Print Friendly and PDF

Simyacı

Bunlarada Bakarsınız

 


Yazan: Mehmet Harputlu

Bilge delikanlının eline içinde iki damla sıvı yağ olan bir kaşık verip, “mutluluğun gizini” açıklamaya vaktinin olmadığını, gidip sarayda iki saat dolaşıp kendisini görmeye gelmesini söylemiş, iki saat sonra “Acem halılarımı gördün mü? Bahçeyi? Kütüphanemi?” diye sormuş bilge. Delikanlı utanarak hiç bir şey görmediğini çünkü kaşıktaki yağı dökmemeye çabaladığını itiraf etmiş “Öyleyse git evrenimin harikalarını tanı” demiş ona bilge. “Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.” Delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez duvarlara asılmış tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini görmüş. Bilgenin yanına dönünce gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. “Peki sana emanet ettiğim kaşıktaki iki damla yağ nerede?” diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı yağın dökülmüş olduğunu görmüş. “Peki,” demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, “sana verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.”

Brezilyalı Paulo Coelho'nun romanı.

Batı Avrupa'dan başlayıp İspanya'nın Santiago Compostela kentinde sona eren, Hıristiyanların geleneksel Hac yolculuğunu yaptıktan sonra kaleme aldığı bu kitap yazarını uluslar arası bir üne kavuşturuyor. Simyacı 42 ülkede yayınlanıyor, 26 dile çevriliyor. Türkçe 39. Basımı elimizde.

İspanya'lı genç Çoban Santiago, koyun otlatır, kitap okur ve düşünürdü. Papaz olmak yerine dünyayı gezmek istemişti. İki yıl boyunca bütün Endülüs ovalarını gezmiş, çobanlıktan para kazanmış okuduğu kitaplardan daha çok, gezip Yüksek kulelerden şarkılar okunuyor (Ezan), Tanrının adı anıldığı zaman insanlar yüzlerini toprağa koyuyor (namaz), ömürlerinde bir defa uzun bir yolculukla yükümlü olduklarına (hac) inanıyorlardı.

Parasını çaldırmıştı. Dil bilmiyordu. Kişisel menkıbesini yaşamak adına peşine düştüğü, düşlerinde gösterilen, hazineye ulaşmak için çok çaba harcaması gerektiğinin farkındaydı. Bir billuriye (kristal bardak olsa gerek) satıcısıyla çalışmaya başladı. Patronu bilge bir derviş idi. Ondan çok şey öğrendi. Para kazandı, dil öğrendi. Rahatı çok iyi olmasına rağmen, yeniden yollara düştü. Düşlerinde gördüğü Mısır Piramitlerinin yanındaki hazineyi bulması gerekiyordu. Yani kişisel menkıbesini yaşaması. Yaşlı Salem Kralı O’na “Patlamış mısır satıcılarının ve çobanların insanların kendileri hakkında söylediklerini daha önemli buldukları için kişisel menkıbelerini yaşayamadıklarını, her şeyin bir ve tek şey olduğunu, bir şey istediği zaman bütün evrenin bu arzunun gerçekleşmesi için onunla işbirliği yapacağını” söylemişti.

Mısır piramitlerine ulaşabilmesi çok zordu. Bin bir tehlike ile dolu çölleri geçmesi gerekiyordu. Çölleri geçecek bir kervana katıldı. Kervanda ömrünü kitaplara adamış, bir İngiliz ile tanıştı. Madenleri altına çeviren simyacıyı arıyordu bu bilgin. Simyacının bütün bilgilere sahip olduğunu ve çölde yaşadığını      kitaplardan   öğrenmişti.

Kitaplardan daha bir çok şeyler öğrenmişti.

Çobanla dost oldular. Çobanın evreni gözlemleyerek edindiği bilgileri önceleri küçümsedi bu İngiliz bilgin. Çoban da kitaplardan pek bir şey anlamamıştı.

Uçsuz bucaksız çöllerde kitaplardan edinilen bilgi pek işe yaramıyordu. Konakladıkları vahada patlak veren savaş yüzünden çok uzun müddet ayrılamadılar. Simyacı buradaydı. O bilgilerini öğretmek için bilgini değil çobanı tercih etti.

Hikayenin burdan sonraki bölümünü, Çobanla simyacı arasında “bilgi” ye (ve/veya “düşlerde görülen hazineye”) ulaşmanın yöntemi hakkında konuşmalar beraberlikleri, yaşadıkları, oluşturuyor. Sürükleyici, gerilimli meraklı bir serüvenin sonunu merak ediyorsanız, son satırına kadar okumak zorundasınız. Çünkü asıl vurgu kitabın son cümlesine saklanmış. Çobanla beraber başladığınız maceranın tadına erebilmeniz için son cümleye kadar onunla beraber koşmak zorundasınız.

Okunmalı mı ?

Bir kitabı mutlaka okunması gerekli kılan birinci gerekçe çok okunuyor olması mıdır? 26 dile çevrilmiş, Türkçe’de 39 baskı yapmış bir kitabı hiç değilse merak saikiyle olsun okumak gerekli muhakkak. Ama bu gerekçeye “Herkes bir şeyler söylüyor, biz fransız kalmayalım” gibi bir gerekçeyi karıştırmadan.

Bu çekincenin gerekçesi böyle bir endişenin varolmasından. Kitabın içerdiği mesajın, kurgusunun, yapısının okuyanların hepsi tarafından ayni düzlemde algılanıp algılanmadığı. Bu endişeye bir vuzuh kazandırabilmek için neden çok sattığı üzerinde durmak gerekiyor. Neden çok sattı? Okumanın sıfır noktasına düştüğü, yazanların çaresizlikten kendi yapıp ettiklerini alkışladıkları, hadi bir adım sonrası okumayanlara sövüp sayma derecesinde kendi kendilerini yücelttikleri bir ortamda. Güney Amerika’dan, Futbolu ve enflasyonu ve karnavalları bilinen Brezilya’dan bir adam hangi sihirli formülü kullandı da 42 ülkeye ulaştırabildi yazdıklarını?

Yine böyle uzak bir ülkeden, Norveç’ten bir felsefe öğretmenini Jostein Gaarder’in yazdığı “Sofi’nin Dünyası” ve İtalyan “Umberto Eco’nun “Gülün Adı” ayni düzlemde ele alınması gereken üç kitap gibi görünüyor. Sihirli bir şekilde çok satan, dolayısıyla çok okuyucuya ulaşan üç kitap.

Simyacı, gerçeküstü bir öykünün mükemmel kurgusu. Salem ülkesi kralı, bilgi ve hayat arasında sağlıklı bir köprünün arayışı içinde evreni gözlemleyen çoban, İspanya, Kuzey Afrika, Mısır ve çöl, madenleri altına çevirebilen Simyacı, sahibine yiyecek taşıyan şahin, çadırlarda yaşayan ve ölümle hayatı keskin bir çizgide buluşturan çöl insanları, rüzgâra hükmedip kasırgalar koparabilen düşünce gücü. İspanya’nın küçük kasabasında gördüğü tüccarın kızı, çölün ortasında vahaya kurulan çadırlarda yaşayan Fatıma ile “kendi menkıbesini” yaşamak arasında tereddütler geçiren Çoban Santiego.

Bu gerçeküstü öykü usta bir kalemin elinden çıkınca okuyanı sarıp sarmalayan alıp kendi atmosferine çeken götüren başlı başına (ve bizzat kendisi) gizemli bir güç haline dönüşüyor. “Söz sihir” değil miydi ?

Yazarla ilgili bildiğimiz çok az şeyin arasında, hacca gidecek kadar iyi bir Hıristiyan olduğu var. Bilgi ve hikmete vurguları, özellikle “kutsal kitaplara” göndermeleri dikkat çekici. Ancak kitap bir Hıristiyan öğretisi değil. Tam aksine Tevrat, İncil, Kur’an-ı Kerim’den alıntılar “ilahî mesaja” yakın durduğuna dair bir belirti sadece.

Yazar İlahî mesaja yakın duruşunu, İspanya, Fas, Tunus, Cezayir ve Mısır gibi Kuzey Afrika ülkelerini coğrafya olarak seçişi ile daha belirginleştiriyor. Bu coğrafyada yaşayan insanların kültür kökenleri Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık dolayısıyla Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerime dayanmaktadır. Özellikle bilgi kaynağı olarak “işrak-içedoğuş”u ön plana çıkarıyor. Epistomoljiyi gizemli mistik veya gerçeküstü bir alana kaydırarak öyküsünü anlatıyor. Ve belki bu yöntemiyle de bütün insanlara kaba pozitivizmin insan ruhunu körelten, yazarın kendi ifadesiyle “evrenin ruhu” ile bağlantılarını kesen modernizme bir reddiye özelliği de taşımakta. Reddiye değilse bile farklı bir pencereden, insana, insanı insan yapan dış çevreye bir açılım.

Bütün bunlar, determinizmi sosyal hayata uygulayarak insan ruhunu köleleştiren batı toplumları için çok değişik, çok farklı bir bakış açısı olabilir. Meselenin bir acıklı tarafı var ki işareti zorunluluk. Bu açılım batı toplumları için farklı, ilginç dikkate değer bulunabilir. Fakat her üç kültür kökenini aynı coğrafyada değil aynı şehirlerde yaşamış bir uygarlığın kalıntısı olan bizlerin “Simyacı” yı hangi perspektifle okuduğumuz, 39 baskıya kadar tükettiğimiz merak edilmeye değer değil mi? Eski İstanbul denince, sadece Direklerarası ve Pera’yı hatırlayan üç beş hödüğe bütün kültür hayatımızı teslim etmiş durumdayız. Onlar, boğazın mavi sularına bakarak viskilerini yudumlayıp Zap Suyu edebiyatı yapmaya devam etmekte. Ne içinde yaşadıkları toplumun kültür kökleriyle -kültür düzeyinde bile- bir alâkaları var. Ne de dünyanın geldiği evrensel boyutun farkında değiller. Simyacı’yı Türk okuruna kazandırmakla yerlilere çağdaşlık ve uygarlık dersleri vermeye devam ettiklerini zannetmekteler.

Simyacının gerçeküstü bir öyküyü mükemmel kurgulayan başarısı, biraz postmodernizmi çağrıştıran hikmet vurgusu, hatta paganizme bile (fal taşları) göndermede bulunması çok satmasını açıklamıyor.

Çok satmasını bir başka özelliğinde aramak gerekir.

Kaynak: Âhenk…Fikir Kültür Edebiyat Dergisi… OCAK ‘ 99    SAYI: 7

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar