DİN VE SANAT-BURHAN TOPRAK
ÖNSÖZ
Ömrünü ihtiras ve sevgi ile İslâm düşüncesine
vererek; onun çok ince sırlarım anlıyan, Louis Massignotı ile -dinsiz, kendini
aşmak cesaretinden yoksun adamdırdediği halde, Îslâmdan iğrenmek ataklığını
gösteren, romancı Frunçois Mauriac, sanat ve gerçek bakımımdan birbirine
taban tabana zıd iki kişidir.
Süren hayatı ölüm sayan Goethe’nin yaşayışını,
bize bir örnek diye tanıtan Groethuysen’le Var olması
gereken’in kolay kolay yok edilemayeceğine inandığından, Don Juan’m da tam bir
imân için yaratılmış olduğunu söyUyen Andre Suares’in yazıları arasında ise hiç
bir, ilgi yoktur.
Sanki, inanç savaşı en büyük ermiş için bile,
her gün yeniden başlamazmış gibi, dinin dinsizlikten daha korkunç bir döğüş
olduğundan habersiz, elde edilen her
şey yok olmuştur sanısı ile;
Allah’ı israf etmemek için, kendini israfa kalkan Henry de Montherlant’a
gelince; onun acı cümleleri ötekilerin kaygılan karşısında mânâsız heceler ve
çağrışmalardır.
Bu yazılar ilk görünüşte kutuplar kadar birbirlerinden
uzaktadırlar. Belki gerçekte de öyledir. Ama bu yazarlar; büyük trajedide, pek
genç olduğu için rol akımıyan, fakat açlığı, tifüsü, ölümü yani Büyük Savaşı
(19lif 1918) bilen ve &İrmi yaşına geldiği vakit dedelerimden kalma
değerler tablosunun silindiğini görerek, bu kez de, ruhuna ekmek bulabilmek
içini inancı ile ahlâkını olduğu gibi gerçeği ile idealini de, yalnız başına
yontmağa zorlu kuşağın, bir kimisi olarak kimi vakit isyan, küçük görme ile, kimi vakit yorgunluk, tiksinme ve şaşkınlık içinde,
ışığın ateşinde ya da karanlığın serinliğinde, aldatmıyacağma içimden
inandığım belirsiz ve esrarlı bir ümid ile uzayıp giden sıtmalı arayışımda;
uğradığım duraklardır.
Bu çevirileri o anılardır. Onları bir araya
getiren birleştirici çizgi, ölmezden önce duraksama içinde bin kez öldürüp
dirilten o sıtmalı arayış; insana lcanat veren, ruha bazu yapan, zekânın bütün
çılgmca heveslerini söküp atem, onu her türlü şüphe ve alayın mikrobundan
temizliyen; “gerçeği” kendi gerçeğini, yolunu, daha doğrusu kendini bulmak kaygısıdır. Bu deneme serisinin adı bu
yüzden “Din ve Sanat” oldu.
Okuyucunun bu kaygının ışığı altında yaprakları
karıştırmasını isterdim.
1937 Ağustos
NOT: Çoktan tükenmiş olduğu için ikinci baskısı yapılan
bu kitap, eski havasını korumaktadır. Aslına bakılırsa (II. Dünya Savaşı, bu
duyguları daha çok derinleştirmiştir.) Yalnız dilin gelişmesine göre
düzeltmeler yapılmış ve bir kaç inceleme daha eklenmiştir.
1.
Eleştirme üzerinde en büyük otoritelerin
düşüncelerinin özeti olan bir çeviri. (Bir tartışma yüzünden).
2.
XX. yüzyılın ilk çeyreğinde çok yaygın olan
estetik bir teorinin incelenmesi: Einfühlung.
3.
Tolstoy’un düşünce ve yaşama trajedisini, son
dakikasına kadar anlatan bir etüd.
4.
Ve bütün kaygılarımın, ümitlerimin özünü
verdiğini sandığım; "Ballar Balım Buldum.’’ adlı; Avrupalı yazarların jurnal
(günlük) dedikleri bir yazı. 1962 B. T.
İSLAM SANATLARININ FELSEFESİ -LOUIS
MASSIGNON - (*)
* Asıl adı İslâm milletlerinin sanat
yaratışlarındaki usuller — Les methodes de realisation artistigue des peuples
de I’lslam” olan bu inceleme 1920 yılının. 25 Şubatında College de France’da
ders olarak verilmiş ve sonra 1921 de Syria dergisinde basılmıştır.
KülIü men aleyhâ fân ve yebka vechü Rabbike züleelfili
vel ikrâm
Rahmân Sûresi
İslâm sanatlarının felsefesini incelemeğe
başlamadan önce, topluluklarının havasında, onların sanat yaratışlarını, anlayışlarına
göre açıklamaya çalışmak lâzımdır.
Fakat işe girişmeden, hazır bir soru ile
karşılaşıyoruz. İslâm sanatı yoktur deniliyor ve buna sebep olarak da,
Ktır’an’ın şekillerin temsilini yasak ettiği ekleniyor.
Bu soruya verilecek hazır bir karşılık da vardır:
İslâm ülkelerinde güzel sanatlar zengin bir tarih ile yaşayıp gitmektedir.
Kur’an’ın okunmasıile türlü türlü ırklar arasına, bütün Müslüman memleketlerine
yayılmış özel bir musikî vardır.
Maddî bir şekilde kavranılamadığı için, sırf aklî
bir sanat olan ve dolayısile şekle ait yasaktan kurtulan musikîyi bir tarafa
bırakarak, her şeyden önce, Kur’an’ın seklin temsilini yasak edip etmediğini
araştıralım. Madem ki daha şimdiden İslâm sanatlarına ait müzeler ve bu sanata
dair Migecn’un el-ki tabı gibi kitaplar sayabiliyoruz; o halde İslâm ülkeleri
arasında bu yönden ortak bir görüş olmalıdır.
Kur’an’m kesin olarak şekillerin temsilini yasak
ettiği ileri sürülmektedir. Araştırmalarımla vardığım sonuç ise, Kur’an’da
böyle bir yasak olmadığını gösteriyor. Yalnız birkaç Hadis, Müslüman’lara
şekil sanatlarını yasak etmektedir, Bunları sayıyorum:
Bu Hadis’lerden birincisi, kabirlere, nebi ve veli
resimlerine tapanları lânetlemektedir. Ama bu bizi ilgilendirmez. Çünkü bu
tapma, bir nevi puta tapmaktır. Ve nihayet bunda şekil, Allah’a ayrılması
lâzımgelen tapmayı maddileştirmek için bir deneme yoludur. Oysa ki, camide
kıbla boş bir mekândır.
Islâm geleneğinde yasak edilen ikinci şey,
oldukça gariptir.
“Artistler, figür yapanlar, kıyâmet gününde Allah
tarafından olmıyacak bir cezaya, yaptıklarını yeniden diriltmek cezasına
çarpılacaklardır.” Onlar, cansız figürler yapıyorlar. Âhirette Allah yaptıkları
figürlere hayat vermelerini emredecek, bu ise imkânsızdır. Bunun için
insanoğlu Yaradan’ı taklit etmek gibi çılgıncasına kibirli davranışı yüzünden
cezalandırılacaktır....
Çünkü herkes bilir ki Kur’an’da sözü geçen
çamurdan tek figür, düzme bir Incil’de, Isâ'nın çamurdan kuşlara nefes ettiğini
gösteren sahnededir (İslâm sembolünde yeşil kus, yeniden dirilen insanı temsil
eder.).
Ama bu hüküm sanatçıya sanatçı olduğu için tatbik
edilmiş değildir. Bu ceza, ona, zekâsına güvenmesi, yalnız Allah insanları ve
yaşayan varlıkları yaratmışken, onun, danışıklı bir hile olan sanat yolu ile
elinin mahsullerine süreklilik vermeğe ve ortaya hayat benzeri veya karikatürü
çıkarmıya davranması yüzünden verilmiştir.
Hadis’lerde bulduğumuz üçüncü yasak resimli
yastık ve kumaş kullanmamaya âit olandır. Fakat bu Hadis .ötekilerden daha
şüphelidir. Çünkü, Eshab’ın, hattâ Muhammed’in çadırında, odasında bile
resimli kumaşlar ve yastıklar bulunduğu birçok eski söylentilerle bellidir.
Dördüncü Hadis;
Haçın tahribini emredendir. Fakat Haç, sadece bir tasvir meselesi değildir.
İslâmiyet, Hristiyanlığın Haça karşı olan büyük saygısı dolayısile bu parçalama
emrini vermiştir.
Kısacası Kur'an ile ilgisi olmıyan şu dört
Hadis’e dayanarak, Islâm’da sanat yoktur iddiasını ileri süren -böyle bir şey
olsaydı Dini kuran bu yasağı tesbit edecektigörüş kabul edilecek gibi
değildir.
Bununla
birlikte, doğrusunu söylemek gerekirse, bu tezden yana oldukça kuvvetli bir
akım da vardır. Birçok bilginler kesin olarak her türlü resmi yasak
etmişlerdir. Bı bilginlerin en ünlüsü, XIII. yüzyılda yaşayan, anlattığım dört
Hadis’e dayanarak, evde gölge veren her şekli kesin olaral yasak eden
Nevevî’dir. Elbette burada, çok ham ve basit olaı o eski düşünceyi, yani canlı
bir varlığın alâmetini, hareketi figürler aksettiren bir 6cran olmasında bulan
kanaati görü yorsunuz. Bu hususta, canlı yaratılmışların gölgeleri hakkın daki
efsaneleri ve meselâ Omiros’da Tanrıların uöl efesi o ana dcğmı v.s bilirsiniz.
Nevevî bu yasakta küçük çocuklara mahsus bebekleı
veya bayramlarda yapılan canlı yaratık şeklindeki kurabiye leri bile yasak
edecek kadar ileri gitmiştir.
Bununla birlikte, bu iki yasağın asla yürürlükte
olmad: ğını da söylemeliyim. Mutaassıp Hanbelî’ler bile evde figüı lü kumaş ve
yastık bulundurmak hakkını kabul etmişlerdi
Bu yasağın sebebini özellikle Müslümanlar
arasında pe çok arayanlar olmuş ise de, asıl konuya girmeden önce üz< rinde
biraz da biz duralım. Ibnî Dakikülid, “Bu yasak îsl; miyetin başlangıcında
inanmışları putperestlikten uzaklaştı mak içindi. Fakat artık İslâmiyet yeter
derecede yayılara' insanları, kendi ellerinden çıkan şekillerle, Allah düşünces
ni karıştırmamaya alıştırdığından bu yasağa lüzum kaim; mıştır.” diyor. Bu
yasağa ikinci bir sebep olarak da taşı ' çamuru giydirmenin uygun olmıyacağı
söyleniyordu. Oldu ça bön bir sebep.
Bundan başka, çok dikkate değer bir düşünce vardı
: Meleklerin eve girmelerine engel olmamak için evde tasvir b lundurmamak
lâzımdır, deniyordu. Çünkü, melekler bu ta virlerde Allah’ın eserlerinin
taklidini görerek eve girmekt çekinirlermiş.
Kısacası, birtakım şekillerin resmedilmesin!
yasak ed hüküm yönündeki edebiyattan kalan şey, bu yasağın ink değil, smır
çizme ve amacının sanat değil, puta tapmak duğudur.
Bir Müslüman’ın sanat eseri karşısındaki
durumunda göze çarpan özellik şudur: Meselâ onu bir kiliseve veya 1 müzeye
götürürsek, bakar ilk önce, emniyet edemez, bu e, ri bir sihirbaz hilesi,
Allah’ı taklide yeltenmek için bir ;
sanır. Sonra imanının yardıımı ile bütün bunların
tehlikesiz ve iktidarsız olduklarını anlar. Çünkü, bilmeliyiz ki, bu dünyada
Allah tarafından yaratılan her şey biraz bizim yaptığımız eşya gibidir,
makinadır.
Müslüman, sanatın tuzağına düşmek istemez. Onun
için sanat eserlerinden son derece güzel olan âlem bile, Allah'ın iplerini
çekerek işlettiği bir makinadır.
İslâm edebiyatında bu konu üzerinde söylenmiş
beyitler meşhurdur. Farsça’da Ömer Hayyam’m, Arabca’da Nabülüsî’nin tabiatın bu
anlamını gösteren harikulâde şiirleri vardır. Ve bu Islâm Tasavvufunun
köküdür... Allah, kukla oyununda olduğu gibi ipleri çeker. Bundan dolayı
Müslüman’larda Dram yoktur. Dram Batılılara göre şahısların yüreklerinde ve
hürriyetlerindedir. Müslümanlar için bu hürriyet, İlâhî irade ile sınırlandırılmıştır,
insanlar İlâhî iradenin âletidir. Elbette Müslüman larda da dram vardır. Fakat
bu dram kukla oyununda olduğu gibi, basit ve basit olduğu kadar da derindir.
Islâm sanatlarının nasıl kurulduğunu incelerken
anlaşılacaktır ki, bu sanat yabancı tesirlerle doğmamış ve Islâm metafiziğinin
en esaslı kaziyelerine dayanarak büyümüş, kıvamını bulmuştur. Kur’an, Islâm
metafiziğinin birinci misa lidir. Baştan aşağı metafizik tariflerle doludur.
Zaten metafizik iddialı bir kelimedir. Düşünmeğe başlıyan her insan, metafizikle
uğraşmış olur.
Müslüman sanatı bir kâinat görüşünden çıkmıştır.
Bu, Yunan tesiri altında kalmıyan bütün Ehli sünnet velcemaat filozoflarının
savundukları, Islâm ilahiyatının dogmatique nazariyesidir ki: “Kâinatta sırf
şekil ve kendiliğinden suret yoktur, yalnız Allah dâim ve bâkidir.” cümlesiyle
özetlenebilir.
Yunan görüşünde sürüp giden tabiî şeyler vardır.
Çünkü Allah, onların devam etmelerini, doğup büyümelerini, denge ve
billûrlaşma tiplerine göre meydana gelmelerini güzel bulmuştur. Buna karşılık
Islâm’da her yerde kendini belli eden hâkim Allah fikri bu görüşü
reddetmektedir. Bütün yaratıklar hattâ şu gördüğümüz masa bile Islâm
ilâhiyatçılarına (meselâ Mu’tezile ve Hâricî’lere) göre devamdan yoksundur.
Islâm ilahiyatında beka devamlılık yoktur. Var
olan sadece “ân” lardır. Ve “ân” lann zaruri bir sıralanma düzeni bile yoktur.
îslâm ilâhiyatçıları pek erkenden istidarei zaman teorisine varmışlardır..
Onlar için var olan “ân"’ lann birbirini kovalamasıdır ve bu kovalama da
kesik kesiktir. Allah dilerse geri dönmeleri de mümkündür.
Yunanlıların 8 adedi yerine tasarladıkları
ogdoade anlamı gibi îslâm ilahiyatında şekil ve suret yoktur. Yunanlılara
göre 8 adedi kendiliğinden güzel bir teşekkül olup, 8 defa bir’in tekrarı
değildir. Nitekim onlar her şeyden önce hendeseci idiler ve toparlak, poligon
şekillere hayranlıkla âşıktılar. Buna karşılık Müslüman’lar aded koleksiyonu
(adedleri terkibi) olmadığına inanmışlardır. Onlara göre yalnız bir vardır,
Allah onu bir ân için 5, 6, 7, yahut 8 defa birleştirerek bu adedleri meydana
getirir. Figür yoktur, fakat belli bir zaman için birleşmiş atomlar vardır.
Ve çizgi îslâmlara göre yerini değiştiren bir
noktadır.
Aslında, bu tarif de, tamamile yenidir.
Yaradılmışlann türemesindeki bütün mâlzemeye İlâhî kudretin hâkim olduğunu
savunan bu görüşün; Islâmda matematiğin cebir ve tahlil yönünde ilerlemesine
ne kadar tesirli olduğunu göstermek çok zor değildir. Oysa ki, Yunan görüşü
hendeseci, tam adetleri ve tam adetlerin hassalarını seven bir hesançı görüşü
idi. Bundan dolayı îslâm zekâsının gelişmesi çok berrak ve orijinaldir. Hesap
onların elinde doğrudan doğruya cebire ve hendese de trigonometriye yönelmiştir.
Bu da, zaten tabiatın İlmî görüşle ne yolda
incelenmesi gerektiğini' gösteren en yeni bir anlayıştır.
Nasıl ki Müslüman’lar için ilmî görüşten tabiat
yoksa ve devamır olmıyan keyfî bir kaza ve atom zinciri varsa, öylece sanatta
da suret ve şekil bekasının inkârı bu ayırıcı vasfın prensibidir. Müslüman
memleketlerini gezen yabancıların çoğu, bulanık bir halde derli-toplu bir
tarife sokamadan bunu sezmişlerdir.
Kendi tarifimin tam olduğunu söylemiyorum. Fakat
içinizden bazılarına hatırlama ve düşünce konusu olmasını diliyorum.
Yunanlılar metafizik ile uğraşmıya başladıkları
vakit Allah’ın varlığını isbat için bulunan türlü delillerin arasında estetik
delil adını alan, eşyanın ahengi, yahut cosmos üzerinde çok durmuşlardır.
Oldukça kavrayışlı olan bu kelime daha çok açıklamaya lüzum bırakmaz sanırım.
Müslüman ilahiyatında bu cins delil yoktur. Tek
bir delil vardır. Bâki olan yalnız Allah’tır. Her sev geçip gider, her şey
fânidir. Kendi deyimleriyle yalnız O’nun didân hâkidir. Vâcibülvücudun isbatına
gelince, O’ndan başkasının değişmesi iledir. Kur'an’da Hazreti İbrahim’in
g-ünesin akşam gelince batmasını, ayın tutularak örtülmesini ve yıldızların
güneşle silinmesini anlattığı uzun bir bahis vardır. İbrahim bütün bunları
gördükten sonra karar verir: “Demek ki başka yerde bâki olan bir Tanrı
vardır.” Bunun için Müslüman’lara göre, Allah’ın isbatı “değişme” iledir.
Dolayısiyle sanat onlar için yaradılmışlaruı kendiliklerinden var olmadıklarını
göstermeğe bir vesile olacak ve belki bundan başka bir şey olmıyacaktır. Şu
halde İslâm sanatı bize “değişme” yi bildirecek bir sanattır.
Figürlere bağlanmamak, suretlere tapmamak gibi
yasaklar yüzünden Islâm sanatı berrak, ruhânî ve yalnız accord’un güzelliğine
inanmıyan, susmada durmak üzere, birtakım notalardan geçen cebirci bir
müzisyenin sanatı gibi, sâf ve temiz olarak doğdu. “İbni Abbas” m rivayet
ettiği düşündürücü eski bir Hadis vardır: “Peki ama, art k hayvan resimleri
yapmıyacak mıyım, sanatımı bırakacak mıyım?” diyen bir Iranlı ressama, “Evet,
yapacaksın, ama hayvanların kafalarını kesmelisin, canlı görünmesinler, çalış
ki çiçeklere benzesinler!'’ diye cevap verilir.
Gözlerimizin önünde geçip gittiklerini, yok
olduklarını işaret etmek için geçici şekillerin böylece canszlaştırılması,
bize, varlığı ve hayatın bekasını ancak Allah’ın iradesinden ve soluğundan alan
şekillere, suretlere hayat üflemeyi aklımızdaA geçirmemek gerektiğini
gösterecektir. Bunu Merakeş'de Aguedal bahçesinin harikulâde tasvirinde
.Tercime ve Jean Tharaud kardeşler iyi görmüş ve Müslüman sanatının istenerek
yapılmış irreelle fantezi yönünü pek iyi ifade etmişlerdir.
Gerçekten -biz de öyle düşünmüyor muyuzsanatçı şekillerin
karşısında sarhoşa dönmiyecek, kendi eserlerinin Eygmalion’u olmıyacaktır.
Krokiyi aldıktan ve estetik heyecan geçtikten pek çok sonra, hatırlıyarak
eserini, modelini yapmıya mahkûmdur. Gördüğü forma tapmaması lâzımdır. Çünkü bu
formdan başka bir şey meydana getirmeğe mecburdur.
“Rüyalarına inanmamak, çünkü bu âlemin geçici fom
lan rüyalardan ibârettir ve silinip gideceklerdir.” işte İslâj düşüncesinin
kaynağı. Burada görülüyor ki, o, eski putpere; görüşünü, Yunan görüşünü
reddediyor, ama düşüncenin b1 tün üç boyutlu şekil almalarını (modalisation)
red ve ink; etmiyor.
Şimdi sanattan sanata geçerek, namaz kılanların
b< mihrabına, yöneldikleri bir camiin dekoruna bakarken, Ba halısından o
kadar değişik olan halılarının resmini seyrede ken, bir şarkı musikisini
dinlerken, ya da bir şiirin yaf sını incelerken, tekniği derinleştirmeden
bunların üzerin' İslâmın bıraktığı ve bizi çeken özellikleri yakalamağa ça
şacağız.
İlk önce mimarî. Hemen şunu söyliyelim ki, Islâm
s natları bazı maddelere düşkündür. Hangi memleket olur olsun, (çünkü
Müslümanlar yalnız çölde yaşamış değillerd Musul, Diyarbekir gibi taşlık memleketlerde
de yaşamışdır.) Islâm sanatı ihram ve harmani emsali; bol, dalgalan, elbise
gibi, eriyen bir maden gibi, işlenmesi kolay, değers kesafeti ve kalınlığı az
maddeleri kullanmayı tercih etm tir.
ilk sanat sayabileceğimiz elbise üzerinde
durmuyoru Sanat ideali ve biçim bakımından Müslüman’ların ihramli (vfitement
flottant) (1). Eski Yunan veya uzak Asya hı manîlerinden bambaşkadır.
Biz şimdilik yalnız mimarînin ihramında,
(vetement fi tant) dalgalı, bol ve geniş elbisesinde kalalım. Madde < seriya
alçı, sıva ve stuc’dür. Süslemede ise kabartma ye ne kakmayı kabul etmişlerdir.
Kabartma yaparak ve suret rin kendiliklerinden durabilmelerini sağlamaya
çalışarak biati maymunca taklide yeltenmezler. Bu, onlar için bir f düşünce
için bir zemindir. Sanat ise, bir akis gibi onun ü rinden geçmektedir.
örnek olarak tamamiyle İslâmî bir özellik olan
Endü seramikinin (seramik için çok dikkate değer bir usul ile) sen üzerine
yaldız veya bakır koyma usulünü alıyorum.
Mimarîde konu “geometrik”; fakat açk olan georrı rik
şekillerdir. Burada başlangıçtan beri Ehli sünnet vol maat imamlarının
savundukları (şekiller ve formlar yoktur, biteviye Allah tarafından yeniden
yaratılmaktadırlar) prensibinin bulunduğu sezilmektedir.
Gerçekten Islâm mimarîsinde yeni mimarîde geometrik
şekiller açık olarak görünmektedir. Birbirini kesen çok köşeli şekiller,
değişik çapta daire kavisleri. Arabesk bunun ne olduğunu daha iyi
göstermektedir. Ya da Firaki dölle’ den olan Karânuta (Karmates) da bazı
gezegenlere uyan sihirbaz işaretlerinden ve büyü şekillerinin (Pantacle) den
ibaret olan çok köşeli şekiller aksine olarak pek çoktur.
Arabeskin öz olarak belirttiği düşünce nedir?
Diyorlar ki, Arabesk Birliğin sonsuz bir aranmasıdır. Şimdi Islâmların tabiat
teorisinden çıkan düşüncenin prensiplerini aramağa çalışalım, ilk önce burada
tabiat kelimesi yerinde değildir. Çünkü size söylediğim gibi, îslâmlar için
tabiat yoktur, yalnız alışkanlıklar vardır. Cenabıhak belli bir mikdar atom'u
birleştirerek insan tabiatı dediğimiz şeyi meydana getirmiştir. Bütün
varlıkların tabiatı (mahiyeti) Allah’ın iradesiyle dışarıdan onlara verilmiş
bulunmaktadır.
Islâm ilahiyatının kâinatı tasarlama ve temsil
yönünde ortaya koyduğu baş prensipten yola çıkarsak, mimarîde Arabeskin; Yunan
hendesecilerinin, yuvarlağın ve çok köşeli şeklin güzelliklerine hayran
olmalarına benziyen bir imrenmeye düşmemizi önlemek için; kapalı hendese
şekillerinin sonsuz bir yasağından ve inkârından ibâret olduğunu görürüz.
Kahire’ye gitmiş olanlar “Zafer kapısı” m
hatırlarlar. Bağdad’da, bu konuyu daha çok aydınlatan başka bir kapı vardır,
“Tılsım kapısı” adını taşır. Çok karakteristiktir. Üzerinde bir sürü hafifçe
çizilmiş çok köşeli şekiller ve “pantarle büyü formülleri” vardır, imdi
muhayyile bu kapal; şekillerde kalmamalı, bu formları kırmalı, çabuk yazılan
yazımn yaptığı gibi, çizdikten sonra öteye geçmelidir (1).
Bu arada, üzerinde hem ihtişamlı, hem de irreel
biçimde birbirine sarılmış, buğday başakları ile üzüm salkımları bulunan,
Kudüs’teki Ömer Camiinin harikulâde mozaiklerini de hatırlamadan geçmiyelim.
Bunu yapan Hristiyan, Bizanslı bir sanatçıdır.
Kilisemi,) Elifbe ile (hattâ hece ile) Sâmiler
Hiyerogliflerin kapalı şekillerinde esir olan düşünceyi kurtarvuşlardvr.
ler için hazırladığı Oblation eucharistique (1)
modellerin kullanarak onlartm kartonlarından faydalanmıştır, deniliyor Bununla
beraber şunu anlamış olmak benim için yeter: (Sos yolojik bakımdan da önemli
olan budur) sanatçı burada şe killerin belli düzenini bozmuş ve bu kubbenin
üzerine fikri ni mozaik olarak dağıtmadan önce îslâm sanatı yapmış v<
Hristiyan sanatı yapmamıştır. Vogüe; Kudüs te îslâm sanatı nı tarife
kalkışırken “Kur’an, încil’e göre ne ise; bu sana da, Bizans sanatına göre
odur.” diyor. Bunu söylemekle açık lamada pek ileri gidilmiş değildir.
Artık bahçelere geçebiliriz. Bahçe sanatı çok
incelen miştir. îşbiliyye (Siville) de Emirin Cennetülârif adını ala:
bahçesini, yahut Bağdad’daki veya İran’daki harikulâde bah çeleri görmüş
olanlara, ben yalnız bahçenin İslâmî kavramı nı hatırlatmak istiyorum.
îslâmlara göre bahçe, dünyanın hây hûyundan uzak bir hülya âlemidir.
Romalılarla başlayıp Medicis ailesi ile, XIV.
Louis il devam eden, belli başlı bir teoriye bağlı klâsik bahçede, ufuk lara
açılan geniş plân ve manzaralarla, uzaklıkları aksetti ren büyük havuzlarla,
merkezin iradesi altındaki ağaçlarda yavaş yavaş etrafa yayılmak için, hepsine
ortadaki bir nok tadan hâkim olmak isteği sezilir. Oysa ki, bunun yerine, Dc ğu
bahçelerinde en önemli şey gizliliktir. Önem çevreden ço ortadadır.
Doğu bahçeleri çokluk kısır bir toprak parçası
canları dırılarak yapılır, su getirilir ve kenarı gözetlemenin aşarnı yacağı
çok yüksek duvarlarla çevrilir. Bahçe içinde ise, üçe üçer, beşer beşer
düzenlenmiş ağaçlar, çiçek yatakları vaı dır ki, çevreden merkeze gidildikçe
daha çok sıklaşırlar. V ortada köşk vardır.
Burada gözün ilk kavradığı şey, gördüğümüz
şekilde ki tabiatın; maddî âlemin red ve inkârıdır. Bu; peyzajlı bal çelerin
tersine, hülya dolu öyle bir tabiattır ki, bizi birliğ ve bütün fikirlerimizin
göbeğine ve köküne götürür. Bu, n« rede ise düşüncenin kendi içinde
dinlenmesidir, yoksa klâsi bahçelerde olduğu gibi derece derece hâkimiyete,
tabiata yayılmaya gitmek değildir.
Eğer şimdi renk sanatlarına geçersek, çünkü bahçe
kendiliğinden bizi ona götürüyor, görülür ki, İslâm’da hangi sebepten heykel
yoksa, aynı sebepten resim de yoktur. Ama bunun mânası İslâm'da boya sanatı yok
demek değildir. Halılarla, armalarla ve bir dereceye kadar minyatürlerin renkleriyle,
onlarda boya sanatı olduğunu biliyoruz.
LtĞon Bloy’nm dediği gibi, süslü büyük harflerden
(lettres ornees) den yola çıkarak, harfcik (lettrines) lere ve oradan kitap
dışındaki resim (peinture) e varan Bizans minyatürü ile İslâm minyatürünün oluş
ayrılıklarını işaret etmekle birlikte, bunun üzerinde durmayacağım. Islâmda
Bizans’ın zıddına, minyatür metnin kenarında bir hayal olarak boşluğa asılı
kalmış ve kitap dışına çıkamamıştır. Israr etmiyeceğim demiştim, zaten minyatür
özbeöz İslâm sanatı delildir, asıl önemli olan halıdır.
Hah bakımından kullanılan mâlzeme meselesini
inceliyelim. Çokluk, donuk renkte, şeffaf olmtyan, perspektife yaramıyacak
elemanlar seçilir. Bunda da gene tabiatı taklidden kaçmak ve onu inkâr etmek
iradesi görünür. Perspektif yanlışları perspektifi bilmediklerinden değildir.
Çünkü perspektif bilmiyen sanatın var olacağını sanmak saflıktır. Meselâ
Mısırlılar yandan görünen bir figürün gözünü önden yapıyorlar. Gerçekte bunun
böyle olmadığını onlar da bilirler. Onlar insan suretini bu biçimde
gösteriyorlarsa bilmediklerinden değil, sadece tabiatı maymunca taklid etmek
istemediklerinden ve belki daha başka sebeplerdendir.
Doğu halılarında en çok dikkati bağlıyan şey,
karanlıklarla aydınlıkların birbiri üstüne yığılması ve ikinci derecede
renklerden karanlık ile aydınlıklardır. Bir Doğu halısının özelliği
renklerinin koyuluğunda ve çokluk ince ayrılıklarının değişikliğindeki
azlıktadır. Gobelins halılarında üç yüz elli renk derecesi olduğunu
söylüyorlar. Bu teknik hemen hemen resmi taklid etmek demektir ki, bujıun da
halıcılıkla ilgisi yok gibidir.
Doğu lular ise en çok beş renk kullanırlar. Ve bu
renklerin hiç biri de çekici değildir. Fotoğraf, renklerin şiddetini kollamak
şartiyle, bu halıların bütün güzelliğini kolaylıkla verebilir. Çünkü
aksettireceği şey yalnız karanlık ve aydınlıklardır.
İslâm resim idealinin Batı resim idealinden. Fra
Angelico’dan, Velasquez’den ne kadar uzak olduğu görülüyor. Batı’lılar
çiçeklerin ve eşyanın renklerini taklid ediyorlardı. Onların eserlerinde
karanlıklar ve aydınlıklar değil, belki gerçek renkler kendini gösterir. Bunu
gözönüne alarak İran sanatını tarife kalkışırken, henüz Doğu ya gitmediğini ve
yakında Kudüs’e gideceğini duyduğum G. K. Chesterton, “Bir Doğu halısındaki
çiçekler ve hayvanlar nerede ise işkenceye uğramış gibi görünüyorlar.” diyor.
Bu görüş tamamiyle doğru sayılamaz. Taş kesilmişlerdir, demeli idi. Yalnız
İran halılarımın değil, bütün Müslüman halılarının dekorasyonundaki ayırıcı
özellik -çünkü Fas’ta da aynı usûl kullanılmaktadırüslûba çekilmiş çiçek
serpintileri ile ruhanî sembol haline getirilmiş hayvanlardır. Ve çiçekler
sayısız değildir.
XV. yüzyıl İran sanatında rastlanan çiçeklerin
listesi yapılmış ve şunlar bulunmuştur: Yasemin, lâle, yabani gül. karanfil,
şeftali çiçeği. Demek ki beş çiçek vardır, beşi de üslûba çekilmiştir.
Hayvanlara gelince üç dört tanedirler. En sık
rastlanan kanatlı aslan ile, insan başlı bir kuş olan simürg. Gene burada
Müslüman'ların benimsedikleri, din bilginlerinin tesbit ettiği, bütün
inanmışlara, hayvanlara tapmayı haram kılan metafiziğin temellerini buluyoruz.
Ruhanî sembol haline getirilmiş hayvanların artık kendiliği (ayniyeti) silinmiştir,
denebilir. Başları ve ayakları koparılmış, yerlerine eşitleri takılmıştır. Gerçek
hayatları kalmamıştır. Bunun tatbikinden çıkan netice nedir? Burada arma
sanatına dokunmuş oluyoruz.
Arma1 sanatı gelişmesi Ue Batıı’da
öyle bir orijinalite ve bir varlık kazanmıştır ki, artık onu Doğu’ya bağlı
yamayız: XIV., XV. yüzyılların beratlarında en olgun ve ilgi verici şeklini
gördüğümüz Batı armacılığının, Doğu’nun basit bir kopyası olduğunu söylemek çok
ileri gitmek olur.
Bununla birlikte, Batı’lılarda armacılığın
Haçlıların geri dönmesiyle başladığı da doğrudur. Ve armacılığın kökü Islâm'dan
gelen bir düşüncedir.
Kısacası halılar armalıdır. Arma renklerin
hovratça karşılaştırılmasından ve z dlıklarm tatbikinden ibarettir. Yoksa
hafif ayrılıklarla, sezilebilir semboller, sıraya konmuş, düzenlenmiş gruplar
yaparak dile getirmek için tabiatı taklid değildir. Bunlar sadece lojik olan
renk karşılaştırmaları ile keyfî tertip edilmiş renkli kartuşlar ve dekoratif
atom’lardır. içinde acaip hayvanlar, keskin renklerin zıdlığı ve tabiatta var
olmıyan her türlü şey bulunan ve böylelikle tabiatı inkâr eden arma kadar
tslâmın metafiziğini açıklayan hiçbir şey yoktur.
Artık musikiye geçelim. Musikî için Islâm
bilginleri Yunan felsefe kitaplarını üstünkörü anlayıp kullandıkları pek haklı
olarak ileri sürülmüştür. Bundan başka Iran yolu ile belki Hindistan'ın da bazı
tesirleri olduğu söylenebilir.
O halde musikî malzemesini olduğu gibi ele
alalım, ilk önce az aralıklı intizamsız dağılmış, üçte bir ve çeyrek ton
taksimatı olan bir (gamme) dizi buluyoruz. Sesin az az duraklar içinde
oynaması oldukça ilerlemiş bir sanatı icabettirdiğinden, -bu inceliği
kavrayabilmek içinözel terbiye ile iyice hazırlanmış bir kulak lâzımdır. Bundan
mahrum olduklarından Batı’lıların çoğu, Doğu konserini veya şarkısını dinlerken
sıkılırlar. Çünkü aynî notanın tekrarlandığım sanırlar.
Kaldı ki biraz sonra Müslüman'lar için musikî
temelinin notada ve nota sisteminde olmadığını göreceğiz.
Müslüman cümlesinin lojik yapısına gelince: İslâm
ülkelerinde Endülüs musikîsi makamı denilen eski musikî makamları vardır.
İran’da, Hindistan’da, hattâ Malezya’da bile musikînin lojik yapısında bu
makam kaygısı hâkimdir. Klâsik Yunan musikîsini incelemiş olanlar, geçmişte de
bunun mevcud olduğunu bildiklerinden, üzerinde daha fazla durmıyacağım.
Bununla beraber makamlar Islâm musikîsinin en
orijinal yönü değildir. Yalnız geçerken işaret edelim ki, Fas'da olduğu gibi
İran’da da Islâm halk musikisi, Arabca olsun, Farsça olsun daima özel ifadesi
olan bir makamdan gelmektedir. Meselâ çok hazin bir makam olan Nihavend
(İran’da bir şehrin adıdır), Haleb ve Bağdad’da şarkılarda çok kullanılır.
Böylece birinden öbürüne geçilebilen, tıpkı eski Yunan musikisinde olduğu gibi,
yirmi kadar ana makam vardır.
Bu musikide önemli olan şey nağme (melodie) nin
yaratılması ile makamın hakkına vermektir. Islâm musikisindemelodi dalma
birbirini kovalar. İslâmlar’da Harmonie fikri, Hristiyan Batı’nm büyük bir
icadı ve Batı medeniyetinin en derin orijinalliği olan hemzaman accord anlamı
yoktıır. Zaten bu fikir Hristiyan Batı’nm dışında, ne Uzak Doğu'da ve ne de
Islâm ülkelerinde vardır.
Şu halde bir Müslüman orkestrasını dinliyenler
için en esaslı şey (rythme usûl darb) yani, bir melodiye lâzım olan zamanım
geçmesidir. Çalgıcı için de önemli olan nokta “ân” ı yakalamağa çalışmaktaki
ustalıktır.
Her şeyi metafizik bir imana sokmak istemiyorum.
Ama yabancı tesirlere karşı kendisini bu kadar canlılıkla savunan bir medeniyet
ele alınınca, her şeye rağmen kabul etmek lâzımdır ki; bilginler ve
ilâhiyatçılar varsa, bu adamlar başkalarının düşünüp yaptıklarını lojik
terimlerle tarif ve tesbit için vardtrlar ve gene bunun için Ehli sünnet
velcemaat olmuşlardır.
Yalnız "ân" ele geçebiliyor. Çünkü
bundan başka şey yoktur. Sürüp gitme yoktur. Çünkü bir defa daha söyliyelim ki,
zaman “ân” lann uydurma bir terkibidir,
“ân” 1ar Allah’ın iradesi altındadır.
Orkestra üyelerinin, kanuncunun, udcunun nasıl
ânı bir dansöz gibi kavradığım görmek lâzımdır.
Usul-rythme veren âlet “def” tir. Bazan kenarına
vurulur (tek), bazan da ortasına vurulur (düm). Islâm musikisinin bütün
teorileri, hattâ; bahir, vezin (metrique) bile “def” den çıkar. El çırparak
bunu göstermek mümkündür. Meselâ şu tarzda başlıyan bir Fas havasını alalım:
Kal/ le/ na// san/ ha/ ci/
min/,/ a’/ ma/ laf/Fâs//' (*),
Tek/ tek/
düm// düm/ tek/
tek/ düm// tek/ tek/ tek/
düm// “2 defa”
Eski vezinlerin kısa ve uzunlan yerine burada
susmamın dışında iki değeri vardır: Vuruşun kuru ve sert vurulduğu ân “tek” ile
uzun ve tmlıyan vurulduğu, ân: “düm”.
* Bine dedi ki, Sanhâce Fas illerindendir.
(2)
Bine dedi ki, Sanhâce FA» illerin dendir.
Demek ki mesele “ân” ı yakalamak ve her vuruşta
yakalamaktır. Bu musikinin ruhu melodi ve şarkı accompagnement’larmın temeli
vuruş sıralarıdır. Bu suretle Müslüman’lar usûl rythme sıraları
yaratmışlardır. En meşhurlarından biri Masmudî denilendir. Tınlayan vuruşlarla
karışık olarak sert vuruşlardan kurulur. Bazı vuruşlar sükût ve takti’ (Bir
sekizlik sükûtlar bir çizgi ile, bir dörtlük sükûtlar iki çizgi ile işaret
edilmiştir.) ile birliktedir. Meselâ:
Tek, düm/ tek// düm, düm/
Tamamiyle İslâmî bir sanat olan (vezin mötrique)
lere gelince: Uzun tafsilâta girişmeden şuracıkta bu malzemenin geçici ve
belirsiz bir sesli harfle renklenmiş sessiz harflerden -musikide olduğu gibi
gürültüden başka bir şey değildirkurulduğunu söylemeliyim. Üç Arab sesli
harfinin üçü de hafiftir. Islâmda sesli harfler teorisi renk teorisi gibi ve
gene aynı sebepten pek ilerliyememiştir.
Konulara gelince, birtakım tipler, Arab vezninin
bilinen silsilesi vardır. Tatbik yönünden dikkate değer nokta -çünkü bu yönde
Batı’da büyük etkisi olmuşturusûlî istinad sessiz harfiyle kafiyedir.
Kafiye, Batı’da Islâmiyetin yayılmasından önce
dağınık olarak vardı. Fakat bu başka bir şekilde mükemmel bir (gelişmiş ses
uygunluğu Assonnance perfectionnde) halinde idi. Kafiye bütün dolgunluğunu ve
bütün kuvvetini Batı’da “Dölce stil novo ’ sanatı denilen şeyin etkisi altında
almıştır.
Romanisant’larm ona verdiği ad budur. İmdi bu
sanat birdenbire XII. yüzyılda Müslüman’larla alış verişi olan Akdeniz
kıyılarında, Katalonya’da olduğu gibi Galiçya’da, İtalya’da, Provans’da
gelişmiştir. Ama asıl önemli olan ve iyice isbat adilmiş bulunan mesele (rythme
usûl) noktasından bütün vezin mâlzenıesini bu sanatın, Kurtuba’da ve Gırnata da
“Müveşşehat” denilen iıalk şiirlerinin müelliflerinden elli yıl önce almış
olmasıdır. Kısacası Arab vezni yan: bakımından İslâm dinî teorilerinin etkisi
altında kurulmuş ve olgunlaşmıştır.
Artık; en son olarak üzerinde zevkle duracağımız
edebiyata geçelim. Çünkü aydınlatmağa çalıştığımız meselelerin sjilaşılmasına en elverişli sanat budur.
Ve çünkü bu sanat, düşüncenin mekanizmasını ifade ve mânasını elde etmek için
aracı istemez.
Bilindiği gibi, her düşüncenin bir sembolü
vardır; yani her düşünce bir nevi lojik şemaya uyar. Nitekim stereo-chimie (*)
de kimyevî terkipler binalar gibi tasarlanır. Tamamiyle basit fikir yoktur.
Bunun için onları sembolleştirmeyi, inşa etmeyi düşünüyoruz. Fikirleri
edebiyatta mecazlarla sembolleştiririz. Mecazların sınıflanması Arabların anladığı
şekilde (belâgat rhetorique) klâsik belâgattan büsbütün başkadır.
* Mürekkeb cisimlerle basit cisimler birbirlerine göre boşlukta belli bir
yer kaplamaktadırlar. Bunlarım boslukta birbirlerine göre yerleri değişirse, fizik,
karakterlerinde de birtakım değişmeler olur. Bir cinsten iki miirekkeb cisim
-terkipleri aynı olmakla beraber- kendilerini teşkil eden basit cisimlerin boşlukta
kapladıkları yerler başka başka, olması münasebetiyle. hassaları noktasından
muhtelif iki mürekkeb cisim halinde bulunurlar. Bunlara stereo-chimie denir.
Mürekkeb cisimlerdeki basit cisimlerin, boşlukta birbirlerine göre, kapladıkları
yerlere göre, kendilerinde husule gelecek değişiklikleri inceleyen kimyaya
stereo-chimie, denir.
Misal olarak yalnız bir mecaz alacağım; İslâm
şiirinde ilk önce sezilen şey, istiarenin bir nevi cansızlığıdır. İstiareyi
irreel yapmak kaygısındadırlar. İstiarenin bir inişi vardır. İnsan hayvanlarla
ölçülür. Hayvan genel olarak bir çiçeğe ve çiçek de bir taşa benzetilir:
Meselâ, lâle bir yâkuttur.
İmreülkays’m bir kasidesinde “kanlı bir çiçek”
buluyoruz. Oysa ki, avda okla yaraladığı bir ceylânın kanayan yarasından söz
etmektedir.
İmdi, istenilen; düşünceyi, hayallerle
canlandırmak, önümüze karikatürler dikmek, Yaradan’ı taklid etmek, artık var
olmıyanı yeniden yaşatmak değildir. Aksine, eşyayı duyduğumuzu, şimdi
bulunduğu gibi, taş kesilmiş ve caaısız olarak göstermek bahse konudur.
İstiare hiçbir zaman heyecanı diriltmeğe girişmez. Islâmlar’da, bu hâtırayı
olduğu gibi, tasvirî şekilde benimsemektir. Böylelikle bir şeyden söz açmanın
onu canlandıramıyacağma inanmış oluyorlar. Onlarda, Batı şâirlerinin şiir
yazarak sevgili ile geçen zamanı yeniden yaşatmak ümidi gibi bir kuruntu
yoktur.
Meselâ; birinci Muallâka’nın başlangıcını alalım, tmreülkays, iki
devecisine seslenir:
Kifa nebki min zikrâ habibin ve menzili
Bisıtkil liva beynel Dehuli fehavmelî
(Durunuz ağlayalım ! Dostu ve Dehul ile, Havmel anısında bu kum yığınının
ucundaki yurdu -mola verdiğimiz yerde yad edelim)
Yurdun izlerini de anlatır: Bunlar ocağın kararmış üç
taşıdır. Çadırların ve develerin izleridir. Hâtıravı diriltmek, şimdi boş olan
bu yerde hayalleri oynatmak özledikleri şey değildir. Amaç, yalnız yerinde
hâtırayı olduğu gibi kucaklamaktır.
Arab şiirinin temelini ve sanatçıların anladıkları şekilde
îslâm aşkım anlamamız için türlü örneklerle yetecek kadar açıklama yaptığımı
sanıyorum. Aşka dilimize çevrilmez bir ad takıyorlar: Hanin (Jâhiz. Risâlât al
Hanin ilel Evtan. Haninin asıl manası sevgiliyi hatırlayarak yanıp yakılmaktır.),
Garâm (Şiddetli aşk.) diyorlar. Bu bir özleyiştir. Utmitsizliğe düşmiyen ve
aynı zaman sadizma olmayan bir yeistir. Hanin hâtıranın âşikajıe bir vefâ ile
birleşmesidir, hattâ aşktan çok vefâdır. Burada hiçbir şeyi diriltmeğe
teşebbüs edilmez. Bu davranış Allah a karşı bir küfür olur. Hanin artık mevcud
olmıyan bir duygunun ilk saffetine karşı acınmadır, hattâ bundan da fazla bir
şeydir. Ateşten, kumdan çölün ortasında hatırladıkları veşil ve serin bir
Cennet’in özlenmesldir. Kur’an’da anlatılan Cennet’in, duyularla sezilebilir
şekillenmesi kadar bu alanda ipucu veren hiçbir şey yoktur.
Arab’lann anlattıkları mübalâğası bile hoşuma giden bir
hikâye vardır: Leylâ ile Mecnun. Mecnun Levlâ’ya delicesine vurgundur. Leylâ
çirkin ve siyah denilecek kadar esmer ise de Mecnun gene onu sevmektedir.
İslâmâleminde Leylâ ile Mecnun olgun âşık örneği sayılırlar, imdi Mecnun’uıı
îslâm aşkının artistik teorisinde Leylâ’dan ayrılması lâzımdır.
Neden? Efsaneye göre bir gün Mecnun, Leylâ’ya rastlar. Sevgilisi
biraz görüşmek için onu çağırır. O zaman Mecnun: Sus! der. “Beni Leylâ’nın
aşkından uzaklaştırıyorsun?”
Leylâ’nın gölgesine olan bu aşk, hâtıraya, ilk yeminlere ve
ilk birleşmelere olan bu bağlılık, o kadar büyüktür ki, artık Mecnun r£el bir
şey istemez. Hâtıraya olan saygısını, hâtıranın öz fikrini olduğu gibi korumak
ister. Görülüyor ki, bu inhisarcı aşk; öz fikir içinde kaybolacak kadar
maddeden uzaktır ve bıraktığı lojik izlere razı olur.
Son bir örnek: Çokluk Osmanlı padişahlarından “zâlim"
diye bahsolunur. Ben de hiç olmazsa çok basit idare usulleriyle davrandıklarını
gizliyecek değilim. Bunlar arasında en “zâlim” lerinden biri, hiç şüphesiz
İran’ın yeminli düşmanı birinci Selim idi. Bütün bu Sultanlar şiir yazmışlardır,
içlerinde iyi kötü başarılı olanlar vardır. Fakat, Yavuz Sultan Selim’in
Farsça bir divanı vardır ki, bunda Mecnun'uıı Leylâ’ya karşı olan duygularına
denk hallerin anlatılışı var dır. Şu beyti alalım:
Ni vivant ne suis, puisque tu f ecartes, figüre exquise, ni
mort ne suis;
O détresse! Que ce genre d’exsistence fait
pour conduire au néant!
("Ne zindeem. ez hincri
tu ey şuh ve mürde — Fer yâd enin nev’i vücudi adem âlud.” “Ne
diriyim, ne ölüyüm ey şuh; çünki sen benden uzaklaşıyorsun
— Bu çeşit yoklukla kat ışık
varlıktan bıktım, usandım.")
Öz düşünceye yönelip, yasa, özleyişe sarılan bu aşk,
tamamiyle Islâmiyete mahsus bir şeydir. Bu; bize dışarıdan ister istemez kabul
ettirilen eşyanın haliyle, bizim isteğimiz arasındaki kıyası mukassim Dilemme)
in huzur içinde benimsenmesidir. Allah bana şunu haram etti -burada tasavvuf!
şiire dokunuyoruzOnu yapamam; fakat yapmamaklığım lâzım gelen bu şeyi yapmak
istiyorum. Bunun arkasından, hemen hemen İlâhî olan bir hürriyeti tahayyül
için şair mukadderi kabulden kaçar, Fakat söz yerinde ise, uyandığı vakit bu
rüyayı haksız olarak benimsemeğe kalkmaz.
Islâm Mysticisme’inde uyanık iken keşfin yasak olduğu
değişmez bir kuraldır. Keşfe ancak uykuda izin verilir. Islâm sanatı ise yarı
aydınlık içinde uyku ile uyanıklık arasında tamamiyle budur.
kadın ve erkekler yaratıyor ve onları bize çatışma halinde
gösteriyor. Dinde Allah ile Adamın çatışması, aşkta; kadın ile erkek çatışması,
sonunda Adamın, kendi kendisiyle çatışması. öyleyse, harp sonunu bir romancı
gibi anlatmak gerekirse, bugüne değin “romanı besliyen çatışma çetinliklerinin,
gittikçe azaldığı bir çağdır.” diyebiliriz. Elbette sade ve sözgelişi
kullandığımız bir formül. Nitekim bu günün sosyetesiyle savaştan önceki dünya
arasında, bir uçurum tasarlamak istemiyoruz. Gözönüne koymak istediğimiz
bugünkü dünyanın özelliklerini, 1914 den ve daha da önceden görmek ve bir asır
yukarısına kadar çıkmak mümkündür.
Ama, devrimize hâs olan şey, birçok delikanlıları, inanmadıkları
değerlere, hayatlarında yer vermekten uzaklaştıran, o korkunç samimiyettir. Bu
kuşaktan 1880 çocuklarının yaşadıkları gibi, kırılmış bir vazo’nun kokulan ile
yaşamasını istemeyiniz. Bugün bir genç, ne benimsemediği dinle, ne bu dinden
çıkan ahlâkla, ne de bu ahlâktan çıkan yaşamanın şartı olan şerefle çatışmaya
girişmek istemiyor. Eğer bir gün, dine dönerse, o zaman baştan aşağı hayatı değişecek,
bütün ruh ve gövdesiyle yeni inancına göre yön alacaktır. Ama, yabancı kaldığı
sürece -bu yabancılık bütündür ve yapmacıksızdıronda ihtiras hiçbir engele
çarpmaz, hiçbir sed tanımaz. Çünkü çatışma yoktur. Geçenlerde, yüzüncü yılım
kutluladığımız ve ilk gençliğimizde imrenerek okuduğumuz, Fromentin’in
Dominique’i gibi bir romanın, 1927 yılı genci için, bütün bütün anlaşılmaz bir
hale gelmesi, çok dikkate değer. Bir gün, Leon Daudet, bu kitap için: “Kalp
şaheser” diye bağırmıştı. Elbette kalp şaheser değil; ama şimdiki kuşağın
anahtarını kaybettiği şaheser. Robert de Traz, onu böyle anlatıyordu:
“Dominique ya da Burjuva namusu.” Burjuva nâflnusu, bu güzel söz bu günün
çocuğu için ne demektir?
Aralarında en incesine sorunuz.
Dominiaue ile Madeleine de Nievras, birbirlerini istedikleri halde, bu
isteklerine niye teslim olmuyorlar? Karşılık olarak size, Dominique’i okumadıklarını
söyliyeceklerdir. m
Bu çatışmalar, şimdi anlaşılmaz olmuştur. Doğrusu daha
göze çarpan dramlar bile anlaşılmıyor. Bir gün genç bir kadın, Racine’in
Phedre'indeki vicdan azaplarından, kırılmalarından hiçbir şey anlamadığını
söylüyordu. Üvey oğluna âşık olmak, sanki dünyanın en sade olayı değilmiş gibi,
“Bir hiç için ne kadar gürültü!” diyordu. Vicdan rahatı içinde, Phddre’in
Hippolyte’i baştan çıkardığı ve TMsĞe’nin bile buna göz yumduğa güzel devir...
Phâdre’iri başından geçenler, bugün bir faciamın konusu olamaz.
Gövdeyle ilgili şeylerin, önemini kaybettiği çağ, romancı
için nasıl verimli bir çağ olabilirdi? Roman buhranını işte burada aramalıdır.
Bundan başka geçmişte birçok romanların beslendiği türlü çatışmalar da,
kuvvetlerinden düştüler. Kozmopolitizma, sosyal adalet, sınıfların ve ırkların
birbirine karışması; artık Georges Ohnet'nin "Demirhane Müdürü” nü ve
Grande MarniĞre'inı yazmasına engeldir. Bugün hangi büyük aristokrat, kızını
Demirhane Müdürüne vermek için düşünür?
Bununla birlikte, Allah’sız dünyamızı, aşkı da herhangi
davranış gibi bir davranış saymıya zorlayan, bu korkunç mantık asıl roman için
en büyük tehlikedir.
Geçmişte aşk denilen şey, bu günün birçok gencine,
Versailles bahçelerinin tabiata olan uzaklığından çok realiteden uzak
görünüyor. Genç kadınlar, kuralları büyülü olan bu eski oyuna güvenmemek
gerektiğini pek iyi biliyorlar. Aldatma artık aldatma değildir. Güvenme,
mânâsız bir kelimeye dönüyor. Çünkü sevgi’de, süren bir şey kalmamıştır.
Marcel Proust'un yalnız şu bölümünün, başlığı üzerinde
düşününüz, yeter: Yüreğin nöbetleri... önceleri aşk denilen şey, feragattan,
kendine kıymadan, yiğitlik ve vicdan azabından örülmüş, ince kuşakların eseri,
çapraşık bir duygu idi. Din ve dinden gelen ahlâk ona destek oluyordu. Dinî faziletlerin
setleri olmasaydı, göklerle dolu olan bu güzel sular birikmiyecekti. Aşk,
şeytana uymuş, erdemli kadının dayanmasından ve katlanmasından doğmuştur:
Allah’ın emirlerine ve hükümetin gizli sebeplerine kurban edilen Racine’in
prensesleri... Aşk, kendisini tutan setlerin, yıkılmasından sonra,
yaşayamazdı. Aşk oyununun kurallarına isyan eden genç adamların karşısında,
kadınlar akıllarını kaybediyorlar ve M(5rovingien krallarında olduğu gibi,
saçlarının kesilmesi, haklarından el çekmelerinin işareti oluyor.
III
Roman çatışmalarının gittikçe azaldığı bu toplum karşısında
romancı ne yapacak ? îlk önce ötesini aramadan, Saint Real’in ünlü
tanımlamasını -bu en kolay usuldür, deneme ile çok verimli olduğunu
biliyoruzuygulayabilir: “Roman büyük bir bulvar üzerinde dolaştırılan aynadır.1'
Bir kelime ile kendine bir şey sormıyarak, zamanını olduğu gibi resmeder. Dikkat
ve özenme ile, sosyetenin tarihçiliği ödevini yapar. Bu durumda, çatışmaların
yokluğu ona engel olmaktan çok, resminin konusu olur. Önceleri Abel Hermant
böyle yapmıştı. Bugün de Paul Morand, imrenilecek bir ustalıkla gene o işi
yapıyor: ‘ Gece açık”, “Gece kapalı” adlı eserlerinde, Morand, bize her ırktan,
her sınıftan, birbirini arayan, hemen teslim olan, sonra bırakan, gene bulaşan
ve hiçbir engel tanımıyarak, “ân” ın enstenktlerine uyup, kendilerini biteviye
duyuları üzerinde incelemiye zorlıyan, başka bir kanun tanımadıkları
nisbette, zevk duymıya kabiliyetsiz kadınlar ve erkekler gösteriyor. Bu kadın
ve erkekler, ne kadar düşerlerse o kadar kirleniyorlar; o kadar anlamıyorlar
ve özellikle yaşanan ânın duyularına ve şehvetlerine ait şeylerin, en ufak bir
önemi olduğuna inanmak, onlar içir, o kadar imkânsızlaşıyor.
Merhametsiz, kaba bir anlatış. Morand, kendisine hâs
kaliteler ile bunda başarılı oldu. Ama. sayısız taklitçileri, doğrusunu
söyliyelim, çok can sıkıcıdırlar.
Çünkü, şekilsiz bir sosyetenin tarihi, eski ustalarımızın
ruh ve ihtiras çatışmaları için yaptıkları gibi biteviye tekrar edilemez.
Romanı kötüleyenler, burada bir adım ilerlemiş oluyorlar.
Bana diyebilirler ki: “Siz de biliyorsunuz, bugünün romancıları, bir çıkmaza
girmişlerdir. Ve çıkacak delik bulamıyorlar!...” Ama karşılığımız hazırdır:
“Ya macera romanı?” Macera romanının yenileşmesi denilen şey, gerçekten bize,
başka yerde yol açmıya doğru bir uğraşma gibi görünüyor. însan gönlünün
trajedilerinden yoksun kal’nca, yazıcılar okuyucuları nefes nefese tutan,
harikulade entrika ve olaylara atıldılar. Burada macera romanını kötüleyecek değilim.
Ama bana kalırsa, macera romanı, yalnız, başlıca kişileri Kipling’in, Conrad’m
ve Stevenson’un kahramanları gibi canlı adamlar olduğu ölçüde, sanat eseri
sayılabilirler. Bir kelime ile, macera romanının sürer olması için önemli olan
şey, maceralar değil, maceraları geçirendir. Stendhal, sanatımın, insanlara
ait hareketlerin sebeplerini tanımaktan ibaret olduğunu söylüyor ve insan
cinsinin seyircisi olmakla övünüyordu. Demek romancı da, bir psikolog
olmalıdır. Bugün, hepimiz gibi, o da ruh yönünden çok fakirleşmiş bir insanlık
ile karşı karşıya bulunuyor. Ama, ruhu dışında bırakan maceralara yüklenmekle,
romanı zenginleştirmiyor, kül ediyor. Doğrusunu söyliyelim ki, eşsiz Grand
Meaulnes’ün yazarı Alain Foumier’ntn arkasından, Jean Giraudoux ile, Edmond
Jaloux ile, Jacquea Cheneviere ile romancıya Fantezi ve Rüya âlemini açanlara
misbetle, macera romancılarından çok daha az ümitliyim. Ama Fantezi ve Rüya
âlemine girmek pek az yazıcıya nasiptir. Burası Shakespeare yolundan gidenlere
özel bir ülkedir.
IV
Fantezisi olmıyan bizler, ümidimizi kesmiyerek başka
yerlerde bir çıkar yol anyalım. Yaşamakta olan birtakım romancıların,
kendilerine bir yol açıp açmadığına bakalım. Doğu’dan dönüşünde M. Paul Morand,
Nouvelles Litteraires’e yazdığı bir makalede, aşağılık bir yolda maddeye ve
zevke tapan Batı medeniyetine tiksintisini anlatıyor ve aralarında gezip
dolaştığı ulusların Batıklardan çok mutlak, (absolu) içinde yaşamalarına ve
sürekli bir düşünce ile ölüme alışmalarına imreniyordu. Morand, bizi, kendi
eserinde, iştihalarımızı doyuran, fakat en derin özlemlerimizi bilmiyen, Batı
medeniyetinin alay edilmiş gülünç halini görmiye çağırıyor. Böylelikle, yeni
toplum tarihçisinin ufuklarını nasıl genişletebileceği görünüyor. Ve
dolayısiyle anlaşılıyor ki, yazar bütün bütün dinî anlayıştan yoksun olsa, ve
-istese de istemese dePascal’m “Allah’sız adamın yoksulluk sıkıntısı” dediği
şeyi, gene anlatmış oluyor.
Bu konuda, bir kadın ve büyük' bir yazar olan, yanılmıyorsam
din meselesine hiç aldırmıyan Colette kadar, kimse başarılı olamadı. Cheri’yi
ve La fin de Cheri’yi kim okumamıştır)? Bundan daha fakir, daha çamurlu ve
daha çıplak bir insanlık tasarlamak imkânsızdır. İhtiyar, kartlaşmış orospular
eliyle yetiştirilen bir çocuk, bu çocuğun annesi olabilecek bir kadınla
sevişmesi -ve bütün bunlar iğrenç bir zinâ ve utanmazlık havası içindehiçbir
şey görmemek ve etin ihtiraslarından başka hiçbir şey tanımamak... Bununla birlikte,
bu iki kitabın bizi alçaltmadığını, kirletmediğini söytemek azdır. Son
salıifenin bıraktığı izlem, bazı açık saçık şehvet kitaplarının verdiği gönül
bulantısına benzemez. Colette, kart orospulariyle, bu güzel ve aşağılık
delikanlısiyle, bizi en derin heyecana düşürür; gençliğin geçici mucizesini
dehşetler içinde gösterir. Ve bizi, bütün varlıklarım, konusu olan vücut kadar
çürümeye istidatlı geçici bir sevgiye salan zavallı hayatların, faciasını
duymıya zorlar. Böylelikle, bu kitaplar her şeye rağmen, ırmaklara akan ve
ırmakla birlikte sonunda denize varan büyük şehirlerin lâğımlarına benzerler.
Bu Allah’a ortak koşan ve ete tapan kadın, dayanılmaz bir kuvvetle bizi
Allah’a götürür. Bu hal; kendinden önce gelen ustaların, geçirdikleri moral,
sosyal ve dinî çatışmaları, hattâ geçmişte tasarlanan şekildeki aşkı bile
incelemeden yoksun romancının -çünkü aşk kuralları çok karışık ve köhneleşmiş
öyle bir eski oyuaıa benziyor ki, bugünün delikanlısı onu anlıyamıyorten ve
vücuttan başka bir şeye bağlanamaması demek değil midir? Öteki bölgeler kendisine
yasak olduğundan romancı gittikçe büyüyen bir atılganlıkla, önceleri hiç
kimsenin gitmeğe cesaret edemiyeceği, lanetleme topraklara doğru açılıyor.
Burada, Gide’iri, Proust’un, Joyce’un, Colette ve Morand ile Lıacretelle’in
kitaplarını işaret ediyor ve biraz da kendi çevrem içine giriyorum.
Bugün birtakım romancıların yapmayı göze aldıkları şey,
duygunun en gizli sırları üzerine atılan bu bakış, hiç şüphesiz korkunçtur. Bu
korkunçluğu herkesten daha iyi anlıyan ve birkaç satırla meseleyi bütün
açıklığı ile ortaya koyan, Jacques Maritain olmuştur. Bu parçayı “Trois
R6formateıırs'★’ başlıklı kitabından, J. J. Rousseau hakkmdaki incelemeden
özetliyorum:
“Rousseau başımıza değil, yüreğimizden biraz aşağısına
nişan alıyor. Ruhlarımızda ilk günahın kapanmış yaralarımı deşiyor. Hepimizin
içinde uyuyan anarşi, bezginlik ve teslimiyet iktidarlarını ve bütün ona
benziyen canavarları diriltiyor... Rousseau, gözlerimize, kendi kendimizden
hoşlanmayı ve böylece gördüğünün suç ortağı olmayı ve daha az kirli devirlerin,
titriyerek Allah’ın bakışlarına bıraktıkları, en kişisel duygululuğun gizli
yaralarındaki büyüyü çözmeyi öğretmiştir. Böylece onun yaraladığı yeni düşünce
ve edebiyat, önceleri yalnız Varlığa yönelmiş olan zekânın tanıdığı doğruluğu
ve berraklığı çok güçlükle elde edecektir, Yürek-
lertn, meleklere kapalı ve yalnız Allah’ın bilgisine açık
sırları vardır. Bugün bir Freud, psikolog tuzaklarıyla, bu sırrı meydana
çıkarmıya çalışıyor. Isâ, kahbe kadına bakmış ve onun bütün sırrını
öğrenmiştir. Bunu, kirlenmeden ancak o yapabilir. Oysa ki, şimdi her romancı
utanmadan bu gözleri okuyor ve okuyucuyu seyre götürüyor.”
V
Payına insan yaratmak ve yüreklerin sırlarını araştırmak
vergisi düşmüş olan bir adam için, bu satırlardan daha bulandırıcı bir şey
bilmiyorum. J. Maritain’den bir noktada ayrılıyorum: Böyle bir yükü, yalnız
bir adamın üzerine yüklemek kadar haksız bir şey olamaz. Hayır! Eğer Rousseau,
yeni duyuşun yaratıcılarından ve mirasçısı olduğumuz fenalıklara ilk
tutulanlardan birisi ise bile, bu sırlan, bu gizli yaraları meydana çıkarmak
için, bizi sürükliyen hareket, yalnız ondan gelmiş değildir. Eğer o, gelmeseydi
bile, dünya haritasında her gün bilinmedik parçaların azaldığını gören
bulucular, bugünkü romancılar, hiç şüphesiz gene aynı yasak bölgelere çekilmiş,
sürüklenmiş olacaklardı.
Bundan başka, yüzyıldan beri romanın beslendiği çatışmalar,
keskinliklerinden pek çok kaybetmiş olsalar da, gene vardırlar. Morand’ın
dünyası, bütün dünya değildir. Eski setlerin sağlam bulunduğu birçok iller
vardır. Fransa’nın köylüsü, 1927 de, bir Balzac’a, bütün hayatmca
bitiremiyeceği kadar konu verebilir. Bu facialar vardır ve okuyucularım
bilirler ki, ben de, eserlerinin en az kötü olanlarını buradan alanlardanım.
Ama çokluk, yazar bu facialara ilgilenmiyor, daha doğrusu ilgilenemiyor. Çünkü
bir Balzac ve sayısız birçok küçük Balzac’lar gelip geçmiştir. Bilmiyorum hangi
eleştirmeci, yeni bir kitabın yapraklarını açarken sızlanıyordu: "Gene
bir Balzac! ’. Artık, Brunetiere’in görüşünden ne kadar uzağız: “Elli yıldan
beri, iyi bir roman her şeyden önce Balzac’m bir romanına benziyendir.” Şimdi
aksüıe olarak, bir roman, Balzac tipinden uzaklaştığı ölçüde, bizi sarıyor,
diyeceğimiz geliyor. Çünkü dev Balzac’m, bol bol faydalandığı ormana,
başkaları da girdiler ve geriye ne kaldıysa hepsini silip süpürdüler. Artık
bize Verlaine ile birlikte şunu söylemek düşüyor: “Ah, her şey içilmiş, her
şey yenmiş! Söyliyecek hiçbir şey yok!”
Balzac’ın ardından gelenler, özellikle oğullarının en ünlüsü,
ustamız Paul Bourget, insanı aile ve tonlum ilgilerinde inceledi. Bu
yazıcıların sanatları hakkında çok yüksek kanıları vardı. Topluma ve Cite’ye
hizmet etmek istediler. Sanatlarının bütün iktidarı, bireye karşı kullanıldı.
Balzac, her şeyden önce, nüfus defteri ile yarış ediyordu. Hiçbir şey isbat
etmeden, bir âlem yaratmıya çalıştı. Köy doktoru gibi birkaçı ayn, hiç olmazsa
eserlerinin bir çoğunda, gizli ve yön tutan bir düşüncesi olmadan yazdı. Neden
sonra, İnsanlık komedyasından sosyal hayata lâzım prensipleri çıkardı. Mirasçıları
ise, ters yoldan hareket ettiler. Eskiye bağlı felsefenin sürekli kanunlarını,
romanesque örneklerle anlattılar. Faydalı ve imrenilecek olan bu eserler (1914
de bütün dünyanın gördüğü gibi) meyvelerini verdiler. Fakat belki büyük
boğuşmanın reaksiyonu olacak, bugün biz, sanatımızı, ne kadar yüksek olursa
olsun, bir dâvanın hizmetçisi yapamamak gevşekliği ile mahzunuz. Artık amacı
insanı tanımak iken, amacından sapmış romanesque bir edebiyat tasarlıyamıyoruz.
Şüphesiz, Bourget de başlangıçta aynı duyguları beslemekte
idi. AndrĞ Cornelisln M. Taine’e sunmasında, bu kuvvetli kitabı, ruh biliminin
en yeni verimlerine göre yapılmış, bir ahlâkî anatomi şemasına benzetiyordu.
Ama, biz bugün, bir ruh biliminin var olabileceğinden şüphe ediyoruz ve her
şeyden fazla, romana, fizik ilimlerin usûllerini sokmaktan korkuyoruz. Ve gene
biliyoruz ki, Taine’in mektebinde olduğu kadar, asla felsefede ve edebiyatta^
genellik, ünlü “Irk, Çevre ve Ân” teorisine uydurulmuş isbatsız görüşler hüküm
sürmemiş, asla bu kadar eşyayı olduğu gibi görme özelliği azalmamış, asla
kişiyi gerçek durumunda yakalamaktan, özel ve bir tek varlık gibi incelemeden
bu kadar uzaklaşılmamıştır.
L6on Brunschvicg, ondokuzuncu yüzyıl edebiyatı hakkında
son bir yazısında, Akademiye giriş demecinden kısaltılmış, Taine’in şu tuhaf
kanısını aktarıyordu:
"iyi ki bugün olduğu gibi geçmişte de cemiyette topluluklar
ve her toplulukta birbirlerine benziyen eş şartlar içinde doğmuş, eş terbiye
ile yetişmiş, eş çıkarlarla idare edilmiş, eş ihtiyaçları, eş zevkleri, eş
âdetleri, eş kültürü ve eş temeli olan adamlar vardı. Biri görülünce hepsi
görülmüş oluyordu. Her bilimde, her sınıf eşyayı seçilmiş örnekler üzerinde
inceliyoruz.”
Bugünkü romanın üzerine dayandığı, kişisel ayrılıkları
küçük görmede, bundan ileri gidilemez. Leon Brunschvicg, Taiıne’e, Pascal’ın şu
tek cümlesiyle, boş yere karşılık veriyor: ‘‘însan, anlayışı arttığı ölçüde,
orijinal insanların çok olduğunu görür.’ işte bunun için, bizim kuşağımız,
Taine mektebine karşı şiddetle reaksiyon yapıyor. Ve gene öyle görünüyor ki, bu
yolda, küçüklerimiz bizden çok daha ileri gideceklerdir. Küçüklerimiz ve
büyüklerimizden bazıları: Aynı gidişte Henı-y Bordeaux’nun son eserleri, derin
bir yenilik göstermektedirler.
Geçen yaz, "Les Cahiers du mois” dergisi, “İçimizi yoklama”
başlığı altında, henüz bir çoğu yazı yazmıya başlamamış gençlerin
söylediklerini basıyordu. Eğer J. Maritain bunları okumuş olsaydfı, bizi ve
arkamızdan gelenleri; şahısları bir ırkın temsilcisi, bir s;nıfın ve bir
kuşağın örneği olan, şu ya da bu ideologie için, seferber, kavgacı, hatiplik
eden ıomanesque edebiyattan uzaklaştıran içgüdünün, ne kadar önüne geçilmez
olduğunu anlar ve aksine olarak, her gün biraz daha bizi, her biri bir âlem ve
bütün ötekilerinden başka bir kâinat -sonunda bir yalnızlıksayılan yüreklerin
o sırrına yakınlaştırun atılışın, kuvvetini ölçerdi. Belki bu bir felâkettir,
fakat biz, iğrenme ve küçük görme kabiliyetimizi kaybettik. En zavallı gözleri
bile okumıya cür’et ediyoruz. Çünkü, hiçbir şey bizi tiksindirmiyor, insanla
ilgili hiçbir şey bizi iğrendirmiyor.
Cahiers du mois'nm genç yazıcılarından biri, Alain Lemiere,
şımu yazmaktadır: "Belli ve açık realitelere, el ile tutulabilenlere
inanıyorum. Ve yalnız kendimde yaşıyorum. Bunun için yazdığım vakit, tek
kaygım, eşyanın hacmini, sıcaklığım, kesafetini, yumuşaklığını ve sertliğini
vermiye çalışmaktır. Yaşamanın tam ağırlığını tutturmak istiyorum. Yalnız
eller için yazıyorum. Ama hacmi aşmak dileğindeyim. Psyclıo-Physiologie, canlı
et üzerinde çalışmak, parmaklar arasında, etin organik yaşamasını duymak
zevkini veriyor. Ey yuğurup biçimlendirmenin eşsiz zevki!.. Ete hayat vermek,
onu kendi akımlarım :za uygun yaratmak ve elimizden kayıp gittiğini duymak...
Çünkü yaşıyan her şey gibi, o da, tabiatın kanunlarına bağlıdır, idealist
romancıları kusturan iğrenç uygunsuzlukların ne önemi var? Asîl konu yoktur,
yalnız hayat ve onun gerçekleri
vardır."
Bu “İç yoklamalarının”' özü şu birkaç satırdadır. İnsanın
varlığı ile uğraşmak ve bütün insan realitelerinden hiçbir şeyi kaçırmamak,
işte sanınm büyük küçük, hepimize hâkim olan amaç budur. Evet, insanı tanımak,
Maritain’in uyandırması ile ne kadar şaşırmış olursak olalım; bu yönde ileriye
gitmemize hiçbir şey engel olamıyor. Özellikle ustalar bu yola bizden önce
girmişlerdir ve geçmişte, yazıcıya bazı konulara yakınlığı yasak eden büyü de
bozulmuştur. Bu noktadan, Proust’un, arkasından gelen bütün kuşaklar üzerinde,
derin bir etkisi vardır. Maritain’in, bakışlarımızı üzerinden almamızı
dilediği duygululuk sırları için, Proust, tersine olarak, ancak bunların
yoluyla, insanın bütünlüğüne varabileceğimizi söylüyor ve insanın en gizli
sırlarını açığa vurarak, bizden önce gelmiş dehalardan, daha ileri
gidebileceğimiz yönündeki ümidimizi okşuyor. Şüphesiz, bir adamın aile ve
toplum hayatının ötesinde, çevresinin, mesleğinin, düşüncelerinin, imanlarının
kendisine zorla yaptırdığı hareketlerin ilerisinde, daha gizli bir hayatı
vardır. Ve çokluk, bize her şeyi yerecek olan anahtar, bütün gözlerden saklı
olan, bu çamurun dibinde bulunmaktadır.
Bana diyebilirler ki: “Az rastlanır ve patolojik hallerin j incelenmesine saplanmış olmak
tehlikesiyle karşılaşmıyor musunuz? İstediğiniz gibi, bütün adamı tanıyacak
yerde, insandaki kaba ve pis şeylerin üzerine düşmüş olmuyor musunuz ?” I
Elbette bu bir tehlikedir. Bununla birlikte, “Normal adam” mânasının, salt bir
değeri olup olmadığını sormak hakkımızdır. Bütün insanlar, ilk bakışta aynı
hareketleri yaparlar, aynı sözleri söylerler, aynı konulan sevmekte ya da sevmemekte
ortaktırlar. Ama yakından ve her biri ayrı ayrı incelendikçe, birbirinden
değişik karakterleri belirir ve birbirine bağlanamıyacak kadar kuvvetli
zıtlıklar ortaya çıkar. Sonunda bir psikoloğun; görünüşte en normal adamın, ne
ile ötekilerinden ayrı ve “varlıkların en yerine konulmazı’ adı j ile söylersek
bir galat olduğu sonuncuna varacağı tasarlanabilir. Bir yüreğin en kişisel, en
özel, en ayrı yönlerini aydınlığa çıkarmak, işte uğraştığımız şey budur.
VI
Elbette, bu yürekte elde edeceğimiz şey, yalnız
bu değildir. Çünkü, dileğimiz onu bütün bütün ele geçirmektir. Burada yeni
romanın, çok açık, başka bir akımı göze çarpıyor ve onu Balzac’tan gelen roman
cinsiyle çatıştırıyor. İnsanın incelenmesine, insanın dışındaki mantıki
karıştırmak istemiyoruz. Ona rastgele bir düzeni zorla sokmaktan çekiniyoruz.
Balzac’m bir kahramanı her zaman tek örgülüdür. Hiçbir davranışı yoktur ki,
azgın ihtirasiyle açıklanmasın ve kişinin karakterinde olmasın. Bu, güzel bir
şeydir. Sanatı tabiata kabul ettirilmiş bir düzeaı saymak mümkündür. Romancının
ödevi beşerî varlığın kaos’unu denkleştirmek; ona biçim vermek ve onu düzene
koymaktır. Bu, yalnız savunması kolay olan bir durum değildir. Doğrusu, bir
adamın taşkın ihtirasının, her şeyi yutarak onu basitleştirdiği düşünülürse,
kamuna uygun olmadığını söylemek bile güç olur. Bir gözü doymazda, her şey
yükselmesine göre ve bir şehvet düşkününde her şey kanmaya göre düzene
konmuştur. Balzac’ın tip, yani bir ihtirasta özetlenmiş varlıklar yaratmasına
yardım eden de budur.
Fakat XIX. yüzyılın ortasında, eşsiz dehası,
tersine olarak, yumak gibi karışık insan denilen yaratığı çözmemeğe savaşan,
kişilerin psikolojisine, herhangi bir düzen veya önceden tasarlanmış bir
mantık sokmadan ve moral değerleri hakkında bir hüküm vermeden, onları yaratan
bir romancı belirdi. Bunun içindir ki, Dostoyevski'nin kişileri hakkında, hüküm
vermek imkânsız değilse bile, pek güçtür. Çünkü çirkef ile ulvî, bayağı
isteklerle yüksek özlemler, o kadar sıkı birbirlerine karışmışlardır. Bunlar,
akü ile hareket etmezler. Pinti, haris, as kor, papaz, tefeci değildirler.
Etten ve kemikten örülmüş, verasetlerinin etkisi altında, kötü huyla,
kusurlarla dolu; hastalıklı, iyiliğe olduğu kadar kötülüğe de yatan,
kendilerinden her şey beldenilen, umulan, korkulan varlıklardır.
İşte, Balzac’tan büsbütün ayrı bir romancı.
(Balzac’ı, bir kol başı olarak alıyorum, bütün arkasından gelenleri, adı ile
çerçeveliyorum). İmdi, bu Rus sanatçısı hepimizi, derin etkisi altına aldı.
Burada, gene bana; “O, Rusları anlatıyor. Mantıksızlık, zıdlık Rus karakterine
özeldir” diyebilirler. Öyle ise dört yanımıza bakalım. Rastgele birini seçerek
ve peşin olmadan hakkında kesin bir hüküm vermeğe çalışalım. Çaresiz, binlerce
zıdlıklar ile çevrilmiş olacağız. Ve sonunda korkmadan savunulabilir ki, son
sözümüzü söyliyemiyeceğiz. Bunun aksine olarak, Balzae tipinde bir romanm,
kadın veya erkek kahramanından söz açılınca, ona sevimli veya sevimsiz, alçak
ya da yüksek demek için, uzun zamana ihtiyaç yoktur. Din kitaplarının yasağı
bilinirken, benzerimiz hakkında hüküm vermiye o kadar düşkünüz ki, belki
romanesque edebiyatın başarısı bu yüzdendir. Karşımıza değerleri hakkında
aldammıyacağımızdan emin olduğumuz; kadınlar, erkekler çıkarıyor.
Entellektüelden arabacıya kadar okuyucu, gizliden gizliye, hâinden iğrenmeyi ve
genç öksüz kıza, hayranlığı diler. Dostoyevski’nin kahramanları Rus oldukları
için değil, belki bizim gibi insan olduklarından, yani canlı kaos ve zıdlıklar
içinde göründüklerindendir ki, onlar hakkında ne düşüneceğimizi bilemeyiz.
Çünkü Dostoyevski, onlara hiçbir düzen, hayatın mantıkından -ki bizim aklımızca
mantıks zlığın tâ kendisidirbaşka mantık vermemiştir. Her ân, onun
şahıslarının, duymaları normal olan duyguların zıtlarını beslediklerini
görmekle şaşırıyoruz. Fakat içimizden hangi birimiz, kendisini taraf
kollamadan dinlerse, içinde, ummadığı anî duygular bulmakla şaşırmaz. Yalnız,
buna biz önem vermeyiz, realiteye kulak asmayız. Hayatımızın her bölümünde
duymamız uygun ve mantıkî olan şeyleri duymıya savaşırız. Fransız
romancılarının yarattıkları kişilere uydurdukları kuralı kendimize uydururuz.
Dostoievsky’ye dair konferanslarının birinde -Rus
romancısını en iyi anlıyanlardan biri olanGide, şunu işaret ediyordu: “Sosyal
muvazaa, (danışıklılık) büyük yalan mü-i teahhididir. Ne kadar insan
hayatlarından, benliklerine korkunç olarak aykırı bir kişi rolünü oynamıya,
kendilerini zor-1 larlar. İçimizde, önce tasarlanıp, adı konmamış ve
önümüzde örneği olmıyan bir duygıı bulmak ne zordur. İnsan oğluı na her şeyi
taklit etmek, hiçi yaratmaktan daha kolaydır. Ne kadar insan bütün
hayatlarında, yalanla dolanla yaşamayı kabul ederler ve her şeye rağmen
danışıklılığm yalanında özel duygularının, samimî ifadesinden çok rahat ve emek
sarfı için de daha az zorunluluk bulurlar. Onlar buna kendilerini iktidarlı
görmezler.”
A. Gide tarafından, o kadar iyi anlatılan, bu
danışıklılığı bozmayı İstememek bizim için imkânsızdır. Dostoyevsky’nin dersini
iyice dinliyenler, artık -içindeki kişileri tabiata ilin tiyle Versailles gibi
düzene konmuşPsikolojik Fransız romarnının formülüne bağlanamazlar. Bununla
birlikte bu söz lerim kötüye alınmamalıdır: Versailles’a, Princesse de Cle
ves’e, Adolphe’a bayılırım. Ama, bizim de başka bir derse dikkat etmemiz
gerekir. Burada temelli bir noktaya doku nuyoruz: Bizim memlekette -Fransa
dabir hayal romancı sının önüne çıkan mesele, Fransız romanının geleneğinden
biı şey unutmamak, aynı zamanda onu yabancı ustaların, Anglo Saxon’ların ve
Rusların, özellikle Dostoievsky’nin verimi ili zenginleştirmektir. Bizim için
düşünülecek şey, kahraman lanmıza mantıksızlığı, belliliğin ötesini ve yaşayan
varlık larm çapraşıklığını bırakmak, aym zamanda açıklık, düzeı yaz cısı kalmak
ve inşaya, ırkımıza göre düzenlemeye çalış maktır.
VII
Şu iki zorunluluk arasındaki çatışma: Bir yönden
lojil ve akla uygun bir eser yazmak -öbür yönden kişilere belli liğin ötesini
ve hayatın sırrını bırakmakişte çözeceğimi tek dâva budur. Bana kalırsa,
birtakım eleştirmecilerin, ye ni romancıyı ezdiğini ileri sürdükleri zıtların
önemi yoktuı Bunların arasında, örneğin, romanın konuşulan dili kullandı ğım ve
Chateaubriand’dan beri, konuşulan dil ile yazılan dil a rasmda boşanmanın tam
olması dolayısiyle, romanın bir sana eseri olmıyacağını söyliyenler var. Bu
eleştirmecilere göre, ar tistlikteın uzaklaşıldığı derecede, iyi bir romancı
olmak kabil dir. Bunun zıddına olarak. Ramon Femandez le birlikte, inar makta
olduğumuz düşüncenin başarılı bir roman, bütün edebi yat cinslerinin en
artistik olanıdır. Çünkü estetik denges daha içtendir; kaskatı ve belli
kurallardan daha bağımsızdır. Sebeplerini, delillerini burada uzun uzadıya
anlatacak değ liz. Ama şunu da söyliyelim ki, çok titiz artist kalmakla bil
likte, reel’i anlatmak, bugünün romancısının şerefidir. Do| rusu Duhamel,
Morand, Carco, Maurois, Montherlant, Vaudc yer, Lıacretelle, Giraudoux gibi
başka yönden birbirlerinde çok ayrı olan yazıcılar arasında, bu titizlik
birleşme çizgi! olarak kalmıştır. Onlarda ağabeylerinden çok, şekil kaygı!
vardır. Ve sanatın zorunluklarile, en günlük realiteleri anlat mak ödevini
barıştırırlar. Doğrusu, ihtirasların anlatılışında olabildiği kadar ileriye
gitmek istediklerindendir ki, üslûp kaygısı onlarda hâkimdir. Her şeyi
söylemeğe cesaret etmek, ama her şeyi olduğu gibi söylemek; bugünkü
romancıların yöneldiği amaç budur. Cesareti namustan ayırmıyorlar. Namus
kaygıları cür’etleriyle denk olarak çoğalıyor ve böylelikle klâsik geleneğe
bağlanıyorlar. En büyük atılgajnlığı en büyük edeple birleştirmek bir üslûp
meselesidir. Bir yazıcıda, şekil kaygısı, onu varlıklar yaratmaktan
alıkoyabilmiş midir? Tharaud kardeşler gibi olgun yazarlar, romancı olmak
istedikleri vakit, bize eşsiz olan Maîtresse Servante’ı verdiler. Hayır, bizi
yalnız bir dilemmein tehdidi düşündürüyor: Romancının yarattığı kişiler üzerine
etkisi... Ne dereceye kadar onlara hâkimdir? Ne kuklada olduğu gibi, onların
iplerini çekebilir, ne de onları kendi başlarına bırakabilir. Çünkü o zaman
bize yalnız zıtlar içinde, binlerce heves arasında parçalanmış ve sonunda ilerlemiyen
yaratıklar gösterecektir.
Biraz zındık görünmek bahasına, cesaret ederek
söyliyelim ki, romancmm karşısına çıkarı zorluklar bütün ilâhiyatçıların
çözmeğe çabaladıkları, Allah ile insanın alış-verişine pek çok benzemektedir.
Orada olduğu gibi, burada da düşünülecek şey Yaradan ile yaratılanın
hürriyetlerini barıştırmaktır. Romanlarımızın kahramanlan, bir ilâhiyatçının
insan hürdür dediği mânada hür olmalıdır. Romancının, keyfî olarak onların
kaderlerine karışmaması gerekir. Nitekim Malebranche’a göre, “Cenâbıhak özel
iradeleriyle dünyadaki işlere karışmaz.”
Ama öbür yönden Allah'ın da hür, kullarının
üzerinde sonsuz hür olması gerekir. Bunun gibi romancı da, artistin eseri
karşısındaki salt hürriyetinden faydalanmalıdır. Benzeyişi daha ileri götürmek
istersek, sanat yaratılışına kaydınlan bu kurtuluş savaşında; tasarladığı
plânda hiçbir şeyi değiştirmeden, salt bir mantıkla plânını yürüten ve kitabında
şahıslannı, seçtiği yolda, gevşemez bir şiddetle kovalıyan Fransız romancısı,
Jansenius’ün Allah’ına benzemektedir.
Edebiyata kaydırılınca Mukadderat sim, daha az
bunaltıcı olmakla birlikte, içinden çıkılması daha kolay değildir. Burada
meslekten bir adam olarak, denememi söylüyorum: Kahramanlarımdan biri,
kendisine çizdiğim yolda, sessiz, uslu ilerlediği ve benim çizdiğim yollan
geçtiği ve sonunda ondan beklediğim bütün hareketleri yaptığı vakit, üzülürüm
Tasarılarıma bu kadar boyun eğme, kendisine has bir hayatı olmadığını, henüz
benden ayrılmadığım, sonunda bir hayal olarak kaldığım belli eder, içimden;
yarattığım tip, bana karşı koyduğu ve ona yaptırmak istediğim hareketlerin
önünde inat ettiği vakit sevinirim. Bu hal belki bütün yaratıcıların, uslu
çocuğu, savurgan çocuğa üstün tutmalarındandır. Eserimin değerinden kahramanım,
beni, kitabımın yönünü değiştirmeğe zorladığı ve ilk önce sezemediğim ufuklara
doğru ittiği vakitki kadar, hiçbir zaman emin olamam. Bu, bize dramlarımızda
protagoniste’lerin psikolojisini, Fransız geleneğine göre düzenlemekle
birlikte, öbür yönden, her yaratıcının kendine göre ölçeceği nisbette, bizden
çıkan ve kendilerine hayat üflediğimiz yaratıklara emniyet ve onların tuhaflıklarına,
zıdlıklarma olağanüstü saygı gösterebileceğimizi ve onlarda, bize beklenilmez,
umulmaz görünen şeylere önem vermemiz lâzım geldiğini anlamamıza yardım edecektir.
Çünkü, onlara verdiğimiz etten yüreğin çarpıntısı, buradadır.
lışıyoruz. insan varlığında yalnız kendisine hâs
olanı, dıştan zorla kabul ettirilmiyeni, bilmeyi iş edinmekle, yalnız
şekilsizin ve olurken çözülenin üzerinde uğraşmak tehlikesiyle karşılaşıyoruz.
Daha doğrusu, araştırmamızın konusunun bile, zekânın pençesinden kurtulması,
bozulup dağılması tehlikesine düşüyoruz. Böylelikle, insan kişiliği
parçalanmıya yüz tutuyor. Çünkü düşüncelerimiz, 'inançlarımız dıştan gelmekle
beraber, gene varlığımızın bütünlüğü içindedirler. P. Bourget’nin “Etappe — Yol
başı” romanında, en bayağı hareketleri, en âdi sözleri, felsefeleri gereği
olduğu halde, Jakoben Manneron ile gelenekçi Ferrand, gene etten ve kemikten insanlar
olarak görünmektedirler. Çünkü, bir adamın dinsel ve filozofik düşünceleri,
onda hayvan kadar -bu düşünceler olmasa idi sadece o hayvan olarak kalacaktı-,
gerçek, ikinci bir tabiat, bir kelime ile, yeni bir adam yaratırlar.
Bourget’nin, incelediği insanların kendi hayatlarına entellektüel ve moral bir
düzen ve bir lojik uydurdukları ölçüde, onun da, insanla ilgüi duygulara, sert
bir lojik tatbik etmesi pek normal görünmelidir, insanın, sadece en kişisel
enstenktlerini tanımayı istemek ve biteviye daha keskin bir bakışla, yalnız
insanla ilgili kaos’u kucaklamak kaygısından başka bir şey bilmemek, yalnız
insanın bulanık, geçici hareketlerini çizmek, bunda yeni roman için korkunç
bir tehdit vardr ve bu tehdit özellikle Proust’un kitaplanndadır. Evet,
Proust’un eşsiz eseri, bu noktadan, bize bir hatırlatma ve örnek olabilir.
Marcel Proust, eserinin yalnız bir yerinde,
romancı Bergotte’un ölümünü anlatırken, bu dünyadan tamamiyle başka, iyilik ve
fedakârlık üzerine kurulmuş bir âlemin varlığına, inancını belli eder,
öyleyse, biz romancıların, insanı bütünlüğünde kavramak, gölgede hiçbir şey
bırakmamak amacımdır, bilelim ki, bu inanç ve bu özlem de en bayağı ihtiraslar
kadar yüreğimizi tamamlamaktadır. Kendini unutmak, temizlik ve olgunluk
sevgisi, adâlet aşk ve susuzluğu, bunlar da insanlığın servetlerindemdir.
Romancılar! Bunlar hakkında da tanık olmalıyız. Neden, insanda yalnız köklü
olarak, duyularının kıvranmasını ve karanlık dededen gelme ; kötülükleri alalım
? Katil kadınlar ile orospularda da; düşmüş ama gene hidâyete varmış yaratıklar
gördüğü içindir ki, dinli Dostoievsky’nin kitapları Proust’un eserine o kadar
üstündür. Bir gün (Marcel Proust’un eserlerinde Allah korkunç olarak yokluğunu
belli ediyor.) demiştim. Biz, onun, alevlerin, Sodom ve Gomore yıkıntılarının
içine girmesini ayıplıyanlardan değiliz. Yalnız, zırhsız girmesine acınıyoruz.
Bu kusur, eserin cılızlığı ve sınırıdır; insanca anlayış burada yoktur. Bu eseri
dolduran kişilerin hiç biri, ne moral kaygıyı, ne vicdan rahatsızlığını, ne
olgunlaşma isteğini düşünüyor. Hiç biri temizlik nedir bilmiyor. Ya da
kahramanın annesi ya da büyük annesi gibi temiz olanları, öteki kişilerin
farkına varmaksızın, normal kirlenmeleri gibi, onlar da kendiliklerinden, o
kadar normal ve temizdirler. Burada hüküm veren, dine inanmış adam değildir.
Moral perspektifin yokluğu, Proust yönünden yaratılsın insanlığı
fakirleştiriyor ve onun kâinatım daraltıyor. Dostumuzun büyük yanlışı, bizce
eserinin bir parçasındaki kimi vakit kaba olan atılganlıktan çok, bir kelime
ile anlatacağımız noktada, -“Allah’ı buluş”un var olmamasındadır. Kendilerine,
bilinmedik ülkelere doğru yol açtığı ve ölü denizlerin altındaki ülkeleri,
sabırlı bir atılışla su yüzüne çıkardığı, arkasındaki yoldaşlarına kalan ödev,
bu yeni dünyaya Hidâyeti (Kurtuluş) katmaktır.
IX
Flaubert, ahlâk bozanlıktan başka bir ün
dilemiyordu. Her gün, gençliği bozmakla suçlandırılan yeni romancılar,
kendilerini o kadar gevşek savunuyorlar ki, Flaubert’in ülküsünü,
benimsediklerini ve gizlice düşmanlarına hak verdiklerini sandırıyorlar. Kendi
hesabıma, dinci gazeteler beni sarsalıdan beri, sinek mevsiminde, memleketimin
katırları gibi, ancak kulaklarımı oynatabildim.
Fakat belki bazı küçük gerçekleri sayıp dökmek
zamanı gelmiştir. îlkin şunu: Dinî dâvaya hizmet etmeden, insanı daha iyi
anlatmıya çalışmak imkânsızdır. On sekiz yüz yıldan beri, yaratılmış, birçok
Apoloji’ler içinde biri vardır ki -Pascal’ın Düşünceler’ibunun en yüksek
ifadesi olarak kalacak ve ruhları daima “îsâ" ya çekip götürecektir, insan
yüreği ile Hristiyanî dogmalar arasındaki imrenilecek uygunluk onunla
aydınlatılmıştır.
Bugün tasarladığımız şekilde roman; ihtirasların
bilinmesinde daima daha ileri gitmek için bir davranıştır. Babalarımız
tarafından çizilmiş haritada, Tendre (l) ın memleketini, bilinmez toprakların
kuşatmasına razı olmuyoruz. Lâkin çöle daldıkça; suyun yokluğu bize daha çok
ıztırap veriyor ve susuzluğumuzu daha çok duyuyoruz.
Cür’etli ve çok cür’etli bir romancı yoktur ki
bize kendimizi öğrettiği nisbette, ruhumuzu, Allah’a yakınlaştırmış olmasın.
Dinin gerçeğini öğretmek üzere düzülmüş bir hikâye, aslâ bana tesir etmedi.
Hiçbir yazıcının, Allah’ı, eserine dıştan sokmasına izin yoktur, diyebilirim.
Allah bizim ölçümüze göre değildir; bizim ölçümüze göre olan, iınsaııdır.
Yazılmış olduğu üzere, Allah’ın saltanatı ancak insanın içinde bulunabilir.
İmam kuvvetlendirmek isteyen bir hikâye, değerli
bir romancının eseri de olsa, Allah’ı yardakçı yaparak uydurulmuş, düzülmüş
izlemini bırakıyor. Oysa ki, hiçbir kimsenin, Colette’in Cheri’sini üiklerine
kadar “AJlalı’sız adamın sefaleti” niın ne demek olduğunu anlamadan okumasına
imkân yoktur. Bu asır çocuklarının en acı ve en “cynique” itiraflarından,
anlatılmaz bir inilti yükselmektedir. Proust’un son eahifelerinde, yalnız şunu
görebiliyorum: Açık bir delik, sonsuz bir yokluk. (Absence).
Bir dindar nedir? ilkönce, insan olarak var olan
ve kendini anlıyan bir adamdır. Doğu, yüzyıllardan beri Isa’yı itiyor ve
istemiyorsa, bunun sebebi, Doğu’lunun tek insan varlığını inkâr etmesi,
şahsiyetinin erimesine özlemi ve üniversel olanda kaybolmayı dilemesidir.
Bunun içindir ki, görünüşte dine en çok düşman
edebiyat, onun uşağı olarak kalır. Nietszche’nin işaret ettiği yazıcılar
gibi, “Çarmıhın dibine” yıkılmıyanlar bile, Isa’ya hizmet etmişler, daha
doğrusu Isâ onlara hizmet ettirmesini bilmiştir. Jean Guiraud ile râhip
Bethleem in tasarladıkları Rabelais’si, Montaigne’yi, Moliere’i, Voltaire’i,
Diderot’su (geri kalanlar için endekse bakınız) olmıyan bir Fransa, râhip
Bethleem ile Jean Guiraud’suz bir Fransa olurdu. Çünkü bu Hı-istiyan olmıyan
bir Fransa olacaktı. Humaniste’ler sezmeden, insana en büyük yeri ayırarak,
İsâ’nm saltanatının bir
ân önce gelmesine yardım etmişlerdir. Bunlar en
yüksek yeri; tok çehresinde, gövdesinde, düşüncesinde, emellerinde ve aşkında
kadiri mutlak Allah’ın izlerini taşıyan yaratıka vermişlerdir. Aramızda, en
lekelimiz Veronique (1) in tülüne benzer; bu bitkin yüzü, görünecek hale
getirmek artiste düşmektedir.
Hayır, biz ahlâk bozucu değiliz. Biz, şehvet
ressamı değiliz. Eğer kitaplarımızın yanma genç ve cılızların sokulmasını
yasak edecek setler yapılmasını istiyor ve bunu anlıyorsak, gene
denemelerimizle biliyoruz ki, birçok ruhların kurtarılmasına yarayan eserler,
birçoklarını bozabilir. Bu. Mukaddes kitap için de böyledir. Birçok
terbiyecilerin ilk yanlışı, ihtiraslardan söz açmamak, onları yok etmek
olduğuna inanışlarında değil midir? Bir manastırın duvarları arasında
beslenen, kitapsız, gazetesiz bir delikanlının, hepsini birden yoktan var
edeceğinden şüphe etmeyiniz. Çünkü hepsini kendisinde taşımaktadır. Ne yazık
ki, içimizde saltanat süren yalınız Allah değildir.
Jacques Maritain bir yerde, “romancı hoş görmemek
ve kahramanı ile çirkinleşme yarışma girişmemek şartiyle, her şeyi
resmedebilir.” diyor. Asıl mesele buradadır. Çirkinleşmiş, kirlenmiş
yaratıklar yukarıdan resmedilemez. Yaşamak için bu yaratıklar yaratıcılarından
daha kuvvetli olmalıdırlar. Yazıcı onları idare etmez, onlar yazıcıyı
sürüklerler. Eğer hoş görme olmazsa; hüküm ve karışma olur, eser de yarım
kalır. Maritain’in istediği şeyi yapabilmek için, bir veli olmak lâzımdır...
Fakat o zaman, roman yazılmaz. Velî olmak (Saintete) susmaktır. Romandan
-Bernanos’un yaptığı gibi boynuzlarından yakalamak müstesnaŞeytanı sürmek imkânsızdır.
Elbette rezaleti getiren adamın vay haline!
Dindar bir yazıcı, ensiz bir tepede, iki uçurum arasında ilerlemektedir.
Rezalet çıkarmamak, fakat yalan da söylememek, isteğin tutuşmalarına meydan
vermemek lâzımdır. En büvük tehlike nerede? Delikanlıları korkulu rüyalara
salmakta mı, yoksa çiğ yalanlarla Allah’a ve mabedine tiksinti duyurmakta mı?
Bundan başka aptallığın kâfirliği de vardır ve kendisinden ebediyen uzaklaşan
ruhların hesabını ancak Allah... Fakat hayır, biz temizlik örneği verelim. Bizi
suçlu sayanlan bile anlamıya çalışalım. Kilise çevresinde bazılan -kilise
babalarına çıkmaya lüzum yokbelli bir geleneği uzatıp gitmektedirler. Jean
Racine’in öfkesine rağmen, Nicole’ün yazdığını hatırlıyalım: “Bir romancının
veya bir tiyatro yazannın, namuslu kimselerin inancına göre pek saygıya değer
olmıyan kaliteleri, Hristiyan dininin ve Mukaddes Kitabın kanunlarına göre
korkunç ve müthiştir. Bir romancı veya bir tiyatro şairi, vücutlann değil,
inanmış ruhlann genel zehirleyicisidir ve kendisini sayısız ruh katliyle suçlu
saymalıdır.”
önünde H. Bordeaux'nun bile affa eremediği bu
Janseniste’e, M. Guiraud’ya inanmalı mı ? Bize kalırsa, söylemeğe karar
verdiğimiz inancımız şudur:
Eğer; insanı incelerken, gerçekten aynlmazsak,
aldanmadığımıza inanıyoruz. Biz, iç dünyasınm buluşlarına bağlıyız.
Gördüklerimizden hiç birini saklamıyacağız. Jean Belde’in, roman hakkımdaki
uzun bir incelemesinin sonuna ekleyip, dindar yazıcılara pek haklı olarak
hatırlattığı, büyük bir Rus romancısının sözlerini de benimsiyoruz: “Ben
hayatı, muhayyilenin hülyalannda değil, realitesinde kovaladım ve böylelikle
Hayatın kaynağı, olana erdim!”
François Mauriac’m, romanvn haklerini anlatan etüdünü okurken ve bizim
için pek değerli âfıvalara dokunduğundan, onu dilimize çevirirken, bir atn Türh
roma/nvmn hali gözümün önündev. gitmedi.
Avrupa romancıları kişiler yaratıyorlar ve bu kişilere sonsuzluğa yakı'tv
ömür verebiUyirlar. Bunları/n içinde bazilam, isteyince, ok-uyıu'idarın ı rüya
ve fantezi ülkesine uçurarak, kendinden geçiriyorlar, ya da arkasına ta'kıp,
maceralar peşinde sürüklüyorlar. Birtakımı da, moral, sosyal ve Idini faciaları incelemekten
yoruldukları vakit, yüreklerin
meleklere bile kapalı ve yalnız Allah’ın Tanrısal bilgisine açık sırlarını desmiye haJhıyor, sorvra topluma hizmet için, belli bir ideoloji yolunda dönüşüyorlar.
AraSlarvnda nüfus haydi ile yarışa çıkanlar, devrinin felsefesiyle at bası
gidip, romanını ruh bilgisinin
en yeni verimlerine göre moral bir anatomi afişi haline getirenler, biteviye daha çok reeli yakalayabilmek kaygısı ite, insani hiçbir şeyden
tiksîn-miyerek en iğrenç manevi bataklığa dalanlar olduğu gibi, bir ihtirasta
özetlenmiş tip yontanlar, ya dia mantıksızlık içindeki insan kaos’lannın tek
çizgisini bozmadan eserlerine aksettirenler var.
Mauriac’m uzım uzadıya anlattığı★ ve bizim birkaç cümle ile ufuklarım göstermeğe çalıştığımız çeşit çeşit
istidatlarım mahsulleri karşısınida, acaba romanımız, Türk romanı ne haldedir
f Bu hatırlayış, hemen söyliyelim ki, bize derin bir hüzün vermekle birlikte,
bir inkâra sapmak için değildir. Çünkii, kendimizi yoklar ve tanlarken Batıyı
gözönibne almamıza sebep, bu bakışın her★ zaman derecemizi aşmak için coşkun bir teşvik olacağına, hiç olmazsa
şimdilik olması gerektiğine inandığımızdandır.
Biliyoruz ki, Türk romanınım tarihi ancak v'irım asırlıktır. Henüz onun
geleneği kurulmamış, kendine hâs karakteri belirmemiştir. Bu yüzden onu
Fransız, İngiliz, Rus şdheserleriyle ölçmeğe, ondan mucize beklemeğe hakkımız
yoktur. Bir iki kuşakta, Türk romanının), Halit Ziya’daki üslûp zarifliğine,
Yakup Kadri’deki büyük sanata varmak için, ufacık bir fiske isteyen şiir ve
tahlile, varması bile, bir başarıdır. Bununla birlikte, romancılarımızın
dünyasvm dolduran insan yönünde düşündüklerimizi söylememiz affedilsin.
Bize öyle geliyor ki, romjanılarımızda hayat, k’tirşımıaa özii
değiştirilmiş, cevheri alvnmış garip bir aksiyon ve düşünce sistemi gibi
çıkıyor. Bunlardaki dünya, içinde bulunduğumuz dünyadan bambaşka, neredeyse,
yer altında, tabiî ışıktan ve gerçek renkten yoksun, içinden çıkılaca>k
kapısı ve aiine kavuşmak için penceresi olrmyan, dar ve çok karışık bir
lâbirenttir. Bu yeraltı 'dünyacında yazarlarımızın elde edemedikleri kişiler,
kimi vakit anlayışsız bir gürültü, kimi vakit mânâsız bir sessizlik içinde
gezip dolaşıyorlar, isteyip kovalıyorlar, sevip iğreniyorlar, aldatıyor, ya da
aldamnyorlar, gülüp ağlıyor ve sonunda, önceden belli bir kaza ve kader sonucu
silinip İcayboluyorlar.
Bunların Allah, toplum ve vicdanla çatışmaları püf tendir; yalnız anarşi,
bezginlik ve yorgunluk içindedirler. Hangi yoldan gideceklerini bilmiyorlar,
vanlaicak amaçları yok. Sevgilerinde orta, kinlerinde orta, atılışlarında ve
kendilerini verişlerinde hep ortdrlırlar. Allah’ın uzaklaştığı bu sanat
mahsulü toplumdan, sanatçı da çekilip gitmiş gibidir. Kişiler kendi başlarına
kalmış, küçük küçük doyumlar uğrumda zehirlenmişlerdir. Bu; zamandan,
mekândan, reelden uzak, yer ile gök arasındaki idealsiz insanlık, bize
ısmarlatma, uydurma, düzme duygusunu veriyor. Ne onların ıstıraplarına, ne
ferahlarına orb'Jk olabiliyoruz, ne de vcur otduklanna inanabiliyoruz.
Türk adam ve Türk adamvn vicdanı, nıa-nevi değerlerinin haritası; alzmış,
ıstırap çeken ya da disipline, kamuna varmış şahsiyeti nerede? Romancımız ne
vakit, anlattığı renksiz, temeli, özlemi olmıyan küçük çaptaki insanların
hikâyesindeki kurtularak, kendimi dinliyecek, belli bir iklimin, belli bir milletin
içinde, etten ve kemikten, kendisini bize zorla kabul ettiren Yeni Türk Adamı
tarif edecek, anlatacaktır. Ne vakit içgülerin biraz yukarısına çıkacak ve
dilletantizmaı hxvstalığvndan bıkarak, seçmeye ve hakikati her şeyden üstün tutmıva baştvy'ucakt.tr f Bütün kuşağımızı kı vrandıran
bilmecelerden. tepkilerden; isyanlardan, kendini kontroldün; kararlardan ve
tereddütlerden; ihtiraslardan ve kavuşmalardan; vicdan azanlarından ,
şikâyetlerden ve meselelerin meselesinden edebiyatımızda iz yok. Her türlü
çatışmanın, din, ahldk, a)şk, ideal düğümlerinin acısı içinde yasvyoruz.
Önümüzde bir yığın soru var: Hepsi çözülmek, açılmak, güne ve güneşe kavuşmak
istiyor. Ama romancı bunlara dö>nüp bakmıyor.
Oysa ki, hayzlt durmuyor, ilerliyor ve bütün meseleleri, sessiz,
fei'dlerin, ailenin yıkılması bafocasma çözüp geçiyor. Manevi ya da maddi ölüm
her şeyi temizliyor, silip süpüriiyor. Çünkü recim karsısında tek adam
duraksama yapamaz, elbette seçmeye ve Sfenksin sorduğu bilmeceyi çözmeye
zorludur.
Türk rorm"Jmcısı; hiç olmazsa-, bu cevapları verilmiş sorulara, ne
vakit, (akı kor) olumuna gelmiş bir kitap gibi, avuçla^ nmızm yanmiası için,
elimize bırakacaktır f
olabiliyoruz, ne de
var olduklarına inanabilin/oi'uz.
Türk adam ve Türk adamım, vicdanı,, manevî değerlerinin haritası; aizmış,
ıstırap çeken ya da disipline, kamuna varmış şahsiyeti nerede? Romancımız ne
vakit, anlattığı renksiz, temeli, özlemi olmıyan küçük çaptaki insanlab'in
hikâyesinden kurtularak, kendimi dinliyecek, belli bir iklimlin, belli bir milletin
içinde, etten ve kemikten, kendisini bize zorla kabul ettiren Yeni Türk Adamı
tarif edecek, anlatacaktır. Ne vakit içgiilerin biraz yukarısına çıkacak ve
dilletantizmaı hastalığından bıkarak, seçmeye ve hakikati her şeyden üstün tutmıva başlılMcaktırf Bütün ku-sağımızı kıvrandırayı bihnecelevden, tepkilerden;
isyanlardan, kendini kontrolekvn; kararlardan ve teroddütlerden; ihtiraslardan
ve kavuşmalardan; vicdan azanlarından, şikâyetlerden ve meselelerin
meselesinden edebiyatımızda iz yok. Her türlü çatışmanın, din, ahlâk, ask,
ideal 'düğümlerinin acısı içinde yaşvyoruz. Önümüzde bir yığım soru var: Hepsi
çözülmek, açılmak, güne ve güneşe kavuşmak istiyor. Ama romancı bunlara dö‘nüp
bakmıyor.
Oysa ki, hayılt durmuyor, ilerliyor ve bütün meseleleri, sessiz,
ferdlerin, ailenin yıkılması bahasına çözüp geçiyor. Manevi ya da maddi ölüm
her şeyi temizliyor, silip süpüriiyor. Çvmkil reclin karşısında tek adam,
duraksama yapamaz, elbette seçmeye ve Sfenksin sorduğu bilmeceyi çözmeye zorludur.
Tiirk roma\ncısı; hiç olmazsa, bu cevaplan verilmiş sorulaîret, ne vakit, (ak
kor) olumuna gelmiş bir kitap gibi, avuçla^ rımızın ya>nmfası için, elimize
bırakacaktır ?
GOETHE’NÎN HAYATI -BERNARD
GREETHUYSEN
Vauvenargues: “Can çekişenin aklı hayatını kötüler’’
diyor. Ama ölmek üzere olanlar nasıl haksız sayılabilirler ? Hayat sadece
yüzey ve ölüm ise derinliktir. Biri Zaman, öbürü Ebediyet’tir. “ölümle karşı
karşıya kalmış ruh, zaman ile ebediyetin tam bir karşılaştırılmasını yaparak o
âna kadar benimsediği düşüncelerin gerçekten sonsuz derecede uzak olduğunu,
hayalinin zamana ve geçici olan birçok şeylere olağanüstü bir uzunluk ve
büyüklük verdiğini anlar... Ve ruh bütün bu düşünceleri iter, kendi körlüğüne
şaşar, düşünce yönünü, batmak üzere bir kaptan gibi görüşlerini değiştirir.'"
Can çekişen böyle söylenirken yaşayan ona ve
cevap verebilir? Belki; “Yaşamış olmak az mıdır? Var olmuş bulunmak size
yetişmez mi?’ der. Ona güneşin sıcaklığından ve yaşadığını duymanın ne kadar
güzel olduğundan söz acar. Coşkunlukla hayattan, bütün varlıkları canlandıran
ve sizin de zamanında paylaştığınız hayat coşkunluğundan bahseder. Ama acaba
öbürünün bıraktığı hayatın manzaralarını böyle mi tesbit edecektir?..
Sanmıyorum. Yaşamış olmak can çekişen için birçok
şeyi, özellikle zamana bağlı olan şeyleri anlatıyordu. Size bir yolculuktan ya
da bir tesadüften, oturduğu bir yerden ve içinde barmdığı bir evden; ine
bileyim daha nelerden söz açacaktı ?
Ama ebediyetin önünde susuverdi. Hayat
atılışından dem vuran canlı, onu nasıl yeniden söz sahibi edebilir. O da
aslında perspektifini değiştirdi. Bir hikâyeyi bir biologie verimi haline
getirdi. Hayatı varlıktan yoksun ve soyut kıldı. Can çekişen bunda kendisini
kaybediyor. Orada kendisine ilgüi olanı ve ancak dostlar arasında konuşulanı
nasıl bulsun?
Bununla birlikte belki can çekişenin hikâye
edeceği pek önemli şeyler vardır. Bunlar belki meselenin verimlerini değiştirebilirler.
O, tarih meydana getirmiş ve ya da başkaları meydana getirirken orada bulunmuştu.
Hâtıralarını yazıyor. ölüm döşeğinde de yazmıya niçin devam etmesin? Yazılan
herkesi ilgilendiriyor.
Boş, ne kadar da boş!.. Ve size, başka şeylerden,
kendisinden, özellikle tarihin bilmediği şeylerden söz açmak istemediğini kim
söyliyebilir ? Tarihin de ebediyeti vardır. Ve ötekinden daha az müthiş
değildir.
Son demde görüş değiştirip inkâra mecbur olmadan,
niçin bir hayatın kendisine özel ölçüleri korunamıyor ve neden sadece olup
bitenden bâhsedilemiyor ?
Biyolojist ile tarihçi çekilip gittiler. Şimdi
hayata vefâlı kalacak ve can çekişenin hiçbir şey değiştirmeden kendi
hikâyesini anlatmasını sağlayacak adam nerededir?
Goethe’nin hayatı, Goethe’nin lejandı, hayatın
geçici lejandı var. Böylece genişliyen ve dünyayı saran hayattan daha şaşırtıcı
ne olabilir? Gerçekten ondan çok önce, her hayatta durağan yıldızlarla bir
göklerden meydana gelmiş bir kâinat olduğunu keşfeden ve bu kâinatın
mukadderinin de bir hayata, bu hayatın da kâinata nasıl karşılıklı bağlı ve
böylelikle ikisinin birleşip (bir) olduğunu açıklamaya çalışan Paracelse vardı.
Ve gene her ferdin hayatı kâinatın hayatıdır, bütün tesadüfler bu hayatın
kanunu olan kanunla olur diyen Leibniz vardı. Fakat bunları göstermek
gerekirdi. Çünkü onları dinleyince bütün bu felsefelerin lâf oIud olmadığını ve ya da işin sonunda günlük yönleriyle basit hayatın,
feylesofların tasarladıkları hayat ile tıpkısı olup olmadığını sormamak elden
gelmiyordu.
Ama Goethe’yi okuyunca şüphe edemez oldular. Burada
hayat, bütün hayat özrünü ve arıtlamasını bulmuştu. Bu, uzun zaman kaybolduktan
sonra, yeniden bulunan hayat gibi daha güzel görünüyordu.
Ortada Goethe’nin hayatı vardı. Daha çok ne
istenebilirdi ? Bütün ötekilerini barındırdığı sanılan bu hayat’.n yanında
her biri kendi hayatını görüyordu. Çünkü bu hayat, sınır tanımıyor gibi idi. Bu
hayat bütün hayatların hayatı idi, o kadar genişti. Hepsi, uyandırdığı ölüler
gibi rastgeldiği canlılar da orada idi. Orada herkesin yeri vardı ve herkes
orada kendi hayatını bulmakta idi.
Sonra her şey siliniyordu. Yalnız kendi içine
kıvrılmış bir hayat kalıyordu. Onda her şeyiaı nasıl birbirine bağlandığı ve
nasıl biri olmayınca öbürünün de olamıyacağı ve bütünün düzgün bir sıra kurduğu
görülüyordu. Sonra gene bu hayat bütün hayat idi. Bu hayatın çocukluğu bütün çocukluk,
bu hayatm aşkı bütüın aşktı. Her biyografi bir genel tarihtir. Bu hayatın
öğrettiği şey de bu değil mi idi? Âlem bir hayatın artığı ile karışmış
görünüyor. Ama orada geçip gitmek üzere bulunmaktadır, öyleyse hemen karşılamağa
hazırlanalım. Aslında onu bu geçişten ve bir hayattan geçerken gösterdiği
manzaralardan başka nerede kavrayabiliriz? Bırakın öyle ise yaşıyan bize
gördüğünden, kendi yaşayışından söz etsin.
ŞAİR İLE FİLOZOFLAR
FİLOZOF — Yolcu, nereye gidiyorsun?.. Dur!.. Çünkü
bu yerde âlemi sorguya çekmek için duran ve sonra kendine dönmek istiyen
benden daha çok ne bUeceksiın? Neyi aramıya gidiyorsun? Olduğundan başka ne
olabilirsin. Ve her yerde aynı değil misin?
GOETHE — Değişiyorum!
FİLOZOF — Fakat asla aynı olmayınca nasıl kendini bulur ve “ben” diyebilirsin?
GOETHE — Ben değişenim!
FİLOZOF — Daima değişerek sonunda ne bulacaksın?
GOETHE — Hayatımı!
FİLOZOF — Bu, sana yetecek mi?
„ GOETHE
— Dünyayı, bir hayatın dünyasını, tanıyabile
ceğimiz biricik şeyi tanımış olacağım. Her hayat
onda olduğu gibi o da bir hayatın içindedir. Bundan çok ne öğrenebilirsin ?
★
Öyleyse dünya ile Ben’in karşılaşmasından doğan
hayat var, o benim hayatımla dünyanın bütünlüğüdür. Onları yalnız ölüler
ayırır. Onlar dışarıda, başka bir yerdedirler. Ya da doğrusu hiçbir zaman ve
mekân içinde olmadıklarından hiçbir yerde değildirler. Çünkü hiçbir hayata
bağlılıkları yoktur. Kendi aralarında konuşurken, şöyle söylenirler:
Artık dünyanın özünü, ne olduğunu biliyorum,
önceleri bilemiyordum. Çünkü içinde idim ve iyi1 göremiyordum. Nitekim
eşyayı da ancak birer birer görebildim. Bir gün birini, başka bir gün
ötekini... Artık içinde olmadığımdan, ey bin görünüşlü aldatıcı dünya,
avucumdasın, elimden kaçamazsın? Senin formülünü büiyorum: X = A.
Ölüler böyle konuşurlar. Yaşamış olduklarını bile
hatırlıyamadıkları için, yalnız soyut Ben’i ve kendiliğinden olan şeyi
görürler. Şu halde felsefe peşin, vakitsiz bir ölüm olacak. Hâlâ varım, ama
yaşamıyorum. Varlığım zamana bağlı değildir. Söylediğim bunun için her vakit
doğru olacaktır. Bilmek için ölelim.
Buna karşı Goethe görmek için yaşıyalım!
diyecektir! Hayatın içinde kalalım. Ancak böylelikle dünya bize kendisini
verebilir. Yaşadım, vardım! Bundan daha çok ne söyliyebiliriz ?
SAINT AUGUSTIN VE GOETHE
SAINT AUGUSTIN — Anlaştık. Yaşasın! Yaş yorum ve
yaşamak istiyorum. Bundan daha gerçek olan ne vardır? Fakat her şey geçiyor;
her şey ölüyor. Artık var olmıyan şeylerin manzarasına kim dayanabilir ? Zaman
içinde kim yaşıyabilir ?
GOETHE — Ama bütün hayatlar arasındaki hayat, bu
hayat, benim değil mi idi? Ve her zamandan olan zaman içinde yaşamadım mı?
SAINT AUGUSTIN — Sana her şey verildi. Yalnız hiçbir
şeyin durduramadığı insanlara kendisini veren Allah’tan yoksun kaldın!
GOETHE — Şimdiye kadar beni durduran, bağlıyan ne
oldu? Senin dediğin gibi eşyaya demedim mi ki: “Aradığım siz değilsiniz? Beni
durduramıyacaksınz. Bırakın yoluma gideyim!..”
SAINT AUGUSTIN — Nereye gitmek için?.. Allah’a
mı ?
GOETHE —• Gözümden saklanan ve görülmek için şuracıkta
olduğunu bildiğim yeni ve eski bütün dünyalara doğru!
yacaksm! Kendini bırakman, kendini aşman lâzım.
Kendi kendini aş!
GOETHE — Daima kendimi bulacağım. Kim isem o kalacağım.
Yalnız bu hayat, Goethe'nin hayatı var. Onun dışında bir şey yoktur. Her şey
onun içinden. Nitekim sen de her yerde kendine rastlıyacaksın. Kendinden kaçıp
kurtulmana imkân yok. Kendi hayatından kurtulamazsın!
SAIN'T AUGUSTIN — Benim ölüm dediğime hayat diyorsun.
Kendini yakalamak istiyorsun. İşte daha şimdiden yoksun. Ey her gün ölerek
dünkü varlığını kaybeden neredesin? Elinde ise söyle bakayım; geçmişteki sen
olan (sen) nerededir? Onu görmemekliğim için nerelere sakladın?
GOETHE — Ben dünküyüm, ve yarın olacak olan da
benim. Arkama bakınca kendimi görüyorum ve önceki benliğimle konuşuyorum.
İkimiz ve geçmişteki sayısız kişiliklerim, aynı hayatta birleşmiş değil mi
idik? Bu hayat ihtiyarın olduğu kadar çocuğundur da. İkisi birbirlerine
ellerini uzatıyorlar. İhtiyar, çocuğu öldürmedi. Bak, iste orada oynuyor!
SAINT AUGUSTIN — Ama hiçbir şey sürmüyorsa ve sen
ki mutlu olmak istiyorsun, değişiyorsan, nasıl mutlu olabilirsin ?
GOETHE — Olduğum gibi kalırsam nasıl “ben” olabilirim
? Dışarıda ve bende hiçbir şey değişmezse yaşıyabilir miyim? Değişmiyen hayat
nedir?
SAINT AUGUSTIN — Ebedî hayat!..
GOETHE — Ölüm!..
GOETHE’NİN DİNİ
Şu halde her şey iyi idi. Her şey bu hayatın
içindeydi ve hayat güzeldi. Bırakınız ölüler hakkında ölüler hüküm versin, yok
olanları yoklar mahkûm etsin. Diyorlar ki: “Artık yoksun, varken şunu veya bunu
yaptın. Onlan yapmamış olmak için ne verirdin...” Ama hayatı hatırlıyamıyanlar
ne biliyorlar? Her şey olup bitmiştir. Nasıl olup bitmiştir? Ebediyet
içindedirler. Onlara zamandan bahsedince pek iyi anlamıyorlar. Zaman hayatlarından
o kadar uzak... Yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorlar. Haklarında hüküm
verebilmek ve otopsi lerini yapabilmek için yaşayanları öldürüyorlar.
Yaşadım! Her şey iyidir! Yaşama yönünde elime
geçenlerin hiç birini inkâr etmiyorum. Onu nasıl par çalara ayırabilirimi?
Hayat birdir. Pazarlığa yer yok. Dışarıdan
gelenlerin hepsi ruhumda barrndı. Kapılar ardına kadar acıktı. Onların
uzaklardan geldiklerini görüyordum. Hayatım hepsine konuksever davrandı. Orada
vatanlarında gibi idiler. Ve öyle olmaları gerekirdi. Kendime vefâlı olduğum
için hepsine vefâ gösterdim. Bütün bir âlemi baştan aşağıya ağırladım. Hiç bir
şey dışarıda kalmadı, konukseverliğim o kadar büyüktü. Hayata ve dünyaya
söylenecek daha ne olabilir, ikisi birbirine karıştıktan sonra... Hayat
hakkında hüküm verecek olan, dünya hakkında hüküm verecek olan nerededir? Ve
var olana “benim ol!..” deyip susma ile beklemekten başka ne yapabiliriz?
İSTEK ÇEKMELERİ
Kuvvet yasaktan, zorlamadan doğar, hürriyetle
ölür.
Leonardo da Vinci
Kendi içine çekilmek için Barres Portekiz’e
“Avrupanm son ucuna” giderdi. Paul Morand "Yalnız yer yüzü” adlı kitabını
yazmak için, Amerikamn Batı kıyılarına gidiyor. Biri Avrupanm, öteki de beyaz
ırk toprağının sonuna: Zamanın özelliklerine merak salanlar bu ayrılıktan bir
çok mânalar çıkarabilirler. Ama bu iki uca varanlar, Barres ile Morand, ikisi
de mutlu olmadıklarım biliyorlar.
Morand yazıyor: Kendimi bildim bileli, her zaman
iyileşmiyen bir yara, gibi, başka yerde bulunmak isteğini duyuyorum. tsâ’yı
Taklid “değiştireceksiniz ve etkisinden daha iyi olmıyacaksınız?” diyor. Morand
Michelet’nin Möduse’den bahseden cümlesini kendisine uyduruyor: “Hareketteyken
dinlenmeyi ve dinlenirken hareketi özler.” Bununla beraber Morand yerleşiyor
ya da yeHeşir gibi davranıyor. Cöte d’Azur tie bir villa satın alıyor. Bana
gelince, şurada, burada eşsiz manzaralı satılık bir çok villalar görüyorum.
Ama biliyorum ki satın alma kâğıtlarına imzam konur konmaz, çılgın bir başka
yerde bulunmak hevesine tutulacağım ve bu yeni mülkün üzerime zincirler gibi
ağır bastığını duyacağım. Aslında her mülk böyle bir zincirdir. “Yerleşmek”:
Yalnız bu kelime, kullanınca bana kusmak duyusunu veriyor. “Atmak” kelimesi
ise benim için yeni bir gençleşmedir. Atmak! Atmak!..
Bunu bildiğim gibi bilince; hiç olmazsa bu
villalara kayıtsız olmalıydım. Ama hayır! Bu mutluluğun benim olamıyacağmı anladığım
anda, o şeyler bana müthiş bir melankoli, bayağı bir kaygı veriyorlar. Böylece,
hiç bir güzel manzara, hiç bir güzel yaratık çünkü yaratıklar için de ayni şey
söylenebilir yoktur ki elde edememek acısı ile ve elde edince duyacağım
hüzünle beni iki kat bedbaht etmiş olmasın. Facia sayılması gereken bir
komedya. (Belki bu formül bütün hayat için de doğrudur). “Ne sensiz ne de
seninle yaşıyabilirim!.. Lâtin şairinin haykırışı insanlık kadar yaşıyacaktır.
★
İtalya göllerine gitmek için sınırdan çıkınca
yarı yolda korktum ve yolumu değiştirdim. Eğer bu göller anlatıldığı gibi
iseler; güzel oldukları ölçüde, kıyılarında yaşadığımın kendilerinden o kadar
aşağı olduğunu bana duyuracaklardır.
Çünkü kıyılarında geçireceğim günlerin güzelliği,
aslâ onların güzelliklerine ulaşmış olmıyacaktır. Benim için dünyanın tek
zevki insanlardadır. "Yalnız insanlardan lezzet alıyoruz, gerisi hiçtir.”
(Vauvenargues). Ben, güzellikleri uzaklardan koklıyan ve sonra bu izlenimle
cümleler yapan Barres cinsinden bir adam değilim. Bu zavallı iktidar bende yok.
Halk gibi ve bu duyguların bayağılığını gizlemeğe önem vermeden göçebelikte,
tenimi, yüreğimi ve erimez; bazan biri bazan öbürü hâkim olan et ve yürek
karışımını kullanacak fırsatlar,âşık olmak, ya da yaradılmışların bütün
şiirini, onlara manzaraların verdiği şiirle birlikte emerek hayran olmak fırsatları
ararım. Ama güzl bir yaratığa sahip olur olmaz bütün elde edemediklerimi, elde
edemediklerimin en zavallısını ona üstün tutarım. Ele geçirdikten sonra, ne
yapılacağı bilinemiyen mağaza, vitrinlerindeki şeyler ne çekicidirler! Ne kadar
erkek; bir kadının göğsü üzerinde, zevki orada bulunmıyandan alırlar! Elde
edilen her şey yok olmuştur! Körebe oyununda olduğu gibi el yordamı ile
ilerliyorum ve kollarımın arasına aldığım her şey ânında oyundan çıkıyor.
Çirkin oldukları için, insanlarına karşı sönük
bir şeh★ vet duyulan örneğin Paris gibi yerlerde, bu hal kriz derecesine gelmeden
de olabilir. Fakat güzelleri, az çok belli bir ölçüyü aşan yerlerde, bu,
sürekli bir felâkettir. Çünkü Sainte TherĞse’in dediği gibi: “İsteğimizin
devası yoktur”. Bu talihsizliğin kesinliği önünde iki kere İtalyadan kaçtım.
ikinci sebep. Başka adamların engin yaşadıkları
yerlere, sümüğümü çekerek gitmek istemiyordum. Roma, Floransa, Siyenna...
tnsanlaruı enstenktlerini doyurdukları yerlerde, anlama merakımı kandıramam;
oralara gitmektense malınım kalmaya râzı olurum. Müzeleri gezmenin manzarası,
ruh dilediğine ermiş değüken iğrençtir. Ruh diyorum; ruh çünkü
bedenden çok bedeni istiyen ruhtur. Bunu
unutuyorlar. Ancak ihtirasların mutlak tokluğu içinde dünyaya biraz değer
verilebilir. Bana öyle geliyor ki kitapta bir kemerin tarihini aramak için,
dünyaya çok kuvvetli bir ilgi ile bağlanmak gerekir.
Aslında İtalya’nın ne demek olduğunu biliyorum.
O, otelin salonunda öğleyin birbirini öldürmek isteği duyulan çetin ve kara
topraktır.
Göllerden uzaklara kaçış... Ama her "yer
değiştirme” benim için ardı arkası gelmiyen bir kaçıştır. Alevlerin sardığı
şehirlerden kaçıldığı gibi, birbiri arkasına, zehirlediğim her yerden yetecek
kadar mutlu olmadığım için bilardo masasındaki bilyalar gibi şehirden şehire
sekerek kaçıyorum. “Yürü! Yürü!” diyor arzu, ölüm gibi ve her vakit yolculuk
türküsü her şeyi çözüyor veya hiç bir şeyi çözmüyor. Gımata’dan, bir tutukluluk
tehdidi altında şaşırmış bir adam gibi günü gününe kaçtım. Bana mutlu
olmamaktan başka sebep yoktu. Güneşin parıltısı altında canlıdan çok ölü; yüksek
sesle bağırıyordum: “Gözlerini ört! İçinde zevkini bulamadığın bu yerleri
görmemek için, gözlerini ört!”' Yaralandığım vakit,, beni cepheden uzaklara
götüren trende olduğu gibi, çılgınca bir kurtuluş duygusuna kapılmıştım.
İnsanlardan o kadar tiksiniyordum ki sokakların halini görmemek için, öğle
vaktine kadar sinekler içinde, istasyonun bekleme odasında kalmıya râzı
oldum...
Tunus’tan Fas’a gelince (oldukça büyük iş)
Fas’tan sıkılarak iki gün sonra, orada bulduğum bir mutluluğu uzatmak ümidiyle
geçmişe kadar her şeyi çürütmek için, Tianca’ya gittim. Tabiî bunu başaramayınca,
o mutluluğu uzatmak ümidi, hafızamdaki sevimli hayalin yerine biçimsiz bir
varlık dikti. Kısacası eldeki mutluluktan yoksun olup, bile bile geçmişi de
çürüttükten sonra, önceden olacağı bu kadar tam kestirmekten müthiş bir
rahatlıkla Fas’a döndüm. Fas’ta acemi asker kalabalığı sinirime dokundu:
Fas'tan iğrendim. Ertesi gün Fas’ı sevebilmek için hiç hoşlanmadığım Cezair’e
yollandım. Hürriyetine sahip olmak felâketine uğrayınca insanın bir damla
eğlence için, işte böyle hileler uydurması gerekiyor.
Ah, çünkü hürriyet, şimdi düşmanlariyle
döğüşmüyor. Üçte yola çıkmıya karar vermiştim. Çok sert yağan yağmur altında,
yanma uğrayamadığım bir arkadaşıma, paranın içinde
bulunduğu bavullarımı bırakmağa mecbur olarak, fırtınalı havada, Merakeş yollarında
otobüste geçirilecek iki günün ne olduğunu denemeyle bildiğim halde saat dörtte
yola çıktım. Bozuk, çukurlarla dolu olan bu yolda tahminim, bir otobüsün
devrilmesiyle, yedi yaralı ve bir ölü ile doğru çıktı. Fakat, hastalıktan yeni
çıkmış olduğumdan, büsbütün çılgınca olan davranışıma kendimi bıraktığım ân, on
aylık yolculuğun en tatlı ânı oldu.
Biletimi
aldıktan sonra Fas in ticaret meydanından, bardaktan boşanırcasına yağan
yağmur altında, titreyen bacaklılarımla yürüyerek; evet, sabahtan beri beni
yiyen kaçmanın itişiyle boğuşmanın bitmesinden bayılacak derecede mutlu,
geçtiğim zamanı daima hatırlıyacağım.
Kendimizden
daha güçlü bir şeye teslim olmak, artık her şeyin bitmiş olması, nefsimize
hükmettiğimiz, akıl, sakınma aylarının sıfıra inmesi, bu da işin acı yönü...
Harekete,
ileri harekete, ileri doğru kaçmağa kendini koyuvermek, durmak imkânını
kaybetmek, birden, sizin olmıyan bir kuvvete sahip olarak, sarhoş ilerliyen,
şuursuz, kırılmaz biteviye ilerliyen bir saldırma bölüğü gibi ilerlemek... Şehirler
arasındaki bu mekik dokumaya şahit olan ve gerçekten cin çarpmış bir adamı
gözleriyle gören dostum Louis Fabulet, artık (kapana tutulmuş, çıkacak delik
bulamıyon yolcular) ın bir edebiyat konusu olup olmadığım siz
söyliyebilirsiniz.
“Birbiri
arkasına yeteri kadar mutlu olmadığım yerlerin hepsinden kaçtım!” ve aynı
zamanda yeteri kadar mutlu olduğum yerlerden de... Afrika’nın kuzeyindeki
kabileden: Çünkü orada her kadın iştiha veriyordu ve istenilen her kadın bir
gülümseme ile elde ediliyordu. Bu: bolluğun ve kolaylığın önünde isteklerim
dağıldı ve kayboldu. Bu Cennet’in etrafında, içeri girmek can sıkıntısını
yenemeden günümü yapayalnız geçiriyordum. Eski tanıdık, ruhların sıkıntısından
sonra vücut sıkıntısı, işte eğlenecek şey. Daha o gece eşyamı toplıyarak bu
sefer de mutluluğumdan kaçtım. Ama kaçarken bütün ümidimi komşu ülkeye
bağlamıştım. Çünkü, o ırkın güzel olmadığı söyleniyordu. “Orada diyordum daha
az mutluluk imkânı bulacağım”. Bunu1 söylemek
için üç bin beş yüz kilometre yol almak: Nasıl insan kendi kendisinden korkmasın?
Morand
işaret ediyor: Eğer dünyanın kuruluşundan beri, değişerek daha fazla mutlu
olmak kabil olmadığı anlaşılmış ise bile, değişme halinde, daha rok mutlu
olmanın kabil olduğunu bulmak devrimize âittir. Çünkü bu zaman içinde, henüz
eskitilmemiş bir oraya, el değmemiş bir oraya yakınlaşılıyor. Beklemekle
coşmak tabiîdir. Bunu bulmak için on bin sene beklenilmiş olmasından şüphe
ediyorum.
Sirklerdeki
oyunu bilirsiniz: Bir eşeğin durmadan çektiği araba. Cambaz, hayvanın ağzının
önünde, yetişemiyeceği bir uzaklıkta tuttuğu kamçısının ucuna, bir havuç bağlamıştır.
Eşek onu asla yakalayamıyacak, ama yakalamak için durmadan atılacaktır. “Yürü!
Yürü!”
★
Bu kadar
iğrenme ile kaçmak için Gımata’nm kusuru neydi? Şu... Bu sefer orada geçen
yıldan daha çok zevk bulamamıştım. Zevk yönünde kendimi aşamamıştım. Istırap
veren, öldüren, kaygıya düşüren bir gözlem. Demek ki bir yıllık fazla deneme
ve cüretle kendime yeni bir zevk yaratamadım. Bu, bir takım şeyleri pek gençken
yapmış olmanın kusuru. insan geleceği boşaltıyor.
Hem burada
göz önünde tutulan sadece zevk değildir. Derler ki yolculuk, düşünceleri
değiştirir. Tam zıddı. Göçebelik, bize perilerimizin ne kadar bağlı olduğunu
ve ruhumuzun söz gelişi doğru ise ne kadar (yerinde saydığım) daha liuvvetle
duyuruyor. Vosges’lar, Camargue, Aurös hepsi birbirlerine benziyorlar.
Kendimizi avuturuz: “Manzaralar insanlara göre beni ilgilendirir. Ah, bütün bu
manzaraları canlandırmak için bilini, sevmek!” Ama insanların bize ilham
ettikleri duygular; onlar da acı bir şekilde birbirlerine benziyorlar.
insanlar, yerler, âdetler ve maceraların maddî yönleri değiştiği ölçüde,
kendimizin bütün bu değişmelerin arasında, hiç değişmediğimizi, hareketsiz
kaldığımızı görürüz. Bütün yapacağ mız tepkileri, yüzlerce defa yaptığımız ve
gene yapacağımız yanlışlan, binlerce defa söylediğimiz ve gene söyliyeceğimiz
lâflan, bir şefkat, bir vaid cümlesini ya da bir tahdit sözünü önceden biliriz.
Bir münasebetsizliğin sonunun ne olacağını, bir tiyatro sahnesinin önceden
sezilmesi gibi, şu kadar'gün önce belirtebiliriz. Bununla birlikte daha otuz
yıl bu af ve yarlıgaması imkânsız benliği sürükleyip gideceğim. Sonuna kadar
nasıl dayanmalı ?
Oysaki
burada sızlanan tam hareket içindedir. Ama tam hareket de hareketsizliktir.
Atlı karınca: Tahta atlar birer birer geçerler, ama yalnız yedi tanedirler.
Asla bir sekizincisi geçmiyecektir. Tek parçadan yapılmış olan “yalın kat”' insanlar,
acaba bundan ne kadar iğrenirler? Bununla birlikte belki asıl mutlu olanlar da
böyleleridir.
La,s sat a,
sed non satiata (1) sözünden İmparatoriçenin aşk
işlerinden vücutça yorulduğu mânasını çıkarıyorlar. Gerçekte o mânen yorulmuş
nefsinden ve biteviye tekrardan yorulmuştur. İhtirası yüreğini bulandırıyor,
fakat gene onun ihtirası olarak kalıyor. Eğer împaratoriçe Cehennem’de, her zaman
boş ve her zaman dolu Danaides’lerin fıçısını dolduracaksa, ya da daima
kaldırılıp, daima düşen İxion taşmı yuvarlıyacaksa, bütün hayatında yaptığından
başka bir şey yapacak değildir. (Bu sonuç da Yunam mitolojisile ruhun en
içgerçeklerinin uyuştuklarım bir defa daha isbat etmiş olur.)
Bana
diyorlar ki: “İşte barış; Allahta banşı, hayvan daha ne bekliyorsun da ona el
uzatmıyorsun?” Bekliyorum ki bu barış benim barışım olsun, sizinki değil.
Ne vakit
Allah’a varacağım? Sahip olmadığım için bazı maddî yorgunluk saatlannda, bu
eşirmeye belirsiz bir ümit bağlıyorum. Ama inanın ki eğer Allah’a varsaydım
çabuk ondan bıkardım. Ve o zaman ümidimi zorla ondan gayrısına bağlamaktan
başka ne yapabilirdim? Hayır bu kadar az ümit için Allah’ı israf etmiyelim.
Elde edilen her şey yok olmuştur.
★
Morand hiç
olmazsa bağsız hür değildir. Onun gibi bir memur, ne kadar serbest olursa
olsun, eğer vazife gördüğü Siam’a vanr varmaz, benim, Gırnata’dan iğrendiğim
gibi Siam’dan hoşlanmaz ve ilk gemi ile kaçmağa kalkarsa, sanırım ki bazı
şeyler bu davranışa; engel olur. Onun için sanırım diyorum. Ama bütün bütün
hür olan!.. Keyfinin, heveslerinin, korkularının, sabırsızlıklarının esiri
olan, yapar, bozar, bu çevrilmiş ve sınırlandırılmış yollarda gider, gelir...
İnsanlar vardır ki bağımsızlıklarına; bir takım sosyal sözde mecburiyet ve
engellere, kısacası böyle durumlarda oynatılabilecek duygulara tatlı bir
kayıtsızlıkla; her şeyi feda etmişlerdir. Oy-
(1)
Yorulur, ama bılmmaz.
saki baz i
saatlarda, bin türlü boyunduruk ve sıkıntı içinde, aile başkanı küçük memuru
kıskanırlar. Mutlusunuz ey fakirler... Mutlusunuz ey açlar! Ama vay halinize
zenginler!.. Çünkü erişememek mutluluğa yakındır. Hastanın, fakirin ve mahpusun
istediğine erişen adamdan daha dayanılabilir azapları vardır. Eşya ye olayları
suçlandırabilirler. Erip de mutlu olmıyanı, her şey yaralar; ona mutluluk
vermiven doymak bile olsa... Çünkü pek iyi bilir ki yalnız kendisini
suçlandırabilir. Zindanlar ve hastaneler ümit ile taşkın, gelecek ve olacak ile
aydınlıktırlar. Çünkü oralardaki azabın geçmesi mümkündür. O, bunu bilir. Ama
istasyonlardaki ve büyük yolcu gemilerindeki azap geçmez. Onu da bilir. Ümidin
sonuna varılınca, ve “Ne ümit edebilirim ?”' demekten başka söz kalmayınca
.insani başarılardan ürkülmeğe başlanınca çünkü ferahınızı uyandırmaktan çok
ilginizi öldürürler mutluluğa getirmediklerine göre sağlık, para ve iktidar
için neye didinmeli? Kudretin tek ve yeter mahkûmiyeti, elde ettiği şeyin asla
elde edilmeğe değer olmamasındadır. (Kendiliğinden tam olması gereken çaba
prensibinden bunun için tiksiniyorum.) İşte her türlü davranışın kökünden
kesilmesi, insanlardan biraz daha uzağa atılma... Artık hayvanlar gibi yemek
vakitlerini gözetlemekten, iyice soğutulmuş bir limonataya bağlanmaktan, ya
da uykuyu beklemekten başka bir şey kalmaz. Ah, geceler uzun olsun!
Sonsuz bir
kuvvetle duyuyorum ki, hayatımıza zevkler yığmak için çalıştıktan sonra,
irademizin, tornistan etmeğe, bu zevkleri aralandırmağa, tatlarını kaçırmamak
için azaltmağa mecbur olacağı bir ân gelir. Şüphesiz irademiz ve ruhumuzun
kuvveti... kelime tam yenindedir çünkü bir ermiş gibi ihtiraslarımızın
gittikçe büyüyen salgınına dayanmamız bahse konudur. Böylelikle dirimlilik
olan nöbetlendirme kanunıma; düzenleme, kümeleme, yığma üzerine kazandığı eski
zarefe; dönüyoruz. “Yarım bütünden çoktur.’'
★
En eski
çağlar bile, imkânlarının ve kolaylıklarının çokluğundan, yan deli
padişahlarla doludur. Çocukluğumda “On iki Sezar”ı dönüp dönüp okurken,
yaradılışımın en gizli tellerinin, beni bu adamlara bağladığını görmemeğe
lüzumundan çok dikkat ederdim. Ayıpladığım zamanlarda bile, onların
aykırılıklan bana tabiî görünürdü. Bunun böyle olması gerekirdi: Ayni şartlar
içinde, bu ihtirasların doğacakları toprağı kendimde buluyordum. “Bin zıd
tasarlama aklından geçiyordu. Roma’da oturan Golva’lılan boğazlamak, bir kere
daha şehri yakmak, vahşi hayvanlan koyuvermek ve başkenti İskenderiye’ye
götürmek, ona büyük; korkunç ve kolay bir iş gibi geliyordu...” Yirmi yıl sonra
gene bu cümle beni heyecanlandırıyor. İmkânlarının genişliği önünde, perişan
olan bu ruhlara doğru büyük bir atılışla yürüyorum. Yaşıyanlann çiçekleri bize
bir şey veremeyince, hiç olmazsa Key Ahsar ve kütüphaneciler tarafından
uydurulan öteki insanlar, bize “Allah!”' diye bağırmadan mahvolduğumuz
denizde, felâket içinde, başka bir gemi görmek tesellisini versinler!..
Bu cins
insanların hürriyetleri felâketleridir. Bununla beraber hür olmamaktansa, var
olmamayı üstün tutarlar. Esiri oldukları bu nevi hürriyetle hür, memurun
dairesinin esiri olması gibi bu üniversel kudretin; heveslerinin hepsine kendisini
uymıya zorlıyan bu kuvvetin esiri olup, bütün dünyanın avlarını avlıyarak daima
dolaşmak... ölümde ve onun yüce sadeliklerinde, en sonunda durmak kabil
oluncaya kadar, uğraşıp öldürdüğü avla beslenmiyen vahşi hayvanlar gibi zapt
eden ve elde ettiğinden zevk almıyası ümitsiz Fâtihler!...
Uzaktan,
kendilerine karşı duydukları din, korku ve yorgunluk içinde, güçlerine hiç bir
şeyin büyük bir dayanma gösteremiyeceğini düşünmekle övünürler. Ama onları
iyice anladığıma göre, bu dinlenme, bu tam uyuşma, her korkudan sıyrılmış bu
tatlı son (içimden ne şefkatli cümleler taşıyor!) aksine son bir bağdaşmazlık!
yüzünden, kendisi ile insafsız bir döğüşe yol açmıyacak mı ?
Elde edilen
her şey yok olmuştur. Morand Amerikadan telsiz gönderiyor: “Kendimiz değil!”
Ben Afrika'dan cevap veriyorum: “Heyhat!” Ah sevgili Morand, bir ân önce ölüm!
Pasteur enstitüsü yenildi. Artık (antisepsi )’ye ihtiyacımız kalmadı.
★
Rahatlık,
elde etmenin rahatlığı! Elde edanlertn rahatlığı. Ama bunu, dün akşamki
delilik, yarının günlük olayı olduğu vakit görmeli. Yokluğu üç haftadan beri beni
üzen şey, şimdi elimde, ona sahibim ve bundan daha çok sahip olmama imkân yok.
Böyleyken gene bekliyorum. Ve büyük bir yas kıvranması içinde, yoksun
bulunduğum zaman ile, istediklerime doyuncaya kadar sahip olduğum zaman
arasında, önemli bir aynlık olmadığım görüyorum. Büyük bir titizlikle bütün
istediklerime sahip ve tabiatiyle mutlu olduğumu anlıyorum. Ama, mutluluk bu
mudur? Bu mutluluk dolayısiyle; ışıktan, havadan, dinlenilen musikiden, içilen
şaraptan olduğu gibi maddî bir anlayışım yok. Aynaya bakarsam yüzümden mutlu
olmadığımı görüyorum ve sonra yeniden gurbet beni sarıyor. Sanki kendisini
zehirlemek için, kullandığım bütün mutlulukları bana geri yolluyor ve yeniden
bulunmuş yaratıkla mutlu saatlanm, ondan beni ayrı düşüren saatlarla, onların
boşluklariyle ve beklemenin bile dağıtamadığı sıkıntılariyle bozulup gidiyor.
Her şeye
sahibim, her şey elimden kayıyor. Bu müthiş eşitlik, âlemde değil, bendedir.
Başka; başka biri olmama ve bütün “benliğimin” köklerine kadar değişmesine
imkân yok. Ama eğer doluluk boşluğa, sahip olmak olmamaya eşit ise;
o halde
isteğim evet, sürüklediğim ve arkasından sürüklendiğim bu gamlı kovalama,
küçücük amaçları uğrunda parçalanan bu yorgun ve harap kuvvet hâlâ daha en iyi
yönümdür. isteğim benim huzurumdur. Ama işte bu huzurdan bıktım artık!.. Ah!
öldürdüğüm zaman beni nasıl öldürüyor. Ama bu, tekrar yaşanılan, Yeniden
Diriliş, dinlerin vadettiği bir takım değişme ihtimalleri olan ve İnsanî
varlıfinn bir kısmını koruyan ölümlerden değildir. Bu en ölü ölüm, rüyasız ve
anisiz, yokluk içinde eriyen ve sonunda kendimle ebediyen boşandığım bir
ölümdür.
îşte, biraz
gurur sahibi olduğumuz zamanlarda, bizi avutan boş bir gök fikri, böylece geme
sonsuz yorgunluk saatlanmızda da bizi avutmaktadır.
İtalya
Provence Merakeş 19245
Voltaire,
dinini, kendisini
terzisi, çamaşırcısı gibi düşünmece zorlamasını iğrenç bulup, her türlü imana
isyan ettikten sonra, bu isyan gittikçe yayıldı ve XIX. yüzyılın ortaları na
doğru ilim din yerine geçti. Bir aralık “ilnv’ iıv bize mutlak gerçeği
vereceğine bile inanlar oldu. Ama II. Taine ile) Rcnan’lardan sonra, yeni bir
tepki kendini gösterdi. Bilimin vereceğini ımdettiği gerçeklerin,
kırıntılardan ibaret olduğu ve nihayet saflt gerçeği aslâ veremiyeceği
anlaşılınca bu sefer de ilmin iflâsından söz etmeye
başladılar. Brnnetier&in bu yöndeki kavgaları, geçen asrın son yılMrvndaki
meşhur olaylardan biridir. Bu iman buhranı, edebiyatta türlü türlü ederlerin
meydana gelmesine sebep oldu. Yazıcıların birtakımı metafizik meselelere
bütün bütün 'kayıtsız; sağdutyu’yu, tabiatı ilâhîleştirerek Goethe düzenini
benimsediler. Flüubert, A. FrcCnçe. Gide, Proust, P. Valery bu soyat
ayrılabilirler. Yazıcıların başka bir grubu örneğin BarrĞs, Charler Maurras
milliyetçiliğe, ırk teorilei'ine bağlananık rahatladılar, özel karakterleri
olan milli bir edebiyat meydana getirdiler. Üçüncü bir bölüm ise metafizik
kaygıyı, meselelerin meselesi yakarak dine 'döndüler, zengin, dinî bir
edebiyat yamttılar. Vertaine ile Huvsmams’la bavlıyan bu akımı PĞgnıy,
Psiclıari, P. Claudel, Jammes. Bmımann, Y. Le Cardonnel, Mau/riao temsil
ediyorlar. Bu üç grubun dışında bir de hiçbir şeye inc^nmvyaıu/k can
sıkıntıları ile çapraşık şuurlarıyla ba$başw kalan son bir gruv daha voirıhr
ki. onlar da anlattığımız buhrntntm tâ kendisini göstermektedirler. Henry de
Montheı^lant’m "Aux Fontaines Dıı Desir” adlı kıtabvndain dilimize
çevirdiğimiz parça bu sonuncu akımdan bir örnektir.
DON J U A N (1)
Don
Juaıı... insanların en ihtiraslısı ve en faydasız olarak ihtiraslısı. Çünkü,
sadece ihtiras olduğu halde, şüphecidir. Mizacının varlığını bildirdiği ve
hattâ istediği şeylerir hepsini nıhu inkâr eder, iki mesafe ondadır. Belki
Sancho ile Don Quichotte arasmdaki çatışma daha az serttir: Çünki:
bu ikisini karıştırmak, kimsenin akima, gelmez. Ama bu müthiş Don Juan’da,
ikisi yüzyüze gelirler ve çatışırlar. Bir: ötekinin iyiliğine ya da kötülüğüne
biteviye hiyaınet ettikleri öldüresiye bir boğuşmaya girişirler.
Bu Don Juan
doymak bilmez. Zira ihtirası asla kendin doyuracak bir kotıiuya rastlamaz ve
alaycı tabiat onu öyle yetiştirmiştir ki hiç doymadan daima ister.
Onun
felâketi bundadır. Commandeur (reis) onun tas kesilmiş vicdanıdır. Onu yenmek
ve yere sermek için yıldırıma ihtiyaç yoktur. Yıldırım onu yakmıya bile
yetmez.
Ancak kendi
kendini zorlamasile teslim olmıya, kudreti mizacını terketmiye, Hospice de la
Charite’de cüzzamlılars hizmete gitmiye mecbur olacaktır.
★
Baştan
aşağı ihtiras ve sadece şüphe; yaratabilen ve heı ân “hayır, yarattığım kötü,
beni sıkıyor, beni iğrendiriyor içimi bulandırıyor!” diyebilen bir iktidar,
böyle bir adam Tanrı’nın bir nevidir. Ümitsizliğin yıprattığı kararsız bir Tan
rı’yı, kendi kendinden, bütün ötekilerin hâkimi, yalnız Allal kurtarabilir.
Don Juan
aşka ihanet etmiyor: Ey tenin uşağı, mende bur ve budala aşk halkındaki kadın
fikri... Eğer yürek onla rm gözünde bir et beni ve adamın ruhu bir sivilce, bir
uçul ise yuh anlara! Don Juan aşka ihanet etmez; sadece ondan yoksundur. Don
Juan vefasız değildir. Bu dünyanın ve fâni hayatın şeyleri Don Juan’a ihanet
ederler. Bütün bu kadınlar onun için deli olmuşlardır; ama hiç biri kendisi
uğrunda onu çıldırtamaz. Bu kadınların hiç biri, ihtirasta bu adamın coşkunluğuna,
istediğine ve ebediyen arayıp' bulamadığına denk değildir. Donna Anna artık
bağırmayınız ve siz lütfen Donna Elviro inlemeyi ve ağlamayı bırakınız! Hah,
mesele yatak ve yavru yapmak meselesi değil, bütün bir dünya yaratmaktır.
Vefasız, her şeye rağmen kendine sâdık kalan bir kahraman için, bu kelimenin,
mânası var mıdır?..
DON JUAN’DAN DON JUAN’A HÜLYA
Şefkat
manastırında, .kilise dışında, eşikte bir döşeme taşı, Don Juan’ın mezarıdır.
Herkes üzerine bassın diye kendisini oraya gömdürmüş ve taşm üzerine şunun
yazılmasını istemiştir: Dünyanın en kötü adamının eti vo kemiği buraya
gömülmüştür. Ebedî azap ve miskinlik (1) içinde ne yanık gurur kütüğü. En kötü
adam? övünüyor. Bir sürü kadına, hiç olmazsa bin üçüne, o kadar zevk veren bir
adam; kavalyelerden pek azı hayırseverlikte daha ilerisine gidebilmişlerdir.
Kinsiz
döğüşüp öldürmeyi ve küçük görmeden hüküm vermeyi öğrenmek lâzımdır. Kudretli
bir ruhu, valnız hayat, yetecek kadar olgunlaştırır. Dersin sonu bazan
gülümseme ve bazan da susmadır.
İnsanlar
arasında büyüklük hemen asla hos görülmez. Eğer ruh büyüklüğü ise, anlaşılmaz;
karakter büyüklüğü ise şüphelidir, ikisi de bir arada olunca, çok korkunç
bulunur ve nefret edilir.
Büyük
ruhlar gururlu değillerdir. Neye bağlanacaklarını, ne ile yetineceklerini
bilirler. Vekarlı ve yalnızdırlar. Neyin gururu ? Herkesin ne ise o olduğu
yerde, ne ise o olmakla mı ? Ne güzel iş! övünmeye değer! Büyük bir ruh gururlu
ise, bu, büyüklüğüyle değil, ancak küçüklükleriyle ölçülebilir. Gurur;
yazarlara .artistlere, patriklere, boyunduruğundan kurtulmuş esirlere, fâtihlere,
meclis politikacılarına, bir kelime ile bütün aktörlere hâsdır. Gururun komik
olması bu yüzdendir. Bununla birlikte sahnede Cesar rolünü oynıyan aktör, gaze-
(1)
Tevazu.
tede
Talleyrand’lık taslayana, memurluk sandalyesinde ve tartışmada Napoleon tavrını
talananla ölçülürse, bir melek gibi kalır.
Büyük
ruhlar demektense büyük karakterler demek daha doğrudur.
Ltânetlenmişin,
Allah’ın sevdiği bahtiyar kula benzemesi gibi, gurur da cesarete benzer. Ayni
kök, yalnız biri kötülük biri fazilet. Böylece gurur cesaretin kötüsüdür.
Lucifer (1) masalı bunun az açıklanmış,
kuvvetli bir sembolüdür. Büyük ve baş eğmiyen ruhu ebedî Cehenaıem'e atmakla,
bütün bu alçaklar ne mutludurlar.
Şüphesiz
İstırap iğrenilecek bir şeydir. Bununla beraber bir ölçü ve bir usûldür. Pek
çok ıstırap çekmemiş ve pek çok ıstırap çekmiye elverişli olmıyan hangi insan,
kendisinden ve dünyadan fazlasiyle haz alabilir? Her zaman avni zaruret, ayni
kanun: iktidarın kökü birdir.
Yoksun
olmayı istemek gülünçtür: Stoik’ler gevezedirler. Fakat yoksunluğa mecbur
olmak; ve mahrum olmamak güzeldir: Yükselmek için safra atmak gibi.
Çarmıh’ta
tsâ, insan olarak doğup da Allah olması için, Çarmıh’» gerilmesi lâzımsa
güzeldir. Böyle olunca Barabbas’ı
(2)
seçen ayak
takımı kahkahalarla güler ve imamlar sakallarını sıvazlıyarak işaretler
ederler. Büyük olmak neye yarar ? Kurnaz olmıya bak. İlâhi bir musikiye
hazırlanmış ulvî sükût ne için? Gürültü yap!.
—
Ne için mi
diyorsun? Seoıin gibi olmamak için.
Don Juan’m
ihtirası elde etmek değü, yalnız fethetmektir. Konuya aldırmaz. Onu ele
geçirir geçirmez, atar. Henüz ulaşamadığına değer verir.
Hristiyanlar
arasında, bütün büyük savaş adamları son derecede karamsardırlar. Napoleon
bile! Bir savaş meydanında insamlara piyonlardan fazla değer vermemek,
karamsarlığın
fi) Allah’vn,
göklerden sürüp uzaklaştırdığı melek.
(Z) tsâ,
P&tvce Pilate’nm önüne çıkarıldığı vakit, zindanda
katilden yatmakta olan bir Yahudi. Ponce Pilate. paskalya b'ttyramı şerefime
katil ile İsa’dan birini salıvermek istediğimi ve Yahudilerin han-gismi selçtiklerini
sorduğu vakit, halk Bambbas’ı seçti ve idamdan kflirtardı. Böylelikle Bavafobas
edebiyata vahşetin, kötülüğün, çirkinliğin sembolü olarak geçti. Bu kelime,
aynı zamplnda haZkvn bilgisizliğine ve bazan pek kör olan adalet duygıusumi da
işaret etmektedir.
son
sınırıdır. Fâtih için insan yoktur, yalnız eleman vardır. Neferler devletin
kiralanmış hayvanlarıdır. Bütün büyük aksiyon adamları, gerçekte savaş
adamıdırlar.
Şu halde,
Don Juan bir savaş adamıdır, fâtihlerin örneği ve en safı, etri gerçeğidir.
Çünkü elde ettiklerini âmnda bırakır.
Bizim
okşamalarımızı seven, bize en tatlı davranmayı yapmış olur. Ama bizim vurmamızı
seven? O bize ihanet eder; bizi içine alır, ve kendisiyle karıştırır.
Gençlik,
sürmeyi inkâr eden ve ona şahin olan mevsim! Biteviye başlıyan ve aslâ bitmez
görünen ölçüsüz zaman!.
Yutup yok
etmiyem ümit ve ihtiras çağı: Ey içindeyken daima zamanımız olan, hattâ
ıstırapta ve son derece felâketteyken bile, mutlu olma zamanı bulunan gençlik!
Don Juan bir delikanlı değildir. Her sabah genç uyanır ve her günün akşammda
gençleşmek içim, her gün ihtiyarlar. Aynı hızla yaşlamr ve yaş atar. Alaca
karanlıkta her zaman sıtması vardır.
Bununla
birlikte bu sultanın haremi yoktur. Zındansız, perdesiz ve bölmesizdir. Eli
altındaki kadınlar bin üç ya da otuz üç bin olsa da, sarayı Venedik’ten
geçerek, Seville’den İstanbul'a kadar gene açıktır.
Bütün bu
göz yaşlan, haykırışmalar, iniltiler, sitemler bir adam için ne korkunç bağ.
Göz
yaşlarım ve çığlıkları çevresine kendisi ekiyor, denebilir. Allah belâsını
versin! Adem baba bile, srenç yaşında bu Cennette kalmak aklından geçseydi,
gözünü dört açacaktı.
Yüce
İspanya: Kahramanlığa ve şerefe susamış dolaşıp duran Şövalye Don Quichotte'u
ve aşkı; zevkte, hattâ ihtirasta bile bulmaktan çekinen aşk Şövalyesi Don
Juan’ı doğurdu.
★
Her
ihtiraslı varlık gibi Don Juan tam bir iman için doğmuştur. Fakat onun dünyayı
anlayışı, gönlündeki insanlara ve hayata olan bütün üıanışı yıkıyor. Gerçekten
onları çok iyi biliyor: O, onların yoluyla, onlar da onun yoluyla. Don Juan’ın
sonu ancak kendini öldürmek olabilir.
Kudretli
varlığa kendini öldürmek kadar aykırı bir şey yoktur. Karar verebilmesi için
çıldırması gerekir. Allah’ın varlığı kolay kolay inkâr edilemez.
Hayat dolu
kuvvetli bir ruh için, iki türlü intihar vardır: Biri, her mutluluğu hiçe
saymak, dünyadan top yekûn iğrenmek... öteki yalnız Allah’ın aşkında, kendini
bütün bütün unutmak.
Orada her
şey verilebilir. Ve hiç bir bağış görülmeden bile her şey beklenir. Elde
edilene gelince ne ölçülür, ne hesaplanır, ne de doğru olup olmadığına
bakılır.
Şu halde
Don Juan’ın Manastıra gitmesi zorunludur. Bütün iktidarım, şerefini,
şehvetiyle birlikte ayaklan altında çiğner. Çünkü onum yaradılışında bu kuvvet
vardır. Hattâ çiğnenmek ister, günahlılann ökçeleri altına atılır. Onu, kilise
kapısının yanındaki döşeme taşı altına gömerler. Çamurunu ve tozunu üzerine
silmeden kimse içeri giremez. Bu hale gelebilmek için ihtirasla sevmiş olmak
gerektir. Başkalanndan hiç bir şey beklemediğinden, Don Juan’m ihtirası belki
artık doymuş olabilir. Şimdi konu ona lâyıktır. Eğer böyle değilse, Ceruıet’e
hicret etmiş olsa bile, kendini Ceheamem’de bulacaktır. Böyle bir ihtiras
affetmez (Hatırlatma; bana öyle geliyor ki N&nâsis Tann’ların öcünü
ölümlülerden, gururlarından çok ihtirasları için almaktadır. Tann'lar onlann
bu ihtirasım kıskanırlar. Hiç bir Tann ihtirasa elverişli değildir: Bu kumaşa
ölüm astan lâzımdır.)
Don Juan’m
dileği aşkı aramaktır. Bu zevki kovalamak değil, zıddıdır. Eğer onda aradığını
bulsaydı, bu lânetleme zevke nasıl yeter, dayanabilirdi ? Günde ya da yılda bin
üç defa yenilemek ? Buna ancak uşağı bu başka Sancho inanır ve ihtimal
verebilir. Efendisini bilmiyen ve bununla beraber onu inkâr eden uşak ya da
tanık, hesapçı, reelin adamı, zamanın eleştirmecisi. ,
Ah, Don
Juaaı, eğer ölmez olmasaydınız, size aldandınız denebilirdi. Gece gündüz aşkın
ve kadınların arkasından koşmamak gerekirdi. Siz şair olmak için doğmuştunuz.
Şiir sizde aksiyonun yerine geçebilirdi. Ümitsizliğinizden bide haz duyardınız.
Ama doğrusu, sönen gençliğin ve hakaret görmüş ateşin tanığı olarak, sokaktan
ve yersiz hazlardan, ölüm sevgisine geçmek yoluyla, Şefkat manastırında
ömrünüzü bitirmiş olmazdınız.
Doru Juan,
fiyatında, edebiyatta, müzikte ve resimde sürekli bir ömrü olan efsanevi bir
kişidir. Aslı İspa)nyoldur. Chroniqwe de SĞville’in anlattığına göre İspanyanın
asil ailelerinden birinin çocuğu olan Don Jııan de Tenorio. biAçok kızlan 11, evli
güzel kadınları bastan çıkardıktan sonra, bir, gece Reis Ullon’yt öldürerek
hoşuna giden kızını kaçırır. Ulloa’yı Fransiscain rahiplerinin kitisesime
gömerler. Bu cinayetin öcünü almak için. Don Juan’ı râhipler kiliseye
çağırarak öldürürler ve hal W a)rasına
Don Juan’m geceleyin Ulloa’yı mezanndırıt tahkire geldiği ve mezarm da onu
yutup Cehennem’e yolladığı söylentisini yayarlar.
Edebiyatçılar
bu sonu göklerin bir cezası savıp, dedikoduyu olduğu gibi kabul ederler. İlk
önce bu konu üzerinde Tiros de Moli/no bir kom&di yazar ve ondan sonra: bu
masal kişisi İtalya’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye vc Ahnanya’ya yayılır. Her
dilde Don Juan’a diTlb' birçok eserler meydana gelir. Don Juan temi ile eser
verevi saııatiçılardan bashaalan şunlardır:
Mollere,
Antonio de Zamora, Gotdo'ni, Alexandre Dumas, P. Merimde, Zorilla, Byron, Haracourt,
E. Rosttand. H. Ba t etille, Delacroix, G lü k ve
Moz'fo't.
Don Juan’a
dair eldeki klâsik bilgi hemen bundan ibaret o'ıduğu/ndan, Suares’in yaptığı
portreyi biraz daha aydınlatmak için, Maurice Ban es’i'n bir yazısından
enteresan narçalaVı kısaltarak aşağıya alıyoruz:
M. Barrds,
“Du sana, de la v olup t i et de la mor t” adlı kitabında, “Hospice
de la charite” de. Don Juan’ı ziyaretini uzun uzadıya anlatarak şunları
söylüyor:
“Bir
hemşire bana bir tabloyu işaret elti: “Kurtların kemirdiği iki ceset.”
Valdes Leal’in korkunç ve ünlü tablosu.” “Ustalıkla rzçıJAı bir
perdeden sonra birden (theatralej tab
lo aydınlandı.
Ve çihüyiip dağılmanın korkunç renkleri arasında, biitün gövdeleri kefenle
örtülü, açık gözlerinde binlerce kurdun kaynaştığı bir piskopos cesedile bir
kral cesedi göründü. Dipte bir kafatası mahzeni, üstte Katolisizmanın
günahlarla sevapları tartan esrarlı terazisi. Ve hepsinin üstünde su yazı:
“Finiş Glorios mimdi.” Dünyanın sanı sona erdi.
Murillo bu
eser için “Burnu tıkamadan baikıl'itmıyacak bir t'Dblo” diyordu. Fakat bu.
tabloyu Valdes Leal’e ısmarlayan, kimdir, bilir misinizt İnsanı
düşündürebilir. Bu resmi isteyen, ilham eden ve parasını veren Don Juan’dır.
Moliöre’in, Byron’un, Mozart’ın ve bin iiç kadının Dom Juan’ı.
“Müthiş bir
şehvet, zinâ, fuhuş ve sefa'hat devresinden sonm Don Juan, otuz yasında -yani
modern Don Juan’m salonlarda ,kendini satmaya çıktığı yaştakendi ölümüne ve
cesedinin sonımu işaret eden bir “keşif vision" ile perhize sanldı.
Caridad tarikatına! girerek Adabım baştan aşağı istediği gibi değiştirdi. Ve
bu tarikatın başlıcai âdâbı şu oldu: İdam mahkûmlarının son gecelerinde>,
onlara yoldaşlık etmek, dar ağacvna kadar birlikte gitmek ve o tamftma kadar
kör/eklere bırakılan. leşi alıp ebedi yatağvna götürmek. Bıi> tarikata her
sınıfzan insanlar giriyordu. Eşraf omuzlarında; asılmış, ya[ da ka<fası
koparılmış gövdeleri taşıyorlardı. Çiinkü onun koyduğu kamun bönleydi.’1
“Don Juan’m
bunları tasarlaması beni şaşırtmıyor. Türlü türlü heyecanlarlai sinirleri
yıpranmış olan kimseleri, bu gibi korkunç hallerin sarıp bağlaması tabiidir.
Bu. onların bütün öteki noktalarda tükenmiş olan duyu kabiliyetlerini
'uyandırır, onları sıkıntıdan kurtarır. 'Şehvet ve ölüm, bir sevgili ve
bir ceset, bizim zavaıllv makinemizi sarsacak son kalmaklardır. Bununla
beraber onların yanmada da çabucak horlamaya başlarız.”
Yerleşmiş
bir kanaate göre; kadınları kolaaıca aldatan ve bu,, uğrunda icabederse
babalarım öldürmekten cekinmiyen, hiçbir şeye inaınmıyan, değer vermiyen, her
şeyle alay eden, çalımlı, parlak bir çapkın mânasına kullanılan Don Juan kelimesi,
gerçekte bedenle ruhun faciasını işaret eder. Sııarps, cevheri isteyen ruh ile
maddeyi bUe tatmin edemin en gövdenin çatışmasvnı ve Allah karşısında insanın
sınırını bildiren bazı gerçekleri anlatıyor.
B. T.
BALLLAR BALINI BULDUM-BURHAN
TOPRAK
ölmek ve
yeniden dirilmek, yeniyi bulmak, yeniyi, büyük yeniyi ve ebedi yeniyi bulmak;
bütün mesele buradandır. İçimizdeki yıpranurms varlı k rahatımızı vermiyorsa,
istediğimia gibi yeni olmak için, beğenmediğimiz eskiyi ve eski şeyleri
unutmak şart 'değil midin-f Yeni yaşayış eski yaşam)ouya; ancak, heıyerde ve
her şeyde ölmekle mümkündür.
B. T.
içinde
yaşadığı zevk çamurundan kurtulup, an sularda yıkanmak ve bir daha kirlenmemek
üzere vicdanına ve onun zamanı aşan ebedî kanunlarına vefâlı kalmak isteyenlere
nasıl imrenilmez?
Elbette
teaniz lekeliden; sağlam, çürümek üzere olandan; güçlü sıskadan; inanan ve
mutlu olan imansızdan, ümitsizden daha güzeldir.
inanan
mutludur; hiç bir şeye bağlanmayan; ilkönce kendine inanmaz, sonra sızlanır,
direnir. Doğrusu; hiç bir şeye bağlanmayan insan yoktur. Çünkü, böyle bir insan
yaşıyamaz. Yalnız; o, kendi yarattığı putlara inanmadan tapar ve eğleniyorum
diye, vicdan azabı toplar. Bunun için her şeyi belli bir ölçüye göre düzene
konmuş dinli, her şeyi tesadüfe bırakmış olan dinsize (Biz bildiğimize
tapıyoruz. Siz bilmediğinize tapıyorsunuz!) demekte hakh değil midir?
Veli, bütün
mânasiyle idealist, Allahın sevgilisi demektir. Böyle bir dereceye yükselmenin
güçlükleri gözünde büyümesin. Bunun yalnız üç şartı vardır: En silik lekeye
katlanamayan iffete bağlanmak, seni köle edecek zenginliğe, her vakit seni hür
bırakacak fakirliği üstün tutmak, vicdanın emirlerine boyun eğmek.
Mutluluğun başka yolu yoktur.
Mutluluksa, hayatta, insanın en büyük ümididir.
öyleyse
mutlu olmak istiyorsak, hemen doğru yola girelim. Hiç bir kaygı bizi bu
kararımızdan alakovmasın. Sürdükleri yaşayışın kötü olduğunu bildiğimiz ruhu
ölmüşleri kendi kendilerine ve kokup dağılmalarına bırakalım.
Belki bu,
herkesin bildiği ve yüzyıllardır anladığım sandığı ve gene anlamadığı bir
gerçektir. BUmek güzel bir şeydir. Aıma gerçeğe varamadıktan ve hele onu
yaşamadıktan sonra, onu bilmek hiç bir şeye yaramaz. Gerçek; kelimede, ya da
bilmede, duymakta değil, yalnız davranışlarımızı ona uydurmaktadır. Çünkü
Ademoğlu, yaptığı kadar bilir.
Uzun uzun
aradıktan, okuyup düşündükten sonra gene her şeyin ilk ve süren şartına dönmek
çaresizdir. însan hayatı bir bütündür, başlayıp biten bir şeydir. Oysaki başlangıcı
bulmuş değiliz. Başlangıcı ve kökü bulmadan hiç bir şeyi bulamayız.
Bunun için arkamızı döndüğümüz büyük
gerçeği bilmeğe, iyice bilmeğe çalışmak ve ona olan borcumuzu ödemek gerekir.
Doğrusu borcumuz onu olduğu gibi bilmekle, ona inanmakla, onu sevmekle, ona
teslim olmakla, ondan gelecek her acıya katlanmakla ödenebilir.
★
Bütün
değerler üstünde varlık olan, tek sevdiğimizin yani Allahımızın hiç bir ayıbı
ve kusuru yoktur. îşte bu yüzden yalnız Onu seviyor ve Ona sığmıyoruz.
Ruh
dünyasının, şekille, görünüşle ilgisi yoktur. Bütün mabetler, üniversiteler
kapatılsa ruh gene Allah’ı bulur. Çünkü insanın gönlü Allah’ın evidir. İnanan
ve seven insan yüreği, bütün sevdiklerinin yürekleriyle ayni ölçüde çarpar.
Gerçeğe
kavuşan; en büyük dostu bulmuştur. Onun için artık, başka bir şüphe ve kısır
acı kalmamıştır. Böyle bir inancı bulan, imkânlarının en erişilmez tepesine
çıkmış demektir. îman, dağları yerinden oynatabilen kuvvettir, ölüden diriyi
doğurabilir.
İş böyle
ise, ne kadar ümitsizlik ve kahr içinde olursanız olunuz, size ümit ve ışık
vâdedilmiştir. Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü, (Allah ki idealdir kefen
hırsızım bile affedecek kadar cömerttir.) denilmiştir.
Sen bu
kadar ölçüsüz affeden bir sevgiliyi istemezsen, ona sarılmazsan, neyi ve sana
rahatlık, mutluluk verecek kimi isteyebilirsin?
Kaderin
seni ezmez. Yalmz sen kendini ezersin. Düşün; buna doğru diyeceksin.
İçimizdeki
her acı, bütün haykırışlar, atılmalar ve düşüp parçalanmalar hep aslımıza olan
özlemden ve aslımızın bizi çeken sırrındandır.
Biz|
normalken süren doğru’ya âşıkız, ebedî gerçek olan Allah da bize âşıktır.
Derdimizin onarmışız olması, tek merhemin onda olduğunu bilmişken başka yerde
arayışımızdandır.
Bize
kollarını açan sevgilimize, bizi aldatmıyan vefâlı ve en güzel sevgiliye neden
dönmüyoruz ?
Derdimiz
Onun kalpına, gölgesine imrenmektendir. Taklide, gölgeye; öz nasıl fedâ
edilir? Sürene geçici nasıl üstün tutulabilir ? Ve aklı ile övünen insan, nasıl
bu kadar kör olabilir;
Ama belki
de bizi güzelleştiren kader ve tesadüfün getirdiği acılardır. Böyle ise ve biz
bu kaderin Allah’tan geldiğine inanırsak, o zaman her şey değişir. Ve o zaman;
bu acıların belki daha derin yaşamamıza bir yol olduğumu anlarız. Sevgi veı
acı; derin bir yaşayışın en temelli iki şartıdır.
Tarihe göz
gezdirilince güçte, zekâda, güzellikte en büyük tanınmış inanların dertleri
içinde ömürlerini geçirdikleri görülür. İnsanın bu görünüş karşısında (Yoksa
dertsizler Allah yönünden unutulmuş, silik kimseler olmasın?) diyeceği
geliyor.
On
dokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyılın ilk günlerine düşüncesile sultan olan
Tolstoy, ölürken kendisine İncil okumalarını istemişti. Gazeteleri getirdiler.
Kendisi için yazılanları okumak istiyorlardı. (Hayır! Onları istemem!) diye bağırdı.
İncili aldılar ve (Dağda va’z) ı okudular. Bitince yeniden okuttu. Sonra
haykırdı: (Allahım! Allahım! Var olan yalnız Şensin! Ayakta duran yalnız
Şensin, yalnız Sen kuvvetlisin! Ey Kurtarıcı! Hiçliğimi Sen kuvvetinle ört!)
Sonra gözlerini kapadı, dudaklarını kıpırdattı, dua ediyordu.
Anasını,
babasını, çocuğunu, sevgilisini Haktan ve gerçekten daha çok seven Hakikat’a
lâyık değildir.
İnsan
taptığı idealine yaraşır olmalıdır. Allah İkiliye katlanamaz.
Allah,
insanları kendilerinden çok sever. Olgunluk yolunda; toplanmış üç beş kişi
arasında. O; vardır. O; bütün yorgunlara ve yük altında ezilenlere şöylece
seslenir: (Bana geliniz! Sizin yükümüzü ben taşıyacağım!)
Söylenilen
bıı sözler biraz deli saçmalarına benziyor. Ama en büyük gerçekler böyledir.
Mide ve barsaklarımızı ruhun üstüne çıkarmıyorsak, ruha göre yola; girelim ve
onu savunalım. Kurtulmak için tek çaremiz, (Allahın ahlâkını benimsemek ve
Onun yoluna girmektir.) Çünkü ölümü, acıyı yok etmenin ve hayatta ebediyetin
varlığını ortaya koymanın başka yolu yoktur. En büyükler; hesabı, ölçüyü,
düşünmemişler ve böyle davranmışlardır.
Ebedî hayat
boş bir lâf değildir. Yalnız ona inanmak için, onun şimdiden bizde başlamış
olması gerekir. Günlük s> kıntılar, sonunda birden gelip çatan büyük
felâketler, bize; bu süren hayatın bu ândan başlıyabileceği yönünde şüpheler
verebilir. Ama Musâ’yı, tsâ’yı ve Muhammedi düşünmek yeter, inandıkları ânda
onlar için ve kendilerine inananlar için, süren hayat başlamıştır.
Tersini
düşünen, Cehennem’in kapışma Dante’nin yazdığı cümleye inanmalıdır! (Ey
buradan geçenler! Bütün ümitleri bırakınız!) Oysaki imânın kapısında yalnız şu
tek kelime vardır ve her şeye yeter: Ümit!
Üzülmekten,
ezilmekten, silinip kaybolmaktan korkmayı nız. Nasıl tuz, ancak eriyerek tadını
verirse1, insan da varlı ğım, bütün isteklerini ideali uğrunda
eritmeden tam öl çüsünü bulamaz.
ömrün
elbette sonu vardır, bunu biliyorsun! Ve kocayıı ölecek olan gövdeden beni kim
kurtaracak dive haykırıyor sun!
idealine
yani Allah’ına teslim olursan süren yaşayış bulur ve her şeyi görürsün.
Ama inanmaz
ve teslim olmazsan, sen de, çoktan ölmüşken, yaşamaktasın demektir. Fakat yatak
odanda ya da yemek odanda, ölmüş insanla nasıl yaş yabilirsin ?
Suç
işlerken bir dakika için sana o hareketinin bütüı ömrünce yüklediği ağırlığı
tasarlasan ve onun anısının san taktığı boyunduruğu düşünsen, ateşe elini
uzatmıyacağın git ona da elini uzatmazdın. Kötülük uzun sürmez, vükselen bi şey
kuramaz .temelinden bozuktur. Süren, var olduran, yal nız imân, yalnız ümittir.
Kendi
yaşayışımıza, kaderimize hâkimmişiz gibi yaşıyoruz. Gerçekleşmiyen hülyalar
mız, yıkılan ümitleriniz ve eyvah her zaman yarım kalan eserlerimiz bizi
uvandırmıyo: Hayatımıza değil, kaderimize değil, irademize bile hâkim olamıyoruz.
Hiç olmazsa, mutluluğa ermek için isteklerimizi kısabilmeyi öğrenmeğe çalışsak!
Ey Allah’ın
dünyaları kendisi için yarattığı Muhammedi Sen bile oruç tutup, gecelerini
secdede geçirdikten sonra, bizim gibi, en pis günah çamuruna batmış olanlar ne
yapmalıyız?
Yalnız bir
isim vardır, süren odur: Allah, övleyse benzeriniz üzerinde ne diye hüküm
veriyor, onların kusurlarım ne diye yüzlerine vuruyorsunuz? Oysaki Kutlu
Kitaplar (Onlan yüzlemeyiniz, aksine onlara yükselmeleri için yardmı ediniz!)
demektedir.
Hak buyurur
ki: (Acımam öfkeme üstündür.)
Sevgilimiz
o kadar zengindir ki, verdiğini geri almaz; pişman olmaz. Pişmanlık bilgi;
azlığıdır. Onun bilgisinde eksik olmadığından, elbette ki pişmanlığı da
yoktur.
Bunun için,
insan denmeye gerekir yaratılmışın ödevi, her1 nefeste
kendini silip, Allah’ın varlığını isbata çalışmaktır.
Medenî
kanunlar, insandan verebileceğinin en azım isterler: Kötülük etme, zararlı
olma, faydalı olup olmamanı düşünme, istersen eşek gibi yaşa, derler. Oysaki
din; insandan ilk önce, insan olmasını ister.
Miraçta;
Allah, Peygamber’e (Her şeyi senin için yarattım!) diyor. Peygamber; ona,
şöyle cevap veriyor: Senin için her şeyi bıraktım!
Kur’an
(Tanrılığı “Emâneti” göklere, yerlere ve dağlara verdik. Hiç biri bu emâneti
yüklenemediler! Yalnız insan bu sorumlu işi omuzuna almak cesaretini gösterdi)
diyor.
Ademoğlu,
bu korkunç cesaretini unutmamalıdır.
Ama bu
cesaret yann almacak bir tedbir olmamalıdır. Yarın Âhiret demektir. Son saatini
hangi insan tasarlayabilir? Bunun için kararını yarma bırakanın nasibi vaktur.
Allah bu dünyayı ekim yeri sayıyor, burada ne kazanılırsa ona güvenilebilir.
Allah’ı
anmak en büyük kulluktur. Sana yakınlaşıncaya kadar, Allah sana gelinceye kadar
onu an. Bundan bıkıp usanma. Sen bu yolda yürüyüp olgunlaştıkça, kaderden,
insanlardan sızlanman azalacak ve o zaman Allah’ı da. insanları da, taliini de
seveceksin. Ey Rabbm beğenerek yarattığı Ademoğlu; ne malın, ne anan, ne
sevgilin, ne de başka türlü bağlar seni bu yoldan uzaklaştırmasın.
Allahın
işçisi!.. Hangi yerde, hangi işte, hangi döğtişte, Hak için çalışıyorsun? Allah
seni olacağından çok bir işle zorlamaz. O, senin kolaylığını ister, güçlükle
karşılaşmanı istemez. Ama sen, imkânlarının en küçüğünü bir parmak daha
yükselmen için kullandın mı ? Bana ondan haber ver.
Kendini
yenmekten daha büyük bir savaş yoktur. Kendini yenen mutlu olabilir. İçini
temizliyen ergeç kurtulur,.
Allah’ı
görmek istiyen, yalnız iyi olsun, iyilik etsin ve taptığı varlığa ikilik
.katmasın.
Allah
bencilliğinden kurtulmuş insanlara; kendi güzelliğini, bir kelime ile tek
güzelliği armağan verir.
Bu söz ile tasavvuf
denilen sır âlemine girmiş bulunuyoruz. O halde tasavvuf nedir ? Bu soruya en
sade cevaplardan birini veren Hacı Bektaş’tır. Ona göre (Tasavvuf; öyle bir
şeydir ki, âfiyet’le bieleşmez. Tasavvuf, Allah’tan başka olandan bıkıp
usanmaktır. Ve ondan başkasından boşanmaktır.)
Bu sözleri
üzerine Hacı Bektaş’a sormuşlar. (Afiyet nedir?) (Afiyet bir ân yüreğin
rahatlık ve karar bulmasıdır. Afiyet Allah’ta dinlenmedir. Oysaki tasavvuf
başlangıçtır, özlemdir. Onun için ikisi birleşmez.)
Gene Hacı
Bektaş'a sormuşlar: (Dervişin hali nasıl bir haldir?) Cevap vermiş: (O haldir
ki, her ne ki kafanda varsa bırakırsın. Ve her ne ki elinde varsa verirsin. Ve
kuyuya düşen ne yaparsa onu yaparsın!)
Yola
gireceğin güne kadar kafanda ne eribi öğrenilmiş bilgiler varsa, yüreğinde ne
gibi istekler besliyorsan, ne gibi şüphelerin varsa hepsini at ve öyle gel!
Kafan ve yüreğin bomboş kalsın ve Allah özlemi ruhuna iyice sinsin. Başka
türlü şüphe ve ihtirastan kurtulamazsın.
Böylece
mistisizm insanın kendi gerçeğini bilmesi demektir. Ancak kendini bilen Allah
ını bilir, amaç ise yalnız Allah’ımızı bilmektir. Elbette ki bilenin uykusu
bilmiyenin duasından daha hayırlıdır.
Her
yükselişin ruhanî basamaklarına göre akıl vardır. Şeriat, Tarikat, Mârifet,
Hakikat. însan hangi durakta ise akıl da o duraktadır. Ve gerekince o basamağa
göre hüküm verir. Almak; bir türlü akıl işidir. Olmak isteyen ise; verir,
sonsuz olur.
Putlar
(kadın, erkek, para, şöhret, saltanat v.s.) insandan başkası için
yaratılmamıştır. Ademoğlu muhtaç olduğundan; mecbur olarak Allah’ı aramıştır.
Bugün Allah yoktur
deseniz,
ertesi glin, herkes kendine göre bir put yaratacaktır: (Sevgili, para, şöhret,
v.s.)
Allah diyor
ki: (Ben, kulumun tasarladığı gibiyim!) Vay o kul ki Allah’ını en bayağı değere
indirir; paraya, şehvete bağlar.
Taptığını
en yüksek, en asıl ve bütün zenginliklerin kaynağı olarak tasarla. Allah her
şeyin sonudur. Olgunluk orada biter. Ona yalvar. Sen de Onun gibi olgunlaşasın.
Allah’ı
kendine vekil say. O, senin için her şeyi yapacaktır. Önünde küçül,
büyüyeceksin.
Rüfaî diyor
ki: Gerçeğel varmak için, ben, her kapıyı çok kalabal’k gördüm. Kendini silmek,
hiçe saymak kapısını, çok tenha buldum, oradan kolayca içeri giriverdim.)
ölürken
Şahı Nakşbend’e soruyorlar: “Cenazenizin önünde hangi sûreyi okuyalım!” Cevap
veriyor: “Sûre-i Şerife bize çoktur! ’. “Ne okuyalım,?” “Şunu!” diyor:
“Biz senin
önüne çıkmış zavallı insanlarız.”
Senin
güzelliğinden yalnız en küçük sadakayı dileniyoruz Allah, inananları bütün
suçlarından uzaklaştırır.
Allah
kuluna yeter. Onu doğru yola götürür, Eli bütün ellerden üstündür.
Her dinin
özü İslâm, yani teslian olmak ve rızâdır. Allah; İbrahim’e (İslâm ol!) dedikte,
İbrahim (Alemlerin Rabbma İslâm oldum.) dedi. Görülüyor ki İslâm olmak nefsi teslim
etmek demektir.
Dost ile
bağ her şeydir. En zeki ama en talihsiz yaratılmış'n ölçüsü olan Şeytan’a biri
takılıyor: “Sen kötü imişsin. Allah sana lanet ediyor!”
Şeytan
cevap veriyor:
“Ne
söylüyorsun, bundan daha büyük müjde mi olur? Beni Dost andı demek; Dost ansın
da, nasıl anarsa ansın!”
Allah
herkesi güvendiğine bırakır. Aklına güveneni aklına, parasına güveneni
parasına, varlığına güveneni varlığına bırakır.
Her kim
Allah’tan bir ân uzaklaşırsa, o sırada dostu ve arkasından geleni şeytan olur.
Bütün
kötülüklerimize temel, içgüdüye kendini bırakan aklimizdir. Şair Sa’dî ne güzel
söylemiştir: “Bulutlar, rüzgârlar, ay ve güneş, bütün felekler elbirliği
yapmışlardır. Tek sen bir lokma elde edebileşin ve onu rahatça yiyebilesin.”
Allah
insanların bildiğinden, tasarladığından çok acıyandır. O; dertli her
yaradılmışla dertlidir. Her insan O’nun bir parçasıdır. Bizim kederimize bunun
için ortak olmaz olur mu ? Allah, biz acıdan kıvranırken yambaşımızdadır.
Kur’an’da denildiği gibi (Bize şah damarımızdan daha yakındır. İnsan O’nun
ruhu ile yaşamaktadır. Ve O’nun ruhundadır.)
Yaratan:
(Ey Davud! Benim kullarıma olan özleyişim onların beni özleyişinden ileridir.)
diyor. Ama biz benzerlerimizle o kadar uğraşıyoruz ki, Allah’a bir türlü sıra
gelmiyor. Her şeyi benzerimizden istemeye o kadar alışmışız ki; her zaman
dileklerimizden yoksun kaldığımız halde, gene onların ardı sıra koşmaktan bıkıp
usanmayız.
Dostlarımıza,
sevdiklerimize pek çok değer verelim. Ama Allah’ın hakkını kullara vermiyelim.
Allah’ı ananlarla
anmıyanlar arasındaki ayrılık, ölü ile diri arasındaki başkalık gibidir.
Hak yolunda
yürüyenler iyi bilsinler ki: razı olmayan zorlanır.
Her ne
bahasına olursa olsun, rulnı beden zindanından kurtarmak lâzımdır.
Allah
bizimle birlik olursa bize kim düşman olabilir; karşımıza kim çıkar? Ama ondan
yoksun olursak, o zaman dünya bir Cehennem‘'e döner.
Her türlü
değer, her türlü şan ve şöhret Allah’ın dostluğu yanında nedir? Hiç!
O, var
olunca her türlü yoksulluk biter.
Allah
hayatımızdan giderse, o zaman dünyada kiminle ve nasıl yaşayabiliriz?
Dostum;
bütün bu söylediğim şeyler, bir bakıma göre saçma ve yanlış olsa bile, senin
için bunlara inanıp; Sokrates, Eflâtun, Epiktetos, Isâ, Mevlâna, kadar aptal ve
bilgisiz olmak çünkü bütün bu inançlar onlarmdır karşısındaki yeri, kürsüsü
olan, inandıklarının aksini yapanlara benzemekten daha iyi değil midir?
Hesap; ruh
dünyasının eşiğinden bir adım ileri gidemez.
Bunun için
Allah’ın düşmanı Nietzsche, çıldırdıktan sonra, Weimar’ın göklerine bakıyor,
dönen değirmenleri görüyor. Ve annesine: “Hiç kanatları yok diyor kanat!
kanat!” diye bağırıyordu.
Düşüncende
ve davranışlarında detaya .tesadüfe, faydası olmayana yer verme. O zaman; sana
öz ve temel kalacaktır. Hayattan; daha ne isteyebilirsin?
iyi bil ki
sen şimdi yaşamıyorsun! Çünkü bir an için istediğin gibi yaşadığına inanmış
değilsin!
İnsanın
kendisinden başka hiç kimseden bir şey elde edemiyeceğini bilmesi çok acıdır.
Bu böyledir. Bunu zamanı geçtikten sonra değil, erkenden öğrenmek gerekir.
Yoksunluk
bir bıçak yarası gibi canımızı yakmazsa, üzerine düşkün olduğumuz şeyden
yoksun değiliz demektir. Yoksunluk bir ceza olmalıdır. Böyle olmayınca hiç bir
şeye yaramaz.
Hepsinin
boş, her şeyin boş olduğunu pek geç öğrenirsen yazıktır sana! Paralar yığdın.
Bununla mutluluğun ilgisi ne? Şan ve şerefin en yüksek tepelerine çıktın,
bundan sana ne ? Etinin ve kemiğinin isteklerini kovalıyorsun, bundan bir ân
için olgun bir zevk duyabildin mi?
Birkaç
kürek toprakla ,gövde yokluğa gömülecek olduktan sonra paranın, iktidarın, her
türlü tatminin ne değeri olabilir ? Ruhun kaderini bugünden, bu ândan düşünmek
gerekir. Belki yarın pek geç olacaktır. Şimdi ışık ve imkân varken bitmeyen
bir hazine toplamağa çalış. Hiç bir şey yapamıyacağm karanlık gece elbette
gelecektir.
Tek
ödevimiz kendimizle uğraşmak, kendimize karşı her gün daha kuvvetli olmaktır.
Her gün bir kötü huyumuzu bıraksak, çabucak mutlu olur ve Allah’ı buluruz. Ama
gözlerimiz var, görmüyoruz; kulaklarımız var, duymuyoruz.
insanlar
kötü huylarını köklerinden koparmak için; yaşamaya uyma yolunda harcadıkları
emek kadar zahmet çekseydiler dünya Cennet olurdu.
Kahramanların,
Velîlerin ömürlerine bak. Yaptığımız işlerin ve katlandığımız emeklerin ne
kadar sudan olduğunu anlar sın.
Onlar
açlığa ve susuzluğa, sürgüne, zindana, işkencelere, ölüme rağmen hiç bir vakit
doğruluktan ayrılmadılar. Oysaki sen ve ban işin sonunda; bütün benzerlerimiz
doğruluk ve olgunluk yolunda ne yaptık?
Asil bir
ruha göre inkâr imandan zordur. Bunun için modem softaya kolay gelen, gerçeğe
arkasını çevirtmek, onu aramaktan uzaklaşmaktır. Devrinin bilgi sultanı
Fahreddin’i Râzî gerekiyor da kendisinden şöylece sözediyor: “Ben Allah’ın
varlığını ve birliğini binbir delil’le belirttim! ’ Muhiddin’i Arabî ona şu
cevabı yolluyor: “Ey Fahreddin! Allah’ın varlığından ve birliğinden binbir
şüphen mi vardı?”
Hak'km binbir faziletini (erdem)
sayıyorsun. Seaıin kaç faziletin var? ,
Dünyanın en
çok yardıma muhtaç, en zavallı ve yaralı insanı bile olsan; gene başkasına
yardım etmeğe çalış! Kurtulmanın teik yolu budur.
İnsanın ilk
önce kendisinden çıkması lâzımdır.
Gerçeğin
şarabı acıdır. Bu acı birinci yudumdadır. Mutluluk, bütün hayatın mânası olan
mutluluk, bu acı yudumun hemen arkasından gelecek ve o zaman Peygamberin sözü
doğru olduğu anlaşılacaktır. (Ölen bir buğday tanesine karşı bir çok buğday
taneleri elde edilir.)
Saf ve
basit olmalıdır. Ama temizlik, basitlik ruh yoksulluğu değildir. Cennet saf ve
basit olanlarındır.
Allah bizim
için nedir ? İlk önce yasımız, onu acı duyarak sezerim, sonra ümidimiz ve son
ümidimiz!
Ey Rab,
bütüıı felsefeler ve bilimler susuyorlar, bilmecelerin bilmecesi konusunda
hece söylemiyorlar. Her mutluluğun tek anahtarı olan ey Rab; Sen konuş!
Allah
kendisini ancak ağlayanlara gösterebilir. Ağlamamış olan Onu göremez. Ağlamış
olanlar ise, yüzde yüz O’nu görürler. Çünkü isteyerek bir amaç için katlanılan
yoksunluk, kendi haklarından isteğiyle uzaklaşma, Allah’a, mutluluğa giden
tek yoldur.
Fenalık
inşa edemez. Onun bir şeye varmış görünmesi, kendi kendini yıkmasının son
perdesidir. Ânı değil, süreni düşünen; fenalığa el uzatmaz.
Bütün bu
gerçeklere, senin de inandığından şüphem yok. Bu yolda yürüyemiyorsun.
Biliyorum ki tırmanılarak çıkılan tepelerde durabilmek, tırmanmaktan daha
güçtür. Dene, dayan! Biraz sonra varacaksın.
Sabır,
sabır durmadan söz edilmesi gereken şey. Gerçek sevgi sabırsızlığın zıddıdır.
Ey vefâsız insan! ömründe biı kere olsun sevdim diyemiyecek misin ?
Ne para, ne
sultanlık, ne ün; ne de sağlık; yalnız biı şey lâzımdır: Mutlu olmak. Bunun
için de teslim olmak, yan: müslüman olmak gerekir.
Ey dostum,
artık hastalıktan kurtulmağa karar ver, un ve bekle!
Doğruluk ve
sevgi yolundaki söze bağlılık; olgunluğu) ilk şartıdır.
Allah'ı
inkâr eden şaşkınlar, bu inkârın onu yok etmek olmadığım düşünmüyorlar.
Dostum,
artık iki sultana birden köle olamazs n. Sana yaradılmışlarm en şereflisi diyen
ve sonsuzluğun hâkimi olan Allah’ını mı, yoksa bugünkü geçici çıkarlarını;
gözdağı ile seni korkutan, yoksa oyalayan Sultam mı üstün tutacaksın? Kararını
ver. Bir kelime ile insan mı olacaksın, yoksa tilki yılan, kurt veya domuz mu
olacaksın? Allah susuyor. İşte asıl onun susmasından kork.
Gücüm yok
diyorsun. Can ve gönülden iste, ayağa kalk, her şeyi yapacaksın. Olurki ilk
adımlarda sendeler ve tövbe’leıini, kararını bozarsın. Bunun önemi yok. Bin
kere tövbelerini bozarsan, ama arkasından içten gelen pişmanlık gösterirsen,
Allah gene seni koruyacaktır.
Yalnız,
Göklerden gelen emirleri tartışmaya kalkma. Orada dur! Çünkü emir tartışılmaz,
yapılır. İşi sona erdirmenin başka yolu! yoktur. Bununla birlikte şunu da her
vakit aklında tut ki, her ân nefsinle uğraşmak zorundasın. Çünkü; bu alanda
kazanılmış savaş; asla sonuncusu değildir.
Şair
Baudelaire haykırıyor: ‘‘Ey Rabbim; bana ruhumu ve gövdemi iğrenmeden görecek
kuvvet ve cesareti ver”. Bu yalvarma halimizin dile gelmesidir. Sen olmasan bu
güçsüz, çürümüş varlığımızla kime ve nereye gidebiliriz ?
Dostum
yaşlandın. “Artık hayata benzeyen hayatı değil, hayatımın ta kendisini
istiyorum!” diyecek ve bunu arayıp bulacak isteğin olsun. Ömrün hızla geçip
gidiyor. Ve sen gene kendine mühlet vermekle oyalanıyorsun.
Ömrümüz bir
ân kadar kısa. Ortasına srelmişken de ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ne vakit
yaşamasını öğreneceğiz ve ne vakit yaşayacağız? ?
Dünyalara
sahip ve hâkim olmak için ruhumu kaybetmek gerekecekse bütün elde
edeceklerimin hic bir değeri yoktur.
Madde; hiç
bir zaman ruhun yerini tutamaz!
Bir takım
insanlar bataklığa alçaklığa, rezalete basarak başlarını göklere yükseltmek
isterler. Ayaklar çamurda olduktan sonra, başın göklere yükselmesi hic bir şeye
yaramaz. Temel çürüktür.'
Gövdenin
istekleri seni sana bağlar. Ruhun dilekleri seni başkasına bağlar, sana ufuk
açar.
Ey Rab!
Hırstan, tembellikten, şehvetten, korkudan, günahtan ve günahın getirdiği
türlü türlü yüz karasından ve sonunda ümitsiz, imansız ölmekten kurtulmak için
bize yardım et!
însan sağma
soluna bak.yor. Bu imansız komşuların yaşaması ne fakir, ne zavallı, ne kısır!
Bu zavallıların hayatlarına nasıl bir parça ümit katmalı ? Bunların bildikleri
tek sevgi, karşı cinsteki yaradıln» şm vereceği ümit ve zevk! Oysaki yan yana
geliyorlar, birbirlerine sanlıvorlar, biri ötekinin üstünde kırılıyor,
anlaşamıyorlar.
Bir ân
olsun 'bir şeyi elde etmeden, gene hayatın gürültülerine karışıp gidiyorlar;
Bütün bir ebediyeti, böylelikle sevdikleri göğsün üzerinde bir âna verip
geçiyorlar.
Bizi ânında
yükseltmeyen acı, mutlak olarak boş ve manasızdır.
“Sağ gözün
senin manevî yıkılış na sebep olursa, onu çıkarıp kendinden at. Organlarından
birinin eksik olması, bütün varlığının çürümesinden daha iyidir.”
“Gövdeyi
öldürenden korkmayınız. Ruhu öldürenden korkunuz.”
Hayatı
kaybetmekten daha acı bir şey vardır. Yaşamanın mânasını kaybetmek.
Rab’bın her
yerde hazırdır. Onun güzelliğini görmek isteyen Vasıtî’nim dediği gibi, bir
kırmızı gülü eline alsın ve ona baksın, yeter.
Herkesin
elinde bulunan normal imkânlardan, kaderi dolayısile yoksun olanları Allah daha
büyükleri için yaratmıştır. Ayağından vurulmuş olanlar, yürümez, uçarlar.
Gene de
sürmeyene; geçiciye bağlanıyorsun. Görmüyor musun ki; her şey akıp gidiyor. Ve
yüzyılların üstünde yalnız O’nun mübarek yüzü hâkim olarak kalıyor.
Öleceksin!
En güzel Sultanlar, en büyük kahramanlar, en güçlü diktatörler gibi toprak
olacaksın. Gençliğine güveniyorsan, düşün ki en uzun ömrün sonu yarından daha,
yakındır. Bunları biliyorsun, böyleyken kendi yaktığın ateşte yanıyorsun.
Kedine köle
olan; ben hür bir insanım diyebilir mi ?
Yalnız
gülenler, ya da gülmeğe çalışanlar, gülmek için kendini zorlıyanlar, bil ki,
zevkleri için yaşayanlardır.
insan
yoktur. Herkes kendini var sanır. Var olan için her şey vardır; var olan ölmez,
ölmeyen ise Allah’tır.
Var olanın
hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Her şeyi vardır. Yok olanın da yani olgun insanın
da hiç bir ihtiyacı yoktur. Çünkü kendisi yoktur.
Bayezidî
Bistamî’nin şu sözümü hiç hatırından çıkarma; (Otuz yıldır Hak’la konuşurum,
halk beni kendilerile konuşuyor sanır.)
Bunu
düşününce ne dostundan, ne komşundan, ne de düşmanından sızlanırsın.
ömrünün en
iyi günü, bugün, en güzel saati bu saat, en bulunmaz ânı bu ândır. Dünyada ne
yapılmış ise “şimdi” yapılmıştır. Gerçekleştirmek istediğin ideali bugün ele
al! Yarın belki kıyamet kopacaktır. Bu gerçeği anlamıyan; dünyadan bir şey
anlamış değildir.
Küçük
zevklerden uzaklaşmıyan, büyüğüne erişemez. Büyük mutluluk, malından değil,
canından bile silkinmeyi ister. Gerçek insanlığa yükseliş buradan başlar.
Olgunlaşmasının talihsiz bir gününde, bu yüzden bir veli “ölemedigrim için ölüyorum!”
diye inlemiştir.
Kendini
perhizle; yapmacığı aşkla yenmeğe çalış. Sonuna kadar vermek cömertliğini
göster. Böylelikle bütün verdiklerini fazlasile eline geçirirsin. En derin
ekonomi kanununun sırrı budur.
Fakirsen
zengin olmak için çırpınma. Yapacağın daha önemli işler var. Zenginsen Allah'a
şiikret ve hiç bir zaman, hiç bir şeyin sana sahip olmasına yol açma.
Gövdenin
hesapsız, ölçüsüz, düzensiz; yalnız zevk için
yaşamak istemesi, ruhunu kölelik zincirlerine ba&lar.
Doğruluktan
bir ad'.m ayrılan günaha düşer. Suyun iki parmak altında ya da denizin dibinde
boğulmak arasında fark yoktur.
İhtiraslarını
doyurma yolunda sendeliyerek yürüdüğün ve bin kere yüzüstü düştüğün halde, gene
umuyor, bekliyor ya da yoksun kalırım diye korkuyorsun. Bu arkası gelmeyen
ümitlerden ve hiç bir temele dayanmıyan kaygılardan ne vakit kurtulacaksın?
Doğru’ya
kendini vermen, senin için bir çok yoksunluklar dolayısile dayanılmaz bir acı
olacaksa; bunu normal bulmalısın. Çünkü kötülük; yapmaz, yıkar demiştim. Yapmak,
kurmak için elbetteki zahmet çekecek, terliyeceksin.
“Allah
kullarını af için bahane arar.”
Sana
biteviye Kur’an oku, namaz kıl, demiyorum. Her şeyden önce kendini bul,
diyorum. Ancak kendimi bulan Allah’ını bulur, amaç da budur.
Kur’an;
şairin dediği gibi “Dostun bir yadigârıdır. Dost yanımızda olunca yadigâr
gölgede kalır.”
“Ya Rab!
Beni benden al, Seni bana ver, Sen kal!’’'1 “Allah’ım
biliyorum ki bize bizden yakınsın, kimi vakit en akıllı, en aydın kullarm bile
niye Seni bulamıyorlar?” Ben fukaranın bu yolda biricik avunma yolum, şu
sözündür: ‘‘Beni önceden bulmamış olsaydın, aramaya kalkmazdin!” Allah’tan
yalnız Allah’ı istemelidir. Ondan başkasını istemek haramdır, daha doğrusu
ayıptır.
Ebediyette
var olmak için kendini yok saymak, bu; başlangıçtır. Musâ; özlemini çektiği
Allah’a soruyor: “Ya Rab, Senin yüzünü nasıl görebilirim?"
Cenabı Hak
cevap veriyor:
“Ey Musâ
kendini bırak da gel!”
Ölen hayvan
olur, insan ölmemelidir, ölen insan ise ona yazıktır. Şeytanım Müslüman etmenin
çaresini bulamamıştır. Nefis ölmez, yalnız teslim olur. Ve teslim olunca yani
Müslüman olunca, sana kardeş olur.
Hiç
kapanmıyan, çalındığı vakit her zaman açılan bir tek şeref kapısı; O’nun
kapısıdır. Bin kere tövbeni bozsan, küfür çamurlarında leş haline gelinceye kadar
çürüsen, gene korkmadan bu kapıya gel! O kapıdan hiç ümidini kesme. Allah’a
yardımı et! O, sana yardım edecektir!
“ölmeden
önce öl!” sırrım kendi kendinde srerçekleştirmiyenler çabucak yoldan çıkarlar.
En küçük şeylerde bile hırs gözlerini kör eder, öl; elbette olacaksın..
Henüz ruhu
hasta ve içgüdüsünün boyunduruğunda olup maddeye bağlı olanlar, dünya
nimetlerine düşkünlükten çok güç kurtulurlar. Bu yasak yemişlere karşı
savaşlarında kendilerini yenseler bile, üzülürler, sabırlarını kaybederler.
Hırsla istediklerini elde edince de, vicdan âzabı üzerlerine çöker. Çünkü
huzur ve mutlulukla ilgisi olmayan azgınlıklarına kendilerini bırakmışlardır.
Oysaki ihtiraslara kendini bırakarak değil, onlara karşı gelerek gönül
rahatlığı elde edilebilir. Bu yüzden; zevklere ve dış âleme düşkün insanın
gönlünde sevinç yoktur. Huzur, coşkun bir İç dünyası olan adamın ödülüdür.
Rabbın
sevgili kullarından Şibli demiştir ki: “Kırk yıldır gönlüm bir içim su, ya da
bir içim ekşi ayran diler, henüz anı ona vermedim.”
Ve gene
demiştir ki: “Bugün kırk yıldır ki bir vakitteyim. Hak Taâlâ gönlüme bakar ve
kendinden başka bir şey görmez.’’
Vicdanilin
kesin emrine bağlan. Mutlu olacaksın!
Din her ne
bahasına olursa olsun mutluluğu aramak ve bulmak amacıdır.
Geçici
olmıyan mutluluğun tarifini bilmek ve yapmaktansa, onu kendinde duymayı üstün
tutmak daha iyidir.
İnsanlarla,
yeryüzüyle ilgili bütün bilmecelerin düğümlerini çözsek, bunlar yönündeki
bütün bilgilerin kanunlarını bilsek, Allah’ın sevgisinden, didârından yoksun olduktan
sonra, bunları bilmekle bilmemek arasında fark yoktur.
İnsanlar
binlerce yıl hayvanlar gibi yaşadılar. Sonunda Allah’ı, merhameti, aşkı
buldular; medeniyet doğdu. Şimdi Allah’ın öldüğünü sandıklan îçiıı, acıma ve
sevgi, işlerine gelmiyor. Her şeyin daha çoğunu bulmak isteğile, ebediyete değer
vermiyen akılları, iki yokluk arasındaki ölçülü zamanı fırsat bilerek çal
ışmaya başladı. Aç kurtlar gibi birbirlerini öldürüyor, yiyorlar.
Dostum;
akıllı görünmeğe değil, akıllı olmağa çalış. Senin olgunluğa doğru
gidemeyişin, gerçeği olduğu gibi görmemek güçsüzlüğünden geliyor Kolayı üstün
tutuyorsun!
Ruhla
ilgili rahatlık, o kadar güzeldir ki; bunun ne olduğunu bir kere
tasarlıyabilseydin, artık ötesini, düşünmezdin.
Ansızın
Sevgili geldiği vakit, uyanık bulunan insan ne mutludur!
Seninki
senin, benimki benim. Bu ayak takımının ekmek kavgasıdır. Seninki senin,
benimki de senin: bu gerçeğin getirdğii rahatlıkt r. Aslında ne sen varsın, ne
de ben!
Yalnız sana
değer verenleri seversen, beğenilecek ne yapmış olursun ?
Âşık
bağırır: “Yâ Rab! Hayatımdan başka bir şeyim yok! O da sana feda olsun!”
Arif; bunu
duyunca ona gülerek sorar: “Yâhû! Kimin hayatını kime veriyorsun?”
Küçük
şeylerde kendimizi yenemezsek, hangi büyük şerefe erişiriz ?’
★
Ruh dünyası
olan insan’m duası, en büyük acı içinde bile böyle olmalıdır:
“Allah’ım
senin varlığın nasıl sonsuz ise. benim, de yokluğum öylece sonsuzdur. Sen
varlıkta, birsin. Ben yoklukta birim. Allah’ım beni yoksun, fakir, ortada
bırakılmış güçsüz ve kiiçük görünen bir hiçlik haline indirdiğin için Sana
şükrederim. Çünkü ancak, şimdi, ben Süleyman'ın sultanlığım, Karun’un
hâzinesini buldum!”
Her şeyini
ver, Hiçi, yani her şeyi satın alacaksın. Kendini verir, Allah’ı ararsan, en
güzel sevgiliyi bulacaksın.
Allah’ın
sultanlığına nasıl ortak olur ve onun gibi yaşıyabiliriz? Mesele budur!
Allah,
hayat kadar güzel ve tehlikelidir. Bunun içim. O’nun güzelliğinden sarhoş
olanların kimisi kâfir, kimisi âşık olur. Mevlâna’nm dediği gibi, “O hem
derttir, hem merhemdir. Hem yastır, hem sevinçtir. Hem anahtardır, hem
kilittir. Hem zindandır, hem hürriyettir. Ve gene dünyada da, âhirette de gizlidir.
Bunumla birlikte her yerde görünen, nur saçan O’dur. O, susar; böyleyken her
dilde söyleşen O’dur. Ve gene bunun içindir ki mescitte de, meyhanede de âşıkın
aradığı O’dur.” “Ey dostum! Eğer sevgilinin güzel varlığına elin erişemiyorsa,
bil ki, buna sebep, perişan olan taliin ve uzanmasını bilmiyen kolundur.
Tapınağı bırakıp, orada görünen ideali aradığm ve eşyayı değil, eşyanın
sahibini aradığın gün mutluluğuna kavuştuğun gündür.”
Sanıyorsun
ki günlük ödevler yapacağın en iyi işler arasındadır. Senin tutacağın en doğru
yol Rab bin; her işini gördüğünü bilerek yaşamandır.
Ey benim
Allahım! Taptığım her varlıkta Seni arıyorum. Mutlu olduğum ânın ışığı Sen’sin.
Sen olunca, her şey var, Sen Sen olmayınca bir şey yok. Sevgili, para, şöhret,
bilim, eser, bütün bunlar Sana varmak için başımı vurduğum kayalardır. Sen
mutlulukların sonusun. Gittikçe çoğalmamakla birlikte, coşturan mutluluk
Sen’sin, çünkü Sen her şeyin sonusun! Ancak Sana yakınlaştığım dakikada; zaman
duruyor ve ben yalnız o buluşmada geçici varlığımın sevincini sürer büiyorum.
Bütün
bilginler .filozoflar bir tarafa! Senin sesini, yalnız Senin mübarek sesini,
duymak istiyorum!
Mevlâna
Celâleddin-i Rumî “Eski şeyleri satanların sıraları ve zamanları geçti. Biz,
şimdi yeniliği ve yeni şeyleri satıyoruz. Bugün pazar bizimdir.” diyor.
Mevlâna;
Phidias kadar yenidir. Onun yeni dediği moda değildir, ebedî yenidir.
Bize göre
güneşin battığı yerdeki velî "Çorba kâsesinin içinde bile Allah’ı
görüyorum!” dediği gibi; bize göre, güneşin doğduğu yerdeki velî de
"Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok!” diyor.
“Olayları
konuşturmalıdır. Çünkü bilimsel gerçek ferdî değildir.”
Buna,
olayları en iyi kullanabilen H. Poincarre şöyle cevap veriyor:
“Ne yazık
ki olaylar asla konuşmazlar.”
İmdi
konuşan birisi vardır. O’nu dinlemek gerekir.
Her şeyden
önce ruhu kurtarmalıdır. Âdem oğluna ekmek değil; cesaret, îman lâzımdır.
idealine
bağlanmış insanların yükselmesine her şey yardım eder; ölüm bile. Peygamber’in
dediği gibi, göz yaşlarile eken, sevinçle biçer.
Süreni
aramıyan, elbetteki geçiciden de yoksun kalır.
En kolay
yaşama, şüpheye ve imansızlığa güvenen hayattır. inanç; bir mucizedir. Ondan
medeniyet doğar.
Geleceği
kuran, yaşatan bu “dakika”dır.
Her günü
ölçüsüz büyük sonuçlar verecek insan hayatı, baştan aşağı ciddiye alınmalıdır.
Boş bir işle geçirdiğiniz şu ân, belki sizin ebedî hayatı kazanmanıza bir
fırsat olacaktı. Yaşamanın değeri ve özü ile onu kullandığınız şekli ölçün, karşılaştırın.
Sonra düşünün ki, bir saat daha yaşayıp yaşamıyacağmızı bilmiyorsunuz!
İnsan; ben
Muhammedi, gerçeği, gözümle gördüm diyecek hale gelmelidir. Olgunluk için en
kısa yol Allah’ın ahlâkına, Muhammed gibi uymaktır.
Dostum, her
zaman şunu düşün: Allah; bugünkü çıkar değil, yalnız idealdir!
Ruhun
silindiği dünyada yaşamaktansa ölmek daha iyidir.
Mutluluk;
isteği olgunluğa ermiş insanda bulunur.
"Kendilerini
güçlü sananların yoksun olduğu nimet, onların küçük gördüklerine
verilecektir.”
Hiç bir
suçlu affolunmaktan ümit kesmemelidir. Bütün peygamberler, yalnız kendilerinin
kurtulamıyacağına inanmış suçluları kurtarmak için dünyaya gelmişlerdir.
ölümü
düşündüğümüz ândan başlıyarak, ömrümüzün her olayı bir mâna kazanır.
Ey Rabbım!
Bana günlerimin sayılı olduğunu durmadan hatırlat!
Dostum!
“Kendime çelme takmıyacağım, korku, vicdan azabı duymadan yaşıyacağım!” dediğin
gün; bunu içinden söylüyorsan kurtulmuşsundur!
Allah’ım
yalnız tek olanı, yani Seni istiyorum!
İnancın
olmadığı yerde, hayat sofrasının altında yalnız küçük “Ben” parçalan vardır.
İnanç
olmayınca ne hayatın, ne ölümün, ne Efendimizin, ne de kendimizin ne
olduğumuzu bilmeğe imkân yoktur. İnancın inkâr edildiği yerde; ihtiras,
bayağılık, şaşkınlık, karanlık ve ölüm vardır.
“Bir Tann
gibi istiyorum. Kader yerde sürünen bir solucan gibi beni eziyor!”' diye
haykırman işte bu yüzdendir.
Tabiatı,
aman, Allah'sıza bırakmıyalım. Tabiat ve insan değil, o zaman; hiçbir şey
ayakta, durmaz.
İnanç;
yaşamak sanatıdır.
Hayatı
baştan aşağı bir yalandan, sahtekârlıktan kurulmuş insanlar çoktur. Kendimizi
anlamağa çalışalım. Hiç olmazsa suçumuzu inkâr etmiyelim. Günahın günah, çirkinliğin
çirkinlik olduğunu gizlemiyelim. Bunu söyliyebilmek, yola girmektir.
Allah’a
karşı saygısızlık, bir cesaret değildir.
Bekliyorsun,
bekliyorsun; bekliyorsun! Neyi? Hiçbir vakit dışarıdan gelmiyen ve ne yazık;
sende uyuyan mutluluğu bekliyorsun!
Sev,
kahırlara ve gözyaşlarına rağmen tertemiz kal, acını ölümlere kadar gizli
tutmağa çalış. Yüzde yüz mutlu olacaksın. Allah sana sevmek imkânım vermişse,
daha hangi büyük nimeti bekliyorsun? Her gün bir dakika olsun yalnız kal,
sevgini düşün, ne kadar imkânsızlıklarla dolu olursa olsun, bu nimetin
bulunmaz bahası semi her türlü sevince kavuşturacaktır.
Ruhunun
olgunluğuna bir şey eklemiyen kaygıları bir yöne at! Maddî yaşayışın lüksü seni
bulandırmasın. Âlemin boş gürültülerine kulaklarını tıka. O zaman yaşamanın gerçek
sırlarım düşünecek vakti bulacaksın.
Gölgede
silik kalmak istemiyen, en değerli hâzinesini dağıtmadan ortaya çıkamaz.
Gene de
mutluluk dediğin şey; kaygılardan, yaslardan, sıkıntılardan, iğrenmelerden,
vicdan azaplarından ve yalancı vaidlerden kurulmuş değil midir?
Felâket
aynasında kendini bir kere olsun ivice görmiyen, kendisinin ne olduğunu
bilemez. Uyanık ruhların çoğu yalınayak acının kızgın külleri üzerinde
yürümüşlerdir. Tertemiz bir varlık içinde görünenlerin; ne yazık ki; bir çoğu
bu dünyadan uyurken yürüyüp geçenler gibi gelip geçmişlerdir. Ve Rabbın önüne
dünyada yalnız uyudukları İçin elleri bomboş çıkacaklardır. Bilinen şey:
Dünya; âhirete götürülecek mahsullerin ekim, biçim yeridir. Ve âhirette
olgunlukta yükselmek yoktur, Bunun için hiçbir basamakta gecikmemen, erişme
yolunda yerini bulup orada sıkı durmalıdır. Çünkü her dakika kendimizi büyük
görme ve kaza fırtınaları bizi bulunduğumuz duraklardan uçurumlara
yuvarlıyabilir.
Sana,
gerçeğe gidecek tek bir yol olduğunu söyliyenlere inanma.
Allah’a
giden yollar insanların nefesleri savısı kadar çoktur. Bununla birlikte bu
yargı sent gururlandırmasın. Bu azgın vc aydm insanların, bazan okuyup yazamaz
kocakarıların imanlarını ve davranışlarını benimsemekle işe başlamaları gerekir.
Çünkü Allah; en kuvvetlileri yere vurmak için, en güçsüzleri bu yolda kullanır.
Ama sen bu
âna değin öleceğine inanmıyorsun. Bir türlü öleceğine inanmıyorsun. Sonunu
düşünmeden, istediğin, erişebildiğin gibi bir hayat sürüyorsun. Niye mutlu
değilsin? işte sana Mukaddes kitapların bahsettiği Cehennem, bu Cehennem’dir.
Gene de
senin bundan haberin yoktur.
TOLSTOY'UN HAYATI VE DÜNŞÜNCE
HAYATI-BURHAN TOPRAK
1855 yıl
nın Mart’ında Tolstoy, günlüğüne şunları yazıyordu: “Uğruna bütün ömrümü
vereceğim, büyük bir düşünceye saplandım. Bu düşünce; yeni bir dinin, îsâ’nın
kurduğu dinin boş inançlardan ve esrardan temizlenmiş seklidir.”
★
Yazıma
Tolstoy’un büyük tasarısını özetliven bir pasajla başlıyorum. Çünkü size onun
hayatından; düşüncelerinden ve bu düşüncelerle, yaşamasının gelişmesinden
sözaçmak istiyorum. Elbette size onun edebî değerini anlatacak değilim. Çünkü;
artık eserleri üstüne yapılan tartışmalar, sona ermiş ve verilen hükümler
kesin olarak edebiyat tarihi elkitaplanna geçmiştir. Aslında bu konu, yetkimin
dışında olduğu kadar ve belki de daha çok ihtiras mm ve severimin dışındadır.
Beni saran konu; onun yaşayışı ve bu ömrün sanatı üzerine etkisidir. Böyle
olmayınca; yalnız şekilden dokunan sanat, ya da yalnız akıl cambazlığına çok
yarayan felsefe, törenden ve tüzükten kurulan, din, gerçek yönünde koşanlan ne
ölçüde ilgilendirir?
Nitekim
Tolstoy, eserinden çok; sıtmalı yaşayışiyle, gönül gençliğiyle, ölümü yenmek
ihtirasiyle, insanlar arasında yaratmak istediği kardeş sevgisi rüyalariyle,
modern medeniyetin sistemli yalanlarına karşı korkunç hücumlariyle ve nihayet
sonsuzluk önündeki başdönmesiyle XIX. yüzyıl n ortalarına doğru, bütün Avrupa
aydınlarına önder olmuştur. Çünkü Tolstoy’un hayatiyle sanatı, tam bir
bütündür. Hiçbir vakit sanat eseri, hayata bu ölçüde karışmış değildir. Onun
hayatını eserleriyle yimıibeş yaşından başlıyarak, adım adım izlemek
elimizdedir. Bütün ömrünce tuttuğu jurnalleri (günlük) ve bu çağlan aksettiren
kitapları, psikolojik gelişmesinin çıkış noktalarını açıkça belirtir.
★
Tolstoy’un
yalnızlık içinde geçirdiği gençliğinde; beyni, durma bilmiyen bir sıtma
içindeydi. Pek üstünkörü okul hayatından sonra büsbütün yalnızlığa çekildi.
Bütün bir yıl içâlemi üe başbaşa kaldı. Bu sırada türlü felsefe ekollerini,
benimsemeğe başladı. Bir ân geliyor Epiktetos’a sarılıyor, vücudünü perhizlere
alıştırmak istiyor, ya da Epikuros’cu olup varlığını fuhuşa ve zinâya
bırakıyordu. Bir aralık ruhların göçüşüne (birbirinin yerini aldığına) inandı
ve sonunda korkunç bir nihilizm’e düştü. Sonuç: Her türlü inanış ruhundan
silinip gitti. Daha 16 yaşında dua etmeği bıraktığı gibi, kiliseye gitmekten de
vazgeçti.
Bununla
birlikte geleneğin inancı henüz sönmüş değildi. Tolstoy "Günlük” ünde bu
gelişmeyi şöylece anlatır: “Bütün şüphelere karşılık bir şeylere inanıyordum.
Neye? Bunu söyliyemem. Gene de Allah'a inanıyordum, daha doğrusu onu inkâr
etmiyordum. Ama hangi Allah’a? Onu bilmiyordum. Ama İsa’yı ve emirlerini de
inkâr etmivordum. Fakat bu imanın ne olduğunu da size söyliyemezdim.” Şaşkınlığım
belirten bu sözler doğruydu. Çünkü, vakit vakit delicesine iyilik etmek
hülyalariyle coşuyordu. Arabasını satmak, parasım yoksullara dağıtmak ya da
malının onda birini fakirlere vermek, hizmetçi kullanmamak gibi tasarıları
aklından geçiyordu. Çünkü hizmetçilerin de kendisi gibi insan olduğunu
düşünüyordu. Bir hastalık sırasında kendine “Yaşama prensipleri” tutturuyor ve
manevî olgunlaşması için bir program çiziyordu: “Her şeyi incelemek, hukuk,
tıp, yabancı diller, ekim, tarih, coğrafya, matematik. Bunlardan başka musikide
ve resimde en yüksek tepelere ulaşmak. Çünkü insanın gerçek amacı bitmez
tükenmez bir olgunlaşmadır.” diyordu.
Ama bu iman
bir süre geçince kolayca yönünü değiştiriyordu. İradesini, ruhunu, gövdesini
kuvvetlendirmek istiyordu. Ama bu, salt bir ideal değildi. Bu; her şeyden önce
dünyasını yenmek ve sevgisini ona hâkim kılmak içindi. Yaranmak ve beğenilmek
istiyordu, Bu ise, o kadar kolay değildi. Her şeyden önce çirkindi. Bu felâket
karsısında sosyetenin hoşlandığı bir adam olmak istiyor, dolayısile kumar
oynuyor, borçlanıyor, havâiliğe düşüyordu. Bununla birlikte ihtiraslarına
büsbütün kendini bırakmıyordu. Vicdan hesaplaşması afsız ve merhametsizdir.
Nitekim “Günlük” üne:
“Tamamile
hayvanca bir ömür sürüyorum!” cümlesiini yazacak kadar ileri gidiyor ve bu
yuvarlanışın sebeplerini dikkatle sıralıyordu: “1 — Kararsızlık, iradesizlik.
2 — Kendini aldatmak. 3 — Acelecilik. 4 — Sahte utanma. 5 — Aksilik. 6 —
Perişanlık. 7 —< Başkalarını taklid. S — Dayanıksızlık. 9 —
Düşüncesizlik.’'
★
Tolstoy; bu
yıllarda Rousseau’yu tanır. Bu, bir buluştur. Hele Rousseau’nun “itiraflar” ı,
onun için bir mucizedir. 1846-47 de hep onun etkisi altında yazar ve 1847 den
başlıyarak çiftliğine, Yasnaia Poliana'ya yerleşir. Ama bu yerleşmenin daha
üçüncü yılında topraktan da, halktan da bıkar. Borçluları da
sıkıştırdıklarından, çiftliğini bırakır ve Kafkas ordusuna subay olarak
katılır.
Ama yer
değiştirmekle ruhunun bulanıklığını gidermiş değildir, içinin en gizli
köşelerinde etinin ihtiraslarile Allah arasında savaş sürüp gitmektedir.
Tolstoy, defterine kendisini yiyip bitiren düşmanları şöylece sıralar: 1 —
Kumar düşkünlüğü. 2 — Zevklere teslim olmak, çok zor bir savaş. 3 — Hava ve
heves; bunların arasında en korkuncu.
Tolstoy’un
sezişi yanlış değildir. Çünkü kahramanımız kimi vakit: “Mutluluk başkaları için
yaşamak, onlara kendini kurban etmektir.” diye; bazan da: “insanın kendisini
feda etmesi budalalıktır.” diye düşünmektedir. Ama bu uzun sürmedi. Kafkasya ve
savaş, pek az zaman sonra varlığının dinî uçurumlarım ona açıkladı. 1859 da
genç halası Aleksandra’ya yazdığı mektup, ilk giindenberi gelişme basamaklarını
açıkça göstermektedir: “Çocukken ihtirasla ve duyguyla hiç düşünmeden
inanıyordum. Ondört yaşma doğru hayatı düşünmeğe başladım ve din, görüşlerimle
uyuşmadığıridan onu yıkmak bana güzel bir iş gibi göründü. Benim için her şey
açık, lojik parçalara bölünmüştü, bölmelerin arasmda din yoktu.” Sonra
yaşamanın bana gösterebileceği hiçbir sırrı kalmadığı ân geldi. Fakat yaşama bu
noktada her türlü mânasını kaybetti. O günlerde Kafkasya’daydım; yalnız ve
kederliydim, insanın hayatta ancak bir kere yapabileceği gibi ruhumun bütün
kuvvetlerini, imkânlarını ona yönelttim. O günler -Sivastopol savaşı zamanıbir
kendini verme ve mutluluk günleriydi. Ondan sonra hiçbir vakit, ne önceden, ne
de sonra bu kadar yüksek bir düşünce tepesine yükselemedim ve işte, o ânda, ne
bulduysam benim imâmm olarak kaldı. Sürekli olan bu iki ruh atılışı sırasında
sade; eski, ama şimdi hiçbir kimsenin bilmediği kadar iyi bildiğim; bir gerçeği
ortaya çıkardım: ölmezliği, sevgiyi ve dünya durdukça mutlu olmak için
başkaları uğrunda yaşamayı keşfettim. Bu buluş Hristiyan dinine benzemesi
yüzünden, beni hayretler içinde bıraktı. Ve daha ilerisine gidecek yerde, her
şeyi İncil in içinde aramağa koyuldum. Ama Incil’de az şey buldum. Yani,
Mukaddes Kitap’ta ne Allah’ı, ne Kurtarıcı’yı, ne de Kutsal’lan; kısacası
hiçbir şeyi bulamadım... Ama ruhumun bütün, olabildiği kadar bütün,
kuvvetlerile arıyor, ağlıyor ve şaşkınlıklar içinde gerçeği istiyordum...
Böylece kendimi dinimle başbaşa yalnız kalmış buldum. Beni iyice anlayın;
sanıyorum ki, insan dinsiz olunca; ne iyi ve ne de mutlu olabilir. İmâna;
dünyada her şeyden çok sahip olmak istiyorum. Duyuyorum ki, onsuz ruhum
kuruyor, kısırlaşıyor. Ama ne yazık! İnanm yorum. Bende; dini yaratan hayattır,
yoksa hayatı yaratan din değildir... Bu ânda; gönlümde öyle bir çoraklık
duyuyorum ki; her ne olursa olsun, bir dine teslim olmam gerekiyor. Allah
yardımcımdır ve bu olacaktır... Benim için; tabiat, beni dine götüren öncüdür.
Her ruhun başka ve bilinmez bir yolu vardır. Onu; ancak ruhun darinliklerinde
bulmak mümkündür.”
★
Artık
görülüyor ki, sanatçı Tolstoy için amaç; sanat değil, din; yani, gönül
huzurudur. 1855 Mart’ının beşinde defterine şunları yazar: “Uğruna bütün
hayatımbağlıyacağım büyük bir düşünceye saplandım. Bu düşünce; yeni bir dinin,
İsâ’nın kurduğu dinin masallardan, yargılardan, sırlardan temizlenmiş
şeklidir. ’
Ama bu ümit
onun yaşlılığının ihtirası olacaktı. Çünkü hayatında henüz aşacağı birçok
duraklar vardır.
★
Tolstoy,
Sivastopol sarılmasından kurtulduktan sonra, 1855 ortalarında Leningrad’a
gitti. Edebiyat dünyasına girdiği vakit ünlü şairlerden, romancılardan,
entelektüellerden kurulmuş bu çevrede ilk duyduğu şey, iğrenmeydi. Turgenyef
içinde olmak üzere, bu ünlü adamları bayağı, riyakâr ve egoist bularak,
onlardan iğrenerek uzaklaştı, kendi dünya-
★
sına
girmek, için ordudan da ayrıldı. Ruhunun olgunluğu arkasından koşmak isteği,
tek amacı olduğundan, insanlıkta “Yükselme” düşüncesinin bir anlamı
olabilece&ine inanıyordu. Ama 1857 de Paris’te gördüğü bir idam, bu
ilerleme düşüncesini de baştan aşağı sarstı. Yeniden Rusya’ya döndü ve
köylülerle düşüp kalkmağa başladı. Halktan büyük bir ümidi yoktu. Dolayısile
halka değil, insanların vicdanlarına seslenmek istiyordu. Bu hülyayla ne
öğreteceğini bilmeden, okul açtı, sonra genel pedagoji metodlarını incelemek
üzere Avrupa’ya 1861 de, ikinci bir gezi yaptı. Birçok pedagoji sistemlerini
inceledi ve dolayısile kişisel tasarılarına göre olmadıkları için, hiç birini
beğenmedi. Resmî okul yerine, serbest okul metodunu yerleştirmek istedi. Ama
ne yazık! Bu girişmeler ne onu doyuruyor, ne de onu oyalıyabiliyorlardı.
★
Tam bu
sıralarda ölüm korkusu; Tolstoy’un başına belâ olmak üzereydi. Derken;
sevginin mucizesi olan “Aile Saadeti” adındaki; şaheser çıktı. Sophie
Andreievna Bers le sevişmeğe başlamıştı. Bu ilgi üç yıl sürdü ve Tolstoy 1862
de kendisinden 15 yaş küçük olan bu kızla evlendi.
Bu evlenme;
her şeyde olduğu gibi, onu çok sard'. “Ah, ne kadar mes’udum.” diye
bağırıyordu. Doğrusu, Kontesin etkisi; ilk önce sanatı için çok hayırlı oldu.
Kontes, bir yazar karısı olmak için gereken terbiyeyi almıştı. Onunla birlikte
çalışıyor, karalamalarını temize çekiyordu. Özellikle ara sıra esen; inanma
fırtınalarına karşı onu koruyordu. Tolstoy, bu evlenme yoluyla rahatlıkla on
bes yıllık mutlu bir ömür sürdü. Çoktan beri unuttuğu huzur XIX. yüzyıiın
sonuna hâkim olan, iki büyük eserini verdi: “Savaş ve Barış”, “Anna Karenin”
1864 1877.
“Hayatım
bana biri yönünden oynanmış kötü ve acı bir oyundan başka bir şey değildir.”
TOLSTOY
Tolstoy,
“Savaş ve Barış” adındaki büyük romanını biyanamıyor ve özellikle türlü
kiliseler arasındaki düşmanlık onu çileden çıkarıyordu. 1881 de yazdığı
“Doğana” 1ar üzerine dayaman teolojinin tenkidi" adındaki kitabında,
inancını şu cümlelerle özetliyor ve “Ben ki dinlerin insanları birleştireceğine
inanan bir adamım, dinin dayanabileceği tek desteği yıkmasına şaşıyorum!” diyordu.
Gene o kitapta dinim özünü şu cümle ile anlatıyordu: “Ben, İsa’nın dinine
tapıyorum. Dünya yüzünde mutluluğun ancak onun emirlerine boyun eğildiği
vakit gerçekleşeceğine inanıyorum.”
Doğrusu;
bütün imanı, îsâ’nın “Dağdaki vâz” ma bağlanmaktaydı ve bu imam şu beş emrin
içindeydi: 1 — öfkelenme. 2 — Zinâ etme. 3 —
Yemin etme. 4 — Fenalığa karşı koyma. 5 — Kimsenin düşmanı olma.
Bu emirler
onun ahlâk felsefesinin olumsuz bölümleriydi. Doğru yönü ise bir tek emirdir:
“Allah’ını ve benzerini kendim gibi sev!” Tolstoy imânını bu söze sığdırmağa
çalışırken yüzyılın bütün fen ve teknik devrimleri karşısında şu cümleyi
ekliyor: “Ben, ne kadar tuhaf görünürse görünsün, XVIII. yüzyılda, bu emirleri
yepyeni olarak ele geçirdim.”
öyleyse
Tolstoy, Isa'nın Allah olduğuma inanıyor mu ? Hayır! O, Isâ’yı yalnız Buda,
Konfüçiyus, Sokrates, Eflâtun, Epiktetos, Pascal, Kant gibi insanlığa mutluluk
yolunda önderlik edecek büyük hakimler arasında saymaktadır. Eğer o,
Hristiyanlığa daha büyük bir yakınlık göstermişse, bunun iki sebebi vardır: 1.
Hristiyan olarak doğması ve Hristiyamlar içinde yaşaması. 2. Türlü kiliseler
yoluyla Isa’nın dinine sokulmuş boş inanışları atarak, bu güzel imânın özünü
meydana çıkarmağa çalışmakta büyük bir haz duymuş olması.
Çünkü bu
büyük din yaratıcılariyle, yan Tannlara bağlandığı amdan başlıyarak o; yalnız
akla en büyük yeri vermektedir. Nitekim “Yaşama üzerine” adlı 1887 de yazdığı
kitabın başına Pascal’ın ünlü cümlesini almıştı: “insan, bir kamıştır, tabiatte
en çelimsiz bir şeydir. Ama düşünen bir kamıştır.”
Kitabının
içinde ekliyordu: “Şu halde bütün şerefimiz düşümme kabiliyetindedir.
Dolayısiyle iyi düşünmeğe çalışalım. işte ahlâkın prensibi budur... Gerçek
yaşama; ancak aklın ve düşüncenin göründüğü vakit başlar. Akla dayanarak süren
hayatın özü ise sevgidir.”
“Yaşama
üzerine1’ adlı kitabında bu konuda su satırları okuyoruz: “Sevgi;
insanın tek akıllıca davranışıdır. Sevgi; insan ruhunun en akıllıca ve en
şerefli oluşudur. Sevgi; yaşamanın bütün zıdlıklar.nı çözer, yalnız ölüm
korkusunu savan değil; ama, insanı başkaları için kendisini yok etmıye
coşturan en gerçek mutluluk, cn büyük nimettir. Çünkü sevdikleri için kendini
yok eden sevgiden başka, sevgi yoktur. Sevgi; bu ad’a, ancak kendini yok ettiği
vakit lâyık olur. Böylece gerçek sevgi; ancak insan; kişisel mutluluk elde
etmenin mümkün olmadığım anladığı vakit olur. îşte o zaman, varlığın bütün
kanı; gerçek sevgi fidanım sulamağa başlar.
★
Bu satırlar
gösteriyor ki, Tolstoy imâna; yorgun olduğu için, teslim olmuş bir insan gibi
gitmemiştir. Akılları şaşırtıcı bir davranışla, akıl ile sevgiyi birleştiren
bu adamın, ne kadar kuvvetli bir gerçek sevdalısı olduğunu, kendisini aforoz
eden ve kiliseden kovan Saint Synode’a karşı yazdığı açık mektupta görülebilir:
“Benim için ruh, sevgi ve her şeyin başlangıcı olan Allah’a inanıyorum. Benim
kendisinde olduğum gibi, onun da bende olduğuna inanıyorum.”
★
Bu parlak
cümleleri söyliyecek kadar kendine güvenen sanatçı; artık limana vardığını
sanıyordu. Ama bu bir böbürlenmeydi. Olgunluğa erişmek için geçecek daha
birçok istasyonlar vardı. Nitekim ailesiyle Moskova’da geçirdiği bir kış
içinde, gördüğü; halktaki yoksunluk, dert onu deli etmeğe yetmişti.
Hıçkırarak: “Böyle yaşamak olamaz. Bu, olamaz. Bu, olmamalıl” diye
bağırıyordu. Böylece aylar süren bir ümitsizliğe düştü. Halini gören karısı,
ona yazıyordu: “önceleri bana, imânım olmadığı için kendimi asmak istiyorum!’1 diyordun.
Şimdi imâna kavuştun. O halde niye dertler içindesin?”
★
Karısı otnu
anlamıyordu. Anlıyamıyordu ki, onun imânı, softaların ısmarlama imânı değildir.
Anlıyamıyordu ki, o, yalnız kendisi mutlu olmakla mutlu olacak bir insan
değildir. Çünkü seviyordu. Sonsuz seviyordu. "Ne yapmalıyız?” adındaki
kitabı birincisinden çok daha trajik olan krizin hikây.esiydi. Kendisinin dinî
krizi, bu büyük halk yığınlarının korkunç sıkıntısı, yoksulluğu yanında neydi?
Hiç. Bu görünüşten başını çeviremiyordu. Artık yalnızlıktan çıkıp, her türlü
çıkarların çarpıştığı sosyetenin içine girmek ve tek başına döğüşmek gerekiyordu.
Biraz önce
incelediğimiz Tolstoy’daki bu içten ayaklanma çevresinde hiçbir sevgi ve ilgi
uyandırmıyordu. Ailesi bu halinden son derece şikâyetçiydi. Tolstoy’un
pedagojik uğraşmalarını küçük gören Kontes, bu din kaygısı geldikten sonra, büsbütün
dayanılmaz olmuştu. O kadar ki, Tolstoy, kendisine yazdığı mektuplarda,
"Allah’tan sözactığum vakit kızıyorsun. Biliyorum; ama kızma. O’nsuz
yapamıyorum. Çünkü bütün düşüncelerimin temeli Odur.” diyordu. Karısı ise onu
hasta sanıyor ve hastalığın bir ân önce bitmesini bekliyordu. Ama hastalık
geçmiyordu ve geçmiyecekti.
★
Kontes
hayata bağlıydı. Hayat nasıl olması gerekirse, onu öylece benimsiyordu. Kışın
köyden Moskova’ya gitmişlerdi. Tolstoy, bundan üzülmüş, defterine şunları
yazıyordu: “Yerleşiyorlar. Yarabbim! Ne vakit yaşamağa başlıyacaklar ? Bütün bu
yerleşmeler; yaşamak için değil, başkaları da böyle davrandıkları için.
Zavallılar!”
Aynı
günlerde de Kontes defterine şunları yazıyordu: “Leon yalnız üzgün değil,
bitkin bir halde. Uyumuyor, yemiyor, ara sıra ağlıyor bile. Nerede ise deli
olacağım!”
Çaresiz
birbirlerinden uzaklaştılar.
★
Tolstoy;
dinî kitapları, asıllarmdan okumak için İbranice öğrenmeğe başladı, öbür yönden
ruh üe gövdenin, paralel olarak çalışmalarını, olgunluğa varmanın en doğru yolu
olduğunu benimseyen usta, bir köylü gibi odun kesmeyi, evin hizmetlerini kendi
görmeyi, bir prensip olarak benimsediği için, Kontes deli oluyor ve mektubunda
ona sunlan yazmaktan kendini alamıyordu: “Bu kadar akıl gücünün odun kesmeğe,
evdeki semaveri kaynatmaya ve yahut sökülmüş bir pabucu dikmeğe sarfolunması
beni üzüyor.”
“En
sonunda, şu eski Rus sözü beni avutuyor: “Ağlamasın da çocuk, ne ile oynarsa
oynasın!”
I
★
Artık
aaılaşamıyacaklardı. Ortak hayatları birbirlerine azap ve işkence oluyordu,
özellikle Tolstoy, ıstırap içindeydi. Bir dostuna yazdığı mektupta: “Belki
inanmıyacaksmız, ama ne kadar yalnız olduğumu ve gerçek benliğimin, çevremdekiler
yönünden nasıl kUçük görüldüğünü tasarlıyamazsııuz.v
Çocuklariyle
olatri anlaşmazlık daha büyüktü. Sofrada baba konuşurken, çocukları can
sıkıntılarını ve küçük görmelerini belli ediyorlardı. Doktoriyle kızı
Aleksandra’dan başka kendisini anlıyan kimse yoktu. Dünyanın öbür ucundan
gelmiş hayranlariyle konuşmaktan, nihayet karısının kendisini soktuğu lüks
hayattan tiksiniyordu. Hakikatte bu bir lüks değildi. Ama bu konfor, onun
omuzlarını çökertiyordu. Bitmiyen bir vicdan azabı içindeydi. Gerçek yolunda
yürümesiyle alay etmeleri ona ağır geliyordu. Sevdiği Rousseau; itiraflarında
küstahça, “Ey ebedî varlık, tek bir insan cesaret ederek ben ondan daha iyi
bir insandım, diyebilir mi? Açıkça ve korkusuz olarak söylüyorum: Beni bir
ahlâksız zannedecek kimse, boynu koparılacak bir adamdır.” diye bağırırken,
o; yalnız, “Cehennem azapları duyuyorum. Bütün geçmiş zamanlardaki
kahpeliklerimi hatırlıyorum ve bu hâtıra^ lar benden ayrılmıyorlar, hayatımı
zehirliyorlar. Çokluk, ölümden sonra hâfızadan yoksun olmak, insanları üzer.
Ah! Böyle olması ne güzel. Öbür hayatta, yeryüzünde yaptığım kötülükleri
hatırlıyacak olsaydım; bu; benim için ne büyük bir acı olacaktı.” diye
imlemektedir.
★
Ama; bu
yaşayış, dayanılacak sının geçmişti. Tolstoy artık nefes alamıyordu. Vasiyetini
yazdı ve 1910 yılı Ekim’inin sonunda, bir daha dönmemek üzere, kızı Aleksandra
ile özel doktoruyla evini bırakıp gitti. O günün akşamı, Rusya’nın en ünlü
kâbelerinden Optima manastırına vardı. Geceyi orada geçirdi, ölüm cezasının
kaldırılması için uzun bir yazı yazdı. Ertesi gün kızkardeşinin râhibesi
olduğu, Şamordino manastırına gitti. Orada kızkardesinden, kiliseye gitmemek
şartiyle, manastırın en adî ilşelirini yapmak ödeviyle manastıra sığınmayı
istedi. Sonra, her halde müsbet bir cevap almamış olmalı ki, köyde kendisine
bir ev aradı. Bu sırada, kızı izinin bulunduğunu haber verince, hemen yola
çıkmaya mecbur oldu.
Projeleri,
hiç şüphesiz Rusya’dan uzaklaşmaktı. Balkanlara inmekti. Ama yolda, Stepte
küçük bir istasyonda Tolstoy hastalanarak trenden inmeğe mecbur oldu. Yedi gün
süren bu can çekişme sırasında, gardan çekilen telgrafları, Moskova müli
kütüphanesi bastırdı. Şimdi size, bu facianın her safhasını gösteren esaslı
telgrafları aktaracağımı. Tolstoy’un evden, kaçması, yalnız ailesini değil,
edebiyat ve sanat çevresi kadar, asker ve sivil kuvvetleri de kavsrıya düşürmüştü.
Onlar da; bambaşka sebeplerle Yasnaia Poliana trajedisini yakından
gözlüyorlardı. Tolstoy'un iyileşmesi için kiliselerde yapılan dualar -yazar
önceden aforoz edilmiş olduğundandaha ilk günlerde birçok tartışmalara sebep
olmuştu. ölünce, durum daha zorlaşabilirdi. İmparator, Tolstoy’un yeniden
kiliseye dönmesi için, gereken her tedbiri alsınlar, diye, din ulularına baskı
yapıyordu. Kiliseden kovulmuş bir insan için ölümünden sonra dinsel tören
yapılamadı. öbür yadan lâik bir cenaze töreni birçok politik olaylara sebep
olabilirdi. Astopovo istasyonunun bağlı olduğu patriklikle, ilin çözeceği
bn-çok meseleler vardı. Petersburgdaki sorumlu büyük kişiler, sinirli idiler.
İçişleri Bakam, yardımcısını hemen oraya gönderdi. Petersburg Metrepolidi,
Tolstoy’a kilise üe barışmasını rica eden bir telgraf yolladı. O bölgenin
valisi, durumu yakından gözetlemek için, Astopovo’ya geldi. İstasyonda rastgele
her yerde, vagonlarda, bekleme yerinde yatmakta olan büyük bir kalabalık oldu.
Bunların arasında, birçok sivil ve resmî polis vardı. Kontesle çocukları,
ıstırap içinde; ya vagonda, ya büfede vakitlerini geçiriyorlardı. Kısacası;
Tolstoy, kızı üe doktoru arasında can Çekişirken ve karısı, yanma girmek için
bir imkân beklerken, küçük istasyon olağanüstü bir kaynaşmaya sahne olmaktaydı.
Bu acı sahneyi, size iyice anlatabilmek için, o günlerde Astopovo’dan çekilen
1081 telgraftan, en tipik olanlarını aktarıyorum:
Yeletz
Jandarma Kumandanlığına 31 Ekim, Astopovo 7,43
12 numaralı trende bulunan yazar Tolstoy,
hastalandığından, buraya indi. İstasyonun müdürü kendisini evine misafir etti.
Gedikli
subay Filipof
Tolstoy’dan
bir dostuna telgraf
1 Kasım,
10,30
Hastalandım.
Yolcular, hasta olarak trenden indiğimi gördüler. Gazetelere düşmekten
korkuyorum. Şimdi daha iyiceyim. Yola çıkacağız. Tedbir alınız. Haber veriniz.
Tolstoy
★
Rousskoie
Slovo gazetesinden istasyon müdürüne telgraf
Lütfen
Tolstoy’un evinizde kalması meselesini ilgilendiren özellikleri ve sonraki
tasarılarını, gazetemize telgrafla bildiriniz. Hemen ücretinizi yollıyacağız.
★
Vilâyetin
gizli polis kurumunun merkeze telgrafı
Tolstoy,
Astopovo’ya indi. Ateşi 40’tır. Doktoru ve kızı yanındadır.
★
istasyon
müdürünün Rousskoie Slovo gazetesine cevabı: Tolstoy kendi için hiçbir şey
yazılırı amasını rica ediyor.
★
Tolstoy,
kızı Aleksandra ile özel doktorundan başka kimseyi görmek istememektedir.
Kızı, aileden olanlara ısrarla, hastanın rahatını bozmamaları için; kendisini
görmeğe davrammamalannı telgrafla rica eder. Basına da avnı şekilde bir bildiri
gönderir, istasyon müdürü de öyle davranır ve gazetecilerin sokulmasını
önlemeğe çalışır. Ama ikisinin de çabaları boşa gider. Bir iki gün içinde gar
dolar ve bu sırada demiryolları genel müdürlüğünden, adını açıklamıyan bir
kimse için, hazırlanmış olan ve o gece 11,44 de Astopovo ya varacak özel bir
tren hakkında, istasyon müdürlüğüne bilgi verilir. Bu katar, Kontes Tolstoy’u
oraya getirecek olan trendir. Tolstoy’un kaçmasından sonra Kontes,
ümitsizlikten çıldıracak hale gelmiş ve kendisini öldürmek için Yasnaia
Poliana’daki göle atmıştır. Yakın dostlardan biri: Tolstoy’un korktuğu buluşma
tasarısını doktora telgrafla haber verir. Bu yüzden büyük adamın bu gelişi
bilmemesi için, her şey yapılacaktır. Buna karşılık basın, Kontesin yola
çıktığını haber almakla, son derece sevinmiştir. “Rousskoie Slovo” gazetesi
yazarına: “Bize en doğru haberleri verecek Kontesdir” diye telgraf çeker.
★
2 Kasım ı 3’e bağlıyan gecede ve 3
sabahında gönderilen telgraflar hastalığın ağırlığını haber vermektedirler. Doktorlar
iki ciğerde de plörezi görmektedirler. Ateşi düşük olmakla beraber; sinsi,
sinsi yükselmektedir. Küçük Astopovo gan, Tolstoy’un dostlariyle, hayranlariyle
ve gazetecilerle dolmağa başlar. Kontes, kendisini getiren özel trende kalmaktadır.
Gazeteciler, Ulaştırma Vekâletine, ikinci sınıf bir vagonda barınmalarına
müsaade edilmesi için başvurmuşlardır. Vekil, barınmalarına müsaade etmiştir.
Çünkü Tolstoy’un, kilise ile barışmadan ölmesi karşısında; çıkabilecek olayları
önlemek üzere, demiryollar idaresi, trenleri, Astopovo’dan uzaklaştırmak
istemektedir.olursa olsun; onu büyük bir heyecana düşürmekten kaçınmak
lâzımdır. Oysa ki, karısı, geleliden beri, kocasiyle bir dakika olsun görüşmek
için durmadan diretmektedir. Dunun ancak; Shakespeare'in muhayyelesiyle
yaratacağı bir görünüş almıştır. Bu ândan başlıyarak facianın gelişimini
aydınlatan telgrafları, aktarıyorum.
★
Outro
Rossiy muhbirinden gazetesine:
Dün 11,40
da Kontesle çocukları geldiler. Doktorla Aleksandra kendile<rini karşıladı.
Vagonda uzun bir görüşme. Sonra gelenler vagonda kaldılar, geceyi geçirdüer.
Bugün Kontes ve çocukları Tolstoy’u görmek istediler. Doktorla Aleksandra bu
işi önlediler. Doktorlara göre, hastanın gelenlerden haberi olmadığı gibi,
kendisinin nerede bulunduğunu da kimsenin bilmediğine inanıyor. Bugün doktorla
Kontes arasında gürda büyük bir tartışma oldu. Kontes, doktorun hasta
üzerindeki fena etkisinden söz açarken çok sinirliydi. Demiryolu işçileri,
Tolstoy’un iyileşmesi için dinî tören yapılmasını istediler. Papaz, aforozlu
olduğundan yanaşmadı. Pazartesi günü, jandarma kumandam geldi. Geniş
koğuşturmalar yaptı. İstasyon memurları hastaya çok büyük ilgi gösteriyorlar.
Şef, evini ona bıraktı, evden çıktı, istasyonda yalnız onun ruhu yaşıyor.
★
Petersburg
gazetesinden, istasyon müdürüne; cevabı ödenmiş telgrafı :
3 Kasım, 1.55
Tolstoy’un
ölüp ölmediğini bildiriniz.
★
Bu telgraf
cevapsız kalmıştı. Ama telgraf istasyonu durmadan işliyordu. Kafkasya’daki
sevenleri ona şu telgrafı çekiyorlardı:
Maikope 3 Kasım, 4.18
Bize gel,
evimizi sana veriyoruz. Çalışma ve sevgi.
★
Akşamüstü
Ramneie Outro muhabiri, gazetesine şu tebliği yollar :
3 Kasım, Saatf 18. Son bildiri.
Ciğerin alt
yönünde yangı. Yayılmış bronşit. Akşam sıcaklık derecesi 39,1. Gece ter. Sabah
37,6. öğleden sonra 37,3. Kalb son derece yorgun. Karaciğer büyümüş, ıstırap
veriyor. İştahı yok. özel doktoru başucunda. Hasta herşeyle ilgili.
★
48 Yıl
kendisiyle birlikte yaşamış olan Kontes, gene onu görmek ister ve sanır ki
kendisinin yüzünü görse, her şey yolma girecektir, öbür yönden, daha realist
olan gazeteciler ve sinemacılar, olayı daha iyi canlandırmak için, habercilerine
son derece açık telgraflar yollarlar. O vaktin en büyük film ve sinema şirketi
olan Pathee kardeşler, habercilerine şu emri verirler :
Gan ve
garın adı okunacak şekilde fotoğraflarını alınız. Ailede: ı olan kimselerin,
tanınmış kişilerin fotoğraflarını kaçırmayınız.
★
Kiliseye
gelince; o da gazetelerden ve sinemacılardan daha az realist değildir. İşte
Petersburg metrepolidinin Tolstoy'a telgrafı :
Petersburg
4 Kasım, Saat 11.46
Kilise ile
ilgilinizi kestiğiniz andan başlıyarak her vakit sizin kiliseye dönmeniz için
yalvardım. Belki pek yakında Allah sizi huzuruna çağıracaktır. Bulunduğunuz
hasta halde ki1 ise ile ve Rus halkı ile barışmanızı yalvararak
istiyorum. Allah sizi kutlasın ve yardımcınız olsun.
İmza
Baş
Metrepolid Antony.
Bu telgraf
Tolstoy’a verilmemiş olduğu için herhangi bir tepki de görülmemiştir.
★
Rousskiya
Viedomosty gazete habercisinin telgrafı :
6 Kasım, Saat 16.45
Saat 14’e
doğru yirmi dakika süren şiddetli bir yürek krizi geçirdi. Çok şükür
atlatabildi. Saat 16’da yürek daha iyi idi. Bazı Patriklerle, Râhipler, bir
sürü sosyete hanımları buraya geldiler ve gene kilise üe barışması için
yalvarmada bulundular. Buhrandan sonra, Tolstoy, kendine gelince; başmdakilere
baktı ve; "Milyonlarca insan ıstırap çekerken, tek bir kişi için üzülmek
ne boş yorgunluk!..” dedi.
★
Petersbourgskaya
gazetesi habercisinin telgrrafı :
6
Kasım, Saat 1.55
Sabahın
saat birbuçuğunda yeniden yürek bozuldu. Çok halsiz. Bütün aile ayakta,
kapısının önünde.
Gene o
gazeteye yazıcının telgrafı: Saat 2.20.
Son
yaklaştı. Aile avluda, yağmur altında toplanmış, bekliyor. Garda herkes ayakta.
Durmadan telgraf çekeceğim.
★
Outro
Rossiy yazarının telgrafı : 5.44
İkinci
yürek krizinden sonra, bütün aile basucuna top landı. Durmadan inliyordu.
Kendisini bilmiyor. Yürek yavaş ladı. Nabız her ân daha çok düşüyor. Çak
miktarda morfin verildi. Aile gene de ümitli.
Petersburg
ajansı yazarının telgrafı : 5.50
Kontesi
sonunda odasına aldılar, tanımadı. Bütün aile yanındaki odada bekliyor.
★
Rousskya
Viedomosty yazarının telgrafı : 5.53
Öldü.
★
Yüzbaşı
Savitzky’den General Lvofa. 5.55 Astopovo.
Tolstoy
öldü.
★
Yüzbaşı
Savitzky’e. Saat 6
Astovopo
volovo hattını kuvvetlendiriniz.
General Lıvof
★
Rousskya
Viedomosty gazetesi yazarının telgrafı :
Altıyı beş
geçe Rusya; en büyük evlâdını, dünya en büyük hemşerisini kaybetti. Yüreğe
inme oldu. Caaı çekişme üç dakika sürdü. Jandarma kumandanı durmadan telgraf
çekiyor. îstasyon müdürü hıçkırarak ağlıyor. îlk ölüm telgrafı telgrafhaneye
götürülünce, adamın elleri titredi, boğuk bir sesle: "Olamaz!” diyerek
yere yıkıldı.
★
Size
aktardığım telgrafların bu sonuncusu ile Astovopo trajedisi; içimizde büyük bir
acı bırakmakla birlikte birçok da şüpheler uyandırarak sona eriyor, ölümünden
birkaç saat önce: “Dünyada milyonlarca insan acı içindeyken, siz
sadece
Lyon’la uğraşıyorsunuz!" diyen, bütün insanlığa sevgi ve fedakârlık
kaynağı bir din kurmaya kalkan Tolstoy, acaba kendi ailesi içinde bu sevgiyi
yaratamıyacak kadar mı benciydi? öyleyse 82. yaşında, sabah karanlığında,
bohçasını alarak evinden neye kaçtı ? Ve geçici yaşayışa göz yumarken, 48 yıl
birlikte yaşadığı karısını, niye görüp affetmek istemedi?
Bu
soruların karşılığını Tolstoy’a bırakarak, onun savunmasıyla sözlerimi
bitireceğim, ölümünden 15 yıl önce, büyük bir acı içinde Tolstoy kendi kendine
soruyordu:
"Pekiyi
Tolstoy, ileriye sürdüğün prensiplere göre yaşıyor musun?”
Bu sorunun
karşısında ezilmiş, cevap veriyordu:
“Utanmaktan
ölüyorum; kusurluyum! Her türlü alçalmaya lâyıkım... Bununla birlikte
geçmişteki yaşayışımı bugünkü ile ölçünüz. O vakit Allah’ın emirlerine eröre
yaşamayı araştırdığımı anlıyacaksınız Yapabileceğimin binde birini yapmadım.
Bundan üzülüyorum. İstemediğimden değil... Ama yapamadığım için yapamadım. Beni
suçlayınız. Ama güttüğüm yolu suçlandırmayınız. Beni evime götüren yolu
biliyorsam ve bir sarhoş gibi sendeliyerek yürüyorsam; bu hal, yolun kötü
olduğuna işaret midir? İsterseniz bana başka bir yol gösteriniz. Ya da benim
size yardım etmeme hazır olduğum gibi, siz de bana yardım ediniz. Ama benim
ümitsizliğe düşmemden dolayı sevinmeyiniz. “Bakınız! Eve gidiyorum, diyor,
oysa ki çamurlara batıyor!” diye coşup bağırmayınız!
Hayır,
sevinmeyiniz! "Bana yardım ediniz, beni kuvvetlendiriniz!” Bana yardım
ediniz, diyorum! Bu; sebepsiz değildir. Düşününüz ki; hepimizin birden yanlış
yola sapmamız dolayı siyle; yüreğim ıstıraptan parçalanıyor. Oysa ki, bu
korkunç bataklıktan çıkmak için sarfettiğim çabalar karşısında siz, her
kusurumda, parmaklarınızla beni gösteriyor, bağırıyorsunuz: “Bakın, bakın!
Bizim battığımız çamura batıyor!” Beni ruhu sıska bir adam sayarsanız, o
vakit, gerçekte, beni; ne isem o şekilde; yani, her vakit ve ruhlarının bütün
kuvvetiyle Allah'ı aramış ve gene daha iyi bir insan; Allah’ın vefâlı bir kulu
olmak isteyen, acınacak; ama içten sizi seven bir insan olarak göreceksiniz.”
ELEŞTİRME YÖNÜNDE DÜŞÜNCELER
Paul Valery, Bremond, Vanderftm, Lanson,
Pierrefeu, Hal6vy, Pierre Quint, Cocteau, JaIoux, Souday, Thibaudet, Fernandez,
Afornet, Cohen, Fumet, Benda (1).
Edebiyat
tarihi ile tenkidin ayrılığı: Tenkid öğretilmez.
★
Bir metnin
gerçek mânası ve bir yazarın otoritesi yoktur. Yazar; ne söylemek istemiş
olursa olsun, yazdığım yazmıştır. Yayınlandıktan sonra bir metin, herkesin,
kendi kabiliyetine ve keyfine göre kullanacağı bir âlet gibidir. İnşa edenin;
başka bir kimseden onu daha iyi kullanacağı kesin ve yüzde yüz doğru değildir.
★
Tenkid,
ancak, akılcı ve inşacı ise, gerçekten var olabilir. Bütün sanatların
birincisi, sanatların ve edebiyatın felsefesidir.
★
Eleştirmeci
(münekkid) elinden geldiği kadar anlayışlı olmalıdır. Anlamak; her şey
bundadır. Anlamaktan amaç, hayatın bütün görünüş ve oluşlarımı -ve yalnız
üstünkörü bir faaliyet (işlem) olan akılla değilaçıklamaktır.
★
(1) NOT: Bu çeviri; M<mrice Rouz★aud'-nun "Oû va la eritiguet” adlı hitabında, büyük eleştirmecilerin,
özetlediği düşüne eleridir. ’
Belli bir
ölçüye (Canon Kanon) göre, öven ya da yeren geçmişin -gramerci, ya da
yolgösterici eleştirmecisiancak bir hâtıra olarak kalmıştır.
★
Edebiyat
tarihi bilgilerinin çokluğu, gerçek eleştirmeci için en zararlı olan şeydir.
Çünkü düşünceye meydan bırakmaz. Tenkidin canlanması edebiyat tarihine verilecek
sınırla sıkı sıkıya ilgilidir.
★
Tenkid, bir
eseri anlamaktan ibaret olan bölümünde bu esere, sanki dünyada yalnız o varmış
gribi bağlanmaktır.
★
Bir eseri
eleştirmede, yazarın akımlarını, eşyayı izlemek ve incelemek yönündeki
davranışlarını, realite ile üişilderini, düşüncelerinin ve duygularının
renklerini, âlemin filan görünüşünün zorladığı imanları, ilk hareket halinde
düşüncenin mekanizmasını, eserin iklimini, izlemlerini zincirlemesini v.s.
bütün bunları, her cins bilgiyi, zekânın türlü düzenleriyle ügili bütün
olayları, ipotezleri karıştırmadan çözümlemeye imkân yoktur.
★
Tenkidin en
üst karakteri, koku alma (flair) sezgidir. Buna hüküm, ya da zevk diyenler var.
En doğrusu keşif ve kehanet’tir. Bu olmayınca, eleştirmeciden başka her şey olmak
kabildir. Ama eleştirmeci değil.
Tenkid, bir
zekâ çabasıdır. İlk önce kitabın ilham ettiği düşüncenin üzerine dayandığı
mimarî düzenin: onu canlandıran ve çokluk, yazarın bile sezmediği derin
mânanın anlaşılmasıdır. Bu birinci meseleden sonra da “Adam” ın ve yazarın
anlaşılması gelir. Yalnız eleştirmeci bitmiş bir şey, değişmee olmuş ve
dolayısiyle ölmüş bir eleman üzerinde çalışıp, bir ceset üzerinde otopsi
yapmaz. Canlı üzerinde uğraştığından eleştirmeci için keşif ve kehanet
şarttır.
★
Fişler içinde
boğulmuş enstitü tenkidleri onuncu veya yirminci yüzyılın “Yeni” si karşısında
şaşırır. “Yeni ve bilinmeyen” i zorla eskiye, bilinene bağlamak, Bergsonün
dediği O olmıyan her şeyle onu açıklamak ister. Çünkü; geleneğin gösterdiği
karşılaştırmalarda yeni ve orijinal, her eserde bulunan tek şeyle kaynaşmaya
bir yol bulunamaz.
★
Başka
.yükseklik ve derinliklerde yaşayan eserleri eş sırada incelemekten
çekiniyorlar. Oysa ki, insan şöyle yazabilmeli: “Bu şaheser alelâde, ikinci
sırada olan su eser harikuladedir."
★
Durmadan
karşılaştırarak -karşılaştırılamıyacağınöntinde şaşırmaları tabiîdir. Şöylece
övülen esere ne diyebilirsiniz? Organları nerede saklı olduğu anlaşılmaz,
gözlerimin önünde yaşayan şeffaf (saydam) balıklan hatırlatıyorlar.
Bir başkası:
“Bu eseri
okuduktan sonra ilk defa âlem bana bilinmez bir ışık içinde göründü.”
Bir
başkası:
“Bu kitap
içinden yeni ve bir kere daha yaratılmış olarak çıkılan bir güneş banyosudur.”
Bir
başkası:
“Bu kadar
tabiîlik insanı yazmaktan ürkütüyor.”
Bir başkası:
“Bu eser,
bana yeni, kaybolmuş ve bir kere daha bulunmuş zekâya bir anıt gibi
görünüyor.”
Bir
başkası:
“Bu eseri,
neresinden açarsanız açınız; özsu fışkırıyor.”
Bir
başkası:
“Bu eseri
bir kitap olarak değil, tabii bir hâdise olarak muhakeme etmelidir.”
Gerçek
eleştirmeci, seçmede akıl fakültesini kullanır. Ama usa vurduğu (muhakeme
ettiği) eseri, sempati üe yeniden yaratırsa» ancak o zaman kendisi bir eser
yapmış olur. Bu durumda, çalışmasıyla sanatın en. yüksek tepesine çıkmış olur.
Ve önceden var olan yapıya bir üst kat eklemiş sayılır.
★
Bir kitap
basılıp, satın alındıktan, seslendiği halk yönünden okunduktan sonra, var
olmıya başlar. Ve halk tarafından, duyulup, anlaşıldığı ve tartışıldığı ölçüde
yaşar. Ama, gerçekte halk şekilsiz bir yığındır. Onun için düşünen, hareket
eden ve alınması gereken durumu öğreten eleştirmecidir. Bunun için bir sanat
eseri, kendi kendine yeter değildir. Eleştirmeci onu bırakınca kaybolup,
unutulması gecik miyecek ölü bir varlıktır. Aksine, eaer; eleştirmeci kendi
hayatını ona aktarıp, yüzyıllardan yüzyıllara değişen bir karakter verdiği
ölçüde yaşar. Eleştirmeci gerçek bir yaratıcıdır. Bir kitaba ilgiyle baktığı,
ya da aksine başçevirdiği vakit, ona varlık verir, ya da varlığını siler.
★
Eleştirmeciyle
şair arasında temelli bir avrılık değil, ama, madde ve görüş ayrılığı vardır.
Eleştirmeci, şair gibi realiteden (nature), izlemler alır. Ve bu izlemleri
psikolojik (muadele eşdeğerlik) lere çevirir. Yalnız bu tabiat şairin eserlerinden
kurulmuştur. Eleştirmeci bunu duyar, yeniden ele aiır. Ve başka bir plân
hazırlar. Şairle eleştirmeci, ikisi de vicdan yaratıcısı iseler, eleştirmecinin
yarattığı vicdan daha entellektüeldir. Daha zekîdir demeyelim, kendi alanlarında,
Claudel, ValĞry ve Proust'dan daha zekî olmak kabil değildir. Ama, her biri
kendi tabiatı içinde hapsolummuştur. Eleştirmeci’nin tabiatı ise, bütün bu
karşılaştırılmalı tabiatlardan kurulmuştur.
★
Önemli
eleştirmecilerin çoğu; eserleri kafalarında taşıdıkları, bilerek veya
bilmiyerek, filozofik ya da tarihî bir sistemle, kendilerindeki hayat
anlayışıyla karşılaştırırlar. Biri akılcı, öteki Freud'çı, başka biri de her
şeyden önce klâsiktir. Bu yolda ve yalnız bu yolda eleştirmeci, incelediğini
yükseltir, erimini aşar ve onu üniversel yapar. Şahsiyet sahibi olmadığından,
eleştirmeci kendisine has genel bir düşünce sistemi yoksa, “seçmesi” ni
belirsiz bir sağduyu kurallarına dayanarak yapacaktır. Bir gazeteci gibi
toplum düşüncesinin kararsız yargılarını kollıyacak, peşin hükümlerden
kurtulayım derken, en paslı, en dar formüller içine kapanacaktır.
★
Profesyonel
eleştirmeci, her şeyden söz açmaya mecbur olduğundan hızlı, çabuk olmaya
sevgiyi kurban eder. İnsan sevdiği, olmasa tiksindiği eserlerden söz açabilmelidir.
Bunun içindir ki, şairlerin tenkidi bir ifade yoludur. Tenkid edilen eser,
vesileden başka bir şey değildir. Baudelaire unutulmuş bir ressamdan
bahsederse, onun için yazdığı satırlar gene Baudelaire’le ilgili özel bir
ışıktır.
★
Edebiyat
tenkidini bilime bağlamanın mânası yoktur. Çünkü “tek” in ilmi olamaz. Edebiyat
tenkidi ancak -insan yat da eserkişiyi .tanıyabilir. Bunlar ise kişi olarak o
âna kadar aslâ görülmemişler, ve bir ikinci kez de görülmiyeceklenlir.
★
Tenkid,
sanat eseri hakkında bir düşünce değilse, nedir? Ve gene düşünce, gizli veya
açık bir düşünce sistemine yani bir kuruluşa (inşaya) varmıyorsa, ne olabilir?
★
Eleştirmecinin
en köklü ödevi yeni ve eski istidatları bulup çıkarmak, ya da söz götürmez
olarak istidatların değerlerini yoklamaktır. Başka bir deyimle, bir yönden
bilinmiyeni keşif ve öbür yönden kabul edilmiş şöhretleri kontrol etmektir.
Herkesin
sandığı gibi, tenkidin ödevi, eseri aydınlatmak değildir. Halkın istediği cılız
ve şöyle böyle bir aydınlıktır. Tenkid; aksine, her an için aktüaüteyi
aşmalıdır. Meselâ, eserleri Halk Edebiyatı, Divan Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı
ve Mîllî Edebiyat diye ayırmak pek büyük bir iş değildir (1). İnsanlığı
kavrayan, kişisel bir görüş, filozofik ve estetik bir deneme; bu sudan
görüşleri alt-üst eder.
★
Marcel
Proust’un yazdığı gibi, sanat sadece hayatın taklidini değil, fakat “eşit★ ini —
(muâdil) gerçekleştirmeğe uğraşmaktadır. Gene öylece tenkid de sanatın “eşit”
i olmaya çalışıyor. Tenkid, eseri yalnız dışından ele almaz, belki iç örgüsünü
meydana çıkarmaya, yeşerme ve gelişmesini açıklamaya, üstelik bir yazar sı
orijinalliğinin derin ve tek duyusunu vermeğe savaşır.
★
Bütün
tenkid şu bayatlamış ilkenin altındadır: Adam eserin sebebidir. Nasıl ki,
kanuna göre katil cinayetin sebebidir. Aslında bunlar neticedirler. Ama bu
pragmatik formül hâkimi ve eleştirmeciyi yükten kurtarır. Hal tercümesi
çözümJ.'meden kolaydır. Bizi en çok ilgilendiren şey yönünde kesin bir şey
öğretmez... Bundan başka bir adamın komşuları için, hattâ kendisi için bile
her vakit kötü sayılmış gerçek hayatı -türlü türlü yollardan ve çok titiz bir
çalışmayla yapılanı başkaeserlerinin açıklanması için hiçbir zaman
kullanılamaz.
★
Dua,
duadır; sanat da sanat. Dua ve sessiz istiğrak (dinî coşkunluk) biter bitmez, sanat
başlar. İmdi sanat, ruhun şekil almasıdır. Ruh ise sanatçının kendisiyle ve çok
şüpheli haramlarla çiftleşmesinden sonra meydana gelir. A Gide,
(1) Bu
cümleyi ben ekledim.
doğru söylemiştir. Bir sanatçı
ermiş olamaz. Yalnız (Günah
-
Sanat)
vardır. Bossuet, kâfiri şöyle anlatıyor:
“Zındık ve
Kâfir, kendisi hakkında bir kanaati olan ve kişisel duyguyla düşüncelerini
yürütendir.”
Şiirin,
şairden -tıpkı ağaçtan meyvenin düştüğü gibidüşmesinden sonra, becerikli bir
adamın, onu besliyenden daha iyi kullanıp, faydalanması kadar, gerçek ve kesin
bir şey yoktur. Eğer böyle olmasaydı; Eflâtun, ya da Horatyus ölü oldukça
Fhödre’i ve Horatyus’un şiirlerini aslâ anlıyamıyaeağımızı kabul etmek gerekir.
Şiir, şairden sonra yaşar. Değer ise zaman içinde yaratıcısının
tasarlıyamadiğı güzellikler ve mânalar kazanır. “Aktarma ve yazarın cümlelerini
tekrarlama” nın kaderi budur. Aktarma ve bir yazarın cümlesini tekrarlama;
yalnız yazıyı, söylevi süslemek için ise palavradan başka bir şey değildir. Ama
yeni olan yazı. (Aktarılan) söze bir mâna ve bir renk verir. Ve o zaman
böbürlenme de olımaz.
Açıklamamın
erdemi (Fazileti) asla bir ek koyabilmektedir4.
Eser;
ortaya bir' problem koymak gibidir. Problemi ortaya atanın yüzde yüz en iyi
çözümü sağlıyacağı ileri sürülemez. Bundan başka edebiyat, bitmez tükenmez
çözüm yolları kabul eden problemler sanatı değil midir? Problem bir “Belli
Constante ’ si olan bir mesele ise, yayınlandıktan sonra, metin değişmese bile
birçok “Değiştiren Variante” ları olur: Okuyucular.
Bunların içinde en önemli olan bir
(Variante) değiştirici vardır: Yaratıcı-Okuyucu.
Kaynak: BURHAN
TOPRAK,DİN VE SANAT, Ekin Basımevi, Varlık Yayınlan Ekim, 1962, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar