünde küçül, büyüyeceksin.

Rüfaî diyor ki: Gerçeğel varmak için, ben, her kapıyı çok kalabal’k gördüm. Kendini silmek, hiçe saymak kapısını, çok tenha buldum, oradan kolayca içeri giriverdim.)

ölürken Şahı Nakşbend’e soruyorlar: “Cenazenizin önün­de hangi sûreyi okuyalım!” Cevap veriyor: “Sûre-i Şerife bi­ze çoktur! ’. “Ne okuyalım,?” “Şunu!” diyor:

“Biz senin önüne çıkmış zavallı insanlarız.”

Senin güzelliğinden yalnız en küçük sadakayı dileniyoruz Allah, inananları bütün suçlarından uzaklaştırır.

Allah kuluna yeter. Onu doğru yola götürür, Eli bütün ellerden üstündür.

Her dinin özü İslâm, yani teslian olmak ve rızâdır. Allah; İbrahim’e (İslâm ol!) dedikte, İbrahim (Alemlerin Rabbma İslâm oldum.) dedi. Görülüyor ki İslâm olmak nefsi teslim etmek demektir.

Dost ile bağ her şeydir. En zeki ama en talihsiz yaratılmış'n ölçüsü olan Şeytan’a biri takılıyor: “Sen kötü imişsin. Allah sana lanet ediyor!”

Şeytan cevap veriyor:

“Ne söylüyorsun, bundan daha büyük müjde mi olur? Beni Dost andı demek; Dost ansın da, nasıl anarsa ansın!”

Allah herkesi güvendiğine bırakır. Aklına güveneni ak­lına, parasına güveneni parasına, varlığına güveneni varlığı­na bırakır.

Her kim Allah’tan bir ân uzaklaşırsa, o sırada dostu ve ar­kasından geleni şeytan olur.

Bütün kötülüklerimize temel, içgüdüye kendini bırakan aklimizdir. Şair Sa’dî ne güzel söylemiştir: “Bulutlar, rüzgâr­lar, ay ve güneş, bütün felekler elbirliği yapmışlardır. Tek sen bir lokma elde edebileşin ve onu rahatça yiyebilesin.”

Allah insanların bildiğinden, tasarladığından çok acıyan­dır. O; dertli her yaradılmışla dertlidir. Her insan O’nun bir parçasıdır. Bizim kederimize bunun için ortak olmaz olur mu ? Allah, biz acıdan kıvranırken yambaşımızdadır. Kur’an’da de­nildiği gibi (Bize şah damarımızdan daha yakındır. İnsan O’nun ruhu ile yaşamaktadır. Ve O’nun ruhundadır.)

Yaratan: (Ey Davud! Benim kullarıma olan özleyişim on­ların beni özleyişinden ileridir.) diyor. Ama biz benzerleri­mizle o kadar uğraşıyoruz ki, Allah’a bir türlü sıra gelmiyor. Her şeyi benzerimizden istemeye o kadar alışmışız ki; her za­man dileklerimizden yoksun kaldığımız halde, gene onların ardı sıra koşmaktan bıkıp usanmayız.

Dostlarımıza, sevdiklerimize pek çok değer verelim. Ama Allah’ın hakkını kullara vermiyelim.

Allah’ı ananlarla anmıyanlar arasındaki ayrılık, ölü ile diri arasındaki başkalık gibidir.

Hak yolunda yürüyenler iyi bilsinler ki: razı olmayan zorlanır.

Her ne bahasına olursa olsun, rulnı beden zindanından kurtarmak lâzımdır.

Allah bizimle birlik olursa bize kim düşman olabilir; kar­şımıza kim çıkar? Ama ondan yoksun olursak, o zaman dün­ya bir Cehennem‘'e döner.

Her türlü değer, her türlü şan ve şöhret Allah’ın dostlu­ğu yanında nedir? Hiç!

O, var olunca her türlü yoksulluk biter.

Allah hayatımızdan giderse, o zaman dünyada kiminle ve nasıl yaşayabiliriz?

Dostum; bütün bu söylediğim şeyler, bir bakıma göre saçma ve yanlış olsa bile, senin için bunlara inanıp; Sokrates, Eflâtun, Epiktetos, Isâ, Mevlâna, kadar aptal ve bilgi­siz olmak çünkü bütün bu inançlar onlarmdır karşısındaki yeri, kürsüsü olan, inandıklarının aksini yapanlara benzemek­ten daha iyi değil midir?

Hesap; ruh dünyasının eşiğinden bir adım ileri gidemez.

Bunun için Allah’ın düşmanı Nietzsche, çıldırdıktan son­ra, Weimar’ın göklerine bakıyor, dönen değirmenleri görüyor. Ve annesine: “Hiç kanatları yok diyor kanat! kanat!” di­ye bağırıyordu.

Düşüncende ve davranışlarında detaya .tesadüfe, faydası olmayana yer verme. O zaman; sana öz ve temel kalacaktır. Hayattan; daha ne isteyebilirsin?

iyi bil ki sen şimdi yaşamıyorsun! Çünkü bir an için is­tediğin gibi yaşadığına inanmış değilsin!

İnsanın kendisinden başka hiç kimseden bir şey elde edemiyeceğini bilmesi çok acıdır. Bu böyledir. Bunu zamanı geç­tikten sonra değil, erkenden öğrenmek gerekir.

Yoksunluk bir bıçak yarası gibi canımızı yakmazsa, üze­rine düşkün olduğumuz şeyden yoksun değiliz demektir. Yok­sunluk bir ceza olmalıdır. Böyle olmayınca hiç bir şeye yara­maz.

Hepsinin boş, her şeyin boş olduğunu pek geç öğrenirsen yazıktır sana! Paralar yığdın. Bununla mutluluğun ilgisi ne? Şan ve şerefin en yüksek tepelerine çıktın, bundan sana ne ? Etinin ve kemiğinin isteklerini kovalıyorsun, bundan bir ân için olgun bir zevk duyabildin mi?

Birkaç kürek toprakla ,gövde yokluğa gömülecek olduk­tan sonra paranın, iktidarın, her türlü tatminin ne değeri ola­bilir ? Ruhun kaderini bugünden, bu ândan düşünmek gerekir. Belki yarın pek geç olacaktır. Şimdi ışık ve imkân varken bit­meyen bir hazine toplamağa çalış. Hiç bir şey yapamıyacağm karanlık gece elbette gelecektir.

Tek ödevimiz kendimizle uğraşmak, kendimize karşı her gün daha kuvvetli olmaktır. Her gün bir kötü huyumuzu bı­raksak, çabucak mutlu olur ve Allah’ı buluruz. Ama gözlerimiz var, görmüyoruz; kulaklarımız var, duymuyoruz.

insanlar kötü huylarını köklerinden koparmak için; ya­şamaya uyma yolunda harcadıkları emek kadar zahmet çekseydiler dünya Cennet olurdu.

Kahramanların, Velîlerin ömürlerine bak. Yaptığımız işlerin ve katlandığımız emeklerin ne kadar sudan olduğunu anlar sın.

Onlar açlığa ve susuzluğa, sürgüne, zindana, işkence­lere, ölüme rağmen hiç bir vakit doğruluktan ayrılmadılar. Oysaki sen ve ban işin sonunda; bütün benzerlerimiz doğru­luk ve olgunluk yolunda ne yaptık?

Asil bir ruha göre inkâr imandan zordur. Bunun için mo­dem softaya kolay gelen, gerçeğe arkasını çevirtmek, onu aramaktan uzaklaşmaktır. Devrinin bilgi sultanı Fahreddin’i Râzî gerekiyor da kendisinden şöylece sözediyor: “Ben Al­lah’ın varlığını ve birliğini binbir delil’le belirttim! ’ Muhiddin’i Arabî ona şu cevabı yolluyor: “Ey Fahreddin! Allah’ın varlığından ve birliğinden binbir şüphen mi vardı?”

Hak'km binbir faziletini (erdem) sayıyorsun. Seaıin kaç faziletin var?      ,

Dünyanın en çok yardıma muhtaç, en zavallı ve yaralı insanı bile olsan; gene başkasına yardım etmeğe çalış! Kur­tulmanın teik yolu budur.

İnsanın ilk önce kendisinden çıkması lâzımdır.

Gerçeğin şarabı acıdır. Bu acı birinci yudumdadır. Mut­luluk, bütün hayatın mânası olan mutluluk, bu acı yudumun hemen arkasından gelecek ve o zaman Peygamberin sözü doğru olduğu anlaşılacaktır. (Ölen bir buğday tanesine karşı bir çok buğday taneleri elde edilir.)

Saf ve basit olmalıdır. Ama temizlik, basitlik ruh yoksul­luğu değildir. Cennet saf ve basit olanlarındır.

Allah bizim için nedir ? İlk önce yasımız, onu acı duya­rak sezerim, sonra ümidimiz ve son ümidimiz!

Ey Rab, bütüıı felsefeler ve bilimler susuyorlar, bilme­celerin bilmecesi konusunda hece söylemiyorlar. Her mutlulu­ğun tek anahtarı olan ey Rab; Sen konuş!

Allah kendisini ancak ağlayanlara gösterebilir. Ağlama­mış olan Onu göremez. Ağlamış olanlar ise, yüzde yüz O’nu görürler. Çünkü isteyerek bir amaç için katlanılan yoksun­luk, kendi haklarından isteğiyle uzaklaşma, Allah’a, mutlu­luğa giden tek yoldur.

Fenalık inşa edemez. Onun bir şeye varmış görünmesi, kendi kendini yıkmasının son perdesidir. Ânı değil, süreni dü­şünen; fenalığa el uzatmaz.

Bütün bu gerçeklere, senin de inandığından şüphem yok. Bu yolda yürüyemiyorsun. Biliyorum ki tırmanılarak çıkılan tepelerde durabilmek, tırmanmaktan daha güçtür. Dene, da­yan! Biraz sonra varacaksın.

Sabır, sabır durmadan söz edilmesi gereken şey. Gerçek sevgi sabırsızlığın zıddıdır. Ey vefâsız insan! ömründe biı kere olsun sevdim diyemiyecek misin ?

Ne para, ne sultanlık, ne ün; ne de sağlık; yalnız biı şey lâzımdır: Mutlu olmak. Bunun için de teslim olmak, yan: müslüman olmak gerekir.

Ey dostum, artık hastalıktan kurtulmağa karar ver, un ve bekle!

Doğruluk ve sevgi yolundaki söze bağlılık; olgunluğu) ilk şartıdır.

Allah'ı inkâr eden şaşkınlar, bu inkârın onu yok etmek olmadığım düşünmüyorlar.

Dostum, artık iki sultana birden köle olamazs n. Sana yaradılmışlarm en şereflisi diyen ve sonsuzluğun hâkimi olan Allah’ını mı, yoksa bugünkü geçici çıkarlarını; gözdağı ile seni korkutan, yoksa oyalayan Sultam mı üstün tutacaksın? Kararını ver. Bir kelime ile insan mı olacaksın, yoksa tilki yılan, kurt veya domuz mu olacaksın? Allah susuyor. İşte asıl onun susmasından kork.

Gücüm yok diyorsun. Can ve gönülden iste, ayağa kalk, her şeyi yapacaksın. Olurki ilk adımlarda sendeler ve tövbe’leıini, kararını bozarsın. Bunun önemi yok. Bin kere tövbe­lerini bozarsan, ama arkasından içten gelen pişmanlık gös­terirsen, Allah gene seni koruyacaktır.

Yalnız, Göklerden gelen emirleri tartışmaya kalkma. Orada dur! Çünkü emir tartışılmaz, yapılır. İşi sona erdirmenin başka yolu! yoktur. Bununla birlikte şunu da her vakit aklın­da tut ki, her ân nefsinle uğraşmak zorundasın. Çünkü; bu alanda kazanılmış savaş; asla sonuncusu değildir.

Şair Baudelaire haykırıyor: ‘‘Ey Rabbim; bana ruhumu ve gövdemi iğrenmeden görecek kuvvet ve cesareti ver”. Bu yalvarma halimizin dile gelmesidir. Sen olmasan bu güçsüz, çürümüş varlığımızla kime ve nereye gidebiliriz ?

Dostum yaşlandın. “Artık hayata benzeyen hayatı değil, hayatımın ta kendisini istiyorum!” diyecek ve bunu arayıp bulacak isteğin olsun. Ömrün hızla geçip gidiyor. Ve sen gene kendine mühlet vermekle oyalanıyorsun.

Ömrümüz bir ân kadar kısa. Ortasına srelmişken de ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ne vakit yaşamasını öğreneceğiz ve ne vakit yaşayacağız? ?

Dünyalara sahip ve hâkim olmak için ruhumu kaybet­mek gerekecekse bütün elde edeceklerimin hic bir değeri yoktur.

Madde; hiç bir zaman ruhun yerini tutamaz!

Bir takım insanlar bataklığa alçaklığa, rezalete basa­rak başlarını göklere yükseltmek isterler. Ayaklar çamurda olduktan sonra, başın göklere yükselmesi hic bir şeye yara­maz. Temel çürüktür.'

Gövdenin istekleri seni sana bağlar. Ruhun dilekleri se­ni başkasına bağlar, sana ufuk açar.

Ey Rab! Hırstan, tembellikten, şehvetten, korkudan, gü­nahtan ve günahın getirdiği türlü türlü yüz karasından ve sonunda ümitsiz, imansız ölmekten kurtulmak için bize yar­dım et!

însan sağma soluna bak.yor. Bu imansız komşuların ya­şaması ne fakir, ne zavallı, ne kısır! Bu zavallıların hayatla­rına nasıl bir parça ümit katmalı ? Bunların bildikleri tek sevgi, karşı cinsteki yaradıln» şm vereceği ümit ve zevk! Oysaki yan yana geliyorlar, birbirlerine sanlıvorlar, biri ötekinin üstünde kırılıyor, anlaşamıyorlar.

Bir ân olsun 'bir şeyi elde etmeden, gene hayatın gürültülerine karışıp gidiyorlar; Bütün bir ebediyeti, böylelikle sevdikleri göğsün üzerinde bir âna verip geçiyorlar.

Bizi ânında yükseltmeyen acı, mutlak olarak boş ve ma­nasızdır.

“Sağ gözün senin manevî yıkılış na sebep olursa, onu çıkarıp kendinden at. Organlarından birinin eksik olması, bü­tün varlığının çürümesinden daha iyidir.”

“Gövdeyi öldürenden korkmayınız. Ruhu öldürenden korkunuz.”

Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır. Yaşama­nın mânasını kaybetmek.

Rab’bın her yerde hazırdır. Onun güzelliğini görmek is­teyen Vasıtî’nim dediği gibi, bir kırmızı gülü eline alsın ve ona baksın, yeter.

Herkesin elinde bulunan normal imkânlardan, kaderi dolayısile yoksun olanları Allah daha büyükleri için yaratmıştır. Ayağından vurulmuş olanlar, yürümez, uçarlar.

Gene de sürmeyene; geçiciye bağlanıyorsun. Görmüyor musun ki; her şey akıp gidiyor. Ve yüzyılların üstünde yal­nız O’nun mübarek yüzü hâkim olarak kalıyor.

Öleceksin! En güzel Sultanlar, en büyük kahramanlar, en güçlü diktatörler gibi toprak olacaksın. Gençliğine güve­niyorsan, düşün ki en uzun ömrün sonu yarından daha, yakın­dır. Bunları biliyorsun, böyleyken kendi yaktığın ateşte ya­nıyorsun.

Kedine köle olan; ben hür bir insanım diyebilir mi ?

Yalnız gülenler, ya da gülmeğe çalışanlar, gülmek için kendini zorlıyanlar, bil ki, zevkleri için yaşayanlardır.

insan yoktur. Herkes kendini var sanır. Var olan için her şey vardır; var olan ölmez, ölmeyen ise Allah’tır.

Var olanın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Her şeyi vardır. Yok olanın da yani olgun insanın da hiç bir ihtiyacı yoktur. Çünkü kendisi yoktur.

Bayezidî Bistamî’nin şu sözümü hiç hatırından çıkarma; (Otuz yıldır Hak’la konuşurum, halk beni kendilerile konu­şuyor sanır.)

Bunu düşününce ne dostundan, ne komşundan, ne de düşmanından sızlanırsın.

ömrünün en iyi günü, bugün, en güzel saati bu saat, en bulunmaz ânı bu ândır. Dünyada ne yapılmış ise “şimdi” ya­pılmıştır. Gerçekleştirmek istediğin ideali bugün ele al! Yarın belki kıyamet kopacaktır. Bu gerçeği anlamıyan; dünyadan bir şey anlamış değildir.

Küçük zevklerden uzaklaşmıyan, büyüğüne erişemez. Bü­yük mutluluk, malından değil, canından bile silkinmeyi ister. Gerçek insanlığa yükseliş buradan başlar. Olgunlaşmasının talihsiz bir gününde, bu yüzden bir veli “ölemedigrim için ölü­yorum!” diye inlemiştir.

Kendini perhizle; yapmacığı aşkla yenmeğe çalış. So­nuna kadar vermek cömertliğini göster. Böylelikle bütün ver­diklerini fazlasile eline geçirirsin. En derin ekonomi kanunu­nun sırrı budur.

Fakirsen zengin olmak için çırpınma. Yapacağın daha önemli işler var. Zenginsen Allah'a şiikret ve hiç bir zaman, hiç bir şeyin sana sahip olmasına yol açma.

Gövdenin hesapsız, ölçüsüz, düzensiz; yalnız zevk için yaşamak istemesi, ruhunu kölelik zincirlerine ba&lar.

Doğruluktan bir ad'.m ayrılan günaha düşer. Suyun iki parmak altında ya da denizin dibinde boğulmak arasında fark yoktur.

İhtiraslarını doyurma yolunda sendeliyerek yürüdüğün ve bin kere yüzüstü düştüğün halde, gene umuyor, bekliyor ya da yoksun kalırım diye korkuyorsun. Bu arkası gelmeyen ümitlerden ve hiç bir temele dayanmıyan kaygılardan ne va­kit kurtulacaksın?

Doğru’ya kendini vermen, senin için bir çok yoksunluk­lar dolayısile dayanılmaz bir acı olacaksa; bunu normal bul­malısın. Çünkü kötülük; yapmaz, yıkar demiştim. Yapmak, kurmak için elbetteki zahmet çekecek, terliyeceksin.

“Allah kullarını af için bahane arar.”

Sana biteviye Kur’an oku, namaz kıl, demiyorum. Her şeyden önce kendini bul, diyorum. Ancak kendimi bulan Al­lah’ını bulur, amaç da budur.

Kur’an; şairin dediği gibi “Dostun bir yadigârıdır. Dost yanımızda olunca yadigâr gölgede kalır.”

“Ya Rab! Beni benden al, Seni bana ver, Sen kal!’’'1 “Allah’ım biliyorum ki bize bizden yakınsın, kimi va­kit en akıllı, en aydın kullarm bile niye Seni bulamıyorlar?” Ben fukaranın bu yolda biricik avunma yolum, şu sözündür: ‘‘Beni önceden bulmamış olsaydın, aramaya kalkmazdin!” Allah’tan yalnız Allah’ı istemelidir. Ondan başkasını is­temek haramdır, daha doğrusu ayıptır.

Ebediyette var olmak için kendini yok saymak, bu; baş­langıçtır. Musâ; özlemini çektiği Allah’a soruyor: “Ya Rab, Senin yüzünü nasıl görebilirim?"

Cenabı Hak cevap veriyor:

“Ey Musâ kendini bırak da gel!”

Ölen hayvan olur, insan ölmemelidir, ölen insan ise ona yazıktır. Şeytanım Müslüman etmenin çaresini bulamamış­tır. Nefis ölmez, yalnız teslim olur. Ve teslim olunca yani Müslüman olunca, sana kardeş olur.

Hiç kapanmıyan, çalındığı vakit her zaman açılan bir tek şeref kapısı; O’nun kapısıdır. Bin kere tövbeni bozsan, küfür çamurlarında leş haline gelinceye kadar çürüsen, gene korkmadan bu kapıya gel! O kapıdan hiç ümidini kesme. Allah’a yardımı et! O, sana yardım edecektir!

“ölmeden önce öl!” sırrım kendi kendinde srerçekleştirmiyenler çabucak yoldan çıkarlar. En küçük şeylerde bile hırs gözlerini kör eder, öl; elbette olacaksın..

Henüz ruhu hasta ve içgüdüsünün boyunduruğunda olup maddeye bağlı olanlar, dünya nimetlerine düşkünlükten çok güç kurtulurlar. Bu yasak yemişlere karşı savaşlarında ken­dilerini yenseler bile, üzülürler, sabırlarını kaybederler. Hırs­la istediklerini elde edince de, vicdan âzabı üzerlerine çö­ker. Çünkü huzur ve mutlulukla ilgisi olmayan azgınlıklarına kendilerini bırakmışlardır. Oysaki ihtiraslara kendini bıraka­rak değil, onlara karşı gelerek gönül rahatlığı elde edilebi­lir. Bu yüzden; zevklere ve dış âleme düşkün insanın gönlün­de sevinç yoktur. Huzur, coşkun bir İç dünyası olan adamın ödülüdür.

Rabbın sevgili kullarından Şibli demiştir ki: “Kırk yıl­dır gönlüm bir içim su, ya da bir içim ekşi ayran diler, henüz anı ona vermedim.”

Ve gene demiştir ki: “Bugün kırk yıldır ki bir vakitteyim. Hak Taâlâ gönlüme bakar ve kendinden başka bir şey gör­mez.’’

Vicdanilin kesin emrine bağlan. Mutlu olacaksın!

Din her ne bahasına olursa olsun mutluluğu aramak ve bulmak amacıdır.

Geçici olmıyan mutluluğun tarifini bilmek ve yapmak­tansa, onu kendinde duymayı üstün tutmak daha iyidir.

İnsanlarla, yeryüzüyle ilgili bütün bilmecelerin düğüm­lerini çözsek, bunlar yönündeki bütün bilgilerin kanunlarını bilsek, Allah’ın sevgisinden, didârından yoksun olduktan son­ra, bunları bilmekle bilmemek arasında fark yoktur.

İnsanlar binlerce yıl hayvanlar gibi yaşadılar. Sonunda Allah’ı, merhameti, aşkı buldular; medeniyet doğdu. Şimdi Al­lah’ın öldüğünü sandıklan îçiıı, acıma ve sevgi, işlerine gel­miyor. Her şeyin daha çoğunu bulmak isteğile, ebediyete de­ğer vermiyen akılları, iki yokluk arasındaki ölçülü zamanı fır­sat bilerek çal ışmaya başladı. Aç kurtlar gibi birbirlerini öl­dürüyor, yiyorlar.

Dostum; akıllı görünmeğe değil, akıllı olmağa çalış. Se­nin olgunluğa doğru gidemeyişin, gerçeği olduğu gibi gör­memek güçsüzlüğünden geliyor Kolayı üstün tutuyorsun!

Ruhla ilgili rahatlık, o kadar güzeldir ki; bunun ne ol­duğunu bir kere tasarlıyabilseydin, artık ötesini, düşünmez­din.

Ansızın Sevgili geldiği vakit, uyanık bulunan insan ne mutludur!

Seninki senin, benimki benim. Bu ayak takımının ek­mek kavgasıdır. Seninki senin, benimki de senin: bu gerçe­ğin getirdğii rahatlıkt r. Aslında ne sen varsın, ne de ben!

Yalnız sana değer verenleri seversen, beğenilecek ne yapmış olursun ?

Âşık bağırır: “Yâ Rab! Hayatımdan başka bir şeyim yok! O da sana feda olsun!”

Arif; bunu duyunca ona gülerek sorar: “Yâhû! Kimin hayatını kime veriyorsun?”

Küçük şeylerde kendimizi yenemezsek, hangi büyük şe­refe erişiriz ?’

Ruh dünyası olan insan’m duası, en büyük acı içinde bile böyle olmalıdır:

“Allah’ım senin varlığın nasıl sonsuz ise. benim, de yok­luğum öylece sonsuzdur. Sen varlıkta, birsin. Ben yoklukta birim. Allah’ım beni yoksun, fakir, ortada bırakılmış güçsüz ve kiiçük görünen bir hiçlik haline indirdiğin için Sana şükre­derim. Çünkü ancak, şimdi, ben Süleyman'ın sultanlığım, Ka­run’un hâzinesini buldum!”

Her şeyini ver, Hiçi, yani her şeyi satın alacaksın. Ken­dini verir, Allah’ı ararsan, en güzel sevgiliyi bulacaksın.

Allah’ın sultanlığına nasıl ortak olur ve onun gibi yaşıyabiliriz? Mesele budur!

Allah, hayat kadar güzel ve tehlikelidir. Bunun içim. O’nun güzelliğinden sarhoş olanların kimisi kâfir, kimisi âşık olur. Mevlâna’nm dediği gibi, “O hem derttir, hem merhemdir. Hem yastır, hem sevinçtir. Hem anahtardır, hem kilittir. Hem zin­dandır, hem hürriyettir. Ve gene dünyada da, âhirette de giz­lidir. Bunumla birlikte her yerde görünen, nur saçan O’dur. O, susar; böyleyken her dilde söyleşen O’dur. Ve gene bunun içindir ki mescitte de, meyhanede de âşıkın aradığı O’dur.” “Ey dostum! Eğer sevgilinin güzel varlığına elin erişemiyorsa, bil ki, buna sebep, perişan olan taliin ve uzanmasını bilmiyen kolundur. Tapınağı bırakıp, orada görünen ideali aradığm ve eşyayı değil, eşyanın sahibini aradığın gün mut­luluğuna kavuştuğun gündür.”

Sanıyorsun ki günlük ödevler yapacağın en iyi işler arasındadır. Senin tutacağın en doğru yol Rab bin; her işini gördüğünü bilerek yaşamandır.

Ey benim Allahım! Taptığım her varlıkta Seni arıyorum. Mutlu olduğum ânın ışığı Sen’sin. Sen olunca, her şey var, Sen Sen olmayınca bir şey yok. Sevgili, para, şöhret, bilim, eser, bütün bunlar Sana varmak için başımı vurduğum kayalardır. Sen mutlulukların sonusun. Gittikçe çoğalmamakla birlikte, coşturan mutluluk Sen’sin, çünkü Sen her şeyin sonusun! An­cak Sana yakınlaştığım dakikada; zaman duruyor ve ben yalnız o buluşmada geçici varlığımın sevincini sürer büiyorum.

Bütün bilginler .filozoflar bir tarafa! Senin sesini, yalnız Senin mübarek sesini, duymak istiyorum!

Mevlâna Celâleddin-i Rumî “Eski şeyleri satanların sı­raları ve zamanları geçti. Biz, şimdi yeniliği ve yeni şeyleri satıyoruz. Bugün pazar bizimdir.” diyor.

Mevlâna; Phidias kadar yenidir. Onun yeni dediği mo­da değildir, ebedî yenidir.

Bize göre güneşin battığı yerdeki velî "Çorba kâsesinin içinde bile Allah’ı görüyorum!” dediği gibi; bize göre, güne­şin doğduğu yerdeki velî de "Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok!” diyor.

“Olayları konuşturmalıdır. Çünkü bilimsel gerçek ferdî değildir.”

Buna, olayları en iyi kullanabilen H. Poincarre şöyle ce­vap veriyor:

“Ne yazık ki olaylar asla konuşmazlar.”

İmdi konuşan birisi vardır. O’nu dinlemek gerekir.

Her şeyden önce ruhu kurtarmalıdır. Âdem oğluna ek­mek değil; cesaret, îman lâzımdır.

idealine bağlanmış insanların yükselmesine her şey yar­dım eder; ölüm bile. Peygamber’in dediği gibi, göz yaşlarile eken, sevinçle biçer.

Süreni aramıyan, elbetteki geçiciden de yoksun kalır.

En kolay yaşama, şüpheye ve imansızlığa güvenen ha­yattır. inanç; bir mucizedir. Ondan medeniyet doğar.

Geleceği kuran, yaşatan bu “dakika”dır.

Her günü ölçüsüz büyük sonuçlar verecek insan hayatı, baştan aşağı ciddiye alınmalıdır. Boş bir işle geçirdiğiniz şu ân, belki sizin ebedî hayatı kazanmanıza bir fırsat olacaktı. Yaşamanın değeri ve özü ile onu kullandığınız şekli ölçün, kar­şılaştırın. Sonra düşünün ki, bir saat daha yaşayıp yaşamıyacağmızı bilmiyorsunuz!

İnsan; ben Muhammedi, gerçeği, gözümle gördüm di­yecek hale gelmelidir. Olgunluk için en kısa yol Allah’ın ah­lâkına, Muhammed gibi uymaktır.

Dostum, her zaman şunu düşün: Allah; bugünkü çıkar değil, yalnız idealdir!

Ruhun silindiği dünyada yaşamaktansa ölmek daha iyi­dir.

Mutluluk; isteği olgunluğa ermiş insanda bulunur.

"Kendilerini güçlü sananların yoksun olduğu nimet, on­ların küçük gördüklerine verilecektir.”

Hiç bir suçlu affolunmaktan ümit kesmemelidir. Bütün peygamberler, yalnız kendilerinin kurtulamıyacağına inanmış suçluları kurtarmak için dünyaya gelmişlerdir.

ölümü düşündüğümüz ândan başlıyarak, ömrümüzün her olayı bir mâna kazanır.

Ey Rabbım! Bana günlerimin sayılı olduğunu durmadan hatırlat!

Dostum! “Kendime çelme takmıyacağım, korku, vicdan azabı duymadan yaşıyacağım!” dediğin gün; bunu içinden söy­lüyorsan kurtulmuşsundur!

Allah’ım yalnız tek olanı, yani Seni istiyorum!

İnancın olmadığı yerde, hayat sofrasının altında yalnız küçük “Ben” parçalan vardır.

İnanç olmayınca ne hayatın, ne ölümün, ne Efendimi­zin, ne de kendimizin ne olduğumuzu bilmeğe imkân yoktur. İnancın inkâr edildiği yerde; ihtiras, bayağılık, şaşkınlık, ka­ranlık ve ölüm vardır.

“Bir Tann gibi istiyorum. Kader yerde sürünen bir so­lucan gibi beni eziyor!”' diye haykırman işte bu yüzdendir.

Tabiatı, aman, Allah'sıza bırakmıyalım. Tabiat ve insan değil, o zaman; hiçbir şey ayakta, durmaz.

İnanç; yaşamak sanatıdır.

Hayatı baştan aşağı bir yalandan, sahtekârlıktan kurul­muş insanlar çoktur. Kendimizi anlamağa çalışalım. Hiç olmazsa suçumuzu inkâr etmiyelim. Günahın günah, çirkin­liğin çirkinlik olduğunu gizlemiyelim. Bunu söyliyebilmek, yola girmektir.

Allah’a karşı saygısızlık, bir cesaret değildir.

Bekliyorsun, bekliyorsun; bekliyorsun! Neyi? Hiçbir va­kit dışarıdan gelmiyen ve ne yazık; sende uyuyan mutlu­luğu bekliyorsun!

Sev, kahırlara ve gözyaşlarına rağmen tertemiz kal, acı­nı ölümlere kadar gizli tutmağa çalış. Yüzde yüz mutlu ola­caksın. Allah sana sevmek imkânım vermişse, daha hangi büyük nimeti bekliyorsun? Her gün bir dakika olsun yalnız kal, sevgini düşün, ne kadar imkânsızlıklarla dolu olursa ol­sun, bu nimetin bulunmaz bahası semi her türlü sevince ka­vuşturacaktır.

Ruhunun olgunluğuna bir şey eklemiyen kaygıları bir yöne at! Maddî yaşayışın lüksü seni bulandırmasın. Âlemin boş gürültülerine kulaklarını tıka. O zaman yaşamanın ger­çek sırlarım düşünecek vakti bulacaksın.

Gölgede silik kalmak istemiyen, en değerli hâzinesini dağıtmadan ortaya çıkamaz.

Gene de mutluluk dediğin şey; kaygılardan, yaslardan, sıkıntılardan, iğrenmelerden, vicdan azaplarından ve yalan­cı vaidlerden kurulmuş değil midir?

Felâket aynasında kendini bir kere olsun ivice görmiyen, kendisinin ne olduğunu bilemez. Uyanık ruhların çoğu yalınayak acının kızgın külleri üzerinde yürümüşlerdir. Ter­temiz bir varlık içinde görünenlerin; ne yazık ki; bir çoğu bu dünyadan uyurken yürüyüp geçenler gibi gelip geçmişlerdir. Ve Rabbın önüne dünyada yalnız uyudukları İçin elleri bom­boş çıkacaklardır. Bilinen şey: Dünya; âhirete götürülecek mahsullerin ekim, biçim yeridir. Ve âhirette olgunlukta yük­selmek yoktur, Bunun için hiçbir basamakta gecikmemen, erişme yolunda yerini bulup orada sıkı durmalıdır. Çünkü her dakika kendimizi büyük görme ve kaza fırtınaları bizi bu­lunduğumuz duraklardan uçurumlara yuvarlıyabilir.

Sana, gerçeğe gidecek tek bir yol olduğunu söyliyenlere inanma.

Allah’a giden yollar insanların nefesleri savısı kadar çok­tur. Bununla birlikte bu yargı sent gururlandırmasın. Bu azgın vc aydm insanların, bazan okuyup yazamaz kocaka­rıların imanlarını ve davranışlarını benimsemekle işe başla­maları gerekir. Çünkü Allah; en kuvvetlileri yere vurmak için, en güçsüzleri bu yolda kullanır.

Ama sen bu âna değin öleceğine inanmıyorsun. Bir tür­lü öleceğine inanmıyorsun. Sonunu düşünmeden, istediğin, erişebildiğin gibi bir hayat sürüyorsun. Niye mutlu değilsin? işte sana Mukaddes kitapların bahsettiği Cehennem, bu Cehennem’dir.

Gene de senin bundan haberin yoktur.

TOLSTOY'UN HAYATI VE DÜNŞÜNCE HAYATI-BURHAN TOPRAK

1855 yıl nın Mart’ında Tolstoy, günlüğüne şunları yazı­yordu: “Uğruna bütün ömrümü vereceğim, büyük bir düşün­ceye saplandım. Bu düşünce; yeni bir dinin, îsâ’nın kurduğu dinin boş inançlardan ve esrardan temizlenmiş seklidir.”

Yazıma Tolstoy’un büyük tasarısını özetliven bir pasaj­la başlıyorum. Çünkü size onun hayatından; düşüncelerinden ve bu düşüncelerle, yaşamasının gelişmesinden sözaçmak is­tiyorum. Elbette size onun edebî değerini anlatacak değilim. Çünkü; artık eserleri üstüne yapılan tartışmalar, sona er­miş ve verilen hükümler kesin olarak edebiyat tarihi elkitaplanna geçmiştir. Aslında bu konu, yetkimin dışında olduğu kadar ve belki de daha çok ihtiras mm ve severimin dışında­dır. Beni saran konu; onun yaşayışı ve bu ömrün sanatı üze­rine etkisidir. Böyle olmayınca; yalnız şekilden dokunan sa­nat, ya da yalnız akıl cambazlığına çok yarayan felsefe, tö­renden ve tüzükten kurulan, din, gerçek yönünde koşanlan ne ölçüde ilgilendirir?

Nitekim Tolstoy, eserinden çok; sıtmalı yaşayışiyle, gö­nül gençliğiyle, ölümü yenmek ihtirasiyle, insanlar arasın­da yaratmak istediği kardeş sevgisi rüyalariyle, modern me­deniyetin sistemli yalanlarına karşı korkunç hücumlariyle ve nihayet sonsuzluk önündeki başdönmesiyle XIX. yüzyıl n or­talarına doğru, bütün Avrupa aydınlarına önder olmuştur. Çünkü Tolstoy’un hayatiyle sanatı, tam bir bütündür. Hiç­bir vakit sanat eseri, hayata bu ölçüde karışmış değildir. Onun hayatını eserleriyle yimıibeş yaşından başlıyarak, adım adım izlemek elimizdedir. Bütün ömrünce tuttuğu jurnalleri (günlük) ve bu çağlan aksettiren kitapları, psikolojik ge­lişmesinin çıkış noktalarını açıkça belirtir.

Tolstoy’un yalnızlık içinde geçirdiği gençliğinde; beyni, durma bilmiyen bir sıtma içindeydi. Pek üstünkörü okul ha­yatından sonra büsbütün yalnızlığa çekildi. Bütün bir yıl içâlemi üe başbaşa kaldı. Bu sırada türlü felsefe ekollerini, benimsemeğe başladı. Bir ân geliyor Epiktetos’a sarılıyor, vücudünü perhizlere alıştırmak istiyor, ya da Epikuros’cu olup varlığını fuhuşa ve zinâya bırakıyordu. Bir aralık ruh­ların göçüşüne (birbirinin yerini aldığına) inandı ve sonun­da korkunç bir nihilizm’e düştü. Sonuç: Her türlü inanış ru­hundan silinip gitti. Daha 16 yaşında dua etmeği bıraktığı gibi, kiliseye gitmekten de vazgeçti.

Bununla birlikte geleneğin inancı henüz sönmüş değil­di. Tolstoy "Günlük” ünde bu gelişmeyi şöylece anlatır: “Bü­tün şüphelere karşılık bir şeylere inanıyordum. Neye? Bu­nu söyliyemem. Gene de Allah'a inanıyordum, daha doğru­su onu inkâr etmiyordum. Ama hangi Allah’a? Onu bilmi­yordum. Ama İsa’yı ve emirlerini de inkâr etmivordum. Fa­kat bu imanın ne olduğunu da size söyliyemezdim.” Şaşkın­lığım belirten bu sözler doğruydu. Çünkü, vakit vakit de­licesine iyilik etmek hülyalariyle coşuyordu. Arabasını sat­mak, parasım yoksullara dağıtmak ya da malının onda bi­rini fakirlere vermek, hizmetçi kullanmamak gibi tasarı­ları aklından geçiyordu. Çünkü hizmetçilerin de kendisi gibi insan olduğunu düşünüyordu. Bir hastalık sırasında kendine “Yaşama prensipleri” tutturuyor ve manevî olgunlaş­ması için bir program çiziyordu: “Her şeyi incelemek, hu­kuk, tıp, yabancı diller, ekim, tarih, coğrafya, matematik. Bunlardan başka musikide ve resimde en yüksek tepelere ulaşmak. Çünkü insanın gerçek amacı bitmez tükenmez bir olgunlaşmadır.” diyordu.

Ama bu iman bir süre geçince kolayca yönünü değişti­riyordu. İradesini, ruhunu, gövdesini kuvvetlendirmek isti­yordu. Ama bu, salt bir ideal değildi. Bu; her şeyden önce dünyasını yenmek ve sevgisini ona hâkim kılmak içindi. Ya­ranmak ve beğenilmek istiyordu, Bu ise, o kadar kolay de­ğildi. Her şeyden önce çirkindi. Bu felâket karsısında sos­yetenin hoşlandığı bir adam olmak istiyor, dolayısile kumar oynuyor, borçlanıyor, havâiliğe düşüyordu. Bununla birlikte ihtiraslarına büsbütün kendini bırakmıyordu. Vicdan hesap­laşması afsız ve merhametsizdir. Nitekim “Günlük” üne:

“Tamamile hayvanca bir ömür sürüyorum!” cümlesiini yazacak kadar ileri gidiyor ve bu yuvarlanışın sebepleri­ni dikkatle sıralıyordu: “1 — Kararsızlık, iradesizlik. 2 — Kendini aldatmak. 3 — Acelecilik. 4 — Sahte utanma. 5 — Aksilik. 6 — Perişanlık. 7 —< Başkalarını taklid. S — Daya­nıksızlık. 9 — Düşüncesizlik.’'

Tolstoy; bu yıllarda Rousseau’yu tanır. Bu, bir buluş­tur. Hele Rousseau’nun “itiraflar” ı, onun için bir mucize­dir. 1846-47 de hep onun etkisi altında yazar ve 1847 den başlıyarak çiftliğine, Yasnaia Poliana'ya yerleşir. Ama bu yerleşmenin daha üçüncü yılında topraktan da, halktan da bıkar. Borçluları da sıkıştırdıklarından, çiftliğini bırakır ve Kafkas ordusuna subay olarak katılır.

Ama yer değiştirmekle ruhunun bulanıklığını gidermiş değildir, içinin en gizli köşelerinde etinin ihtiraslarile Allah arasında savaş sürüp gitmektedir. Tolstoy, defterine kendi­sini yiyip bitiren düşmanları şöylece sıralar: 1 — Kumar düşkünlüğü. 2 — Zevklere teslim olmak, çok zor bir savaş. 3 — Hava ve heves; bunların arasında en korkuncu.

Tolstoy’un sezişi yanlış değildir. Çünkü kahramanımız kimi vakit: “Mutluluk başkaları için yaşamak, onlara ken­dini kurban etmektir.” diye; bazan da: “insanın kendisini feda etmesi budalalıktır.” diye düşünmektedir. Ama bu uzun sürmedi. Kafkasya ve savaş, pek az zaman sonra var­lığının dinî uçurumlarım ona açıkladı. 1859 da genç halası Aleksandra’ya yazdığı mektup, ilk giindenberi gelişme ba­samaklarını açıkça göstermektedir: “Çocukken ihtirasla ve duyguyla hiç düşünmeden inanıyordum. Ondört yaşma doğ­ru hayatı düşünmeğe başladım ve din, görüşlerimle uyuşmadığıridan onu yıkmak bana güzel bir iş gibi göründü. Benim için her şey açık, lojik parçalara bölünmüştü, bölmelerin arasmda din yoktu.” Sonra yaşamanın bana gösterebileceği hiçbir sırrı kalmadığı ân geldi. Fakat yaşama bu noktada her türlü mânasını kaybetti. O günlerde Kafkasya’daydım; yalnız ve kederliydim, insanın hayatta ancak bir kere ya­pabileceği gibi ruhumun bütün kuvvetlerini, imkânlarını ona yönelttim. O günler -Sivastopol savaşı zamanıbir kendini verme ve mutluluk günleriydi. Ondan sonra hiçbir vakit, ne önceden, ne de sonra bu kadar yüksek bir düşünce tepe­sine yükselemedim ve işte, o ânda, ne bulduysam benim imâmm olarak kaldı. Sürekli olan bu iki ruh atılışı sırasında sade; eski, ama şimdi hiçbir kimsenin bilmediği kadar iyi bildiğim; bir gerçeği ortaya çıkardım: ölmezliği, sevgiyi ve dünya durdukça mutlu olmak için başkaları uğrunda yaşa­mayı keşfettim. Bu buluş Hristiyan dinine benzemesi yüzün­den, beni hayretler içinde bıraktı. Ve daha ilerisine gidecek yerde, her şeyi İncil in içinde aramağa koyuldum. Ama In­cil’de az şey buldum. Yani, Mukaddes Kitap’ta ne Allah’ı, ne Kurtarıcı’yı, ne de Kutsal’lan; kısacası hiçbir şeyi bulama­dım... Ama ruhumun bütün, olabildiği kadar bütün, kuvvetlerile arıyor, ağlıyor ve şaşkınlıklar içinde gerçeği istiyor­dum... Böylece kendimi dinimle başbaşa yalnız kalmış bul­dum. Beni iyice anlayın; sanıyorum ki, insan dinsiz olunca; ne iyi ve ne de mutlu olabilir. İmâna; dünyada her şeyden çok sahip olmak istiyorum. Duyuyorum ki, onsuz ruhum kuruyor, kısırlaşıyor. Ama ne yazık! İnanm yorum. Bende; dini yaratan hayattır, yoksa hayatı yaratan din değildir... Bu ânda; gönlümde öyle bir çoraklık duyuyorum ki; her ne olursa olsun, bir dine teslim olmam gerekiyor. Allah yardımcımdır ve bu olacaktır... Benim için; tabiat, beni dine gö­türen öncüdür. Her ruhun başka ve bilinmez bir yolu vardır. Onu; ancak ruhun darinliklerinde bulmak mümkündür.”

Artık görülüyor ki, sanatçı Tolstoy için amaç; sanat değil, din; yani, gönül huzurudur. 1855 Mart’ının beşinde defterine şunları yazar: “Uğruna bütün hayatımbağlıyaca­ğım büyük bir düşünceye saplandım. Bu düşünce; yeni bir dinin, İsâ’nın kurduğu dinin masallardan, yargılardan, sır­lardan temizlenmiş şeklidir. ’

Ama bu ümit onun yaşlılığının ihtirası olacaktı. Çünkü hayatında henüz aşacağı birçok duraklar vardır.

Tolstoy, Sivastopol sarılmasından kurtulduktan sonra, 1855 ortalarında Leningrad’a gitti. Edebiyat dünyasına gir­diği vakit ünlü şairlerden, romancılardan, entelektüellerden kurulmuş bu çevrede ilk duyduğu şey, iğrenmeydi. Turgenyef içinde olmak üzere, bu ünlü adamları bayağı, riyakâr ve egoist bularak, onlardan iğrenerek uzaklaştı, kendi dünya-

sına girmek, için ordudan da ayrıldı. Ruhunun olgunluğu ar­kasından koşmak isteği, tek amacı olduğundan, insanlıkta “Yükselme” düşüncesinin bir anlamı olabilece&ine inanıyor­du. Ama 1857 de Paris’te gördüğü bir idam, bu ilerleme dü­şüncesini de baştan aşağı sarstı. Yeniden Rusya’ya döndü ve köylülerle düşüp kalkmağa başladı. Halktan büyük bir ümidi yoktu. Dolayısile halka değil, insanların vicdanlarına seslenmek istiyordu. Bu hülyayla ne öğreteceğini bilmeden, okul açtı, sonra genel pedagoji metodlarını incelemek üze­re Avrupa’ya 1861 de, ikinci bir gezi yaptı. Birçok pedago­ji sistemlerini inceledi ve dolayısile kişisel tasarılarına göre olmadıkları için, hiç birini beğenmedi. Resmî okul yerine, ser­best okul metodunu yerleştirmek istedi. Ama ne yazık! Bu girişmeler ne onu doyuruyor, ne de onu oyalıyabiliyorlardı.

Tam bu sıralarda ölüm korkusu; Tolstoy’un başına be­lâ olmak üzereydi. Derken; sevginin mucizesi olan “Aile Saa­deti” adındaki; şaheser çıktı. Sophie Andreievna Bers le se­vişmeğe başlamıştı. Bu ilgi üç yıl sürdü ve Tolstoy 1862 de kendisinden 15 yaş küçük olan bu kızla evlendi.

Bu evlenme; her şeyde olduğu gibi, onu çok sard'. “Ah, ne kadar mes’udum.” diye bağırıyordu. Doğrusu, Kontesin etkisi; ilk önce sanatı için çok hayırlı oldu. Kontes, bir ya­zar karısı olmak için gereken terbiyeyi almıştı. Onunla bir­likte çalışıyor, karalamalarını temize çekiyordu. Özellikle ara sıra esen; inanma fırtınalarına karşı onu koruyordu. Tolstoy, bu evlenme yoluyla rahatlıkla on bes yıllık mutlu bir ömür sürdü. Çoktan beri unuttuğu huzur XIX. yüzyıiın sonuna hâkim olan, iki büyük eserini verdi: “Savaş ve Ba­rış”, “Anna Karenin” 1864 1877.

II

“Hayatım bana biri yönünden oynan­mış kötü ve acı bir oyundan başka bir şey değildir.”

TOLSTOY

Tolstoy, “Savaş ve Barış” adındaki büyük romanını biyanamıyor ve özellikle türlü kiliseler arasındaki düşmanlık onu çileden çıkarıyordu. 1881 de yazdığı “Doğana” 1ar üze­rine dayaman teolojinin tenkidi" adındaki kitabında, inancını şu cümlelerle özetliyor ve “Ben ki dinlerin insanları birleş­tireceğine inanan bir adamım, dinin dayanabileceği tek des­teği yıkmasına şaşıyorum!” diyordu. Gene o kitapta dinim özünü şu cümle ile anlatıyordu: “Ben, İsa’nın dinine tapıyo­rum. Dünya yüzünde mutluluğun ancak onun emirlerine bo­yun eğildiği vakit gerçekleşeceğine inanıyorum.”

Doğrusu; bütün imanı, îsâ’nın “Dağdaki vâz” ma bağ­lanmaktaydı ve bu imam şu beş emrin içindeydi: 1 — öfkelen­me. 2 — Zinâ etme. 3 — Yemin etme. 4 — Fenalığa karşı koyma. 5 — Kimsenin düşmanı olma.

Bu emirler onun ahlâk felsefesinin olumsuz bölümle­riydi. Doğru yönü ise bir tek emirdir: “Allah’ını ve benzeri­ni kendim gibi sev!” Tolstoy imânını bu söze sığdırmağa ça­lışırken yüzyılın bütün fen ve teknik devrimleri karşısında şu cümleyi ekliyor: “Ben, ne kadar tuhaf görünürse görünsün, XVIII. yüzyılda, bu emirleri yepyeni olarak ele geçirdim.”

öyleyse Tolstoy, Isa'nın Allah olduğuma inanıyor mu ? Hayır! O, Isâ’yı yalnız Buda, Konfüçiyus, Sokrates, Eflâtun, Epiktetos, Pascal, Kant gibi insanlığa mutluluk yolunda önderlik edecek büyük hakimler arasında saymaktadır. Eğer o, Hristiyanlığa daha büyük bir yakınlık göstermişse, bunun iki sebebi vardır: 1. Hristiyan olarak doğması ve Hristiyamlar içinde yaşaması. 2. Türlü kiliseler yoluyla Isa’nın dinine so­kulmuş boş inanışları atarak, bu güzel imânın özünü mey­dana çıkarmağa çalışmakta büyük bir haz duymuş olması.

Çünkü bu büyük din yaratıcılariyle, yan Tannlara bağ­landığı amdan başlıyarak o; yalnız akla en büyük yeri ver­mektedir. Nitekim “Yaşama üzerine” adlı 1887 de yazdığı kitabın başına Pascal’ın ünlü cümlesini almıştı: “insan, bir kamıştır, tabiatte en çelimsiz bir şeydir. Ama düşünen bir kamıştır.”

Kitabının içinde ekliyordu: “Şu halde bütün şerefimiz düşümme kabiliyetindedir. Dolayısiyle iyi düşünmeğe çalışa­lım. işte ahlâkın prensibi budur... Gerçek yaşama; ancak aklın ve düşüncenin göründüğü vakit başlar. Akla dayana­rak süren hayatın özü ise sevgidir.”

“Yaşama üzerine1’ adlı kitabında bu konuda su satırla­rı okuyoruz: “Sevgi; insanın tek akıllıca davranışıdır. Sev­gi; insan ruhunun en akıllıca ve en şerefli oluşudur. Sevgi; yaşamanın bütün zıdlıklar.nı çözer, yalnız ölüm korkusu­nu savan değil; ama, insanı başkaları için kendisini yok etmıye coşturan en gerçek mutluluk, cn büyük nimettir. Çün­kü sevdikleri için kendini yok eden sevgiden başka, sevgi yoktur. Sevgi; bu ad’a, ancak kendini yok ettiği vakit lâyık olur. Böylece gerçek sevgi; ancak insan; kişisel mutluluk el­de etmenin mümkün olmadığım anladığı vakit olur. îşte o zaman, varlığın bütün kanı; gerçek sevgi fidanım sulamağa başlar.

Bu satırlar gösteriyor ki, Tolstoy imâna; yorgun olduğu için, teslim olmuş bir insan gibi gitmemiştir. Akılları şaşır­tıcı bir davranışla, akıl ile sevgiyi birleştiren bu adamın, ne kadar kuvvetli bir gerçek sevdalısı olduğunu, kendisini afo­roz eden ve kiliseden kovan Saint Synode’a karşı yazdığı açık mektupta görülebilir: “Benim için ruh, sevgi ve her şe­yin başlangıcı olan Allah’a inanıyorum. Benim kendisinde olduğum gibi, onun da bende olduğuna inanıyorum.”

Bu parlak cümleleri söyliyecek kadar kendine güvenen sanatçı; artık limana vardığını sanıyordu. Ama bu bir bö­bürlenmeydi. Olgunluğa erişmek için geçecek daha birçok istasyonlar vardı. Nitekim ailesiyle Moskova’da geçirdiği bir kış içinde, gördüğü; halktaki yoksunluk, dert onu deli et­meğe yetmişti. Hıçkırarak: “Böyle yaşamak olamaz. Bu, ola­maz. Bu, olmamalıl” diye bağırıyordu. Böylece aylar süren bir ümitsizliğe düştü. Halini gören karısı, ona yazıyordu: “önceleri bana, imânım olmadığı için kendimi asmak istiyo­rum!’1 diyordun. Şimdi imâna kavuştun. O halde niye dert­ler içindesin?”

Karısı otnu anlamıyordu. Anlıyamıyordu ki, onun imânı, softaların ısmarlama imânı değildir. Anlıyamıyordu ki, o, yalnız kendisi mutlu olmakla mutlu olacak bir insan değildir. Çünkü seviyordu. Sonsuz seviyordu. "Ne yapmalıyız?” adındaki kitabı birincisinden çok daha trajik olan krizin hikây.esiydi. Kendisinin dinî krizi, bu büyük halk yığınlarının korkunç sıkıntısı, yoksulluğu yanında neydi? Hiç. Bu gö­rünüşten başını çeviremiyordu. Artık yalnızlıktan çıkıp, her türlü çıkarların çarpıştığı sosyetenin içine girmek ve tek ba­şına döğüşmek gerekiyordu.

III

Biraz önce incelediğimiz Tolstoy’daki bu içten ayaklan­ma çevresinde hiçbir sevgi ve ilgi uyandırmıyordu. Ailesi bu halinden son derece şikâyetçiydi. Tolstoy’un pedagojik uğ­raşmalarını küçük gören Kontes, bu din kaygısı geldikten sonra, büsbütün dayanılmaz olmuştu. O kadar ki, Tolstoy, kendisine yazdığı mektuplarda, "Allah’tan sözactığum vakit kızıyorsun. Biliyorum; ama kızma. O’nsuz yapamıyorum. Çün­kü bütün düşüncelerimin temeli Odur.” diyordu. Karısı ise onu hasta sanıyor ve hastalığın bir ân önce bitmesini bek­liyordu. Ama hastalık geçmiyordu ve geçmiyecekti.

Kontes hayata bağlıydı. Hayat nasıl olması gerekirse, onu öylece benimsiyordu. Kışın köyden Moskova’ya gitmiş­lerdi. Tolstoy, bundan üzülmüş, defterine şunları yazıyordu: “Yerleşiyorlar. Yarabbim! Ne vakit yaşamağa başlıyacaklar ? Bütün bu yerleşmeler; yaşamak için değil, başkaları da böy­le davrandıkları için. Zavallılar!”

Aynı günlerde de Kontes defterine şunları yazıyordu: “Leon yalnız üzgün değil, bitkin bir halde. Uyumuyor, ye­miyor, ara sıra ağlıyor bile. Nerede ise deli olacağım!”

Çaresiz birbirlerinden uzaklaştılar.

Tolstoy; dinî kitapları, asıllarmdan okumak için İbranice öğrenmeğe başladı, öbür yönden ruh üe gövdenin, pa­ralel olarak çalışmalarını, olgunluğa varmanın en doğru yo­lu olduğunu benimseyen usta, bir köylü gibi odun kesmeyi, evin hizmetlerini kendi görmeyi, bir prensip olarak benimse­diği için, Kontes deli oluyor ve mektubunda ona sunlan yaz­maktan kendini alamıyordu: “Bu kadar akıl gücünün odun kesmeğe, evdeki semaveri kaynatmaya ve yahut sökülmüş bir pabucu dikmeğe sarfolunması beni üzüyor.”

“En sonunda, şu eski Rus sözü beni avutuyor: “Ağla­masın da çocuk, ne ile oynarsa oynasın!”

I

Artık aaılaşamıyacaklardı. Ortak hayatları birbirlerine azap ve işkence oluyordu, özellikle Tolstoy, ıstırap içindey­di. Bir dostuna yazdığı mektupta: “Belki inanmıyacaksmız, ama ne kadar yalnız olduğumu ve gerçek benliğimin, çevrem­dekiler yönünden nasıl kUçük görüldüğünü tasarlıyamazsııuz.v

Çocuklariyle olatri anlaşmazlık daha büyüktü. Sofrada baba konuşurken, çocukları can sıkıntılarını ve küçük gör­melerini belli ediyorlardı. Doktoriyle kızı Aleksandra’dan başka kendisini anlıyan kimse yoktu. Dünyanın öbür ucun­dan gelmiş hayranlariyle konuşmaktan, nihayet karısının ken­disini soktuğu lüks hayattan tiksiniyordu. Hakikatte bu bir lüks değildi. Ama bu konfor, onun omuzlarını çökertiyordu. Bitmiyen bir vicdan azabı içindeydi. Gerçek yolunda yürü­mesiyle alay etmeleri ona ağır geliyordu. Sevdiği Rousseau; itiraflarında küstahça, “Ey ebedî varlık, tek bir insan cesa­ret ederek ben ondan daha iyi bir insandım, diyebilir mi? Açıkça ve korkusuz olarak söylüyorum: Beni bir ahlâksız zan­nedecek kimse, boynu koparılacak bir adamdır.” diye bağı­rırken, o; yalnız, “Cehennem azapları duyuyorum. Bütün geç­miş zamanlardaki kahpeliklerimi hatırlıyorum ve bu hâtıra^ lar benden ayrılmıyorlar, hayatımı zehirliyorlar. Çokluk, ölümden sonra hâfızadan yoksun olmak, insanları üzer. Ah! Böyle olması ne güzel. Öbür hayatta, yeryüzünde yaptığım kötülükleri hatırlıyacak olsaydım; bu; benim için ne büyük bir acı olacaktı.” diye imlemektedir.

Ama; bu yaşayış, dayanılacak sının geçmişti. Tolstoy artık nefes alamıyordu. Vasiyetini yazdı ve 1910 yılı Ekim’inin sonunda, bir daha dönmemek üzere, kızı Aleksandra ile özel doktoruyla evini bırakıp gitti. O günün akşamı, Rus­ya’nın en ünlü kâbelerinden Optima manastırına vardı. Ge­ceyi orada geçirdi, ölüm cezasının kaldırılması için uzun bir yazı yazdı. Ertesi gün kızkardeşinin râhibesi olduğu, Şamordino manastırına gitti. Orada kızkardesinden, kiliseye gitmemek şartiyle, manastırın en adî ilşelirini yapmak ödeviy­le manastıra sığınmayı istedi. Sonra, her halde müsbet bir cevap almamış olmalı ki, köyde kendisine bir ev aradı. Bu sırada, kızı izinin bulunduğunu haber verince, hemen yola çıkmaya mecbur oldu.

Projeleri, hiç şüphesiz Rusya’dan uzaklaşmaktı. Balkan­lara inmekti. Ama yolda, Stepte küçük bir istasyonda Tols­toy hastalanarak trenden inmeğe mecbur oldu. Yedi gün sü­ren bu can çekişme sırasında, gardan çekilen telgrafları, Mos­kova müli kütüphanesi bastırdı. Şimdi size, bu facianın her safhasını gösteren esaslı telgrafları aktaracağımı. Tolstoy’­un evden, kaçması, yalnız ailesini değil, edebiyat ve sanat çevresi kadar, asker ve sivil kuvvetleri de kavsrıya düşür­müştü. Onlar da; bambaşka sebeplerle Yasnaia Poliana tra­jedisini yakından gözlüyorlardı. Tolstoy'un iyileşmesi için ki­liselerde yapılan dualar -yazar önceden aforoz edilmiş oldu­ğundandaha ilk günlerde birçok tartışmalara sebep olmuş­tu. ölünce, durum daha zorlaşabilirdi. İmparator, Tolstoy’­un yeniden kiliseye dönmesi için, gereken her tedbiri alsın­lar, diye, din ulularına baskı yapıyordu. Kiliseden kovul­muş bir insan için ölümünden sonra dinsel tören yapılama­dı. öbür yadan lâik bir cenaze töreni birçok politik olayla­ra sebep olabilirdi. Astopovo istasyonunun bağlı olduğu pat­riklikle, ilin çözeceği bn-çok meseleler vardı. Petersburgdaki sorumlu büyük kişiler, sinirli idiler. İçişleri Bakam, yar­dımcısını hemen oraya gönderdi. Petersburg Metrepolidi, Tols­toy’a kilise üe barışmasını rica eden bir telgraf yolladı. O bölgenin valisi, durumu yakından gözetlemek için, Astopovo’ya geldi. İstasyonda rastgele her yerde, vagonlarda, bekle­me yerinde yatmakta olan büyük bir kalabalık oldu. Bun­ların arasında, birçok sivil ve resmî polis vardı. Kontesle ço­cukları, ıstırap içinde; ya vagonda, ya büfede vakitlerini ge­çiriyorlardı. Kısacası; Tolstoy, kızı üe doktoru arasında can Çekişirken ve karısı, yanma girmek için bir imkân bekler­ken, küçük istasyon olağanüstü bir kaynaşmaya sahne ol­maktaydı. Bu acı sahneyi, size iyice anlatabilmek için, o günlerde Astopovo’dan çekilen 1081 telgraftan, en tipik olan­larını aktarıyorum:

Yeletz Jandarma Kumandanlığına 31 Ekim, Astopovo 7,43

12 numaralı trende bulunan yazar Tolstoy, hastalandığın­dan, buraya indi. İstasyonun müdürü kendisini evine misafir etti.

Gedikli subay Filipof

Tolstoy’dan bir dostuna telgraf

1 Kasım, 10,30

Hastalandım. Yolcular, hasta olarak trenden indiğimi gördüler. Gazetelere düşmekten korkuyorum. Şimdi daha iyiceyim. Yola çıkacağız. Tedbir alınız. Haber veriniz.

Tolstoy

Rousskoie Slovo gazetesinden istasyon müdürüne telgraf

Lütfen Tolstoy’un evinizde kalması meselesini ilgilendi­ren özellikleri ve sonraki tasarılarını, gazetemize telgrafla bildiriniz. Hemen ücretinizi yollıyacağız.

Vilâyetin gizli polis kurumunun merkeze telgrafı

Tolstoy, Astopovo’ya indi. Ateşi 40’tır. Doktoru ve kızı yanındadır.

istasyon müdürünün Rousskoie Slovo gazetesine cevabı: Tolstoy kendi için hiçbir şey yazılırı amasını rica ediyor.

Tolstoy, kızı Aleksandra ile özel doktorundan başka kim­seyi görmek istememektedir. Kızı, aileden olanlara ısrarla, hastanın rahatını bozmamaları için; kendisini görmeğe davrammamalannı telgrafla rica eder. Basına da avnı şekilde bir bildiri gönderir, istasyon müdürü de öyle davranır ve gaze­tecilerin sokulmasını önlemeğe çalışır. Ama ikisinin de ça­baları boşa gider. Bir iki gün içinde gar dolar ve bu sıra­da demiryolları genel müdürlüğünden, adını açıklamıyan bir kimse için, hazırlanmış olan ve o gece 11,44 de Astopovo ya varacak özel bir tren hakkında, istasyon müdürlüğüne bilgi verilir. Bu katar, Kontes Tolstoy’u oraya getirecek olan tren­dir. Tolstoy’un kaçmasından sonra Kontes, ümitsizlikten çıl­dıracak hale gelmiş ve kendisini öldürmek için Yasnaia Poliana’daki göle atmıştır. Yakın dostlardan biri: Tolstoy’un korktuğu buluşma tasarısını doktora telgrafla haber verir. Bu yüzden büyük adamın bu gelişi bilmemesi için, her şey yapılacaktır. Buna karşılık basın, Kontesin yola çıktığını ha­ber almakla, son derece sevinmiştir. “Rousskoie Slovo” gaze­tesi yazarına: “Bize en doğru haberleri verecek Kontesdir” diye telgraf çeker.

2 Kasım ı 3’e bağlıyan gecede ve 3 sabahında gönderilen telgraflar hastalığın ağırlığını haber vermektedirler. Dok­torlar iki ciğerde de plörezi görmektedirler. Ateşi düşük ol­makla beraber; sinsi, sinsi yükselmektedir. Küçük Astopovo gan, Tolstoy’un dostlariyle, hayranlariyle ve gazetecilerle dolmağa başlar. Kontes, kendisini getiren özel trende kal­maktadır. Gazeteciler, Ulaştırma Vekâletine, ikinci sınıf bir vagonda barınmalarına müsaade edilmesi için başvurmuşlar­dır. Vekil, barınmalarına müsaade etmiştir. Çünkü Tolstoy’­un, kilise ile barışmadan ölmesi karşısında; çıkabilecek olay­ları önlemek üzere, demiryollar idaresi, trenleri, Astopovo’dan uzaklaştırmak istemektedir.olursa olsun; onu büyük bir heyecana düşürmekten kaçınmak lâzımdır. Oysa ki, karısı, geleliden beri, kocasiyle bir daki­ka olsun görüşmek için durmadan diretmektedir. Dunun an­cak; Shakespeare'in muhayyelesiyle yaratacağı bir görünüş almıştır. Bu ândan başlıyarak facianın gelişimini aydınlatan telgrafları, aktarıyorum.

Outro Rossiy muhbirinden gazetesine:

Dün 11,40 da Kontesle çocukları geldiler. Doktorla Aleksandra kendile<rini karşıladı. Vagonda uzun bir görüşme. Son­ra gelenler vagonda kaldılar, geceyi geçirdüer. Bugün Kon­tes ve çocukları Tolstoy’u görmek istediler. Doktorla Aleksandra bu işi önlediler. Doktorlara göre, hastanın gelenler­den haberi olmadığı gibi, kendisinin nerede bulunduğunu da kimsenin bilmediğine inanıyor. Bugün doktorla Kontes ara­sında gürda büyük bir tartışma oldu. Kontes, doktorun has­ta üzerindeki fena etkisinden söz açarken çok sinirliydi. De­miryolu işçileri, Tolstoy’un iyileşmesi için dinî tören yapıl­masını istediler. Papaz, aforozlu olduğundan yanaşmadı. Pa­zartesi günü, jandarma kumandam geldi. Geniş koğuşturmalar yaptı. İstasyon memurları hastaya çok büyük ilgi gös­teriyorlar. Şef, evini ona bıraktı, evden çıktı, istasyonda yal­nız onun ruhu yaşıyor.

Petersburg gazetesinden, istasyon müdürüne; cevabı ödenmiş telgrafı :

3 Kasım, 1.55

Tolstoy’un ölüp ölmediğini bildiriniz.

Bu telgraf cevapsız kalmıştı. Ama telgraf istasyonu durmadan işliyordu. Kafkasya’daki sevenleri ona şu telgrafı çekiyorlardı:

Maikope 3 Kasım, 4.18

Bize gel, evimizi sana veriyoruz. Çalışma ve sevgi.

Akşamüstü Ramneie Outro muhabiri, gazetesine şu teb­liği yollar :

3 Kasım, Saatf 18. Son bildiri.

Ciğerin alt yönünde yangı. Yayılmış bronşit. Akşam sı­caklık derecesi 39,1. Gece ter. Sabah 37,6. öğleden sonra 37,3. Kalb son derece yorgun. Karaciğer büyümüş, ıstırap veriyor. İştahı yok. özel doktoru başucunda. Hasta herşeyle ilgili.

48 Yıl kendisiyle birlikte yaşamış olan Kontes, gene onu görmek ister ve sanır ki kendisinin yüzünü görse, her şey yolma girecektir, öbür yönden, daha realist olan gazeteci­ler ve sinemacılar, olayı daha iyi canlandırmak için, haber­cilerine son derece açık telgraflar yollarlar. O vaktin en bü­yük film ve sinema şirketi olan Pathee kardeşler, haberci­lerine şu emri verirler :

Gan ve garın adı okunacak şekilde fotoğraflarını alınız. Ailede: ı olan kimselerin, tanınmış kişilerin fotoğraflarını ka­çırmayınız.

Kiliseye gelince; o da gazetelerden ve sinemacılardan daha az realist değildir. İşte Petersburg metrepolidinin Tols­toy'a telgrafı :

Petersburg 4 Kasım, Saat 11.46

Kilise ile ilgilinizi kestiğiniz andan başlıyarak her vakit sizin kiliseye dönmeniz için yalvardım. Belki pek yakında Allah sizi huzuruna çağıracaktır. Bulunduğunuz hasta hal­de ki1 ise ile ve Rus halkı ile barışmanızı yalvararak istiyo­rum. Allah sizi kutlasın ve yardımcınız olsun.

İmza

Baş Metrepolid Antony.

Bu telgraf Tolstoy’a verilmemiş olduğu için herhangi bir tepki de görülmemiştir.

Rousskiya Viedomosty gazete habercisinin telgrafı :

6  Kasım, Saat 16.45

Saat 14’e doğru yirmi dakika süren şiddetli bir yürek krizi geçirdi. Çok şükür atlatabildi. Saat 16’da yürek daha iyi idi. Bazı Patriklerle, Râhipler, bir sürü sosyete hanımla­rı buraya geldiler ve gene kilise üe barışması için yalvarma­da bulundular. Buhrandan sonra, Tolstoy, kendine gelince; başmdakilere baktı ve; "Milyonlarca insan ıstırap çekerken, tek bir kişi için üzülmek ne boş yorgunluk!..” dedi.

Petersbourgskaya gazetesi habercisinin telgrrafı :

6                                      Kasım, Saat 1.55

Sabahın saat birbuçuğunda yeniden yürek bozuldu. Çok halsiz. Bütün aile ayakta, kapısının önünde.

t [1]

Gene o gazeteye yazıcının telgrafı: Saat 2.20.

Son yaklaştı. Aile avluda, yağmur altında toplanmış, bekliyor. Garda herkes ayakta. Durmadan telgraf çekeceğim.

Outro Rossiy yazarının telgrafı : 5.44

İkinci yürek krizinden sonra, bütün aile basucuna top landı. Durmadan inliyordu. Kendisini bilmiyor. Yürek yavaş ladı. Nabız her ân daha çok düşüyor. Çak miktarda morfin verildi. Aile gene de ümitli.

Petersburg ajansı yazarının telgrafı : 5.50

Kontesi sonunda odasına aldılar, tanımadı. Bütün aile yanındaki odada bekliyor.

Rousskya Viedomosty yazarının telgrafı : 5.53

Öldü.

Yüzbaşı Savitzky’den General Lvofa. 5.55 Astopovo.

Tolstoy öldü.

Yüzbaşı Savitzky’e. Saat 6

Astovopo volovo hattını kuvvetlendiriniz.

General Lıvof

Rousskya Viedomosty gazetesi yazarının telgrafı :

Altıyı beş geçe Rusya; en büyük evlâdını, dünya en bü­yük hemşerisini kaybetti. Yüreğe inme oldu. Caaı çekişme üç dakika sürdü. Jandarma kumandanı durmadan telgraf çeki­yor. îstasyon müdürü hıçkırarak ağlıyor. îlk ölüm telgrafı telgrafhaneye götürülünce, adamın elleri titredi, boğuk bir sesle: "Olamaz!” diyerek yere yıkıldı.

Size aktardığım telgrafların bu sonuncusu ile Astovopo trajedisi; içimizde büyük bir acı bırakmakla birlikte birçok da şüpheler uyandırarak sona eriyor, ölümünden birkaç saat önce: “Dünyada milyonlarca insan acı içindeyken, siz

sadece Lyon’la uğraşıyorsunuz!" diyen, bütün insanlığa sev­gi ve fedakârlık kaynağı bir din kurmaya kalkan Tolstoy, acaba kendi ailesi içinde bu sevgiyi yaratamıyacak kadar mı benciydi? öyleyse 82. yaşında, sabah karanlığında, bohçası­nı alarak evinden neye kaçtı ? Ve geçici yaşayışa göz yu­marken, 48 yıl birlikte yaşadığı karısını, niye görüp affet­mek istemedi?

Bu soruların karşılığını Tolstoy’a bırakarak, onun sa­vunmasıyla sözlerimi bitireceğim, ölümünden 15 yıl önce, büyük bir acı içinde Tolstoy kendi kendine soruyordu:

"Pekiyi Tolstoy, ileriye sürdüğün prensiplere göre yaşı­yor musun?”

Bu sorunun karşısında ezilmiş, cevap veriyordu:

“Utanmaktan ölüyorum; kusurluyum! Her türlü alçal­maya lâyıkım... Bununla birlikte geçmişteki yaşayışımı bu­günkü ile ölçünüz. O vakit Allah’ın emirlerine eröre yaşama­yı araştırdığımı anlıyacaksınız Yapabileceğimin binde birini yapmadım. Bundan üzülüyorum. İstemediğimden değil... Ama yapamadığım için yapamadım. Beni suçlayınız. Ama güttü­ğüm yolu suçlandırmayınız. Beni evime götüren yolu biliyor­sam ve bir sarhoş gibi sendeliyerek yürüyorsam; bu hal, yo­lun kötü olduğuna işaret midir? İsterseniz bana başka bir yol gösteriniz. Ya da benim size yardım etmeme hazır oldu­ğum gibi, siz de bana yardım ediniz. Ama benim ümitsizli­ğe düşmemden dolayı sevinmeyiniz. “Bakınız! Eve gidiyorum, diyor, oysa ki çamurlara batıyor!” diye coşup bağırmayınız!

Hayır, sevinmeyiniz! "Bana yardım ediniz, beni kuvvetlendi­riniz!” Bana yardım ediniz, diyorum! Bu; sebepsiz değildir. Düşününüz ki; hepimizin birden yanlış yola sapmamız dolayı siyle; yüreğim ıstıraptan parçalanıyor. Oysa ki, bu korkunç bataklıktan çıkmak için sarfettiğim çabalar karşısında siz, her kusurumda, parmaklarınızla beni gösteriyor, bağırıyorsu­nuz: “Bakın, bakın! Bizim battığımız çamura batıyor!” Be­ni ruhu sıska bir adam sayarsanız, o vakit, gerçekte, beni; ne isem o şekilde; yani, her vakit ve ruhlarının bütün kuv­vetiyle Allah'ı aramış ve gene daha iyi bir insan; Allah’ın vefâlı bir kulu olmak isteyen, acınacak; ama içten sizi se­ven bir insan olarak göreceksiniz.”

ELEŞTİRME YÖNÜNDE DÜŞÜNCELER

Paul Valery, Bremond, Vanderftm, Lanson, Pierrefeu, Hal6vy, Pierre Quint, Cocteau, JaIoux, Souday, Thibaudet, Fernandez, Afornet, Cohen, Fumet, Benda (1).

Edebiyat tarihi ile tenkidin ayrılığı: Tenkid öğretilmez.

Bir metnin gerçek mânası ve bir yazarın otoritesi yok­tur. Yazar; ne söylemek istemiş olursa olsun, yazdığım yaz­mıştır. Yayınlandıktan sonra bir metin, herkesin, kendi ka­biliyetine ve keyfine göre kullanacağı bir âlet gibidir. İnşa edenin; başka bir kimseden onu daha iyi kullanacağı kesin ve yüzde yüz doğru değildir.

Tenkid, ancak, akılcı ve inşacı ise, gerçekten var olabi­lir. Bütün sanatların birincisi, sanatların ve edebiyatın fel­sefesidir.

Eleştirmeci (münekkid) elinden geldiği kadar anlayışlı olmalıdır. Anlamak; her şey bundadır. Anlamaktan amaç, hayatın bütün görünüş ve oluşlarımı -ve yalnız üstünkörü bir faaliyet (işlem) olan akılla değilaçıklamaktır.

(1) NOT: Bu çeviri; M<mrice Rouzaud'-nun "Oû va la eritiguet” adlı hitabında, büyük eleştirmecilerin, özetlediği dü­şüne eleridir.                   

Belli bir ölçüye (Canon Kanon) göre, öven ya da ye­ren geçmişin -gramerci, ya da yolgösterici eleştirmecisian­cak bir hâtıra olarak kalmıştır.

Edebiyat tarihi bilgilerinin çokluğu, gerçek eleştirmeci için en zararlı olan şeydir. Çünkü düşünceye meydan bırak­maz. Tenkidin canlanması edebiyat tarihine verilecek sınır­la sıkı sıkıya ilgilidir.

Tenkid, bir eseri anlamaktan ibaret olan bölümünde bu esere, sanki dünyada yalnız o varmış gribi bağlanmaktır.

Bir eseri eleştirmede, yazarın akımlarını, eşyayı izlemek ve incelemek yönündeki davranışlarını, realite ile üişilderini, düşüncelerinin ve duygularının renklerini, âlemin filan görü­nüşünün zorladığı imanları, ilk hareket halinde düşüncenin mekanizmasını, eserin iklimini, izlemlerini zincirlemesini v.s. bütün bunları, her cins bilgiyi, zekânın türlü düzenleriyle ügili bütün olayları, ipotezleri karıştırmadan çözümlemeye im­kân yoktur.

Tenkidin en üst karakteri, koku alma (flair) sezgidir. Buna hüküm, ya da zevk diyenler var. En doğrusu keşif ve kehanet’tir. Bu olmayınca, eleştirmeciden başka her şey ol­mak kabildir. Ama eleştirmeci değil.

Tenkid, bir zekâ çabasıdır. İlk önce kitabın ilham etti­ği düşüncenin üzerine dayandığı mimarî düzenin: onu can­landıran ve çokluk, yazarın bile sezmediği derin mânanın an­laşılmasıdır. Bu birinci meseleden sonra da “Adam” ın ve ya­zarın anlaşılması gelir. Yalnız eleştirmeci bitmiş bir şey, değişmee olmuş ve dolayısiyle ölmüş bir eleman üzerinde çalı­şıp, bir ceset üzerinde otopsi yapmaz. Canlı üzerinde uğraş­tığından eleştirmeci için keşif ve kehanet şarttır.

Fişler içinde boğulmuş enstitü tenkidleri onuncu veya yirminci yüzyılın “Yeni” si karşısında şaşırır. “Yeni ve bilin­meyen” i zorla eskiye, bilinene bağlamak, Bergsonün dediği O olmıyan her şeyle onu açıklamak ister. Çünkü; geleneğin gösterdiği karşılaştırmalarda yeni ve orijinal, her eserde bu­lunan tek şeyle kaynaşmaya bir yol bulunamaz.

Başka .yükseklik ve derinliklerde yaşayan eserleri eş sı­rada incelemekten çekiniyorlar. Oysa ki, insan şöyle yazabil­meli: “Bu şaheser alelâde, ikinci sırada olan su eser hari­kuladedir."

Durmadan karşılaştırarak -karşılaştırılamıyacağınöntinde şaşırmaları tabiîdir. Şöylece övülen esere ne diyebi­lirsiniz? Organları nerede saklı olduğu anlaşılmaz, gözleri­min önünde yaşayan şeffaf (saydam) balıklan hatırlatıyor­lar.

Bir başkası:

“Bu eseri okuduktan sonra ilk defa âlem bana bilinmez bir ışık içinde göründü.”

Bir başkası:

“Bu kitap içinden yeni ve bir kere daha yaratılmış ola­rak çıkılan bir güneş banyosudur.”

Bir başkası:

“Bu kadar tabiîlik insanı yazmaktan ürkütüyor.”

Bir başkası:

“Bu eser, bana yeni, kaybolmuş ve bir kere daha bu­lunmuş zekâya bir anıt gibi görünüyor.”

Bir başkası:

“Bu eseri, neresinden açarsanız açınız; özsu fışkırıyor.”

Bir başkası:

“Bu eseri bir kitap olarak değil, tabii bir hâdise olarak muhakeme etmelidir.”

Gerçek eleştirmeci, seçmede akıl fakültesini kullanır. Ama usa vurduğu (muhakeme ettiği) eseri, sempati üe ye­niden yaratırsa» ancak o zaman kendisi bir eser yapmış olur. Bu durumda, çalışmasıyla sanatın en. yüksek tepesine çıkmış olur. Ve önceden var olan yapıya bir üst kat eklemiş sayılır.

Bir kitap basılıp, satın alındıktan, seslendiği halk yö­nünden okunduktan sonra, var olmıya başlar. Ve halk tara­fından, duyulup, anlaşıldığı ve tartışıldığı ölçüde yaşar. Ama, gerçekte halk şekilsiz bir yığındır. Onun için düşünen, ha­reket eden ve alınması gereken durumu öğreten eleştirmeci­dir. Bunun için bir sanat eseri, kendi kendine yeter değil­dir. Eleştirmeci onu bırakınca kaybolup, unutulması gecik miyecek ölü bir varlıktır. Aksine, eaer; eleştirmeci kendi hayatını ona aktarıp, yüzyıllardan yüzyıllara değişen bir ka­rakter verdiği ölçüde yaşar. Eleştirmeci gerçek bir yaratı­cıdır. Bir kitaba ilgiyle baktığı, ya da aksine başçevirdiği va­kit, ona varlık verir, ya da varlığını siler.

Eleştirmeciyle şair arasında temelli bir avrılık değil, ama, madde ve görüş ayrılığı vardır. Eleştirmeci, şair gibi realiteden (nature), izlemler alır. Ve bu izlemleri psikolojik (muadele eşdeğerlik) lere çevirir. Yalnız bu tabiat şairin eserlerinden kurulmuştur. Eleştirmeci bunu duyar, yeniden ele aiır. Ve başka bir plân hazırlar. Şairle eleştirmeci, ikisi de vicdan yaratıcısı iseler, eleştirmecinin yarattığı vicdan daha entellektüeldir. Daha zekîdir demeyelim, kendi alanların­da, Claudel, ValĞry ve Proust'dan daha zekî olmak kabil de­ğildir. Ama, her biri kendi tabiatı içinde hapsolummuştur. Eleştirmeci’nin tabiatı ise, bütün bu karşılaştırılmalı tabiatlar­dan kurulmuştur.

Önemli eleştirmecilerin çoğu; eserleri kafalarında taşı­dıkları, bilerek veya bilmiyerek, filozofik ya da tarihî bir sistemle, kendilerindeki hayat anlayışıyla karşılaştırırlar. Bi­ri akılcı, öteki Freud'çı, başka biri de her şeyden önce klâ­siktir. Bu yolda ve yalnız bu yolda eleştirmeci, incelediğini yükseltir, erimini aşar ve onu üniversel yapar. Şahsiyet sa­hibi olmadığından, eleştirmeci kendisine has genel bir dü­şünce sistemi yoksa, “seçmesi” ni belirsiz bir sağduyu ku­rallarına dayanarak yapacaktır. Bir gazeteci gibi toplum dü­şüncesinin kararsız yargılarını kollıyacak, peşin hükümlerden kurtulayım derken, en paslı, en dar formüller içine kapa­nacaktır.

Profesyonel eleştirmeci, her şeyden söz açmaya mecbur olduğundan hızlı, çabuk olmaya sevgiyi kurban eder. İnsan sevdiği, olmasa tiksindiği eserlerden söz açabilmelidir. Bu­nun içindir ki, şairlerin tenkidi bir ifade yoludur. Tenkid edilen eser, vesileden başka bir şey değildir. Baudelaire unu­tulmuş bir ressamdan bahsederse, onun için yazdığı satırlar gene Baudelaire’le ilgili özel bir ışıktır.

Edebiyat tenkidini bilime bağlamanın mânası yoktur. Çünkü “tek” in ilmi olamaz. Edebiyat tenkidi ancak -insan yat da eserkişiyi .tanıyabilir. Bunlar ise kişi olarak o âna kadar aslâ görülmemişler, ve bir ikinci kez de görülmiyeceklenlir.

Tenkid, sanat eseri hakkında bir düşünce değilse, nedir? Ve gene düşünce, gizli veya açık bir düşünce sistemine yani bir kuruluşa (inşaya) varmıyorsa, ne olabilir?

Eleştirmecinin en köklü ödevi yeni ve eski istidatları bulup çıkarmak, ya da söz götürmez olarak istidatların de­ğerlerini yoklamaktır. Başka bir deyimle, bir yönden bilinmiyeni keşif ve öbür yönden kabul edilmiş şöhretleri kontrol etmektir.

Herkesin sandığı gibi, tenkidin ödevi, eseri aydınlatmak değildir. Halkın istediği cılız ve şöyle böyle bir aydınlıktır. Tenkid; aksine, her an için aktüaüteyi aşmalıdır. Meselâ, eserleri Halk Edebiyatı, Divan Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı ve Mîllî Edebiyat diye ayırmak pek büyük bir iş değildir (1). İnsanlığı kavrayan, kişisel bir görüş, filozofik ve estetik bir deneme; bu sudan görüşleri alt-üst eder.

Marcel Proust’un yazdığı gibi, sanat sadece hayatın tak­lidini değil, fakat “eşit ini — (muâdil) gerçekleştirmeğe uğ­raşmaktadır. Gene öylece tenkid de sanatın “eşit” i olmaya çalışıyor. Tenkid, eseri yalnız dışından ele almaz, belki iç örgüsünü meydana çıkarmaya, yeşerme ve gelişmesini açık­lamaya, üstelik bir yazar sı orijinalliğinin derin ve tek duyu­sunu vermeğe savaşır.

Bütün tenkid şu bayatlamış ilkenin altındadır: Adam eserin sebebidir. Nasıl ki, kanuna göre katil cinayetin sebe­bidir. Aslında bunlar neticedirler. Ama bu pragmatik formül hâkimi ve eleştirmeciyi yükten kurtarır. Hal tercümesi çözümJ.'meden kolaydır. Bizi en çok ilgilendiren şey yönünde ke­sin bir şey öğretmez... Bundan başka bir adamın komşula­rı için, hattâ kendisi için bile her vakit kötü sayılmış ger­çek hayatı -türlü türlü yollardan ve çok titiz bir çalışmay­la yapılanı başkaeserlerinin açıklanması için hiçbir zaman kullanılamaz.

Dua, duadır; sanat da sanat. Dua ve sessiz istiğrak (di­nî coşkunluk) biter bitmez, sanat başlar. İmdi sanat, ruhun şekil almasıdır. Ruh ise sanatçının kendisiyle ve çok şüpheli haramlarla çiftleşmesinden sonra meydana gelir. A Gide,

(1) Bu cümleyi ben ekledim.

doğru söylemiştir. Bir sanatçı ermiş olamaz. Yalnız (Günah

-    Sanat) vardır. Bossuet, kâfiri şöyle anlatıyor:

“Zındık ve Kâfir, kendisi hakkında bir kanaati olan ve kişisel duyguyla düşüncelerini yürütendir.”

Şiirin, şairden -tıpkı ağaçtan meyvenin düştüğü gibidüşmesinden sonra, becerikli bir adamın, onu besliyenden daha iyi kullanıp, faydalanması kadar, gerçek ve kesin bir şey yoktur. Eğer böyle olmasaydı; Eflâtun, ya da Horatyus ölü oldukça Fhödre’i ve Horatyus’un şiirlerini aslâ anlıyamıyaeağımızı kabul etmek gerekir. Şiir, şairden sonra ya­şar. Değer ise zaman içinde yaratıcısının tasarlıyamadiğı gü­zellikler ve mânalar kazanır. “Aktarma ve yazarın cümlele­rini tekrarlama” nın kaderi budur. Aktarma ve bir yazarın cümlesini tekrarlama; yalnız yazıyı, söylevi süslemek için ise palavradan başka bir şey değildir. Ama yeni olan yazı. (Aktarılan) söze bir mâna ve bir renk verir. Ve o zaman böbürlenme de olımaz.

Açıklamamın erdemi (Fazileti) asla bir ek koyabilmek­tedir4.

Eser; ortaya bir' problem koymak gibidir. Problemi orta­ya atanın yüzde yüz en iyi çözümü sağlıyacağı ileri sürüle­mez. Bundan başka edebiyat, bitmez tükenmez çözüm yolla­rı kabul eden problemler sanatı değil midir? Problem bir “Belli Constante ’ si olan bir mesele ise, yayınlandıktan son­ra, metin değişmese bile birçok “Değiştiren Variante” ları olur: Okuyucular.

Bunların içinde en önemli olan bir (Variante) değiştiri­ci vardır: Yaratıcı-Okuyucu.

 

Kaynak: BURHAN TOPRAK,DİN VE SANAT, Ekin Basımevi, Varlık Yayınlan Ekim, 1962, İstanbul

 

 

 

 



[1]

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar