Print Friendly and PDF

Gülün Adı

 


Mehmet Harputlu

Simyacı ve Sofi’nin Dünyası’ndan sonra Gülün Adı’na geçebilmek o kadar uzun zaman aldı ki, arada kurulması umulan bağ koptu. Sofi’nin Dünyası ile ilgili inceleme yazısı, “Modern çağda herkes meşhur olacak, amma on beş dakikalığına. Güzelim kitapların bile sabun köpüğü komedi filmlerine benzer şekilde bir anda parlayıp hiçbir etki bırakmadan belleklerden -ve piyasadan- yerlerini yenilerine bırakıp gitmeleri ne kadar acı.” Cümleleri ile bitmişti. Gerçekten, değil kitaplar, kitaplarla ilgili yazılar bile hızla değişen şartlara yetişemiyor. Üretimin devam etmesi tüketilme şartına bağlandığı -veya aksi- için olsa gerek her şey bir sabun köpüğü hükmünde. Bu üç kitabın arasında ki çizgiye vurgu yapamadan kitaplarla ilgili güncellik tamamen kayboldu. Yaygın veya harcıalem söyleyişle gündem de değişti, içerik de.

Sofi’nin Dünyası ile ilgili olarak korktuğumuz başımıza geldi. İnönü Üniversitesi’nde bulundurulması sakıncalı kitaplar listesinde, irticaî kitap olarak zikredildi ve yasaklandı. Simyacı’nın yazarı, Paulo Coelho, İstanbul’a geldi. O kadar beklemediği bir ilgiyle karşılaştı ki, gözyaşlarını tutamadı. Âhenk’de yayınlanan yazı üzerine gelen bir uyarıyla “Simyacı’ nın aslında Mevlana’nın Mesnevi’sinden alınma olduğunu öğrenmiştik. Buna çalıntı da diyebilirdik. Ama yazar İstanbul’da hikayeyi Mesnevi’den aldığını açıkladı. Simyacı’yı tek kişilik oyun halinde tiyatroya aktaran Genco Erkal’a oyununu seyretme imkanı bulamadığımız için bu konuda neler düşündüğünü soramıyoruz.

Gülün Adı isimli roman, adı konusundan daha ilginç bir kitap. Zaten Türkçe baskısına alınan yazarın uzun açıklaması bunu pekiştirir mahiyette. “Bir çok kitabın adı konusunu geçiyor, ben öyle olmasını istemediğim için, sıradan önemsiz bir isim olsun diye seçtim Gülün Adı’nı” diyor.

Umberto Eco’nun gerçekte bir ortaçağ uzmanı olduğunu öğreniyoruz. Kitaba, Sofi’nin Dünyası’nda felsefe dersleri verildiği gibi, aslında romanlaştırılmış bir ortaçağ tarihi dersi denilebilir. Hatta o kadar ayrıntılara girilmiş ki, hangi mezheplerin, hangi meşreplerin, hangi grupların hangi ayrıntılarla farklılaştıklarını bile öğrenebiliyoruz. Kilisenin ortaçağda bilimin merkezi oluşunu, bütün kitapların ellerinde bulunduğunu, kurumsal olarak kendi dışındaki gelişmeleri yasal kabul etmediklerini ve onaylamadıklarını hatırlıyoruz. Kilise yöneticilerinin ruhban oluşlarına rağmen insanî zaaflardan kurtulamadıklarını bu yüzden bir çok hataya yol açtıklarını fark ediyoruz.

Bu bilgiler, yaşlı ve bilge bir rahiple, genç çömezinin çözmeye çalıştığı cinayetle ilgili olaylar, kişiler, mekanlar örgüsü içinde sunuluyor. Yaşlı rahip bilginin kaynağı olarak yalnızca İncil’i görmemekte o zamanlar büyücülük kabul edilen, aslında bu günkü modern bilimsel yöntemlere başvurmaktan çekinmeyen bir kişiliğe sahiptir. Hikâye bize genç çömezin dilinden aktarılmaktadır. Cinayetin nedenleri ve failleri ile ilgili araştırma ilerledikçe -her polisiyede olduğu gibi- gerçeğin aslında görünenden -yakın ihtimalden- daha uzakta olduğunu fark ediyoruz.

Gülün Adı, başarılı bir şekilde sinemaya da aktarıldı. Filmi izleyince şöyle bir ikileme düşüyorsunuz. Acaba filmi ortaya çıkaranlar mı çok başarılı, yoksa yazar bu kitabı yazarken bu ihtimali düşünerek mi yazmış ? Veya soruyu biraz daha farklı bir alana aktararak sormalıyız.

Sofi’nin Dünyası, Simyacı ve Gülün Adı. Bu üç kitabın ortak çizgisi çok satmak... Nedir veya nelerdir bunu sağlayan asıl etken.

Çok satan bu ve bunlar gibi diğer kitaplar, büyük organizasyonlar tarafından özel olarak kurgulanıyor öyle hazırlanıyorlarsa, mesela sinema, tiyatro, TV gibi temaşaya yönelik olarak kaleme alınıyorlarsa, bireysel bir beğeniden söz etmenin imkânı kalmayacak demektir. Piyasa şartları incelenecek, hangi unsurların ve özelliklerin daha çok ilgi çekeceği hesaplanacak, ardından reklam ve tanıtım bombardımanıyla tüketicinin önüne koyulacak demektir. Burada okuyucu kelimesi yerine tüketici kelimesi bilinçli bir tercih olarak kullanılmaktadır.

İşin burasında bir zemin kaybolmasıyla karşı karşıyayız. Bu kitaplar, bizatihi iyi veya kötü, okuna bilir veya boşverilebilinir, önemli veya önemsiz olabilirler. Büyük ve planlanmış bir kurgunun parçası olmaları onları kötü veya değersiz yapmaz. Ama değerli, mutlaka okunması gerekli de yapmamalıdır. İşte o zaman kitaplarla ilişkimiz “tüketici” konumundan çıkıp, sahih, doğru, meşru bir ilişki düzlemine, yani “okuyucu” olabilme ilişkisine yükselecektir.

Her üç kitapta da, “bilgi” hayal, duygu ve düşüncenin önüne geçmiş. Türk romanında arabesk bir ızdırap teması veya ideolojik saplantıların yerine uzmanlaşmış bilgiye dayalı örgüler kurulabiliyor mu? Yoksa “şiirsel anlatım” türünden laf ebeliğine dayalı kriterlere devam mı? Bu sorunun cevabı dünyanın bir ucundan, Brezilya’dan bir yazarın bu coğrafyada gördüğü ilgi ile Amerika’da casusluk romanları yazan maceraperest Türk’ün yazar olarak gördüğü ilgiyi kıyasladığımız zaman bulabileceğiz. Veya benzer bir kıstas koyarak. Büyük Türk yazarlarımızın dünyanın kaç ülkesinde tanınıp okunduklarını araştırarak.

Ahmet Mithat efendinin romanlarında “bilgi” çok kabaca işlenir. Birden romanı bırakır Ahmet Mithat Efendi cümle içinde geçen teknik bir eşya ile malumat sunmaya başlar. Kemal Tahir’i Kemal Tahir yapan ise gözlemlerini, duyumlarını sübjektif bir fenomen olmaktan çıkarıp, yakın tarihle ilgili bilgi -malumat da diyebilirsiniz- düzeyine yükseltebilmesidir.

Kitaba başladıktan Her üç kitapta da gerilim, bilinmeyene duyulan merak, çözülmeye çalışılan sır ustaca yazı tekniği  olarak kullanılmış sonra okumak için kendinizi cendereye sokmanıza gerek kalmayacak şekilde sürükleyicilik, bilgi üzerine kurulmalarından daha belirgin bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Öykülerini okumak için önceden nefes açma çalışması yapmak zorunda olduğunuz yazarımız için -ahbap çavuş- eleştirmenimiz “durağan durumların yazarı” diyor. Biraz zorlarsam o cümlemde övgü anlamı yok ki diyebilir.

Sonuç. Sonuç bir bilmece. İyi yazarlar iyi okuyuculara bağlı olarak mı ortaya çıkarlar, yoksa kötü okuyucular kötü yazarların eserleri midir ? Buyrun bu bilmecenin çözümü size ait.

Kaynak: Âhenk…Fikir Kültür Edebiyat Dergisi… ahenk 9 Nisan 2003

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar