Her Şeyini Başkalarıyla Paylaşsan Da Özünü Hep Kendine Sakla
Hayatını Yaşamak: On İki Tablodan Oluşan Bir Film (1962)…Vivre sa vie: Film
en douze tableaux
80 dk
Yönetmen:Jean-Luc Godard
Senaryo:Marcel Sacotte, Jean-Luc Godard
Ülke:Fransa
Tür:Dram
Vizyon Tarihi:20 Eylül 1962 (Fransa)
Dil:Fransızca
Müzik:Michel Legrand
Bütçe:$64,000
Çekim Yeri:Paris, Fransa
Nam-ı Diğer:Vivre Sa
Vie | Vivre Sa Vie | My Life to Live
Oyuncular
Anna Karina
Sady R Rebbot
André S. Labarthe
Guylaine
Schlumberger
Gérard Hoffman
Tüm Kadro
Özet
Genç bir fahişenin kısa yaşamının hikâyesini bölüm bölüm
anlatan Hayatını Yaşamak, Jean-Luc Godard’ın olgunluk dönemi başyapıtlarının
ilkidir. En iyi eserlerinin çoğu gibi, bu film de alabildiğine analitik ve
alabildiğine duyumsal olmasının yanı sıra, Contempt (1963) ve Pierrot le
fou’nun (Çılgın Pierrot, 1965) renkli yaz manzaralarıyla tezat oluşturacak
şekilde sade ve soğuk bir güzelliğe erişir. Vivre sa vie: Film en douze
tableaux’nun başlıca referans noktaları, yönetmenler Carl Theodor Dreyer ve
Robert Bresson’ın katı tinselliğinin yanı sıra, yitirilmiş sessiz sinema
cennetidir. Kadın kahramanın (Anna Karina), Dreyer’in sessiz film klasiği
Jeanne d’Arc’ın Tutkusu’nu izlerken kendi şehit edilişini öngördüğü sahnede, bu
iki unsur en çarpıcı şekilde bir araya gelir.
Dreyer alıntısı, filmi sağlamlaştıran birçok yarı-özerk
metinden biridir (müzik dolabından bir balad, fahişelik üzerine bir kitap,
filozof Brice Parain’le bir tartışma ve Poe’nun The Oval Portrait’i dahil);
film ayrıca 12 bölüme ve kameranın kaydettiği bir dizi farklı biçimsel birime
bölünmüştür. Örtüşen ama birbirine uymayan kalıplarla düzenlenmiş bu unsurlar
filmin ana üslubu, dilin yükü ve Godard’ın baş kadın oyuncuyla ilişkisi gibi
konularla ilgili yan yorumlara yol açar. Annan karina’nr büyük sessiz film
yıldızlarının yüzü kadar ilginç yüzü, Vivre sa vie: Film en douze tableaux’nun
çeşitli bölümlerini durağan uyuma kaptırmaksızın sağlamlaştırır.
Altyazı
HAYATINI YAŞAMAK
Oniki Tablodan Oluşan Bir Film
"Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da özünü hep kendine
sakla" Montaigne
BİR KAFE - NANA PAUL'DEN AYRILMAK İSTER - TİLT MASASI
Onu gerçekten seviyor musun?
Bilmiyorum.
Ne düşündüğümü ben de
merak ediyorum.
- Onun benden daha mı
çok parası var?
- Bunun ne önemi var?
Bunun ne önemi var?
Bunun ne önemi var?
Bunun ne önemi var?
Sorun nedir?
Hiçbir şey.
Sadece dürüst
davranmak istedim.
Bunu söylemenin en
iyi yolunun ne olduğunu bilmiyorum.
Ya da biliyordum ama artık
bilmiyorum.
Verecek hiçbir
cevabım yok.
Bu sana hiç olmadı mı?
Kendinden başka
hiç kimseyi düşünmezsin, öyle değil mi?
Çok acımasızsın.
Acımasız değilim
Nana, üzgünüm.
Üzgün değilim Paul.
Acımasızım.
Sözlerimi papağan
gibi tekrarlama.
Burası bir sahne
değil.
Asıl sen benim
düşüncelerimi umursamazsın.
Hep sana uymamı
beklersin.
Her neyse, bıktım
artık.
Ölmek istiyorum.
- Boş laf.
- Ciddiyim.
Seni sevmek çok
yorucu.
Bir şey
istediğimde sana yalvarmak zorunda kalıyorum.
Benim de bir
hayatım var.
Bana zalim
diyorsun ama asıl zalim sensin.
Bunu da nereden
çıkardın?
Ne zaman?
Pazar akşamından mı
bahsediyorsun?
Ne zaman olduğunu
biliyorsun.
Sana, beni o adamla
tanıştırman için yalvardım.
Bunu kasıtlı olarak
yaptın.
Evet, doğru.
Sana acıyorum.
Belki de sana ihanet
etmeliydim.
Bunu bir daha söyleme.
Seninle konuşmamızın
önemli olduğunu sanmıştım ama yanılmışım.
Belki tekrar bir
araya gelebilirdik.
Ama konuştukça,
kelimeler anlamlarını yitiriyor.
Burası bir sahne
olsa, bu bir teşekkür konuşması olmazdı.
Hayatta her şey
oyunculuktan ibaret değildir.
Sen de mi!
Neden böyle
söylüyorsun?
İstediğim şey buysa,
seni ne ilgilendirir ki?
Pekâlâ günün birinde biri
beni keşfedebilir.
Doğru,
vazgeçmemelisin.
Ben müzik konusunda
hiç vazgeçmedim.
Senin İngilizce
derslerinin aksine.
Ben vazgeçmedim.
Yakında benim
resimlerimi çekecek.
Belki filmlerde
oynayacağım.
- Tek derdin bu,
değil mi?
- Çok acımasızsın
Paul.
Gerçekten öylesin.
Hep aynı şey.
Beni sevdiğini
söylüyorsun ama sevmiyorsun.
Senin için hiç de
özel biri değilim.
Bense artık seni
sevmekte zorlanıyorum ama yine de hâlâ özel biri olduğunu düşünüyorum.
Bunu söylemek seni
üstün mü kılıyor?
Bence herkes aynıdır.
Yaptığım hiçbir şeyi
desteklemiyorsun.
Sahneni dürüstçe
oynamıyorsun.
- Beni terk ediyorsun
çünkü zengin değilim.
- Madem öyle
düşünüyorsun, belki.
Telefonda bahsettiğin
resimleri getirdin mi?
Tamamen unuttum.
Hafta sonuna hazır
olurlar.
O iyi mi, yemeklerini
yiyor mu?
Kulağında bir ağrı
vardı ama doktor hiçbir şeyi olmadığını söyledi.
- Pathé-Marconi'de ne
iş yapıyorsun?
- Kaset satıyorum.
- Bana 2,000 frank
borç verebilir misin?
- Söz konusu bile
olamaz.
Ailen ben gittiğim
için çok mutlu olmalı.
- Hiç de değil.
Seni sevmişlerdi.
- Eminim öyledir!
O bakış ne anlama
geliyor?
Hiçbir şey.
Yine tartışmayalım.
- Bir oyun oynayalım
mı?
- Tamam.
Bozuk paran var mı?
Bende sadece bir tane
kalmış.
Devam et, sen başla.
Babamın
öğrencilerinin hazırladıkları şu ödevler
Ne olmuş onlara?
Dün akşam yemeğinde
bize en güzellerinden birkaç tane okudu.
Çocukların ödevi en
sevdikleri hayvanı tarif etmekmiş.
Bir kız çocuğu en sevdiği hayvan
olarak kuşu seçmiş ve onu şöyle tarif etmiş:
"Kuş
bir içi ve bir de dışı olan bir hayvandır.
Dışını kaldırırsanız, içini görürsünüz.
" KASET DÜKKANI - 2000 FRANK
- NANA HAYATINI YAŞIYOR
Maalesef kalmamış.
Judy Garland?
Peki bir gitar kaydı
var mı?
Roméo'nun Neydi adı?
Raphaël Romero.
- Raphaël Romero'nun
gitar kaydı.
- Arkadaki raflarda.
- Rita yine mi
gelmedi?
- Sanırım Perşembe
günü dönecekmiş.
Bana 2,000 frank
borcu var.
- Bana 2,000 borç
versene.
- Maalesef beş
parasızım.
- Önemli bir durum mu?
- Hayır, önemli değil.
Güzele benziyor.
Aptalca bir hikaye
ama çok güzel yazılmış: "Yıldızlarla kaplı gökyüzüne baktı ve sonra bana
döndü:
"Bu şekilde yaşayan biri olarak, bana yaptığın işin
mantığını " Hemen sözünü kestim: "Her şeye mantıksal bir açıklama
getiremezsin" Birkaç saniyeliğine kendimi mutluluğun keskin sarhoşluğuna
bırakırken, güçlüymüş gibi görünme çabamı unutup, kırık kalbimin acısını duymazdan
gelmeyi tercih ettim.
Evet, içinde
bulunduğum ikilemden kaçmanın en kolay yolunu seçmiştim.
" KAPICI - PAUL - JEANNE D'ARC'IN TUTKUSU - GAZETECİ
- Lütfen anahtarımı verin.
- Olmaz.
Peki, öyle olsun.
Bırak, ver şu
anahtarı!
Resimleri getirdim.
Bana fazla
benzemiyor, sana daha çok benziyor.
Akşam yemeğine gelir
misin?
Hayır, gitmeliyim.
Yemeğe gidelim.
Aç değilim.
Hem izlemek istediğim
bir film var.
Hoşçakal.
--Seni idama hazırlamak için buradayız.
--Bu kadar çabuk mu?
--Nasıl bir ölüm?
--Kazıkta!
--Hâlâ Tanrı tarafından gönderildiğine nasıl
inanabiliyorsun?
--Tanrı bizi nereye yönlendireceğini bilir ve biz de onun
gösterdiği yolda ilerleriz.
--Evet, ben O'nun çocuğuyum.
--Peki ya büyük zafer?
--Benim şehitliğim olacak!
--Peki ya kurtuluş?
--Ölüm!
--Ölüm.
Hoşçakal deme vakti
geldi.
- Sinema biletini ben
aldım ama.
- Yazık sana.
- Bir randevumuz yok
muydu?
- Evet.
Ben de merak etmeye
başlamıştım.
Neden, geç mi kaldım?
Biraz ama merak
etmemin sebebi bu değildi.
Aslında çok dakik
biriyimdir.
Buluşmak için geç bir
saat.
Ben de senin
unutabileceğini düşünmüştüm.
Ne alacaksın?
- Alkollü bir şeyler
var mı acaba?
- Maalesef.
Kahve olsun o zaman.
Erkek arkadaşlarından
biri miydi?
Hayır, erkek
kardeşimdi.
- Başka erkek
kardeşlerin var mı?
- Beş erkek ve üç de
kız kardeşim var.
Şaşırdın mı?
Ama gerçek bu.
- Çarşambadan beri
neler yaptın?
- Pek bir şey
yapmadım.
- Dışarıdaki kırmızı
araba senin mi?
- Evet.
Markası ne?
Bir Jaguar mı?
Hayır, bir Alfa Romeo.
Arabalarla ilgilenir
misin?
Hayır, haklarında
hiçbir şey bilmem.
Fotoğraf çekimini ne
zaman yapabiliriz?
Dediğim gibi, bu işi
istiyorum.
Ama ben sadece pazar
günleri boş olurum.
Pazar günü Londra'da
olacağım.
O halde, bilemiyorum.
Şimdi olabilir mi?
Tabii yorgun değilsen.
Hayır dersem, tam bir
baş belası olduğumu düşünmezsin, değil mi?
Hayır, hiç de değil.
Gerçekten filmlerde
oynayabileceğime inanıyor musun?
Elbette.
Bak, incelemen için sana
bir katalog getirdim.
Buna benzer bir
çalışma yapmak istiyorum.
Bu ne için olacak?
Sinema işindeki
insanlara gönderirsin.
Belki onlar da birkaç
gün içinde ararlar ve bu şekilde keşfedilmiş olursun.
- Soyunmak konusunda
biraz utangaçımdır.
- Büyütülecek bir şey
değil, alışırsın.
- Bana 2,000 frank
borç verebilir misin?
- Verirdim ama bende
de yok.
Kalkalım artık, çok
yorgunum.
Fotoğraf işi ne
olacak?
Bende kal o zaman.
POLİS - NANA SORGULANIYOR
Nana Soy ismini kodla.
K-L-E-I-N F-R-A-N-K-E-N-H-E-I-M.
Doğum tarihi: 15
Nisan 1940.
Doğum yeri: Flexburg
/ Moselle.
Sabit adres yok.
Doğru mu?
Peki.
Anlat neler oldu?
Ben sadece sokakta
yürüyordum.
O sırada büfeden
dergi alan bir kadın gördüm.
Çantasından biraz
para çıkardı.
Ama oradan ayrılırken
parasının bir kısmını düşürdüğünü fark etmedi.
Daha sonra ben de bir
dergi alacakmış gibi oraya yaklaştım.
Ve ayağımı onun
düşürdüğü 1,000 frankın üzerine koydum.
O gitti ve
Ve sonra fark etti, öyle mi?
Evet.
Bana doğru geldi ve gözlerimin içine dik dik bakmaya başladı.
Bu yüzden ben de ona
parasını geri verdim.
Peki neden böyle bir
suçlamada bulundu?
Bilmiyorum.
Çok acımasız
biriymiş.
Paris'te yanında
kalabileceğin kimsen yok mu?
Arkadaşlarım var.
Erkek mi?
Bazıları.
Neden çalıştığın
yerden biraz avans istemedin?
Daha önce birçok
defa istemiştim.
Şimdi ne
yapacaksın?
Bilmiyorum
Ben Sanki başka
biriyim.
BULVARLAR - İLK ADAM – ODA
Gidelim mi?
Burası değil mi?
- Buraya daha önce
geldin mi?
- Evet.
Kimse yok mu?
Oda 27 mi, 28 mi?
27.
- Sigara?
- Teşekkürler, hayır.
Hiç kül tablası
koymazlar.
Ne kadar istiyorsun?
Bilmiyorum, sen söyle.
Bilemiyorum.
4,000 Frank?
- Bana 1,000 frank
borçlusun.
- Hiç bozuğum yok.
Boşver, sende kalsın.
Gerçekten yok; bunu
daha fazla para almak için söylemedim.
- Üzerindeki her şeyi
çıkar.
- Tamam.
Neden dudaklarını
kaçırıyorsun?
YVETTE İLE KARŞILAŞMA - BANLİYÖDE
BİR KAFE RAOUL - SOKAKTA PATLAYAN SİLAHLAR
- Nana!
- Yvette, nasılsın?
Bir an için tanımakta
güçlük çektim.
Nasılsın?
- Geçinip gidiyorum.
- Aferin.
- Neden?
- Sandım ki Neden buradasın?
Dansa mı gidiyorsun?
Bir şeyler içmeye
gidelim mi?
- Raymond nasıl?
- Anlatırım sonra.
Ne oldu?
Hayat öyle zor ki.
Buralardan
uzaklaşmak, kaçıp gitmek istiyorum.
Kaçmak tatlı bir
hayal.
Gerçek hayat ise bu.
Bir dakika içinde
döneceğim.
Anlat haydi.
Bir gece Raymond, eve
Brest'e tren biletleriyle geldi.
Bir iş bulduğunu
söyledi, biz de toplandık.
Sonra bir otelde
kalmaya başladık.
Onu hiç göremez oldum.
Sürekli çalışıyordu.
Ben de çocukları dışarı
çıkarıyor, onlara dondurma falan alıyordum.
Üzgündüm.
Çünkü onun nasıl para
kazandığını bile bilmiyordum.
Bir gece, evden
ayrılalı üç hafta olmuştu.
Artık kendi başımın
çaresine bakmam gerektiğini anladım.
Çocukları da yanıma
alarak orayı terk ettim.
Fahişelikten başka
seçeneğim yoktu.
Zamanla da
alıştım, alışması kolaydı.
İki yıl sonra, bir
gece sinemaya gittim.
Bir Amerikan filminde
oynuyordu.
- Ya şimdi?
- Her şey yolunda.
Ama pek memnun
olduğun söylenemez.
Hayır, hayat çok
kasvetli.
Ama bu benim suçum
değil.
Bence yaptığımız her şey bizim
sorumluluğumuzda.
Özgürüz.
Elimi kaldırıyorum - Ben sorumluyum.
Başımı çeviriyorum - Ben sorumluyum.
Üzgünüm - Ben sorumluyum.
Sigara içiyorum - Ben sorumluyum.
Gözlerimi kapıyorum - Ben sorumluyum.
Bazen sorumluluğumu unutsam da, hayat bu!
Ve dediğim gibi, ondan kaçış yok.
Yine de her şeye rağmen yaşamak güzel.
Sadece hayatın tadını çıkarmaya çalışmalısın.
Sonunda her şey olacağına varıyor.
Mesaj mesajdır.
Tabak tabaktır.
Erkek erkektir.
Ve hayat hayattır.
Az önce selamlaştığım
çocuk seninle tanışmak istiyor.
Sakıncası var mı?
Sakıncası yok.
Benim bebeğim bir film yıldızı
değildir.
O, fabrikada çalışan sıradan bir işçidir.
Tek göz odada yaşarız, demiryolunun karşısında.
Sahip olduğumuz tek manzara bir eşya
deposundan ibaret olsa da.
Riviera'da geçmez bizim tatillerimiz.
Ya da yoktur ziyaretine gideceğimiz bir
ailemiz.
Ama bana bebeğimin gözlerinde parlayan ışık
yeter.
O ışık, benim için gökyüzündeki yıldızlara
bedel.
Ve ne zaman şehrin kalanı, şekerleme yapmaya
başlar.
Bizim penceremizde akşam güneşi ışıldar.
Dört duvarımızın mahremiyetinde fısıldaşırız
birbirimize.
Ve sevişiriz durmadan, karanlık gecelerde.
Kolay bir kız mıdır?
Aşağıla onu.
Sinirlenirse şansını
zorlama; gülümserse denemeye değer.
Göreceğiz.
Yvette'in bir
arkadaşı mısın?
- Seni daha önce de
görmüştüm.
- Hiç sanmıyorum.
- Üç ay önceydi.
- Hayır, sanmıyorum.
Sen Cermen Bulvarında
fotoğraflara bakıyordun.
Bu doğru.
Neden önce inkâr
ettin?
Çekindiğin bir şey mi
var?
Çok gülünçsün.
Neden bana öyle
bakıyorsun?
Şu an tam bir sersem
gibi görünüyorsun ve saçların da berbat.
Bekle, sana
söyleyeceğim bir şey var.
Gözlerim.
MEKTUP - YİNE RAOUL – ŞANZELİZE
--Sevgili Madam, adresinizi daha önce sizin için çalışan bir
arkadaşımdan aldım.
--Oraya gelmek ve sizin için çalışmak istiyorum.
--22 Yaşındayım.
--Güzel olduğumu düşünüyorum.
--Boyum 1 metre 69 cm
--Saçlarım kısa, -- ama çabuk uzar.
--Size bir resmimi gönderiyorum ve
Yine mi sen?
Klasik mektup.
Evet, yine ben.
Beni nasıl buldun?
Seni izledim.
Arabamdaydım ve seni
buraya girerken gördüm.
Çok cüretkârsın.
Yine gülünç mü
görünüyorum?
Hayır, çok güzelsin.
- Önceki gün bir anda
ortadan kayboldun.
- Ne zaman?
Haydutlar etrafa ateş
etmeye başladıkları zaman.
Haydut olduklarını
sanmıyorum, siyasi bir mesele olmalı.
Her neyse
Yanlış anlama, korkak olduğunu imâ etmeye çalışmıyorum.
Sadece konuşma
olsun diye söyledim.
Benim hakkımda ne
düşünüyorsun?
Çok iyi biri
olduğunu düşünüyorum.
Gözlerine bakınca ne
kadar iyi biri olduğunu görebiliyorum.
Anlıyorum, saçma bir
soruydu.
Neden?
Senden politik bir
cevap beklemiyorum.
Demek istediğim
şu: Sence, ben özel bir kadın mıyım?
Özel olmak mı istiyorsun?
Neden?
Nedeni yok.
Bana göre, dünyada üç tip kız vardır.
Kimi, tek bir ifadeye sahiptir, kimi iki, kimi
üç.
Adresi Yvette'ten mi
aldın?
- Bu konuda ciddi
misin?
- Evet.
- Neden?
Daha fazla para
kazanmak istiyorum.
- Para kazanabilmen
için yardımcı olabilirim.
- Sahi mi?
Keşke yapabilsen.
Neden filmlerde
oynamayı denemiyorsun?
Denedim.
İki yıl önce, kendimi
ilk olarak sahnede kabul ettirmek istedim.
Châtelet'te
Pacifico'da oynadım.
Daha sonra ise Eddie
Constantine'in oynadığı bir filmde rol aldım.
Sana hayat hikayemi
anlatıyorum.
Ne acınası!
Hiç de değil.
Biz arkadaşız.
- Haydi gülümse.
- Hiç havamda değilim.
- Sana eşlik edebilir
miyim?
- Tabii.
Ne zaman başlıyorum?
Şehir ışıkları
yükseldiği zaman, fahişenin sonsuz yolculuğu başlar.
AKŞAMÜSTLERİ - PARA - DÜŞÜŞ - ZEVK -
OTELLER
İşler nasıl yürüyor?
Fahişe, cazibesini
kullanarak, kazançlı koşullar oluşturmak ve müşteri sayısını artırmak için
çalışır
Güzel olmak zorunda mıdır?
Hayır, güzellik
bir fahişenin kariyerinde önemli bir faktör olmasına rağmen, fiziksel
çekiciliğin kârın en önemli kaynağı olması pezevenginin onun üzerindeki baskısını
artıracaktır.
Kaydı olmalı mıdır?
13 Nisan 1946'da
çıkarılan bir yasayla, tüm fahişeler tıbbi muayeneye tabi kılındılar.
Bu yasa ve 5 Kasım 1947'de kabul edilen kanunun 2253.
maddesi uyarınca, fahişeliği, bir yaşam biçimi olarak kabul
eden tüm kadınları, kayıt altına almak amacıyla, Ulusal sıhhi kayıt sistemi kabul
edildi.
Peki nasıl
davranmalıyım?
Prosedür her yerde
aynıdır.
Makyajı, kıyafetleri
ve duruşu, fahişenin değerini belirler.
Bazen o, kanun
karşısında dosdoğru müşterisine başvurur.
Müşteriden ne kadar
alacağım?
Birkaç dakika ile bir
saat arası süren işlerde, fiyat 300 franktan 15,000 franka kadar çıkabilir.
Tüm gecelik işler ise
5,000 frank ile 50,000 frank arası değişir.
İstediğim her yere
gidebilir miyim?
Bu konuda belli
kısıtlamalar var.
Örneğin Paris'te, 25
Ağustos 1958'de hayata geçirilen bir polis düzenlemesi, belli saatler arasında,
Bois de Boulogne ve Şanzelize civarında,
malûm maksatla vakit geçirmeyi yasaklar.
Kazanacağım tüm
parayı tutabilir miyim?
İki tarafın da payı
bellidir.
Örneğin Şanzelize civarının
günlüğü, 20,000 ile 30,000 frank arasında değişir.
Haftalık olarak
ödenir.
Odalar nasıl olacak?
Oteller genellikle
sadece havluları değiştirir, çarşafları değil.
Çoğunlukla yataklarda
sadece bir alt çarşafı bulunur.
Ya polis?
Baskınlarda bulunur,
sorguya çekerler.
Yönetmeliklere aykırı
davrandığı tespit edilenler tıbbi testlere yollanır.
Arasıra bir kafeye
gidip, bir şeyler içebilir miyim?
Bir rezalet
çıkarabileceği endişesi yüzünden, hiç kimse sarhoş bir fahişenin sorumluluğunu
üstlenmek istemez.
Ya hamile kalırsam?
İnsanlar fahişelerin
sürekli kürtaj yaptırdığını sanır.
Bu doğru değildir.
Onlar, kimyasal ya da
diğer yollarla gebelikten kaçınmaya çalışırlar.
Ama gebelik
durumunda, kürtaj kaçınılmazdır.
Her müşteriyi kabul
etmek zorunda mıyım?
Fahişe her zaman,
müşterinin kontrolü altındadır.
Parasını ödeyen
herkesi kabul etmek zorundadır.
Günde kaç müşteri ile
beraber olunur?
Sıradan bir fahişenin
günlük müşteri sayısı, beş ile sekiz arasında değişir.
Günde 4,000 ile 8,000
frank arası kazanır.
Ama bundan daha
fazlasını kazananlar da vardır.
Örneğin, tatil
günlerinde altmış müşteriye kadar ulaşanlar bile olur.
BİR GENÇ ADAM - LUİGİ - NANA
MUTLULUĞU SORGULUYOR
Ya tatil günleri?
Genellikle sağlık
kontrollerinin ardından, adamı onu dışarı çıkarır.
Varsa, çocuğunu
görmeye gider.
Daha sonra ise bir
restorana ya da sinemaya giderler.
- Luigi burada mı?
- Yukarıda.
- Beş dakika içinde
dönerim.
- Film zaten başladı
bile.
Sigara var mı?
- Ne çeşit?
- Sadece bilmek
istedim.
- Sigaranız var mı?
- Aşağıda satıyorlar.
- Nasıl gidiyor?
- Şöyle böyle.
- Sorun nedir?
- Geç kalmasaydık,
sinemaya gidecektik.
Seni neşelendireceğim.
Şimdi balon şişirmeye
çalışan bir çocuk taklidi yapacağım.
BENİM ERKEĞİM SEN
OLMALISIN.
Şimdi biraz
konuşmamıza izin verecek misin?
SOKAKLAR - BİR ADAM - MUTLULUK
EĞLENCE DEĞİL
Müfettiş Fleytoux bir BMW almış.
- En azından iki
sandalye koyabilirler.
- Her zaman böyledir.
- Ne kadar?
- 3000.
Eğer soyunacaksam
5000.
- Bir tane daha
alayım.
- Bana da biraz
kalmalı.
O zaman şunlardan
olsun?
Küçük olan.
Çok iyi bir kız
olacağım.
Buraya sık gelir
misin?
- Daha önce
tanışmamış mıydık?
- Belki.
Adın ne?
Dimitri.
Hoş bir isim.
Evet, ismimi severim.
- Mesleğin ne?
- Reklam filmleri
çekiyorum.
- Sinema filmleri
gibi mi?
- Hayır, daha basit
şeyler.
Daha önce Eddie
Constantine'in bir filminde oynamıştım.
"Acımak
Yok".
İzledin mi?
Fazla konuşmuyorsun.
Duygusal biri misin?
Eğer biraz daha
verirsen, kalabilirsin.
İkinci bir kız daha
mı istiyorsun?
Bir bakayım.
- Gidiyor musun?
- Evet.
- Beş dakikanı
paylaşabilir misin?
- Monique'e sor, 41
numarada.
- Ne vardı?
- Yok bir şey.
Asla çalışmaz.
Salı günü görüşürüz.
Beş dakikanı paylaşır
mısın?
- Ne kadara?
- Ona sor.
- Tamam.
- 45 Numara.
Onunla anlaşın.
- Adın ne?
- Elizabeth.
İngiltere Kraliçesi
gibi.
- Ben de striptiz
yapayım mı?
- Hayır, gerek yok.
- Yani hiçbir şey
yapmayım mı?
- Sen bilirsin.
PLACE DU CHÂTELET - BİR YABANCI - KASITSIZ
FİLOZOF NANA
- Bakmamın bir sakıncası var mı?
- Hayır.
- Sıkılmış gibisiniz.
- Hayır, iyiyim.
- Ne yapıyorsunuz?
- Okuyorum.
- Bana bir içki
ısmarlar mısınız?
- Elbette.
- Buraya sık gelir
misiniz?
- Bazen, geçerken
uğrarım.
- Neden okuyorsunuz?
- Benim işim bu.
İlginç.
Birdenbire
söyleyeceklerimi unuttum; bu bana çok sık olur.
Ne söylemek
istediğimi bilirim.
Neden söylemek
istediğimi bilirim.
Ama konuşma zamanı
geldiğinde, konuşamam.
Bu herkesin başına
gelir.
- "Üç
Silahşörler"i hiç okudun mu?
- Hayır.
Ama filmini gördüm.
Neden?
Çünkü, orada bir
Porthos vardır.
Aslında "Yirmi
Yıl Sonra"dan bahsediyorum.
Porthos, uzun boylu,
güçlü, biraz da aptal biridir.
Hayatı boyunca hiçbir
şeyi düşünmemiştir.
Bir mahzene orayı
havaya uçurmak için bomba yerleştirmesi gerekmektedir.
Bunu yapar.
Bombayı yerleştirir,
fitili ateşler.
Sonra da elbette
koşarak uzaklaşır.
Ama o an, birden
düşünmeye başlar.
Koşarken adımlar birbirini
bu kadar seri bir şekilde nasıl takip etmektedir?
Belki bunu daha önce sen
de düşünmüşsündür.
Bu düşünce yüzünden
donar kalır.
Hareket edemez,
ilerleyemez.
Bomba patlar ve
mahzen üzerine çöker.
İlk etapta güçlü
omuzlarıyla direnmeye çalışsa da, bir ya da iki gün içinde, ezilerek hayatını
kaybeder.
Bana bu hikayeyi
neden anlattınız?
Nedeni yok, sadece konuşma olsun
diye.
Neden insanlar sürekli konuşmak zorunda?
Belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı
sessizce yaşamalıyız.
Ne kadar çok konuşursak, kelimeler de anlamlarını
o kadar yitiriyor.
Belki.
Ama bu mümkün mü?
Bilmiyorum.
Bence konuşmadan yaşayamazdık.
Ben konuşmadan yaşamak isterdim.
Evet, güzel olurdu, değil mi?
İnsanların birbirlerini daha çok sevmeleri
gibi.
Ama maalesef mümkün değil.
Ama neden?
Sözcükler sadece insanların düşüncelerini
ifade etmeli.
Bize ihanet etmemeli.
Doğru ama biz de onlara ihanet ediyoruz.
İnsan kendini ifade etmeliydi.
Ve o bunu, yazarak yaptı.
Düşün, Plato gibi biri hâlâ anlaşılıyor -
anlaşılabiliyor.
O, Eski Yunan'da yaşamıştı, 2500 yıl önce.
Şu an kimse o dili bilmiyor, en azından tam
olarak.
Buna rağmen, hâlâ bizlere ulaşıyor.
İşte bu yüzden kendimizi ifade ediyoruz.
Ve etmek zorundayız.
Neden?
Birbirimizi anlamak için mi?
Düşünmek zorundayız ve düşünmek için de sözcüklere
ihtiyacımız var.
Çünkü düşünmenin başka bir yolu yok.
hayatın gereklerinden biri de bu.
Evet ama bu çok zor.
Bence hayat kolay olmalı.
Sizin "Üç Silahşörler" konuşmanız iyi
bir hikaye olabilir.
Ama korkunçtu.
Evet ama bir işaret noktası vardı.
Bence, insan ancak bir süre yaşamdan feragat
ettiği zaman konuşmayı öğrenir.
Bedel budur.
Yani konuşmak ölümcül müdür?
Konuşmak neredeyse bir yeniden doğuş demektir.
Bir anlamda, yaşamın diğer boyutudur.
Yani bir insan konuşabilmek için, yaşamının
konuşma olmayan bölümünden geçiş yapmalıdır.
Söylemek istediğim şeyi net olarak ifade
edemiyor olabilirim ama İnsanı, düzgün
bir şekilde konuşmaktan alıkoyan şey, yaşamdaki bu ikilemin farkında olmayışından
kaynaklanmaktadır.
Ama insan günlük yaşamını sürdüremez.
Bilemiyorum, bu Ayrımla!
Dengeyi kendimiz kurarız.
Sessizlikten, sözcüklere geçişimizin sebebi de
budur.
Bu ikilemin arasında gider geliriz çünkü
hayatın devinimi bunu gerektirir.
İnsan bu şekilde, günlük yaşamdan daha üstün
bir yaşama yükselir: Düşünce yaşamına!
Ama bu yaşam da, insana, günlük yaşamından tamamiyle
sıyrılmasını şart koşar.
O halde, düşünmek ve konuşmak aynı şey midir?
Öyle, öyle.
Bu konuda Plato'nun şöyle bir sözü vardır: "Hiç
kimse düşünceyi, onu ifade eden sözcüklerden ayıramaz.
" Düşüncenin
zorlayıcı şartı, onun ancak sözcükler vasıtasıyla kavranmasıdır.
Peki insan, yalan riskini de üstlenmeli midir?
Yalanlar da maceramızın bir parçasıdır.
Hatalar ve yalanlar birbirlerine benzer.
Tabii burada sıradan yalanlardan bahsetmiyorum.
Birine gideceğine dair söz verirsin; ama canın
istemez ve gitmezsin.
Görüyorsun ya, bunlar basit şeyler.
Ama incelikli bir yalan hatadan biraz daha
farklıdır.
İnsan bazen düşünür ama bir türlü doğru sözcüğü
bulamaz.
Bazen ne söyleyeceğini bilemeyişinin sebebi
budur.
Doğru sözcüğü bulamamaktan korkarsın.
Tek açıklaması bu.
İnsan, doğru sözcüğü bulduğundan nasıl emin
olabilir?
Çalışması gerekir.
Gayret etmelidir.
Kişi, kendini doğru bir şekilde ifade
edebilmelidir.
söylenmesi gerekeni söylemeli, yapılması
gerekeni yapmalıdır; incitmeden, zarar vermeden.
Her insan doğruyu bulmaya çalışmalı.
Biri bana şöyle demişti: "Her şeyde bir
doğru vardır, hatalarda bile.
" Bu
doğru.
Fransa 17.yüzyılda bu gerçeği göremedi.
Onlar, insanların hatalardan kaçınabileceklerini
düşündüler.
Ve dahası, insanların doğru yolu kolayca
bulabileceklerini sandılar.
Bu mümkün değildir.
Buna karşılık, Kant, Hegel ve Alman Felsefesi
ise bizlere, doğruya ulaşmanın tek yolunun hatalardan geçtiğini gösterdi.
Aşk hakkında ne düşünüyorsunuz?
Onun da üstesinden gelinmeli.
Leibnitz, hayattaki anlamlı rastlantılara dikkat
çekti.
Ne de olsa, hayat kimi zaman tesadüfi, kimi
zamansa zaruri gerçeklerin bir bileşkesidir.
Alman felsefesi ise bize şunu gösterdi: Hayatta
her insan hatalarıyla yaşar.
Önemli olan bunlarla baş edebilmektir.
Aşkın, hayatın tek gerçeği olması gerekmiyor
mu?
Bunun için, aşkın hep aynı gerçeği işaret
etmesi gerekir.
Bu güne kadar hiç aşık olduğu şeyin ne olduğunu
bilen birine rastladın mı?
Hayır.
Yirmili yaşlarında bunu bilemezsin.
Yaptığın tek şey, keyfi seçimlerde bulunmaktır.
"Seviyorum" kelimesi çoğu zaman fütursuzca
sarf edilir.
Neyi sevdiğinden emin olmak için ihtiyacın
olan şey ise, olgunluktur.
Doğruyu aramak!
İşte yaşamın gerçeği budur.
Ve aşk eğer gerçekse, ancak o zaman bir çözüm
olur.
AYNI GENÇ ADAM - OVAL PORTRE - RAOUL
NANA'YI TAKAS EDER
--Bugün ne yapalım?
--Bilmiyorum.
--Luxembourg'a gidelim mi?
--Sanırım yağmur yağacak.
Parlak ışıkta,
daha önce hiç fark etmediğim bir resme takıldı gözlerim.
Kadınlığa henüz
adım atmaya başlayan bir genç kızın portresiydi bu.
Portreye şöyle bir
bakıp, içgüdüsel bir hareketle kapadım gözlerimi.
Biraz düşünme
fırsatı bulmak için, gözlerimin beni yanıltmadığından emin olmak için ve hayal
gücümü dizginleyip, daha sakin ve net bir şekilde yeniden bakabilmek için Bir süre bekledikten sonra resme bu kez uzun
uzun baktım.
Söylediğim gibi, bir
genç kızın portresiydi bu.
Sully'nin ünlü baş
portrelerinin stiline yakın duran, teknik tabiriyle "vignette" denilen
tarzda çizilmiş, yalnızca baş ve omuzlardan ibaret bir portre.
Gövde, kollar ve
hatta o parlak saçların uç kısımları bile arka planı oluşturan derin karanlığın
gölgesinde eriyip gitmiş.
Sanatsal anlamda
belki de hiçbir şey bu portre kadar takdire şayan olamazdı.
Ancak beni bu
kadar etkileyen şey, ne eserin yapılış tarzı, ne de o çehrenin sonsuz
güzelliğiydi.
Hele ki portredeki
yüzü ilk etapta canlı bir insan sanışım, ancak hayal gücümün bana karşı oynadığı
bir oyun olmalıydı.
Sonunda,
üzerimdeki etkisinin sırrını çözdüğümü düşünerek, tekrar yatağıma uzandım.
Portrenin
büyüsünü, sanki gerçekmiş izlenimi veren ifadesinde bulmuştum.
- O kitap senin mi?
- Hayır, burada
buldum.
Bir tane alabilir
miyim?
Bu bizim hikayemiz: Aşkını
resmeden bir ressam.
- Devam edeyim mi?
- Evet.
Portreyi görenler aslına
olan benzerliğinden adeta bir mucizeden bahseder gibi bahsediyor ve bu
benzerliğin sadece sanatçının kudretinin değil, resmini yaptığı güzele karşı
beslediği aşkın da bir kanıtı olduğunu konuşuyorlardı.
Ama sonunda,
verilen emeklerin karşılığı alınmak üzereyken, artık kuleye kimse kabul edilmez
olmuştu.
Ressam, yaptığı
işin tutkusuyla öyle vahşileşmişti ki, gözlerini tuvalden, karısının yüzüne bakmak
için bile ayırmaz hale gelmişti.
Ve maalesef o, tuvalin
üzerine yaydığı renklerin yanında oturan karısının yanaklarından uçup gittiğini
göremiyordu.
Böylece haftalar
geçip gitti.
Artık portre
tamamlanmak üzereydi.
Geriye sadece
vurulacak bir fırça darbesi, kondurulacak son bir renk kalmıştı ki, karısının
ruhu bir kez daha lambanın içindeki alev gibi titredi.
Ve son fırça
darbesi vuruldu, boya son kez sürüldü.
İşte o an ressam,
eserinin önünde büyülenmiş gibi kalakaldı.
Sabit bir şekilde
portreye bakmayı sürdürürken, titremeye başlayarak, bir anda haykırdı: "Bu
şey sanki gerçekten canlı!
" Sonra sevgilisinin tepkisini görmek için ona döndü.
Ama o, çoktan
ölmüştü.
--Louvre'a gitmek istiyorum.
--Hayır, resimlere bakmaktan zevk almıyorum.
--Neden?
Sanat ve güzellik, yaşamdır!
--Sana
tapıyorum.
--Seni çok seviyorum.
--Neden gelip, benimle birlikte yaşamıyorsun?
--Tamam.
Raoul'a her şeyin bittiğini
söyleyeceğim.
Bırak da en azından paltomu
giyeyim!
Aptal olma.
Neyi yanlış yaptım?
Parasını ödeyen
herkesi kabul etmelisin.
Herkesi kabul edemem.
Bazıları iğrenç
oluyor.
İşte yanlışın bu.
Hafta içi sinemaya
gitmek için çok meşgul oluyoruz; Pazarları ise, böyle kuyruk oluyor.
- Nereye gidiyoruz?
- Onların arabasına.
Ben neden geliyorum?
Onlarla birlikte
kalacaksın.
Pekâlâ, gidiyor musun?
Önce kız.
Önce para.
Parayı getir.
100,000 eksik.
Sırf kızı vurmamak
için ateş etmeyeceğimi sanma.
Sen vur.
Ben doldurmayı
unutmuşum.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar