MERİH'E NASIL KAÇIRILDIM/ UÇAN KÜRRE
( Yaşanmış, gerçek bir hikaye )
Yazan Emekli Binbaşı
ALİ KOCAER
il Basımevi - Kütahya
1966
SUNUŞ
Bu küçük hikaye bir hayal mahsulü
değildir. Yaşanmış, gerçek bir hikayedir.
Esasen Merih’e seyahatle ilgili
hatıralarımı okurken gerçek hikaye deyişimi her sayfayı çevirişte daha iyi
anlayacaksınız.
Bizim yeryüzü insanlarının teknik
yapıları yıldan yıla gelişmekte ve türlü icatlarla fezanın fethine çalışılmakta
olduğu malumdur.
Bugün Ay’a ulaşmanın bir şey
ifade etmeyeceğini Merih’e ait bilgileri okumakla öğrenecek ve Dünya
insanlarının uzun asırlar boyunca kendi kendileri ile boğuşmaları yüzünden
Fezayı fetetme yolunda ne kadar geç kaldıklarını esefle karşılayacaksınız.
Hele böyle giderse şu şeytani
icatlar ve tehlikeli oyuncakların Dünya ve insanlığın mahvına sebeb olacağı
aşikardır.
İnsanoğlunun, her şeyden önce:
Halike ve onun yüce kudretine olan inançla çalışmaya başladığı zaman, vücut
bulacak mucizevi icatlar ve tekniğin baş döndürücü hızı ile kainatın koynunda
saklı nice muhteşem dünyalara ulaşması mümkün olacaktır.
Merih’e Nasıl Kaçırıldım
Sene 1950. Sıcak Ağustos ayının
ilk pazar günü Torosların Aladağ bölgesindeyiz. Bu genç ve sarp dağların 3756
metre yüksekliğindeki meşhur Demirkazık tepesine doğru tırmanıyoruz.
Yanımda Karamıklı Ramiz ağa
bulunmaktadır. Ramiz ağa, Toroslarda doğup büyümüş; arslan yapılı, mert bir
adam. O zaman 45 yaşlarında olmasına rağmen, 20 yaşındaki bir genç kadar atik.
Hem tepeye doğru yükseliyor, hemde önümüze bir av çıkar diye tetikte
bulunuyoruz. Çünki Toroslar, geyik ve yabani keçilerin en çok barındığı
dağlardır. Yolculuğumuz zevkli olduğu kadar tehlikelide. Toroslar deyip
geçmeyelim. O müthiş kayalık ve karlı zirveleri tırmanmak son derece cesaret
ister. Çıkılması pek güç o zirveler altında ormanlar, çayırlıklar, oldukça
geniş düzlüklerde var. Dibi görünmeyen uçurumların derinliklerinden akan
suların çağıltısı ve leopar seslerini andıran o ruhları ürpertici çığlıklar
gelmektedir. Bu sırada klavuz Ramiz ağa:
— Bir
mola versek olurmu? dedi.
Bende bu vahşi manzarayı
seyretmeye doyum olmayacağından
— Olur,
dedim.
Komanyalarımızı açmış, oracıktaki
şifalı dağ otlarından da toplayıp yemeyi başlamıştık. Bir ara leopar
kükremeleri derinlerden gökyüzüne çıkarak karşıda yükselen yalçın kayalıklarda
yankılar husule getirdi.
— Ramiz
ağa.
— Buyur
kumandan bey,
— Bu
sesler, kaplana benzer leopar denilen vahşi hayvan sesleridir.
Zira Torosların Antalya ve
Fethiye bölgelerinde bu hayvanlardan vardır.
Bu dağlarda aynı astropikal
iklimin hüküm sürdüğü Adana’ya yakın Olduğuna göre şüphem kalmıyor dedim.
O zaman Ramiz ağa:
— Ben
kaplan ve leopar nedir görmedim. Yalnız bizim evde üzeri kahve rengi benekli
küçük bir post var. Geçen yıl çoban köpekleri o vahşi hayvanların yavrusunu
boğmuşlar. Çobanlar yetişmişte köpeklerin parçalamasına fırsat vermeden onun
benekli güzel derisini yüzmüşler; leşini de köpeklere yedirmişler. Ben dönüşte
o deriyi görmek istediğimi ve buralarda çok daha tetikte bulunmamızı bildirdim.
Kafi derecede dinlenmiş ve
karnımızı doyurmuş olarak oradan ayrıldık.
Sağ ilerde Demirkazık tepesine
doğru tırmanmaya başladık. Bu tepe baş tarafta söylediğim gibi 4000 metreye
yakın ve çok sarptır. İlk mola yerinden saat 11.30 da hareket etmiştik. Tam
dört saat sonra zirvenin biraz altına ulaştık. Bulunduğumuz yer 3700 metreden
fazlaydı. Asıl sivri tepeye ulaşmaya 50 metre kadar kalmıştı. Birden çevremizde
yedi göl peydah oldu. İrili ufaklı bu yedi göl; soğuk, berrak ve masmavi sular
ile semaya bakan yedi gözden farksız idiler.
Sularını yedi gölden alan içinde
ala balığı bulunan berrak Ecemiş ,çayı Torosların altından doğar kıvrıla
kıvrıla akarak 30 kilometre ötede yine Torosların altındaki bir mağaraya
girerek gözden kaybolur.
Ecemişi besliyen o yedi göl ve
çevresini seyretmenin doyulmaz hazzını ve oradan aşağılara doğru gittikçe
değişen muhteşem manzarayı dil ve yazı ile tasvire imkan yoktur.
Biz oralarda eğlenirken akşamın
yaklaştığını neden sonra farkedebildik. Ramiz ağa, tepeye tırmanma vaktinin
geçtiğini bu işin başka bir güne bırakılmasını söyleyince gözlerim gayri
ihtiyari zirveye takıldı. Halbuki az
önce Göl kenarında gezerken
buluttan mahrum olan sivri tepe nereden geldiği bilinmeyen kurşuni bir sis
halesine bürünmüştü. Oradan derhal uzaklaştık.
Karanlık basmadan sarp
kayalıklardan ve keçi yollarından aşağıya doğru acele bir inişle irtifa
kaybediyorduk. Fakat iniş yolumuz çıkış yolumuza nazaran daha kestirme idi.
Neden sonra güneş gurubetmiş, dağların koynunda kayalıkların koyu siluetleri
arasından ilerliyorduk. Birden sabahki geçtiğimiz boğaza benzer bir yere
geldik. Ben kılavuz Ramiz ağayı takibe diyordum. İniş esnasında hemen hemen hiç
konuşmamıştık.
Ramiz ağaya:
— Her
halde Ecemiş çayına çıkan ilk boğazdayız, dedim.
O zaman Ramiz ağa:
— Yok,
kumandan bey; sizi kısa yoldan getirdim. Burası o boğaza iki saat mesafededir.
Yalnız bizim ağıla daha yakındır. Yarım saat sonra ordayız.
Ağıla varınca çiftliğe gitmek
kolaydır. Dedi.
Biraz sonra tam boğazdan
çıktığımız bir sırada, bazı hayaletler hasıl oldu.
Bunlar bir kervan şeklinde sol
ilerden geliyormuş gibi önümüzde beliriverdi. Ramiz ağa hiç aldırmadan başı
önde yoluna devam ediyordu. Ben hemen Omzumda taşıdığım mavzeri gayri ihtiyari
o tarafa yönelttim ve kılavuza seslendim.
— Bu
gece yürüyüşü asabımı bozdu, sükuneti yok etmek için bir el ateş edeyim.
Ve o hayaletlerin üzerine doğru
bir kurşun sıktım. Bir anda yukarki Granit kayalıklarda kıvılcımlar saçan bir
ateş yanıp söndü. Anladım ki Çakmak taşlı o kuvarslı kayalardan halen
kurtulamamıştık. Ramiz ağa birden arkasına dönerek benim o tarafa baktığımı
görünce:
— Şu
ilerki kayalara bakıyorsun her halde, onların bir hikayesi vardır.
— Nasılmış?
anlat bakalım. . .
— Eskiden
mağara devri diye bir devir geçmiş. O zaman köyler şimdiki gibi açıkta değilde
dağ yamaçlarında ve dağların arasındaki inlerde kurulurmuş. İşte o mağara
köylerinde bir düğün olmuş. Düğünden sonra gelini alan kafile oğlanın bulunduğu
yukar ki mağaralar köyüne götürüyormuş, tam buraya geldikleri zaman karşılarına
pusu kurup gelini zorla almak isteyen eşkiyalar çıkmış. Gelin çok güzel ve son
derece Allaha bağlıymış. Birden ey yüce Halik! bu haramilerden kafilemizin
canlarını benimde namusumu koru hepsini taş eyle dediğinde; eşkiyalar oldukları
gibi taş haline gelivermişler.
İşte o vakitten beri bunlara
eşkiya kayası derler. Bende,
— Bu
kayalara birde gündüz görmeye gelelim, dedim.
Uzatmayalım, gece saat 22’ de
ağıla ulaştık. Orada bir müddet oturup
Çobanların ısıttığı sütten içerek
yorgunluğumuzu hafiflettik. Ve yaya olarak Ramiz ağanın çiftlik dediği küçük
karamık köyüne doğru yürümeye başladık.
Köye vardığımızda gece yarısı
olmuştu. Bizi yolcu edenler geç kaldığımız İçin meraka düşerek yatmamışlardı.
Yolculuğumuzu kısaca anlattık.
O gece yatıp dinlendikten sonra
sabahleyin ilçeye hareket ettim.
Bu, benim Toroslara tırmanışımın
ilk kısa hikayesi. İçimde beni oralara çeken müthiş bir istek vardı. Tam yedi
kere o göller yöresine tırmandım.
14 - Temmuz - 1951 yılı Cumartesi
günü son yedinci tırmanışım oldu.
O sabah erkenden kalkarak
hazırlığımı yaptım. Atıma atladığım gibi doğru Ramiz ağanın ağılına vardım.
Oradan yaya olarak yükseklere tırmanmaya başladım.
Artık o keçi yolları ve sarp
kayalıkların yabancısı değildim. Öğle üzeri göllere ulaştım. O güne kadar hava
şartlarından tepeye çıkmak kısmet olmamıştı. Ne olursa olsun tek başıma çıkmaya
karar verdim.
Bu azimle tepeye yakın olan gölün
yanına vardığımda birden başımın üstünde kulaklarıma uğultusu akseden acayip
bir makine sesi duydum. Olduğum yere mıhlanıp kaldım. O anda başımı
kaldırdığımda yuvarlak daimi dönen bir kürre gördüm. Kürenin yarısı ve yere
doğru olan kısmı ise çok parlaktı. Bu parlaklık sarı, mavi, pembe, beyaz
renklerle hareleniyor, uzak ve yakın mesafelere göre ayarlanabiliyordu. O gün
yanımda hafiflik olsun diye bir bıçak, bir tabanca ve içinde komanya bulunan
küçük yan çantası ve ayrıca yedi metrelik ip bulunuyordu.
Ben mıhlanıp kaldığım yerde
Allahın dediği olur. Başa gelen çekilir.
Bakalım bu neyin nesidir diye o
parlak cisimden gözümü ayıramadım.
Az sonra o kürre, elli adım kadar
ilerde göle yakın yerde iki kaya arasındaki Bir boşluğa kondu. Fakat konarken
tam alt kısmından takriben üç metre kadar ve on santim kutrunda üç kuvvetli
çelik boru çıktı. Bu çelik ayakların alt kısımları yerde tutunmayı sağlayacak
şekildeydi.
Çelik borular üzerindeki kürrenin
kutru ise üç metreye yakındı. Küre bütün ışıkları sönerek beyazımtırak bir
duruma girdi. Ve öylece sessiz bir
halde karşımda duruyordu. Bende
tarif ettiğim bu şekle hayretle bakıyordum. Kürrenin içinden beni gözledikleri
muhakkaktı.
İlk korku ve heyacanı bir anda
atlatmıştım. Esasen Allah’tan korkan hiç bir şeyden korkmaz inancı ile gayet
mütevekkil bir vaziyette seyrediyordum. Böylece iki üç dakika geçtiğini
zannediyorum. Birden o cisme karşı tebessüm Etmeyi ve selam vermeyi daha uygun
buldum. Ve elimi bir kaç kere başıma doğru götürüp indirdim. Çünki yanımdaki
silahla ona bir şey yapamayacağımı derhal anladım. Hatta oradan kaçıp
kurtulmama katiyyen imkan yoktu. Beni adeta büyülemişti. İşte bu durumda iken
birdenbire kürre, tekrar bir vınlama sesiyle çalışmaya ve o hareli renkleri
neşretmiye başladı.
Bir anda üzerime doğru gözlerimi
kamaştırıcı bir şekilde aralıklı ışık huzmeleri çarptı. Bu hal belki üç saniye
bile sürmedi. Kendimi kaybettiğimi hatırlıyorum.
Gözümü açtığım zaman o yedi göl
ve tırmanmak istediğim ve o güne Kadar üzerine çıkamadığım Demirkazık tepesi
altımda gözüküyordu. Fakat yüzümde bir maske, üzerimde de şeffaf bol bir elbise
bulunuyordu. Elbisenin pantolon kısmı ayak bileklerime kadar iniyordu.
Ayakkabılarım, kayalara iyi tutunsun diye giydiğim altı lastik fotindi.
Onlarında üzerine amyant gibi beyaz yumuşak patik şeklinde bir cisim geçirilmiş
ve ayak bileğimin dört parmak üzerinde büzgeçlenmişti. Ellerimde de aynı beyaz
cisimden bir eldiven bulunuyor, bu eldiven dirseklerime yakın yerde
büzgeçleniyordu. Kendimi şöyle bir yokladığımda üzerimden hiçbir şeyin
alınmamış olduğunu hissettim.
Az sonra Türkiye denizleri ve
dağlarıyla pek uzak kaldı. Sonra kıt’alar ve Okyanuslar göründü. Nihayet
altımda masmavi bir yuvarlak belirdi. Anladım ki bu bizim Dünya. Bir müddet
geçince o da bir yıldızdan farksız oldu. Müthiş çok müthiş bir hızla fezanın
sonsuzluğu içinde kayıyordum. Artık Dünyayı unutmuş gidiyor, bu gidişle son
derece haz duyuyordum. Gökler yükseldikçe renk değiştiriyordu. İşte bu temaşa
zevki içindeyken yavaş yavaş önümde bir hayal belirdi. Birkaç saniye içinde bu
hayal tebessüm eden bir insandan başkası değildi.
Lakin benim başımın iki misline
yakın kafası, büyük kulakları, yuvarlak ve kafaya nazaran küçük bir burun. Çok
ince dudaklı bir ağız. İçeriye girmiş parlak altın sarısı küçük gözler. Beyaz
pembe renkte sıhhat ifade eden bir yüz. Boy bir buçuk metreden biraz fazlaydı.
Kravatsız gri bir ceket, aynı renk dar
pantolon giymiş olan bu insan iki
metre kadar ilerimde durdu. Çehresinde benden çekinme diyen bir ifade ve
tebessüm vardı.
İki elini yanlardan alnına
götürüp parmak uçlarını alnının üst kısmına değdirerek biraz eğilmek suretiyle
selam verdi. Bende aynı selamı taklit ettim.
O dönüp gitti. Aynı yerde ikinci
bir kimse karşıma çıktı. Bu biraz daha uzun boylu olup birincisine hemen hemen
benziyordu. O da tebessümle bakıp aynı selamı verdi. Ben de mukabele ettim. O
dönüp kayboldu, orada bir üçüncü şahıs göründü. Aynı selamı o da verdi. Ben
yine mukabelede bulundum.
Az sonra bulunduğum zeminle
birlikte 180 derece kadar döndüm. Tanışmış olduğum üç adamın yanına vardım.
Anladım ki bu küçücük hava gemisinde dört kişiden fazla değiliz.
İçinde bulunduğumuz kürede öyle
karma karışık cihazlar yoktu. Kürrenin çevresinde beş adet ayrı ayrı şekillerde
saat biçiminde aletler vardı. Bu aletler yuvarlak, kare, dikdörtgen, altıgen ve
Türk bayrağındaki yıldız biçimindeydi. Hepsi de ayrı ayrı renklerde ışık
veriyor, üzerinde ibreler ve acayip yazılar bilhassa eski Uygur’caya
benziyordu. Bu saatlerin alt taraflarında her birinin şekline uygun pembe ve
beyaz ikişer küçük düğme mevcuttu. Kürenin içi çok tatlı yeşil renkteydi.
Filizi renge benziyordu.
Ben bu cihazları görür görmez
hemen aklıma saatime bakmak geldi. Fakat vücudumu tecrit eden tulum içinde
olduğumu fark ederek vazgeçtim. Bu hızla yedigöl bölgesinden ayrılışımız arasında
iki saat geçmediğini tahmin ediyordum. Yükseldikçe semanın açık mavi bir renk
aldığını, artık mavi bir gaz okyanusu içinde olduğumuzu görüyordum. Sema bizim
atmosferin Temmuz günlerindeki aydınlığından daha fazla bir aydınlıktaydı.
Bütün çevremiz yani kürrenin içinden nereye baksak görebiliyorduk. Hava
gemisini kullananlardan biri yani benimle ilk tanışan zat
— reki
reki diye seslendi.
Birisi hemen oturduğu yerden geri
dönüp baktı. Aynı şef ona bu defa
— anlil
reke diye hitabedince
Yerinden kalktı. Benim yanıma
gelerek elimden tuttu. Ben de oturduğum küçücük sandalyeden kalktım. Birlikte
bulunduğumuz zemin üzerinde 90 derecelik yavaş yavaş bir dönüş yaptık. Bu
esnada dar, kapalı bir hücre içerisine alındım. Orada bulunan sandalyeye
oturdum. Önümde küçücük bir raf ve üzerinde de ufak bilye şeklinde sarı, mavi,
beyaz renkte haplar vardı. Hücreden üç yol arkadaşımı görebiliyordum. Bana
doğru bakarak tebessüm ettiler. Az sonra içlerinden biri başına benim maskem
gibi bir maske geçirdi. Bana doğru yaklaşarak maskeyi boynunun alt tarafındaki
küçük bir halkadan
tutup ensesine doğru tıpkı
fermuar gibi açtı. Ve maskeyi diğer eliyle tutarak başından çıkardı. Ben de bu
tarif üzere başımdaki maskeyi çıkarıp hücrenin bir köşesine bıraktım.
Sonra her üçü de önce mavi,
ardından sarı haplardan ikişer adet yuttular. Biraz durduktan sonra da birer
adet beyaz hap aldılar. Bana da, önümdeki hapları göstererek al dediler. Ben
mavi ve sarı haplardan arka arkaya birer tane yuttum. Bilahare bir adette beyaz
hap aldım. İlk mavi hap hafif tuzlu. İkinci sarı hap gayet lezzetli azotlu bir
besini andırıyordu. Üçüncü beyaz hap ise çok güzel ve muzu ihtiva eden bir
kokusu olup oldukça tatlı idi. Bu son hapı alınca içimde fevkalade bir ferahlık
duymaya başladım. Artık yemek faslı bitmişti. Beni hücreye kapatmalarının bir
sebebi olmalıydı. Bunu da anlamakta gecikmedim. Baktım ki bu adamların
dokundukları yerlerde beyaz parlak izler hasıl oluyor. Işık şeklindeki bu
beyazlıklar biraz sonra kayboluyordu.
Bu beyazlığın radyo aktivite
olduğu şüphesizdi. Adamlar bizim dünya insanlarına nazaran radyo aktivite
neşrediyorlardı. Her şeyleri otomatikti. Kendilerinden olmayanları radyo aktiv
tesirden korumasını biliyorlardı. Ben hücre içinde konuşulanları duymuyordum.
Zaten çok az konuşan mizaçta idiler. Başımda maske olmadığı için birbirimize
bakıp tebessüm ediyorduk.
Onlar bir taraftan vazifelerini
yapıyor, aletleri kontrol ediyorlardı. Bu arada Hücre içinde olmamdan istifade
ederek saatime baktım 18.20 idi. Eldivenin büzgeçli kısmını tekrar kolumun
üstüne çektim. Saatide kurmayı ihmal etmedim. Onlar birbirlerine bakıp
güldüler. Ve bir şeyler konuştular. Yukarda bahsettiğim gibi tecrithanede
olduğum için dıştan gelen sesleri duyamadım.
Yemekten sonra tatlı bir müzik
seside başlamıştı. Bu ses hücrenin kubbe kısmından hafif hafif duyuluyordu.
Nihayet beni hücreye kapatan şahıs elini maskeye alarak giy diye işaret yaptı.
Bende maskemi koyduğum yerden alıp başıma geçirdim ve fermuarını çektim. Buna
rağmen o hücrenin yanına gelerek iyi takıp takmadığımı kontrol etti. Müteakiben
bir düğmeye basarak beni hücreden çıkardı. Hatta o hücrede ortadan kalktı.
Şimdi o tatlı müziği daha iyi duyuyordum. Müzik birazda bizim mevlevi müziğine
benziyordu.
Bir müddet geçince şef, zetübiyer
diye seslendi. Her üçüde büyük bir dikkatle vazifeleri başında idiler. Artık
benimle meşgul olmuyorlardı. Tekrar bir daha yukarı baktılar. Yukarda karşımıza
gelen tarafta yeşil sarı renkte bir kürre göründü. Yarım saat geçmemişti ki
kürre büyüdü büyüdü. Kürrenin orta kısımları daha ziyade sarı, kutuplarına
doğru koyu yeşil bir hal alıyordu.
Küçük hava taşıtımız inişe geçti
ve yavaş yavaş alçalmaya başladı. Ben bu sarı ve yeşilliklerin ağaç ve küçük
bitkiler olduğunu gördüm. Biraz sonra
da yeşillikler ortasında ve ağaçlar
arasında en yükseği beş katı geçmeyen binalar gözüme ilişti. Burası bir
şehirdi. Biz bu evlerin çok geniş taraçalarından birine konduk. Beni derhal
taşıttan indirmek için hazırlığa başladılar.
Bu arada az ilerde zemine bakan
kısımda bir insanın kolayca aşağı sarkabileceği yuvarlak bir delik açıldı. Ben
hemen oradan indirileceğimi Sezdiğim için ellerimle kenardan tutmak suretiyle
aşağı sarktım. Zemine bir metre kadar mesafe kaldığı için kendimi bırakıverdim.
O anda taraça üzerinde misafiri bulunduğum bu yeni dünyanın kadınlı erkekli
insanlardan büyük bir topluluğun hayretle etrafımı sardığını ve tecessüsle beni
seyrettiklerini gördüm. Aralarında on iki on üç yaşlarında çocuklarda bulunan
bu kalabalığın en uzunlarının tepesinden bakıyordum. Boyum onlarınkinden çok
uzundu. Her biri çeşitli seslenişlerle beni süzüyorlardı. Erkeklerin ses
tonları daha önce tanıştığım yol arkadaşlarımınki gibi bize nazaran inceydi.
Kadınlarınki ise kuş cıvıltısı gibi çok daha inceydi. Büyük bir dikkatle onları
seyrediyordum. Kendim de son derece hafiflik hissetmeye başlamıştım. Anladım ki
henüz yaşamaya başladığım bu dünyanın cazibesi bizim dünyanınkinden daha azdı.
Sonra yanıma yol arkadaşlarım
geldiler. Onları iyice tanıyordum. Beni alarak biraz ötede bir kabineye girdik.
Oradan döne döne çabucak aşağıya indik.
Bulunduğumuz yerin bir ilim
merkezi olduğu göze çarpıyordu. Beni bir odaya koydular. Az sonra orta boylu ve
yaşlı bir şahıs içeri girdi. Halinden büyük bir alim olduğu anlaşılıyordu. Orda
bulunanlar ona hürmet gösterdiler. Herkes gözünün içine bakıyordu. Yol
arkadaşım olan şef, hemen onun yanına yaklaştı. Gayet hürmetkar bir selam
verdi. O da selamını aldı. Şef beni gösterdi.
Ben ayakta duruyordum, derhal
selam verdim. O da tebessüm ederek kendi adetleri olan selamla mukabele etti.
Bu büyük bilgin benimle tanışır tanışmaz döndü oradakilere
— Antubi
kuriyen dedi.
İçlerinden biri yanına yaklaşarak
— Nuhariyen
diye cevap verdi.
Bu sefer büyük bilgin topluluğa
— Antubiyer
deyip
Geriye dönüş yaptı sağ tarafımda
bulunan kapıdan içeri girdi. Diğerleride arkasından yürüdüler. Yalnız ilk
seslendiği şahıs biraz ileride beni bekler bir vaziyette orada kaldı. Anladım
ki o nöbetçi olarak görevlendirilmişti. Bu esnada karşımda bulunan duvardaki
şema ve acayip şekillere gözüm ilişti. O tarafa
yaklaşarak tetkike başladım.
Bunların içinde renkli işaretlerle krokiler ve kainattaki başka dünyalara ait
en ince teferruatına kadar işlenmiş resim ve haritalar vardı. Hele bizim
kürreyi arza ait olanı pek iyi görülüyordu.
Merih’teki harita Dünyamızda
mevcut haritalardan çok mükemmel bir şekilde hazırlanmıştı. Kıt’alar,
Okyanuslar, iç denizler, göl ve nehirler, dağlar, ormanlık ve çöllük alanlar;
çöllerdeki vahalar, Kuzey ve Güney kutuplarındaki toktağan karlar bölgesi denen
buz çölleri olmak üzere her tarafı en ince teferruatına kadar belirtilmişti.
Kainattaki bir çok yuvarlak varlıkların yani alemlerin bizim Merih yıldızı
dediğimiz onların dilile (ZETÜBİYER) e olan mesafeleri büyük duvardaki tabloda
göze çarpıyordu. Tablonun en üstünde ise Zetübiyer’e ait bir şekil
Merihli’lerin ilim ve teknikte ne derece ilerlediklerinin ve kendi dünyalarına
cennete çevirmek suretiyle her tarafından faydalandıklarını pek mükemmel
surette göstermekteydi. Ben bu tabloları tetkik ederken biraz ötede duran
nöbetçide bir hareket oldu. Bir de baktım ki içeriye girenler yine önde o büyük
bilgin olduğu halde bulunduğumuz yere geldiler. Hemen karşı taraftaki geniş
kapıdan başka kısma geçtiler. Biraz sonra oradan maskeli benim kıyafetimle iki
kişi geldi.
Bizi takip et şeklinde işaret
ederek daha önce girip çıkılan yere doğru yürüdüler. Ben de takip ettim.
Birlikte tecrit edilmiş bir daireye vardık. İki merih’li soyunmam için yardım
ettiler. O zaman Dünyada iken bulunduğum kıyafetle kaldım. Beni yukardan aşağı
epice süzdüler. Sonra birisi yine işaretle gel deyip yürüdü. Dairenin içini
gezdirdi. Yemek odasına vardığımızda güzel tabaklar içinde hazırlanmış Muz,
elma ve turunçgil cinsinden meyveleri ikram etti. Ve iyi istirahatler manasına
gelen
— Vahi
Antu vahite diyerek ayrıldı.
Bende son azığım olan ekmek ve
peynirle birlikte ikram edilen şeyleri yiyerek karnımı doyurdum.
Misafir edildiğim dairede sade ve
iç açıcı bir konfor mevcuttu. Dışarı bakıldığında her taraf görünüyordu.
Dairenin salonunda ayrıca, binanın orta kısmındaki büyük salonda bulunan
tablolar vardı. Bu dairelerin ekip halinde birer çalışma yerleri olduğu
anlaşılıyordu. Yukarda bahsettiğim tabloyu ve şekilleri burada da iyice tetkik
etme imkanını buldum. O gün o dairede 5 saat istirahat ettim. Sonra yanıma
zaani, kuan ve Natiyen adında üç yol arkadaşım geldiler. Her üçü de birer birer
selam vererek karşıma oturdular. Şef Zaani maskeli elbisesinin cebinden bir
harita çıkardı. Deniz aşırı bir geziye çıkacağımızı bildirdi. Böylece dört kişi
bir tek vasıtamızla Merih üzerinde geziye çıktık.
Merih (ZETÜBİYER) de kaldığım
müddetçe gerek misafir olduğum dairedeki tabloları tetkikte ve gerekse gezi
esnasında edindiğim intibalar, şunlardan ibarettir:
Merih tabloda bir kürre olarak
gösterilmekte, kürrenin orta kısmında ise büyük bir enerji merkezi
bulunmaktadır. Enerji merkezinden itibaren Merih’in kutuplarına doğru ayrı ayrı
kablo hatları çekilmiştir. Kutuplara çekilen kablo hatları, kutup noktalarında
birer kutup kapağı ^seklindeki yerlere raptedilmiştir.
Bu duruma göre Merih kürresinin
orta kuşağındaki büyük enerji merkezinden kutuplara doğru yüksek elektrik
ceryanı verilince kutup kapakları vasıtası ile bu elektrik akımı kürrenin
toprak kısmına geçmektedir. Böylece yüksek akım Merih yani (Zetübiyer) in yer
kabuğu ve onun derinliklerinde mevcut çeşitli madenleri etkilemekte ve
kutuplardan itibaren kürrenin içinde elektrik iyonları harekete geçmektedir.
Kürre dahilinde hasıl olan bu elektrik akımının kutuplardan kutuplara gittiği,
oralardan tekrar dönüş yaptıkları ve yer küre içinde ve her tarafında daimi bir
akım ve ısı husule getirildiği ok işaretli çizgilerle gösterilmiştir. Bu
sebebledir ki Merihte soğuk iklim kuşağı yoktur.
Zaten hava gemisi ile de gezerken
görülüğü üzere orada dört tane bir birinden farklı büyüklükte iç deniz ve iki
tane de büyük dış deniz mevcut olup, karalar dünyamıza nisbetle daha derli
topludur. Kıyılarda körfezler ve deniz içinde adalar çok azdır. Denizlerin
kapladığı alan dünyamıza nisbetle karalardan pek fazla değildir. Dağlar dünyaya
nazaran yüksek olmamakla beraber, geniş ovalar ve ormanlar çoktur.
Bunlardan başka Merih (Zetübiyer)
in denizleri maviden ziyade yeşil renktedir. Sıcak denizlerin dibinde
bitkilerin yetiştiği anlaşılmaktadır. Şu kanaatteyim ki: Zetübiyer’de bizim
dünyamızda mevcut ne daimi yaz mevsiminin hüküm sürdüğü sıcak kuşak, ne dört
mevsimin hüküm sürdüğü orta kuşak ve ne de devamlı kış mevsimi şeklinde geçen
soğuk iklim kuşağı yoktur. Ancak (Zetübiyer) kürresinin dünyamızdaki ekvator
kuşağı dediğimiz kısmında Güneşten de ısı alması sebebile yaz faslı daha çok
sürmekte; bu yüzdendir ki sıcak kuşakta hasıl olan sürekli rüzgarlar tatlı bir
hızla esmektedir. Bu esiş kutuplara kadar alt ve üst hava ceryanları halinde
devri daim olmaktadır. Bununla beraber bizim Dünyamızda alize diye isimlendirilen
bu rüzgarlar, gündüzleri hafif geceleri ise Güneşin batmış olması ve ortalığın
serinlemiş bulunması ile gündüze nazaran biraz hızlı esmektedirler. Bu
sebebledir ki ZETÜBİYER’e geceleri daha çok yağmur yağmaktadır.
(Kainatta ayni Galaksi dahilinde
bulunan Merih dünyasında, bütün canlıların yaşaması için elzem olan Güneş, hava
ve su Küreyi arza nazaran farklı değildir.)
Yukarıda açıklandığı gibi
Zetübiyer’liler, medeniyetin sağladığı imkanlarla asırlarca önce kutuplardaki
bizim Bankiz dediğimiz buz kütlelerini eritmişler. Kutupları da bütün canlılar
için yaşanacak yerler haline getirmişler. O Ayisberg denilen ve okyanuslarda
yüzen ve gemiler için çok tehlikeli olan buz dağlarından da kurtulmuş
bulunmaktadırlar. Malum olduğu üzere sular donmak suretile genişler ve daha çok
yer kaplar. Merih (Zetübiyer) deki denizler ilim ve teknik sayesinde
muvazenesini bulmuştur. Dünyamızda olduğu gibi bir taraftan med ve cezirler,
bir taraftan depremler ve bir taraftan da çeşitli rüzgarların sebep olduğu
dalgalarla insanlara büyük zorluklar ve kayıplar veren afetler önlenmiştir.
Zetübiyer dünyası, üzerinde
yaşayanların her isteğine boyun eğmekte onlara sonsuz nimetler sunmaktadır.
(Biz medeniyet denince: Tabiatla
insanlar arasındaki mücadelede insanları başarıya ulaştıran imkan ve
vasıtaların topu veya tümü olarak tarif ve ifade ediyoruz.) Merih dediğimiz
dünya merih’lilerindir. Yüce Halik o medeni insanlara yarattığı o dünyayı
armağan etmiştir. Merihlilerde üzerinde yaşadıkları o alemi kendilerine ram
etmiş bulunmaktadırlar. Çünkü Merihte büyük depremler, yanardağlar yoktur.
Toprağın altındaki zenginlikler boş yere yanıp gitmiyor.
Onlar Merih kürresinin
derinliklerini bile ilmin kudreti sayesinde hakim olmuşlardır. Bu yüzdendir ki
Kainatta Merih (Zetübiyer) i istila edecek başka bir medeni alem olduğunu
zannetmiyorum. Lakin Merihliler isteseler bizim kürreyi arzımız gibi bir çok
dünyaları fethedebilirler. Onlar o kadar iyi biliyorum ki Dünyamız şeytani bir
icatla felakete uğrarsa ellerinden geldiği kadar bizleri kurtarmak için
yıldırım hızı ile ulaşacaklardır. Çünki daima bizi kontrol ediyorlar.
Şunu kat’iyetle söyliyebilirim ki
: Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin mutlu insanları ve ishak seslerinin
arşa yükseldiği ülkeler halkı bir gün göklerden gelen bu kurtarıcı melek
hasletteki insanlarla karşılaşırlarsa hiç korkmasınlar.
Merih’te her insan vadesi gelince
ölür. Oradaki canlılar hürdür. Boş yere hayatlarına kastedilmez. Herkes
birbirile çok iyi geçinir. İstirahat ve merasim günleri hariç çalışmayan hiç
bir kimse görünmez. Merihlilerin inancı, gerçek bir medeni müslüman gibi
tamdır. Bütün kainatın maliki ve haliki olan yüce
Allaha ibadet etmektedirler. Bu
sebebledir ki Merih dünyasının hemen her yerinde geniş ve yüksek kubbeli ibadethaneler
mevcuttur. Bunlar diğer binalara nazaran çok daha gösterişli ve geceleri
ışıklarla pırıl pırıl bir şekilde görülürler. Buralarda her gün ibadet için
vakit vakit toplanarak dağılırlar.
Merihlilerin kıyafetlerine
gelince : Erkekler umumiyetle başları büyük olduğu için tepesi yuvarlak yan
kenarları dar, ön ve arka kenarları daha uzun şapkalar giymekte kıravat
takmayıp yakanın iliklendiği yer geniş kurdele biçiminde olup onu bir defa
bağlayıp uçlarını aşağıya sarkıtmaktadırlar.
Elbiseleri, uzun ceket, dar
paçalı pantolondur ve gayet şıktır. Ayakkabıları deriye benziyen bir maddeden
yapılmıştır. Kadınların giydikleri ise: Erkek ceketlerinin dizden dört parmak
kadar uzun şeklidir. Ayrıca bel kısmına bir kemer takmaktadırlar. Çorapları
kalın ve pek açık renkte değildir. Ayakkabılarının ökçeleri erkeklerinkinden
biraz yüksek ve zariftir. Kadınların ayrıca yukardan göğsün hizasından eteğe
kadar fermuarlı elbiseler giyenleride çoktur. Bu insanların ciltleri penbe
saçları ekseri bakır rengindedir. Altın sarısı saçlılarda vardır. En ziyade
hoşlandıkları renkler, üzerlerindeki elbiselerden anlaşılmakta olup bunlar;
yeşil, sarı, mavi renklerin açık olanlarıdır keza al renginde açık olanı göze
çarpmaktadır. Bayraklarına gelince: kenarı, yeşil, sarı, mavi, şerit şeklinde,
zemin açık al bir kumaş, ortada (Zetübiyer) dünyası. Bu dünyanın çevresinde
oniki yıldız bulunmaktadır. Yıldız yedi uçludur.
Merihli hanımlar süs ve ziynete
fazla düşkün değiller. Boyunlarında gerdanlık kollarında bilezik falan yoktur.
Bazılarının elbiselerinin tam orta göğüs kısmına gelen yerinde çiçek şeklinde
pırlantalar görülmüştür. Başlarına saçları dağılmasın diye file gibi bir örgü
geçirmekte veya enli kurdela ve eşarp’a benzer şeylerle bağlamaktadırlar. Ciddi
ve hassas oldukları her hallerinden bellidir. Daima işleri ile meşgul
olmaktadırlar. Bilhassa ibadethanelerde erkeklerle beraber bulunmakta ve ancak
kendilerine ayrılan kısımlarda ibadet etmektedirler. Çocukların küçük yaşlardan
itibaren eğitime tabi tutuldukları sonra yavaş yavaş öğretimle birlikte
eğitimin yürütüldüğü göze çarpmaktadır. Oyun ve eğlenceler çalışma saatleri
dışında olmakta; Cemiyetteki yaşayış düzeni gayet mükemmel ve herkes bir
anlayış temposile hareket etmektedir.
Merihliler çok temiz insanlardır.
Kirli, pasaklı, pejmürde kıyafetliö asık suratlı kimseler göremezsiniz. Ne
kadınları ve ne de erkekleri dünya insanları gibi güzel ve yakışıklı
değiliselerde ; samimi, merhametli, güler yüzlü ve sevimli birer medeni
insan olmaları yeter. Bu
meziyetleri onlara paha biçilmez güzellikler kazandırmış ve kainatın en medeni
insanları olmuşlardır.
Merihteki kara vasıtaları bizim
dünyamızdakine nisbetle çok ve çeşitli değildir. Yollar gayet geniş ve beyaz
sert kauçuğa benzer bir maddeden yapılmıştır. Gezdiğimiz vasıta beş metre
boyunda, ön kısmı yuvarlak arkaya doğru koni şekli almaktadır. Önde iki arkada
bir teker mevcuttur. İleri ve geri ayni sür’atle hareket etmektedir. Vites
düğmelerle idare edilmekte kara yolu bittiği esnada denizde ve havada
gidebilmektedir. Nitekim aynı vasıtayla yolun bitişine 70 m. kadar bir mesafe
kalır kalmaz derhal yanlardan birer kanat açıldı ve oto jet uçağı şeklini aldı.
Müthiş bir hızla hemen havalandı.
Birdenbire bir deniz üstünde
uçmaya başladık. Onbeş dakika kadar böylece dolaştıktan sonra başka bir kıyı şehrine
yaklaştık. O zaman uçak olan otomuz denize iniş yaptı ve motorlu bir sandal
gibi çok sür’atle hareket etmiye başladı. Kıyıya vardığımız esnada geniş bir
yol göründü. İşte o an oto ilk bindiğimiz kara vasıtası haline girdi. O şehirde
de program icabı bazı yerlere gezdirildim. İkinci gördüğüm şehrin insanları da
çok centimendiler. Burada vasıtamızla birlikte resimlerimizi çektiler. Bu bir
film makinesına benziyordu. Fakat gayet kullanışlı olup elbisenin bel kısmına
raptedilmişti. Merihte gördüğüm iki şehir arasında hemen hemen fark yoktu. Her
ikisinin de yolları, binaları, caddeleri ve insanları birbirine benzemekteydi.
İki şehir arasındaki tek ayrılık birinin kıyı şehri diğerinin denizden uzak bir
kara şehri olması idi.
Böylece üç saate yakın bir gezi
yapmıştık. Ben tekrar aynı yoldan yerimize döneceğizi zannediyordum. Bu
düşünceyle giderken vasıtamızın yanlarından derhal iki kanat çıktı. Şimdi yine
bir jet uçağında idik. Uçak ani bir hızla havalandı. Geniş bir kavis çizerek
yükseldi. On dakika gibi kısa bir zamanda ikamet ettiğimiz şehre ulaştık. Orada
geniş bir yol üzerine indik. Burada ilk kara vasıtası şeklini alan otomuzla
dairemize geldik.
Seyahatten sonra soyunmak ve
biraz dinlenmek ihtiyacını hissettim. Bu sırada saate baktığımda saat sabahın
beşini gösteriyordu. Tabii bu vakit bizim dünyaya göreydi. Birgün önce misafir
kaldığım bu daire içinde bana gösterilen tuvalet yerine gidip odama döndüm.
İşte o zaman eşim ve çocuğuma ait
müşterek bir fotoğrafı akşamdan yatağımın yanındaki komidin üzerinde bırakmış
olduğumu ve oradan almadığımı farkettim. Yol arkadaşım ise ailemize ait o
resmin karşısına geçmiş ağlıyordu. Derhal
anladım ki beni dünyadan ve
sevdiklerimden ayırdıkları için vicdan azabı duyuyordu. Ben odaya girdiğim
esnada resmi eline aldı. Müsaade istiyerek dışarı çıktı. O Gittikten sonra
yatak odasının yanındaki geniş salona çıktığımda üzerinde çeşitli meyvelerin
bulunduğu yemek masasına yaklaştım. Hepsi benim için hazırlanmıştı.
Bu meyvalar bizim dünyanınkilere
benziyorsa da, onlardan nefis ve büyük idiler. Daha öncede tattığım gibi
bunlardan yemiye başladım muzu çok sevdiğim için ekmek yerine tutar diye tam
yedi tane yedim. Sonra bir portakal ve iki nefis elma yemek suretile acıkmış
olan karnımı iyice doyurdum. Merih (Zetübiyer) de ekmek olmadığı için fazla
meyve yemek sureti ile bunu oldukça telafi ettim.
Yemek faslı bitince yarım saat
kadar önce ayrılan Merihli arkadaş elinde yine aileme ait resimle yanıma geldi.
Bu defa tebessüm ederek yaklaştı. Kendisine usulen meyvelerden yemesi için işaretle
davet ettim.
O da teşekkür anlamına gelen
— Bukiye
kubiterina kubiterina diye iki defa teşekkür etti.
O zaman bu meyvelerin nerede
yetiştiğini ve nasıl temin ettiklerini yine sorduğumda: Bulunduğumuz salondaki
bir feza haritasında bizim dünyanın Güneşe nazaran aksi istikametinde küçük bir
kürreyi işaret ederek buradan temin ediyoruz dedi. O dünyada bitkiden başka
insan ve hayvan olmadığını zira o kürre insanlarının asırlarca evvel Merihten
de teknikte üstün olması ve fakat şeytani icatlarla hem kendilerinin, hem diğer
bütün mahlukatın nesillerinin yok olmalarına sebebiyet verdiklerini işaretlerle
izah etti.
Müteakiben dünyaya döneceğiz der
gibi elindeki resmi gösterdi. Eşimi ve çocuğumu işaret ederek bunlara
kavuşacaksın dedi. Bana bu müjdeyi verir vermez müsaade istiyerek yanımdan
ayrıldı.
Bende salondaki şejlonga benziyen
rahat ve büyük koltuğa oturdum. Ve doyulması mümkün olmıyan bu yeşillikler
dünyasının bütün güzelliklerini seyretmeye başladım.
Ben şuna kanidim ki: Merihlilerin
dünyamızı keşfedişleri üzerinden henüz Fazla bir zaman geçmemişti. Onların
bizim dünya insanlarının dil ve yazılarını da öğrenmek istediklerini düşündüm.
Bu arada kendi dilimize ait 29 harfi ve ayrıca (0) dan (9) a kadar rakamları
yazdım. Bunların altına bir çizgi çekerek şu ayrılık mektubunu karaladım:
16-Temmuz-1951
Zetübiyer’in büyük medeni
insanları ! Sizlere kendi ülkemin yazısı ile Hitabetmek mecburiyetindeyim.
Beni kürreyi arzdan alarak çok
kısa bir zaman içinde unutulmaz hatıralar bırakan harikulade bir gezi
yaptırdınız. Göstermiş olduğunuz alaka ve misafir perverliğinizden son derece
mütehassis oldum. Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.
Bizim dünyamız her bakımdan
sizden çok geridir. Belki bu gidişle bir felakete uğrayacağız. Gözünüzü bizden
ayırmayınız. Felaket anımızda binlerce feza gemisi ile imdadımıza yetişiniz.
Sizlere o vakit yanan ve yok olan dünyamızda halaskarlar gibi karşılayacağız.
Bu fotoğrafı sizlere hatıra bırakıyorum.
Elveda ey, Allahın mes’ut kulları
!
Elveda ey, güzel ZETÜBİYER.
Merihlilere ait yazdığım mesajı
bitirerek yüksek sesle okudum. Sonra dünyaya dönüş yolculuğu için hazır
beklemeye ve etrafı seyretmiye başladım. Aradan bir saat geçince dış kapının
açılışını salona verilen müzikli sinyalden anladım. Hemen yerimden kalkarak
biraz ötede kapımın yanında bulunan düğmeye bastım. Böylece gelenin içeriye
girmesinde mahzur olmadığını bildirdim. Gelen arkadaşım Natiyen idi. Selam
vererek feza haritasını açtı. Kürreyi arza doğru işaretle harekete hazır
olduğumuzu bildirdi. Ben de kapıya doğru yürüdüm. Büyük salona çıktığım zaman
diğer yol arkadaşlarımı ve Zetübiyer’e geldiğimde tanıdığım bilgini ve kadınlı
erkekli bir takım kimseler gördüm. Hepsiyle selamlaştım. O büyük bilgine ise
yazdığım mesajı sundum.
Bilgin önde olmak üzere birlikte
üst kata çıktık. Orada binlerce Merihli toplanmıştı. İçlerinde kadınlar ve
küçük çocuklar da vardı. Beni uğurlamıya gelmişlerdi. Birden bulunduğumuz
terasın üst kısmı kapandı. Beni bir koltuğa oturmam için işaret ettiler. Az
sonra karşımda büyük bir cam ekran hasıl oldu.
Tıpkı televizyon gibi çok daha
muazzam şekilde filme alınmış dekor ve manzarayla karşılaştım. Bir de baktım ki
o büyük ekranda kendimi, Zetübiyer’de dolaştığım yerleri ve benimle birlikte
bulunanları seyrettim.
Bu bittikten sonra feza da başka
bir dünyayı daha gösterdiler. Bu ikinci dünyanın da Zetübiyer gibi teknikte
ilerlemiş fakat hunhar ruhlu insanlar
olduğunu Zetübiyer’le yaptıkları
şu savaşla anladım; O hunhar ruhlu insanların Zetübiyer’in on iki bölgesini
birden taarruza geçtikleri ve fezadan büyük bir sür’atle yaklaştıklarını
gördüm. Buna rağmen Zetübiyer’lilerinde ani bir sür’atle bu taarruz haberini
nasıl almışlarsa, derhal onların üzerine saldırdıklarını ve fezada müthiş bir
savaşa tutuştuklarını, onları kendi dünyalarına kadar sürdüklerini, bununla da
yetinmeyerek o dünyayı büyük kuvvetlerle ve hava gemilerile inişler yapmak
suretile işgal ettiklerini dehşetle seyrettim.
Zetübiyer’lilerin esir ettikleri
o dünyanın ismi kendi dillerince Nuhisa’dır. Bunu savaşı seyrederken düşmanları
olan dünyaya karşı hücum ederek ve o insanları göstererek sık sık Nuhisa ve
Nuhisa takiha demekteydiler.
Nuhisa teslim alındıktan sonradır
ki oranın halkına iyi muamele etmiye başladılar. Onlarında medeni insan
olmaları için çalıştıklarını ibretle gördüm. O muazzam televizyonda iki dünya
arasındaki savaş hali sona erince Merih’le bizim dünyamızı yan yana
gösterdiler. Bu şekilde kürreyi arzla dostluklarını bildirmiş oldular. Neticede
üstümüzdeki yıldızlı geceyi andıran kubbeli tavan kısmı ve o büyük cam
şeklindeki ekran otomatik olarak kaldırıldı.
O vakit büyük bilginle beraber
bazı zevat hazırlanan küçük kürrevi hava gemisinin yanına yaklaştılar. Bende
onları takibettim. Mürettebattan ikisi oradaki heyete selam vererek, gemiden
çelik bir boru ile sarkıtılan ve altta levha şeklinde olan yere basarak birer
birer yukarı çıktılar. Maskelerimizin yüz kısımları şeffaf cama benzediğinden
birbirimizi çok iyi görebiliyorduk.
İki yol arkadaşım binince sıranın
bende olduğunu anladım. Önce orada bulunan büyük şahıslara ve sonra başımı,
etrafta seyreden halka doğru çevirerek selam verdim. Tam yukarı çıkacağım
esnada tekrar elimle Allahaısmarladık işareti yaptım. Bu hareketim onlar üzerinde
çok iyi bir tesir hasıl etmiş olacak ki kalabalık hep birden gayet hoş bir
sesle
— ulahula
ulahula diye bağrıştılar.
Ben çıktıktan birkaç dakika sonra
şef gemiye girdi. Bir anda hava gemisi çalışmaya başladı. Bir müddet olduğumuz
yerde durduk. Bana öyle geldiki Bizim bulunduğumuz iç kısımdan başka ayrı bir
dış kürre daha vardı. Asıl hareket ve süratin onun müthiş dönmesi ile olduğu
idi. Birde baktım ki Dünyadan ayrılışımda olduğu gibi şimdi de ZETÜBİYER
altımızda o muhteşem manzaraları ve güzel , sehirleri ile kutsal
ibadethanelerinin göklere yükselen şeffaf kubbeleri, denizler ve karalar
gittikçe küçülüyordu.
ZETÜBİYER’den, o medeni alemden
çok uzaklaşmıştım. Gözlerimi ondan ayırmaksızın bir hayli yol aldık. Neden
sonra sarı yeşil bir yuvarlağın Güneş’in kuvvetli ziyası altında yok olduğunu
gördüm. Merih yani Zetübiyer’le Güneş arasındaki hava tabakaları daha müsait
olacak ki Güneşin ziyası bu kürreye çok mükemmel geliyordu.
O cennet Zetübiyer’i fezanın
koynunda bırakmış şimdi de boşlukta dönen kürreyi arza yaklaşıyorduk.
16 - Temmuz - 1951 yılının ikindi
vakti Dünya atmosferine yaklaştık.
Önce mavi bir kürre, sonra yer ve
denizlerin ortaya çıktığı bir Alemin yanı kendi dünyamızın tam üzerindeydik.
Feza gemimiz çok hafif bir ses çıkararak Arza doğru süzüldü. Birden Torosların
Aladağ silsilesi göründü. Oturduğum yerden aşağı baktığımda yedi göl, parlak
yedi mavi göz gibi gülümsiyerek sanki hoş geldiniz diyorlardı. Artık gelmiştik.
Hava gemisi beni ilk aldıkları yerde durdu. Üç kuvvetli çelik ayak dışarı
fırladı.
Yan taraftan otomatik olarak bir
kapak açıldı. Kendimi derhal oradan sarkıtmak Sureti ile yere atladım. Benden
sonra şefle bir arkadaşı indiler. Başımdaki maskeyi çıkardım. Bir kaç defa
karlı zirvelere doğru dönerek derin derin nefes alıp verdim. Ceket, pantol
tulum şeklinde olduğundan ön tarafta göbek kısmına kadar olan fermuarıda açtım.
Bu sırada iki Merihli yardım ederek kol ve ayaklardaki büzgeçli kısımları
çıkardılar. Elbiseyi benden tecrit ederek biraz öteye bıraktılar. saatime
baktığımda tam 17 yi gösteriyordu. Bu sırada şef yanındaki arkadaşına
seslenerek
— Nehi
Nuar Natiyen deyip
benim çıkardığım elbiseyi işaret
etti. Kuan adındaki o Merihli arkadaş elbiseyi oradan alırken bana selam verdi.
Bende mukabele ettim. O sonra elbiseyle gemiye çıktı. Onun yerine hava
gemisinden Natiyen adındaki Merihli indi. Benim on adım kadar öteye giderek
yere kapanıp toprağımızı öpüşüm onları çok duygulandırmıştı.
Geminin şefi olan zaani bundan
sonra cebinden Güvercin yumurtasından dan biraz büyük, açık mavi renkte
yuvarlak bir cisim çıkardı. Müteakiben bir Dünya haritası açarak yere serdi.
Harita plastik bir cisimden
yapılmışa benziyor ve dünyanın hemen her yeri kolayca tanınabiliyordu. Harita
üzerinde
— Asya
kıtasının güneyindeki Himalaya dağlarının 8882 m.
Yüksekliğindeki Everest tepesi,
— Güney
Amerikadaki And dağlarının 7000 m. yüksekliğindeki Akankagoa tepesi,
— Afrika
kıtasındaki 6010 m. irtifadaki kilimanjero Dağları ile bir çok yüksek
sıradağlar ve denizler mükemmelen görülüyordu.
Yukarda bahsettiğim yüksek
dağların üzerinde passifik ve Atlas okyanusunun orta kısımlarında ve fakat
derinliğinde o yuvarlak cisimden birer adet resmedilmişti. Haritanın
şeffafiyeti ile okyanusların dibindeki cisimler aynen su altında duruyormuş
gibiydiler. Cisim çıplak gözle bakıldığında hiç bir ışın belli olmuyordu. Fakat
haritadaki çizgilerden o cismin görünmez ışınlar neşrettiği anlaşılmaktaydı.
Şef Zaani yaptığı işaretlerle biz bu ışınlar vasıtası ile sizin dünyanın her
yerini çabucak kestirebiliyoruz. Bu ışınlar sayesinde Dünyada olup bitenleri
öğreniyoruz demek istemişti.
Kürreyi arz üzerindeki bu yerler
onlar için ışınlardan kurulu birer Antırak mahalleriydi. Ama bu küçücük
yuvarlak cismin içinde ne olduğu meçhuldu. Bu ancak Merihli’lerce biliniyordu.
Şef tuttuğu yuvarlak cismi biraz ilerde bulunan büyük göle attı.
Merih’lilerin armağanı olan o
ışık hazinesi yuvarlak cisim, Anadolunun koynundaki yüksek ve masmavi bir gölde
ebediyen kalacaktır. Şef, elindeki haritaya cismin yerini işaretledikten sonra
selam vererek müsaade istedi. Aynı hareketi diğer Merihli arkadaşım Natiyen
takibetti. Bende bir daha buluşmak ümidi ile onları selamladım.
Onlar gemiye çıktılar. Gemi
oradan uzaklaşmam için bir müddet çalıştırılmadı. Derhal 50 adım kadar koşarak
tepenin altındaki büyük kayanın yanında durdum. Bulunduğum yerden hava
gemisinin hareketini intizar eyledim. O vakit gemi evvela madeni istinat
ayaklarını bir anda içeri çekerek çalışmaya başladı. Önce kısa mesafeli hareli
ışıklar yandı.
Ben kendilerine Merih usulünce
selamlarken güle güle diye bağırdığımda hava Gemisi yuvarlak yeşil bir renge
büründü. Bilahere açık mavi bir renk alarak Aniden havalandı. Gözle
takibedilmeyen çok müthiş bir sür’atle fezanın sonsuzluğu içinde kayboldu.
Onları uğurladıktan sonra Dünyaya
ve vatanıma kavuştuğum için Allah’ıma şükrettim. Saatime bir daha baktığım
zaman 17:30 u gösteriyordu. Dağda fazla kalamazdım. Kendimde bir acıkma
hissetmiştim. İçimde tuhaf bir yanma vardı. Açlığımı ve hararetimi gidermek
için hemen göle yanaştım.
Kana kana o buz gibi sudan içtim.
Sonra süratli bir yürüyüşle aşağıları doğru inmeye başladım. Akşam saat tam 20’
de ağıla vardım. Oradan Çamardı ilçe merkezi atla 1.5 saat kadardı. Fakat ben
ağılda bıraktığım cins atımı atladığım gibi 40 dakikada ilçeye ulaştım.
O tarihlerde ilçe j. Kumandanı
idim. Görevim icabı sık sık belirsiz gün ve saatlerde ilçe dışındaki köy ve
kırlarda vakit geçirirdim. Bu gaybubiyetim beni tanıyanlar tarafından daima
makul karşılanırdı.
Bugün aradan yıllar geçmiş
bulunuyor. Zira Merih’e seyahatimden bir buçuk ay sonra Çamardı ilçesinden
ayrıldım. Çünki şark hizmetimi yapmak üzere van vilayetinin Çatak kazasına
tayin edilmiştim. Doğu illerinde eşkiya takileri sebebile en yüksek dağ ve
yaylalarda dolaştım. Yıllarca Erek, Artos, Cilo, Ağrı, Aladağ, Süphan, Tendürek
dağlarında Merihli yolcuları gözledim. Şark hizmeti sona erince, orta Anadolu
Konya bölgesinde çalıştım.
Batı Toroslar ve Sultan dağlarına
çıktım. Oradan Elazığ’a ve bir müddet sonra da Şebinkarahisar’a gittim. Kuzey
Karadeniz bölgesinde Zonguldak ili, Çaycuma ve Kd. Ereğli kazalarında bulundum.
En nihayet Trakya bölgesini gezdim. Bütün bu yerlerde Merihten kürreyi arza
iner de bir daha kavuşurum ümidi ile o güzel hava gemisini aradım.
Artık Merih (Zetübiyer) yıldızına
yaptığım seyahat hatıralarımı yazma zamanının geldiğine kani oldum. Esasen,
askerlik mesleğinde kaldığım uzun yıllar daimi bir faaliyet içinde geçtiğinden
bu hatıralarımı kaleme almaya fırsat bulamadım. Üstelik yakınlarımın ve beni
tanıyanların, Merih’e gidip, dönüşüme inanmayacakları ve hakkımda bir takım
yersiz isnatlarda bulunacakları endişesi vardı. Bu sebeplerle başımdan
geçenleri yıllarda hiç kimseye bahsetmedim. Nihayet yorucu bir hizmetten sonra
ordudan ayrıldım.
İşte, Merih yıldızına ait seyahat
hatıralarımı, geç de olsa, insanlığa faydalı olur gayesi ile açıklamış
bulunuyorum.
SON
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar