Print Friendly and PDF

MONTAIGNE...DENEMELER

Bunlarada Bakarsınız



  

Türkçesi: Sabahattin EYUBOĞLU        

İÇİNDEKİLER   

Önsöz 1 (1940)    Önsöz 2 (1950)    Önsöz 3 (1952)      Önsöz 5 (1970)  Montaigne'in Yaşamı    Montaigne Üzerine Düşünceler    Okuyucuya    Kendisi    Denemelerin Konusu    Kendimizi Tanımak    Nasıl Yazmalı    Hayat ve Felsefe    Yasalar Üstüne     Bilgi ve Düşünce    Yaşamak ve Çalışmak    Ruh ve Beden    İnsan ve Ötesi    Evini Koruma      Aşk Üstüne     Dostluk     Dostluk Bağları     Dırdırcılar     Yalnızlık     Devrim     Paris    Çeviri     İnsan Doğası     İnsanın Güçsüzlüğü     Ün    Tanrılar Üstüne    Aylak Ruhlar    Bilinçsiz Duyular    Filozoflar ve Tanrılar     Arama Sevgisi      Mutluluk Üstüne    Amerika'nın Bulunuşu    Hasta Görünmenin Zararları Üstüne    Vicdan Üstüne    Kendi Kendisiyle Yetinme    İyi Amaç Uğruna Kötü Yollar    Kendimizi İnceleme    Ruh ve Beden Hazları     Doğaya Uyma    İnsan Aklı     Cinsel Yanımız    İnsanın Durumu    Özgürlük Üstüne    Mutluluk    Ölüm     Yaşayan Ölüler    Kökleşen Yanılmalar    İnsan Ömrü    Varlık ve İnsan    İnsan ve Akıl    Ölçü    Tartışmalar    Gerçek Nedenler    Korku Üstüne     Kendine Acındırmak    Alışkanlık     Hayat ve Bilim    Yamyamlar Üstüne    Birine Yarar, Ötekine Zarar    Akıl Erdiremediğimiz Gerçekler    Babalar ve Çocuklar    Dizginsiz Tutkular    Değişen Dil ve İnsan    İnsanlar ve Hayvanlar    Öldürülme Tehlikesine Karşı    Ölmek Özgürlüğü    Gülmek ve Ağlamak     Hainlere Hıyanet     Hastalık    Sağlık Üstüne    Üç Büyük Adam     Her Şey Mevsiminde    İnsanın Kararsızlığı     Ruh Eşitliği    Dünyanın Bize Göreliği    İnsanlar Arasında     Hekimlik Üstüne     İnsanın İstekleri     İnsan Bilgisi     Dil Üstüne     Kitap ve Yaşam    Kitapların Değeri    Düşünce Gelenekleri     Yasalar    Söz Özgürlüğü    Vicdan Özgürlüğü    Kitaplar    Dünya Yurttaşlığı      Baştakiler ve Biz    Yabancıdan Kaçınma    Halk ve Kral    Pazarlık    Savaş Üstüne     Bilgelik ve Mutluluk    Öfke Üstüne    Körükörüne İnanmak    Ödemeli Kötülük    Bitki ve İnsan    Aramızdaki Eşitsizlik    İnsan ve Evren    Her Şeyin Göreceliği    Nasıl Konuşmalı?     İyilerin En İyisi    Doğruluk Kaygısı     Yaşamak Sanatı     Romalı ve Osmanlı Büyüklüğü    Bilgi ve İnanç    Eser ve Çocuk     Hüzün Düşkünlüğü    Şiir Üstüne    Eğitim ve Halk     Gerçeküstü Kandırmacaları    Yararlı ve Güzel Üstüne    Sevenler ve Sevilenler    Ölümün Tadına Varınak     Yaşama Bağlılık    Herkesin Değeri Kendine Göre    Zorluğun Değeri     Düşünmede Kendindenlik    Uydurma Nedenler    Efendiler ve Uşaklar     Peşin ve Kesin Yargılara Karşı    Bilmediğini Söyleyebilme    Büyüklük ve İnsancalık    Kendi Zenginliğimiz     Türk Ordularındaki Disiplin    Ölüme Hazırlanma     Çirkinlik Üstüne     Cinsel Eylem Üstüne    İnsana Güven Göstermenin Yararı    Kendini Öldürme    Büyük Eylemler ve Yaş    Saklanan Kötülükler    Kitaplar ve İnsanlar    Mutluluğun Bize Göreliği      

 

ÖNSÖZ 1   

Montaigne ülkemizde pek tanınmış olmamakla birlikte bu çevirileri  uzun bir önsözle vermeye cesaret edemedim, bunu gerekli görmedim.  Çünkü Montaigne eserini zaten kendisini tanıtmak için yazmış.  Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söylemek  tehlikesine düşer. Üstelik de Montaigne'in Türk okurlarına hiç de  yabancı gelmeyeceğini sanıyorum: Çünkü yeni Avrupa'nın ana  kaynaklarından biri olan bu büyük düşünce kaynağının bize  Avrupa'dan gelen her kitapta biraz payı vardır. Yeni düşünce, insan  bilincinin insanı ve doğayı serbestçe tanımak çabası ise, Montaigne bu  çabanın ilk büyük hamlesidir. Bugün bizim de kavuştuğumuz serbest  düşünceye o, dört yüzyıl önce ve bizim uyanış devremize birçok  bakımlardan benzeyen coşkun bir dönemde kavuşmuştur. Bugünkü  Türkçe gibi değişen kıvrak ve başıboş bir dille; şimdi anlamları çok  değişmiş taze Fransızca sözcüklerle, halk deyimleriyle yazılmış olan  Denemeler, çeviriye en az elverişli kitaplardan biridir. Bu çevirileri  iddialı birer örnek olarak değil, birer deneme olarak veriyorum.  Parçaların seçilmesi de daha çok gelişigüzeldir. Montaigne'den  yapılacak her seçme, ister istemez, keyfi ve eksik olacaktır. Bunlar,  Denemeler'in ötesinden berisinden koparılmış düşüncelerdir.  Montaigne'in bahçesinden her geçişte insan çok değişik demetler  yapabilir. (1940)     

ÖNSÖZ 2  

 Tercüme Dergisi'nde başlanmış olan bu çevirilere, 1940'ta yazmış  olduğum bu kısa önsözü uzatmak niyetinde değildim. Fakat  Montaigne üstüne okuduğum bir yazı üzerine okurlara bir iki söz daha  söylemek hevesine düştüm. «La Nouvelle Revue Critique»te Henri  Gillemin, Montaigne'in Denemeler'de kendini tanıtmak gibi olanaksız,  gereksiz bir işe giriştiğini, böyle yapmakla da işten kaçmış, kusurlarını  düzeltecek yerde itiraf etmiş olduğunu söylüyor. Denemeler onyedinci yüzyıldan beri buna benzer hücumlara uğrar. Fransa'nın başına gelen felaketlerin nedenini Montaigne ve benzeri yazarlarda bulanlar  bile olur. Montaigne insanda iman bırakmazmış, okuyanı sistemli bir  düşünceye gitmekten alıkoyarmış, hayattan uzaklaşıp, tembelliğe,  uyuşukluğa götürürmüş.    Gerçekten Montaigne kent hayatından kaçmış, Denemeler'i keyfi için  yazmış, onu okuyanların imanını sarsmıştır; fakat bunu öyle bir  zamanda yapmıştır ki, insanın oturup serbestçe düşünmesi işlerin en  gücü, kendi keyfi için yazı yazmak, gerçeği bulup göstermenin belki  tek yolu; insanların ruhlarındaki iman da yıkılması, değişmesi gereken  cinsten bir imandı. Montaigne hep kendini anlatıyordu; ama kendini  anlatırken insan düşüncesini yeni bir yola sokuyor, köhne inanışları,  doğaya, akla aykırı alışkanlıkları, safsataları baltalıyor, dünya  sevgisine, bilimsel düşünüşe, gerçekçi edebiyata yol açıyordu. Bir  insanda bütün insanlığın sorunları bulunduğuna inandığı için kendini  anlatırken, yalnız kendini düşünmüş olmuyordu. Kendini değil de  başkalarını anlatmış olsaydı, Denemeler'de yine aynı düşünceler aynı duygular olacaktı. Onun zamanında kendini, insanlığı ve doğayı  keşfe çıkmak, cüret, iman ve çaba isteyen bir işti. Fransa böyle bir  girişimden zarar görmüştü demek, tutucu, dindar, bir Fransa daha  mutlu olacaktı, demeye varır. Doğrusu böyle bir Fransa ve böyle bir  dünya isteyenlere Montaigne'i beğendirmek güçtür.    Gerçi Montaigne'de türlü türlü düşünceleri, ileri geri bütün siyasi  inançları destekleyen, ya da öyle görünen düşünceler bulunabilir.  Onda bir taraflı, sistemli sürekli bir görüş olmadığı için bugün çeşitli  yollara ayrılmış olan insan düşüncesi onu istediği yana çekebilir; ama  hiçbir zaman çekilemeyeceği taraflar vardır: Bunlardan biri doğa ötesi,  biri de bağnazlıktır. Denemeler'i okuyan şu iki dersi almamazlık  edemez: Doğanın istediği gibi düşün ve yaşa; hiçbir kitabın, hiçbir  doğanın kölesi olma. Aldanmıyorsam Batı kültürünün Montaigne'den  bugüne kadar ki gelişmesi genel olarak bu iki derse sadık kalmıştır.  Ancak aşırı ideolojiler az çok bağnazlığa muhtaç oldukları için  Montaigne pek işlerine gelmez. Tek taraflılığı küçümseyen bu adamın,  halkta kendi doktrinlerine karşı kuşku uyandırmasından çekinirler.  Oysa Montaigne'den ders almamış, yani doğa ötesinden ve taassuptan  kurtulamamış bir düşünce körükörüne bir partiye ancak kul olarak  hizmet edebilir, yaratıcı, geliştirici güç olarak değil. Montaigne'in işi,  diğer hümanistler gibi yeni düşüncenin ana yolunu açmak oldu; üst  tarafını başkaları düşünecekti; düşündüler, daha da düşünecekler.  Şurası kesin ki Montaigne her zaman düşüncemizin çemberlerini  kırmaya, kendi kendimizi eleştirip aşmaya yardım edecek.    Gerçi Denemeler'de yeniliğe, yıkıcılığa, devrime karşı sözler vardır.  Montaigne toplumun düzenini birdenbire değiştirmenin ortalığı  tümüyle karıştıracağına inanır; fakat korktuğu şey yenilik değil,  kargaşalıktır. Bir de eski değerlerin büsbütün ortadan kalkmasına razı  değildir. İnsanlığın vardığı olumlu sonuçların yeni hayata mal  edilmesini ister. Krallığa ve kiliseye gösterdiği saygıya gelince, bu  saygı içten de olsa her iki kurumun temellerini yıkmakta  Denemeler'den daha iyi bir silah icat edilmemişti. Bütün sorun  kralların ve papaların herkes gibi bir insan olduklarını, herkes gibi iyi  ya da kötü olabileceklerini, insan aklının onları sorguya çekebileceğini  insanlara anlatmaktı; üst tarafı kolaydı.    Montaigne'in içtenliği üstüne çok şey söylenebilir.  Alçakgönüllülüğünün sahte, itiraflarının yapmacık olduğundan  sözedilebilir: Ama hangi yazar ondan daha içten olabilmiştir? Aslında  içtenliğin ne demek olduğu da pek belli değildir. İnsan ne yaparsa  yapsın kendini tam olduğu gibi anlatamaz. O kadarını kendi de  bilmez. Montaigne bu konuda öncü olmak, elinden geleni yapmak ve  herkesi olabileceği kadar içten olmaya çağırmakla görevini yapmıştır.  Kendilerini anlatanlar arasında ondan daha ileri gitmiş yazar da hala  pek yoktur.      Denemeler'i tam olarak çevirebileceğimi sanmıyorum. Bunu daha sabırlı ve daha yetkili bir çevirici er geç yapacaktır. Ben  sadece derlemeler yapmak ve bundan sonra bir cilt daha vermek  niyetindeyim. Latince sözleri Fransızca çevirilerinden çevirdim ve  asıllarını merak eden olur diye metinden ayırmadım. Önsözlerden  sonra Montaigne'in hayatına ait bilgiler bulacaksınız.    Değişik tarihlerde yapılmış olan bu çevirilerdeki dil, deyim  tutmazlıklarını okurların hoş görmesini dilerim. (1950)   

ÖNSÖZ 3   

Montaigne Avrupa'ya serbest düşünmesini öğretmiş olan adamdır,  demek fazla büyük söylemektir, ama böyle bir söz olsa olsa  Montaigne için söylenebilir. On altıncı yüzyılda serbest düşünmek,  babadan kalma, donmuş, su götürmez düşünce kalıplarını zorlamak,  başka türlüsünü düşünmeyi kimsenin göze alamadığı inanışların  doğruluğundan kuşku duymak hastalıklardan dinlere, adetlerden  kanunlara kadar insan hayatının her yönü üzerinde kendi aklının  ışığıyla yeni baştan düşünce yürütmekti. Buysa o zaman tek başına  Amerika'yı keşfe gitmek gibi bir işti. Gerçi Rönesans Avrupası'nda bu  iş artık olanaksızlıktan çıkmış, okur yazarlar bir yandan dünyanın, bir  yandan da Yunan ve Latinlerin daha iyi tanınmasıyla insanoğlunun  türlü türlü düşünmesi olanağı bulunduğunu öğrenmiş, yer yer, zaman  zaman hocadan izinsiz düşünme denemelerine başlamışlardı. Fakat  bütün hayatını bu denemelere hasreden, kendini serbest düşüncenin  deney tahtası haline getiren ilk adam Montaigne oldu.    Gerçekten de Montaigne yalnız Denemeler'ini yazmak için yaşamış  gibidir. Bundan başka kitabı olmadığı gibi hayatının da bu kitaptan  başka serüveni yoktur. Ben kitabımı yaptığım kadar da kitabım beni  yaptı der. Denemeler'in yazıldığı yirmi yıl içinde (1572'den 1591'e yani ölümüne kadar) Montaigne kendini kitabına, kitabını kendine  göre ayarlamakla uğraşır. 1581-1585 yılları arasındaki Bordeaux  kentinin Belediye Başkanlığı onu kütüphanesine ve Denemeler'ine  daha fazla bağlamaktan, kendi kendini işleyen ve geliştiren  düşüncesine yeni ip uçları getirmekten başka bir işe yaramamıştır.     Özellikle son yedi yıl içinde Montaigne Perigord'daki küçük  şatosunun kulesine öyle kapanmıştır ki ülkesini kasıp kavuran en kanlı  din kavgaları, evine kadar sokulan eli bıçaklı insanlar bile onu telaşa  düşürmemiş, köşesinden ve kitabından ayırmamıştır. Daha önceki  hayatı da çok sevdiği ve saydığı bir babanın akıllıca yönetimi altında  Denemeler'in hamurunu yoğurmakla geçmiştir. Doğar doğmaz  özellikle köylüler arasına gönderilen, gözlerini, Rönesans gibi  Denemeler'in de anası olan doğanın şımartılmaz şefkati içinde açan  Montaigne o zaman insan düşüncesini besleyen bilgileri en sağlam, en  köklü bir şekilde veren düzenli, özenli bir öğretim gördü. Babası  kendisine Latince'yi ana dilinden önce öğretecek kadar ileri gitmişti.  Denemeler'de Montaigne'in Eskiler'le o kadar senli benli olması bu  hazırlık sayesindedir. Montaigne'in gençliğinde öğrenme hazzının  dışında bulduğu en büyük sevinç kaynağı Etienne de la Boetie ile  olmuş. Kaldı ki düşüncesinin bereketini artıran bu dostluk da, La  Boetie'nin genç yaşta ölümünden sonra Denemeler'in duygu ve  düşünce kaynaklarından biri olmaya yaramıştır.    Montaigne bütün Fransızlar gibi yerine yurduna bağlı olmakla,  dönüp dolaşıp doğduğu yere dönmekle ve orada ölmekle birlikte,  peteğine çok uzaklardan, bütün dünyadan bal taşıyan bir düşünce  arısıydı. Yeni keşfedilen Amerika'dan Türk padişahının sarayına kadar  her yerde olup bitenlerin meraklısıydı. Önsözünde yalnız ailesi için  yazdığını söylediği kitabında, karısından, doğup doğup ölen  kızlarından hemen hiç sözetmeyen Montaigne, bu içine kapanmayı  herkesten iyi bilen adam, hep dışarıyla, başkalarıyla uğraşır. Kendini  dünyadan koparıp tek başına kalmayı bilen de o, Avrupa'da dünya  vatandaşlığının ilk ve en açık sözcüsü de odur. Bakın ne diyor: «Bütün  insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalı'yı tıpkı bir Fransız gibi  kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle  akrabalığımdan üstün tutuyorum. Doğduğum yerin pek o kadar  heveslisi değilim. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler bana, sırf  raslantılarla edindiğim hazır ve gelişigüzel bilgilerden daha değerli  gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerde, iklim ve kan  dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar nerde!    Denemeler KENDİNİ TANI ilkesinin bütün bir ömre  uygulanmasıdır. Bu bakımdan Montaigne, Sokrates'i Platon'dan çok  daha iyi anlamış sayılabilir. Hiç kimse kendi kendini onun kadar  sabırla, inatla, dikkatle gözetlememiş, en gizli, en ele avuca sığmaz  hallerini yakalamakta onun kadar tetik davranmamıştır. Hayatın bütün  hazları gibi uykusuna da pek düşkün olan bu adam, kendi kendini uyur  ve rüya görür halde yakalayıvermek için uşaklarına gece onu  birdenbire uyandırmalarını tembih edermiş. Bizim şeyh Galib'in: Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen sözünü mistik anlamından  soyarsanız tam Montaigne'in kendi kendine söyleyeceği şey olur. Her  insanda bütün insan halleri vardır, diyor kendisi de. Bununla birlikte  aynı Montaigne kendi dışına çıkmak demek olan okumayı ve gezmeyi  bir aşk haline getirmiş. Gezilerde en çok sevdiği şey, yabancı bir  yerde uyandığı sabahlar, yepyeni şeyler göreceğini düşünüp sevindiği  an olurmuş. Bildiği yerlere pencereden bakmak bile ona sıkıntı  verirmiş. Kitaplarını da tıpkı gezer gibi okurmuş: Okumuş olmak için  değil, yeni ufuklar, yeni lezzetler, yeni düşünceler bulmak için. Tekrar  tekrar okuduğu kitaplarda, her kez yeni yeni bir şeyler bulması, onları  dilediği zaman dilediği bir yerinden açıp okumasından ileri geliyor.  Ondan çok kitap okuyan olmasın; buna karşın düşünürken duyarken  kim onun kadar kitaplardan sıyrılmasını bilmiştir. Gerçi Denemeler  adım başında başkalarından alınmış sözlerle doludur. Fakat bu  sözlerin ne kadar benimsenmiş, ne kadar yaşanmış olduğunu  göreceksiniz. Bilgiçlik taslayanlar bile başkalarından bu kadar bol  alıntı yapmadıkları halde, Montaigne'in bilgiçlik tasladığı hiçbir  okurun aklından geçmez. Bilgiçlerin ilk ve amansız düşmanı da o  değil mi zaten? Montaigne'in Avrupalılara öğrettiği en önemli  yollardan biri de kendi düşüncemizi başkalarının düşüncesiyle  zenginleştirmesini bilme yoludur. İnsan Denemeler'i okurken derelerin  ırmakta, çiçeklerin balda erimesine benzer bir düşünce kaynaşması,  yoğrulması görür gibi olur.    Montaigne'in bir tek insanda bütün insanlığı dile getirmesi, kimseye  benzemeden herkes olması, dünya ile bağdaşıp kendine özgü kalması  kuşkusuz biraz da, hatta çokluk da, eşsiz, diri, kıvrak, tadına doyulmaz  dili, düşüncesiyle, teklifsizce sarmaş dolaş olan söyleyişidir. Aslında  Dante'nin İtalyanca'da, Cervantes'in İspanyolca'da, Shakespeare'in  İngilizcede yaptığını Fransızca'da yapmış, halkın, sokağın diliyle her  düşüncenin, ne kadar derin, ne kadar ince olursa olsun pekala  söylenebileceğini kanıtlamıştır. «Ah, keşke Paris'in sebze pazarında  kullanılan sözcüklerle konuşabilsem der Montaigne ve Platon'un  düşüncesini anlatırken o sözcükleri kullanmaktan çekinmez. Bütün  yaşanmış, gerçek düşünceler gibi Montaigne'in düşüncesi de çokluğun  kullandığı dile başvurmuş, herkesin konuşmasına uymakla kendi  rengini yitirmemiş, tersine daha fazla bulmuştur. Denemeler'in her  satırında Montaigne babacan bir eda ile hep  SERBEST DÜŞÜN,  RAHAT SÖYLE  der gibidir.    Avrupa'da çokları Montaigne'i bir filozof saymaz, onu daha çok  edebiyata malederler. Filozofu bir düşünce sistemi kuran diye alırsak  Montaigne gerçekten Descartes, Hegel, Kant, Comte gibi filozofların  yanına girmez, kendi de zaten bu birlikteliğe razı olmaz. Montaigne'in  sistemi olsa olsa hiçbir sisteme girmeden düşünme yoludur. Ona göre  insan düşüncesi sistemleri kırarak gelişir, çünkü hiçbir sistem hayatı  ve insanı bütün zenginliğiyle kucaklayamaz. Montaigne'in istediği her  gün, her şeyi yeni baştan düşünebilmektir. Fakat Montaigne'in her  şeyin doğruluğundan her zaman kuşku duyması kendi bulduğu gerçek  karşısında bile dudak büküp QCIE SAIS JE (Ne bileyim?) demesi  önceden verilmiş bir karara, bir sistemli davranışa benzemiyor. Böyle  bir davranıştan ancak babasının hatırı için yazdığı Raimond Sebond'a  Övgüsü (Kitap 2., bölüm 12) dolayısıyla söz edilebilir. Ama orada da  Montaigne insan aklından kuşku duyarken aynı akla yeni ipuçları vermekte, dokunulmadık yeni gerçekler ortaya koymaktadır.     Denemeler'de hiçbir kuşkunun, kararsızlığın izini taşımayan, her biri  bir sistemin temeli olacak kadar sağlam, kendinden emin hükümler  çoktur. Ruhla bedenin ayrılmazlığı, hayatın sürekli bir değişme  olduğu, doğanın aşılmakla değil ona uyulmakla yenilebileceği gibi. Filozofu yalnızca sistem kural değil bize düşünmesini öğreten adam  olarak görenler içinse asıl filozof Montaigne, diğerleri, sistemciler,  daha çok bilim adamlarıdır. Gerçekten de Denemeler'in asıl gördüğü  iş, bize bir tek insanı (ki Montaigne'in asıl istediği güya buydu), bir  düşünüşü, bir bilgi yolunu tanıtmaktan çok, hepimizin günlük hayatına  kadar inerek, bizi yaşarken düşünmeye, düşünürken yaşamaya, kendi  kendimizin düşüncesini aşmaya sürmesidir. Hiçbir sorunda  Montaigne: Ben sizin yerinize düşündüm, düğümü çözdüm; siz artık  düşünmeyin, yalnızca benim dediğime uyun, demez. Hep: Bakın  düşündükçe neler çıkıyor ortaya; siz de bir düşünün, kendi içinize ve  çevrenize bakın, ipucu isterseniz işte benimki, işte Sokrates'inki, işte  falan köylününki, der gibidir. Bir adım, bir adım daha derken  kendimizi Montaigne'le birlikte hayata, insan düşüncesinin çıkabildiği  tepelerin birinden bakar buluruz.    Montaigne bir ahlakçı olarak da sistemli değil, hele doğmatik hiç  değildir. (1952) 

  ÖNSÖZ 4   

Cem Yayınevi'ne hazırladığım bu son baskı için Montaigne'in  bahçesinde bir hayli dolaştım yeniden. Neden derlemediğime şaştığım  ne yapraklar buldum ve bir kez daha anladım ki insan gibi tükenmez  bir maden bu Denemeler. Okuyup bir köşeye bıraktığınız kitaba  Montaigne gizlice gelip bir şeyler daha ekliyor sanki zaman zaman.    Bir tek insan bütün insanlık serüvenini taşıyor bu kitapta. Bir tek  insan hep kendisi kalarak, en değişik, kendinden en uzak insan  hallerine girip çıkıyor; insanların yarattığı tanrıların hiçbirini  küçümsemeden, ama hiçbirine bağlanmadan bütün inançları süzüyor  merakla. Kitaplığının penceresinden hiç alay ederek değil, ama hep  gülümseyerek seyrediyor alaca bulaca dünyamızı, solukları tükenen,  sorunları tükenmeyen insanları. Kaşlarını çatarak baktığı kişiler yalnız  kendi inançları ve çıkarları için başkalarını asıp kesenler, bir de  kendilerini bilmeden bilgin geçinenler, ders almasını bilmeden ders  verenler. Yalnız onlardan sözederken tutamıyor öfkesini,  hoşgörürlüğünü onlardan esirgiyor yalnız.    Düşünce derinliği, bilgi zenginliği, anlama gücü ne kadar büyük  olursa olsun Montaigne'e ne bilgin denebilir, ne de filozof. Kendisinin  de hiç istediği yok zaten öyle denilmesini. Eğitmek, öğretmek,  sorunları çözmek, yol göstermek değil, olsa olsa uyarmak onun  istediği: Ona göre kimse kimseyi değil, herkes kendi kendisini adam  eder, etmelidir. Adam olmaksa kendini bilmekle başlar zaten onun  için ve kendi gözüyle dünyadan görebildiği kadarını insanlara  duyurmakla biter.    Montaigne çevirileri yıllar yılı, zor olduğu kadar da tatlı bir uğraş  oldu benim için. Çevirdikçe sevdim, sevdikçe çevirdim onu. Güzelim  dilini hala rahatça anlar duruma gelmiş değilim. Ona söylemediğini  söyletmek korkusuyla çevirmediğim, çevirip bastırmadığım parçalar,  çevirdiklerimden daha fazladır. Biz daha dün yaşayan yazarlarımızı,  Ahmet Haşim'i bile, yeni Türkçe'ye çevirirken, Fransızlar  Montaigne'in dörtyüz yıl önceki dilini yeni Fransız'caya çevirmeye  kıyamıyor, ya da cesaret edemiyorlar. Montaigne'in uydurduğu  sözcükler bir yana, anlamları çok değişmiş ya da hiç kullanılmaz  olmuş deyimler bir hayli şaşırtıp oyalıyor insanı. Ama öyle sıcak bir  içtenliği var ki bu dilin seve seve uğraşıyorsunuz özüne varmaya. Çok  yerde Montaigne'i kendi çağında İngilizce'ye çeviren Floriot'ya  başvurduğum oldu. Ama o da çok kez Montaigne'in sözcüklerine  kıyamayıp olduğu gibi almış kendi diline. (1970)   

MONTAIGNE'İN YAŞAMI   

1533-Michel de Montaigne doğuyor ve Papessus köyünde bir  sütnineye gönderiliyor.    1535-Michel, Fransızca bilmeyen Horstanus adlı bir Alman  eğitmenine veriliyor. Bu eğitmen Michet'in babasının İtalyada  gördüğü yeni bir yöntemle çocuğu hep Latince konuşarak yetiştiriyor.    1539-Michel, altı yaşında; Fransa'nın en iyi kolejlerinden birine,  Guyenne Kolejine giriyor. Burada yedi yıl okuyor. Latin şiirinin  tadına varıyor ve biraz da Yunanca öğreniyor.    1546-Bordeaux da; Edebiyat Fakültesinde felsefe okuyor.    1548-Bordeaux da isyan: Michel, Toulouse da hukuk okuluna  gidiyor.    1554-Montaigne in babası Bordeaux Belediye Başkanı oluyor.    1555-Montaigne babasıyla Paris'e gidip geliyor.     1557-Bordeaux Belediye Meclisine giriyor.     1558-Montaigne'le La Boetie arasındaki büyük dostluk başlıyor.    1559-Bordeaux da mezhep kavgaları. Bir tüccar diri diri yakılıyor:  Amyot, Plutarkhos'un Hayatlar'ını Fransızcaya çeviriyor.  Montaigne'in en çok seveceği, okuyacağı kitap bu olacak.    1561-Bordeaux Belediye Medisi Montaigne'i önemli  bir görevle  saraya gönderiyor. La Boetie siyasal hayata giriyor:    1562-Protestanlara karşı şiddet hareketleri başlıyor. Montaigne,  Rouen şehrini Protestanlardan almaya giden kral ordusuna katılıyor:    1563-Montaigne, Bordeaux'ya dönüyor: La Boetie ölüyor.    1565-9. Charles, Bordeaux'ya gelip bir süre kalıyor. Montaigne,  Françoise de la Chassagne'la evleniyor.    1568-Babası ölüyor. Miras beş erkek, üç kız kardeş arasında  bölünüyor. Michel, Montaigne çiftliğinin sahibi oluyor.    1569-Montaigne; babasının isteğiyle yaptığı Raimond Sebond'un  thelogia üzerine bir eserinin çevirisini bastırıyor.    1570-Montaigne, Bordeaux Belediye Meclisindeki görevinden istifa  ederek Paris'e gidiyor. La Boetie nin Latince şiirleriyle çevirilerini  bastırıyor. Montaigne'in ilk kızı doğup iki ay sonra ölüyor.    1571-Montaigne, çiftliğine çekiliyor ve kütüphanesine şu Latince  kitabeyi yazıyor:    «1571 yılı: Michel de Montaigne, otuz sekiz yaşında. Doğum  yıldönümünden bir gün önce; meclisteki kulluğundan ve  memuriyetinden bıkmış; fakat sapasağlam olarak kitapları arasına  dönüyor ve geri kalan günlerini orada, sessizlik içinde geçirmeye  karar veriyor.>     1572-Saint-Barthelemy kırımı. Montaigne Denemeleri'ni yazmaya  başlıyor. Plutarkhos'un Ahlaki Eserleri'nin çevirisi çıkıyor ve  Montaigne in elinden düşmüyor:     1573-İç savaş. Montaigne kralın ordusuna katılıyor; görevle  Bordeaux'ya gönderiliyor.    1574-Montaigne'in dördüncü kızı doğup üç ay sonra ölüyor.    1575-Montaigne Paris'e gidiyor.    1576-Montaigne, Pyrrhon felsefesiyle yakından ilgileniyor: Raimond  Sebond üstüne babasına söz verdiği eseri yazmaya başlıyor.    1577-Montaigne'in beşinci kızı doğup bir ay sonra ölüyor. Henri de  Navarre, Montaigne'e yüksek bir rütbe veriyor. Montaigne ilk kez  kum sancılarına tutuluyor. Denemeler'ine devam ediyor.    1578-Montaigne küçük bir orman satın alıyor.     1579-Montaigne kendini en çok anlattığı Denemelerini yazıyor.    1580-Denemeler ilk kez, iki cilt halinde basılıyor. Montaigne  İsviçre'ye, İtalya'ya gidiyor. Paris'e dönüp kitabını krala sunuyor.  Kral beğeniyor.    1581-Montaigne evine dönüyor.    1582-Montaigne, Bordeaux Belediye Başkanı oluyor, Denemeler'i  birçok eklemelerle yeniden bastırıyor...    1583-Montaigne in altıncı kızı doğuyor ve birkaç gün yaşıyor.    1584-Navarre Kralı (Sonraki V. Henri) Montaigne'in çiftliğine gelip  iki gün kalıyor.    1585-Montaigne Mareşal Matignon'la mektuplaşıyor. İç savaşta  önemli roller oynuyor. Bordeaux'da veba çıkıyor. Montaigne görevi  başına gelemiyor. Başkanlığı bitinceye kadar yakın bir kasabada  kaldıktan sonra, ailesini alıp veba bölgesi dışına çıkıyor.    1586-Montaigne tarihçileri okuyor.    1587 Henri de Navarre tekrar Montaigne'in çiftliğine geliyor.    1588-Montaigne, Denemeler'in dördüncü baskısı için Paris'e gidiyor:  Yolda Ligciler tarafından soyuluyor. Paris'te, Denemeler'in  hayranlarından Mademoiselle de Gournay'le tanışıyor. İç savaş  şiddetleniyor; Montaigne Kralla birlikte Rouen'e gidiyor. Tekrar  Paris'e dönüşünde bir gün için Bastille'e atılıyor.    1589-Montaigne evine çekilip kitap okuyor. Denemeler'in yeni bir  baskısını hazırlıyor: Birçok eklemeler yapıyor. Kitap en olgun şeklini  buluyor.    1590-Montaigne'in kızı evleniyor: Yeni kral 4. Henri, Montaigne'e  mektup yazıyor, yanına çağırıyor. Montaigne gidemiyor.    1591-Montaigne'in kızının bir kızı doğuyor.     1592-Montaigne ölüyor.      (Albert Thibaudet'den özetlenmiştir.)   

MONTAIGNE ÜZERİNE DÜŞÜNCELER  

 - Denemeler'de gördüğüm her şeyi Montaigne'de değil kendimde  buluyorum. (Pascal)    - Bir kitap buldum burada. Montaigne'in kitabı; yanıma almadım  sanıyordum. Aman ne hoş adam. Ne zevk onunla birlikte olmak.                           (Mme. de Sevigne)    - Montaigne, o hoşsohbet insan,      Bazen derin, bazen sudan     Kuşku duymasını bilmiş     Burnu bile kanamadan.     Kerli ferli softalarla     Alay etmiş sakınmadan. (Voltaire)    - Eminim, alışacaksınız Montaigne'e. İsanoğlu ne düşündüyse onda  var ve bu kadar güçlü biçem zor bulunur. Bir şey öğretmiyor, çünkü  hiçbir şeyi kestirip atmıyor. Doğmacılığın tam tersi. Mağrur adam,  ama kim mağrur değil ki? Alçakgönüllü görülenler büsbütün mağrur  değiller mi? Her satırında Ben, Kendim diye konuşuyor, ama Ben,  Kendim demeden hangi bilgiye varılabilir? Haydi, bırakın Allah  aşkına hocam, filozofun, metafizikçinin bundan iyisi görülmemiş. (Mme. du Deffand)    - Montaigne, o tanrı gibi adam, 16. yüzyılın karanlıktan içinde tek  başına diri ve tertemiz bir ışık saçmış; dehası ancak zamanımızda,  gerçek ve felsefi düşünce boşinançların, geriliklerin yerini alınca  anlaşıldı. (Grimm)    - Montaine'in düşünceleri yanlış, ama güzel. (Malebranche)    - Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne'de ise düşünen adamı. (Montesquku)    - Çocukken babamın kitaplığından bana Dememeler çevirisinin  perişan bir cildi kalmıştı. Yıllar sonra, kolejden çıkışımda bir cildi  okudum ve ötekilerini arayıp buldum. Bu kitapla ne büyük haz ve  hayranlık saatleri geçirdiğimi hatırlıyorum. Bu kitabı, yaşadığım  başka bir hayatta yazmışım gibi geliyor o kadar candan bana, benim  düşüncemi, benim hayat deneyimimi söylüyordu. (Emerson)    - Montaigne amma da düşünce çalmış benden! (Beranger)    - Montaigne ölüyor: Kitabını tabutunun üstüne koyuyorlar;  cenazesinde yakını olarak din bilgini Charron ve manevi kızı  Mademoiselle de Goumay var Resmen septik olarak Bayle ve Naude  onlara katılıyor. Sonra Montaigne'e az çok bağlananlar, bir an için  ondan zevk almış olanlar, bir an için yalnızlık sıkıntısından kurtardığı,  kuşku duydurmak sayesinde düşündürdüğü kimseler; akraba ve komşu  olarak Madame de Sevigne, La Fontaine; onun yaptığını yapmaya  özenip onu taklit etmeyi onur bilenler: La Bruyere, Montesquieu,  Jean-Jacques Rousseau; ortada tek başına Voltaire; daha az önemli  kimseler, karmakarışık: Saint-Evremond, Chaulieu, Garat... Daha  arkada çağdaşlarımız ve belki hepimiz. Ne büyük bir cenaze alayı. Bir  insanın Ben'i için bundan daha fazla umulabilir mi? Peki ama, ne  yapıyorlar bu cenaze alayında? Tören gereğince hüngür hüngür  ağlayan Mademoiselle de Gournay den başka herkes konuşuyor:  Ölenden, onun sevimli taraflarından, hayata bu kadar karışan  felsefesinden sözediyorlar. Herkes kendi kendinden sözediyor. Onunla  herkesin ortak olduğu taraflar ortaya konuyor. Kimse ona olan  borcunu unutmuyor; her düşünce onun bir yankısı gibi... Korkarım bu  alayda dua eden tek adam Pascaldır. (Sainte-Beuve)    - Montaigne'i sevmek kendini sevmek, kendini her şeye tercih  etmektir. Montaigne'i sevmek yalnız gerçeği değil, doğruluğu ve ödev  duygusunu da yalnız kendinden yana çekmektir. Montaigne'i sevmek,  hayatımızda hazlara, zavallı yaradılışımızın kaldıramayacağı kadar yer  vermektir... (Brunetiere)    - Montaigne Fransız Rönesansını bitirip Klasik çağı haber veriyor.  (Lanson)    - Pilatus'un, devirler boyunca yankısı çınlayan korkunç sorusu  karşısında Montaigne, daha insanca, daha din dışı, başka bir anlamda  İsa'nın tanrıca cevabını vermiş oluyor:    «Gerçek nedir?»    «Gerçek benim!,»    Yani Montaigne gerçek olarak sahiden tanıyabileceği tek şeyin  kendisi olduğuna inanıyor. Onu kendinden sözetmeye götüren budur  çünkü kendini bilmeyi ayrıca her şeyden daha önemli sayıyor.  İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi kaldırmalı, diyor.  Maskesini atmak için kendini anlatıyor. Maske insanın kendinden çok  ülkesine ve devrine ait olduğu için de insanlar maske yüzünden  birbirinden ayrılıyor. Böylece, maskesini gerçekten atan insanda  hemen kendi benzerimizi buluyoruz. (Andre Gide)    OKUYUCUYA    Okuyucu, bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki,  ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim. Sana  hizmet etmek yahut kendime ün sağlamak hiç aklımdan geçmedi;  böyle bir amaç peşinde koşmaya gücüm yetmez. Bu kitabı yakınlarım  için bir kolaylık olsun diye yazdım. İstedim ki beni kaybedecekleri  zaman (ki pek yakındır) hakkımda bildikleri, daha ayrıntılı ve daha  canlı olsun. Kendimi herkese beğendirmek niyetinde olsaydım, özenir,  bezenir, en gösterişli halimle ortaya çıkardım. Kitabımda sade, doğal  ve her günkü halimle, özentisiz bezentisiz görünmek isterim, çünkü  ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Burada kusurlarım, nasıl bir  adam olduğum, edebin, terbiyenin izin verdiği ölçüde, açık  olarak  görülecektir. Hala ilk doğa kanunlarının rahat serbestliği içinde  yaşadıkları söylenen insanlar arasında olsaydım, emin ol ki kendimi  tastamam ve çırılçıplak da gösterirdim. Kısacası, okuyucu, kitabımım  özü benim: Boş zamanlarını bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya  harcaman akıl karı olmaz. Haydi uğurlar olsun.  (Montaigne 1 Mart 1580) 

  KENDİSİ  

 ... Boyum ortanın biraz altında, bedenim sağlam yapılı ve toplucadır  yüzüm şişman değil, dolgundur; tabiatım, neşe ile hüzün arasında,  oldukça ateşli ve sıcakkanlıdır... Sağlığım, ta genç yaşımdan beri  düzgündür: Hastalığa tutulduğum azdır.    İşte ben böyle idim; kendimi, kırk yaşımı aşıp ihtiyarlığın yolunu tuttuğum şu andaki halimle anlatmıyorum:    Minutatim vires et robur adultum    Frangit et in partem pejorem liquitur oetas (Lucretius)     Yıllar için için aşındırır    Olgunluk çağına varmış güçleri    Bundan sonraki halim ancak yarım bir varlık olacak; ben artık o ben  olmayacağım. Gün geçtikçe kendimden ayrılıyor, uzaklaşıyorum.    Singula de nobis anni proedandur euntes (Horatius)    Bir şey koparır bizden, yıllar, akıp giderken. (Kitap 2, bölüm 17)    

DENEMELERİN KONUSU  

 Başkaları insanoğlunu yetiştiredursun ben onu anlatıyorum ve  kendimde, pek kötü yetişmiş bir örneğine gösteriyorum. Bu örneği  yeniden biçim vermek elimde olsaydı onu elbet olduğundan çok başka  türlü yapardım. Bir kez yapılmış artık. Şunu söyleyeyim ki, kendimi  anlatırken söylediklerim değişik ve değişken olmakla beraber hiç  gerçeğe aykırı değildir. Dünya durmayan bir salıncaktır: Orada her şey  toprak, Kafkas'ın kayalıkları, Mısır'ın piramitleri, hem çevresiyle  birlikte, hem de kendi kendine sallanır. Durmanın kendisi bile daha  ağır bir sallantıdan başka bir şey değildir. Konumu (kendimi) hep aynı  halde bulundurmak elimde değil. Doğal bir sarhoşlukla, salına serpile  yürüyüp gidiyor. Onu belli bir noktada, canımın istediği bir andaki  haliyle alıyorum. Duruşu değil, geçişi anlatıyorum: Fakat yaştan yaşa,  yahut halkın dediği gibi «yedi yıldan yedi yıla» geçişi değil, günden  güne, dakikadan dakikaya geçişi. Hikayemi saati saatine yazmam  gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da  değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar,  kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba  benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konulan ayrı koşullara ve ayrı  bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden  ayrıldığım oluyor. Fakat Demades'in dediği gibi, doğrudan hiç  ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle  kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde. Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok. Bütün ahlak felsefesi  sıradan ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli  bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.                                 (Kitap 3, bölüm 2)    Olgun bir okuyucu çok kez başkasının yazdıklarında yazarın  düşünmediği güzellikler bulur, okuduklarına daha zengin anlamlar ve  renkler kazandırır. (Kitap 1, bölüm 26)    Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilsek bile, ancak kendi aklımızla  akıllı olabiliriz. (Kitap 1, bölüm 24)    

KENDİMİZİ TANIMAK 

  Plinius'un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir elverir ki insan  kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi  söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders  veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş  yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı  olabilir. Zaten benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle  uğraşıyorum; delilik ediyorum, bundan zarar görecek başkası değil,  benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende başlayıp bende bitiyor,  hiçbir kötülüğe yol açmıyor. Eskilerden yalnız iki üçünün bu işi  denediğini söylerler; ama onların, yalnız adlarını bildiğimiz için  benim yaptığımın tıpkısını yapıp yapmadıklarını söyleyemeyiz.  Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık  derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri  ayırdedip yazmak sanıldığından çok daha zahmetli bir iştir. Sonra bir  taraftan bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de var ki insanı  dünya işlerinden, hem de en değerli dünya işlerinden çekip alıyor.  Birkaç yıldır düşüncelerimin kendimden başka amacı yok; yalnız  kendimi sorguya çekiyor ve inceliyorum.     Başka bir şeyi incelediğim de oluyor ama, onu da hemen kendime  çekiyor, daha doğrusu, kendime mal ediyorum; daha az yararı olan  öteki bilimlerde olduğu gibi, bu bilimde öğrendiklerimi başkalarına  bildiriyorsam, bunda hiçbir kötülük görmüyorum. Şunu da söyleyeyim  ki öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum. İnsanın kendini   anlatmasından daha zor ve daha yararlı hiçbir şey yoktur. Üstelik,  meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi  gerekiyor. Ben durmadan kendimi düzenliyorum, çünkü durmadan  anlatıyorum.    Kendinden sözetmeyi kötü görmek, yasak etmek adet olmuştur  çünkü kendinden sözetmek her zaman kendini övmek gibi görünür  kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden sözetmeyi  yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.    İn vitium ducit culpae fuga (Horatius)    Kusur korkusuyla suç işliyoruz.    Bu tedbirde ben kardan çok zarar görüyorum, hatta kendimden  sözetmek mutlaka övünmek olsa bile ben asıl amacıma bağlı kalmak  için, kendimdeki bu hastalığı ortaya koyacak bir işten kaçınmamalıyım;  işlediğim, hem de edindiğim bu kusuru gizlememeliyim. Ama, bana  sorarsanız, birçokları içip sarhoş oluyor diye, şarabı yasak etmek  yanlıştır fazla kaçırılan şeyler hep iyi şeylerdir. Kendinden sözetmenin  kötü sayılması bence yalnız, halkın düşeceği kaba hatalardan ötürüdür.  Bu türlü kurallar budalalara vurulan dizginlerdir: Ne azizler -ki  kendilerinden pekala sözederler-, ne filozoflar, ne bilginler bu kuralları  dinler; onlara hiç benzememekle birlikte ben de bu kuralları  dinlemiyorum. Onların ereği kendilerini anlatmak değildir, ama sırası  gelince de kendilerini uluorta göstermekten çekinmezler. Sokrates  kendinden sözettiği kadar neden sözeder? Hep müritlerini de  kendilerinden sözetmeye, kitaplardan öğrendiklerini değil içlerinde olup  bitenleri anlatmaya dürtüklemez mi? Tanrıya ve rahibe kendimizden  sözetmiyor muyuz? Protestan komşularımız bunu halkın gözü önünde  yapıyorlar. Diyeceksiniz ki, onlara yalnız kötü taraflarımızı anlatırız.  Ama bu, her şeyi söylüyoruz demektir; çünkü iyi tarafımız da bütün  günahlardan arınmış değildir.    Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum,  gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler mimara da  desinler ki, sen binalardan kendine göre değil başkasına göre, kendi  bilginle değil başkasının bilgisiyle sözedeceksin. Kimse sormadan  kendi değerlerini ortaya koymak bir övünme ise niçin Cicero  Hortentius'un, Hortentius Cicero'nun söz güzelliğini öne sürüyor?  Bana diyebilirler ki: Kendini kuru sözle değil işle ve eserle anlat. Ben  her şeyden önce düşüncelerimi anlatıyorum, bunlarsa ün ve eser haline  gelemeyecek kadar belirsiz şeyler: Onları söz haline getirmekte bile  güçlük çekiyorum. Birçok olgun ve değerli insanlar herhangi bir iş  görmekten kaçınmışlardır. Yaptığımız işler kendimizden çok  rastlantıların eseridir: Bu işler kendi özlerini belli ederler; beni ise  ancak şöyle böyle, belli belirsiz, parça parça gösterebilirler. Ben kendimi olduğum gibi gösteriyorum: Öyle bir beden yapısı  koyuyorum ki ortaya bir bakışta damarları, kasları, her şeyi yerli  yerinde görüyorsunuz.    Öksürük, sararma, yahut yürek çarpması yalnız bedenin bir kısmını,  onu da şöyle böyle, gösterebilir. Ben yaptıklarımı değil, kendimi, öz  benliğimi anlatıyorum.    Bence insan ne olduğunu bilmekte dikkatli olmalı; iyi tarafını da,  kötü tarafını da aynı titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Eğer ben kendimi  iyi ve olgun görseydim, bunu bağıra bağıra söylerdim. Kendimi  olduğumdan az göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır;  kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır.  Aristoteles'e göre, hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru  hiçbir zaman yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek  de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır. Bence bu kendini  beğenme illetinin esası, kendinden pek fazla hoşlanmak, kendi  kendine hayasızca aşık olmaktır. Bunun en iyi çaresi, kendinden  sözetmeyi yasaklayan ve böylece bizi kendimiz üzerinde düşünmekten  büsbütün alıkoyanların dediklerinin tam tersini yapmaktır. Gurur  insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır. Bu adamlar öyle sanıyorlar ki insanın kendi üzerinde durması,  kendinden hoşlanması, hep kendisiyle uğraşması kendine fazla düşkün  olması demektir. Oysaki aşırı benciller kendilerini pek üstünkörü  bilenler, kendilerinden önce işlerine bakanlardır. Onlara göre kendi  kendisiyle başbaşa kalmak, sırtüstü yatıp vakit öldürmektir; ruhunu  zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak boş hayaller  kurmaktır. Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı birisiymiş gibi.  Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam,  kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman  yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır. Kendi  mertliğiyle övünüp böbürleniyorsa, onu çok geride bırakan Scipion'un,  Epaminondas'ın, bunca orduların ve ulusların hayatlarını hatırlasın.  İnsan kendindeki eksik ve cılız değerleri, üstelik insan hayatının  hiçliğini hesaba katarak düşünecek olursa, hiçbir değeriyle övünmeye  kalkışmaz. Yalnız Sokrates, tanrısının dediğine uyup kendini  gerçekten tanımasını ve küçük görmesini bildiği için Bilge adını  almaya hak kazanmıştır. Kendini böylesine tanıyan adam istediği  kadar kendinden sözetsin. (Kitap 2, bölüm 6)     NASIL YAZMALI  

 Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi  gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır,  yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri  yapar ve uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı  tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides'in bulduğu  çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden  önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş. Böyle derim de  Plutarkhos'tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış ki  bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak konuyu ele alsanız bir taraftan  gelir işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert  bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar kolayca yağma ettirmesi  bayağı gücüme gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde  kalıyor.    Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el  uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle  bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince'sini bilmez,  hele Fransızca'sını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi  yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim  yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben  yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları  pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş  kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum. Bana  dediler mi, yahut ben kendi kendime dedim mi ki: «Sen kaba kaba  benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün  tehlikeli (Ben Fransa sokaklarında söylenen hiçbir sözden kaçmam;  gramer adına kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler); bak şu  cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun; fazla ileri gidiyorsun; sen  boyuna kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes  yalancıktan sanacak.» «- Doğru, derim; ama ben dikkatsizlikten gelen  hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları  düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum? Her yerde böyle çiğ  çiğ göstermiyor muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da  bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.»  (Kitap 3, bölüm V)    Odysseus'un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil  bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort  etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti  uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius. (Kitap 1, bölüm 25)   

 HAYAT VE FELSEFE   

Çok gariptir; çağımızda işler o hale geldi ki felsefe, anlayışlı insanlar  arasında bile, ne teorik ne pratik hiçbir yararı ve değeri olmayan boş  ve kuru bir laf olup kaldı. Bence bunun nedeni, felsefenin ana  yollarını sarmış olan safsatalardır. Felsefeyi, çocuklar için ulaşılmaz,  asık suratlı, çatık kaşlı ve belalı göstermek büyük bir hatadır. Onun  yüzüne bu sahte, bu kaskatı bu çirkin maskeyi kim takmış? O ki hep  bayram ve hoş zaman içinde yaşamayı emreder bize. Gamlı ve buz  gibi soğuk bir yüz içimizde felsefenin barınamadığını gösterir. Felsefeyi barındıran ruh, kendi sağlığıyla bedeni de sağlam etmeli.  Huzur ve rahatın ışığı ta dışardan görünmelidir. Dış varlığı kendi  kalıbına uydurmalı ve böylece ona sevimli bir gurur, hareketli ve  neşeli bir tavır, memnun ve güleryüzlü bir hal vermelidir. Bilgeliğin  en açık görüntüsü, sürekli bir sevinçtir. Onun durumu, aydan daha  yukarda olan şeylerin durumu gibidir. Hem de rahat. Müritlerini  çamur ve kir içinde yaşatan felsefe değil, Barocco ve  Baralipton'culardır. (Skolastikte bazı önerme türleriyle ilgili uydurma  sözcükler.) Onlar felsefenin yalnız adını duymuşlardır. Yoksa nasıl  olur? Felsefe ruhun fırtınalarını dindirmeyi, açlığı ve hastalığı gülerek  karşılamayı, birtakım uydurma müneccim işaretleriyle değil, doğal ve  somut yollarla öğretmeye çalışır. Felsefenin amacı erdemdir; bu  erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir  dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzel,  bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu. Orada erdem yine her  şeyden yüksektedir; fakat yerini bilen olunca, ona gölgeli, çimenli,  güzel kokulu yollardan, güle söyleye, göklerin kubbesi gibi rahat ve  dümdüz bir inişle varılabilir. Bazıları bu yüksek, bu güzel, bu zafer  sevinci dolu, aşk dolu, tadına doyulmaz, yiğitliğine ulaşılmaz erdemin,  tatsızlığa, rahatsızlığa, korkuya, zorbalığa açıkça ve amansızca  düşman olan, kendine doğayı kılavuz, mutluluğu ve zevki eş bilen  erdemin semtine uğramadıkları için gitmişler, güçsüzlüklerine uygun  olarak, böyle kasvetli, titiz, somurtkan, eli sopalı, asık suratlı,  anlamsız bir erdem örneği tasarlamışlar ve onu, insanları korkutmaya  mahsus bir umacı gibi, dünyadan uzak bir kayalığın üstüne,  dikenlikler arasına koymuşlar...    Gerçek erdem zengin, kudretli ve bilgili olmasını, mis kokulu  yataklarda yatmasını bilir. Hayatı sever; güzelliği de, şanı ve onun da,  sağlığı da sever. Fakat onun öz be öz işi, bu nimetler ölçü ile  kullanmasını ve yiğitçe bırakıp gitmesini bilmektir: Çetinliğinden çok  daha fazla büyüklüğü olan bir iş, ki onsuz her hayat bozuk, karışık ve  şekilsizdir ve bu yüzden tehlikeli engeller, dikenlikler ve ejderhalarla  dolmaya elverişlidir. Eğer eğitilecek genç, acayip yaratılışlı olur da  güzel bir yolculuk hikayesi, yahut anlayabileceği bir felsefe konusu  yerine masal dinlemeyi yeğ tutarsa, arkadaşlarının genç dinç  yüreklerini coşturan davullar çalındığı zaman o, kendisini hokkabaz  oyunlarına çağıran arkadaşının yanına giderse, bir savaştan toz  toprağa ve zafere bürünüp dönmeyi, top oyunundan yahut balodan bir  armağanla dönmekten daha hoş ve daha çekici bulmazsa, bu genç için  bir tek çare görüyorum: Eğitmeni onu daha çocukken, kimseye  duyurmadan boğar; yahut da bu gence, bir düka'nın oğlu bile olsa  herhangi bir şehirde pastacılık yaptırılır. Platon der ki, çocuklara  babalarının yeteneklerine göre değil, kendi yeteneklerine göre meslek  bulmak gerekir.    Mademki asıl felsefe bize yaşamayı öğreten felsefedir ve mademki  çocuğun da öbür yaştakiler gibi, ondan alacak olduğu dersler vardır,  niçin çocuğa felsefe öğretilemezmiş:    Udum et molle lutum est; nunc properandus, et acri Fingendus sine  fine rota (Persius)    Çamur yumuşak ve ıslak; çabuk, çabuk olalım. Durmadan dönen  çark biçim versin ona.    Bize yaşamayı ömür geçtikten sonra öğretiyorlar. Cicero dermiş ki,  iki insan hayatı yaşayacak olsam bile, lirik şairleri incelemeye zaman  harcamam. Bence bu dırdırcılar daha hazin bir şekilde yararsızdır.  Çocuğumuzun o kadar yitirecek zamanı yoktur: Pedagogların elinde  ancak hayatının ilk on beş, on altı yılını geçirebilir: Geri kalan zaman  hayatındır. Bu kadar kısa bir zamanı zorunlu bilgilere verelim; üst  yanı emek israfıdır. Hayatımızın işine yaramayan bütün bu çetrefil  diyalektik oyunlarını kaldırıp atın; iyi seçmesini ve iyi açıklamasını  bilmek koşuluyla basit felsefe konuları alın: Bunlar Boccacio'nun  masalından daha kolay anlaşılır. Bir çocuk buları sütnineye verildiği  andan itibaren okuma yazmadan çok daha kolay öğrenebilir.     Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken  de söyleyecekleri vardır. (Kitap 1, bölüm 26)    YASALAR ÜSTÜNE  

 Yasalar doğru oldukları için değil yasa oldukları için yürürlükte  kalırlar. Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir  şeyden değil. Mistik olmak işlerine gelir. Yasa koyanlar da çok kez  budala, ya da eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl  olursa olsunlar, insandırlar sonunda, her yaptıkları şey ister istemez  sudan ve değişkendir.     Yasalardan daha çok, daha ağır, daha geniş haksızlıklara yol açan ne  vardır? (Kitap 3, bölüm 13)    Bir filozofu çiftleşirken yakalayıp, ne yapıyorsun diye sormuşlar: Bir  insan ekiyorum diye cevap vermiş serinkanlılıkla ve hiç utanmadan.  Sarmısak ekerken görülmekle bu işi yaparken görülmek arasında  ayrım yokmuş onun için. (Kitap 2, bölüm 12)  

  BİLGİ VE DÜŞÜNCE   

Öğrenimden kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır. Epiharmus  (Pythagoras okulundan bir filozof.) der ki, insan düşünce ile görür ve  duyar; her şeyden yararlanan her şeyi düzene sokan, başa geçip  yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır. Şu  kesin ki çocuğa kendiliğinden bir şey yapmak özgürlüğünü  vermemekle onu korkak bir köle durumuna sokuyoruz. Retorika ve  gramer üstüne, Cicero'nun şu veya bu cümlesi üstüne öğrencisinin ne  düşündüğünü kim sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize  basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve sözcükler, anlatılan şeyin kendisi  haline gelir. Ezber bilmek, bilmek değildir; belleğimize emanet edilen  her şeyi saklamaktır. İnsan, kendiliğinden bildiği her şeyi ustasına  bakmadan, kitaptaki yerini aramadan, istediği gibi kullanır. Tümüyle  kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir! Böyle bir bilgi bir süs olarak  kullanılsın: Ama temel olarak değil. Nitekim Platon, gerçek felsefenin  sağlam irade, inanç ve dürüstlük, amaçları başka olan öteki  bilimlerinse yalnızca süs olduğunu söyler. (Kitap 1, bölüm 26)   

YAŞAMAK VE ÇALIŞMAK 

  Doğa bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki ihtiyaçlarımızı  gidermek zevkli bir iş de olsun üstelik: Aklımızın istediği şey,  iştahımızın da aradığı şey olsun: Onun kurallarını bozmaya hakkımız  yok.    Caesar'ın ve İskender'in, en büyük işleri başarırken, doğal ve budan  ötürü gerekli ve akla uygun zevkleri bol bol tattıklarını görünce, buna  ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işleri ve yorucu düşünceleri dinç  bir yürekle günlük hayatın bir parçası haline sokmak, ruhu  sağlamlaştırmaktır derim. Zevklerin gündelik zaferlerini olağanüstü iş  saymışlarsa bilge adamlarmış. Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca  hayatını işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz  -Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca  işiniz değil, en parlak, en onurlu işinizdir: Bana büyük işler çevirmek  olanağını verselerdi, neler yapmaya gücüm olduğunu gösterirdim,  deriz. Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi?  Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmek için büyük fırsatlara  ihtiyaç yoktur hangi mevkide olursa olsun, perde arkasında da, perde  önünde de insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil,  ahlakımızı yapmaktır; savaşmak ülke kazanmak değil, yaşayışımıza  dirlik düzenlik getirmektir; En büyük en onurlu eserimiz doğru dürüst  yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geçmek, para yapmak, binalar  kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler, yollardır. Bir komutanın, az  sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tümüyle  serbest ve rahatça, kaygısızca sohbete dalması, Brutus'un herkesin  kendisine ve Roma'nın özgürlüğüne karşı pusu kurduğu bir sırada  gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam bir sessizlik içinde  Polybius'u okuyup notlar yazması ne güzel bir şey! Düşündükçe içim  açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan  sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.    O fortes pejoraque passi    Mecum saepe viri, nunc vino pellite curas;     Cras ingens iterabimus aequor. (Horatius)    Ey benimle bunca çetin işler görmüş yiğitler,     Bugün, dertlerinizi şarapla giderin    Yarın engin denize açılacağız. (Kitap 3, bölüm 13)     RUH VE BEDEN    Güzellik, insanlar arasında, çok tutulan bir şeydir. Aramızda ilk  anlaşma onunla başlar. İnsan ne kadar vahşi, ne kadar kötü yaratılışlı  olursa olsun onun büyüsüne kapılmaktan kendini alamaz. Bedenin  varlığımızdaki payı ve değeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına  ve düzenine verilen önem pek yerindedir. İki temel taşımızı (ruh ve  bedeni) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar tam  tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey  bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp  kendi başına bırakmak değil (Hoş, bunu ancak sahte bir çeşit  maymunlukla yapabilir ya), ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek,  ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek, yanlış yola saptığı  zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten bir  koca olmaktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık  değil, uygunluk ve benzerlik olsun.    

İNSAN VE ÖTESİ  

 Kendini beğenmek insanın özünde, yaratılışında olan bir hastalıktır.  İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır öyleyken en mağruru da  odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisliği içinde oturduğunu, evrenin  en kötü, en ölü, en aşağı katında, göklerin kubbesinden en uzakta, üç  cinsten yaratıkların en kötü haldekileriyle birlikte, dünya evinin en alt  katına bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan  yukarılara çıkıp gökleri ayaklarımın altına indirmek sevdasıyla yaşar.  Aynı hayal gücüyle kendini tanrıyla bir görür; kendisine tanrısal  özellikler verir; kendini öteki yaratıklar sürüsünden ayırıp kenara  çeker, arkadaşları, yoldaşı olan varlıklara yukardan bakar; her birine  uygun gördüğü ölçüde güçler ve yetenekler dağıtır.    Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstünde ne altındayız. Bilge der ki,  göklerin altındaki her şey, aynı yasanın ve aynı yazgının  buyruğundadır.    Indupedita suis fatalibus omnia vinclis. (Lucretius)    Her şey, kırılmaz zincirleriyle bağlı yazgının.    Bazı ayrılıklar, düzeyler ve dereceler vardır; ama her şeyde aynı  doğanın yüzü görülür.    Res quoeque suo ritu procedit, et ommes     Foedere naturae certo discrimina servant (Lucretius)    Her şey kendine göre gelişir ve hepsi     Sürdürür doğa düzeninin ayrılıklarını. (Kitap 11, bölüm 12)     EVİNİ KORUMA    Bunca bekçili, silahlı evler yok oldu gitti de benimki niçin duruyor?  Anlaşılan, diyorum, o evler bekçili, silahlı oldukları için yok olup  gittiler. Korunmak saldırana hem istek veriyor, hem de hak  kazandırıyor: Her korunma savaşçı bir kılığa girer ister istemez. (Kitap 2, bölüm 15)    Bilinecek, bilinince de daha fazla hatırı sayılacak diye iyi adam olan,  insanların kulağına gitmesi koşuluyla iyilik eden kişi, kendisinden  fazla yarar sağlanabilecek bir insan değildir. (Kitap 2, bölüm 16)    AŞK ÜSTÜNE    Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz  şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey  değildir, gibi geliyor bana. Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir  boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın  boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık  yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzelliğin  aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o  acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u düşürdüğü o delice, budalaca,  saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı  anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden  kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip  kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş  dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son  kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara  bakınca, Platon'un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak  diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en  karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum.  Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir  düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus  kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.    Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin  karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de  pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği  işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz.  İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon'un bütün felsefesini  ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve,  insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik  olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu  işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın  da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir?  Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de  uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp  yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece  mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir  belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.    Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en  soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da  bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız,  perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha  büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları,  kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel  arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir  yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen  bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan  taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya... İnsanın  doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa  koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar  ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı  yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok  erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles  ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına  geldiğini söyler.    Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir  bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada:  Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine,  güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman  herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek  yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine  katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir  iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki  başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken  göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini  param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar  demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor  görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar  iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi  kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor.  Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar  da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı  hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki  doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip  karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye  gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi  bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av  kendi kendimizdir.    O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus)    Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.    Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler  uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini  kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya  çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O  kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni  zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı  başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir  yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı  acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar  özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde  arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı  sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak,  bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor. (Kitap 3,  bölüm 5)     DOSTLUK  

 Dost ve dostluk dediğimiz, çokluk ruhlarımızın beraber olmasını  sağlayan bir raslantı ya da zorunlulukla edindiğimiz ilintiler,  yakınlıklardır. Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden  uyuşmuş, karışmış kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip  süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır. Onu (Etienne de la Boetie:  Montaigne'in en iyi dostu. İyi yürekliliği ve bazı şiirleriyle  tanınmıştır.) niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak  şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim.    Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar  coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle  açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor,  kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum.    Öteki sıradan dostlukları buna benzetmeye kalkışmayın: Onları, hem  de en iyilerini ben de herkes kadar bilirim. O dostluklarda insanın, eli  dizginde yürümesi gerekir: Aradaki bağ, güvensizliğe hiç yer  vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Chilon (Eski Yunanistan'ın  ünlü bilgelerinden biri.) dermiş ki: «Onu (dostunuzu), bir gün  kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; ondan, bir gün kendisini  sevecekmiş gibi nefret edin.» Benim anlattığım yüksek ve yalın  dostluk için hiç yerinde olmayan bu davranış, öteki dostluklara  uyabilir. Bunlar için, Aristoteles'in sık sık tekrarladığı şu sözü de  kullanabiliriz: «Ey dostlarım, dünyada dost yoktur...»    Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum: Tattığım zevkler bile,  beni avutacak yerde ölümünün acısını daha fazla artırıyor. Biz her  şeyde birbirimizin yarısı idik; şimdi ben onun payını çalar gibi  oluyorum:    Nec fas esse ulla me voluptate hic frui    Decrevi, tantisper dum ille abest meus particeps (Terentius)    Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden yoksun kalınca,    Hiçbir zevki tatmamaya karar verdim.    Her işte onun yarısı, ikinci yarısı olmaya o kadar alışmıştım ki şimdi  artık yarım bir varlık gibiyim.    Illam meae si partem animae tulit     Maturior vis, quid moror altera,     Nec chanıs aeque, nec superstes     Integer? Ille dies utramque    Duxit ruinam (Horatius)    Mademki zamansız bir ölüm seni, ruhumun yarısı olan seni alıp  götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından  yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün ikimiz birden öldük.    Ne yapsam, ne düşünsem onun eksikliğini duyuyorum. O da benim  için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde  olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü. (Kitap 1,  bölüm 28)    

DOSTLUK BAĞLARI 

  Karı koca arasındaki sevginin, arada bir ayrılmakla gevşeyeceğini  sanırlar. Bence hiç de gevşemez. Tersine, fazla sürekli bir beraberlik  bu sevgiyi soğutur, bozar. Uzaktan her kadın insana hoş gelir. Herkes  kendi hayatından bilir ki, her gün birbirini görmenin tadı başka, ayrılıp  kavuşmanın tadı başkadır. Ayrılıklar benim yakınlarıma sevgimi  tazeler, ev hayatımın tadını artırır. Değişiklik, arzularımı bir o yana,  bir bu yana sürtüp kızıştırır. Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir  ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur. Hele karı koca  dostluğunda, uzun bir iş ortaklığı dolayısıyla bizi birbirimize çekecek,  hatırlatacak nice bağlar vardır.    Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu  kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Ona iyilik etmeyi onun  bana iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her  edeceği iyiliğin bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği  kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş  geliyor, yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda  olmasından daha tatlı gelir. Kaldı ki haberleşmek olanağı varsa insan  ayrı düşmüş de sayılmaz. Ben vaktiyle dostumdan ayrılmada yarar bile buldum. Birbirimizden uzaklaşmakla hayatımızı daha fazla  doldurmuş, olanaklarımızı genişletmiş oluyorduk. Başka başka  yerlerde, o benim için yaşıyor, keyfediyordu, ben de onun için.     Hayatın tadını bir aradaymışız gibi çıkarıyorduk. Hatta bir aradayken  birimizden biri işsiz kalıyordu. O kadar kaynaşmıştık ki ayrı ayrı  yerlerde olmakla anamızdaki gönül birliği bir kat daha  zenginleşiyordu. (Kitap 3, bölüm 9)    DIRDIRCILAR    Mızmız, dırdırcı insanları hiç sevmem; bu adamlar yaşamanın  sevinçlerine yan çizer, dertlere can atar, dertlerle kaynaşırlar: Sinekler  gibi, cilalı pırıl pırıl yerlerde tutunamaz, pürtüklü, pürüzlü yerlere  abanır, oralarda rahat ederler; ya da sülükler gibi kara kan içer, kanla  beslenirler. (Kitap 3, bölüm 5)    Eğitimin insanı bozmaması yetmez, daha iyiden yana değiştirmesi  gerekir. (Kitap 1, bölüm 25)     YALNIZLIK    Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş,  daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı  pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki  bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi  yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde  bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları,  daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve  pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş  olmuyoruz.    Ratio et prudentia curas,    Non locus effusi late maris arbiter, aufert. (Horatlus)    Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir,    O engin denizlerin ötesindeki yerler değil    Ülke değiştirmekle kıskançlık, cimrilik, kararsızlık, korku, tutku bizi  bırakmaz.     Et post equitem sade atra cura. (Horatius)     Ve keder, atımızın terkisine binip gelir.    Onlar manastırlarda, medreselerde bile peşimizi bırakmazlar. Bizi  onlardan ne çöller kurtarabilir, ne mağaralar, ne de bedenimize  ettiğimiz işkenceler    Haeret lateri letalis arundo. (Virgilius)    Öldürücü yara bağrımızda kalır.     Sokrates'e birisi için, seyahat onu hiç değiştirmedi, demişler. O da:  Çok doğal, çünkü kendisini de beraber götürmüştür, demiş.    Quid terras alio calentes    Sole mutamus? patria quis exul     Se quoque fugit? (Horatius)    Niçin başka güneş başka toprak ararsın?     Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın?     İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla  bunaltır onu: Nasıl ki yerine oturmuş yükler daha az engel olur  geminin gidişine. Bir hastaya iyilikten çok kötülük edersiniz yerini  değiştirmekle. Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar  daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp sallamakla. Onun için  kalabalıktan kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş  bitmez: İçimizdeki kalabalık hallerimizden kurtulmamız, kendimizi  kendimizden koparmamız gerek    Rupi jam vincula dicas;    Nam luctata canis nodum arripit; attemen illi,     Cum fugit, a collo trahitur pars longa catenae. (Persius)    Kırdım diyorsun zincirlerini;    Evet, köpek de çeker koparır zincirini,    Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak    Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük  değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize;  onunla dolu kalır düşlerimiz.    Nisi purgatum est pectus, quae prelia nobis     Atque pericula tonc ingratis insinuandum?     Quantae conscindunt hominem cuppedinis acres     Sollicitum curae, quantique perinde timores?     Quidve superbia spurcita, ac petulantia, quantas     Efficiunt clades? Quid luxus desidiesque? (Lucretius)     İçi arınmamışsa, neler bekler insanı,    Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna!     Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar.    Ne korkular içinde kıvranır insan!    Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet,     Öfke, gevşeklik ve tembellik!    Kötülüğümüz içimizde bizim; içimizse kurtulamıyor kendi  kendisinden.    In culpa est animus qui se non efiugit unquam. (Horatius)    Ruhun derdi içinde ve kaçamaz kendi kendinden.    İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı,  ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın  arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek  özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı  hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün başbaşa verip  dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş  gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine  uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın. Kendi  içine çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir;  kendi kendisiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır,  ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız.    In solis sis tibi turba locis (Tibulhıs)    Issız yerlerde kendin için bir evren ol    Erdem, der Antishenes, kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara baş  vurur, ne laflara, ne gösterişlere.    Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle  doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine  takmış, kurşun yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor  bütün hıncıyla; bir başkası, karşı tarafta, kan revan içinde, aç susuz  savunuyor o kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu  yararlığı? Uğrunda ölecekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada  kılım kıpırdatmadan keyif sürmektedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin,  perişan, saçı sakalı birbirine karışmış kitaplıktan çıkıyor gece  yansından sonra: Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir insan olmak  için mi karıştırdı sanırsınız? Yok canım sen de! Ya ölecek o kitaplıkta  ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi düzenle  kurduğunu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazılması gerektiğini. Kim  seve seve feda etmiyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir  paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi ölümümüzden korkmakla  yetinemeyiz; karılarımızın, çocuklarımızın, adamlarımızın ölümünden  de korkmak zorundayız. Kendi işlerimizden çektiğimiz sıkıntı  yetmiyormuş gibi komşularımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere  sokar, bunaltırız kendimizi.     Vah! quemquamne hominem in animum instituere, aut     Parare, quod sit charius quam ipse est sibi? (Terentius)    Vah, vah! Nasıl olur da insan bir şeyi     Kendinden daha çok sevmeye kalkar? (Kitap 1. bölüm 39)   

DEVRİM  

 Bir devleti hiçbir şey yenilik kadar rahatsız etmez: Değişiklik hep  kötülüğe ve zorbalığa yol açar. Bir tek parça bozulunca düzeltilebilir:  Her şeyin özündeki bozulma ve çürüme eğiliminin bizi ilkelerimizden  uzaklaştırmasına da karşı koyabiliriz; ama koca toplumu yeniden  kalıba dökmeye, bu kadar büyük bir yapının temellerini değiştirmeye  kalkmak, düzeltecek yerde silip süpürmek, ufak tefek kusurları toptan  bir kargaşalıkla düzeltmek, hastalıkları ölümle iyi etmek, «Devlet  değiştirmekten çok yıkmak isteyen» (Cicero) kimselerin işidir.  Dünyanın birden düzeleceği yoktur; ama insan kendini sıkan şey  karşısında o kadar sabırsızdır ki, her ne pahasına olursa olsun ondan  kurtulmak ister. Binlerce örnek de gösteriyor ki dünya böyle çabuk  iyileşme aramaktan hep zarar görür: Durumunda genel bir iyileşme  olmadıkça, bir an dertten kurtulması iyileşmesi demek değildir. (Kitap  3, bölüm 9)     PARİS    Fransa'ya ne kadar kızsam Paris'e kötü gözle bakamam;  çocukluğumdan beri yüreğim ona bağlıdır. O, benim içimde en güzel  şeylerle bir aradadır: Sonradan başka güzel şehirler gördükçe onun  güzelliğine daha derin bir sevgiyle bağlandım. Paris'i yalnız kendisi  için seviyorum; yabancı süslere boğulmuş olarak değil, kendi haliyle  seviyorum; kusurlu, belalı taraflarına varıncaya kadar her şeyi ile ve  candan seviyorum. Beni Fransız yapan yalnız bu büyük şehirdir;  halkıyla büyük, dünyadaki yeriyle büyük, hele türlü türlü  rahatlıklarıyla büyük ve eşsiz olan, Fransa'nın onuru ve dünyanın en  soylu ziynetlerinden biri sayılan bu şehirdir. Allah onu  çatışmalarınızdan korusun. Toplu ve birleşik olduğu sürece, her  kuvvete karşı koyabileceğinden eminim; şunu bilelim ki, bütün  partilerin en kötüsü, onu karışıklığa sürükleyecek parti olacaktır. Paris  için beni korkutan yalnız kendisidir; ve onun için korktuğum kadar,  doğrusu, bu devletin hiçbir parçası için korkmam. (Kitap 3, bölüm  9) 

  ÇEVİRİ   

Jacques Amyot'ya (İlk ve büyük Fransız çeviricilerinden (1513- 1593) bizim Fransız yazarları arasında en onurlu yeri vermekte  haksız olmadığımı sanıyorum. Yalnız anlatımının doğallığı ve  temizliği (ki bunda bütün ötekileri aşar), bu kadar uzun bir iş üzerinde  dayanışı, böyle çetrefil ve çetin bir yazarı büyük bir başarıyla  çevirecek kadar derin bilgisi için değil (büyük bir başarıyla diyorum,  çünkü kim ne derse desin, hiç Yunanca bilmememe karşın, çevirinin  her yerinde anlamın pek düzgün ve tutarlı olduğunu görüyorum, o  kadar ki, ya yazarın düşüncesini tam anlamış yahut da uzun bir  uğraştan sonra Plutarkhos'un ruhunu toptan bir kavrayışla kendi  ruhuna aşılamış ve böylece ona hiç değilse aykırı ve birbirini  tutmayan düşünceler söyletmemiştir); Amyot'ya en çok şunun için  minnet borcu duyuyorum ki, ülkesine hediye etmek üzere bu kadar  değerli ve yararlı bir kitabı (Plutarkhos'un «Ünlü Adamlar»ı.) arayıp  bulmuş. Bu kitap bizi içinde bulunduğumuz çamurdan çıkarmasaydı  biz cahillerin hali haraptı: Onun sayesinde bugün konuşmaya ve  yazmaya cüret edebiliyoruz; kadınlar onu okuduktan sonra kocalarına  ders veriyorlar: Hepimizin başucu kitabı oldu. (Kitap 2, bölüm 20)   

 İNSAN DOĞASI 

  İnsan doğasının yetersizliği yüzünden hiçbir şeyi duru ve yalın halde  tutamıyoruz. Kullandığımız her şeyin özü bozulmuştur madenlerin  bile. Altını işimize yarar hale getirmek için başka bir madde ile  karıştırıp bozmak zorunda kalıyoruz.    Ne Ariston'a, Pyrrhon'a ve Stoacılara göre hayatın amacı olan erdem,  ne de Kyrene okuluyla Aristippas'ın sözettikleri haz katıksız olarak  elde edilmiştir.    Kavuşabildiğimiz zevk ve nimetlerin hepsi mutlaka dertlerle,  üzüntülerle karışıktır.    Medio de fonte leporum    Surgit amari aliquid, quod in ipsis floribus angat (Lucretius)    Zevkin kaynaklarında öyle bir acılık var ki,    Çiçekler arasında bile olsa boğazımızı yakar.    Son sınırına varan bir hazda inlemeye, sızlanmaya benzer bir durum  vardır. İnsan can çekişir gibi olur. O kadar ki bu haz son kertesine  geldiği zaman onu en acı sözcüklerle anlatırız: Bitmek, yanmak,  bayılmak, ölmek, «morbidezza» gibi. Tatlı ile acı arasında, bir öz  birliği olduğuna bundan daha iyi kanıt olamaz.    Derin bir sevinçte, eğlentiden çok ciddilik vardır.    Ipsa Felicitas, se nisi temperat, premit (Seneka)    Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur.    Mutluluk bizi ezer.    Eski bir Yunan atasözü de öyle der anlamı aşağı yukarı şudur:     Tanrıların bize verdiği bütün nimetlerin hiçbiri katıksız ve kusursuz  değildir, onları bir dert pahasına satın alırız.    İşte eğlence, keyifle sıkıntı, birbirinden çok ayrı oldukları halde, gizli  birtakım ilintilerle, kendiliklerinden birleşebiliyorlar.    Sokrates der ki: «Tanrılardan biri hazla elemi birleştirip karıştırmak  istemiş, bunu başaramayınca, bari şunları kuyruklarından birbirine  bağlayalım, demiştir.»    Metrodorus, yazgının bir çeşit zevkle karışık olduğunu söylermiş,  bilmem o da aynı şeyi mi söylemek istiyordu; fakat bana öyle geliyor  ki insan kendini hüzne bile bile, isteye isteye, seve seve bırakır. İnsan  mahsus da kederli görünebilir; onu demek istemiyorum. Üzgün  zamanımızda bile gülümseyen, hoşumuza giden, ince ve tatlı bir  şeyler duyar gibi oluruz. Acaba bazı ruhlar için hüzün bir zevk, bir  gıda değil midir?    Est quaedam flere voluptas (Ovidius)    Ağlamak da bir zevktir.    Seneka'da Attalus diye biri der ki: Yitirdiğimiz dostların anısı, çok  eski bir şarabın acılığı gibi, mayhoş elmalar gibi hoşumuza gider.»     Minister vetuli, puer, Falerni,     Ingere mi calices amariores, (Catullus)    Kadehime eski Falernum şarabı döken çocuk, Daha acısından getir  bana.    Doğada şöyle bir karışma da görülür: Ressamlardan öğreniyoruz ki  ağlarken ve gülerken yüzümüzde beliren çizgiler ve hareketler  aynıymış. Gerçekten, resim henüz bitmeden bakacak olursanız çehre  ağlayacak mı, gülecek mi bilemezsiniz. Daha garibi var: Gülme son  sınırına varınca gözyaşlarıyla karışır.    İnsanı dilediği bütün keyiflere kavuşmuş düşünelim. Diyelim ki  bütün bedeni, aralıksız, şehvetin son sınırındaki hazza benzer bir haz  içindedir. Öyle sanıyorum ki insan bu hazzın ateşiyle erir; bu kadar  katıksız, bu kadar sürekli, bu kadar geniş bir şehvete dayanamaz.  Böyle bir duruma düşecek olursak, çürük tahtaya basıyormuş gibi  korkarak kaçmak, içgüdümüzle bu durumdan kurtulmak isteriz. Kendi kendime günahlarımı açarken görüyorum ki, en iyi huylarımda  bile kötüye çalan bir yan var. Korkarım ki Platon (benim şahsen en  temiz yürekle hayran olduğum, doğrulukta herkesten üstün tuttuğum  Platon) en sağlam bildiği doğruluğu iyi yoklasaydı, ki herhalde  yoklamıştır, bu doğrulukta insanın karışık yapısından gelen bir  bozukluk bulurdu. Fakat bu bozukluk çok derinlerde gizlidir; onu  ancak kendimiz görebiliriz. İnsan her bakımdan ve her yönden yamalı,  alaca bulacadır.    Adaletin yasalarında bile mutlaka adaletsiz bir taraf vardır. Platon  diyor ki, yasaların bütün ezici ve üzücü taraflarını anlatmaya kalkanlar  yedi başlı ejderhanın başlarını kesmeye yelteniyorlar. Tacitus şöyle  der:    «Omme magnum exemplum habet aliquid ex iniguo, quod contra  singulos utilitate publica rependitur.»    Örnek olsun diye verilen her cezada kamunun yararına ve bireyin  zararına bir adaletsizlik vardır.    Günlük hayatımızda ve insanlarla olan alışverişlerimizde fazla parlak  ve keskin bir zeka göstermek de doğru değildir. Derin bir anlayış bizi  fazla inceliğe ve fazla meraka götürür. Zekamızın olaylara ve dünya  işlerine daha elverişli bir hale getirebilmek için biraz ağırlaştırmak,  körleştirmek, onu bu karanlık ve bayağı hayata uydurmak için  karartmak ve bulandırmak gereklidir. Nitekim gevşek ve sıradan  zekalar işleri daha kolaylıkla, daha başarıyla çevirirler. Yüksek ve ince  felsefi düşünceler iş görmeye elverişli değildir. Keskin bir düşünce  inceliği, kabına sığmayan bir zeka çevikliği, işlerimize engel olur.  Dünya işlerini daha hoyratça, daha gelişi güzel yürütmeli ve her  zaman talihe büyük bir pay bırakmalıdır. İşleri derin, inceden inceye  düşünüp aydınlatmaya gerek yoktur. Birbirine zıt birçok parlak  düşünceler ve biçimler içinde insan kendini kaybeder:     Volutantibus res inter se pugnantes obtorpuerunt animi.  (Titus-Livius)    Zıt düşünceleri çevire çevire zihinleri sersemleşmişti.    Her işin bütün koşullarını ve sonuçlarını arayıp hesaplayan adam  karar vermekte güçlük çeker; orta bir kafa da işleri görür, büyük  küçük bütün girişimlere yeter. Dikkat ederseniz en iyi işçiler nasıl iş  gördüklerini söylemekten aciz kimselerdir. Buna karşılık, yaptıklarını  çok iyi anlatan kimselerin elinden iyi iş çıktığı pek görülmez. Her iş  üzerinde bol bol, güzel güzel konuşmasını çok iyi bilen birini tanırım  ki, kendisine yılda yüz binlerce gelir getiren bir serveti acınacak bir  şekilde elinden kaçırdı. (Kitap 2, bölüm 20)    Bilim iyi olmasına iyi bir ilaçtır ama hiçbir ilaç saklandığı kabın  pisliğiyle değişip bozulmayacak kadar zorlu değildir. (Kitap 1, bölüm  20)  

 İNSANIN GÜÇSÜZLÜĞÜ 

  Bir filozofu, ince çelik tellerden örülmüş sağlam bir kafes içine  koysalar ve kafesi Paris'in Notre-Dame katedralinin kulelerinden  birinin tepesine assalar filozof akıl yoluyla oradan düşmesi tehlikesi  olmadığını açıkça bilecek, ama yine de (dam aktarma işlerinde  çalışmamışsa) bu kadar yükseklerden aşağı bakar bakmaz korkuyla  ürpermekten kendini alamayacaktır. Çan kulelerinin yüksek  yerlerinde, korkuluklar kafesli oldu mu bu kafesler taştan da olsa,  korka korka dolaşırız. Böyle yerlerde dolaşmanın düşüncesine bile  dayanamayan insanlar vardır. İki kule arasına, üstünde rahatça  gezilebilecek kalınlıkta bir direk uzatsalar, hiçbir felsefi olgunluk, ne  kadar sarsılmaz olursa olsun bize orada yerde yürür gibi yürümek  cesaretini veremez. Ben bunu bizim tarafın dağlarında çok denedim.  Yükseklerden öyle pek fazla korkanlardan da olmadığın halde, o  sonsuz derinlikler karşısında bacaklarım titremeye başlardı. Hem öyle  yerlerde ki uçurumun kenarında boyumdan fazla yer vardı, bile bile  kenara gitmedikçe düşme olasılığı da yoktu... Hekimlerin anlattığına  göre bazı sesler ve çalgılar kimi insanları çıldırma hallerine sokarmış.  Ben kendim masalarının altında bir köpeğin kemik kemirmesini  duyunca deliye dönen kimseler gördüm. Demirin eğelenirken  çıkardığı keskin sese pek az kimse dayanabilir. Boğazında veya  burnunda tıkanıklık olan birinin konuşmasını dinlerken öfkeye, nefrete  kapılan insanlar çoktur. Graechus'ün bir flütçüsü varmış. Efendisi  Roma meydanlarında nutuk verirken bu flütçü arkadan flütüyle onun  sesini yükseltir, alçaltır düzenlemiş. Burada flütün gördüğü iş  dinleyicilerin heyecanını artıran, düşüncelerini değiştiren bazı ses  tonlarını ve hareketlerini bulmaktan başka ne işe yarayabilirdi?     Doğrusu, bir üfürüğün titreyiş ve iniş çıkışlarıyla halden hale giren,  çekilen tarafa giden şu bizim mübarek insanoğlunun sağlamlığına  büyüklüğüne hiç diyecek yok. (Kitap 2, bölüm 12)    ÜN    Yaptığı iyiliği başkaları duysun diye, kendisine daha fazla değer  verilsin diye yapan, doğruluğu dillerde dolaşmak koşuluyla doğru olan  adamdan pek hayır gelmez.    Gredo che'I resto di quel verno cose     Facesse denge di tenerne conto,     Ma fur sin'a que tempo si'nascose,    Che non e colpa mia s'hor'non le conto:     Perche Orlando a far opre virtuose,    Piü ch'a narrerla poi, sempre are pronto,     Ne mai fu alcun'de li suoi fatti espresso    Se non quando hebbe i testimonü appresso (Aristo, Orlando Furioso)    Sanıyorum ki geri kalan kış aylarında Orlando birçok onurlu işler  gördü. Fakat şimdiye kadar bunlar o kadar gizli tutuldu ki, onlardan  sözetmiyorsam suç benim değildir. Çünkü Orlando'nun, isteği parlak  görünmek değil, parlak işler görmekti. Sağlam tanıkları olmadıkça  zaferleri meydana çıkmazdı.    İnsan savaşa girmeyi kendi için bir ödev bilmeli ve beklediği ödül,  bütün iyi davranışların ne kadar gizli olursa olsun, er geç görecekleri  ödül olmalıdır, bu da temiz bir vicdanın iyi bir iş gördüğü için kendi  içinde duyacağı rahatlıktır. İnsan zevki için yiğit olmalı ki yiğit talihin  cilvelerinden uzak kalsın, sağlam ve güvenli bir temel üzerine  yerleşsin.    Virtus, repulsae nescia sordidae     Intaminatis fulget honoribus;     Nec sumit aut ponit secures,     Arbitria popularis aurae. (Horatius)    Başarısızlıktan zarar görmeyen bir değer, hiçbir şeyin lekeleyemediği  bir onurla parlar; böyle bir değer halkın keyfiyle ne yükselir ne de  alçalır.    Ruhumuz yapacağım gösteriş için yapmamalı, her şey içimizde,  hiçbir gözün görmediği en gizli yerimizde olup bitmelidir. Orada  ruhumuz bizi ölüm korkusundan, acılardan, yüzkarasından bile korur,  çocuklarımızı, dostlarınızı, servetimizi yitirmeye dayanacak ve  gereğinde savaşın tehlikelerine atılabilecek bir duruma getirir:    Non emolumento aliquo, sed ipsius honestatis decore.    Çıkar için değil, yiğitlik şanı için. (Cicero)    Böyle bir kazanç, başkalarının hakkımızda iyi yargılar vermesinden  başka bir şey olmayan onurlar ve ünlerden çok daha büyüktür,  istenmeye çok daha layıktır.    Ufacık bir toprak davası için halkın içinden on beş kişiyi seçmeyi  akıl ediyoruz, sonra en önemli davamızı tutup bilgisizliğin,  adaletsizliğin ve kararsızlığın anası olan halkın oyuna bırakıyoruz.  Akıllı bir insanın, hayatını düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakması  akıl kârı mıdır?    «An quidquam stultius quam quos singulos contemmas eos aliquid  putare esse universos?» (Cicero)    Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri  zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?    ... Halk öyle şaşkın, öyle başıboş bir kılavuzdur ki, ne kadar zeki, ne  kadar becerikli olsak adımlarımızı ona uyduramayız. Her kafadan  çıkan bütün o karmakarışık sesler, bizi dört bir yana sürükleyen o kaba  sözler, düşünceler arasında doğru yolu bulmak olacak iş değildir. Bu  kadar kararsız, serseri bir varlığı kendimize kılavuz saymayalım: Her  zaman aklımızın ardısıra gidelim, halkın takdiri de canı isterse  ardımızdan gelsin. Bu takdir zaten talihe bağlı olduğu için onu kendi  yolumuzda giderken de bulabiliriz. Doğru yolu yalnız doğru olduğu  için tutmak istemesek bile, bu yolun eninde sonunda halk için de en  yararlı yol olduğunu göreceğiz ve yine ona döneceğiz:    «Dedit hoc providentia hominibus munus, ut honesta magis  juvarent.» (Qintilianus)    Yazgının insanlara bir lütfu da, namuslu işlerin aynı zamanda en  yararlı işler olmasıdır.    Yunanlı bir balıkçı, bir kasırga sırasında Neptunus'a şöyle söylemiş:       «Ey tanrı, beni ister kurtar, ister batır, ben dümenimi kırmadan  dosdoğru gideceğim.» Zamanımda nice dönek, ikiyüzlü, karışık  insanlar gördüm ki, dünya işlerinde benden daha tedbirli oldukları  halde, benim kurtulduğum felaketlerden kendilerini kurtaramadılar.    Risi successu posse carere dolos. (Ovidius)    Kurnazlıkların para etmediğini gördüm de güldüm. (Kitap 2, bölüm 16)    TANRILAR ÜSTÜNE    En az bildiğimiz şeyler tanrılaşmaya en elverişli olanlardır. Onun  içindir ki Yunanlıların, biz insanları tanrılaştırmalarına bir türlü akıl  erdiremem. Ben kendi hesabıma yılana, köpeğe, öküze tapanları daha  akla uygun görüyorum; çünkü onların huylarını daha az biliyoruz.  Onlara hayalimizle istediğimiz gibi değer biçimler, görülmedik  kudretler vermek daha fazla hakkımızdır. Bizim yaratılışımızın ne  kadar eksikleri olduğunu biliyoruz; tanrıları bize benzer tasarlamak,  onları bizim gibi arzuları, öfkeleri, kinleri, kanları, hazları, ölümleri,  mezarları olan birer varlık olarak düşünmek insan düşüncesinin bir  sarhoşluk zamanına rastlamış olsa gerektir.    Quae procul usque adeo divino ab numine distant.     Inque deum numero quae sint indigne videri (Lucretius)    Bütün bunlar tanrılıktan ne kadar uzak, tanrıların dünyasına ne kadar  aykırı.       «Formae, aetates, vestitus ornatus noti sunt, genera, conjugia,  cognationes omniaque traducta ad similitudinem imböcillitatis  humanae: nam et per turbatis animis inducuntur; accipimus enim  deorum cupiditates, aegritudines, iracundias.» (Cicero)    Tanrıların yüzlerini, yaşlarını, elbiselerini, süslerini biliyoruz;  Şecereleriyle, evlenmeleriyle, akrabalıklarıyla hep biz aciz insanlara  benzetilmişlerdir: Onların ruhları da aynı yanlış yollara sapmaktadır,  tanrıların da tutkularından, kederlerinden, hiddetlerinden  sözedilmektedir.    İnanca, doğruluğa, namusa, özgürlüğe, barışa, zafere, dindarlığa,  hatta hazza, sahteciliğe, ölüme, hırsa, ihtiyarlığa, sefalete, korkuya  hastalığa, felakete, şu zavallı, cılız hayatımızın daha birçok belalarına  birer tanrı işi diye bakmak aynı şeydir.    Quid juvat hoc, templis nostros inducere mores O curvae in terris  animae et caelestium inanes! (Persius)    Bizim ahlak ve törelerimizi, bizim toprağa bağlı, göklerden yoksun  ruhlarımızı tapınaklara sokmaya ne gerek var?    Mısırlılar, tedbirliliği hayasızlığa götürüyor, Apis ve İzis'in vaktiyle  birer insan olduklarını söyleyenlere ölüm cezası veriyorlardı; oysa  böyle olduğunu herkes de biliyordu. Varro der ki, bu tanrılar heykel  ve resimlerinde parmaklarını ağızlarına koymakla sanki rakiplerine:  Sakın bizim aslında birer insan oldugumuzu kimseye söylemeyin,  yoksa insanlar bizi artık saymazlar, demek istiyorlardı.    Mademki insanlar ille de tanrılarla akraba olmak istiyorlar, bari,  Cicero'nun dediği gibi, kendi kusur ve sefaletlerini göklere  çıkaracaklarına, tanrıların değerlerini yere indirip kendilerine mal  etselerdi. Fakat aslına bakacak olursak, insanlar aynı sakat düşünce  ile, hem o türlüsünü hem de bu türlüsünü yapagelmişlerdir.    Yunan filozoflarının, tanrıları inceden inceye bir sıraya korken,  ilintilerini, görev ve yetkilerini büyük bir özenle ayırtederken ciddi  olduklarına bir türlü inanamıyorum. Bana öyle geliyor ki Platon,  Pluton'un bahçesini (cehennemini), gövdelerimizin çürüyüp toprak  olduktan sonra göreceğimiz işkence veya rahatlıkları sayıp dökerken  ve bunları hayattaki duygularımıza benzetirken,    Secreti celant calles, et myrtea circum    Sylva tegit, curae non ipsa in morte relinquunt (Virgilius)    Gizli yerler, defne ormanları onları saklar ve dertleri ölümde bile  peşlerini bırakmaz.    ve Muhammet, Müslümanlara, halılar döşeli, altınlar, zümrütlerle  süslü, en güzel kadınlarla, şaraplarla, acayip yemeklerle dolu bir  cennet vadederken içlerinden gülüyorlardı ikisi de ve ağzımıza bir  parça bal sürüp bizi dünyadaki isteklerimize uygun hayal ve umutlara  düşürmek için mahsus bizim insani ve maddi tarafımıza  sesleniyorlardı. Nitekim birçoklarımız bu gaflete düşerek mahşer  gününden sonra tıpkı dünyadaki çeşitten zevkler ve rahatlıklarla dolu  bir dünya hayatı süreceğimizi sanıp dururuz. İnanabilir miyiz ki  Platon, bu kadar yüksek düşüncelere ulaşmış, «tanrısal» lakabını  alacak kadar tanrılara yaklaşmış olan bir adam, insan gibi zavallı bir  varlıkta aklın ulaşamadığı o esrarlı tanrı gücüne benzer bir taraf  görsün, bu zayıf varlığımızın, cılız duygularımızın sonsuz bir hazza  dayanacak kadar sağlam ve dayanıklı olduğunu sansın? Eğer Platon  bu kanıda ise, biz de ona insan aklı adına şunu söyleriz: Bize öteki  dünyada vereceğin zevkler burada duyduğumuz zevklerse, bunların  sonsuzluğa benzer hiçbir yanları yok. Duyularımızın beşi de ağızlarına  kadar hazla dolacak olsa, ruhumuzun arzulayacağı, umacağı bütün  zevklere erse, bu da hiçtir. Bir şey ki benimdir, bendedir, onda tanrısal  bir taraf yoktur. Dünyadaki durumumuza, hayatımıza bağlı şeylerin  ötede bulunmaması gerekir. Ölümlü varlıklara özgü bütün zevkler  ölümlüdür. Öteki dünyada akrabalarımızı, çocuklarımızı, dostlarımızı  bulmak bizi sevindiriyorsa, hala böyle bir mutluluğa bağlı kalıyorsak,  dünyadaki ölümlü hayatımız orada da devam ediyor demektir. Biz o  yüksek ve tanrısal değerleri ne biçimde hayal edersek edelim, layık  oldukları biçimde hayal edemeyiz: Onları gereğince düşünebilmek  için, düşünülmez, anlatılmaz, anlaşılmaz ve bizim bayağı hayatımızın  nimetlerine hiç benzemez kabul etmek gerekir. Aziz Paulus der ki:  «Allahın kullarına hazırladığı mutluluğu ne insan gözü görebilir, ne de  insan yüreği duyabilir.» Eğer bu mutluluğu duyabilmemiz için  (Platon, senin söylediğin gibi) bizi arıtmalardan geçirip yeni bir  biçime sokacaklarsa, bu değişiklik o kadar büyük, o kadar kökten  olacaktır ki, artık ortada bizden eser kalmayacaktır.    Hector erat tunc cum bello certabat; at ille,     Tractus ab Aemonio, num erat Hector, equo (Ovldius)    O dövüşen adam Hektor'du, fakat öteki,     O atların sürüklediği artık Hektor değildi.    Ahirette, vadedilen ödülleri alacak olan, bizden başka türlü bir varlık  olacaktır.    Qoud mutatur, dissolvitur; interit ergo:     Trajiciuntur enim partes atque ordine migrant (Lucretius)    Değişmek, dağılmak; yokolmaktır    Parçalar oynar yerinden, bozulur düzenleri.    Pitagoras'ın metamorfozlar evreninde ruhların beden değiştirdiğine  bir an inansak bile Caesar'ın ruhunu taşıyan aslanın aynı ihtirasları  duyduğunu, bir Caesar olduğunu kabul edebilir miyiz? Eğer onda Caesar'lık kalıyorsa, Platon'un da tuttuğu bu düşünceye çatanlara hak  vermek gerekir. Bunlar der ki, insan kalıp değiştirdikten sonra yine  kendisi kalırsa, bir evladın, katır şekline girmiş olan annesinin sırtına  binmesi gibi saçmalıklar olabilir. Hayvan bedenlerinin aynı türden  başka bedenlere çevrilişlerinde son gelenlerin eskilerden farksız  olduklarını kabul edebilir miyiz? «Phoenix»in (Yandıktan sonra  küllerinden yeniden doğan efsanevi bir kuş: Anka.) küllerinden bir  kurt peyda olur, sonra bu kurttan başka bir «phoenix» çıkarmış; bu  ikinci «phoenix»in birincisinden başka olmadığı nasıl düşünülebilir?  şu bizim ipeği yapan kurtlar, bakarsınız, ölmüş, kupkuru olmuş  gibidirler, sonra aynı bedenden bir kelebek peyda olur, ondan da  tekrar bir kurt çıkıverir. Bu kurdun birinci kurt olduğunu kabul etmek  gülünçtür. Bir kez yok olan şey artık yoktur.    Nec si materiam nostram collegerit aetas    Post abitum, rursumque redegerit, tu sita nunc est.     Atque iterum nobis fuerit data lumina vitae,     Pertineat quidquam tamen ad nos id quoque factum Interrupta semel  cum sit repetentia nostra. (Lucretius)    Biz öldükten sonra zaman bütün maddemizi yeniden toplasa; ona  bugünkü düzenini geri verse, yeniden hayat ışığına çağrılsak bütün  bunların bizimle hiç ilgisi olmazdı, çünkü bellek ipliği bir kez kopmuş  olurdu.     Platon, sen başka bir yerde diyorsun ki, öteki dünyada ödüllere  kavuşacak olan, insanın yalnız ruh yanıdır. Bu da yine, pek olacağa  benzemiyor.    Scilicet, avolsis radicibus, tu nequit ullam     Dispicere ipse oculus rem, seorsum corpore toto. (Lucretius)    Göz, kökleri kopup bedenden ayrılınca, kendi başına kalınca artık  hiçbir şey göremez.    Çünkü, bu hesaba göre, ahiretin nimetlerine kavuşacak olan insan  değildir, yani biz değiliz; çünkü ruh ve beden bizim esaslı iki  parçamızdır; onların birbirinden ayrılması olan ölüm, varlığımızın yok  olmasıdır.    Inter enim jacta est vitai pausa, vageque     Deerrarunt passim motus ad sensibus omnes. (Lucretius)    Hayatın sona erdiği yerde her şey amaçsız olarak ve duygulara  dokunmadan yaşar.    İnsanı yaşatan organları kurtlar kemirirken, toprak hepsini parçalayıp  yerken, insanın acı duyduğundan söz eden yok.    Et nihil hoc ad nos, qui conjugioque    Corporis atque animae consistimus uniter apti. (Lucretius)    Bütün bunların hiç ilişkisi yok bizimle,     Çünkü biz ruhla beden bir aradayken varız. (Kitap 2, bölüm 12)   

AYLAK RUHLAR 

  Boş bırakılmış topraklar, gübreli ve bereketliyseler, yüz bin çeşit  otlarla dolar. Yararlı olabilmeleri için onlara kazma vuruyor, işe yarar  tohumlar ekiyoruz. Kadınlar kendi başlarına kalınca biçimsiz birtakım  et parçaları çıkarırlar sağlam ve doğal bir beden yaratabilmeleri için  bir tohum almaları gerekiyor. Ruhlar da böyledir; onları bir  düşünceyle uğraştırıp dizginlerini tutmazsanız, uçsuz bucaksız bir  hayal dünyasında, başıboş, öteye beriye dolaşıp dururlar. Böyle bir  aylaklık içinde ruhların kurmadığı hayal, düşmediği kuruntu,  yaratmadığı gariplik kalmaz.    Velut aegri somnia, vanae     Finguntur species. (Horatius)    Sayıklayan hastalar gibi boş hayaller kurarlar.    Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder; çünkü, her yerde  olmak hiçbir yerde olmamaktır.    Quisquis abique habitat, Maxime,     Nusquam habitat. (Martialis)    Her yerde olan hiçbir yerde değildir.     Hayatımın son yıllarını elimden geldiği kadar kaygısız ve salt kendi  rahatımı düşünerek geçirmeye karar verip de köşeme çekildiğim  zaman, ruhuma edebileceğim en büyük iyiliğin onu tam bir başıboşluk  içinde bırakmak olacağını düşünmüştüm; bırakalım kendi kendisiyle  söyleşsin; kendi içinde, kendi hayalinde kalsın, demiştim. Yaşım beni  daha ağırbaşlı, daha olgun bir hale getirdiği için bunu artık kolayca  yapabileceğimi umuyordum; fakat görüyorum ki:    Variam semper dant otia mentem (Lucianus)    Ruh başıboş kalınca türlü hayaller kuruyor.    İstediğimin tersine ruhum, yularından kurtulup kaçan bir at gibi  kendini daha fazla yoruyor. Kafam durup dinlenmeden, hiçbir sıra,  hiçbir ilinti gözetmeden öyle garip düşünceler, öyle saçma sapan  hayaller kuruyor ki, ilerde bunların anlamsızlığını ve acayipliğini  görüp kendinden utansın diye hepsini kaydetmeye başladım. (Kitap 1,  bölüm 9)   

 BİLİNÇSİZ DUYGULAR

   İç savaşlarımızın ikincisinde miydi, üçüncüsünde mi, iyi  hatırlamıyorum, evimin bir fersah kadar ötesine gezmeye gitmiştim.  Benim ev de bütün kargaşalıkların göbeğinde olmuştur her zaman.  Uzağa gitmediğim ve güvensizlik duymadığım için yanıma fazla adam  almamış, pek uysal, ama hiç de sağlam olmayan bir ata binmiştim.  Dönüşte bu attan alışkın olmadığı bir hız istemek zorunda kaldım bir  ara. Adamlarımdan biri, geme dizgine kulak asmayan gürbüz bir  küheylana binmiş iri yan delikanlı, arkadaşlarım geçip caka satmak  için dolu dizgin üstüme geliverdi. Ben küçük, at küçük, adam bütün  ağırlığı, dev cüssesiyle bir çarpınca biz ikimiz de tepetaklak gittik. At  bir yana serili, ben sırt üstü on adım ötesinde; yüzüm gözüm yara bere  içinde; elimden fırlamış kılıcım beş kulaç uzaklarda, üstüm başım  param parça, kımıltısız, duygusuz bir kütük. Geçirdiğim tek  baygınlıktı bu. Adamlarım beni ayıltmak için ellerinden geleni  yaptıktan sonra öldüm sanmışlar ve kollarına alıp zor bela evime  getirmişler. Yolda ve iki uzun saat ölü sayıldıktan sonra kımıldamaya,  soluk almaya başladım. Mideme o kadar kan akmış ki beden onu  boşaltmak için güçlerini diriltmek gereğini duymuş olmalı. Ayağa  kaldırdılar beni ve bir hayli kan kustum. Aynı şeyi birkaç kez  tekrarladıktan sonra biraz canlanmaya başladım. Ama öyle belli  belirsiz, öyle sürüncemeli bir dirilişti ki bu, ilk duygularım yaşamadan  çok daha fazla ölüme yakındı. Hiç unutmadığım bu duygular bana  ölümün yüzünü ve düşüncesini öyle doğal, öyle olağan gösterdiler ki  onunla bir çeşit uzlaşmaya varmış gibiydim. Kendime gelmeye  başlayınca gözlerimin gördüğü o kadar bulanık, silik ve ölüydü ki,  ışıktı yalnız seçebildiğim.    come quel ch'or apre or chiude    Gli occhi, mezzo tra'I somno e I'esser desto (Tasso)    Gözlerini bir açıp, bir kapar gibi     Yarı uyur, yarı uyanık bir insan.    Ruhun görevleri bedeninkilerle birlikte, aynı yavaşlıkta  kalkınıyorlardı. Kendimi kan içinde gördüm; çünkü üstüm başım  kustuğum kanlara boyanmıştı. İlk düşündüğüm şey kafama bir kurşun  girdiğini sanmak oldu; gerçekten o sırada çevremizde tüfekler  patlıyordu. Canım dudaklarımın ucunda tutunur gibiydi yalnız; çıkıp  gitmesine yardım edeyim diye gözlerimi kapıyor, uyuşmaktan,  kendimi bırakmaktan haz duyuyordum. Her şey gibi yumuşacık ve  hafif bir hayal yaşantısında yüzüyordum; hiçbir acı duymadıktan  başka. Rahatsızlık şöyle dursun, uykuya dalmak üzere duyulan tatlılık  vardı bunda.    Öyle sanıyorum ki can çekişirken kendini bilmez olanların durumu  da budur: Büyük acılar duyuyorlar, ruhları işkence içinde kıvranıyor  sanarak onlara acımamız yersizdir. Birçoklarına karşı, Etienne de la  Boite'ye karşı bile ben hep böyle düşünmüşümdür. Ölüme yakın halde  aygın baygın gördüklerimiz, uzun bir sancıdan bitkin düşenler, inme  inenler, sara nöbeti geçirenler, başından yara alanlar, kimi zaman  iniltiler çıkarır, derin derin soluk alırlar, bedenlerinde kıvranmaya  benzer kımıltılar olur. Bunlara bakarak onların kendilerini az çok  bildiklerini sanırız; oysa, ben derim ki, ruhları da, bedenleri de  uykudadır:    Vivit, et est vitae nescius ipse suae (Ovidius)    Yaşıyor ama, bilmiyor yaşadığını.    Organların uğradığı o büyük çarpılma, duyguların düştüğü o büyük,  derin uyuşma içinde insanın kendini bile bile gücünü sürdürebileceğine  inanamam; böyle olunca hangi düşünce onlara azap çektirecek,  durumlarının korkunçluğunu anlatıp duyurtacak? İşte bundan ötürü pek  acınacak durumda olmadıkları kanısındayım.     Bence en dayanılmaz, en korkunç durum uyanık olup da azap çeken  bir ruhun duyduğunu anlatma olanağını bulamamasıdır. Dili  kesildikten sonra işkence edilen insanların durumuna benzetebiliriz  bunu...    Birçok hayvanların, hatta insanların, öldükten sonra kaslarını  sıktıkları, oynattıkları görülür. Herkes bilir kimi uzuvlarımız bizden  hiç de izin almadan kımıldar, dikilir ve yatarlar. Yalnızca derimizi  oynatan bu etkilemeler bizim sayılmaz. Bizim olmaları için insanın  bütünlüğüyle işe karışması gerekir. Uyurken elimizin, ayağımızın  duyduğu acılar bizim değildir. (Kitap 2, bölüm 6)   

FİLOZOFLAR VE TANRILAR 

  Thales'e göre tanrı her şeyi sudan yaratmış bir güçtü.  Anaximandros'a göre tanrılar değişik mevsimlerde doğup ölüyorlardı  ve sayıları sonsuz dünyalardı bunlar. Anaximenes'e göreyse hava  tanrıydı, yaratılmış, uçsuz bucaksız ve hep hareket durumundaydı.  Anaxagoras, ilk kez, her şeyin düzen ve davranışını sonsuz bir ruhun  gücü ve aklı yönetimini ileri sürdü. Alkmeon tanrılığı güneşe, aya,  yıldızlara ve ruha veriyordu. Pythagoras'ın tanrısı bütün nesnelerin  yaratılışına dağılan bir ruh oluyor, bizim ruhlarımız da ondan  kopuyordu. Parmenides tanrıyı, göğü çevreleyen ve dünyayı ışığın  kızgınlığıyla ayakta tutan bir çember haline getiriyordu. Empedokles'e  göre tanrılar dört unsurdu ve her şeyi bunlar yapıyordu. Protagoras  tanrıların varlığı, yokluğu ve nitelikleri üstüne bir diyeceği olmadığını  söylüyordu. Demokritos'a göre tanrı olan kimi zaman imgeler ve  çevrintileridir, kimi zaman bu imgeleri çıkaran doğa ve sonunda  bilgimiz ve zekamızdır. Platon, inancını değişik yönlere dağıtır:  Timaios'da dünyayı yaratanın adı olmayacağını söyler; Yasalar'da  tanrı varlığının araştırılmasını ister; aynı kitapların başka yerlerinde  dünyayı, göğü, yıldızlan, toprağı ve ruhlarımızı tanrılaştırır, ayrıca her  devletin eski düzeninde benimsenmiş olan tanrıları da benimser  Xenophanes Sokrates'i aynı karışık öğretiler içinde gösterir: Kimi  zaman tanrı'nın biçimi araştırılmamalıdır, kimi zaman tanrı güneştir,  kimi zaman ruhtur hem bir tektir hem de bir sürüdür. Platon'un yeğeni  Speusippos tanrıyı, her şeyi yöneten, bir çeşit hayvansı güç olarak  düşünür. Aristoteles'e göre tanrı kah evren, kah ruhtur; kimi zaman  evrene başka bir baş bulur, kimi zaman da tanrıyı göğün ateşliliği  olarak görür. Zenokrates'te sekiz olur tanrı: Beşi gezegenlerin beşlisi,  altıncısı duran yıldızların tümü, yedinci ve sekizinci de ayla güneştir.  Herakleitos değişik görüşler arasında gider gelir, sonra tanrıyı  duygudan yoksun eder biçimden biçime geçiştirir ve sonunda yerle  gök olduğunu söyler. Theophrastes aynı kararsızlık içinde türlü  fantazyalardan geçer, dünyanın yönetimini kah zekaya, kah yıldızlara  bağlar. Strato'ya sorarsanız tanrı üretme, çoğaltma ve azaltma gücü  olan doğadır biçimi ve duygusu yoktur. Zenon'un tanrısı iyiyi buyurup  kötüyü yasaklayan doğal yasadır; yaratıklara o can verir; Zeus, Hera,  Vesta gibi geleneksel tanrılaraysa yer vermez Zenon. Diogenes  Apolloniates'in tanrısı havadır. Xenophanes'in tanrısı yuvarlaktır,  görür, işitir, ama soluk almaz; insan yaratılışıyla hiçbir ortak yanı  yoktur. Ariston tanrının biçimce hiçbir şeye benzetilemeyeceğini,  duyarlığı olmadığını söyler, canlı mı, nedir, ne değildir bilinmez.  Kleanthes'e göre tanrı bazen akıl, bazen evren, bazen doğanın ruhu,  bazen de her şeyi kuşatıp saran yüksek bir sıcaklıktır. Zenon'un  çağdaşı Perseus'a göreyse insanlığa önemli bir hizmette bulunmuş ya  da yararlı şeyler bulmuş olanlara tanrı adı verilmiştir. Khrysippos  yukarıda söylenenlerin hepsini karmakarışık bir araya getiriyor ve  yarattığı bin bir çeşit tanrı arasına ölümsüzlüğe ulaşmış insanları da  katıyordu. Diagoras ve Theodonıs tanrı adına ne varsa hepsini  yadsıyorlardı. Epikuros'da tanrılar ışıklı ve saydamdırlar; içlerinden  hava geçebilir iki kale arasındaymış gibi iki dünya arasında otururlar;  kaza bela semtlerine uğramaz; yüzleri insan yüzü, uzuvları insan  uzuvlarıdır, ama hiçbir işte kullanılmaz bu uzuvlar.    Ego deum genus esse semper dexi, et dicam caelitum;     Sed eos non curare opinor, quid agat humanum genus. (Emnius)    Tanrılar vardır dedim ve diyeceğim her zaman     Ama insan işleriyle uğraştıklarına inanmam.    Bunca filozof beyninin curcunasını gördükten sonra gelin de güvenin  felsefenize; buldum diye övünün çörekteki baklayı!..    Tanrılaşmaya en elverişli olan en az bildiğimiz şeylerdir; öyleyken  eskilerin biz insanları tanrılaştırmış olmaları aklın almayacağı bir  şeydir. Ben olsam yılana, köpeğe, öküze tapınanları daha haklı  bulurdum; çünkü bu yaratıkların niteliğini, iç varlığını daha az  biliyoruz; hayal gücümüzü onlar için daha keyfimizce işletebilir,  olağanüstü güçler görebiliriz onlarda. Ama tanrıları, kusurlarını  bilmemiz gereken kendi yaratılışımıza benzetmek, onları arzu, öfke,  öcalma, evlenme, akrabalık, aşk ve kıskançlıklarımızla, bizim  organlarımız, coşkunluklarımız, keyiflerimiz, ölümlerimiz,  mezarlarımızla düşünmek için insan kafasının olmayacak bir  sarhoşluk geçirmiş olması gerekir... (Kitap 2, bölüm 12)   

ARAMA SEVGİSİ

  Demokritos sofrasına gelen incirleri yerken bir bal kokusu almış ve  hemen bir araştırmadır başlamış kafasında, o güne dek incirlerinden  almadığı bu koku nerden gelebilir diye. Merakını gidermek için  kalkmış sofradan, incirlerin toplandığı yeri görmeye gitmek istemiş.  Sofradan niçin kalktığını duyan hizmetçi kadın gülmüş: Boşuna  zaman kaybetmeyin, demiş; incirleri bal çanağına koymuştum  toplarken. Demokritos'un canı sıkılmış bu araştırma fırsatını kaçırdığı,  bir merak konusu elinden alındığı için. Hadi be sen de, demiş hizmetçi  kadına, keyfimi kaçırdın; ama ben yine de bal kokusu incirde  kendiliğinden varmış gibi nedenini araştıracağım. Böyle demiş ve  yanlış, kendi varsaydığı bir etkiye doğru nedenler bulmaktan geri  kalmamış. Ünlü ve büyük bir filozofun bu hikayesi, sonunda bir  kazanç umudu olmaksızın, bizi seve seve bir şeylerin ardına düşüren  araştırma tutkumuzu apaçık anlatıyor. Plutarkhos'un anlattığı buna  benzer bir örnekte de adamın biri arama zevkini yitirmemek için  kuşkulandığı gerçeğin kendisine söylenmesini istemez: Kana kana su  içme zevkini yitirmemek için hekimin kendisini sıtmadan  kurtarmasını istemeyen hasta gibi.     Tıpkı bunun gibi, ruhun her türlü beslenişinde zevk çok kez tek  başınadır, hoşumuza giden her şey besleyici ya da sağlığa yararlı  değildir. Düşüncemizin bilimden aldığı da, ne karın doyurduğu, ne de  sağlık getirdiği halde hazdır yine de.    Her şeyin bir adı bir de kendisi vardır. Ad, nesneyi gösteren, arılatan  bir sestir ad, nesnenin, özün bir parçası değildir; nesneye eklenen  yabancı, nesne dışı bir takıntıdır. (Kitap 2, bölüm 16)     MUTLULUK ÜSTÜNE    Scilicit uftima semper    Expectanda dies homini est, dicique beatus     Ante obitum nemo, supremaque funera debet  (Ovidius)    İnsanın son gününü beklemeli her zaman     Mutlu dememeli ona ölmeden    Cenazesi kaldırılmadan.    Bu konuda Krezus'u hikayesini çocuklar da bilir;    Pers kralı onu esir edip ölüme mahkum edince sehpaya giderayak,  Ah Solon, ah Solon! diye bağırmış. Krala götürmüşler bu sözü, o da  ne demek istediğini sordurunca Solon'un kendisine verdiği bir öğütün  ne doğru çıktığını anlatmış. Solon bir gün demiş ki ona: «Talih ne  kadar güleryüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden  insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız,  değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir durumdan bambaşka bir  duruma geçiverir.»    Agesilaus da, Pers kralının o kadar genç yaşta öyle büyük bir devlete  konduğu için mutlu sayılabileceğini söyleyen birine: İyi ama, demiş,  Priamos da o yaşta mutsuz değildi. O büyük İskender'den sonraki  Makedonya krallarının Roma'da dülgerlik, budamacılık yaptıkları,  Sicilya zorbalarının Koryntos'da çocuk bakıcısı oldukları görüldü.  Dünyanın yarısını fethetmiş, bunca orduları yönetmiş bir İmparator bir  Mısır kralının aşağılık adamlarına yalvarma zavallılığına düşüyor: Altı  yedi ay daha az yaşamış olsa bu hale düşmeyecekti koca Pompeius.  Bizim babalarımız zamanında da, bütün İtalya'yı o kadar uzun süre  sarsmış olan Milano Dukası Sforza, zindanda öldü, daha kötüsü on yıl  yaşadı o öldüğü zindanda. Hıristiyanlık dünyasının en büyük kralının  dulu, kraliçelerin en güzeli, Maria Stuart, cellat eliyle ölmedi mi  geçenlerde? Binlerce örneği var bunun. O kadar ki, fırtınalar,  kasırgalar nasıl mağrur ve yüksek yapılarımıza daha çok yüklenirlerse,  bu dünyanın büyüklerini yukarılarda kıskanan güçler var diyeceği  geliyor insanın. Ve talih sanki ömrümüzün son gününü bekliyor, uzun  yıllar boyunca yaptığını bir anda yıkma gücü olduğunu göstermek  için. Laberius gibi bağırttırmak için bizi: Gereğinden bir gün fazla  yaşamışım! diye.    Solon'un doğru sözü böyle yorumlanabilir. Ama o bir filozof  olduğuna ve filozoflar mutluluğu, mutsuzluğu talihin cilvelerine  bağlamadıklarına, büyüklüklere zaten önem vermediklerine göre, daha  derin düşünmüş ve demek istemiş olabilir ki bence, ömrümüzün  mutluluğu, soylu bir ruhun rahatlığına, doygunluğuna, düzenli bir  kafanın kararlı ve güvenli oluşuna bağlı olduğu için, hiçbir insana,  komedyasının en son ve kuşkusuz en zor perdesini oynamazdan önce  mutlu denemez. O perdeden önce maske takınmış, felsefenin güzel  öğütlerine gösteriş olsun diye uymuş, ya da sarsıcı olaylarla  sınanmadığımız için hep sağlam yürekli kalmayı başarmış olabiliriz.  Ama ölüm karşısında son rolümüzde, gösterişe yer kalmaz artık, o  zaman ana dilimizle konuşmak, dağarcığımızda iyi kötü ne varsa  olduğu gibi ortaya dökmek zorundayız.    Nam verae voces tum demum pectore ab imo     Ejiciuntur, et eripitur persona, manet res. (Lucretius)    İşte o zaman içten sözler dökülür yürekten     Maske düşer, yüz kalır ortada.    İşte onun için hayatımızın bütün eylemleri bu son mihenk taşında  denenmelidir. Başlıca gündür o, bütün öteki günleri yargılayan  gündür. Bütün geçmiş yılların hesabı o gün verilmeli, der eskilerden  biri. Ben de çalışmalarımın meyvesini denemeyi ölüme bırakıyorum.  O zaman görürüz düşüncelerimin ağzımdan mı, yüreğimden mi  çıktığını... (Kitap 1, bölüm 19)   

AMERİKA'NIN BULUNUŞU 

  Dünyamız az önce bir başka dünya buldu. Bunun sonuncu kardeş  olduğunu kim söyleyebilir. Bugüne dek inlerin cinlerin bildiği yoktu  bu yeni dünyayı. Bizimki kadar büyük, insan dolu, kanlı canlı bir  dünya bu; ama o kadar yeni, o kadar çocuk ki a.b.c. öğreniyor henüz.  Elli yıl öncesine kadar ne yazı biliyordu, ne tartı, ne ölçü, ne giysi, ne  buğday, ne üzüm. Doğanın kucağında çırılçıplaktı; anası ne verirse  onunla besleniyordu. Biz dünyamızı son çağında, şair Lucretius da  gençlik yıllarında görmekte aldanmıyorsak, biz karanlığa gömülürken  bu dünya aydınlığa yeni erecek daha. Bütün dünya bir inme geçirecek  de sanki, bir kolu tutmaz olup öteki kolu sağlam kalacak. Ama çok  korkarım ona dokunmakla çöküp yıkılışını hızlandırmış, inançlarımızı,  bilim ve sanatlarımızı onlara pek pahalıya satmış olacağız. Bir çocuk  dünyaydı bulduğumuz; öyleyken biz onu ne doğal değer ve  gücümüzün üstünlüğüyle dizginimiz altına soktuk, ne doğruluğumuz,  iyiliğimizle yetiştirdik, ne de ruh yüceliğimiz, cömertliğimizle  kendimize bağladık. Verdikleri karşılıkların, kendileriyle yapılan  alışverişlerin çoğu gösteriyor ki doğal kafa aydınlığı, kavrama  bakımından hiç de bizden aşağı değiller. Kusko ve Meksiko  şehirlerinin akıllara durgunluk veren görkemi; görülmedik nice şeyler  arasında bilmem hangi kralın o bahçesi ki, meyveleri ve tüm bitkileri  gerçek bir bahçedeki düzen ve büyüklükleriyle altından yapılmış,  sarayında ülkesinde yaşayan bütün hayvanların yine altından  heykelleri, değerli taşlardan, kuş kanatlarından, boyalı pamuklardan  yaptıkları el işlerinin güzelliği zanaattan yana da bizden geri  kalmadıklarını göstermektedir. İnançlara bağlılık, yasalara saygı,  iyilik, cömertlik, dürüstlük, içtenlik gibi erdemlere gelince bunların  bizde onlardakinden daha az olması işimize pek yaradı. Bu  üstünlükleri yüzünden mahvolmuşlar, kendi kendilerini satıp  çiğnettirmişlerdir.    Gözüpekliğe, yiğitliğe gelince, acılara, açlığa, ölüme karşı  dayanmaya, yürek sağlamlığına, sözünün eri olmaya gelince,  bunlardan yana bizim dünyamızın geçmişindeki en ünlü örneklerin  onlarınkileri hiç de aşmadıklarını söylemekten çekinmem. Çünkü  onları altedenlerin nelerden yararlandıklarını düşünelim: Adamları  kandırmak için ne kurnazlıklara, ne dalaverelere başvurmuşlar! Sonra  bu ulusların haklı şaşkınlığı: Birdenbire karşılarına sakallı birtakım  insanlar çıkıveriyor dilleri, dinleri, biçimleri, davranışları bir başka  türlü; üstünde insan bulunabileceğini hayal etmedikleri uzak bir  yerden gelinişler; hiç at görmemiş, hatta sırtında insan ya da yük  taşıyan hayvan görmemiş kimselerin karşısına bilinmedik koca  ejderler üstüne binmiş olarak çıkmışlar bizimkilerin sırtında göz  kamaştıran zırhlar, ellerinde keskin, parıl parıl kılıçlar; onlarsa bir  aynanın ya da bir bıçağın mucizeli pırıltısına karşılık avuç dolusu altın  ve inci vermeye can atıyorlar. Bizim çeliğimizi delebilmek için ne  yeterince bilgileri var, ne gereçleri; toplarımızın, tüfeklerimizin  çıkardığı yıldırımları, gök gürültülerini de katın bunlara. Roma  İmparatorunu bile afallatacak olan o gümbürtüleri; bunların karşısında  çırılçıplak insanlar, yalnızca pamuktan yapabildikleri bir parça  giysileriyle; bütün silahları da yaylar, taşlar, sopalar ve ağaçtan  kalkanlar; sözde dostluğumuza, iyi niyetimize güvenip acayip şeyler  görme meraklarıyla faka basan insanlar... İki dünya arasındaki bu  ayrılığı hesaba kattınız mı, bizim fatihlerin bunca zaferi zafer  olmaktan çıkıyor.    Erkek, kadın, çocuk, kaç binlerce insan tanrılarını ve özgürlüklerini  korumak için ne sarsılmaz bir coşkunlukla kendilerini amansız  tehlikelere atıyorlar; onları hayasızca aldatanların köleliğine  katlanmaktansa bütün belaları, işkenceleri, ölümü ne yiğitçe bir  direnişle seve seve göze alıyorlar; böylesine alçakça zafer kazanan  düşmanlarının elinden ekmek yemektense açlıktan kırılmaya nasıl razı  oluyorlar! Bunlara bakınca öyle sanıyorum ki bu insanlara silah, görgü  ve sayı eşitliğiyle başa baş saldırsalar gördüğümüz bütün savaşların  sonundan daha da kötü bir sonla karşılaşırlar.    Bari bu soylu ülkeyi Büyük İskender, eski Yunanlılar, Romalılar  fethetmiş olsaydı; bunca krallıkları ve halkları böylesine büyük  değişikliğe uğratacak eller, onların vahşi yanını tatlılıkla törpüleseler,  doğanın orada ürettiği güzel tohumları güçlendirip geliştirseler,  toprakların işletilmesine, şehirlerin donatılmasına gerekli olduğu  ölçüde kendi dünyalarının sanatlarının katmakla kalmayarak Yunan ve  Roma erdemlerini o ülkenin yerli erdemleriyle karıştırsalardı! Bizim  oraya götürdüğümüz ilk örnekler, davranışlar o halkları erdeme  hayran etse ve özendirse, onlarla bizim aramızda kardeşçe bir  toplaşma ve anlaşma kurabilse bütün o yeni ülkede ne yaman bir  evrim, bir ilerleme sağlanabilirdi! Çoğunun doğal başlangıçları bu  kadar güzel olan, o yepyeni, o öğrenmeye susamış ruhları kazanmak  ne kolay olurdu! Biz tam tersine bilgisizliklerinden,  görgüsüzlüklerinden yararlanıp onları bizdeki kötü örnekleriyle  kalleşliğe, sefilliğe, cimriliğe, her türlü insanlık dışı davranışlara,  işkencelere alıştırdık. Kim, ne zaman bezirganlığı, alışverişi böylesi  bir sömürüye götürmüştür? Bunca şehir dibinden yıkılıyor, bunca  ulusun kökü kurutuluyor, milyonlarca insan kılıçtan geçiriliyor,  dünyanın en zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor, niçin?  İnciler, biberler, alıp satacağız diye. Aşağılık makine zaferleri bunlar!  Hiçbir zaman kazanç tutkusu, hiçbir zaman haksız sömürü insanları  böylesi korkunç bir kinle birbirine düşünmemiş, bu kadar yürekler  acısı kıyımlara yol açmamıştır.    Deniz kıyısı boyunca altın aramaya çıkmış İspanyollar bereketli,  güzel ve insanı bol bir ülkede karaya çıkıyorlar ve her yerde olduğu  gibi orada da yerlilere kendi kendilerini övüyorlar: Barışsever  insanlarmış, uzak yollardan gelmişlermiş, kendilerini bütün dünyanın  en büyüğü olan Kastilya Kralı yollamış; Tanrının yeryüzündeki  temsilcisi olan Papa bu krala bütün Hint ülkesini bağışlamışmış;  yerliler onun uyrukluğuna girmek isterlerse kendilerine pek iyi  davranacaklarmış; onlardan yiyecek şeyler, bir de bazı ilaçlarda  kullanmak üzere altın istiyorlarmış; ayrıca bir tek tanrı inancını ve  bizim dinimizin doğruluğunu bilmeleri gerekiyormuş, bu dine  girmeleri de haklarında hayırlı olurmuş, yoksa işler sarpa sararmış.  Aldıkları karşılık şu olmuş:    Barışseveriz diyorsunuz, ama görünüşünüz hiç de öyle değil.  Kralınıza gelince, isteyen durumunda olması muhtaç ve yoksul  olduğunu gösteriyor; ona bu toprakları veren ise savaş seven bir adam  olacak, çükü kendisinin olmayan bir yeri başkasına vermekle onu  verdiği yerin eski sahipleriyle cenkleşmeye sürüyor. İstediğiniz  yiyeceklere gelince onları veririz. Altınsa, bizde pek fazla yok; zaten  yaşamak için işimize yaramadığından, bütün istediğimiz de rahatlıkla,  güzellikle yaşamak olduğundan altına pek değer vermeyiz; ama,  tanrılarımız için kullandığımız altın dışında ne kadar bulabilirseniz  çekinmeden alabilirsiniz. Bir tek tanrıya gelince, böyle bir düşünüş  güzel, ama bunca zaman bize yararlı olmuş dinimizi değiştirmek  istemeyiz; dostlarımız, tanıdıklarımızdan gayrısından öğüt almaya da  alışık değiliz. Korkutmalarınıza gelince, durumlarını, güçlerini  bilmediğimiz insanlara meydan okumak akıl karı değildir. Kısacası  topraklarımızdan bir an önce çıkıp gitmeye bakın; silahlı ve yabancı  kimselerin dürüstlüklerine, parlak sözlerine güvenme adetimiz yoktur.  Çekip gitmezseniz siz de şunlar gibi olursunuz...    Böylece konuşmuş yerlilerin kralı ve şehrin çevresindeki kesik insan  kafalarını göstermiş. İşte bu çocuk dünyanın hiç de çocukça olmayan  konuşmalarından bir örnek... (Kitap 3, bölüm 6)    

HASTA GÖRÜNMENİN ZARARLARI ÜSTÜNE 

  Martialis'in bir taşlaması vardır ki, iyilerindendir; çünkü türlü türlüsü  vardır onda taşlamanın. Bunda, Caelius'un başına geleni anlatır hoşça.  Caelius Roma'da büyüklere dalkavukluk etmekten, sabah akşam  yanlarında bulunup arkalarında dolaşmaktan kurtulmak için nekris  hastalığına tutulmuş gibi göstermiş kendini; herkesi inandırmak için  de bacaklarını ovduruyor, sardırıyor ve nekrisli bir hastanın bütün  hallerini takınıyormuş; sonunda talih gerçek bir nekris ikram etmiş  ona:    Tantum cura potest et ars doloris     Desüt fingere Caelius podagram. (Martialis)    Öyle başardı hasta görünme sanatını ki     Gerçekten nekrise tutuldu Caelius    Appianus'da okudum sanıyorum: Adamın biri Roma triumvir'lerinin  cezalarından kaçmak, ardına düşenlerce tanınmamak için saklanıp  kılık değiştirmiş; işi daha da sağlama bağlamak için de tek gözlü  gösteriyormuş kendini. Biraz daha özgür yaşamaya başlayıp da uzun  süre gözüne yapışık kalan bezi çıkarınca bakmış o güzü görmüyor  artık. Belki görme duyusu uzun zaman kullanmamakla uyuşmuş ve  tüm görme gücü öteki göze geçmiştir çünkü, hep farkına  varmamışlardır, kapalı tuttuğumuz göz, etkisinin bir kısmını  arkadaşına yollar, bu yüzden de açık kalan göz büyür ve şişkinleşir.  Martialis'in nekrislisi de hareketsizliğiyle, ovmalarla, merhemlerle  hastalığı yaratan iç etkenleri çağırmış olabilir.    Froissard'ın anlattığı bir sürü İngiliz soylusu da Fransa'ya geçip  bizlere karşı kahramanlıklar gösterecekleri güne kadar bir gözlerini  kapalı tutmaya yemin ederler. Şu düşünce gıdıkladı beni: İster misin  bu şövalyeler de hastalık oynayanların kötü sonuna uğramış,  uğurlarında kahramanlık ettikleri sevgililerinin yanına bir gözleri kör  olarak dönmüş olsunlar!    Çocuklar tek gözlüleri, topalları, şaşıları ve daha başka sakatları taklit  ettikleri zaman anaları onları azarlamakta haklıdır; çünkü, o yaştaki  tazeliğiyle bedenin kötü bir yana eğilebilmesi bir tarafa, talih de bizi  oynadığımız oyuna düşürmekten hoşlanıyor gibi gelir bana. Çok  duymuşumdur hastalık oynarken yataklara düşenleri.    Ben de öteden beri, at üstünde ve yürürken, elimde bir değnek ya da  bir baston tutmaya alışmış, bunda bir zariflik göstermeye, yapmacık  hallerle bastona dayanmaya kadar varmışımdır. Çokları korkutmak  istemiştir beni, bu gösteriş günün birinde zorunluluk olur diye.  Bundan çıkarıyorum ki soyumda ilk nekrisli ben olacağım. Ama bu bölümü uzatıp başka renk katalım ona, körlük üstüne. Plinius  der ki adamın biri düşünde kör olmuş gördü kendini ve hiçbir hastalığı  yokken sabah kör olarak uyandı. Hayal gücü buna neden olabilir, başka yerde söylediğim gibi, Plinius da öyle düşünüyor gibidir; akla  daha uygun gelen şu; beden, görme gücünü yok eden birtakım  gelişmeleri (ki hekimler isterlerse nedenini bulabilirler) için için  duymuş ve adamın öyle bir düş görmesine yol açmıştır.    Seneca'nın bir mektubunda anlattığı buna yakın bir hikayeyi de  ekleyelim: Bilirsin, diye yazıyor Lucilius'a, Harpasta, karımın  soytarısı o deli kadın, babadan kalma göreviyle kalmıştır evimde;  çünkü ben bu korkunç yaratıklara düşmanımdır; kaldı ki canım bir  deliye gülmek isterse, hiç uzağa gitmeden, kendi kendime gülebilirim.  Çok garip, ama gerçek sana anlatmak istediğim: Bu deli kadın kör  olduğunu anlamıyor ve benim evimin karanlık olduğunu ileri sürerek,  kendisini başka yere götürmesini istiyor yöneticisinden ikide bir.  Onun bu durumuna gülüyoruz; ama inan bana ki hepimizin düştüğü  bir durumdur bu: Kimse cimri olduğunu, kıskanç olduğunu kabul  etmez. Körler hiç olmazsa bir yol gösterici isterler; biz kendi  kendimizi sokarız yanlış yollara. Benim yükseklerde gözüm yoktur,  ama Roma'da başka türlü yaşanmaz, deriz; öfkeliysem, güvenli bir  hayat kuramadıysam suç bende değil, gençlikte deriz. Dışımızda  aramayalım kötülüğü, içimizdedir o; ciğerimize işlemiştir. Hasta  olduğumuzu bilmemek de iyileşmemizi daha zorlaştırır. Kendimizi  erkenden bilmeye başlamazsak, nasıl başederiz bunca dertlerle, bunca  kötülüklerle? Oysa felsefe gibi çok tatlı bir ilacımız da var. Öteki  ilaçları ancak bizi iyileştirirlerse hoş buluruz; felsefe ise hem  hoşlandırır, hem iyileştirir bizi.    İşte Seneca'nın beni konumdan uzaklaştıran sözleri; ama yararsız da  sayılmaz bu uzaklaşma. (Kitap 2, bölüm 25)    VİCDAN ÜSTÜNE    İç savaşlarımız sırasında kardeşimle birlikte yola çıktığımız bir gün  kibar davranışlı bir baya rastladık. Bizim hasımlarımızdan yanaymış,  ama ben bilmiyordum; çünkü kendini olmadığı gibi gösteriyordu. Bu  savaşların en kötü yanı bu işte: Düşmanınızla aranızda dil, kılık  kıyafet ayrılığı olmadığı, aynı yasalar, aynı töreler, aynı hava içinde  yetişmiş bulunduğunuz için öyle karışır ki her şey, yanılmaları,  çatışmaları önlemek kolay olmaz. Bu yüzden tanınmadığım yerde  kendi birliklerimize rastlamaktan bile korkardım, sorgu suale, daha da  kötüsüne uğrayabilirim diye. Uğradığım da olmuştu eskiden: Böylesi  bir karışıklık yüzünden adamlarımı, atlarımı yitirdim; hizmetimde  çalışan soylu bir İtalyan çocuğunu da alçakça öldürdüler özenle  büyüttüğüm bu İtalyan'la büyük umutlarla dolu güzelim bir çocukluk  söndü gitti. Kardeşimle rastladığımız yolcuya gelince, adam öyle  şaşkınca bir korku içindeydi ki, yolda atlılara rastladıkça, kralı tutan  şehirlerden geçtikçe öyle beti benzi soluyordu ki, sonunda bunların  vicdan rahatsızlığından geldiğini anladım. Öyle geliyordu ki bu zavallı  adama, yüzündeki maske ve kazağındaki haçlar arasından yüreğindeki  gizli niyetleri okuyacaklar. Vicdanın zorlaması böylesine şaşırtıcı bir  şeydir! Ele verdirir bizi, kendimizi suçlamaya, kendimizle savaşmaya  zorlar bizi; tanık yokluğunda kendimize karşı tanıklık ettirir bize:    Occultum quaties animo torture flagellum (Juvenalis)    İçimizde gizli bir kırbaç taşıyan o cellat.    Şu masal çocukların ağzındadır. Bessus adında biri, bir serçe  yuvasını hiç yüreği sızlamadan bozup yavruları öldürmüş, bundan  ötürü kendisine çatanlara: Haklıydım, demiş; çünkü bu serçe yavruları  durmadan beni babamı, öldürmekle suçluyorlardı haksız yere. Bu baba  katili o güne dek bilinmeden, kuşku uyandırmadan kalmış; ama  vicdanının öc alıcı cadalozları cezayı çekecek olanın kendisine suçunu  açıklatmıştır.    Hesiodos, ceza suçun ardından hemen gelir; sözünü düzeltir: Ceza ile  suçun aynı anda, birlikte doğduklarını söyler. Cezasını bekleyenler  onu çekiyor demektir cezayı hak etmiş olan onu bekliyordur. Kötülük  kendisine işkenceler uydurur:    Malum consilium consultori pessimum (Bir atasözü)    Kötülüğün beterini kötülük eden görür.    Nasıl ki arı başkasını sokunca kendisine daha fazla zarar verir çünkü  iğnesi ve gücü elden gider.    Vitasque in wlnere ponunt (Virgilius)    Açtıkları yarada canlarını bırakırlar.    Kuduz böceklerinde, doğanın bir çelişkisi olarak, kendi zehirlerinin  panzehiri de bulunur. Onun gibi insan kötülükten tat alırken  vicdanında tam tersi bir acılık oluşur ve uyurken uyanıkken, türlü  üzücü kuruntularla azap çektirir bize.    Quippe ubi se multi, per somnia saepe loquentes     Aut morbo delirantes, procraxe ferantur,    Et celata diu in medium peccata dedisse. (Lucretius)    Çünkü çokları uykularında, sayıklamalarında     Suçlamışlar kendi kendilerini,    Gizli kalmış cinayetleri çıkmış ortaya.    Apollodorus düşünde görmüş ki İskitler derisini yüzüyor, kazanda  kaynatıyorlar onu ve bu arada yüreği: Bütün bu kötülüklere ben neden  oldum, diye mırıldanıyormuş. Kötüler hiçbir yerde saklanamaz, der  Epikuros; çünkü ne kadar saklansalar vicdan kendi kendilerini  buldurur onlara.    Prima est haec ultio, quod se     Judice nemo nocens absolvitur.    (Juvenalis)     İlk ceza odur ki, hiçbir suçlu     Kendi yargıçlığından kurtulamaz.    Vicdan içimize korku saldığı gibi, suçsuzsak rahatlık ve güven verir  bize. Ben kendimden söyleyebilirim ki türlü kötü durumlarda, içimden  geçeni, niyetlerimin temizliğini gizlice kendim bildiğim, düşündüğüm  için daha korkusuz adımlarla yürümüşümdür.    Conscia mens ut cuique sua est, ita concipit intra Pectore pro facto  spemque metumque suo. (Ovidius)    Kendi üstüne bildiklerine göre ruhumuz     Umut ya da korku duyar yaptıklarından.    Binlerce örnek verebilirim buna; aynı kişiden üç örnek yeter.    Scipio, Roma halkı önünde ağır bir suçlamaya uğradığı bir gün,  kendisini savunacak ya da yargıçlarına yaranacak yerde şöyle demiş  onlara: Pek yaraşır size, sayesinde dünyayı yargılama yetkisini elde  ettiğiniz bir insanın başını yargılamak.    Bir başka zaman, bir halk hatibinin, üstüne yağdırdığı suçlamalara  karşılık olarak, kendini hiç savunmadan: Gelin yurttaşlarım, demiş  gidelim, böyle bir günde Kartacalılara karşı bana kazandırdıkları zafer  için tanrılara şükredelim. Böyle diyerek kalkmış tapınağa doğru  yürümeye başlamış. Bütün topluluk, kendisini suçlayanla birlikte  ardından gelmiş.     Petilius, Cato'nun dürtüklemesiyle, ondan Antakya'da harcadığı  paraların hesabını sorunca Scipio bu hesabı vermek üzere senatoya  geliyor ve koltuğunun altında koca bir defter gösteriyor, ne verip ne  aldığının orda yazılı olduğunu söylüyor defter istenince vermiyor:  Verirsem kendimden utanırım, diyor ve senatonun önünde kendi  elleriyle param parça ediyor defteri. Vicdanı rahat olmayan bir insanın  böylesi bir güven gösterişi yapabileceğini sanmam. Yüreği yaratılıştan  öyle büyük, yükseklerde bulunmaya öyle alışmıştı ki, der Titus Livius,  suç işlemeye eli varamaz, suçluluğunu savunma durumuna düşmeyi  kendine yediremezdi.    İşkenceler tehlikeli bir suç arama yoludur doğruluktan çok sabır  denemesi olabilir. Çünkü acı çekmek niçin daha çok olanı söyletsin de  olmayanı söylemeye zorlamasın? Tersini düşünürsek, kendine yüklenen  suçu işlememiş olan işkencelere dayanacak kadar sabırlı olursa, suçu  işlemiş olan, yaşamak gibi güzel bir ödülü kazanmak için niye aynı sabrı  göstermesin? Öyle sanıyorum ki bu işkence buluşunun temelinde,  vicdanım etkisinden yararlanma düşüncesi vardır. Çünkü suçlunun  suçunu açıklamasında vicdan işkenceye yardım edip diretme gücünü  azaltabilir; ama öbür yandan suçsuzu işkenceye karşı güçlendirir vicdan.  Doğrusunu söylemek gerekirse bu yol belirsizlikler, tehlikelerle doludur. Öylesi dayanılmaz acılardan kurtulmak için neler söylemez neler  yapmaz insan?    Etiam innocentes cogit mentiri dolor (Publius Syrus)     Acı masuma da yalan söyletir.    Bundan ötürü, yargıcın masum olarak öldürmemek için işkence  ettirdiği insanı hem masum, hem de işkence görmüş olarak öldürttüğü  olur. Binlerce insan işlemedikleri suçları yüklenip başlarını  vermişlerdir. Bunlar arasına Philotas'ı da koyarım; İskender'in bu  dostuna yüklediği suç ve ettiği işkence de böylesi bir sonuca varmıştı. Evet, orası öyle ama, diyorlar, yine de bu, insan güçsüzlüğünün  bulabildiği en az kötü yoldur. Bence pek insanlık dışı bir yol, üstelik  de boşuna çaba! Birçok uluslar bu konuda, kendilerine barbar diyen  Yunanlı ve Romalılardan daha az barbardırlar: Onlara göre suç  işlediği henüz kuşkulu bir insana işkence etmek, ötesini berisini  koparmak korkunç, canavarca bir şeydir. Bilgisizseniz ne yapsın  adam? Suçsuz ölmesin diye bir insanı ölümden beter durumlara  sokmakla haksızlığın büyüğünü işlemiş olmuyor musunuz?  Oluyorsunuz elbet; görmüyor musunuz çoklarının o darağacından  beter işkencelerden geçmemek için ölümü göze aldıklarını?  Öldüresiye işkence etmekle ölüm cezasını önceden vermiş ve  uygulamış olmuyor musunuz?    Şu hikayeyi nerde dinledim bilmiyorum, ama adaletimizin vicdanı  üstüne tam bir düşünce veriyor. Bir köylü kadın, hakseverliğiyle ünlü  bir generale bir askerini şikayet etmiş; bu askerin zorla ufacık  çocuklarının elinden birkaç lokmalık lapayı aldığını; çocuklarına  yedirecek başka hiçbir şeyi kalmadığını, çünkü ordunun çevredeki  bütün köyleri talan ettiğini söylemiş. Ama hiç kanıt yokmuş ortada.  General kadına: İyi bak ve düşün; haksız yere suç yüklüyorsan ceza  görürsün, demiş. Kadın diretince, işin doğrusunu anlamak için askerin  karnını yardırıvermiş. Ve kadın haklı çıkmış. Sorgusu içinde idam  cezası. (Kitap 2, bölüm 5)   

 KENDİ KENDİSİYLE YETİNME

   Krallar hiçbir şeyimi almazlarsa bana çok şey vermiş olurlar hiçbir  kötülük etmezlerse yeterince iyilik etmiş sayılırlar bana. Bütün  istediğim budur onlardan. Ama nasıl şükrediyorum tanrıya, varımı  yoğumu bana aracısız vermiş, beni yalnız kendisine borçlu kılmış  olduğu için! Nasıl yalvarıyorum ona gece gündüz beni hiçbir zaman,  kimseye karşı ağır bir minnet altına sokmasın diye! Ne mutlu bir  özgürlükle bunca zaman yaşadım: Onunla bitsin ömrüm! Bütün çabam kimseye muhtaç olmadan yaşamak.    In me omnis spes est mihi. (Terentius)    Bütün umudum kendimde.    Bunu başarmak herkesin elindedir; ama ölmeyecek kadar yiyecek  içeceği olanlar daha kolay başarabilirler elbet bunu. Bir başkasına  bağlı yaşamak yürekler acısı ve belalı bir şeydir. Kendimiz ki en iyi,  en emin sığınağımız odur; -kendimiz bile güvenilir değiliz yeterince.  Kendimi hem yürekçe -asıl iş yürekli olmakta çünkü-, hem varlıkça  öyle hazırlıyorum ki, başka her şeyimi yitirdiğim zaman kendimle  yetinmesini bileyim.    Hippias gereğinde her şeyden sevine sevine elini çekip Musalarla  başbaşa kalabilmek için kendini bilime vermekle kalmadı; ruhunun  kendi kendiyle yetinmesi, dışardan gelecek rahatlıklardan yiğitçe  vazgeçebilmesi için filozof olmakla da kalmadı; büyük bir merakla  yemek pişirmesini, tıraş olmasını, giysilerini, ayakkabılarını, öte  berisini kendi yapmasını da öğrendi ki, kendi yükünü taşıyabildiği  kadar kendi taşısın ve kimsenin yardımına muhtaç olmasın...    Vermede nasıl bir üstün olma niteliği varsa, almada da bir boyun  eğme niteliği vardır. Onun içindir ki Beyazıt I, Timurlenk'in  gönderdiği hediyeleri küfürler ederek geri çevirmiş. Sultan  Süleyman'ın bir Hint İmparatoruna yolladığı hediyeler de öyle  kızdırmış ki adamı, kabaca reddederek bizim adetimiz almak değil  vermektir, demekle kalmamış, hediyeleri getiren elçileri zindana  attırmış. (Kitap 3, bölüm 9)   

 İYİ AMAÇ UĞRUNA KÖTÜ YOLLAR

   Doğanın yapıtlarındaki evrensel düzende şaşılası bir bağlaşma ve  uyuşma var: Belli ki oluruna bırakılmış ve değişik başların yönettiği  bir düzen değil bu. Bedenlerimizin hastalıkları, nitelikleri, devletlerde,  hükümetlerde de görülüyor. Krallıklar, cumhuriyetler bizim gibi  doğuyor, gelişip parlıyor ve yaşlanıp ölüyorlar. Bedenlerimizin gereksiz ve zararlı akıtlarla dolduğu oluyor: Bunlar iyi akıtlar da  olabilir aslında (çünkü hekimler sağlığımızın fazla iyi olmasından  korkarlar ve her şeyimiz değişken olduğu için derler ki sağlığımız  fazla parlak, fazla kanlı canlı oldu mu özellikle bozmalı, hızını  kesmeli, yoksa belli bir yerde dura kalamayan yaratılışımız düzensizce  ve birdenbire geriye teper işte bu aşırı sağlığı önlemek için atletlere  müshil verir ve kan alırlar bir yerlerinden). Ya da kötü akıtlar aşırı  çoğalıyor ki, hastalıkların genel nedeni budur. Buna benzer bir aşırı  çoğalma yüzünden devletlerin hastalandığı görülür ve onlar için de  türlü müshiller kullanmak adet olmuştur. Kimi zaman büyük sayıda  ailelere göç ettirildi, ülkenin yükünü azaltmak için; bunlar gider  başkalarının zararına geçinecek bir yer ararlardı. İşte böylece bizim  eski Franklar Almanya içlerinden gelip Galya'yı aldılar, ilk sakinlerini  kovdular; sonsuz bir insan seli böylece gelişip Brennus ve başkaları  zamanında İtalya'ya aktı. Gotlar, Vandallar için de, bugün  Yunanistan'ın ilk halkını kovup yerine oturanlar için de böyle oldu.  Bunlar kendi yurtlarını bırakıp uzak uzak yerlere gittiler; ve dünyada  bu göçlerin sarmadığı bir iki köşe kaldı yalnız. Romalılar  sömürgelerini bu yoldan kuruyorlardı; kendi kentlerinin aşırı ölçüde  şiştiğini görünce az gerekli halkı çıkarıyor, fethettikleri yerlere  yolluyorlardı. Kimi zaman savaşları bile bile kışkırtıp besledikleri de  oldu: Yalnız adamlarını hep tetikte tutmak, bozulmaların anası olan  işsizliğin daha kötü sonuçlarını önlemek için yapmıyorlardı bunu:    Et patimur longae pacis mala, saevior armis Luxuria incumbit...    Fazla uzun bir barışın dertlerini çekiyoruz Lüks, kılıçtan beter eziyor  bizi.    Cumhuriyetlerinden biraz kan alınmasını sağlamak, gençlerinin fazla  ateşlenen kanlarını serinletmek, fazla taşkın büyüyen bu ağacın  dallarını biraz kısaltıp aralamak istiyorlardı. Kartacalılar' a karşı  açtıkları savaşın nedeni buydu...    Bizim zamanımızda da böyle düşünceler var; içimizde fazla  kaynayan kanı bir komşu ülkeyle yapılacak savaşta akıtmak istiyorlar;  yoksa diyorlar, bedenimizi saran bu ateşli akıtlar başka yere akıtılmadı  mı bizi uzun süre sıtma sıcaklığı içinde tutup sonunda içimizden  çökertirler.     Gerçekten de yabancılarla savaş bir iç savaştan daha tatlı bir beladır;  ama kendi rahatımız için başkalarının  rahatını kaçırmak da öyle  büyük bir haksızlık ki bunu tanrının hoş göreceğini sanmam. Ne var ki yaratılışımızın cılızlığı yüzünden ister istemez iyi bir amaca  ulaşmak için kötü yollara başvurmak zorunda kalıyoruz. Lykurgos,  gelmiş geçmiş yasa koyucuların en erdemlisi ve en olgunu, halkını  içki düşkünlüğünden korumak amacıyla pek haksız bir yol bulmuş;  köleleri olan Elotlar'a zorla içirtirmiş ki, Ispartalılar adamların şarapla  ne durumlara düştüğünü görüp içki düşkünlüğüne karşı iğrenme  duysunlar. Bundan beteri de var: Eskiden ölümün her türlüsüne  hüküm giyenleri hekimlerin canlı canlı kesip biçmelerine izin  verilirmiş ki, iç organlarımızı doğal halinde görebilsinler. Kötü yola  gitmek gerekirse bunu ruhun sağlığı için yapmak beden sağlığı için  yapmaktan daha bağışlanır bir şey. Romalılar da halkı yiğit  yetiştirmek, tehlikeleri ve ölümü hoş görmeye alıştırmak için o  korkunç oyunlara başvuruyorlardı. Gladyatörler herkesin gözü önünde  savaşıyor, birbirini yaralayıp öldürüyorlardı:    Quid vesani aliud sibi vult ars Impia ludi    Quid mortes juvenum, qui sanguine pasta voluptas. (Prudentius)    Bundan geliyordu o ölüm oyunları, o çılgınlık     O kanla beslenen zevk.    Bu gelenek İmparator Teodosius'a kadar sürdü. Doğrusu halkın eğitimi için yaman bir ibret, verimli bir ders oluyordu  bu: Her gün halkın önünde yüz, ikiyüz, bin çift insan silahlanıp  birbirini param parça ediyordu; hem bu işi öyle sağlam bir yürekle  yapıyorlardı ki ağızlarından acıklı ya da acındırıcı bir söz çıktığı, bir  kez sırtlarını döndükleri; rakiplerinin vuruşundan sakınmak için tek  korkakça hareket yaptıkları bile görülmüyordu: Kılıca boyun uzatıyor,  göğüs geriyorlardı. Birçokları ölesiye yara alınca meydan üzerinde  canvermezden önce halka adam yollayıp ölüşlerini beğenip  beğenmediğini sorduruyordu. Durmadan savaşıp ölmeleri yetmiyor,  bu işi sevinçle yapmaları gerekiyordu; o kadar ki ölüm karşısında  biraz çekingen davrandıkları görülünce yuhalar, lanetler yağıyordu  üstlerine.    İlk Romalılar bu işte hükümlüleri kullanıyorlardı; ama sonraları  suçsuz köleler de kullanıldı. Bu iş için kendilerini satan özgür  yurttaşlar, senatörler, Romalı Şövalyeler, hatta kadınlar bile oldu. Çok  şaşırdım, inanmazdım da buna, eğer zamanımızdaki savaşlarda  binlerce yabancı insanın kendilerini hiç ilgilendirmeyen bir kavga  uğruna kanlarını, canlarını sattıklarını görmeseydim. (Kitap 2, bölüm  23)   

KENDİMİZİ İNCELEME 

  Her konudan çok kendimi incelerim. Benim metafiziğim de budur,  fiziğim de.    Qua deus hanc mundi temperet arte domum     Qua venit exoriens, qua deficit unde coactis     Comibus in plenum menstrua luna redit;     Unde salo superant venti, quid flamine captet     Eurus, et it nubes unde perennis aqua.    Sit ventura dies mundi quae subruat aries. (Propertius)    Bu dünya evini nasıl yürütür tanrı;     Ay nasıl yükselir, ufaldıkça ufalır;     Her ay nasıl bütünlenir dolunay;    Deniz üstünde niçin bu yeller, Eurus'un getirdiği;     Nerden gelir bulutları yapan tükenmez su,    Günü gelip yıkılacaksa dünya.    Quaerite quos agitat mundi labor. (Lucianus)    Arayın, siz ki bilmek kaygısındasınız.          Ben bu üniversite içinde kendimi bilgisizce ve kaygısızca dünyanın  genel yasasına bırakıyorum. Bu yasayı içimde duydum mu yeterince  biliyorum sayılır. Benim bilmem, yolunu değiştiremez onun; benim  için değişeceği yok mu yasanın. Bunu ummak delilik, bundan derde  düşmekse daha büyük bir deliliktir çünkü her yerde bir, herkes için  orta malıdır bu yasa.    Yöneticinin iyiliği ve gücü bizim yönetim işlerine karışmamızı  gerektirmeyecek kadar büyüktür.    Filozofça soruşturmalar, derin düşünmeler merakımızı beslemeye  yarar yalnızca. Filozoflar zaten pek haklı olarak doğanın kurallarına  uymayı salık verirler bize; ama bu kurallar pek o kadar yüksek bilgiler  istemez. Filozoflar aslında uzaklaştırıyor bu kuralları ve doğanın  yüzünü bize boya olarak gösteriyorlar; bu yüzden de o kadar bir örnek  olan şeyin türlü çeşit bir sürü resimleri çıkıyor ortaya...    Kendini en yalın sadelikle doğaya bırakmak en akıllıca bırakmaktır.  İyi yapılı bir kafanın dinlenmesi için bilgisizlik ve ilgisizlik ne tatlı, ne  yumuşak, hem de sağlık için ne yararlı bir yastık!    Cicero'yu iyi anlamaktan çok kendimi iyi anlamak isterdim. Kendi  üzerimde edindiğim görgü, iyi bir öğrenci olsam, beni adam etmeye  yeter de artar bile. Geçirdiği aşırı bir öfkeyi, bu azgınlığın kendisine  nelere götürdüğünü aklında tutan kişi, öfkenin çirkinliğini  Aristoteles'te okuyacaklarından daha iyi görür ve daha haklı bir nefret  duyardı ona karşı. Göze aldığı, savuşturduğu belaları, ne sudan  nedenlerle bir durumdan ötekine geçiverdiğini aklında tutanlar,  gelecek değişikliklere, durumlarını kavramaya hazırlıklı olurlar.  Caesar'ın hayatındaki ibret dersleri bizim hayatımızdakinden daha çok  değildir. İmparatorların olsun, halkın olsun herkesin hayatında bütün  insanlık durumları vardır. Dinlemesini bilelim yalnız: Ne eksiğimiz  olduğunu kendi kendimize hep söylemekteyiz. Bir düşüncesinde kaç  kez aldandığını unutmamış insan ne kadar budala olmalı ki kendi  düşüncesinden kuşku duymasın.    Herkesin kendi kendini tanıması öğüdü ne kadar önemli olmalı ki  bilim ve ışık tanrısı Apollon, bize diyeceklerinin özeti olarak onu  tapınağının alınlığına yazdırmış. Platon bilgeliğin, bu buyruğu yerine  getirmekten başka bir şey olmadığını söyler. Sokrates de bunu  Xenophanes diyaloğunda inceden inceye doğrular. Her bilimdeki  zorlukları ve karanlık yanı o bilime girenler bilir yalnız. Çükü  bilmediğini bilmek için bir hayli anlayış olmalı insanda: Bir kapının  kapalı olduğunu anlamak için o kapıyı itmek gerekir. (Kitap 1, bölüm  13)    Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde  bekleyelim. (Kitap 1, bölüm 20)  

 RUH VE BEDEN HAZLARI

   Denebilir ki bence, bu dünya zindanında, ne yalnızca ruh, ne de  yalnızca beden sayılabilecek hiçbir şey yoktur insanda: Ve (kimi din  adamlarının ruhlarını kurtarmak için yaptıkları gibi), insan bedenine  işkence etmek günahtır. İnsanın zevk duymasını en azından, acı  çekmesi kadar hoşgörmemiz gerekmez mi aklımızı kullanırsak?  Azizler nefislerini körletirken acıların en büyüğünü duyuyorlardı;  bileşik olmaları dolayısıyla beden de katılıyordu elbet bu acıya, hiç de  kendi davası olmadan. Öyle ki bedenin acı çeken ruha yalnızca  katılması, yardım etmesiyle yetinmemişler, ona ayrıca korkunç  eziyetler etmişler ki, ruhla beden yarışırcasına insanın, çetinliği  ölçüsünde kurtarıcı bir azaba soksun!    Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, ruhu beden hazlarından soğutmak,  bir köleyi sevmediği bir işe zorlar gibi onu hiçbir şeyden tat almamaya  alıştırmak haksızlık değil mi? Ruha düşen daha çok zevkleri koruyup  geliştirmek, onlara katılıp karışmaktır yönetim görevi ondadır çünkü.  Ruhun yapacağı bir şey de, bence, kendine özgü zevkleri bedene  tadabileceği kadar tattırıp benimsetmek, bu zevklerin ona tatlı  gelmesini, yararlı olmasını sağlamaktır. Çünkü, dedikleri gibi, bedenin  kendi iştahlarına ruha zarar verecek ölçüde düşmemesi gerektiği  doğrudur, ama ruhun da kendi heveslerine bedene zarar verecek  ölçüde düşmemesi neden doğru olmasın?    Benim pek öyle soluğumu kesecek tutkularım yoktur. Benim kadar  boş zamanı olmayan başkalarına cimriliğin, yükselme hırsının,  kavgaların, davaların verdiği aşk daha rahatlıkla verebilirdi bana:  Kendime daha iyi bakar, daha dikkatli, daha tok gözlü, daha alımlı  olurdum; ihtiyarlığın surat asmalarından o biçimsiz, o zavallı surat  asmalarından korurdu beni aşk; daha fazla sevip sayılmanın sağlam ve  akıllıca yollarını aratırdı bana; ruhumu umutsuzluktan, bezginlikten  kurtarıp kendi kendisiyle barıştırdı; benim yaşımdakilere işsizliğin ve  kötüleşen sağlık durumunun yüklediği bir sürü sıkıntılı düşüncelerden,  kasvetli kaygılardan uzaklaştırırdı beni; doğanın ilgilenmez olduğu  kanımı ısıtır, coştururdu; çöküşüne doğru alabildiğine giden bu zavallı  insanın çenesini dik tutturur, sinirlerini biraz gerer, canına dirilik,  tazelik getirirdi. Ama bu mutluluğa yeniden ermenin hiç de kolay  olmadığını iyi bilirim; gücümüz azalıp görgümüz arttıkça zevkimiz  daha nazlı, daha titiz oluyor az şey getirebildiğimiz zaman çok şey  bekliyoruz; seçilmeyi en az hakettiğimiz bir yaşta daha çok seçme  hakkı istiyoruz; kendimizi bildiğimiz için de daha az atılgan, daha  kuşkulu oluyoruz; kendimizin ve başkalarının  durumlarını  bildiğimizden, sevileceğimizden emin olamayız. Kendimden utanırım  kanı kaynayan taptaze gençler arasında:    Cujus in indomito constantior inguine nervus     Quam noca collibus arbor inhaeret. (Horatius)     Onlar ki kalkar dimdik genç uzuvları     Tepeye yeni dikilmiş bir fidan gibi.    Ne işimiz var o sevinç yelleri ortasında bu düşkün halimizle?    Possint ut juvenes visere fervidi     Multo non sine risu    Dilapsam in cineres facem (Horatius)    Görsün diye mi ateşli gençlik     Kahkahalarla gülerek    Bizim küllenen meşalemizi.    Güç de, akıl da onlardan yana; bırakalım meydanı gençlere;  yarışamayız onlarla.    O yeşeren güzellik bu hantal ellere gelmez, kaba yollarla kazanılmaz.  Çünkü, ne demiş bir eski filozof, ardına düştüğü bir körpeden yüz  görmeyişiyle alay eden birisine: Dostum peynirin bu kadar tazesini  olta ısırmıyor!    Aşk, karşılıklı duyumlar, uyumlar isteyen bir ilişkidir. Başka zevkleri  insan ayrı cinsten türlü karşılıklar ödeyerek elde edebilir; ama bunda  aldığını parayla ödemek zorundadır. (Kitap 3, bölüm 5)  

  DOĞAYA UYMA 

  Adetlerimizde, alışkanlıklarımızda, davranışlarımızda her türlü  gariplik ve aykırılıklardan kaçınmalıyız; bunlar insanı başkalarından  ayıran, insanlıktan çıkaran şeylerdir. İskender'in saray nazın  Demophonos güneşte titrer, gölgede terlermiş; böyle bir yaratılışa kim  sinirlenmez? Ben öylelerini gördüm ki, elma kokusuna Azraili  yeğlerler, fare dediniz mi ödleri kopar; kaymak gördüler mi mideleri  bulanır. Germanicus horoz görmeye, horoz sesi işitmeye  dayanamazmış. Bu gariplikler insanın içindeki gizli bir dertten  doğabilir; ama, erkenden çaresine bakılırsa, bunların önüne geçilebilir  sanırım. Ben, kendi hesabıma, bunlardan, gördüğüm eğitim yoluyla  kurtuldum; ama bu iş pek kolay olmadı. Şimdi, biradan başka, her  türlü yiyecek içeceğe iştahım açıktır. Vücut daha kıvrakken, bütün  alışkanlıklara, gereklere göre eğilip bükülmektedir. Bir delikanlı,  iştahının ve iradesinin dizginlerini tutabilmek koşuluyla, bırakın her  ulustan, her çeşitten insanlar ve ahbaplarla düşsün kalksın; hatta,  gerekirse, taşkınlık, serserilik de etsin; herkes gibi yetişsin, her şeyi  yapabilsin, ama yalnız iyi şeyleri severek yapsın. Kallisthenes'in,  Büyük İskender kadar içmeye razı olmayıp bu yüzden kralın  gözünden düşmesini filozoflar bile iyi görmemişlerdir. İnsan kralı ile gülüp eğlenmeli, cümbüş etmeli. Hatta ben bir delikanlının  cümbüşlerde arkadaşlarından daha canlı, daha dayanıklı olmasını  isterim. İnsan kötü şeyleri, bilmediği, beceremediği için değil, canı  istemediği için yapmamalı.    Multum interest utnım peccare aliquis nolit aut nesciat. (Seneka)    Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır.    Fransa'da her türlü taşkınlıktan uzak kalmış bir baya, kibar bir  mecliste: Kral'ın Almanya'daki işlerini görürken, kaç kez sarhoş  olmak zorunda kaldınız? diye sordum; bunu iltifat olsun diye  sormuştum, o da öyle aldı ve üç defa sarhoş olduğunu söyleyerek  üçünün de hikâyesini anlattı. İçki içmemek yüzünden Alınanlar  arasında çok sıkıntı çekmiş olanları bilirim. Alkibiades'in bulunmaz  yaratılışına hayran olduğumu çok kez söylemişimdir. Alkibiades hiç  sağlığı bozulmadan her türlü hayata kolayca girer, çıkar gün olur  İranlılar'dan daha süslü, daha görkemli, gün olur  Lakedemonyalılar'dan daha içine kapalı, daha tok gözlüdür Isparta'da  her zevke perhiz, İonia'da her zevke düşkündür.    Omnis Aristippum decuit color, et status, et res. (Horatius)    Aristippos'a her kılık, her baht yakışır. (Kitap 1, bölüm 26)

    İNSAN AKLI  

 Belki öteki varlıklarda görüldüğü gibi, insanlar için de doğal yasalar  vardır; ama bizde kaybolup gitmiştir; çünkü şu mübarek insan aklı her  yere karışıp düzen vermeye, komuta etmeye kalkmış, dünyanın  yüzünü kendi büyük iddiaları, kararsız görüşleriyle bulandırmış,  karmakarışık etmiş.    Nihil itaque amplius nostrum est quod nostrum dico artis est. (Cicero)    Gerçekten bizim olan hiçbir şey kalmamıştır; bizim dediğimiz,  yapma bir şeydir.    İnsanlar her şeyi başka başka gözler, başka başka düşüncelerle  görürler: Düşünce ayrılıklarının asıl nedeni budur. Aynı şeyin bir ulus  bir yüzüne, bir ulus başka bir yüzüne bakar ve o yüzünde durur. Bir insanın babasını yemesinden daha korkunç bir şey düşünülemez;  ama eskiden bazı kavimlerde bu adet varmış, hem de bunu saygı ve  sevgilerinden yaparlarmış; isterlermiş ki ölü böylelikle en uygun, en  onurlu bir mezara gömülsün; vücutları ve anıları içlerine, ta iliklerine  yerleşsin; babaları sindirme ve özümleme yoluyla kendi diri  bedenlerine karışıp yeniden yaşasın. Böyle bir boşinancı iliklerinde ve  damarlarında taşıyan insanlar için, anasını babasını topraklarda  çürütüp kurtlara yedirmenin en korkunç günahlardan biri sayılacağını  kestirmek zor değildir.    Lykurgos hırsızlığa bir taraftan bakmış; komşusunun malını  habersizce aşıran bir adamın gösterdiği çevikliğe, çabukluğa, cüret ve  ustalığa değer vermiş; herkesin kendi malını daha iyi korumaya  çalışması da ulus için hayırlı olur diye düşünmüş; hem saldırmayı,  hem korunmayı öğreten bu iki tarafın eğitimi askerlik bakımından  yararlı görmüş; ulusuna vermek istediği başlıca bilgi ve değer de  askerlik olduğu için, başkasının malını çalmaktan doğacak olan  karışıklıkları, haksızlıkları hesaba katmamış.    Kral Dionysios, Platon'a, İran işi, uzun, damalı ve kokulu bir elbise  hediye etmiş. Platon: Ben erkeğim; kadın elbisesi giymek istemem,  diyerek almamış; ama Aristippos almış ve demiş ki: İnsan ne giyerse  giysin, erkekse yine de erkektir... Yine Dionysios Aristippos'un  yüzüne tükürmüş: Aristippos aldırmamış. Dostları bu küçüklüğünü  yüzüne vurduğu zaman, onlara: Ne olur? demiş, balıkçılar da ufacık  bir balık tutmak için tepeden tırnağa deniz suyu ile ıslanmaya pekala  katlanıyorlar. Diogenes lahanalarını yıkarken, yanından geçen  Aristippos'a: «Lahana ile yaşamasını bilseydin, bir zalime dalkavukluk  etmezdin» demiş, o da ona: «İnsanlar arasında yaşamayı bilseydin,  böyle lahana yıkamazdın, diye cevap vermiş. Bakın akıl ayrı ayrı  görüşleri insana nasıl kabul ettiriyor. İki kulplu bir çömlek, ister  sağından tut, ister solundan.    Bellum, o terra hospita, portas;    Bello armatur equi, bellum haec armento minantur.     Sed tamen iidem olim curru succedere sueti     Quadrupedes, et frena jugo concordia ferre;    Spes est pacis. (Virgilius)    Bana mesken olan toprak,     Sende savaş belirtileri var.    Savaşa hazırlanıyor bu sürüler, bu atlar.    Ama biz bunların sabana koşulduğunu da gördük     Aynı boyundurukta yürüdüklerini de;    Barış umudumuz yok olmuş değil yine.    Solon'a oğlunun ölümünde, güçsüz ve yararsız gözyaşları dökmenin  doğru olmadığını söylemişler; Güçsüz ve yararsız oldukları için  dökülmeleri daha iyi ya! demiş. Sokrates'in karısı: Ah! bu insafsız  yargıçlar! seni haksız yere öldürüyorlar diye ağlayıp sızlanırken,  Sokrates: Ya haklı olarak öldürseler daha mı iyi olurdu? demiş. Biz kulaklarımızı süs için deleriz; Yunanlılarda ise bu, kölelik  belirtisiydi. Biz karılarımızla gizli gizli sevişiriz; Amerika yerlileriyse  bu işi uluorta yaparlarmış. İskitler yabancıları tapınaklarında kesip  kurban ederlermiş; başka kavimlerde ise tapınağa girene dokunulmaz.     Inde forur vulgi, quod numina vicinorum    Odit quisque locus, cum solos credat habendos     Esse deos quos ipse colit. (Juvenalis)    Böyle azgınlıkları  vardır halkın;    Her ülke nefret eder komşusunun tanrılarından     Ve inanır gerçekliğine yalnız kendi tanrılarının. (Kitap 2, bölüm 12)    

CİNSEL YANIMIZ  

 Tanrılar, der Platon, bize buyruk dinlemez ve zorba bir organ  vermişler. Azgın bir hayvan gibidir bu organ, amansız iştahıyla her  şeyi kendine kul etmeye kalkışır. Kadınlarda da öyle obur, doymak  bilmez bir hayvandır o; zamanında yiyeceği verilmezse deliye döner,  beklemek bilmez, bedenlerini kudurtur, damarlarını tıkar, soluklarını  keser, türlü dertlere yol açar, ta ki ortak arzunun meyvesini içlerine  çeksinler, rahimlerinin dibi bol bol sulanmış, tohumlanmış olsun.    Yasa koyucularımız bunu böylece bilip ona göre gereğini  düşünmelidirler: Cinsel gerçeğin erkenden öğretilmesi daha iffetli ve  daha verimli olmasını sağlar, yoksa herkes onu hayal gücünün keyfine  ve ateşine göre bulmaya kalkar. Kimi kadınlar, arzu ve umut peşinde,  gerçeğin yerine ondan kat kat daha acayip, olmayacak şeyler koyarlar. Platon bunları düşünmemiş midir kadın erkek, yaşlı genç her kesin  cimnastik yaparken birbirini çıplak görmesini isterken? Erkekleri hep  çıplak gören Kızılderili kadınlar hiç olmazsa göz duygularını  soğutmuş oluyorlar. Büyük Peru Krallığında kadınlar bellerinden  aşağısına önü yırtmaçlı bir kumaş sararlar; öyle dardır ki bu etek, ne  kadar edepli olmak da isteseler, her adım atışlarında edep yerleri  gözükür. Gerçi kadınların bunu erkekleri kendilerine çekmek için  yaptıklarını, çünkü o ülkede erkeklerin kendi cinslerine düşkün  olduğunu söylerler; ama şu da denebilir ki, bunu yapmakla  kaybettikleri kazandıklarından fazladır, çünkü tam bir açlık, hiç  değilse gözle doyurulan bir açlıktan daha zorludur. Livia da der ki,  namuslu bir kadın için çıplak bir erkek bir resimden fazla bir şey  değildir. Lakedemonyalı kadınlar, ki evliyken bizim kızlarımızdan  daha bakireydiler, her gün şehirlerinin delikanlılarını çıplak güreşir,  yarışırken görüyorlardı; kendileri de yürürken bacaklarını kapamaya  pek önem vermiyorlardı; çünkü, Platon'un dediği gibi namusları, uzun  eteksiz, yeterince örtüyordu onları. Ama Augustinus'un sözünü ettiği  birtakım adamlar çıplaklığı öyle akıl dışı bir baştan çıkarma gücü  olarak görmüşler ki, kadınların mahşer günü kendi cinsellikleriyle mi,  yoksa, o kutsal ülkede bizi baştan çıkarmamak için, erkek olarak mı  dirileceklerinden kuşkuya düşmüşler!    Kadınları türlü yollardan aldatıp azdırıyoruz, kısacası. Durmadan  hayallerini coşturuyor, dürtüklüyoruz, sonra da dişiliklerine lanet  okuyoruz. Doğrusunu söyleyelim: Biz erkeklerin hemen hepsi kendi  günahlarından çok karısının günahlarından gelecek ayıptan korkar,  kendi vicdanından çok karısının vicdanı üstüne titrer (Aman ne  fedakarlık!); tek karısı ondan daha iffetli kalsın da hırsız olmaya,  yemin bozmaya, karısının adam öldürmesine, aforoz edilmesine  razıdır herkes...    Kötülükleri ne haksızca değerlendirmek bu! Kadınlar da biz de cinsel  taşkınlıktan daha zararlı, daha insanlık dışı binbir ahlaksızlığa  düşebiliriz; ama kötülükleri doğaya göre değil kendi çıkarımıza göre  ölçüyoruz, bu yüzden de tutarsız türlü biçimler alıyor kötülükler.  Ahlak kurallarımızın sertliği kadınların cinsel düşkünlüğünü doğal  niteliğini aşan daha azgın, daha sapık bir hale getiriyor ve böylece  düşkünlüğün sonuçları nedenlerinden daha kötü oluyor. Bilinem  Caesar'ın, İskender'in kazandıkları savaşlar daha mı çetin olmuştur  genç ve güzel bir kadının, bizim gibi beslenen, gün ışığına, dünyaya  açılan, bunca ters örnekler gördükçe gören, durmadan azgın  saldırılara uğrayan bir kadının iffetini savunmasından! Hiçbir  kuşatma bu dayatmadan daha netameli, daha çetin olamaz. Ömür  boyunca zırh taşımak bir bakirelik perdesini taşımaktan daha kolaydır  ve bakireliğini tanrıya adamak fedakarlıkların en zoru olduğu için en  yücesi sayılır. Diaboli virtus in lumbust est, şeytanın gücü beldedir,  der Ermiş Hieronimus. (Kitap 3, bölüm 5)   

İNSANIN DURUMU 

 Benim işim gücüm kendimi incelemek: Yapacak başka işim de yok  zaten. Bakıyorum da öyle çürük taraflarım var ki söylemeye zor  varıyor dilim. Sağlam oturaklı neyim var? Her an sendeleyip  düşebilirim. Gözlerim bir şöyle görüyor, bir böyle. Açken başka  adamım sanki, yemekten sonra başka. Keyfim yerindeyse, hava da  güzelse kötü kişi değilim: Ama bir nasır canımı yakmaya görsün, asık  suratlı, aksi, yanına yaklaşılmaz bir adam olurum. Aynı atın yürüyüşü  bir rahat gelir bana, bir rahatsız; aynı yolu bir uzun bulurum, bir kısa;  aynı biçim bir hoşuma gider, bir zıddıma. Bir gün her işe yatkınım, bir  başka gün hiçbir şey gelmez elimden. Bugün sevindiğim şeye yarın  üzülebilirim. İçimde durmadan değişen, ele avuca sığmayan bir sürü  duygu. Kara kara düşünceler, derken bir öfke; ağlamaklı bir  haldeyken, birdenbire taşkın bir sevinç. Kitapları karıştırırken  bakarım, dün içinde türlü güzellikler bulduğum, oldukça coştuğum bir  yer bugün bir şey demez olmuş bana: Eviririm, çeviririm, orasını  burasını okurum, nafile: O sayfalar boşalmış, yabancılaşmıştır artık  benim için.     Kendi yazılarımda bile her zaman, ilk duyduğum düşündüğüm  şeyleri bulamam. Burada ne demek istemişim acaba derim;  değiştiririm çok kez ve yitirdiğim ilk anlamın yerine ondan değersiz  bir yenisini koyduğum olur. Aynı yolda bir gider bir gelirim:  Düşüncem her zaman ileri götürmüyor beni; bir o yana, bir bu yana  yalpalıyor, gelişigüzel:    . . . Velut minuta magno    Deprensa navis in mari vesaniente vento. (Catullus)    . . . Hafif bir tekne gibi    Azgın fırtınanın denizde bastırdığı.    Çok kez başıma gelmiştir: Oyun olsun diye kendi düşüncemin tam  tersini savunayım derken kafam o tarafa öylesine kendini vermiş,  bağlanmıştır ki, kendi düşüncemi yersiz bulmaya başlayıp  bırakmışımdır. Eğildiğim yere sürükleniveriyorum: Ağırlığım beni  ondan yana düşürüyormuş gibi.    Kendi içine bakan herkes de bunları söyleyebilir, aşağı yukarı.  Kürsüde konuşanlar bilir: Konuşurken duydukları heyecan onları  inanmadıkları şeye inandırır. Soğukkanlı, sakin zamanımızda hiç de  bağlı olmadığımız bir düşünceyi öfkeli anlarımızda nasıl benimser, ne  candan, ne taşkınca savunuruz. Bir avukata davanızı anlatın yalnızca:  Size ikircikli, kararsız laflar eder: Bakarsanız bu adam sizin hakkınızı  da savunabilir, karşı tarafın da. Ama bol para verin, davanıza bir  tutulsun, sizi kazandırmak o zaman nasıl aklı da, bilgisi de sizden  yana olur, hem de ne coşkunlukla. Kafasında birdenbire doğrunun  şimşeği akmış, yepyeni istesin: Bakın bir ışıkla aydınlanmış, davanıza  gerçekten inanmış, bağlanmıştır. Öyleleri vardır ki, dostları arasında  serbestçe düşünürken kıllarını kıpırdatmayan bir düşünce uğruna,  mahkemede, yargıcın sertliğine içerleyerek, inada kapılarak, ya da  şöhretlerini yitirmek korkusuyla ateş alev kesilirler. (Kitap 2, bölüm  12)  

 ÖZGÜRLÜK ÜSTÜNE  

 Özgürlüğe öyle düşkünüm ki, koca Hindistan'ın bir köşesini bana  yasak etseler dünyanın tadı kaçar neredeyse. Hiçbir yerde saklı, eli  kolu bağlı yaşamak da istemem, orada pineklemektense alır başımı  havası, toprağı bana açık bir yere giderim. Hey Allahım! çekilir şey  midir ülkenin bir bucağına çivilenip kalmak? Niceleri, yasalarımıza  aykırılık ettiler diye kentlere, alanlara herkesin gidip geldiği yollara  uğrayamadan yaşayabiliyorlar. Benim hizmet ettiğim yasalar küçük  parmağımı bile köle etmeye kalksalar, nereye olsa gider başka yasalar  arardım. (Kitap 3, bölüm 13)    Cimrilik bütün insan deliliklerinin en gülüncüdür. (Kitap 1, bölüm  14) 

  MUTLULUK 

  Büyük İskender'in dalkavukları onu, Zeus'un oğlu olduğuna  inandırmışlar. Bir gün yaralanıp da yarasından kan aktığını görünce:  Buna ne diyeceksiniz, bakalım? demiş; kıpkızıl, mis gibi insan kanı  değil mi bu? Homeros'un destanlarında tanrıların yarasından akan kan  hiç de böyle değildir. Şair Hermodoros, Antigonos'u öven şiirlerinde,  ona güneşin oğlu diyormuş. Antigonos: Oturağımı döken adam benim  güneşin oğlu olmadığımı çok iyi bilir, demiş. İnsan her yerde hep o  insandır; ve bir insanın özünde soyluluk olmadı mı, dünyanın tacını  giyse yine çıplak kalır.    Puellae Hunc rapiant    Quicquid calcaverit hiç, rosa fiat. (Persius)    Kızlar alsa çevresini     Güller bitse bastığı yerde.    Ruhu kaba ve duygusuz olan için, bütün bunlar neye yarar? İnsanın  sağlığı ve düşüncesi yerinde değilse, hazdan, mutluluktan da bir şey  anlamaz.    Heac perinde sunt, ut illius animus qui ea possidet     Qui uti scit, ei bona, illi qui non utitur recte, mala. (Terentius)    Sahibine göre değişir bir şeyin değeri     Zarar görürse kötüdür, yarar görürse iyi.    Talih insana bütün nimetlerini verse, onları tadabilecek bir ruh  gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına  varmaktır.    Non domus et fundus, non aeris acervus et auri     Aegrosto domini deduxit corpore febres,    Non animo curas: valea possesor oportet,     Qui comportatis rebus bene coqitat uti.    Qui cupit aut metuit, ivuat illum sic domus aut res,    Ut lippum pictae tabulae, formenta podagram.  (Horatius)    Ev, mal, mülk, yığınla tunç ve altın;     Yarasına merhem olmaz    Vücudunda, ruhunda dert olan adamın.     Eldeki nimetleri tadabilmesi için    Keyfi yerinde olmalı insanın.    Ev bark neye yarar dertli, korkulu olana     Gözleri çipilli olan ne yapsın tabloyu,     Damlalı hasta neden gitsin hamama?    Nasıl dili pas tutmuş bir adam Yunan şarabının tadından bir şey  anlamazsa, nasıl bir at üzerindeki zengin koşumların farkında  olmazsa, vurdumduymaz, zevksiz bir ahmak da içinde yaşadığı  nimetlerin tadına varamaz. Platon da der ki: Sağlık, güzellik, güç,  zenginlik ve bütün bu iyi dediğimiz şeyler insanın doğrusuna ne kadar  yaraşırsa, eğrisine de o kadar yaraşmaz; kötü dediğimiz şeyler de  tersine.    Ruhta ve bedende rahatlık olmadıkça, döşek rahat olmuş neye yarar?  Vücudumuza bir iğne, ruhumuza bir dert girdi mi, dünyalar bizim de  olsa rahatımız kaçar. Kum sancıları bir başladı mı, insan ne kadar  devletli, haşmetli de olsa, tacını, tahtını, saraylarını unutmaz mı?    Totus et argento coMlatus, totus et auro. (Tibullus)    Altına, gümüşe gömülü de olsa.    Bir kral öfkelendiği zaman, krallığı onu kızarmaktan, sararmaktan,  deli gibi dişlerini gıcırdatmaktan koruyabilir mi? Kral, kafalı ve iyi  yaratılışlı bir adamsa mutluluğuna krallığının kattığı şey pek azdır:    Si ventri bene, si lateri est pedibusque tuis, nil     Divitiae poterunt regales addere maius. (Horatius)    Miden iyi, ciğerlerin ayakların sağlamsa    Kralların hazineleri, daha fazla mutlu edemez seni.     Tacın tahtın yalancı, aldatıcı şeyler olduğunu görür; hatta belki de  kral Seleukos gibi düşünerek der ki: Hükümdar asasının ne kadar ağır  olduğunu bilen, onu yolda bulsa, elini sürmez, geçer. Seleukos  bununla, iyi bir krala düşen ödevlerin ne büyük, ne ezici olduğunu  söylemek istiyordu. Gerçekten, başkalarını düzene sokmak az iş  değildir kendi kendimize düzen vermenin ne kadar güç olduğunu  biliriz. İnsanlara komuta etmek pek rahat bir iş gibi görünür ama ben  kendi hesabıma, insan kafasının ne kadar güçsüz, yeni ve belirsiz  şeyler arasında doğruyu bulmanın ne kadar güç olduğunu gördükten  sonra şu kanıya vardım ki, başkalarının ardından gitmek önde  gitmekten çok daha kolay, çok daha hoştur. Çizilmiş bir yolda  yürümek ve yalnız kendi hayatından sorumlu olmak ruh için büyük bir  rahatlıktır.    Ut satius multo iam sit parere quietum,     Quam regere imperio res velle. (Lucretius)    Öyleyse sessizce boyun eğmek     Devletin dümenini tutmaktan iyidir.    Kaldı ki, Keyhusrev'in dediği gibi, insanın komuta etmeye hakkı  olması için komuta ettiklerinden daha değerli olması gerekir. Ama Ksenophanes'in anlattığına göre, kral Hieron daha ileri giderek  diyor ki: Krallar beden hazlarını bile herkes kadar tadabilecek halde  değildirler, çünkü rahatlık ve kolaylık onlara bu hazlardan bizim  duyduğumuz acıyla karışık tadı, mayhoşluğu tattırmaz.    Pinguis amor nimiumque potens, in taedia nobis     Vertitur, et stomacho dulcis ut esca nocet. (Ovidius)    Fazla yüz bulan, her dediğini yaptıran aşk bezginlik verir;     İyi bir yemeği fazla kaçırmak da mideyi bozar.    Bolluk kadar insanı sıkan, usandıran şey yoktur. Karşısında üç yüz  kadını birden buyruğuna hazır gören bir adamda istek mi kalır? Büyük  Sultan'ın (Osmanlı padişahı; belki Kanuni Sultan Süleyman.) sarayında  öyle imiş. Onun atalarından biri de ava giderken beraberinde en az yedi  bin şahinci götürürmüş; böyle bir avın anlamı ve tadı acaba neresinde  idi? (Kitap 1, bölüm 42)     ÖLÜM    Mademki ölümün ününe geçilemez, ne zaman gelirse gelsin.  Sokrates'e: Otuz Zalimler seni ölüme mahkum ettiler, dedikleri  zaman: Doğa da onları! demiş.    Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık! Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de  her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz yıl daha yaşamayacağız diye  ağlamak, yüz yıl önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm  başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet  çektik; bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.    Başımıza bir kez gelen şey büyük bir dert sayılamaz. Bir anda olup  biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm  uzun ömürle kısa ömür arasındaki ayrımı kaldırır çünkü yaşamayanlar  için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları  üstünde bir tek gün yaşayan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu  hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın beşinde ölen  yaşlı ölmüş sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını  hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Ama, sonsuzluğun yanında,  dağların, ırmakların, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların  ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür... Doğa bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: «Bu dünyaya nasıl  geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken  duymadığımız kaygıyı, hayattan ölüme geçerken de duymayın.  Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının koşullarından biridir.    Inter se mortales mutua viviunt    Et quasi oursores vitae lampada tradunt. (Lucretius)    İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini    Ve hayat meşalesini, birbirine devreder koşucular gibi.    Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten  ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?    Sizin hatırınız için evrenin bu güzel düzenini değiştirecek değilim  ya? Ölmek, yaratılışınızın koşuludur ölüm sizin mayanızdadır: Ondan  kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız  varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğiniz gün  bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız.     Prima, Quae vkam dedit, hora carpsit. (Seneka)    Bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk saatimiz.    Nascentes morimur, finisque ab origine pendet. (Manllius)    Doğumla ölüm başlar son günümüz ilkinin sonucudur:    Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır.     Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken  ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış  oluyorsunuz. Ya da şöyle diyelim, isterseniz: Hayattan sonra  ölümdesiniz; ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana  ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can  yakıcıdır.    Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle  güle gidin.    Cur non ut plenus vitae conviva recedis?     Cur amplius addere quaeris    Rursum quod pereat male, et ingratum occidat omne. (Lucretius)     Niçin hayat sofrasında, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp  gidemiyorsun?    Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak; yine boşuna geçip  gidecek başka günler katmak istiyorsun?    Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür: Ona iyiliği, kötülüğü katan  sizsiniz.    Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün  günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki. Atalarınızın  gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu  düzendir.    Non alium videre patres:     Aliumve nepotes Aspicient. (Lucretius)     Babalarınız başka türlüsünü görmedi.     Torunlarınız başka türlüsünü görmeyecek.    Benim komedyam, bütün perdeleri ve sahneleriyle, nihayet bir yılda  oynanır, biter. Dört mevsiminin nasıl geçtiğine bir bakarsanız,  dünyanın çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu ve yaşlılığını onlarda  görürsünüz. Dünyanın oyunu bu kadardır. Mevsimler bitti mi, yeniden  başlamaktan başka bir marifet gösteremez. Bu hep böyle gelmiş, böyle  gidecek.    Versamur ibidem atque insumus usque. (Lucretius)    İnsan kendini saran çemberin içinde döner durur.     Atque in se sua per vestigia volvitur annus. (Virgilius)    Yıl hep kendi izleri üstünde dolanır.    Dünyayı size bırakıp gidenler gibi, siz de başkalarına bırakıp gidin.  Hep eşit oluşunuz benim adaletimin esasıdır. Herkesin bağlı olduğu  koşullara bağlı olmaktan kim yerinebilir? Hem sonra, ne kadar  yaşarsanız yaşayın, ölümde geçireceğiniz zamanı değiştiremezsiniz:  Ölümden ötesi hep birdir. Beşikte iken ölseydiniz, o korktuğunuz  mezarın içinde yine o kadar zaman kalacaktınız.    Licet, quod vis vivendo vincere secla,    Mors aeterna tamen nihlominus illa manebit. (Lucretius)    Kaç yüzyıl yaşarsanız yaşayın,     Ölüm yine sonsuz olacaktır.    Zaten ben sizi öyle bir hale koyacağım ki, artık hiçbir acı  duymayacaksınız.    In vera nescis nullum fore morto alium te.    Qui possit vivus tibi te i;agere peremptum, stansque  jacentem. (Lucretius)      Bilmiyor musunuz ki; öldükten sonra başka bir benliğiniz sağ kalıp  sizin ölümünüze yanmayacak, ölünüzün başucunda durup  ağlamayacak?     Bu doymadığınız hayatı artık aramaz olacaksınız:    Nec sibi enim quisquam tum se vitamque requirit.     Nec desiderium nostri nos afficit ullum. (Lucretius)     O zaman ne hayatı ararız; ne de kendimizi;     Varlığımızdan hiçbir şeye özlemimiz kalmaz.    Hiçten daha az bir şey olsaydı, ölüm hiçten daha az korkulacak bir  şeydir denebilirdi:    Mufto mortem minus ad nos esse putandum    Si minus esse potest quam quod nihil esse videmus. (Lucretius)     Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken; sağken etmez, çünkü  hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz.    Hiç kimse yaşamından önce ölmüş sayılmaz; çünkü sizden arta kalan  zaman da, sizden önceki zaman gibi sizin değildir: Ondan da bir şey  yitirmiş olmuyorsunuz.    Respice enim quam nil ad nos ante acta vetutas     Temporis aeterni fuerit. (Lucretius)    Bizden önce geçmiş zamanları düşün     Bizim için onlar yokmuş gibidir.    Hayatınız nerede biterse, orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun  yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır: Öyle uzun yaşamışlar var  ki, pek az yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya  yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır. Her gün  gittiğiniz yere hiçbir gün varmayacağınızı mı sanıyorsunuz?  Avunabilmek için eş dost istiyorsanız, herkes de sizin gittiğiniz yere  gitmiyor mu?    Omnia te vita perfuncta sequentur. (Lucretius)    Ömrün bitince, her şey de seninle yok olacak.    Herkes aynı akışın içinde sürüklenmiyor mu? Sizinle birlikte  yaşlanmayan bir şey var mı? Sizin öldüğünüz anda binlerce insan,  binlerce hayvan, binlerce başka varlık daha ölmüyor mu?     Madem geri dönemezsiniz, niçin kaçınıyorsunuz? Birçok insanların  ölmekle, dertlerinden kurtulduğunu görmüşsünüzdür ama kimsenin  ölmekle daha kötü olduğunu gördünüz mü? Kendi görmediğiniz,  başkasından da duymadığınız bir şeye kötü demek ne büyük saflık!  Niçin benden ve kaderken yakınıyorsunuz? Size kötülük mü ediyorum  ben? Siz mi beni yöneteceksiniz, ben mi sizi? Öldüğünüz zaman  yaşınızı doldurmamış da olsanız, hayatınızı doldurmuş oluyorsunuz.  İnsanın küçüğü de büyüğü gibi bir insandır. İnsanların ne kendileri ne  de hayatları arşınla ölçülemez. Khiron, babası Saturnus'tan, zaman ve  süre tanrısından, ölümsüzlüğün koşullarını öğrenince ölümsüz olmak  istememiş. Sonsuz bir hayatın ne çekilmez olacağını bir düşünün.     Ölüm olmasaydı sizi ondan yoksun ettim diye bana lanet edecektiniz.  Hayatınıza, mahsus biraz acılık kattım; ne hayattan ne de ölümden  kaçmaksızın benim istediğim bir ölçüyle yaşayabilmeniz için hayata  ve ölüme tatlı ile acı arasında bir kıvam verdim.    İlk bilgeniz olan Thales'e, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğrettim.  Birisi ona: Madem yaşamak boş niçin ölmüyorsun? diye sormuş, o da:  İkisi bir de onun için, diye cevap vermiş.    Su, hava, toprak, ateş ve benim bu yapımın diğer bütün öğeleri hem  yaşamanıza hem ölmenize yol açarlar. Son gününüzden niçin bu kadar  korkuyorsunuz? O gün, sizi öldürmede öteki günlerinizden daha fazla  bir iş görmüyor ki! Yorgunluğu yapan son adım değildir son adımda  yorgunluk yalnızca ortaya çıkar. Bütün günler ölüme gider son gün  varır.»    İşte doğa anamızın bize verdiği güzel öğütler... Çok kez  düşünmüşümdür: Acaba niçin savaşlarda kendi ölümümüz de,  başkalarının ölümü de bize evlerimizdeki ölümden çok daha az  korkunç gelir? Öyle olmasaydı ordu hekimlerle, ağlayıp sızlayanlarla  dolardı. Acaba niçin ölüm her yerde aynı olduğu halde köylüler ve  yoksul insanlar ona çok daha metin bir ruhla katlanırlar? Ben öyle  sanıyorum ki bizi korkutan ölümden çok bizim, cenaze alaylarıyla,  asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç durumdur... Çocuklar  sevdiklerini bile maske takmış görünce, korkarlar. Biz de öyle.  İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi çıkarıp atmalıyız. (Kitap 1,  bölüm XX)   

YAŞAYAN ÖLÜLER 

  Bir yasa vardır, hükümdarların gördükleri işlerin ölümlerinden sonra  yargılanmasını ister; ölülerle ilgili yasalar arasında bana en sağlam  görünenlerden biri budur. Hükümdar yasaların sahibi değilse bile yol  arkadaşıdır. Adaletin, sağken kendisine vurmadığı yumruğu ününe ve  mirasçılarına kalan servete vurması haklıdır. Ün ve mal çok kez  hayattan üstün tutulan şeylerdir. Bu yasayı töre haline sokmuş olan  uluslar yararını görmüşlerdir. Kötü krallarla bir arada anılmak  istemeyen bütün iyi krallar da bu yasadan hoşnutturlar. Bütün kralların  buyruğunu dinlemek boynumuzun borcudur; çünkü gördükleri iş  gereği bunu bizden istemeye hakları vardır ama saygı ve sevgimizi  ancak değerleriyle kazanabilirler. Toplumun düzeni bozulmasın diye  sabredelim, kusurlarını saklamak küçüklüğüne katlanalım; zararlı  olmayan işlerde, bize düşen yardımı edelim; bunu anlarım. Ama  ödevimiz bitince, adalet ve özgürlük adına, gerçek duygularımızı  anlatmalıyız; kusurlarını çok iyi bildiğimiz bir krala dürüst vatandaş  olarak, nasıl bağlı kaldığımızı göstermeliyiz. Bunu yapmazsak,  gelecek kuşakları çok yararlı bir dersten yoksun etmiş oluruz. Kötü bir  kralı, bize iyilik ettiği için hayırla anarsak, büyük bir doğruluğun  zararına küçük bir doğruluğa hizmet etmiş oluruz. Titus Livius'un  dediği doğrudur: Kralların ekmeğini yemiş olanlar, onları hep ölçüsüz  övgülerle anarlar her biri kendi kralını göklere çıkarır, en büyük  değerleri onda görür...    Toplum düzenleri o kadar sağlam olan Lakedemonyalılar'ın pek  yapmacık bir törenleri vardır, hiç hoşuma gitmez. Kralların ölümünde  halk her tarafta, kadın erkek karmakarışık, alınlarını kanatır, bağıra  çağıra ağlaşır, ölen kralın, kralların en iyisi olduğunu söylermiş. Her  şeyi kurcalayan Aristoteles, Solon'un: Kimseye ölümünden önce  mutlu denemez, sözü üzerinde duruyor ve iyi yaşamış iyi ölmüş insan,  adı kötüye çıkarsa, çoluğu çocuğu yoksulluğa düşerse, mutlu  sayılabilir mi diye soruyor. Yaşadığımız sürece gönlümüzün istediğini  yapabiliyoruz; ama hayattan ayrılınca artık kendimizle hiçbir  ilişiğimiz kalmıyor. Solon'a şöyle demek daha doğru olurdu: Mademki  insan ancak öldükten sonra mutlu sayılabilir, öyleyse hiçbir zaman  mutlu olamaz.    Bertrand du Glesquin, Rancon şatosunu kuşattığı sırada ölmüş.  Şatodakiler, teslim olunca, şatonun anahtarlarını Bernand du  Glesquin'in cesedi üstüne koymaya zorlanmışlar.    Venedik ordusunun komutanı Berthelemy savaşta ölünce cesedini  Venedik'e götürmek için düşmandan Verona topraklarından geçme  iznini istemeyi düşünmüşler; ama Theodore Trivolce buna razı  olmamış; Verona'dan cesedi savaşarak zorla geçirmiş; «Hayatında  düşmandan hiç korkmamış bir adamın ölü iken korkar gibi görünmesi  doğru olmaz, demiş.    Eski Yunan yasalarına göre de düşmandan bir ölüyü gömmek için  geri istemek zaferden vazgeçmek olur, o zaferle artık övünülemezmiş.  Bu işte kazanan yalnız cesedi istenen adam olurmuş. Korinthoslular'ı  apaçık yenmiş olan Nikias, zaferi bu yüzden yitiriyor. Agesilaos da  tersine Beotia'lılara karşı zor kazanabileceği bir zaferi bu yüzden  kazanıveriyor.    Bu adetler bize garip görünüyor ama insanlar her çağda, kendilerini  hayatın ötesinde de düşünmekten geri kalmamışlar, hatta Tanrı  yardımının kendilerinden kalacak parçalara bile inmeye devam  edeceğine inanmışlardır ki uzun boylu anlatmaya gerek görmüyorum.  İngiltere kralı Edward, İskoçya kralı Robert'le giriştiği savaşlarda  kendi bulundukça işlerin hep iyi gittiğini, savaşın mutlaka  kazanıldığını denemiş. Ölürken oğluna törenle yemin ettirmiş ki,  cesedini kaynatacak; etini kemiğinden ayıracak; etini gömecek,  kemiklerini saklayıp her İskoçya'ya savaşa gittiği zaman yanında  götürecek.    Bazı Amerika yerlileri İspanyollara karşı savaşırken üzerlerinde,  vaktiyle zafer kazanmış yiğitlerinden birinin kemiklerini taşırlarmış.  Bazıları da savaşta ölmüş yiğitlerinin cesedini her gittikleri yere  götürür, onunla bahtlarının daha açık olacağına, ondan cesaret  alacaklarına inanırlarmış.    İlk örneklerde ölüm, insanların hayatta iken gördükleri işlerin ününü  sürdürmekle kalıyor: Son ömeklerde ise ölüler, iş görme gücünü  yitirmiyorlar. Kahraman Bayard'ın yaptığı hepsinden iyi: Yediği  kurşunlardan öleceğini anladığı halde, geriye çekilmesini öğütleyenleri dinlememiş, ölüme giderken sırtımı düşmana çevirmek  istemem demiş; gücü yettiği kadar savaşıp attan düşecek hale gelince  yaverinden kendisini bir ağaca dayamasını, ama yüzünün düşmana  karşı durmasını istemiş ve öylece ölmüş.    Yukarıki örneklerin hiçbirinden aşağı kalmayan bir tane daha  anlatacağım: Kral Philippes'in dedesinin babası Maximilian birçok  büyük değerleri olan bir hükümdardı; üstelik eşsiz bir vücut güzelliği  de vardı. Bir huyu onu öteki krallardan ayırıyordu. Krallar pek önemli  işleri çabuk çıkarmak için oturaklarını krallık tahtına çevirdikleri  halde o, en yakın oda hizmetçisinin bile kendisini hacet yerinde  görmesine razı olmazmış. Su dökünürken dört tarafı kapattırır,  mahrem yerlerini hekime de, başkasına da göstermekten bir kız gibi  kaçınırmış. Konuşurken hiç de sağı solu kollamadığım halde bende de  aynı utangaçlık vardır. Dayanılmaz bir ihtiyaç veya arzu beni  sürüklemedikçe saklanması adet olmamış organlarımı ve işlerimi bile  kimseye göstermem. Ama Maximillan işi o kerteye götürmüş ki  vasiyetnamesinde, öldüğü zaman kendisine don giydirilmesi üzerinde  önemle durmuş, bir zaman sonra vasiyetine, donu giydirecek adamın  gözlerinin bağlanması şartını da koydurmuş...    Atinalıların işlediği kanlı bir haksızlık aklıma geldikçe, en doğal ve  en haklı egemenlik olduğuna inandığım halk egemenliğine düşman  olasım gelir. Lakedemonyalılara karşı, eşini görmedikleri bir deniz  zaferi kazanıp dönen kahraman komutanlarını sorgusuz sualsiz ölüme  mahkum ediyorlar. Nedeni de şu: Zaferden sonra gemiler hemen geri  dönüp ölülerini arayacak yerde savaşın gereklerine uyarak düşmanın  peşine düşmüşler.    Diomedon'un bu arada gösterdiği büyüklük Atinalıların haksızlığına  insanı büsbütün isyan ettiriyor. Ölüme hüküm giyenlerden, askerliğiyle  de devlet adamlığıyla da ün kazanmış değerli bir komutan olan  Diomedon idam kararını dinledikten sonra öne atılıp rahatça konuşmak  fırsatını buluyor bu fırsatı kullanıp uğradığı haksızlığa karşı kendini  savunacak yerde, ölüm kararını verenlerin sağlığına dua ediyor  kendinin ve arkadaşlarının bu kadar büyük bir zaferden sonraki  dileklerini kabul etmeyen Atinalılara tanrılarının öfkelenmemesini, bu  kararın haklarında hayırlı olmasını diliyor. Başka bir şey söylemeden,  pazarlık etmeden ölüme doğru mertçe yürüyor. Talih birkaç yıl sonra  bu haksızlığı aynı yoldan cezalandırıyor. Atinalıların deniz kuvvetleri  komutanı Kabras, Isparta amirali Molles'i Naskos adasında yenmişken,  öncekilerin kötü sonuna uğramak korkusu ile zaferi sonuna  vardıramıyor. Denizdeki ölüleri toplamaya uğraşırken bir sürü düşman  yakayı kurtarıyor ve az sonra bu boş inanç Atinalılara pek pahalıya mal  oluyor.    Bir başkası da cansız insan bedenine dinlenme duygusu veriyor  yeniden:    Quaereris quo jaceas post abitum loco?     Quo non nata jacent. (Seneka)     Ölünce nereye mi gideceksin?     Doğmayanların yanına.    Neque sepulchrum quod recipiat portum corporis     Ubi, remissa humana vita, corpus requiescat, a malis. (Ennfus)    Ne mezar, ne rahat bir liman, ki dinlensin orada,    Yaşamaktan yorulmuş insanın bedeni.    Doğada da buna benzer bir durum görülüyor: Birçok ölü nesneler  hayata gizliden gizliye bağlı kalıyor. Mahzendeki şarap mevsimlere  göre asma ile birlikte bazı değişmelere uğruyor. Tuzlanmış av  etlerinin, canlı et gibi durumdan duruma geçtiğini, tat değiştirdiğini  söylerler. (Kitap 1, bölüm 3)    

KÖKLEŞEN YANILMALAR 

  Bir kişinin yanılması bütün halkın yanılmasına yol açar, bütün halkın  yanılması da sonradan teklerin yanılmasına. Böylece yanlışlık elden  ele geliştikçe gelişir, biçimden biçime girer; o kadar ki işin en  uzağındaki tanık, en yakınındakinden daha çok şeyler bilir; olayı son  öğrenen ilk öğrenenden daha inançlı olur. Bunda da şaşılacak bir şey  yok; çünkü insan bir şeye inandı mı ona başkasını da inandırmayı bir  borç sayar, kolay inandırmak için de anlattığına dilediği gibi çeki  düzen vermekten, bir şeyler katmaktan çekinmez: Karşısındakinin  karşı koyma gücünü kırmak, onun kafasının alabileceğini sandığı gibi  konuşmak ister. (Kitap 2, bölüm 14)    Paranın saklanılması kazanılmasından daha zahmetli bir iştir. (Kitap  1, bölüm 14)   

  İNSAN ÖMRÜ 

  İnsan ömrünün uzunluk, kısalık ölçülerine akıl erdiremiyorum. Bilginlere bakıyorum; onlar ölçüyü herkesten daha kısa tutuyorlar.  Genç Katon, kendi kendini öldürmesine engel olmak isteyenlere: Ben,  hayattan vakitsiz ayrıldı diye ayıplanacak bir yaşta değilim, demiş;  bunu söylerken de kırk sekiz yaşındaymış. Katon bu yaşı olgun ve  geçkin sayıyor. Gerçekten bu yaşa ulaşanlar o kadar azdır ki. Doğal  ömür dediğimiz bir süreyi düşünerek bilmem ne kadar yıl daha  yaşamak umuduyla avunuruz; böyle bir umuda nasıl kapılabiliriz ki,  hiçbirimiz doğanın gerektirdiği sayısız kazaların dışında kalamayız:  Tasarladığımız ömür her gün kesilebilir.     İhtiyarlığın son basamağında kuvvet tükenmesiyle ölmeyi beklemek,  ömrümüze böyle bir son düşünmek ne ham bir hayal: Ölümün bu  türlüsü en olmayacağı, en az görülenidir. Yalnız ona doğal ölüm  diyoruz; sanki kafası yarılıp ölmek, suya düşüp boğulmak, vebaya,  zatürreeye yakalanmak doğaya aykırıymış, her günkü hayatımız  bunlarla dolu değilmiş gibi. Bu güzel sözlerle kendimizi  aldatmayalım: Her yerde, her zaman insanların çoğunun başına gelen  ne ise ona doğal diyelim. Yaştan ölmek binde bir görülen garip  durumlardandır. Doğaya da asıl aykırı olan ölüm budur: Çünkü  ötesinde başka bir ölüm şekli yoktur. Bize en uzak olan ölüm,  ulaşılması en zor olanıdır. Yaştan ölüm öyle bir sınırdır ki ondan öteye  gidemeyiz: Doğa daha ötesine kimseyi geçirmez: Oraya kadar varmak  da nadir bir seçkinliktir. Doğa bu seçkinliği iki üç yüzyıl içinde bir tek  insana sunar yalnız o insan doğum ve ölüm konakları arasındaki  sayısız zorlukları, engelleri aşabilir.    Bana sorarsanız, kendi ulaştığımız yaşı pek az insanın ulaşabildiği  bir yaş saymalıyız. İnsanlar bu yaşa kadar hiçbir engele rastlamadan  gelemediklerine göre, biz bir hayli ileri gitmişiz demektir. Hele insan  hayatının asıl ölçüsü olan belli sınırları aşmışsak, daha öteye gitmek  umuduna kapılmamalıyız. Başkalarının kurtulamadığı birçok  ölümlerden kurtulduğumuza göre talih bizi başkalarından daha fazla  korumuş demektir. Bundan sonra da aynı talihin devam etmesini  isteyemeyiz.    Bizi bu boş umutlara kaptıran biraz da yasalarımızın bir kusuru:  Yasalar yirmi beş yaşından önce bir insana malını mülkünü kullanmak  hakkını vermiyor, hatta bu yaşa kadar insan kendi hayatının bile doğru  dürüst sahibi değildir.    Augustus, otuz beş yaşından önce yargıçlık hakkı vermeyen eski  Roma yasalarından beş yıl indirmiş, otuz yaşında olmayı yeter saymış.  Servius Tullius kırk yedi yaşını geçen askerlerini savaşa gitmekte  serbest bırakmış;     Augustus bu yaş basamağını kırk beşe indirmiş. Elli beş, altmış  yaşından önce insanları, kenara atmak bana doğru görünmüyor. Bence  insan işine gücüne devam edebildiği kadar etmelidir; ama bunun  tersini, bize erkenden iş verilmemesini yanlış buluyorum. Öylesi  vardır ki kendisi on dokuz yaşında dünyanın egemeni olur da  başkalarının bir su yolunun yeri üzerinde hüküm verebilmesi  için en az otuz yaşında olmalarını şart koşar.    Bana sorarsanız ruhlarımız yirmi yaşında ne olabileceklerini  belli eder, bütün yetkilerini gösterirler. Bu yaşa kadar kudretini açıkça  belli etmemiş bir ruhun ondan sonra belli ettiği görülmemiştir.  Yaratılışımızdaki değerler en gürbüz ve en güzel durumlarıyla ancak o  zaman ortaya çıkabilirler.    Dauphineliler: Yaşken batmayan diken bir daha pek batmaz, derler. İnsanların geçmişte ve zamanımızda gördükleri her çeşit işlerden  benim öğrenebildiklerimi düşününce otuz yaşından önce başarılmış  işleri ötekilerden daha fazla görüyorum: Aynı insanın hayatını da  alsak, öyle görünüyor.     Annibal'la, büyük rakibi Scipio için bunu güvenle söyleyebilirim.  Bu adamlar hayatlarının yarısından çoğunu gençken kazandıkları ünle  geçirdiler: Başkalarının ölçüsüyle büyük adam oldukları yıllarda kendi  ölçüleriyle hiç de büyük değillerdi. Ben kendi hesabıma o yaştan  sonra ruhça ve bedence kendi gücümün artmayıp eksildiğini, ileri  değil geri gittiğini sanmıyorum. Zamanlarını iyi kullananlarda bilgi ve  görgü hayatla birlikte olgunlaşabiliyor; ama canlılık, çeviklik,  sağlamlık ve daha başka özlü ve önemli değerler taşıyor, geçiyor.    Ubi jam validis quassatum est viribus aevi Corpus, et obtusis  ceciderunt viribus artus, Claudicat ingenium, delirat linguaque  mensque. (Lucretius)    Vücut yaşın ağır yumruğu altında ezilince, Makinenin yayları  gevşeyince, düşünce de sendeliyor: Dilimiz tutulmaya; zihnimiz  karışmaya başlıyor.    Bazen vücut, bazen de ruh yaşlılığın esiri oluyor. Kafaları,  midelerinden ve bacaklarından daha önce zayıf düşenleri çok gördüm.     Yaşlılık kendini belli etmediği için çok tehlikeli bir derttir; insan bu  derde farkına varmadan düşer. Onun için yasaların bizi, işte çok  tutmasını değil, işe geç almasını yanlış buluyorum. Hayatımızın ne  kadar cılız olduğunu, her gün nice tehlikelerle karşılaştığını düşünüp  gençlerin hazırlanma, öğrenme, oyalanma yıllarını pek uzatmamalıdır.  (Kitap 1, bölüm 57)    Rahatsız, gözü doymaz, telaşlı bir zengin, düpedüz yoksul kişiden  daha zavallı gelir bana. (Kitap 1, bölüm 14)    VARLIK VE İNSAN    Nesnelerden algıladığımız görüntüleri yargılamak için doğruyu  eğriden ayırtedecek bir aracımız olması gerek; bu aracı doğrulamak  için bir kanıtlama yapmamız gerek; kanıtlamayı doğrulamak için bir  araç; alın size bir kısır döngü. Kendileri kararsızlıklarla dolu olan  duyularımız tartışmamıza son veremeyeceğine göre akla başvurmak  zorundayız diyelim: Hiçbir akıl bir başka akla dayanmazlık edemez,  öyle olunca da akıldan akıla gider dururuz. Hayal gücümüz bilinmedik  şeylere ulaşmaz, çünkü duyuların aracılığıyla işler duyularsa kendi  dışlarındaki nesneyi değil yalnızca kendi duyuşlarını kapsarlar böyle  olunca hayal ve görüntü nesneyi değil, duyuların algısını verir bu algı  ve nesneyle ayrı ayrı şeylerdir: Öyleyse görüntülerle düşünen,  nesneden, gerçek olandan başka bir şeyle düşünüyor demektir. Denebilir ki duyuların algıları bilinmedik şeylerin niteliğini benzetme  yoluyla ruha anlatır ama ruhun ve düşüncenin bilinmedik şeylerle  hiçbir alışverişi olmadığına göre bu benzetmenin doğruluğuna nasıl  güvenebilirler? Nasıl ki Sokrates'i tanımamış olan biri, resmini  görünce ona benzeyip benzemediğini söyleyemez.     Yine de görüntülerden bir yargıya varmak istiyorum diyelim: Bunu  bütün görüntülere dayanarak yapmamız olanaksız; çünkü deneyerek  görmüşüzdür ki görüntüler başkalıkları ve tutarsızlıklarıyla birbirini  engellemektedirler. Kimi seçme görüntülerle ötekileri ayarlayalım  desek, seçtiğimiz görüntüyü bir başka seçmeyle ayarlamak gerekir,  onu da bir başkasıyla ve sonu gelmez bunun da. Son olarak şu da var  ki, sürekli hiçbir ölümlü var oluş yok, ne bizim ne de nesnelerin  varlığında. Biz de, düşüncemiz de, her şey de durmadan akmakta,  yuvarlanmaktayız.    Düşünce de, düşünülen şey de durmadan devinip değişmekte olduğu  için birinden ötekine şaşmaz hiçbir ilişki kurulmaz. Varlıkla aramızda  hiçbir ulaşma yok; çünkü her insan her zaman doğmakla ölmek  arasındadır; kendinden verebildiği dumanlı bir görüntü, bir gölge ve  kaypak, cılız bir yorumdur. Düşüncenize kendi varlığını yakalatmaya  kalkacak olursanız, suyu avuçlamaktan başka bir şey olmaz  yapabileceğiniz; çünkü yaratılıştan her yana akan bir şeyi ne kadar  sarıp sıksanız, yakalamak, avucunuza almak istediğiniz o ölçüde  yitireceksiniz. Her şey bir değişmeden ötekine geçmek zorunda  olduğu için gerçek bir kalgınlık arayan akıl, kalan, duran hiçbir şey  bulamayarak yaya kalır çünkü her şey ya var olmak üzeredir ve henüz  hiç de var değildir, ya da daha doğmadan ölmeye başlamaktadır. Platon der ki bedenler doğar, ama var olmazlar. Ona kalırsa  Homeros'un Okyanus'u tanrıların babası, Thetis'i de anası yapması  bize her şeyin durmadan dalgalanıp akmakta, renkten renge girip  değişmekte olduğunu anlatmak içindir. Kendinden önceki bütün  filozofların da bu kanıda olduğunu söyler yalnız Parmenides  büyük bir güç saydığı devinimin nesnelerde olamayacağını  söylüyormuş. Pytagoras'a göre madde akıcı ve geçicidir. Stoacılara  göre şimdiki zaman yoktu; şimdi dediğimiz, geçmişle geleceğin  bağlantısı, bileşimidir. Herakleitos'a göre, hiçbir insan aynı ırmakta iki  kez yıkanmamıştır. Epikharmos'a göre, geçmişte borç almış olan şimdi  borçlu değildir geceden sabah yemeğine çağırılmış biri bugün davetsiz  gelir yemeğe, çünkü çağıran ve çağrılan aynı adamlar değildirler artık,  başka birer adam olmuşlardır. Ölümlü bir nesne iki kez aynı halde  bulunamaz; çünkü farkedilmez anlık bir değişmeyle bir dağılır, bir  toplanır bir gider bir gelir. Öyle ki, doğmaya başlayan şey hiçbir  zaman tam bir varlığa erişemez; çünkü bu doğuş zaten hiç bitmez, bir  sona varır gibi durmaz, tohum halinden başka hallere, bir o yana bir  bu yana doğru hep değişir durur. İnsan tohumu ana karnında biçimsiz  bir meyve olur önce; sonra çocuk biçimini alır karından çıkınca  memelik bebek olur sonra bir küçük oğlandır, sonra bir delikanlı,  sonra olgun, sonra yaşlı bir insan, sonra çökmüş bir ihtiyar. Öyle ki  yaş ve ona bağlı oluş hep bir önceki durumu bozup dağıtarak yürür:    Mutat enim mundi naturam totius aetas,    Ex alioque alius status'excipere omnia debet, Nec manet ulla sui  similis res: omnia migrant, Omni commutat natura et vetera cogit.  (Lucretius)    Zaman değiştirir özünü her şeyin; Bir durumundan bir başka durum  çıkar hep; Benzerlik kalmaz biçimden biçime; Doğa zorlar her şeyi  başkalaşmaya. Öyleyken biz insanlar ölümün her türlüsünden  budalaca korkarız:     Ölüm çok geçirdiğimiz, durmadan geçirmekte olduğumuz bir  durumdur. Herakleitos'un dediği gibi ateşin ölümü havanın doğuşu,  havanın ölümü suyun doğuşu olduktan başka bu durmadan doğup  ölmeleri kendimizde daha açıkça görebiliriz. İhtiyarlık gelince olgun  yaş ölür gider; gençlik olgun yaşta biter, çocukluk gençlikte, ilk yaş  çocuklukta, kaldı ki dünkü gün bugün ölmüştür, bugün de yarın ölmüş  olacak... (Kitap 2, bölüm 12)    Cimriliği yaratan yoksulluk değil zenginliktir daha çok. (Kitap 1,  bölüm 14) 

  İNSAN VE AKIL 

  Yine kendime döneyim: Kendimde değer verdiğim tek şey, hiç  kimsenin kendinde eksik görmediği bir vergidir: Kendi aklımı  beğenmekle her insanın, her gün yaptığını yapmış oluyorum. Kim  kendini akılsız sayabilir?     İnsanın kendini akılsız sayması mantıkça da mümkün değildir. Öyle  bir sakatlık ki bu, onu kendinde gören, kendinde görmüyor demektir.  Öyle bir illet ki bu, devası yoktur; ama hastanın gözü kendine çevrilip  de bu illeti gördü mü illet dağılıverir güneşin sisleri dağıtması gibi. Bu  konuda insanın kendini kötülemesi, temize çıkarması, kendini kusurlu  görmesi bütün kusurlarından yakınmasıdır. En zavallı, en allahlık  insanlar bile akıldan yana paylarına razıdırlar. Başkalarında bizden  daha fazla yiğitlik, beden gücü, deneyim, yetenek, güzellik görebiliriz;  ama akıl üstünlüğünü kimseye vermeyiz.     Başkalarında doğru düşünceler gördük mü bunları, şöyle bir  düşünmekle biz de bulabilirdik sanırız. Başkalarının eserlerinde  gördüğümüz bilgiyi, sanatı ve daha başka değerleri bizimkilerden  üstün tutabiliriz; ama düpedüz düşüncenin bulduklarına kendi  düşüncemizle de pekala varabileceğimize inanırız; onların  büyüklüğünü ve zorluğunu bir türlü göremeyiz, meğer ki bu  düşünceler bizden ölçülmez bir uzaklıkta olsun. Onun için benim  yazdıklarımın pek tutulacağını, övüleceğini ummuyorum; bu çeşit  yazarların ünü az olur.    Hem sonra kimin için yazıyoruz? Kitaplar arasında yaşayanlar,  bilginler, bilginlikten başka bir değer tanımazlar insan düşüncesinin,  bilgi toplamak, güzel yazmaktan başka bir yolda ilerleyebileceğini  kabul etmezler: Scipiolar'ı birbirine karıştırdıysanız, artık  söyleyeceğiniz sözlerin nasıl bir değeri olabilir? Onlara göre  Aristoteles'i bilmeyen kendini de bilmiyor demektir. Basit ruhlu  bilgisiz insanlarsa kendilerini aşan ince bir sözün değerini ve önemini  görmezler. Dünyayı dolduran da bu iki çeşit insandır. Sizin dilinizden  anlayacak üçüncü bölüğe, ruhları kendiliğinden düzenli ve güçlü  insanlara gelince, onlar o kadar azdır ki aramızda adları sanları bile  duyulmaz. Onlara kendimizi beğendirmeye çalışmakta fazla bir kar da  yoktur.    Doğanın insanlara en adilce dağıttığı nimet akıldır derler. Çünkü hiç  kimse akıl payından şikayetçi değildir. Nasıl olsun? Aklını  beğenmemesi için aklından ötesini görebilmesi gerekir. Ben  düşüncelerimin doğru olduğunu sanıyorum: Ama öyle sanmayan kim  var? Aklımın sakat olmadığına benim bulduğum en iyi tanıt kendime  az değer verişimdir. Sakat olsaydı kendime beslediğim sevgi onu  kolayca aldatabilirdi; çünkü ben kendimi öyle seviyorum ki; sevgimi  bir türlü kendimden dışarıya çıkaramıyorum. Herkes sevgisini bir sürü  dosta, tanıdığa dağıtırken, ben kendi içimin rahatından, kendi  varlığımdan başka şeye bağlanamıyorum. Başka şeylere bağlanışım  kendi isteğimle, bile değildir.    Mihi nempe valere et vivere doctus. (Persius)    Sağlıklı olmak ve yaşamak, işte benim bütün bilgim. Böyle iken,  düşüncemin kendi yetersizliğini yüzüne vurmaktan hiç geri kalmadım.  Gerçekten düşüncemin en çok üstünde durduğu şeylerden biri de  budur. Herkesin gözü dışardadır ben gözümü içime çevirir, içime  diker, içimde gezdiririm. Herkes önüne bakar, ben içime bakarım:     Benim işim gücüm kendimledir. Hep kendimi seyreder, kendimi  yoklar, kendimi tadarım. Herkes kendinden başka şeylerin peşindedir  hep kendisinin ötesine gitmek sevdasındadır.    Nemo in sese tentat descendere. (Persius)     Kimse kendi içine inmeye çalışmaz. (Kitap 2, bölüm 17)    ÖLÇÜ    İnsan elinde ne illet var ki, dokunduğunu değiştiriyor  kendiliğinden iyi ve güzel olan şeyleri bozuyor. İyi olmak arzusu  bazen öyle azgın bir tutku oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz.  Bazıları der ki, iyinin aşırısı olmaz, çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil  demektir. Sözcüklerle oynamak diyeceği gelir insanın buna.    Felsefenin böyle ince oyunları vardır. İnsan iyiyi severken de, doğru bir işi yaparken de pekala aşırılığa düşebilir. Tanrının dediği de budur:  Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın da bir haddi vardır.    Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştırmayan okçudan daha başarılı sayılmaz. İnsanın gözü karanlıkta da iyi görmez, fazla  ışıkta da. Platon'da Kallikles der ki, felsefenin fazlası zarardır. Felsefe  bir kerteye kadar iyidir, hoştur yararlı olduğu kerteyi aşacak kadar  derinlere gidersek çileden çıkar, kötüleşiriz; herkesin inandığı, uyduğu  şeyleri küçümseriz; herkesle doğru dürüst konuşmaya, herkes gibi  dünyadan zevk almaya düşman oluruz; kimseyi yönetemeyecek,  başkalarına da kendimize de hayrımız dokunmayacak bir hale geliriz;  boş yere şunun bunun sillesini yeriz.    Kallikles doğru söylüyor çünkü felsefenin fazlası bizim gerçek  duygularımızı körletir gereksiz bir inceleme ile bizi doğanın güzel ve  rahat yolundan çıkarır. (Kitap 2, bölüm 30)    Düşüncede saplantı ve azgınlık en açık ahmaklık belirtisidir. Canlılar  arasında eşekten daha kendinden emin, daha vurdumduymaz, daha  içine kapalı, daha ciddi, daha ağırbaşlı olanı var mıdır? (Kitap 3, bölüm 8)   

TARTIŞMALAR

    Azgın tartışmalar da keşke, diğer söz suçları gibi ceza görselerdi. Hep öfkenin alıp götürdüğü bu düşünce çarpışmalarında insanın  etmediği kötülük kalmaz. İlkin düşüncelere çatarız, sonra da insanlara.  Tartışmada esas, karşımızdakinin düşüncesini çürütmek olduğu,  herkes çürütüp çürütüldüğü için, tartışmanın sonunda olan şey  gerçekten büsbütün uzaklaşmaktadır. Onun için Platon, Devlet'inde  akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasak etmiştir. Doğru dürüst  adım atıp yürümesini bilmeyen bir insanla gerçeği aramaya çıkmanın  anlamı var mı? Aradığımız şeyi bırakıp onu nasıl bir yoldan  arayacağımızı düşünürsek ondan hiç de uzaklaşmış olmayız. Ama yol  derken softaların ve allamelerin yollarını değil, sağduyumuzla  bulduğumuz doğal yolları kastediyorum. Tartışma ile neye varılabilir?  Biri doğuya gider, biri batıya; yolda rastladıkları ayrıntılara saplanır  ve konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra neyi aradıklarını  bilmez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş, kimi  de kenarında kalmıştır. Kimi bir sözcüğe, bir benzerliğe takılır  kimi, söylenene kulak bile vermeden bir şeyi tutturur ve yalnız  kendi söylediklerini dinler başka biri de, kendine güvenemediği için  her şeyden kaçınır, hiçbir düşünceyi kabul etmez, ta başından her şeyi  karıştırır, yahut da söz kızışınca, büsbütün susar ve bir daha ağzını  açmaz; bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar, mağrur bir  küçümseme ya da budalaca bir alçakgönülle tartışmadan kaçar. Bazısı  yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir; bazısı  da yalnız sesinin ve ciğerlerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar  kendine karşı dönüverir; başka biri kalkar önsözlerle, yersiz  hikayelerle kafa şişirir. Kimi vardır, sıkıştığını görünce karşısındakini  susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve bir Alman  kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü de vardır, konuya hiç  bakmadan sizi bir sürü mantık çemberleriyle, diyalektik oyunlarıyla  kuşatıp boğmaya savaşır. (Kitap 3, bölüm 8)    Bütün toptancı yargılar çürük ve tehlikelidir. (Kitap 3, bölüm 8)  

 GERÇEK NEDENLER  

 Kolayca doğrulanabilir ki, büyük yazarlar, olayların nedenleri üstüne  yazarken, yalnız en doğru bildikleriyle yetinmez, bir ince buluş, bir  güzellik getirmek koşuluyla, inanmadıklarını da yazarlar. Bir şeyi  ustaca söylediler mi, yeterince doğru ve yararlı söz etmiş olurlar. Asıl  neden hangisidir, kesinlikle bilemeyiz; birkaçını biraraya getirir  bakarız, doğru olan bunlardan biri midir diye:     Namque unam dicere causam    Non satis est, verum plures unde una tamen sit. (Lucretius)    Bir tek neden göstermek yetmez; Birkaçını vermeli, bir teki doğru da  olsa.    Hapşıranlara sağlık dilemek adetinin nereden geldiğini  sorar mısınız bana? Biz insanlar üç türlü yel çıkarırız: Altımızdan  çıkan pek pistir, ağzımızdan çıkan bir oburluk belirtisi sayılır  üçüncüsü hapşırmadır, baştan geldiği ve ayıp yanı olmadığı için hoş  yüzle karşılarız onu böyle. Gülmeyin bu ince buluşa: Aristoteles'indir  derler.    Plutarkhos'ta okudum sanıyorum: Tanıdığım bütün yazarlar arasında  sanatı doğaya, düşünceyi bilime en iyi katmış olanıdır Plutarkhos.  Deniz yolcularındaki mide bulanmasının nedeni üstünde dururken  bunun korkudan ileri geldiğini, korkunun böyle bir sonuç  verebileceğine kanıtlar olduğunu söylüyordu. Deniz beni de pek tutar,  ama bunun bende korkudan gelmediğini biliyorum; akıl yoluyla değil  deneme yoluyla biliyorum bunu. Başkalarından duyduklarım bir yana,  hayvanların, özellikle domuzların da başına geliyor, hiçbir tehlikeden  kuşkulanmadıkları zaman. Bir tanıdığım da şunu anlattı bana:  Kendisini deniz pek tuttuğu halde, birkaç kez büyük fırtınalarda  duyduğu korkudan mide bulantısı geçivermiş. Seneca'nın: Tehlikeyi  düşünemeyecek kadar hastaydım, dediği gibi. Su üstünde hiç  korktuğum olmamıştır, başka yerlerde de olmadığı gibi: Karşılaştığım  nice tehlikeler, ölümün ta kendisi bile aklımı başımdan alıp allak  bullak etmemiştir beni.     Korku bazen kafasızlıktan gelir, yüreksizlikten de geldiği gibi.  Karşılaştığım bütün tehlikelerde gözlerim açık, kafam işlek,  sapasağlam kalmıştır. Kaldı ki bir şeyden kaçınma da yürek ister  insanda. Korkusuzluk işime yaramıştır eskiden, başka zararları  yanında, kaçışıma çeki düzen vermek için. Kaçarken ürkeklik  duymadım diyemem, ama şaşkınlığa, büyük korkulara da kapılmadım.  Heyecanlıydım, ama aklım başımdan gitmemişti. Büyük ruhlar daha  da ileri gider, kaçışlarında sakin, telaşsız olmakla kalmaz, gururlarını  da yitirmezler. Alkibiades, silah arkadaşı Sokrates'in nasıl kaçtığını  anlatır: Onu, der, ordumuzun arkasında, Lakhes'le birlikte en son  kaçanlar arasında buldum. Rahatça, korkusuzca, seyrettim onu; çünkü  altımda iyi bir at vardı; o ise yayaydı ve yaya olarak savaşmıştı. İlk  gözüme çarpan, Lakhes'den daha temkinli ve kararlı görünmesi oldu.  Her zamanki gibi meydan okurca yürüyordu. Çevresinde olup  bitenleri izleyen, ölçüp biçen bakışları güvenli ve düzenliydi. Bir  dostlara bir düşmanlara bakarken, dostları yüreklendirmek,  düşmanlara da, üstüne gelecek olana kanını pahalıya ödeteceğini  anlatmak ister gibiydi. Kurtuldular, çünkü böylelerine pek saldırmaz  düşman, korkanların ardına düşer.    Bu büyük komutanın anlattığı, bizim de her gün yaşadığımız bir şeyi  öğretiyor bize: Tehlikelerden kaçınmakta aşırı telaşa düşmek  kendimizi tehlikenin kucağına atmanın en kestirme yoludur.    Quo timoris mirıusest, eo minus femıe periculi est. (Titus-Livius)    Ne kadar az korkarsak o kadar az tehlikedeyiz. (Kitap 3, bölüm 6)   

KORKU ÜSTÜNE

   İyi bir doğa uzmanı değilim dedikleri gibi, korkunun bizi hangi  yollardan etkilediğini pek bilmem; ama pek garip bir tutku olduğu da  su götürmez. Hekimlerin dediğine göre ondan tez aklımızı başımızdan  alan hiçbir tutku yoktur. Gerçekten korkudan aklını yitiren çok  adamlar görmüşümdür. En sağlam kişilerin korku süresince inanılmaz  şaşkınlık hallerine düştükleri olur. Bilgisiz halkı, korkudan atalarını  mezardan çıkmış, kefenlere sarılı dolaşır görenleri, cinlerin perilerin  saldırısına uğrayıp çarpılanları bir yana bırakıyorum, meslekleri gereği  korkmamaları gereken nice askerlerin korkudan bir koyun sürüsünü  zırhlar kuşanmış bir alay, sazları, kamışları mızraklı akıncılar, dostları  düşman, beyaz haçı kızıl haç sandıkları az mı görülmüştür?    Bourbon Dukası Roma'yı aldığı sırada, Şaint Pierre semtini bekleyen  bir nöbetçi subay, ilk hücum borularını duyar duymaz öyle; bir  korkuya kapılıyor ki, elinde alem, bir yıkıntının deliğinden dışarı  fırlıyor, şehrin içine doğru gittiğini sanarak düşmana doğru üçyüz  adım kadar koşuyor, neden sonra aklı başına gelip geri dönüyor  ve aynı delikten içeri giriyor. Bures Kontu bizden Saint-Paul'ü aldığı  zaman, alemdar subay Julie o kadar ucuz kurtulamıyor: O da korku  şaşkınlığıyla bir delikten sur dışına çıkınca kuşatanlar paramparça  ediyor kendisini.     Aynı kuşatmada bir soylu kişinin yüreği korkudan öylesine sıkışıp  duruveriyor ki, yarasız beresiz sur hendeğine düşüp ölüyor. Aynı  korku bazen bütün bir kalabalığı sarar. Germanicus'un Almanlar'la bir  karşılaşmasında iki büyük alay korkudan birbirinin tam tersi iki yöne  kaçışıyorlar.    Korku kimi zaman topuklarımıza kanat takar, kimi zaman da  ayaklarımızı yere çiviler. İmparator Theophilus'un başına geldiği gibi:  Agarenler'e karşı yitirdiği bir savaşta şaşkınlıktan dona kalıp bir türlü  kaçamıyormuş; sonunda ordu komutanlarından biri gelip derin bir  uykudan uyandırır gibi sarsmış onu: Ardımdan gelmezseniz, demiş  öldürürüm sizi; çünkü canınızı yitirmeniz, esir düşüp İmparatorluğu  yitirmenizden daha iyidir.    Korkunun gücü son haddine şöyle varır ki, ödev, ve onur yerinde  elimizden aldığı yiğitliği kendi buyruğunda gösterir bize. Romalıların  Annibal'a karşı Sempronius komutasında ilk meydan savaşını  yitirdikleri sırada, on bin kişilik bir piyade tümeni korkudan kaçacak  delik arayıp bulamazken düşmanın en güçlü kanadı üstüne şaşkınca  yürümüş ve görülmedik bir gayretle yarmayı başararak bir sürü  Kartacalı'yı öldürmüşler, onurlu bir zaferle elde edeceklerini yüz  karası bir kaçışla elde etmişler.    En çok korktuğum şeyin korku olması bundandır. Bütün belalardan  daha belalı bir yanı vardır korkunun... Savaşın bir döneminde bir hayli  hırpalanmış, yara bere içinde kalmış askerleri ertesi gün yeniden  düşmanın üstüne yürütebilir, ama içlerine korku düşmüş askerleri  önlerine bile baktıramazsınız. Mallarını yitirmek, sürülmek, köle  olmak korkusuna kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden,  uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar.     Oysa yoksullar, haydutlar, köleler çoğu zaman daha keyifli yaşarlar.  Korkudan kendilerini asan, boğulan, uçurumlara atlayan nice insanlar  da gösteriyor ki bize korku ölümden daha amansız, daha dayanılmaz  bir beladır.      Eski Yunanlıların bildiği bir başka çeşit korku varmış; bizim  aklımızın şaşkınlığı dışında bir dürtüden gelirmiş. Toptan bir halkın,  orduların kapıldığı olurmuş bu korkuya. Kartaca'nın altını üstüne  getiren böylesi bir korku olmuş. Bağrışıp çağrışmalar gökleri tutmuş;  bir baskın varmış gibi millet sokaklara dökülmüş, düşmana saldırır  gibi birbirlerini yaralamış öldürmüşler. Kargaşaya, şamataya  boğulmuş bütün Kartaca: Sonunda dualar, kurbanlarla tanrıların  öfkesini yatıştırmışlar da öyle kurtulmuşlar bu beladan. Pan tanrının  saldığı korku anlamına panik diyorlar buna. (Kitap 1, bölüm 19)   

 KENDİNE ACINDIRMAK 

   Kendimi kaptırmamaya çalıştığım çocukça, yakışıksız bir duyumuz  vardır. Dertlerimizle dostlarımızı acındırmak, kendimize vah vah  dedirtmek. Başımıza gelenleri büyütür, şişirir, karşımızdakini  ağlatmak isteriz, neredeyse.     Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz,  ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı gösterdiler mi darılırız,  kızarız. Dertlerimizi anlamaları yetmez, yanıp yakınmalarını isteriz.  Oysaki insan sevincini büyülterek anlatmalı, üzüntülerini kısaltarak.  Kendini yok yere acındıran gerçekten dertli olunca acınmamayı  hakeder. Durmadan vahlanan kimse vahlanılmaz olur. Kendini canlı  iken ölü göstereni, ölü iken canlı görebilir herkes. Öylelerini gördüm  ki, eş dost kendilerini gürbüz, keyifli görecek diye ödleri kopar,  iyileşmiş sanılmamak için gülmelerini tutarlardı. Sağlık, kimseyi  acındırmadığı için, nefret ettikleri bir şey olurdu. İşin tuhafı, bu  gördüğüm kimseler kadın da değildi. (Kitap 3, bölüm 9)    ALIŞKANLIK    Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş,  sonra da bunu adet edinmiş, her gün danayı kucağına alıp taşırmış;  sonunda buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca öküz olduğu  zaman, onu yine kucağında taşıyabilmiş. Bu hikayeyi kim  uydurduysa, alışkanlığın ne büyük bir güç olduğunu çok iyi anlatmış  olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç şakası  yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar; başlangıçta  kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama, zamanla, oraya yerleşip  kökleşti mi, öyle azılı, öyle amansız bir yüz takınır ki kendisine,  gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez...    Bence en büyük kötülüklerimiz, küçük yaşımızda belirmeye başlar  ve asıl eğitimimiz bizi emzirip büyütenlerin elindedir. Çocuk bir  tavuğun boynunu sıkar, kediyi, köpeği oyuncak edip yara bere içinde  bırakır; anası da ona bakıp eğlenir. Kimi baba da, oğlunun savunmasız  bir köylüyü, bir uşağı öldüresiye dövdüğünü, bir arkadaşını kurnazca  ve kahpece aldattığını gördüğü zaman, bunu yiğitlik belirtisi sayarak  sevinir. Oysa bunlar zalimliğin, zorbalığın, dönekliğin asıl tohumları,  kökleridir; çocukta filizlenirler, sonra alışkanlığın kucağında,  alabildiğine büyüyüp gelişirler. Bu kötü yönsemeleri yaşın  küçüklüğüne ve işin önemsizliğine bakarak hoş görmek tehlikeli bir  eğitim yoludur. Önce şu bakımdan ki, çocukta doğa egemendir ve  doğa asıl yeni tomurcuk salarken katıksız ve gürbüzdür; sonra da,  hırsızlığın çirkinliği, çalınan şeye göre değişmez ki: Ha altın  çalmışsın, ha bir iğne. «İğne çaldı, ama altın çalmak aklına bile  gelmez» diyenlere benim diyeceğim şudur: «İğneyi çaldıktan sonra  niçin altını da çalmasın?» (Kitap 1, bölüm 23)    Kendimiz sandığımızdan çok daha zenginiz; ama bizi ordan burdan  alarak, dilenerek yaşamaya alıştırmışlar: Kendimizden çok  başkalarından yararlanmaya zorlamışlar bizi. (Kitap 3, bölüm 12)    HAYAT VE BİLİM  

 Quid fas optare, quid asper    Utile nummus habet, patriae charisque propinquis Quantum elagiri  deceat, quem te Deus esse Jussit et humana qua parte locatus es in re, Quid sumus, aut quidnam victuri gignimur. (Perstus)     Neyi özlemeyiz? Neye yarar    Bunca zahmetle kazanılan para? Nedir adaletin, insanların bizden  beklediği? Tanrı ne olmamızı istemiş bizim? Neyiz? Neyin peşinde  koşuyoruz? Bilmek ve bilmemek nedir? Öğrenimin amacı ne  olmalıdır? Mertlik, tokgözlülük ve doğruluk nedir? İyiye özenmeyle  açgözlülük, krala bağlılıkla kölelik, özgür yaşamakla keyfine göre  yaşamak arasında ne farklar vardır? Ölümden, acıdan ve ayıptan ne  zaman korkulmaz?    Et quo quemque modo fugiatque feratque laborem. (Horatius)    Dertlerden nasıl kurtulmalı dertlere nasıl katlanmalıyız.    İşte ona (öğrenciye) bunları söyleyeceğiz. Çünkü, insanın zihnine  dolduracağımız ilk sözler onun ahlakını ve ruhunu yoğuracak, ona  kendini tanımasını, iyi yaşamasını ve iyi ölmesini öğretecek olan  sözler olmalıdır.     Bilimleri öğrenmeye, bizi kölelikten kurtaracak olan bilimlerden  başlayalım. Nasıl her şeyin işe yarar bir tarafı varsa bütün bilimler de,  şu veya bu şekilde, hayatımız için yararlı olabilirler ama biz, amacı  doğrudan doğruya hayat olan bilimi seçelim. Hayatımızın  bağlantılarını en doğru ve doğal sınırları içinde tutmasını bilseydik  işimize yarar diye edindiğimiz bilgilerden çoğunun işimize  yaramadığını görürdük. İşimize yarayan bilimlerin içinde bile atılması  hayırlı gereksiz şişirmeler, derinlikler vardır. Sokrates'in istediği  öğretimi yararlı bilgilere yöneltmek daha doğru olur. Sapere aude.    Incipe: vivendi qui recte prorogat horam Rusticus expectat dum  defluat amnis; at ille Labitur, et labetur in omne volibilis aevum.  (Horatius)    Erdemli olmayı göze al; bu yola gir; İyi yaşamayı sonraya bırakan;  yolunda bir ırmağa Rastlayıp da akıp geçmesini bekleyen köylüye  benzer; Irmak hiç durmadan akıp gidecektir.     Çocuklarımıza kendi dünyalarında önce sekizinci kat göklerdeki  yıldızların ve devinimlerinin bilimini öğretmek büyük bir saflıktır. Anaksimenes, Pythagoras'a şunu yazmış. Gözlerimin önünde ölüm ve  kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl uğraşabilirim? (Çünkü o  sırada İranlılar yurduna karşı savaşa hazırlanıyorlardı.) Herkesin şöyle  düşünmesi gerekli: Bizi para tutkusu, mevki tutkusu, saygısızlık, geri  kafalılık içimizde yıkarken gidip de dünyanın dönüşüyle mi uğraşacağım?    Çocuğa, daha akıllı ve daha iyi olmasına yarayacak şeyleri  öğrettikten sonra mantığın, fiziğin, geometrinin ne olduğunu anlatırız.  Böylece kafası işlemeye başladıktan sonra seçeceği bilimin kolayca  hakkından gelebilir. (Kitap 1, bölüm 26)    Kadınların süs ve aylaklıklarının bizim alınterimiz ve emeğimizle  beslenmesi gülünç ve haksız bir şeydir. (Kitap 3, bölüm 9)   

YAMYAMLAR ÜSTÜNE  

 Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize  benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana  onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları soylu ve yiğitçe bu  insanların. Savaş denilen bu insan hastalığını biz haklı ve güzel  görebiliriz de onlar niçin görmesinler? Kaldı ki onlarda savaş  yalnız değer kıskançlığından ve yarışmasından doğuyor. Yeni  topraklar kazanmak için savaşmıyor bu Yamyamlar; çünkü doğanın  bereketi onlara her şeyi, çabasız, çilesiz öyle bol bol sağlıyor ki  topraklarını genişletmenin bir gereği kalmıyor. Henüz doğal isteklerini  doyurmakla yetindikleri mutlu bir dönemde yaşıyorlar: Bunun  ötesindeki her şey gereksiz onlar için. Herkes kendi yaşında olanlara  kardeş, kendinden genç olanlara evlat diyor ve bütün yaşlılar herkesin  babası sayılıyor. Yaşlılar bütün varlıklarını hiç bölmeden herkese  birden miras bırakıyorlar; doğanın bütün yaratıklarına verdiği her şey  böylece herkesin oluyor. Komşuları dağları aşıp kendilerine saldıracak  olurlarsa ve savaşı kazanırlarsa, zafer, onurdan başka bir şey  sağlamıyor onlara; değer ve erdem bakımından üstünlüklerini  göstermiş oluyorlar yalnız. Yenilenlerin malına mülküne ihtiyaçları  olmadığı için kalkıp yurtlarına dönüyorlar ve orada hiçbir şeyin   eksikliğini duymadan kendi varlıklarının tadını çıkarmasını,  onunla yetinmesini biliyorlar. Savaşı berikiler kazanırsa onlar da öyle  davranıyor. Tutsaklarından bütün istedikleri yenildiklerini kabul  etmeleri yalnızca; ama yüzyılda bir olsun buna yanaşan çıkmıyor  sözleri, davranışlarıyla yiğitliklerine en küçük bir toz kondurmaktansa  ölmeyi yeğ görüyor hepsi. Öldürülüp etlerinin yenilmesini daha  onurlu sayıyorlar. Tutsakları özgür bırakıyorlar ki, yaşamayı daha tatlı  bulsunlar; nasıl ölecekleri, ne işkencelere uğrayacakları, nasıl  parçalanıp yenilecekleri anlatılıyor, bunun için yapılan hazırlıklar  gösteriliyor kendilerine. Bütün bunlar ağızlarından bir tek gevşek,  onur kırıcı söz alabilmek, kaçmaya heveslendirip onları korkutmuş,  dirençlerini kırmış olma üstünlüğünü kazanmak için! Çünkü, iyi  düşünülürse, gerçek zafer budur aslında:    victoria nulla est    Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes. (Claudianus)    Zafer zafer değildir    Yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe.    Pek yaman savaşçı olan Macarlar düşmanlarına aman dedirttiler mi  daha ilerisine gitmezlermiş. Canlarına kıymadan, baç istemeden  bırakır çok çok bir daha kendilerine karşı savaşmayacaklarına söz  verdirirlermiş.    Düşmanlarımıza karşı kazandığımız üstünlüklerin birçoğu  kendimizin olmayan eğreti üstünlüklerdir. Kol bacak sağlamlığı  yiğitliğin değil hamallığın şanındandır gürbüzlük cansız, bedensel bir  değerdir; düşmanımızı şaşırtmak, güneşin ışığıyla gözlerini  kamaştırmak bir talih işidir eskrimde üstünlük korkak ve değersiz bir  adamın da elde edebileceği bir ustalık, bir bilgidir. Her insanın ölçüsü,  değeri yüreğinde, istemindedir asıl. Yiğitlik, kolun bacağın değil,  yüreğin, ruhun sağlamlığındadır atımızın, silahlarımızın değerinde  değil, kendi değerimizdedir. Yüreği yılmadan düşen dizleri üstünde  savaşır, der Seneka. Ölüm tehlikesi karşısında kılı kıpırdamayan, can  verirken düşmanına yiğitçe yukarıdan bakan bize değil talihe alt  olmuştur yenilmiş değil öldürülmüştür.    En yiğit kişiler en mutsuz insanlardır kimi zaman... Biz yine  hikayemize dönelim: Bu tutsak yamyamlar bütün korkutmalar  karşısında aman dilemek şöyle dursun, iki üç aylık bekleme sırasında  güleryüzle dolaşıyorlar düşmanlarını, yapacaklarını bir an önce  yapmaya kışkırtıyorlar; meydan okuyor, küfür ediyorlar onlara,  korkaklıklarından, yitirdikleri savaşlardan sözediyorlar. Bir tutsağın  söylediği türkü var bende; şöyle sözler ediyor içinde: Gelin hepiniz  yiğitçe, toplanın yiyin beni; yiyecek olduğunuz kendi babalarınız,  atalarınızdır, çünkü onların etleriyle beslendi bu bedenim benim.  Bu pazılar, bu et, bu damarlar sizin, zavallı budalalar; atalarınızın  özünü görmüyor musunuz onlarda? Tadına bakın, kendi etinizin tadını  bulacaksınız onlarda...    Bu yamyamlardan üçü, bizim düşkünlüklerimizi öğrenmenin rahatlık  ve mutluluklarını ne ölçüde kaçıracağını, yenilik hevesiyle kendi  güzelim göklerini bırakıp bizimkilerin altına gelerek bizimle ilişki  kurmanın başlarına neler getireceğini, bugün bir hayli ilerlemiş  olduğunu sandığım yıkılışlarını bilmeyerek Fransa'nın Rouen şehrine  gelmişlerdi; rahmetli kral Charles da oradaydı o zaman. Kral uzun  uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel bir kent  örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en  çok neyi beğendiklerini sordu. Üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık  ki unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı  bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri,  niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi  dillerinde bir tek bedenin eli kolu, parçaları birbirinin yarısı olarak  anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif  sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda, açlık ve perişanlık  içinde yaşadıkları olmuş. Nasıl oluyor da demişler, bu yoksul yarımlar  böylesi bir haksızlığa katlanıyor, öteki yarımların boğazlarına  sarılmıyor, evlerini ateşe vermiyorlar! (Kitap 1, bölüm 31)    

BİRİNE YARAR ÖTEKİNE ZARAR

   Atinalı Demades, cenaze törenleri için gerekli şeyleri satan bir  hemşerisini, bu işten fazla kazanç beklediğini, bu kazancın da ancak  birçok insanın ölümünden gelebileceğini ileri sürerek mahkum etmiş.  Haklı bir yargı denemez buna; çünkü hiçbir kazanç başkasına zarar  vermeden sağlanamaz, öyle olunca da her çeşit kazancı mahkum  etmek gerekir.    Tüccar, gençliğin sefahata düşmesinden kar sağlar, çiftçi buğdayın  pahalanmasından, mimar evlerin yıkılmasından, hukukçu insanların  davalı, kavgalı olmasından; din adamlarının şan, onur ve görevleri bile  bizim ölümümüze ve kötülüklerimize dayanır. Yunanlı komedya şairi  Fhilemon, hiçbir hekim, dostlarının bile sağlığından hoşlanmaz,  dermiş, hiçbir asker de yurdundaki barıştan. Daha da kötüsü, herkes  içini yoklasa görür ki gizli dileklerimizin birçoğu başkasının zararına  doğar ve beslenir.    Öyle sanıyorum ki düşündükçe doğanın genel düzeni hiç şaşmıyor  böyle olmaktan: Çünkü fizikçilerin dediğine göre, her şeyin doğması,  beslenmesi, çoğalması, başka bir şeyin bozulup çürümesi oluyor:    Nam quodcunque mutatum finibus exit, Contineuo hoc mors est  illius quod fuit ante. (Lucretius)    Bir varlık biçim ve nitelik değiştirdi mi O anda yok olur biraz önce  var olan. (Kitap 1, bölüm 22) 

 AKIL ERDİREMEDİĞİMİZ GERÇEKLER

   Kolayca inanma ve inandırılmayı saflığa ve bilgisizliğe vermekte  haksız değiliz her zaman. Şöyle bir şey öğrendiğimi sanıyorum  eskiden: İnanç ruhumuza bastırılan bir damga gibidir; ruh ne kadar  yumuşak olur, ne kadar az karşı koyarsa, ona bir şeyi mühürlemek o  kadar kolay olur. Hele ruh bomboş ve darasız olursa, ilk inandırmanın  ağırlığı altında daha da kolaylıkla eziliverir. Onun için, çocuklar,  bilgisizler, kadınlar ve hastalar kulaktan doldurulup yürütülmeye daha  elverişlidirler.     Evet, ama, öbür yandan da, bize olağan gelmeyen her şeyi  olmaz diye hor görüp çöpe atmak da budalaca bir böbürlenmedir.  Kendilerini herkesten üstün kafalı sayanlarda hep görürüz bunu.  Eskiden ben de düşerdim buna: Hortlaklardan, gelecek üstüne  kerametlerden, büyülerden, yutmadığım daha başka şeylerden söz  edildi mi, bu saçmalıklara inandırılan zavallı halka acırdım. Bugün  görüyorum ki kendim de acınacak haldeymişim o zaman: Sonradan  gördüklerimle ilk inançlarımı değiştirmiş, ya da böyle şeylere  sonradan merak salmış değilim; ama aklım sonradan öğretti ki bana,  her hangi bir şey için yekten olmaz diye kesip atmak kendimizde  tanrının ve doğa anamızın isteyip yapabilecekleri her şeyin sınırlarına  varan bir kafa üstünlüğü görmek olur. Olabilecek şeylerin hepsini  kendi yetenek ve göreneklerimize bağlamaktan daha büyük bir  çılgınlık olamaz dünyada. Aklımızın eremediği her şeye masal,  mucize deyip gerçek dışı sayarsak, az şey mi görüyorsunuz  her gün aklımızın ermediği? Bir düşünelim, ne sisler arasından  ne emeklerle elimizin altındaki şeylerden birçoğunun bilgisine  ulaştırıyorlar bizi. O zaman anlarız ki bize acayip gelmeleri onları  bildiğimizden değil alışkanlığımızdan geliyor daha çok.    Jam nemo, fessus satiate videndi, Suspicere in caeli dignatur lucida  templa. (Lucretius)    Gözleri doymuş olduğu için şaşmıyor kimse Başının üstündeki ışık  tapınaklarına.    Nice alıştığımız şeyleri bize yeniden gösterseler, en olmayacak  şeylerden daha garip gelecektir bize onlar.    Si nunc primum mortalibus adsint    Ex improviso, ceu sint objecta repente,    Nil magis his rebus poterat mirabile dici.    Aut minus ante quod auderent fore credere gentes. (Lucretius)    Bugün birden gözlerimiz önüne gelseler    Varlıkları fışkırıverse karşımızda       Bizi en çok şaşırtacak onlar olur    Bütün bildiklerimize aykırı görünürler.    Hiç ırmak görmemiş biri ilk kez bir ırmak gördüğünde  deniz sanmış onu. Bizim en büyük bildiğimiz şeyleri, doğanın o  konudaki son sınırları sayarız:    Scilicet et fluvius, qui non est maximus, el est    Qul non ante aliquem majorem vidit, et ingens    Arbor homoque videtur; et omnia de genere omni    Maxima quae vidit quisque, haec ingentia fingit. (Lucretius)    Böylece, bir ırmak büyük olmasın isterse    Daha büyüğünü bilmeyene büyük gelir;    Bir ağaç, bir insan da öyle. Her şeyde,    En büyük gördüğümüzü devleştiririz.    Conseutudine oculorum assuescunt animi, neque admirantur, neque  requirunt rationes earum quas semper vident. (Cicero)    Gözlerin alışkanlığıyla kafalar da her şeye alışır; her an görmekte  olduğumuz şeylere şaşmayız, nedenlerini aramayız onların.    Gördüğümüz şeylerin yeniliği, büyüklüğünden çok şaşırtır ve  nedenlerini aramaya iter bizi.    Doğanın sonsuz gücü karşısında daha saygılı olmamız,  bilgisizliğimizi, yetersizliğimizi bilmemiz gerekir. İnanılır kişilerin  söylediğince olmayacak şeyler duyuyoruz; bunlara inanmasak bile  kesip atmamalıyız; çünkü olmaz deyip geçmez, olabilecek şeylerin  nereye varabileceklerini bildiğimizi ileri sürmek olur haddimizi  bilmeden. Olmayacakla alışılmadık arasında, doğanın akış düzenine  aykırı olana insanların ortak inançlarına aykırı olan arasındaki ayrılığı  iyi kavrarsak, bir şeye inanmakta da, inanmamakta da, haddimizi  bilecek olursak, Chilon'un kuralına uymuş oluruz: hiçbir şeyde aşırı  gitme yok. (Kitap 1, bölüm 18)  

 BABALAR VE ÇOCUKLAR 

  Çocukların babalarına karşı duydukları, saygıdır daha çok.  Duygu düşünce alışverişleriyle beslenen dostluk onlar arasında  kurulamaz; dünyaları çok ayrıdır çünkü, üstelik doğal ödevleri de  örseler bu dostluk. Babalar bütün gizli düşüncelerini çocuklarına  açamazlar, yakışıksız bir sırdaşlık yaratmamak için; dostluğun baş  görevlerinden biri olan uyarmalar, akıl vermeler de çocukların  babalarına yapabilecekleri şeyler değildir. Kimi uluslarda çocukların  babaları, kiminde de babaların çocukları öldürmeleri adetmiş,  birbirlerine çıkarabildikleri zorlukları önlemek için, doğal olarak  birinin varlığı ötekinin yıkımına bağlı olduğu için. Babalarla çocuklar  arasındaki doğal bağları hor gören filozoflar da çıkmıştır Aristippos  bunlardan biridir. Kendisinden çıkmış olan çocuklarını nasıl olup da  sevmediği söylenince tükürmüş Aristippos ve demiş ki: Bu tükürük de  benden çıktı; bitler, kurtlar da çıkıyor benden! Plutarkhos'un  kardeşiyle barıştırmak istediği biri de şöyle der: Aynı delikten çıktık  diye kardeşimin büyük önemi olamaz benim için...    Babayla oğul apayrı mizaçlarda olabilirler, kardeşler de öyle.  Oğlum olur, akrabam olur, ama belalı, kötü, budala herifin biri de  olabilir. Hem sonra, yasaların ve doğal zorunluluğun bize buyurduğu  dostluklarda seçme ve isteme özgürlüğümüz azalıyor. Oysa bu  özgürlük sevgi ve dostluk kadar bizim diyebileceğimiz başka hiçbir  şey yaratamaz. (Kitap 1, bölüm 28)    Her inanç kendini can pahasına benimsetecek kadar güçlü olabiliyor. (Kitap 1, bölüm 14)  

    DİZGİNSİZ TUTKULAR   

Başkaları için yaşamayan kendi için de yaşayamaz:    Qui sibi amicus est    Scito hunc amicum omnibus esse (Seneka)    Kendine dost olan    Bilin ki herkese de dosttur.    Ama baş görevimiz kendimizi gereğince yönetmektir onun için  dünyadayız. Kendisi iyi yaşamasını unutan ve başkalarını iyi  yaşamaya zorlamak, alıştırmakla ödevini yaptığını sanan bir budaladır  onun gibi, başkasına hizmet için kendi dürüst ve sevinçli yaşamasını  bırakan da kötü, olumsuz bir yola girmiş olur bence.    Toplum için yüklendiğimiz görevlerde dikkatimizi, adımlarımızı,  sözlerimizi, alınterimizi, gerekirse kanımızı esirgememeliyiz:    Nun ipse pro charis amicis Aut Patria timidus perire (Horatius)    Hazırım canımı vermeye Dostlarım ve yurdum için. Ama geçici,  raslantıya bağlı olan bu görevlerde kafamız rahatını, sağlığını  yitirmemeli; eylemsiz değil, ama öfkesiz, tutkusuz kalmalıdır.  Ruhumuz eylemlerde pek çaba harcamaz, uykuda bile eylemler  içindedir hiç yorulmadan. Ama onu coşturmada ölçülü  davranmaktayız, çünkü beden üstüne yükleneni nasılsa öyle taşır; ama  ruh yüklendiğini çoğu kez kendi zararına büyütüp ağırlaştırır, dilediği  ölçüyü verir ona. İnsanlar aynı şeyleri ayrı çabalarla, değişik irade  gerginliğiyle yaparlar.     Ruh bedene, beden ruha ayak uydurmayabilir. Nice insanlar savaşı  hiç umursamadan savaşlara girerler her gün, ölümü göze alarak  katıldıkları savaşı yitirmek uykularını bile kaçırmaz. Öte yandan  başka bir insan evinde, atılamayacağı tehlikelerden uzakta, savaşın  sonucunu canı ağzında merak eder, savaşa kanını canını koyan  askerden daha fazla ruh çabası harcar. Ben toplum işlerine katılırken  kendimden tırnak boyu uzaklaşmamasını, kendimi, kendimden  geçmeden, başkasına vermesini bildim.    Taşkın ve azgın bir tutku giriştiğimiz işe yarardan çok zarar getirir,  olayların ters gitmesi, gecikmesi karşısında sabırsızlığa sürükler bizi,  işlerine baktığımız insanlardan soğutur, kuşkulandırır. Bizi avucuna  alan ve sürükleyen bir işi kendimiz iyi yönetemeyiz hiçbir zaman.    Mala cuncta ministrat, Impetus. (Seneka)    Çoşkunluk sarpa sardırır işleri.    İşe yalnız kafasını ve ustalığını koyan daha rahat yürütür işi.     Olayların gereklerine göre dilediği gibi dayatır, aşağıdan alır, erteler;  başarısızlığa uğradığı zaman bozulmaz, yıkılmaz; yeniden işe  oyulmaya bütün gücüyle hazırdır; ister istemez birçok tedbirsizliklere,  haksızlıklara düşecektir tutkusunun rüzgarına kapılır gider başından  büyük işlere girişir ve talih çok yardım etmedikçe pek başarı  kazanamaz. Filozofi, uğradığımız haksızlıkların öcünü alırken işe  öfke karıştırmamamızı ister; cezanın daha hafif olması için değil,  tersine daha etkin olması, daha ağır basması için. Azgınlık ölçümüzü  tam almaya engel olur çünkü. Öfke gözü karartmakla kalmaz,  ceza verenin kolunu da yorar. Bu ateş güçlerini uyuşturur, yakar.  Acele kendi kendisine çelme takar, tökezler ve durur:    Festinatio tarda est. (Quintus)    Acele gecikmedir.    Ipsa se Velocitas implicat. (Seneka)    Çabukluk kendisini engeller.    Sık sık gördüğüm örnekleriyle cimrilik de kendi kendisini köstekler;  ne kadar eli sıkı ne kadar gözü dönmüş olursa o kadar az kazanç  sağlar. Genel olarak cimriler, biraz cömertlik göstermekle, daha çabuk  zengin oluyorlar. (Kitap 3, bölüm 10) 

  DEĞİŞEN DİL VE İNSAN

   Kitabımı az insanlar ve az yıllar için yazıyorum. Uzun ömürlü  olabilmesi için daha sağlam bir dille yazılması gerekirdi. Bizim  dilimizin bugüne kadarki sürekli değişmelerine bakılınca, elli yıl sonra  şimdiki halinde kalacağını kim umabilir? Her gün elimizden kayıp  gidiyor benim yaşadığım yıllar içinde yarı yarıya değişti. Şimdi artık  olgunlaştı diyoruz; her çağ kendi dili için öyle der. Hep böyle kaçıp  değiştiği sürece ben dilimizin bugünkü halinde kalmasını özlemem.  İyi ve yararlı yazılar onu kendilerine bağlayabilirse bağlar, göreceği  rağbet de devletimizin kaderine göre değişir. Onun için kitabıma hiç  çekinmeden kişisel birçok yazılar koyuyorum. Bunlar bugün yaşayan  insanların işine yaramakla kalır ve orta anlayıştan öte özel bilgileri  olan kimi insanları ilgilendirir. Gördüğüm birçokları gibi benim  ardımdan da olur olmaz sözler edilmesini istemiyorum doğrusu: Şöyle  düşünürdü, böyle yaşardı; şunu ister, bunu istemezdi; ölürken konuşsa  buna şunu der, şuna bunu verirdi; onu benden iyi tanıyan yoktu, gibi.  Kitabımda edep kurallarının izin verdiği ölçüde eğilimlerimi,  sevgilerimi az çok belirtiyorum; bilmek isteyene sözlü olarak daha da  serbestçe ve içtenlikle açıklıyorum duyup düşündüklerimi. Ama  bakmasını bilen bu anılarımda her şeyi söylediğimi, gösterdiğimi  görür.     Yazıya dökemediğimi parmağımla gösteriyorum burada:    Verum animo satis haec vestigia parva sagaci    Sunt, per quae possis congnossere caetera tute. (Lucretius)    Görenlere kısacık göstermeler yeter    Üst tarafını kendin bulabilirsin.    İstenecek, aranıp bulunacak hiçbir şey bırakmıyorum kendimden.  Sözüm edilecekse, doğru dürüst, gerçeğe uygun edilmesini istiyorum.  Övmek için de olsa beni olduğumdan başka türlü göstermek isteyeni  yalanlamak için öbür dünyadan seve seve kalkar gelirim.     Yaşayanlardan bile olmadıkları gibi söz edildiğini görmekteyim.  Yitirdiğim bir dostumu (La Boetie) var gücümle desteklemeseydim,  bin bir türlü suret biçeceklerdi ona. (Kitap 3, bölüm 9) 

  İNSANLAR VE HAYVANLAR 

   Hayvanlar arasında eni konu bir haberleşme olduğunu açıkça  görüyoruz; yalnız aynı türden olanlar değil ayrı türden olanlar da  birbirleriyle anlaşabiliyorlar.     Et mutae pecudes et denique secla ferarum     Dissimiles fuerunt voces variasque cluere    Cum metus aut dolor est, aut cum jam gaudia gliscunt. (Lucretlus)     Söz bilmez sürüler, vahşi hayvanlar    Türlü bağrışmalarla anlatırlar     Duydukları korkuyu, acıyı ya da zevki.    At köpeğin bir çeşit havlamasından kızgın olduğunu anlar; başka  türlü bir havlamasıysa, hiç ürkütmez onu. Aralarındaki iş  ortaklığından anlıyoruz ki sesi olmayan hayvanların bile başka bir  haberleşme yolları var; hareketleriyle konuşup anlaşıyorlar:    Non alias longue ratione atque ipsa videtur     Protrabere ad gestum pueros infantia linguae. (Lucretius)    Başka türlü değil çocukların da    Sesle anlatamadıklarını hareketle anlatmaları.    Neden anlaşamasınlar? Bizim dilsizlerimiz de işaretlerle pekala  söyleşiyor, tartışıyor, hikayeler anlatıyorlar.     Öyle alışkın, öyle usta olanlarını gördüm ki, her istediklerini eksiksiz  anlatabiliyorlar. Aşıklar yalnız gözleriyle neler söylerler birbirine:  Bozuşur, barışır, yalvarışır, anlaşır, söyleşirler gözleriyle.    E'i silentio ancor suole Haver perigi e porole. (Tasco)    Ve susmada bile    Sözler, yalvarmalar vardır.    Ya ellerle neler söylemeyiz? İsteriz, söz veririz, çağırırız, yol veririz,  korkuturuz, yakarırız, yalvarırız, yadsırız, istemeyiz, sorarız,  beğeniriz, sayarız, itiraz ederiz, pişman oluruz, korkarız, utanırız,  kuşkulanırız, bildiririz, buyururuz, isteriz, yüreklendiririz, yemin  ederiz, küçümseriz, meydan okuruz, kızdırırız, suçlarız, mahkum  ederiz, affederiz, küfrederiz, pohpohlarız, alkışlarız, kutlarız,  utandırırız, alay ederiz, uzlaştırırız, salık veririz, coştururuz, seviniriz,  bayram ederiz, acırız, üzeriz, rahatsız ederiz, şaşırtırız, bağırırız,  susarız, daha neler neler, dille yarışacak kadar. Başımızla buyur  ederiz, kovarız, evet deriz, hayır deriz, yalanlarız, hoş karşılarız,  yüceltiriz, kutsallaştırırız, hor görürüz, isteriz, tersleriz, sevindiririz,  dertlendiririz, okşarız, azarlarız, dizginleriz, kızdırtırız, korku veririz,  güven veririz, soruştururuz. Ya kaşlarımızla? Ya omuzlarımızla?..    Abderia'dan gelen bir elçi Isparta kralı Agis'e söyleyeceklerini uzun  uzun söyledikten sonra sorar: Efendimiz yurttaşlarıma nasıl bir cevap  götürmemi isterler? Seni, tek söz söylemeden, her istediğini, dilediğin  süre söylemekte serbest bıraktığımı söylersin, der kral. İşte size  konuşan ve çok iyi anlaşılan bir susma... (Kitap 2, bölüm 12)    İnsan yalnız sözle insandır ve yalnız sözle bağlanırız birbirimize.  (Kitap 1, bölüm 9)    ÖLDÜRME TEHLİKESİNE KARŞI    Öldürme tehlikesi karşısında Julius Caesar'ın tuttuğu  yol bence tutulacak yolların en güzeliydi. Önce hoşgörürlük ve  tatlılıkla düşmanlarına kendini sevdirmeye çalıştı; hazırlanan  suikastları öğrenip, bunlardan haberli olduğunu uluorta söylemekle  yetinirdi ve pek soyluca bir soğukkanlılıkla, korkmadan, ortalığı telaşa  vermeden oluruna bırakırdı işi, kendini tanrılara ve talihe emanet  ederek. Öldürüldüğü zaman böyle bir halde olduğu su götürmez  çünkü. Bir yabancı, Syrakusa Kralı Dionysios'a, iyi bir para  karşılığı uyruklarının kendisine karşı hazırlayacakları bütün  kundakları sezinleyip meydana çıkarmanın şaşmaz yolunu  öğretebileceğini orda burda söyleyip herkese duyuruyor. Haberi alan  Dionysios çağırtıyor adamı, korunması için böylesine gerekli bir  ustalığı öğrenmek için. Yabancı gelip kendisine öğretecek hiçbir  hüneri olmadığını, yalnızca ona bir torba altın vererek yaman bir sırrı  elde ettiğini sevinçle ilan etmesini söylüyor. Kral beğeniyor bu buluşu  ve beşyüz altın saydırıyor yabancıya. Çok yararlı bir bilgi edinmeden  kim olduğu bilinmeyen bir adama bu kadar büyük bir para  verilebileceğini düşünemiyor kimse, düşmanlarının çekinmesini  sağlıyor bu söylenti. Bunun gibi, akıllı krallar, canlarına karşı  girişilen tertipleri öğrenince hemen yayarlar ki bunu, herkes iyi haber  aldıklarına, gizli kapaklı her işin; kokusunu alacaklarına inansın.     Atina Dukası son zamanlarda Floransa'yı zorbaca yönettiği sırada  birçok saçmalıklar yaptı; ama bunların en büyüğü şu oldu:  Floransalıların ayaklanmaya hazırlandıklarını aralarında Matheo di  Morozo diye biri kendisine fitleyince hemen öldürüveriyor onu ki bu  haber ortaya yayılmasın, haklı yönetiminden şikayetçi kimseler  bulunabileceği düşünülmesin.    Eskiden bir yerde okumuştum, önemli kişilerden bir Romalı  Triumvira'nın şerrinden kaçıyor; ardına: düşenlerin elinden bin bir  kurnazca buluşla kurtuluyor. Sonunda bir gün, onu yakalamaya gelen  bir sürü atlı saklandığı bir çitin yanı başına geliyor, az kalsın  göreceklerken yine kurtuluyor; ama bu kez artık, dört bir yanda aranıp  taranmaktan kurtulmak için çektiği bunca sıkıntıyı, böylesi bir  hayattan umabileceği rahat soluğun azlığını, olacağa bir kez göğüs  germenin bu soluk soluğa yaşamaktan daha iyi olduğunu düşünerek  geri çağırıyor askerleri saklandığı yere, yapabilecekleri kötülüğü göze  alıp, onları da kendisini de sürüncemeden kurtarmak için.    Düşmanın üstüne çağırmak delice bir davranış, ama çıkmaz bir yolda  sürekli can telaşı içinde yaşamaktansa böylesi daha iyi gelir bana.  Alacağımız tedbirler size kaygılar, kuşkulardan başka şey  getirmeyecek; iyisi mi güzel bir yüreklilikle ne olacaksa olsun  dersiniz; belki bir şey olmaz diye bir avuntunuz da olur üstelik. (Kitap  1, bölüm 20)    ÖLMEK ÖZGÜRLÜĞÜ    Filozofluk yapmak kuşku duymaktır derler, öyleyse benim için  saçmalamak, aklına eseni söylemek, daha zorlu bir nedenle,  kuşkulanmak olmalıdır. Çünkü araştırmak, çözüm getirmekse kürsü  başkanının işi.     Benim kürsü başkanım tanrısal gücün yetkisidir, ki o kimseyi  dinlemeden yönetir bizi ve insanlara özgü boş çekişmelerin üstündedir  yeri.    Philippos kılıç elde Peloponez'e girince, biri gelmiş Damidas'a demiş  ki, bu adamın dostluğunu kazanmazsak Lakedemonyalılar'ın çok  çekeceği var. Hadi be, korkak, demiş Damidas, ölümden  korkmayanların ne çekeceği olabilir? Agis'e de bir insan nasıl özgür  yaşayabilir, diye sorulduğu zaman; ölümü küçümseyerek, demiş. Bu  görüşler ve bu konuda raslanan daha binlercesi, ölümü sabırla  beklemekten öte bir davranış istiyorlar elbet insandan. Hayatta  ölümden beter birçok belalar vardır çünkü. Antigonos'un tutsağı bir  Ispartalı çocuk köle olarak satılıyor; efendisi onu zorla çirkin bir işte  kullanmaya kalkınca: Görürsün, demiş çocuk, kimi satın aldığımı;  özgürlüğüm elimdeyken ayıptır kul olmak senin gibisine. Böyle der  Ispartalı çocuk ve atar kendini evin tepesinden aşağı. Antipater'in, bir  isteğini kabul ettirmek için korkutmaya kalkıştığı Ispartalılar: Bizi  ölümden beter bir şeyle korkutmak istersen, daha seve seve ölürüz,  demişler. Her yapacakları işe engel olacağını yazan Philipos'a da:  Ölmemize de engel olamazsınız ya, diye karşılık vermişler.    Derler ki bilge yaşaması gerektiği kadar yaşar. Şunu da derler ki,  doğanın en başta gelen ve halimizden yakınmayı gereksiz kılan lutfu  bizi dünyadan göçmekte özgür bırakmasıdır. Hayata verdiği giriş yolu  bir tek, ama çıkış yolu yüz binlerce. Yaşamak için toprağımız  olmayabilir, ama ölmek için toprak bulunur nasıl olsa. Boiocatus'un  Romalılara dediği gibi. Dünyadan ne diye yakınırsın? Bağladığı yok  ki seni: Dertler içinde yaşıyorsan, bu korkaklığın yüzündendir senin;  istediğin zaman ölmek elinde:    Ubiqe mors est; optime hoc cavit Deus;    Eripers vitam nemo non homini potest;    At nemo mortem: mille ad hanc aditus patent. (Seneka)    Her yerde ölüm var tanrı bol bol veriyor onu;    Herkes herkesin hayatını alabilir, ama ölümü    Alınamaz kimseden: Binlerce kapısı var ölümün.    Bir tek hastalığın devası değil, bütün dertlere devadır ölüm. Hiçbir  zaman korkulmayacak, çok kez aranacak pek emin bir limandır ölüm. Hayata ha biz son vermişiz, ha kendi son bulmuş, hepsi bir; ha eceline  koşmuş insan, ha beklemiş onu; nerden gelirse gelse, kendi ecelidir  gelecek olan. İplik nerde koparsa ordadır ecel, orasıdır yumağın ucu.  En gönüllü olanıdır ölümlerin en güzeli. Yaşamak başkasının istemine  bağlıdır, ölmek yalnız bizimkine. En çok ölümde kendi huyumuza  suyumuza göre davranmalıyız.     Başkalarının ne diyeceği düşünülmez bu işte, çılgınlık olur  düşünmek de. Yaşamak kölelik olur, ölmek özgürlüğümüz olmazsa.  Hastalıkların iyileştirilmesi çoğu kez yaşamayı kısıtlamakla olmuyor  mu zaten?     Etimizi yarıyorlar, dağlıyorlar, elimizi ayağımızı kesiyorlar,  yemekten kesip kanımızı alıyorlar: Bir adım daha atıversek öteye,  toptan kurtulmuş oluruz. Şahdamarımız neden kara kan damarımız  kadar buyruğumuzda olmasın?.. (Kitap 2, bölüm 3)    Vicdanımız bizi günah işlememeye, isteklerimiz azaldığı için değil,  aklımızın gereklerine uyarak zorlamalıdır. (Kitap 3, bölüm 2)  

 GÜLMEK VE AĞLAMAK 

  Demokritos ve Herakleitos öyle iki filozoftu ki, birincisi insanlık  halini boş ve gülünç bulduğu için halk arasına alaycı bir güler yüzle  çıkarmış; Herakleitos ise, insanın haline acıdığı, vahlandığı için hep  üzgün bir yüz ve yaş dolu gözlerle dolaşırmış.    Ridebat, quoties a limine moverat alter unum    Protuleratque pedem; flebat contrarius alter. (Juvenalia)    Evinden dışarı adım atar atmaz gülmeye başlardı biri    Öteki ise ağlamaya başlardı.    Ben birinci davranıştan yanayım; gülmek ağlamaktan daha hoş  olduğu için değil yalnız, insanlığı daha fazla küçümsediği, bizleri daha  fazla suçladığı için. Öyle hallerimiz var ki ne kadar aşağılansak yeridir  bence. Yakınmada, vahlanmada acıdığımız şeye değer verme vardır  bir çeşit. Alay edilen şeylerse değer vermediğimiz şeylerdir.     Sanmıyorum ki insanlıkta saçmalıktan fazla dert, budalalıktan fazla  kötülük olsun. Dertlerimiz saçmalıklarımızdan daha ağır basmaz;  aşağılık olduğumuz kadar zavallı da değiliz. Onun için, Diogenes,  kendi kendisiyle konuşan, fıçısını yuvarlayıp gezen, büyük İskender'e  dudak büken, insanları sineklere, hava civa dolu torbalara benzeten o  filozof, bence, insanlardan nefretiyle ün kazanan Timon'dan daha acı,  daha sarsıcı, dolayısıyla daha doğru bir yargıçtı. Çünkü nefret  ettiğimiz şey yüreğimizde yeri olan bir şeydir. Timon lanet okuyordu  bize, batmamızı istiyordu bütün hıncıyla; tehlikeli, zararlı, bulaşıcı  diye kaçıyordu yakınlığımızdan. Öteki o kadar az değer veriyordu ki  bize, yaklaşmamız rahatını kaçıramaz, tutumunu değiştiremezdi.  Kovmuyordu insanları, korktuğundan değil, onlarla görüşmeyi hiçe  saydığından: Bizi kendisine iyilik de kötülük de yapmaktan aciz  sayıyordu. (Kitap 1, bölüm 50)     HAİNLERE HIYANET    Antigonos, bir şehrin askerlerini kandırıp kendi rakibi olan  komutanları Eumenes'e ihanet ettiriyor; ama askerlerinin ihanetiyle  adamı öldürdükten sonra kendisi tanrısal adaletin uygulayıcısı olmaya  kalkıyor, hainleri şehrin valisine teslim edip hepsini dilediği biçimde  temizlemesini emrediyor. Öylesine yaptırıyor ki dediğini, sayıları bir  hayli çok olan bu askerlerin bir teki bile Makedonya'ya dönmüyor.  Askerler kendisine ettikleri hizmetin büyüklüğü ölçüsünde kötülük  etmiş ve cezayı haketmiş oluyorlardı.    Efendisi Sulpicius'un saklandığı yeri haber veren köle, Sylla'nın  vermiş olduğu söz gereği serbest bırakılıyor; ama devlet hikmeti  gereği Tarpeion kayalığından atılıyor.    Bizim kral Clovis de, Cannacre'ın hizmetçilerine altın silahlar  vadederek efendilerine ihanet ettiriyor. Sonra üçünü de astırıyor. Kimi yerde de hıyanet edenlerin boyunlarına ihanet karşılığı aldıkları  keseyi takıp asıyorlar. Kendi isteklerini yerine getirdikten sonra kamu  isteğini de yerine getirmiş oluyorlar böylece.    Fatih Sultan Mehmet, soyunun adeti üzere, taht kıskançlığı yüzünden  kardeşini ortadan kaldırmak isteyince onun adamlarından birini  kullanıyor bu işte: Adam da fazla su yutturarak boğuyor şehzadeyi. İş  olup bitince Padişah bu cinayetin kefareti olarak katili ölen kardeşinin  anasına (yalnız babadan kardeştiler çünkü) teslim ediyor o da  padişahın gözü önünde katilin karnını yardırıyor, kendi elleriyle  yüreğini bulup sökerek sıcak sıcak köpeklere yediriyor.    Kendileri hiç de iyi olmayanlar, kötü bir eylemden çıkar sağladıktan  sonra, rahat yürekle, işe biraz iyilik doğruluk karıştırmaktan  hoşlanırlar, bir karşılık ödüyormuş, vicdanlarını temizliyormuş gibi.  Kaldı ki, bu korkunç kötülüklere alet ettikleri kimseler kendilerini  suçluyormuş gibi gelir onlara. Ölmelerini isterler ki bu yüz karası  işlerin bilinci, tanıklığı silinsin gitsin. (Kitap 3, bölüm 1)     HASTALIK    Benim hastalığım, hastalıkların en kötüsü, en azılısı, en ağrılısı, en  belalısı, en süreklisidir.( Kum hastalığı.)    Şimdiye kadar beş altı uzun ve belalı sancı geçirdim. Bilmem ben mi  yaman bir adamım, yoksa ölüm korkusundan ve doktorların aklımıza  soktukları tehlikeler, neden ve sonuçlardan düşüncesini kurtarmış bir  insan için bu acı, kolay dayanılır bir acı mıdır?     Bence ağrının etkisi aklı başında bir insanı çileden çıkarıp deliye  döndürecek kadar şiddetli, dehşetli olmuyor. Kum sancısından benim  şu yararım oldu ki, bir türlü kendime kabul ettirmediğim ölümü artık  yadırgamayacağım! Çünkü sancılar, beni ne kadar sıkıştırır, tedirgin  ederse, ölüm korkusundan o ölçüde kurtuluyordum. Hayata, yalnız  hayatta olduğum için bağlanmaya zaten alışmıştım: Hastalığım bu  bağı da çözecek. Allah vere de hastalığın şiddeti gücümü aşıp bana  ölümü sevdirip arzulatmasa; çünkü bu da ölümden korkmak kadar  kötü bir şeydir:    Summum nec metuas diem, ec optes. (Martiells)    Ne ölümden kork, ne de ölümü iste.    Bunlardan ikisi de kaçınılacak durumlardır ama birincisinden  kaçınmak çok daha kolaydır. Evet, ama, acılara dayanırken hiç  istifimizi bozmamayı, mağrur ve sakin bir tavır takınmayı bir ahlak  kuralı yapmak da bana anlamsız bir gösteriş gibi geliyor. Neden, bir  şeyin aslına, doğrusuna bakan felsefe, burada görünüş üzerinde  duruyor? Bu oyunu aktörlere, söz ustalarına bıraksın. Dış  hareketlerimize bu kadar önem veren onlardır. İnsanın yüreği  sağlamsa, acıları yenmek için ağlayıp sızlanmaktan çekinmesin;  irademizi aşmayan bu sızlanmaları irademizi aşan iç çekişleri,  hıçkırıklar, çarpıntılar, sararmalar gibi görsün. Yürekte korku,  sözlerde umutsuzluk yoksa, daha ne istiyor? Düşüncemiz  kıvranmıyorsa, bedenimiz kıvranmış ne çıkar? Felsefe bizi başkası  için değil, kendimiz için, güçlü görünmek için değil, güçlü olmak için  yetiştirir. Düşüncemizi yönetsin yeter! Onun işi budur. Ruhumuza  öyle bir güç versin ki, kum sancılarında kendini kaybetmesin,  korkakça boyun eğmesin, karşı koysun; bitkin, ezilmiş bir hale  gelmesin, bir savaş taşkınlığı ve azgınlığı göstersin; bir dereceye kadar  çevresindekilerle konuşmak ve daha başka şeyler yapmak gücü olsun.  Bu kadar çetin hallerde, insandan hiç istifini bozmamasını istemek  zalimliktir. Biz savaşı kazanalım da, varsın gösterişimiz bozuk olsun.  Vücut kıvranmakla rahatlıyorsa, bırakın kıvransın; hareket iyi  geliyorsa istediği gibi yuvarlanıp tepinsin. Var gücüyle bağırınca ağrı  biraz olsun geçer yahut diner gibi olursa, hiç çekinmeden bağırsın.  Ona, ille de bağıracaksın demeyelim, ama bağırmasına da  karışmayalım. Epikuros, olgun bir insanın, acı çekerken bağırmasını  hoş görmekle kalmıyor, bunu öğütlüyor bile.    «Pugiles etiam quum feriunt in jactandis coestibus ingemiscunt quia  profundenda voce omne corpus intenditur venique plaga vehementior.»  (Cicero)    Güreşçiler rakiplerine vururken, zırhlı yumruklarını savururken inler  gibi bağırırlar; çünkü bağırmak sinirleri gerer ve vuruş daha kuvvetli  olur.    Bunları söylemekten amacım, kum sancılarında yaygara koparanları  hoş görmektir; çünkü ben kendim şimdiye kadar bu sancıları biraz  daha durgun geçirdim, bağırıp çağırmadım; yalnızca inledim. Ama, bu  edepli halde kalmak için hiç de kendimi zorlamadım, çünkü böyle bir  üstünlüğe değer verenlerden değilim. (Kitap 3, bölüm 32)     SAĞLIK ÜSTÜNE    İyi iken de hasta iken de canımın istediğini yapmışımdır her zaman.  İçimden gelen isteklere büyük bir güvenim vardır. Acıyı acıyla  gidermeyi sevmem. Hele insanı hastalıktan daha fazla rahatsız eden  ilaçlardan nefret ederim. Karnımız ağrıyor diye kendinizi istiridye  yemek keyfinden yoksun ettiniz mi, derdiniz birken iki olmuş  demektir. Hastalıktan çektiğiniz yetmiyormuş gibi bir de perhizden  çekersiniz. İlaçlarda nasıl olsa aldanıyoruz madem, bari ağzımızın  tadıyla aldanalım. Herkes bunun tersini yapıyor kendine zor gelen  neyse iyiliği onda görüyor kolay bakımdan çekiniyor.     Canımın çektiği yiyecekler çok defa mideme en az dokunan şeyler  olmuştur; iştahım midemle kendiliğinden uyuşur. Gençken biberli  baharlı şeyler hoşuma giderdi.     Yaşlanınca mideme dokunur, hoşuma da gitmez oldular. Şarap  hastalara iyi gelmez: Hasta oldum mu en tiksindiğim şey de şarap  olur. Zorla, istemeye istemeye yaptığım her şey dokunur bana; seve  seve, iştahla yaptığım hiçbir şeyden zarar görmem. Hoşuma giden bir  şeyin bana dokunduğunu bilmiyorum. Onun için hekimlerin  dediklerini her zaman keyfimden yana çevirmişimdir, hem de  alabildiğine...    En büyük dertler çoğu kez doğaya uyacak yerde kendi  uydurduğumuz çarelerden gelir. İspanyollar'ın bir sözü türlü yönlerden  hoşuma gider:     Defianda me Dios de mi    Allah beni kendimden korusun.     Hasta iken beni üzen şey canımın istediğini yapmamak değil,  canımın bir şeyi istemez oluşudur. Keşke bir şey istese de yapsam;  hekimler zor durdurur beni. Sağken bütün kaygım da umutlu, istekli  olmaktır.     Uyuşuk, isteksiz olmak ne acıklı bir şeydir. Hekimlik bilgisi sen  sözünü söylemiş değil ki, bizim ağız açmaya hakkımız olmasın. Bu  bilgi iklimlere, aylara, Franel'e ve Escale'e (Montaigne'in zamanında  yaşamış hekimler.) göre değişiyor. Hekiminiz uykuyu, şarabı ve eti  sizin için zararlı görüyorsa üzülmeyin; ben size onun gibi düşünmeyen  bir başka hekim bulurum. Hekimlerin düşünceleri bin bir kalıba  girecek kadar değişiktir. Bir zavallı hasta bilirim; iyileşeceğim diye  aylarca susuzluktan yandı, tutuştu; sonra bir hekim kendisine su  içmemenin zararlı olduğunu söyledi. Neye yaradı çektikleri?  Geçenlerde bir hekim çok sıkı perhizlerden sonra böbrek taşından  öldü. Meslektaşlarının dediğine göre, bu perhiz onu kurutmuş,  tüketmiş ve taşın büsbütün azmasına neden olmuş. (Kitap 3, bölüm  13)    ÜÇ BÜYÜK ADAM    Bildiğim bütün insanlar arasında bir seçme yapmam istense, ben üç  insanı hepsinden üstün tutardım.    Bunlardan biri Homeros'tur. Homeros, Aristoteles'ten ya da  Varro'dan daha mı bilgilidir, diyeceksiniz; hayır. Hatta şiir sanatında  Vergilius'un ondan hiç de aşağı kalmadığı ileri sürülebilir. Bu konuda  hüküm vermek, her ikisini de bilenlere düşer. Ben kendi hesabıma  yalnız birini, Vergilius'u, biliyorum. Açıkça söyleyeyim ki şiirde bu  büyük Romalı'nın aşılabileceğini aklım almaz.     Gerçi böyle söylerken Vergilius'un Homeros'tan esinlenip ders  aldığını, onun ardından yürüdüğünü, koskoca Aeneis'ini İlyada'nın bir  parçasından çıkardığını da unutmamalıyız; ama ben orasında değilim.  Bu adamı büyük ve neredeyse insanüstü bir varlık sayarken ben,  birçok başka şeyleri hesaba katıyorum. Hatta bazen, dehasıyla bunca  tanrılar yaratmış, insanlara da kabul ettirmiş bir adamın tanrılar  arasında yer almamış olmasına şaştığım bile oluyor. Körlüğüne,  yoksulluğun ve bilimlerin gelişmesinden önce yaşamış olmasına  karşın öyle gerçeklere ulaşmış ki ondan sonra yeni bir düzen  kurmak, bir savaşı yönetmek, dinden, felsefeden veya sanatlardan söz  açmak isteyenler, hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, hep ondan ders  almışlar; her şeyi bilen bu yaman hocanın kitaplarını bütün bilgilerin  kaynağı saymışlardır.    Qui quid pulchrum, quid turpe, quid utile, quid non.     Plenius ac melius Chrysippo ac Crantore dicit. (Horatius)    Güzel ne, kötü ne, yararlı ne, zararlı ne,    Bunları o daha iyi söyledi Chrysippos'tan, Crantor'dan.     A quo, ceu forıte perenni,    Vatum Pyreüs labra rigantur aquis. (Ovidius)    Ondan, o tükenmez kaynaktan gelir,     Permessos'un kutsal suları şairlere.    Adde Heliconiadum comites, quorum unus Homerus. Astra potitus.  (Lucretius)    Kalın Musa'ların yoldaşlarına    Onlardandır yıldızlara yükselen Homeros da    Cujusque ex oro profuso    Omnis posteritas latites in carmina duxit     Amnemque in tenues ausa est deducere rivos, Unius faecunda bonis.  (Manilius)    Bu cömert kaynağı sonrakiler Akıttılar bütün kendi şiirlerine; Bir ırmak bir sürü dereciğe bölündü, Bir insanın mirasıyla beslenerek.    Bu büyük adam, insan eserlerinin en değerlisini, doğa düzenine  aykırı giderek yaratmış; çünkü doğuşta her şey kusurlu olduğu halde  Homeros'ta şiir ve daha birçok bilgiler çocukluk çağına olgun,  kusursuz ve pürüzsüz olarak girmişler. Bu bakımdan onu ilk ve son  şair de sayabiliriz. Eskilerin de çok güzel gördükleri gibi Homeros  kendinden önce gelenlerden hiç kimseyi taklit etmediği için kendinden  sonrakilerden hiçbiri de onu taklit edememiştir. Aristoteles'e göre  hayat ve hareket yalnız onun sözlerinde vardır. Yalnız onun sözleri  özlü sözlerdir. Büyük İskender, Darius'tan aldığı ganimetler arasında  değerli bir çekmece bulmuş ve demiş ki: Bunun içine benim  Homeros'umu koyun; savaşlarda bana en doğru yolları gösteren odur.  Anaksandridas'ın oğlu Kleomenes de Homeros'u, askerlik sanatını çok  iyi bildiği için, Lakedemonyalılar'ın şairi sayıyordu.    Plutarkhos'un Homeros'ta beğendiği taraf onun insanı hiçbir zaman  doyurup usandırmaması, okuyucuya durmadan değişen bir yüz  göstermesi, her sayfada yeni bir güzelliğe bürünmesidir. Bu değeri  Homeros'tan başkasında bulamazsınız. Delişmen Alkibiades bir gün  edebiyatla uğraşan birisinden İlyada'yı istemiş; adam yok deyince  Alkibiades tokadı yapıştırmış. Siz de bugün, dua kitabı olmayan bir  papaza ne dersiniz?     Ksenophanes bir gün Syrakusa Kralı Hieron'a yoksulluğundan  yakınırken iki kul tutmaya gücü olmadığını söylemiş. Hieron da demiş  ki: «İyi ama, senden çok daha yoksul olan Homeros'un ölmüşken bile,  on binden fazla kulu var.    Panaetius'un Platon'a «Filozorların Homeros'u» demesi de pek  anlamlıdır. Bütün bunlardan başka onun kadar ün kazanmış kim var  dünyada? Onun adı ve eserleri kadar dillere destan olmuş ne var?  Troya, Helena ve savaşları belki de olmuş şeyler değildir; ama onları  bildiğimiz kadar neyi biliriz? Çocuklarımıza hala Homeros'un üç bin  yıl önce uydurmuş olduğu adları veriyoruz. Hektor'u, Akhilieus'u kim  tanımaz? Yalnız birkaç soy değil, ulusların birçoğu kaynaklarını bu  masallarda arıyor. Türklerin Padişahı İkinci Mehmet, Papa İkinci  Pius'a şunları yazmış:    «İtalyanların bana düşman olmalarına şaşıyorum; biz de İtalyanlar  gibi Troyalılar'ın soyundanız. Yunanlılardan Hektor'un öcünü almak  benim kadar onlara da düşer; onlarsa bana karşı Yunanlılar'ı  tutuyorlar.»    Öyle büyük bir komedya ki bu İlyada, yüzyıllardan beri krallar,  devletler, imparatorlar sanki ondan aldıkları rolleri oynuyorlar, bütün  dünya bu komedyanın sahnesi oluyor, yedi büyük Yunan şehri (İzmir,  Rodos, Kolophon, Salamis, Khios, Atina, Argos.) arasında  Homeros'un doğduğu yer konusu yüzünden kavga çıktı; aslının  bilinmemesi bile onun için bir onur oldu.     Öteki büyük adam İskender'dir. Seferlerine kaç yaşında başladığnı,  ne kadar az bir kuvvetle ne büyük işler başardığını, ardından gelen  görgülü ve ünlü dünya komutanları arasında daha çocukken kazandığı  üstünlüğü, her tehlikeyi göze alarak, (nerdeyse haddini bilmeyerek  diyecektim),     Impellens quicquid sibi summa petenti     Obstaret, gaudensque viam fecisse ruina. (Lucianus)    Önüne çıkan tepelerde ne varsa yıkarak     Geçtiği her yerin altını üstüne getirerek.  başardığı seferlerde talihten gördüğü inanılmaz kolaylığı düşünün.  Otuz üç yaşında bu adam dünyada insan yaşayan bütün toprakları  zaferle dolaşmış, yarım bir ömür içinde bir insanın gösterebileceği  bütün kudreti göstermiş; o kadar ki İskender'in yaşını gördüğü işlere  göre hesaplarsanız hiçbir insanın ulaşamayacağı bir yaş bulursunuz.  İskender'in askerlerinden sayısız kral soyları türemiş; ölümünden  sonra dünya onun dört komutanı arasında paylaşılmış; uzun zaman da  onların torunları elinde kalmış. İskender'in ahlak değerleri saymakla  bitmez; doğruluk, nefsine egemenlik, cömertlik, sözünde erlik,  yakınlarına sevgi, düşmanlarına insanlık. Gerçekten onun ahlakına hiç  diyecek yoktur; gerçi pek nadir olarak haksızlıklar da etmiştir; ama bu  kadar büyük işler başarıp da haksızlık etmemek mümkün değildir. Bu  gibi insanları, hareketlerine egemen olan düşünceyle toptan  yargılamak gerekir. Thebai'nin yıkılması, Memandros'un ve Ephestion  hakiminin, yüzlerce İranlı esirin, bir sürü Hindli askerin, çocuklarına  varıncaya kadar bütün Kos halkının öldürülmesi kolay hoş görülecek  işler değildir ama Kleitos'u öldürmekle işlediği suçu fazlasıyla  ödemesi ve daha başka davranışları gösteriyor ki yüreği temizdi; iyilik  için yaratılmış bir insandı. Onun hakkında pek yerinde olarak derler  ki: İyilikleri doğasının, kötülükleri talihinin eseridir. Biraz kendini  beğenmiş olmasına, kötülenmeye hiç dayanamamasına, Hindliler'i  asıp kesmekte pek ileri gitmesine gelince, bütün bunlar bence yaşına  ve hayatının başdöndürücü hızına verilebilir.    Ya askerlik değerleri, atılganlığı, tedbirliliği, sabrı, disiplini, ustalığı,  mertliği, talihi (ki Annibal'i görmemiş olsaydık İskender'i bu  bakımdan aşacak adam olmazdı); bir erkek olarak tanrısal yaratılışı ve  güzelliği; o genç, o dinç, o alev gibi yüz, o dimdik baş, o aslanca  duruş...    Qualis, ubi Oceani perfusus lucifer unda     Quem Venus ante alios astrorum diligit ignes     Extulit os sacrum coelo, tenebrasque resolvit. (Vergilius)    Tıpkı, Venus'un sevdiği sabah yıldızının    Deniz sularında yıkanmış temiz yüzünü gösterince     Karanlıkları dağıtması gibi.   bilgide ve düşüncedeki üstünlüğü; temiz, lekesiz ve eşsiz ününün büyüklüğü ve sürekliliği. Ölümünden sonra onun  madalyalarını taşımayı herkes uğur sayıyordu.    Krallardan sözetmemiştir. Hala bugün Müslümanlar, bütün tarihleri  küçük gördükleri halde onun tarihine büyük bir değer verirler. Bütün  bu değerleri biraraya getirerek düşünecek olursanız İskender'i  Caesar'dan üstün tutuşuma hak verirsiniz. Caesar onunla boy  ölçüşebilecek tek adamdır. Hatta talihin İskender'e yardım ettiği kadar  Caesar'a yardım etmediğini yadsıyamayız.     İkisinin birçok tarafları birbirine eşittir ama Caesar'ın İskender'den  üstün bir tarafı yoktur.    Bu iki adam dünyanın dört bucağını kasıp kavuran iki yangın, iki  seldi. Caesar'ın tutkusunda daha az taşkınlık olsa bile, sonunda hem  kendisi, hem ülkesi, hem de dünya öyle felaketlere sürüklendi ki, her  ikisinin değerlerini teraziye koyunca, İskender ister istemez daha ağır  basıyor.    Üçüncü ve bence en değerlisi Epaminondas'dır. Ünü ötekilerden çok  daha azdır; ama ün, değerin öz unsurlarından değildir. Epaminondas'ta  dayatış ve yürek istediğiniz kadar: Hem de tutkunun doğurduğu  cinsten değil, bilginin ve aklın olgun bir ruha aşıladığı cinsten.  Bundan yana, İskender'den, Caesar'dan aşağı kalmaz; çünkü kazandığı  zaferler ne öyle çok, ne de öyle parlak olmamakla birlikte ne koşullar  altında kazanıldıkları düşünülecek olursa, hem çetinlik ve büyüklük,  hem de yiğitlik ve askerlik bakımından onların zaferleri kadar  değerlidir. Yunanlılar onu, hiç duraksamadan en büyük adamları  saymışlardır. Yunanistan'ın en büyük adamı olunca da dünyanın en  büyük adamı sayılmak zor değildir. Bilgisine ve olgunluğuna gelince,  Yunanlılar'dan kalan bir söze göre onun kadar çok bilen ve onun kadar  az konuşan adam yokmuş. Epaminondas Pithagoras okulundandı. Az  şey söylemiş, fakat söylediğini herkesten daha iyi söylemiş. Hatiplikte  eşsiz ve çok inandırıcı imiş.    Ahlakına, vicdanına gelince, iş başına gelmiş insanların hiçbiri  bundan yana onunla boy ölçüşemez. Bu tarafıyla, ki insan da asıl bu  tarafıyla insandır, hiçbir filozoftan, hatta Socrates'den bile aşağı  kalmaz. Epaminondas'ta ruh temizliği temelli, sürekli, değişmez,  bozulmaz bir haldir. İskender'in bu tarafı onun yanında sönük, kaypak,  katışık, yumuşak, gelişigüzel kalır.    Eskiler büyük komutanları, türlü halleriyle inceledikten sonra her  birinde, ünün asıl nedeni olan bir özel değer bulurlardı. Yalnız  Epaminondas'da erdem ve bilgi sürekli ve aynı derecede yüksekti;  yalnız o, insan hayatının her yönünde, devlet işlerinde, kendi işlerinde,  savaşta ve barışta, onurlu yaşayıp kahramanca ölmekte aynı  büyüklüğü gösterebilmiştir. Ben hiçbir insanın hayatına, her  bakımından, onunkine duyduğum kadar saygı ve sevgi duymamışımdır.  Şu kadar ki, birlikte inat etmesinde ben, yakın dostları gibi büyük bir  ahlak üstünlüğü görmüyorum. Yalnız bu hareketini, ne kadar yiğitçe  ve saygıdeğer de olsa biraz çiğ buluyorum ve bu tarafına özenmeyi  aklımdan geçirmiyorum. Ondan ayırt edemediğim tek insan Scipio  Aemilianus'tur. Onun ölümü de o kadar kahramanca ve onurlu,  bilimlerdeki anlatışı o kadar geniş ve derindir.     Hayatında onu en çok sevindiren şeyin, Leuktra'da kazandığı zaferle  anasına babasına verdiği sevinç olduğunu söylemiştir. Onların  sevincini, böyle onurlu bir işten kendisinin duyduğu haklı ve derin  sevince üstün tutması ne kadar anlamlıdır.    Yurdunu kurtarmak için bile bir adamı sorgusuz, sualsiz öldürmeyi  doğru bulmazdı: İşte bunun için arkadaşı Pelopidas'ın Thebai'yi  kurtarmak için giriştiği işi pek soğuk karşılamıştır. Bir savaşta bile,  karşı tarafta bulunan bir dosta rastlamaktan kaçınır, onu ölümden  korumak isterdi.    Epaminondas, Korinthos yakınlarında More'nin kapılarını tutmak  isteyen Lakedemonyalılar'ı mucizeyi andıran bir vuruşla yardıktan  sonra, kimseyi kovalayıp öldürmeden yürüyüp gitmişti yoluna.  Düşmanlarına karşı bile bu kadar insanca davranan bu adamdan  kuşkulanan Boietialılar, elinden başkomutanlığı aldılar. Böyle bir  nedenle atılmak onun için ne büyük onur! Az sonra da hiç utanmadan  ona tekrar yerini vermek zorunda kaldılar; anladılar ki şan ve onurları,  kurtuluşları ona bağlıydı. Zafer her gittiği yerde gölgesi gibi ardından  geliyordu. Ülkesinin onunla parlayan yıldızı onun ölümüyle söndü.  (Kitap 2, bölüm 36)    Yaşamımızı ölüm kaygısıyla, ölümümüzü de yaşama kaygısıyla  bulandırıyoruz. (Kitap 3, bölüm 12)   

HER ŞEY MEVSİMİNDE 

  Her şey mevsiminde gerek; iyi şeyler ve onlarla birlikte her şey.  Benim artık dua kitabıyla işim kalmadı. Quintius Flaminiun'un,  ordusunun başında savaşa hazırlanırken bir kenara çekilip tanrıya dua  ettiğini görmüşler savaşı kazandığı halde, yine de ayıplamışlar bu  davranışını.    Imponit finem sapiens et rebus honestis. (Juvenalis)    Bilge, iyi şeylerde bile bir ölçü gözetir.    Eudemonidas, Xenokrates'in pek ihtiyar halinde, okula derse  koştuğunu görmüş de: Bu adam hala öğreniyor, ne zaman bilecek?  demiş.    Philopoimenes de, Kral Ptolemaios'u, her gün silah kullanıp  vücudunu işletiyor diye övenlere demiş ki: Bu yaşta, kralın silah  talimleri yapması övünülecek bir şey değil; onun yapacağı iş artık  silahları kullanmaktır.    Bilgeler der ki, genç hazırlanmalı, ihtiyar yaşamalı. İnsan doğasında  bilgelerin gördükleri en büyük kusur da arzularımızın durmadan  yenilenmesidir.     Her gün hayata yeniden başlıyoruz. Öğrenmek ve arzu etmek iyi  ama, ihtiyarladığımızı da unutmamak gerek. Bir ayağımız çukurdadır,  hala içimizde yeni istekler, dilekler doğar.    Tu secanda marmora    Locas sub ipsum funus, et sepulchri     Immemor, struis domos. (Horatius)    Ölüm karşına gelmiş,    Sen mezarını düşünecek yerde     Mermer yontturup evler yaptırmaktasın.    Benim en uzun süreli niyetlerim, nihayet bir yıllıktır artık göçmeye  hazırlanıyorum.    Yeni umutlara düşmekten, yeni işlere girişmekten kaçınıyorum;  bıraktığım her yeri son kez selamlıyorum; benim olan her şeyden her  gün biraz daha elimi çekiyorum.    Olim jam nec perit quicquam mihi nec acquiritur.     Plus superest viatici quam viae. (Seneka)    Bir hayli zamandır artık ne bir şey yitiriyor     Ne de bir şey kazanıyorum;    Kendisinden çok.    Görmüyor muyuz?     Vixi, et quem dederat cursum fortuna peregi. (Vergilius)    Yaşadım, talihin bana yürüttüğü yol bitti.    İhtiyarlığımın bana verdiği bütün ferahlık, hayatı bulandıran arzu ve  endişelerden birçoğunu söndürmüş olmasıdır: Dünyanın gidişine,  servete, büyüklüğe, bilime, sağlığa, kendime ait tasam kalmadı. İnsan  da var ki, sonsuz olarak susmayı öğreneceği bir zamanda konuşmayı  öğrenmeye kalkar.    İnsan her zaman öğrenmeye devam edebilir ama öğrenciliğe değil:  Alfabe okuyan bir ihtiyarın durumu gülünçtür.    Diversos diversa juvant, non omnibus annis     Omnia conveniunt. (Gallus)    Zevkler insandan insana değişir,     Her şey her yaşa uygun düşmez.    Öğrenmek gerekirse, durumumuza uygun bir şey öğrenelim;  ihtiyarlıkta öğrenim ne işe yarar diye sordukları zaman biz de:  Hayattan daha iyi, daha rahat ayrılmaya, diye cevap verebilelim. Genç  Kato ölümünü yakın hissettiği bir sırada, eline geçen bir Platon  diyaloğunu, ruhun ölmezliği üstüne olan diyaloğu, bu amaçla  okuyordu. Sanılmasın ki Kato çok daha önceden kendini ölüme  hazırlamıştı; hayır, ondaki kadar metinlik, kendinden eminlik ve  olgunluk Platon'un yazılarında yoktur; bu bakımdan onun bilgisi ve  yürekliliği felsefenin üstünde idi.    Bu diyaloğu okumakla ölüme hazırlanmıyordu; ölüm düşüncesiyle  uykusuna bile aralık vermeyen bir insan gibi, hiç istifini bozmadan her  gün yaptığı işlerden biri olan okumasına rastgele bir kitapla devam  ediyordu.    Pretörlükten düştüğü geceyi oyunla geçirmişti; öleceği geceyi de  okumakla geçirdi; yaşamını yitirmek onun için mevkiini yitirmekten  farklı bir şey değildi. (Kitap 2, bölüm 28)   

İNSANIN KARARSIZLIĞI

   İnsanların davranışları üzerinde düşünce yürütmek isteyenler, bu  davranışları birbirine uydurmakta, hepsini bir kalıba sokmakta  çektikleri zorluğu hiçbir yerde çekmezler çünkü bu davranışlar çok  zaman birbirine öyle aykırıdır ki aynı tezgahtan bu kadar çeşitli kumaş  çıkması insana olanaksız gelir. Acımazlığın simgesi olan Neron'a;  sarayın geleceği üzerine bir idam fermanı imzalatmaya getirmişler; bir  insanı ölüme göndermek Neron'un öyle yüreğini yakmış ki: Keşke hiç  yazı yazmasını bilmeseydim demiş; gelin de bunu açıklayın! Böyle  örneklere herkeste, hatta kendi kendimizde o kadar çok rastlarız ki,  aklı başında insanların bizi bir kalıba dökmeye çalışmalarına şaşarım;  nasıl olur ki insanda en çok ve en açık görülen kusur zaten bir dalda  durmamaktır. Publis Syrus'un ünlü sözü de onun için doğrudur.    Malum consilium est quod mutari non potest.    Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzendir.    Bir insanı, yaşamının belli başlı durumlarına bakarak yargılamak  bize doğru gibi gelir ama inanç ve adetlerimizin mayasındaki  kararsızlığı gördükçe, bana öyle geliyor ki, büyük yazarlar bile bizi  her yerde, her zaman hep aynı kalan bir varlık olarak görmekle  yanılmışlardır. İnsanın, herkesçe bilinen bir yüzünü alıyorlar, sonra  bütün hareketlerini bu yüze uydurup anlatıyorlar; uyduramadıklarının  birçoğunu hasıraltı ediyorlar. Augustus'u bir türlü anlatamadılar,  çünkü bu adam bütün hayatı boyunca o kadar sık, o kadar çabuk ve  açık değişmeler göstermiştir ki en gözü pek yargıçlar bile onun  hakkında hüküm vermekten çekinmişlerdir. İnsanların en güç  inandığım tarafı değişmezlik, en kolay inandığım tarafları da  değişikliktir. Her gün yaptığımız şey, özlemlerimizin ardından,  rastlantıların rüzgarıyla, sağa sola, yukarı aşağı gitmektir. Ne  istediğimiz ancak bir şeyi istediğimiz anda düşünürüz; şu her  yatırıldığı yerin rengini alan hayvan gibi değişir dururuz.    Şimdi ileri sürdüğümüz bir düşünceyi birazdan bırakır, sonra tekrar  ona döneriz; hep salıntı, gidip gelme, kararsızlık...    Ducimur ut nervis alienis mobile lignum. (Horatius)    Kukla gibi, iplerimiz çekilip; oynatılıyoruz.    Gitmiyoruz, götürülüyoruz: Suyun akıntılı veya durgun oluşuna göre  kimi ağır ağır, kimi hızla akıp giden şeyler gibi.    Nonne videmus    Qid sibi quisque velit nescire et quarere semper,     Commutare lucom quasi onus deponere possit. (Lucretius)    Görmüyor muyuz    Bocalıyor insan, aranıyor hep,    Yer değiştiriyor, yükünü atmak ister gibi.    Her gün yeni bir havaya uyarız; gönlümüz zamanın değişmeleriyle  türlü durumlara girer.    Tales sunt hominum mentes, quali peter ipse     Juppiter auctifero lustravit lumine terras. (Cicero)    İnsanların düşüncesi Zeus'un onlara verdiği     Değişik gün ışıklarına benzer.    Bir düşünceden bir düşünceye gider geliriz. Hiçbir şeyi  kendiliğimizden kesin ve sürekli olarak istediğimiz yoktur.  Rastlantıların rüzgarı insanı keyfinin istediği yere götürdüğü gibi,  kendi durumumuzdaki kararsızlık da öteye beriye çekip  değiştirebiliyor. İçinize dikkatle bakarsanız kendinizi iki kez aynı  durumda bulamazsınız. Ruhumu, baktığım tarafına göre kimi şöyle,  kimi böyle bir durumda görüyorum. Kendimi bir şöyle bir böyle  anlatışım, içime bir şöyle bir böyle bakışımdan geliyor. Kendimde,  türlü durumlar içinde, bulamadığım karşıtlık yok; utangaç ve yüzsüz,  çekingen ve atılgan, sessiz ve geveze, kaba ve ince, ahmak ve zeki,  babacan ve aksi, yalancı ve doğru sözlü, bilgili ve cahil, cömert ve  cimri; yerine göre bütün bu durumları az çok kendimde görüyorum.  (Kitap 2, bölüm 1)    RUH EŞİTLİĞİ    İmparatorla kunduracıların ruhları eş kalıptan çıkmadır. Kralların  gördükleri işlerin önemine ve ağırlığına bakarak, bu işlerin önemli ve  ağır nedenlere dayandığını sanırız, yanlış! Bizi işe süren, işten  alıkoyan nedenler, onlar için de aynıdır. Bizi komşumuzla  kavgaya sürükleyen neden, hükümdarları savaşa sürükler; uşağınıza  dayak atmanıza neden olan şey krala bütün bir ulusu mahvettirebilir.     Onların istekleri de bizimkiler kadar sudandır, ama kudretleri daha  fazladır; kral da, dilenci de aynı iştahla acıkırlar.    Kim bilmez ki delilik, özgür bir kafanın yiğitçe çıkışları, yüce ve  görülmedik bir erdemin ortaya attıklarıyla çok yakın kapı  komşusudur.  

 DÜNYANIN BİZE GÖRELİĞİ

   Her varlık için en değerli, en yüksek varlık kendininkidir.  Başka varlıkların değerlerini kendi varlığını temel alarak  ölçer, ona göre yargılar verir. Bu temel ve ölçü olmadıkça hayal  gücümüz iş göremez. Başka bir çıkış noktası da yaratamaz.  Kendimizin dışına, ötesine gidemeyiz. Bu yüzden insanlar şöyle  düşünmüşler: Varlıkların en güzeli insandır. O halde tanrı onun  şeklindedir. Kimse erdemsiz mutlu olamaz, erdem de aklın dışında  değildir; akılsa insandan başka varlıkta yoktur. O halde tanrı insan  biçiminde olacak.     Ksenophanes bunu pek hoş anlatır; der ki: Eğer hayvanları da tanrılar  icadediyorsa -ederler a- onları kendilerine benzetip, övünürler. Niçin,  örneğin, bir kaz şöyle düşünmesin: Evrende her şey benim içindir.  Toprak, üstünde yürümeye yarar; güneşin işi bana ışık tutmak,  yıldızların işi yaşamım ve talihim üzerinde etkili olmaktır. Rüzğarlar,  sular bana filan rahatlığı sağlar. Bu gökkubbe benim kadar hiç  kimseyi kayırmaz.     Ben evrenin gözbebeğiyim. İnsanoğlu benim yiyeceğimi içeceğimi  arayıp buluyor. Oturacağım yeri yapıyor. Bana hizmet ediyor.  Buğdayı benim için ekip biçiyor. Gerçi beni kesip yiyor, ama bu işi  kendi eşlerine de yapıyor. Ben de insanoğlunu öldüren, yiyen kurtları  yiyorum.    Bir kartal aynı şeyi daha büyük bir gururla söyleyebilir; evrenin en  güzel, en soylu yeri olan göklerde istediği gibi uçabiliyor. (Kitap 2,  bölüm 13)    İnsanın en kötü durumu kendini bilmez ve yönetmez olduğu  zamandır. (Kitap 2, bölüm 2) 

  İNSANLAR ARASINDA

   Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır; bu tutkular yalnız  işlerine akıllarıyla bağlanmayan insanların işine yarar. Doğru ve temiz  işler hep ölçülü ve ağırbaşlıdır.     Ölçü olmayan yerde kavga, gürültü ve haksızlık vardır. Doğru yol  uğrunda kendimi ateşe atabilirim; ama elden gelirse başkalarını  yanmaktan korurum. Montaigne Şatosu gerekirse herkesin evi ile  birlikte yansın; ama gerekmezse kurtulmasına sevinirim. İşimin bana  verdiği olanaklarla onu korumaya çalışırım.    Çoklarında gördüğümüz gibi iş sevgisi bir aksilik ve inatçılık  olmamalıdır böylesi çıkara ve bencil tutkuya dayanır. Kahpece ve  kurnazca bir harekete de cesaret dememeliyiz. Öyle gayretli kimseler  vardır ki bütün arzuları aslında insanlara kötülük ve eziyet etmektir.  Onları coşturan hizmet ettikleri erek değil çıkarlarıdır.     Savaşı haklı olduğu için değil, yalnızca savaş olduğu için kızıştırırlar. Birbirine düşman iki dostunuz arasında gönül ve vicdan rahatıyla  yaşama olanağı vardır: Her ikisine aynı sevgiyi gösteremezseniz bile  sevginizde ölçülü kalırsınız, hiçbirine sizden her şeyi isteyebilecek  kadar bağlanmazsınız; ölçülü kalmak koşuluyla her ikisinin güzel  taraflarını tadarsınız; bulanık suda, balık avlamaya kalkmamak  koşuluyla yüzebilirsiniz.    Bütün varlığımızla her iki tarafa birden bağlanmak hem aklımıza  hem de vicdanımıza aykırı düşer. Birinin isteğine uyup ötekine ihanet  ettiğiniz zaman o dostunuz bilmez mi ki, aynı ihaneti kendisine de  yapabilirsiniz? İşine yaradığınız için sizi dinler, ihanetinizden  yararlanmaya çalışır; ama size kötü gözle bakmaya da başlar; çünkü  ikiyüzlü insanlar getirdikleri sözle yararlı olurlar, ama götürecekleri  sözle de zararlı olabilirler.    Birine söylediğim her şeyi gereğinde, belki biraz sesimi değiştirerek,  ötekine de söyleyebimeliyim.     Birinden ötekine götürdüğüm sözler önemsiz, bilinen, orta malı  sözler olmalı. Hiçbirine yalan söylememizi haklı gösterecek bir durum  düşünemem. Bana güvenilen bir sırrı kutsal bir emanet gibi saklarım;  ama sırları elimden geldiği kadar bilmemeye çalışırım. Dostlarımla şu  pazarlığı yapabilirim: Bana sırlarını az güvensinler, buna karşılık  benim her söylediğimin doğruluğuna inansınlar. Dostlarım bana her  zaman istediğimden çok fazla sır vermişlerdir. Philippides,  Lysimakhos'a pek akıllıca cevap vermiş. Kral ona: Dile benden ne  dilersin? Ne vereyim sana? dediği zaman: Sırlarınızı vermeyin de ne  verirseniz verin demiş. Bakıyorum, herkes kendisine verilen işin gizli  kapaklı her tarafını bilmek istiyor. Bunlar kendisinden gizlendi mi  küsüyor, ben ise göreceğim işten fazlasını söylemedikleri zaman rahat  ediyorum. Bilip de söylememenin üzüntüsünü duymak istemiyorum.  Kötü işte kullanılmışsam bari vicdanım rahat olsun. Hiç kimseye fazla  sevgiyle bağlanmak, bir uşak gibi sadık olmak istemem. Çünkü insanı  ihanete alet etmeye kalkarlar. Kendine ihanet eden efendisine haydi  haydi ihanet eder.    Gelgelelim öyle krallar vardır ki, insanı yarı yarıya istemezler, kayıtlı  şartlı bağlılıkları küçük görürler. O zaman çaresiz, kendilerine   koşullarımı söylemeyi daha uygun bulurum; çünkü, kölelik  konusunda, yalnız aklın köleliğini kabul edebilirim ki, onu bile  gereğince yapamıyorum. (Kitap 3, bölüm 1)    Perhizle, reçetelerle, disiplinle yaşamaktan daha ahmakça, daha  hımbılca bir yaşama yolu olamaz. (Kitap 3, bölüm 13)    HEKİMLİK ÜSTÜNE    Bir hekimin, bir başka hekimin reçetesini, hiçbir şey eklemeden ya  da eksiltmeden kullandığını gören olmuş mudur dünyada? Bundan  anlaşılıyor ki hekimler ünlerini, dolayısıyla kendi yararlarını hastaların  yararından çok düşünüyorlar. Aralarında en bilgesi en eski çağda bir  hastaya bir tek hekimin bakmasını gerekli saymıştı; çünkü o hekim  başarılı olmazsa, bir tek adamın yanlışı bütün hekimlik sanatına  yüklenecek kadar büyütülmez; başarılı olursa da, tersine, onur payı  daha büyük olur. Çokluk oldukları yerde hem mesleklerini gözden  düşürürler, hem de yararlı olmaktan çok zararlı olurlar. Hekimlik  biliminin büyükleri arasında hiç bitmeyen ve yalnız çok kitap  okuyanlarca bilinen anlaşmazlıkla yetinmemeleri, besleyip  sürdürdükleri görüş ayrılıklarını ve değişkenliklerini üstelik halka  göstermeleri gerekirdi.    Hekimlikteki eski çatışmaya bir örnek ister misiniz? Hierophilos  hastalıkların öz kaynağını safra ve benzeri akıtlarda görür Erasistratus  kırmızı kanda; Asmlepiades gözeneklerden geçen görünmez  atomlarda; Alkmeon beden unsurlarının eşitsizliğinde ve aldığımız  havanın niteliğinde; Strato aldığımız besinin çokluk, çiğlik ve  bozukluğunda; Hippokrates ruhlarda. Hekimlerin dostu ve benden iyi  bildikleri Plinius bu konuda sesini yükselterek der ki:  Yararlanacağımız bilimlerin en önemlisi, yaşamamızı ve sağlığımızı  korumakla görevli bilim, ne yazık ki, bilimlerin en kararsızı, en  bulanığı, en çok değişmelere uğrayanıdır. Güneşin yüksekliğinde ya  da astronomi kestirmelerinin bir rakamında aldanmanın büyük bir  tehlikesi yoktur ama tüm varlığımızla ilgili olan bu alanda, kendimizi  bunca ters rüzgarların esintisine bırakmak akıl karı değildir.    Peloponez savaşından önce bu bilimden pek söz edilmezdi;  Hippokrates ün sağladı ona. Onun ortaya koyduğu her şeyi  Khrysippos alt üst etti. Sonra Erasistratus, Aristotelles'in torunu,  Khrysippos'un bütün yazdıklarına karşı çıktı. Onlardan sonra gelen  Deneyciler bu sanatı uygulamakta bambaşka bir yol tuttular. Bu  sonuncuların ünü azalmaya başlayınca Herophilos bir başka hekimlik  getirdi ki, Asklepiades de onu yıpratıp yıktı. Derken, ardı ardına,  Themison'un, Musa'nın görüşleri geçerlik kazandı, daha sonra  Messalina'ya yakınlığıyla ünlü Vexius Valens'inkiler. Hekimlik  imparatorluğu Neron zamanında Tessalus'un eline geçti, o da  kendisinden önce geçerli olan her şeyi yıktı batırdı. Onun öğretisini yıkan Marsilyalı Crinas bütün hekimliği yeniden  yıldızların devinimlerine bağladı, yemeyi, içmeyi, uyumayı Ay'ın ve  Merih'in keyfine göre ayarladı.     Onu yıkıp yerine geçen yine Marsilyalı Charinus oldu. O da, eski  hekimliğe saldırmakla kalmayarak, halkın yüzyıllardır alışkın olduğu  sıcak sularla tedavi yolunu değiştirdi. Kışın bile herkesi soğuk sularla  yıkatıyor, hastalarını herhangi bir derenin sularına sokup çıkarıyordu.  Plinus'un zamanına kadar hiçbir Romalı henüz hekim olmaya tenezzül  etmemişti; bu işi yabancılar ve Yunanlılar görüyordu; nasıl ki biz  Fransızlar arasında da Latinciler görmektedir; çünkü, der bir büyük  hekim, dilinden anladığımız bir hekimliği, pek tutmayız kolay kolay;  kendi elimizle toplayacağımız otların şifalı olabileceğine de pek  inanamayacağımız gibi. Bizde bulunmayan bazı otları kendilerinden  aldığımız uluslarda hekimler varsa, onlar da kendi topraklarında  yetişmeyen bizim lahana ve maydanozlarımızı, aynı tuhaflık, nadirlik  ve pahalılık dolayısıyla kimbilir ne şifalı bulurlardı; çünkü o kadar  uzaktan, türlü zorluklar ve tehlikeler göze alınarak getirilen şeyleri  kim küçümsemeye kalkabilir?    Hekimlikteki eski değişmelerden sonra bize kadar daha niceleri oldu;  çoğu kez de kökten ve toptan değişmeler zamanımızda Paraselsus'un,  Fioravanti'nin, Argenterius'unkiler gibi. Duyduğuma göre onlar  yalnızca reçeteleri değil bütün hekimliğin özünü ve düzenini baştan  başa değiştiriyor, kendilerinden önceki hekimleri bilgisizlik ve  gözboyacılıkla suçlandırıyorlarmış. Zavallı hastanın durumu üstünde  düşünmeyi size bırakıyorum! (Kitap 2, bölüm 37)  

 İNSANIN İSTEKLERİ 

  Budalalığımızın başka belirtileri arasında şu da unutulmamalı: İnsan,  istekleri yüzünden kendine gerekli olanı bulamaz; bir şeyin tadına  vararak değil, hayal ve hevese kapılarak, mutlu olmak için neye  muhtaç olduğumuzu kestiremeyiz. Düşüncenizi keyfince kesip  biçmeye bıraktınız mı, kendine göre olanı özleyip rahat edemez:    Quid enim ratione timemus    Aut cupimus? quid tam dextro pede concipis, ut     Conatus rion paenitat votique (Juvenalis)    Korku ve istekler ne zaman akılla geldi?     Bunca güvenle hangi hayali kurarsın ki     Sonunda pişman olmayasın?    Sokrates onun için tanrılardan yalnız kendisine yararlı  olacağını bildikleri neyse onu dinlermiş. Lakedemonyalılar  birlikte ve ayrı ayrı yaptıkları duada kendileri için iyi ve güzel  şeyler diler, bunların seçilmesini tanrıların keyfine bırakırlarmış:     Conjugius petimus partumque uxoris, at illi     Notum qui pueri qualisque futura sit uxor. (Juvenalis)    Biz bir kadın ve çocuklar isteriz, ama onlar     Bilir kadının ve çocukların ne olacağını.    Hıristiyan, Tanrı'nın dilediği olsun diye dua eder; çünkü Kral  Midas'ın şairlerce uydurulan durumuna düşmek istemez. Bu kral;  tanrılardan, her dokunduğunun altın olmasını istemiş. Duası yerine  getirilmiş: Şarabı altın olmuş, ekmeği altın, yatağının kuş tüyleri altın,  gömleği, hırkası altın. Böylece, kavuştuğu isteğinin ağırlığı altında  ezilmiş, dayanılmaz bir bolluğa gömülür olmuş. O zaman dileğinin  tam tersini dilemiş tanrılardan.    Attonitus novitate mali, divesque miserque.     Effugere optat opes, et quae modo voverat, odit.        (Ovidius)    Şaşmış bu yeni belaya: hem zengin olmuş hem yoksul;     Kurtulmak istemiş, istemez olası bu hazineden.    Kendimden de bir şey anlatayım. Gençliğimde en çok istediğim şey  Saint-Michel Şövalyesi olmaktı; çünkü o zamanlar bu şövalyelik  Fransız soyluları arasında pek az kişinin ulaşabildiği en büyük onur  payesiydi. Kader bu isteğimi tuhaf bir şakayla yerine getirdi. Ona  ulaşmak için beni yerimden kaldırıp yükseltecek yerde, daha da  cömert davranarak sanki, o onuru ucuzlatıp alçalttı, benim  omuzlarıma; daha da aşağılara kadar indirdi!    Kleobis'le Biton, Trophonius'la Agamedes, ilk ikisi Tanrıçalarından,  son ikisi tanrılarından, dindarlıklarına en uygun ödülü dilemişler ve  gördükleri ödül ölüm olmuş; o kadar ayrıdır çünkü tanrıların görüşleri  bizimkilerden! (Kitap 2, bölüm 12)    İNSAN BİLGİSİ    Alçak gönüllüğünün başka bir çeşidi vardır ki; kendini yüksek  görmekten gelir. Birçok şeylerde bilgisizliğimizi kabul ederiz, akıl  erdiremediğimiz taraflar olduğunu edebimizle açığa vururuz. İsteriz ki  bizi dürüst namuslu adam bilsinler ve başka şeyleri bildiğimizi ileri  sürdüğümüz zaman inansınlar bize. Anlaşılmaz şeyleri, mucizeleri  uzakta aramaya ne gerek var, her gün gördüğümüz şeyler arasında  öyle anlaşılmaz gariplikler var ki; mucizeler oyuncak kalır onların  yanında. Bizi dünyaya getiren tohum, o bir damla akıt ne müthiş  şeydir. İçinde babamızın yalnız beden biçimi değil, duyguları,  düşünceleri, eğilimleri bile var. Bu bir damla su bunca halleri  neresinde saklıyor? (Kitap 2, bölüm 37) 

  DİL ÜSTÜNE 

  Düşünce ve sanat adamları sözleri ve yazılarıyla dile değer  kazandırırlar. Bu işi, dile yenilikler getirmekten çok onu bükmek,  olanaklarını çoğaltmak, gücünü artırmak yoluyla yaparlar. Yeni  sözcükler getirmezler. Onları zenginleştirirler, anlamlarını ve  kullanımlarını, sağlamlaştırır, derinleştirirler onlara alışılmamış bir  çeşni verirler; ama bunu da dört bir yanı düşünerek, ustalıkla yaparlar.  Zamanımızın yazarlarına bakınca herkesin harcı olmadığı anlaşılıyor  bu işin. Herkes gibi konuşmayı küçümseyerek cüretli işlere  girişiyorlar. Ama hünersizlik ve zevksizlik yüzünden yaya kalıyorlar.  Ortaya bir sürü zoraki tuhaflıklar; soğuk, anlamsız yapmacıklar  çıkarıyorlar, bunlar anlatılmak istenen şeyi yükseltecek yerde  alçaltıyor. Yenilik oldu mu bayılıyorlar.     İşe yarayıp yaramadığı umurlarında değil. Yeni bir sözcük  kullanmak isteğiyle eskisini atıyorlar, çoğu kez de attıkları sözcük  yenisinden daha kuvvetli, daha diri duruyor.    Dilimizde zengin olanaklar görüyorum; ama onu pek az işlemişiz.  Avda ve savaşta kullandığımız kaba dille neler yapılmaz; dilden bol  bol sözcük alabiliriz. Konuşma dilinin deyimleri otlar gibi yer  değiştirdikçe daha gürbüz, daha bereketli oluyor.     Dilimiz zengin olmasına zengin ama, daha fazla kıvraklık ve  sağlamlık ister. Çok yerde coşkun bir düşünceyi kaldırmıyor. Sıkı bir  yürüyüşe geçtiniz mi, dil gevşeyip kalıyor. O zaman Latince'ye yahut  Yunancaya başvurmak zorunda kalıyorsunuz. Halkın ağzındaki  sözcüklerin gücünü biz kolay kolay göremiyoruz. Çünkü orta malı  olarak kullanıla kullanıla bu sözcükler ayağa düşmüş, güzellikleri  bayağılaşmış. Nice değerli sözler, güzel benzetmeler vardır ki halkın  ağzına düştükten sonra, zamanla renkleri bulanmış, güzellikleri  solmuştur. Ama burunları koku alanlar bu deyimlerin tadına varırlar,  onları ilk kez söylemiş olanların değeri de yere düşmekle kaybolmaz. Bilimler de her şeyi pek fazla inceltiyorlar; herkesin bildiği doğal  yoldan çıkarıp, bambaşka ve yapmacıklı bir kılığa sokuyorlar. Bizim  evde uşaklık eden delikanlı aşkın ne olduğunu biliyor, içinde de  yaşıyor. Ona Leon Hebreu'yü, Ficin'i okuyun. Bu adamlar ona  kendinden, kendi düşüncelerinden, kendi yaptığı işlerden sözedecekler  ve o, hiçbir şey anlamayacaktır bunlardan. Aristo'yu okurken onda benim duyduğum, yaşadığım şeyleri tanımaz oluyorum.  Her şey okulun gerektirdiği bir kılığa bürünüyor. Bundan ne  kazanılıyor bilmem! Ben olsam onlar gibi doğayı sanatlaştıracak  yerde sanatı doğallaştırırdım.    KİTAP VE YAŞAM    Ne yaparsınız bu adamlara: yazılı olmayan lafı dinlemezler, kitaba  geçmedikçe sözlere inanmazlar, gerçeğe sakallı olmadıkça kulak  vermezler. Budalalıklar yazı kalıbına döküldü mü bir ciddilik  kazanıyor. Bir yerde duydum, derseniz olmaz. Bir yerde okudum,  diyeceksiniz. Ben insanların sözleriyle yazılarını ayırdetmediğim için  konuşurken yapılan yanlışların yazarken de yapıldığını bildiğim,  zamanımıza eski zaman kadar değer verdiğim için bir dostun  dediklerine büyük bilginlerin sözleri kadar değer veriyorum; kitaplar  kadar kendi gördüklerimden de yararlanıyorum. Onlar der ki: Erdem  uzamakla daha büyük olmaz. Ben de derim ki: Gerçek, ihtiyarlamakla  daha akıllı olmaz. Hep söylerim: Örneklerimizi yalnız yabancılardan  ve kitaplardan almak budalalıktır. Örnek bakımından zamanımız  Homeros ve Platon zamanından daha az zengin değildir. Ama  çoğumuzun istediği doğru söz söylemek değil, bilgiçlik taslamaktır.  Sanki Plotin yahut Vascossan'ın dükkanından getireceğimiz tanıtlar  kendi köyümüzden getireceğimiz tanıtlardan daha soyluymuş gibi.  Gözümüzün önünde olup bitenleri, yararsız eklentilerden ayırıp  belirtmeye, düşüncelerimizi onlar üzerinde işleyip değerlerini  meydana çıkarmaya gücümüz yetmiyor. (Kitap 3, bölüm 13)   

 KİTAPLARIN DEĞERİ  

 Bir insanın değerini anlamak istedim mi, kendinden ne kadar  memnun olduğunu, söylediklerini, yaptıklarını kendini ne dereceye  kadar beğendiğini sorarım. Şu türlü özürleri pek dinlemek istemem:  Bu işi laf olsun diye, şakacıktan yaptım;    Ablatum medüs opus est incudibus istud. (Ovidius)    İşi daha bitmeden çıktı tezgahtan.  bir saat bile durmadım üstünde; yaptıktan sonra bir daha gözden  geçirmedim. Öyleyse, derim, bırakın bu işleri de hangi eseriniz sizi  tam veriyorsa, değerinizin hangisiyle ölçülmesini istiyorsanız onu  gösterin bana. Sonra şunu sorarım: Eserinizde en güzel bulduğunuz  nedir? Şu parça mı, bu parça mı? Onda da beğendiğiniz yapısındaki  hoşluk mu, kullandığınız malzeme mi, bir buluş, bir düşünce, bir bilgi  mi? Hep görüyorum çünkü, insan başkasının işi kadar kendi işini  değerlendirmekte de aldanıyor, yalnızca araya duygu karıştığı için  değil, asıl değeri bilmediği, ayırdedemediği için. Bu eser, kendi gücü  ve talihiyle onu yapmanın buluş ve bilgi gücünü aşabilir. Ben kendi  hesabıma en az kendi eserimin değerini kestirebiliyorum: Denemeler'i  bir batırır, bir çıkarırken hep kararsızlık ve kuşku içindeyim.    Kimi kitaplar vardır, salt konularıyla yararlı olurlar değerlerinde  yazarın payı yoktur. Üstelik öyle iyi kitaplar, öyle yararlı işler vardır  ki insan yapmış olduğuna utanır.     Örneğin ben şimdi tutsam istemeye istemeye bizim ülkenin  yemeklerini, kıyafetlerini yazsam, zamanımızdaki kralların  fermanlarını, halkın eline geçen mektuplarını toplasam; güzel bir  kitabın özetini çıkarsam (ki güzel bir kitabın her türlü özeti saçma bir  özet olur ya!) ve o kitap sonradan kaybolsa, buna benzer daha başka  işlere girişsem. Elbette gelecek kuşaklar bu yazılarımdan eni konu  yararlanabilir; ama ben o zaman talihimden başka neyimle  övünebilirim? Nice ünlü kitaplar, böylesi kitaplardır.    Birkaç yıl önce Philippe de Commines'i okuyordum.  Çok iyi bir yazardır kuşkusuz Commines. Kitabında şu yabana  atılmaz söz gözüme çarpmıştı: İnsanın efendisine ettiği hizmet  onun bu hizmete verebileceği karşılığı aşmamalı. Meğer bu  sözün değeri yazarda değil salt kendindeymiş. Aynı söze  geçenlerde Tacitus'ta rasladım: İyilikler insana, karşılığını  verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar  mı onları minnetle değil kinle karşılarız. Seneka aynı şeyi  daha kuvvetle söylüyor: İnsan karşılık veremediğinden utandı mı  karşılık verecek kimsesi olmasını istemez. Cicero da, biraz daha  gevşek: Memnun edemeyeceğini sanan, kimsenin dostu olamaz, diyor.    Bir konu, cinsine göre, bir adamı bilgili, zengin bellekli gösterebilir. En kişisel, en değerli tarafını, ruhunun asıl gücünü ve  güzelliğini anlayabilmek için, kendinden olanla olmayanı ayırdetmek,  kendinden olmayan şeyleri de nasıl seçtiğine, düzenlediğine, nasıl bir  şekil ve dil kullandığına bakmak gerek. Başka türlü olur mu? Ya  söylediğini başka yerden almış ve daha kötü bir şekle sokmuşsa?  Çoğu kez böyle oluyor. Kitaplarla alışverişim azsa yeni bir şairde  gördüğüm güzel bir buluşu övmeye cesaret edemem; önce bilen  birinin bana o parçanın şairin kendi malı olup olmadığımı söylemesi  gerek. O zamana kadar dilimi tutarım, neme gerek. (Kitap 3, bölüm  7)    Yılların elimizden çekip aldığı yaşama zevklerini dişimiz  tırnağımızla savunmalıyız. (Kitap 1, bölüm 39)    Derler ki, uzun süren hayat, hayatların en iyisi değildir, uzun  sürmeyen ölümse ölümlerin en iyisidir. (Kitap 3, bölüm 9)     Ah bir dost! Eskiler dostluğun sudan ve ateşten daha zorunlu ve daha  tatlı olduğunu söylerler, ne doğru. (Kitap 3, bölüm 9)   

 DÜŞÜNCE GELENEKLERİ

  İnsanların düşüncelerinin çoğu, dinler ve yasa gibi, eskiden beri  süregelen inanışlara dayanır. Herkesin konuştuğu gibi konuşmayı  öğreniriz, herkesin düşündüğü gibi düşünmeyi de tanıtma örgüsü ile  birlikte benimseriz; içimize yerleşen bu sağlam örgüyü artık  sarsamayız, doğruluğundan kuşku duyamayız. Tersine herkes bu  dışardan gelme inanışı elinden geldiği kadar berkitmeye çabalar.  (Kitap 1, bölüm 2)    Hiçbir iyi insan yoktur ki, bütün yaptıkları ve düşündükleri yasalara  vurulursa hayatında on kez idamlık suç işlememiş olsun, hem de ceza  görmeleri ve yitirilmeleri çok yazık ve çok haksız da olsa. Öyle insan  da vardır ki yasalara uymayan hiçbir şey yapmamış da olsa iyi insan  diye övülmeyi haketmez ve filozof onu haklı olarak kırbaçlar. (Kitap  3, bölüm 9)    YASALAR    Aklın o kadar çeşitli yolları vardır ki hangisinden gideceğimizi  bilemeyiz. Görgünün de öyle. Olaylara bakarak çıkarmak istediğimiz  sonuçlar pek inanılır gibi değildir. Çünkü olaylar hiçbir zaman eşit  olmazlar. Bu dünyada gördüğümüz şeylerin ortak özelliği ayrı ve  değişik olmalarıdır.    Bununla birlikte yasaları çoğaltarak yargıçların yetkilerini daraltmak,  yargılara sınır çizmek düşüncesine de yanaşmıyorum. Bu düşüncede  olanlar şunu unutuyorlar ki, yasaları yapmakta olduğu kadar onların  yorumlanmasında da özgürlük ve yetki vardır.     Yargıçlarımızı yasalar üzerinde düşünce yürütmek ve karar  vermek işinde o kadar serbest bıraktık ki hiçbir özgürlük bundan daha  keyfi, bundan daha geniş olmaz. Yasa adamlarımız binbir çeşit özel  durum düşünüp her biri için ayrı yasa yapmakla ne kazandılar?     Bunları ne kadar çoğaltsak insan işlerinin sonsuz değişikliğini  karşılayamayız. Bu yasaları yüz kez daha artırsanız, gelecekteki  olaylar arasında öyleleri bulunacaktır ki bizim yaşamdan alıp kitaba  koyduğumuz olaylardan hiçbirine benzemeyecek yeni maddeler  koymayı gerektirecektir. Durmadan değişen insan durumlarının  değişmez yasalarla ilgisi pek azdır. En iyi yasalar en az ve öz, en genel  olanlardır. Bana sorarsanız yasalar bizimkiler kadar çok olacağına hiç  olmasa daha hayırlıdır. Doğanın yasaları bizim yazdıklarımızdan her  zaman daha akıllıcadır. (Kitap 3, bölüm 13)    Bir kavgaya sudan nedenlerle katılanların, sudan nedenlerle  ayrılıvermeleri olağandır. (Kitap 3, bölüm 10)    Bütün kamusal eylemler kararsız ve değişken yorumlara uğrar,  çünkü çok fazla insan akıl yürütür onlar üstüne. (Kitap 3, bölüm 10)    Ben insanın iş görmesini, yaşama çabasını uzatabildiği kadar  uzatmasını isterim. Ölüm, lahanalarımı dikerken bulmalı beni;  ama ölüm korkusu, hele kusurlu bahçemi yitirme korkusu içinde değil.  (Kitap 1, bölüm 20)   

 SÖZ ÖZGÜRLÜĞÜ 

  İster sözle olsun, ister davranışla, zorbalığın her çeşidinden nefret  ederim. Düşüncemizi duyular yoluyla aldatan gösterişlere her zaman  karşı koymuşumdur. Üstün sayılan insanlara yakından bakınca  anladım ki çoğu, herkes gibi insandır.    Rarus enim ferme sensus communis in illa. (Juvenalis)    Yüksek mevkilerde sağduyuya az raslanır.    Kralların şaştığım tarafı, hayranlarının bu kadar bol olmasıdır. Her  şeyimizi emirlerine verelim, ama düşüncemiz bize kalsın. Önlerinde  bükülen, dizlerimiz olsun, aklımız değil.    Melanthius'a Dionysios'un bir tragedyası hakkında ne düşündüğünü  sormuşlar: Laf kalabalığından tragedyayı görmedim ki, demiş. Onun  gibi, büyüklerin nutukları üstüne hüküm verecek olanlar da şöyle  diyebilirler: Bu kadar ciddilik, büyüklük, şatafat içinde sözlerinin  gerçek anlamı anlaşılmıyor ki. Bilgiçlik, çok yüksek mevki ve ünlerle de bir araya geldi mi, büsbütün tehlikeli oluyor. Geçen gün bir  yerde dev ünlü bir adam, masasında rahat rahat konuşulan önemsiz bir  konuya karıştı ve söze şöyle başladı: Kim böyle düşünmüyorsa  yalancıdır, cahildir...     İnsan düşüncesi böyle bir yola saptı mı hançerinizi hazırlayın  tetik durun. (Kitap 3, bölüm 7)    Her okuldan bütün filozofları birleştiren genel bir anlaşma varsa o da  en iyi şeyin ruh ve beden rahatlığı olduğudur, ama nerede, kimde  bulabiliriz bu rahatlığı? (Kitap 3, bölüm 2)    Güzel eylemlerin karşılığını başkalarından beklemek, çok kararsız ve  bulanık bir varlığa bel bağlamak olur. (Kitap 3, bölüm 2)    Ben ne isem, ne durumdaysam, eylemlerim de ona göre, ona uygun  olur.   (Kitap 3, bölüm 2)  

 VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ

    İyi niyetlerin, ölçüsüzce yönetildikleri zaman, insanları çok kötü  sonuçlara götürdüğü oluyor. Fransa'yı iç savaşlarda bunaltan bugünkü  çatışmada tutulacak en iyi, en sağlam yol kuşkusuz ülkenin eski  dinini, düzenini sürdüren yoldur. Ama bu yolu tutanlar arasında  (çünkü sözünü ettiklerim bu yoldan yararlanıp özel kinlerini  boşaltanlar, cimriliklerini doyuranlar, krallara yaranmak isteyenler  değil, dinlerine gerçekten bağlı olanlar, yurtlarında barışı, güveni  kutsal bir sevgiyle yaşatmak isteyenlerdir), evet bu berikiler arasında  diyorum, birçokları var ki tutkuları yüzünden aklın sınırları dışına  çıkıyorlar, haksız, hoyratça ve çılgınca davranışlara kapılıyorlar  bazen.    Dinimizin yasalarla egemen olmaya başladığı ilk zamanlarda, inanç  çabasının birçoklarını her çeşit pagan kitaplarına saldırttığı, bu yüzden  aydın kişileri eşsiz hazinelerden yoksun bıraktığı su götürmez. Bence  bu kargaşanın bilimlere ve sanatlara verdiği zarar, barbarların  çıkardığı bütün yangınlardan daha büyük olmuştur. Cornelius  Tacitus iyi bir kanıtıdır bunun; çünkü akrabası olan imparator Tacitus  onun kitaplarını özel bir buyrukla bütün kitaplıklara koydurttuğu  halde, bizim inancımıza uymayan birkaç cümle yüzünden bu kitapları  yoketmek isteyenlerin elinden bir teki bile sağlam kurtulamamıştır.     Şunu yaptılar: Bizden yana olan bütün imparatorlara hiç çekinmeden  yalan övgüler buldular, bize karşı olanlarınsa her yaptıklarını toptan  lanetlediler dönme adını verdikleri Julianus'a yaptıkları gibi.    Aslında eşine az raslanır çok büyük bir insandı o. Filozofların  dedikleri içine iyice işlemiş, bütün eylemlerini onlara uydurmaya  çalışmıştı. Gerçekten hiçbir erdem yoktur ki onda pek seçkin örnekleri  bulunmasın. İffetten yana (ki bütün hayatı bunu açıkça ortaya koyar)  onu İskender'e ve Scipio'ya benzetirler kendisine getirilen çok güzel  tutsak kadınlardan hiçbirini görmek bile istemedi, oysa en diri gençlik  çağındaydı; çünkü Partlar onu öldürdükleri zaman daha otuz bir  yaşındaydı.     Adaletine gelince, çatışanları ayrı ayrı dinlemek zahmetine  katlanırdı; üstelik karşısına çıkanların hangi dinden olduklarını  merak edip sorar, ama bizim dinimizden olanlara karşı duyduğu  hasımlık adalet terazisinde hiç de ağır basmazdı.     Kendiliğinden birçok iyi yasalar koydu ve öncekilerin aldığı  baçların, vergilerin çoğunu kaldırdı.    Yaptıklarını gözleriyle görmüş iki iyi tarihçi var. Bunlardan biri,  Marcellinius, tarihinin birçok yerlerinde Julianus'un Hıristiyan  edebiyatçı ve gramercilerin okul ve öğretimlerini yasaklamasını kınar  ve bu yaptığının dile düşmeyip unutulmasını dilediğini söyler.     Bizimkilere karşı daha kötü şeyler yapmış olsaydı, bize sevgisi olan  bu tarihçi onları da yazmayı unutmazdı elbet. Bu imparator bizlere  karşı sertti doğrusu, ama zalimce düşman değildi. Şu hikayeyi  bizimkilerin kendileri anlatır: Julianus bir gün, Galkedonya kenti  çevresinde dolaşırken, oranın piskoposu gözleri kör Marius'a: İsa'ya  hıyanet eden kötü insan; demek cüretinde bulunmuş, buna karşı  İmparator yalnızca: Git, zavallı adam, git, yitirdiğin gözlerine ağla,  demekle yetinmiş, Piskopos da buna şu karşılığı vermiş: İsa'ya  şükrediyorum, senin hayasız yüzünü görmemem için gözlerimi kör  etti. Derler ki filozofça bir sabır gösterisi yapıyormuş bunu söylerken.  Ne denirse densin, bu olay onun bizlere ettiği söylenen zulümlere  ömek gösterilmez pek. Öteki tanık tarihçimiz Eutropius:  Hıristiyanlığın düşmanı, ama hiç kan akıtmayan bir düşmanıydı, der. Adaleti üstüne şunu da söyleyebiliriz ki, gösterdiği bütün sertlik olsa  olsa, imparatorluğunun başlangıcında kendinden önceki imparator  Konstantin'in yolunda gidenlere karşı olmuştur. Tok gözlülüğüne  gelince, herhangi bir asker gibi yaşamış ömrü boyunca; barış  zamanında savaşın yoksulluklarına alışmak ister gibi beslemiş  kendisini.     Öylesine uyanık kalmış ki her zaman, üçe dörde böldüğü gecenin en  azıymış uykuya verdiği; üst yanını kendi gözüyle ordusunu ve  bekçilerini görmeye ya da okumaya vermiş.     Bütün değerleri arasında her türlü edebiyattan anlayışı başta  gelir. Derler ki, Büyük İskender yattığı zaman, uyku düşünmesine,  okumasına engel olmasın diye yatağının yanına bir leğen koydurur ve  bir bakır top tutarmış yatak dışına uzanan elinde; uyku bastırdı mı top  parmaklarından leğene düşecek, o da gürültüden uyanacak. Julianus  istediğini öyle gergin bir ruhla isterdi ki, şaşılası perhizciliği  dolayısıyla da başı o kadar az dumanlanırdı ki, uyumamak için böyle  yollara başvurmak gereğini duymazdı.     Askerlik bilgisine gelince, bir büyük komutanın bütün yetkileri vardı  onda. Zaten bütün ömrü savaşlarda geçti, en çok da Fransa'da  Almanlar ve Franklarla savaştı.     Tarihte ondan çok serüvenleri olmuş, kendini ondan daha çok  gösterme fırsatı bulmuş adam azdır.     Ölümü Epaminondas'ınkine benzer: Bir okla vurulur, oku kendi  eliyle çıkarmaya çalışır ve çıkaracakken eli kesilip tutamaz olur. O  halinde, askerlerini coşturmak için kapışma yerine götürülmesini ister  askerleri savaşı yiğitçe onsuz sürdürürler, gece iki orduyu ayırıncaya  kadar. Felsefe ona hayatı ve insan durumlarını küçümsemeyi  öğretmişti. Ruhların ölmezliğine de sağlam bir inancı vardı. Din konusunda, tutumu toptan bozuktu. Bizim dinimizi  bıraktığı için dönme demişler kendisine; oysa benim aklıma  daha yakın gelen, Hıristiyanlığı zaten içtenlikle benimsememiş,  yasaların hatırı için ve imparatorluğu avucuna alıncaya kadar  benimser görünmüş olmasıdır. Kendi dininde öylesine kör  inançları vardı ki, çağında kendi dindaşları bile alay ediyorlardı  onunla: Partları yenseydi kurban kesmekten öküzlerin neslini  kuruturdu, diyorlardı. Kahinlik bilgisine de kaptırmış kendini. Her  çeşit fal belirtilerine önem veriyormuş. Ölürken tanrılara şükretmiş  kendisini habersiz öldürmek istemediler, öleceği yeri ve saati çok  önceden bildirdiler, onu şanı onuru içinde yiğitçe ölmeye değer  gördüler diye. Marcus Brutus gibi o da önce Galya'da, sonra İran'da  ölümüne yakın garip görüntülerle karşılaşmıştı.    Vurulduğu zaman sözde: Beni yendin, Nazaretli (İsa), ya da: Gözün  aydın, Nazaretli, demişmiş. Demiş olsaydı, orduda yanında bulunmuş,  ölümü sırasında her yaptığını, her söylediğini izlemiş olan benim tanık  tarihçiler unutmazdı bunu ve buna benzer başka uydurmaları.    Asıl konumuza dönelim: Marcellinus der ki, o içinden hep pagandı,  ama askerlerinin çoğu Hıristiyan olduğu için açığa vurmuyordu bunu.  Sonunda kendini yeterince güçlü bulunca tanrıların tapınaklarını  açtırdı ve putlara tapılması için elinden geleni yaptı. Yaptıklarından  biri de şu oldu: Konstantinopolis'de Hıristiyan kilisesinin başındakiler  arasında çatışmalar yüzünden halkın birbirinden koptuğunu görünce  sarayına çağırdı onları, halkı birbirine düşürmelerine çattı, buna son  vermelerini, herkesin kendi inancına korkusuzca bağlı kalabilmesi  gerektiğini söyledi. Titizlikle istediği bu vicdan özgürlüğünün  ayrılmaları, bölünmeleri daha artıracağını ve böylece halkın kendisine  karşı birlik olmasını önleyeceğini umuyordu; çünkü kimi  Hıristiyanların zalimliğini görerek dünyada insana insan kadar kötülük  edebilecek hiçbir hayvan olmadığını anlamıştı.    Söylemek istediği buydu aşağı yukarı. İşin düşündürücü yanı şudur  ki; İmparator Julianus'un halk arasında anlaşmazlığı körüklemek için  başvurduğu vicdan özgürlüğünü bizim krallarımız iç savaşı  söndürmekte kullanıyorlar şimdi. Bir bakıma denebilir ki,  tarafları inançlarını sürdürmekte serbest bırakmak, ayrılığı yaymak  geliştirmek, hiçbir sınırla, yasa engeliyle dizginlenmediği için  büsbütün artırmak olur. Bir bakıma da denebilir ki tarafları inançlarını  yürütmekte alabildiğine serbest bırakırsak, kolaylık ve rahatlık onları  yumuşatır, gevşetir azlığın, yeniliğin, zorunluğun sivrilttiği dürtü  körletilmiş olur. Ama ben, krallarımızın dindarlık onuruna saygıyla,  daha çok şuna inanıyorum ki, istediklerini yapmadıkları için,  yapabildiklerini ister göründüler. (Kitap 2, bölüm 20)    Ben derim ki erkekler ve dişiler aynı kalıptan çıkmadır eğitim ve  gelenekler dışında, büyük bir ayrılık yoktur aralarında. (Kitap 3,  bölüm 5)  

 KİTAPLAR 

 İki alışveriş, (dostluk ve aşk) raslantılara ve başkalarına bağlıdır; biri  aramakla bulunmaz kolay kolay, öteki yaşla solar gider. Onun için  yaşamımı doldurup doyuramazdı onlar. Üçüncü alışveriş, kitaplarla  kurduğumuz ilişkidir ki daha sağlam ve daha çok bizimdir. Ötekilerin  başka üstünlükleri vardır, ama bu üçüncüsü daha sürekli ve daha  kolayca yararlıdır.     Ömür boyu yanı başımda, her yerde elimin altındadır. Kitaplar  yaşlılığımda ve yalnızlığımda avuturlar beni. Sıkıntılı bir avareliğin  baskısından kurtarır, hoşlanmadığım kişilerin havasından dilediğim  zaman ayırıverirler beni.     Fazla ağır basmadıkları, gücümü aşmadıkları zaman acılarımı  törpülerler. Rahatımı kaçıran bir saplantıyı başımdan atmak için  kitaplara başvurmaktan iyisi yoktur, hemen beni kendilerine çeker,  içimdekinden uzaklaştırırlar. Öyleyken, onları yalnız daha gerçek,  daha canlı, daha doğal rahatlıklar bulamadığım zaman aramama hiç de  kızmaz, her zaman aynı yüzle karşılarlar beni.    Atını yularından tutup ardından çekene yürümek kolay gelir, derler.  Bizim Jacques, Napoli ve Sicilya kralı, o genç, güzel, gürbüz adam,  sedyeyle taşıtırmış kendini uzun yollarda, başı fukara işi bir yastığa  dayalı, boz kumaştan bir giysi ve takkeyle; ama şahane bir alay gelirmiş ardından: Tahtırevanlar, yularından çekilen türlü türlü binek  atları, rütbeli cübbeli kodamanlar, görevliler: Bu ne perhiz, bu ne turşu  dedirtecek gibi. İyileşmek elinde olan bir hastaya acınmaz. Pek doğru  olan bu atasözünü ben denemiş ve kullanmış olarak, kitaplardan  gördüğüm yarar için söyleyebilirim. Gerçekten ben kitapları, kitap  nedir bilmeyenlerden fazla kullanmam diyebilirim. Cimriler nasıl  günün birinde kullanacağım diye hiç dokunmazlarsa definelerine, ben  de öyle saklarım kitaplarımı. Ruhum onların benim olmasıyla doyar,  yetinir. Savaşta, barışta, kitapsız yola çıktığımız olamaz; yine de hiç  kitap açmadığım günler, aylar olur. Biraz sonra, yarın, canım istediği  zaman okurum derim. Zaman yürür gider beni dertlendirmeden; çünkü  kitaplarımın dilediğim zaman bana sevinç verecekleri, yaşamama  destek olacakları düşüncesi anlatabileceğimden daha büyük bir  rahatlık verir bana. İnsan yaşamı denen bu yolculukta benim  bulduğum en iyi nevale kitaplardır ve ondan yoksun anlayışta  insanlara çok acırım. (Kitap 3, bölüm 3)    Vermekte aşırı giden bir kralın uyrukları istemekte aşırı giderler.  Akla göre değil örneklere göre pay biçerler kendilerine. (Kitap 3,  bölüm 6)    Bir düzeni sarsanlar, onun yıkılmasıyla ilk ezilenler olur çoğu kez.  Kargaşalığı çıkaran, yararını kendi görmez pek; Başka balıkçılar için  suları bulandırmış olur. (Kitap 1, bölüm 23) 

 DÜNYA YURTTAŞLIĞI  

 Sokrates söylemiş diye değil, kendi yaratılışıma uyarak, üstelik  aşırılığa bile kaçarak, bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir  Polonyalı'yı tıpkı bir Fnansız gibi kucaklıyorum, dünya ile  akrabalığımı kendi ulusumla akrabalığımın üstünde tutuyorum.  Doğduğum yerin pek o kadar düşkünü değilim. Kendi düşüncemle  vardığım yeni bilgiler, bana yalnız esintilerle edindiğim hazır ve  gelişigüzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz  dostluklar nerde, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar  nerde! Doğa bizi özgür ve bağımsız yaratmış, bizse tutup kendimizi  birtakım çemberler içine hapsediyoruz.    Talih bazı olayları ustaca düzenliyor sanki: Helena oğlu Konstantin,  Bizans imparatorluğunu kurdu ve bu imparatorluk Helena oğlu  Konstantin'le sona erdi. (Kitap 1, bölüm 34)    İlgimizi anlattığı şeylere değil, kendisine çeken söz ustatığından  nefret! (Kitap 1, bölüm 25)  

 BAŞTAKİLER VE BİZ  

 Bizi yöneten, dünyayı ellerinde tutan kimselerin bizim kadar akıllı  olması, bizim yapabileceğimiz kadarını yapması yetmez. Bizden çok  üstün değillerse bizden çok aşağı sayılırlar. Çok şeyler vadettikleri  için çok şeyler vapmak zorundadırlar. (Kitap 3, bölüm 7)     Başkalarından aktardığım sözleri kendi söylediklerimi değerlendirecek biçimde seçebilmiş miyim, ona bakılsın. Çünkü ben, kimi zaman dilimin, kimi zaman kafamın yetersizliği  yüzünden gereğince söyleyemediğim şeyleri başkalarına söyletirim.  Aktardığım sözleri saymam, tartarım. (Kitap 2, bölüm 10)    Kendimle oynadığım zaman, kimbilir; belki benim onunla  oyalandığımdan çok o benimle oyalanıyor. (Kitap 2, bölüm 12)   

YABANCIDAN KAÇINMA 

  Bizim Fransızların bir huyu var: Kendi bildiklerine benzemeyen bir  yaşayış, bir hal gördüler mi şaşırır, ürkerler. Bunda o kadar ileri  giderler ki Fransız olmaktan utanacağım gelir. Köylerinden çıktılar mı  sudan çıkmış balığa dönecekler neredeyse. Nereye giderlerse gitsinler  kendi adetlerini de birlikte götürür, yabancı adetleri kötü görürler.  Macaristan'da bir Fransız gördüler mi bayram eder, canciğer olur ve  kafa kafaya verip gördükleri barbarca şeyleri çekiştirmeye başlarlar.  Bir şey Fransız olmadı mı barbardır onlara göre. Üstelik bunlar  yabancıları tanıyabilen zeki Fransızlar'dır. Çoğu, bir yere, dönmek için  gider. Seyahatlerinde içlerine kapanır, her şeyden gocunur, konuşmaz,  kimseye açılmazlar: Dünyalarına yabancı bir hava bulaşacak diye  ödleri kopar. (Kitap 3, bölüm 9)    Hizmetçilerimiz bize kuşlardan, atlardan, köpeklerden daha ucuza  hizmet ediyorlar, üstelik bu hayvanlara gösterdiğimiz meraklı, özenli  dikkati de göstermiyoruz hizmetçilerimize. (Kitap 2, bölüm 12)   

 HALK VE KRAL

  Kral Hieron'un en çok yakındığı şey, insan yaşamının en güzel, en  tatlı meyvesi saydığı dostluktan, karşılıklı bağlanmadan yoksunluktur.  Benim için elinden geleni ister istemez yapacak olan bir insanın  sevgisine, iyi niyetine nasıl inanabilirim? Önümde eğilip  bükülmesinin, bana diller dökmesinin ne değeri olabilir? Bunları  yapmazlık edemez. Bizden korkanlardan gördüğümüz saygı, saygı  değildir.     Onların saygısı bana değil, krallığadır.    Maximum hoc regni bonum est    Quod facta domini cogitur populus sui Quam ferre tam laudare.  (Seneka)    Hükümdarların kavuştukları en büyük nimet, Halkın hem dertlerini  çekmeği hem de üstelik Onları övmek zorunda olmasıdır.    Kralın iyisi kötüsü, sevileni sevilmeyeni hep aynı saygıyı görür. Bir  kralsam, halkın bana çatmaması beni sevmesine alamet sayılmaz,  çünkü çatmak istese çatamazdı. Ardımdan gelenler dostum oldukları  için gelmiyorlar; halleşip dertleşemeyen insanlar arasında dostluk  olamaz. O kadar yükseklere çıkmışım ki insanlarla alışverişim  kalmamış, birbirimizden çok ayrılmış, çok uzaklaşmışız. (Kitap 1,  bölüm 42)    

PAZARLIK 

  Para vermekten haz duyarım; omuzlarımdan bir yük atmış, bir çeşit  kölelikten kurtulmuş gibi olurum. Ayrıca para verirken doğru bir iş  yapmanın, başkasını memnun etmenin keyfini duyarım. Ama hesap,  kitap pazarlık isteyen alışverişlere yanaşmam; bu türlüsünü benim  yerime yapacak kimse olmadı mı, işin uzamasına meydan vermem.  Yaratılışıma çok aykırı gelen o iğrenç konuşmalara düşmektense  bırakır kaçarım. Dünyada pazarlık kadar iğrendiğim bir şey yoktur.  (Kitap 1, bölüm 13)   

 SAVAŞ ÜSTÜNE   

 Gelelim savaşa: İnsanların en büyük, en şatafatlı eylemlerinden biri  olan savaşı, bizim hayvanlara üstünlüğümüzü göstermekte mi  kullanacağız, yoksa tam tersine, budalalığımızı, eksikliğimizi mi?  Doğrusu, birbirimizi paralayıp öldürme, kendi türümüzü yıpratıp  yoketme sanatımızın, bu sanattan yoksun olan hayvanları  imrendirecek bir yanı olmasa gerek.    Ne zaman bir aslanı daha güçlü bir aslan öldürdü? Hangi ormanda  Büyük domuzun dişi küçük domuzu paraladı? (Juvenalis)    Ama hayvanların tümü bu marifetten uzak kalmış da denemez: Bal  arıları arasında da azgın çatışmalar olur, iki hasım ordunun başları  bizim krallar gibi davranırlar:    Bir kavgadır kopar iki bey arasında çoğu kez O zaman seyredin arı  milletindeki azgınlığı; O coşkun vızıltılı savaş hengamesini.  (Vergilius)    Bu yaman tasviri her görüşümde insanların saçmalığını, budalalığını  okur gibi olurum onda. Çünkü azgınlığı ve korkunçluğuyla insanı  kendinden geçiren savaş tepinmeleri, o gümbürtü ve çığlık kasırgası.    Kimi yerde bir parıltı sarar gökleri    Ayak patırtıları yükselir her yandan    Dağlara çarpan bağrışmalar    Yankılanır yıldızlara doğru. (Lucretius)    O kaç binlerce silahlı insanın korkunç düzenliliği, bunca azgınlık,  bunca coşkunluk, bunca yiğitlik... Bütün bunların ne boş nedenlerle  parlayıverdiğini ve ne sudan nedenlerle sönüverdiğini düşününce  gülüyor insan:     Paris'in aşkıymış derler Hellenlerle Barbarları savaşa sokan.  (Horatius)    Paris'in zamparalığı yüzünden koca Asya savaşlarla bitti tükendi. Bir  tek adamın tutkusu, bir kırgınlık, bir keyif, bir karı koca kıskançlığı,  ringa balığı satan iki kadının birbirini tırmıklamasına değmez.  Böylesine nedenler bütün o büyük hengamenin canı, ilk hızı  olabiliyor. Savaş çıkaranların kendilerine inanır mısınız? Dinleyin  imparatorların en büyüğünü, en çok zafer kazanmış olanını, en  güçlüsünü; bakın nasıl eğleniyor kendi kendisiyle, çocukça hoşlanarak  nasıl alay ediyor karadan, denizden giriştiği birçok savaşlarla,  ardından giden beşbin insanın kanıyla, canıyla, seferleri uğruna  dünyanın iki büyük parçasında harcanan nice güçler ve zenginliklerle: Antonius Glaphyra ile yatır diye benim de Fluvia ile yatmam  gerekirmiş, Fluvia ya göre. Yatacak mıyım ben şimdi Fluvia ile,  Manius'la da mı yatacağım gerekiyor diye? Kendine gel! Ya savaş, ya  yatak diyor kadın. Ne demek? Canım mı daha değerli, erkekliğim mi? Çalsın savaş boruları! (Martialis)    İşte o büyük ordu, yeri göğü titreten o binbir yüzlü, binbir ayaklı  ordu:    Likya denizi üstünde ak dalgalar yuvarlanır gibi Sert Orion kış  sularına gömüldüğü zaman, Ya olgun yaz buğdayları gibi Hermus'un,  Likya'nın sarışın, ovalarında, Ürperiyor çiğnenen toprak,  gümbürdüyor kalkanlar. (Vergilius)    Binlerce kollu, binlerce kafalı bu azgın dev nedir aslında? Hep aynı  zavallı, dertli, cılız insanoğlu! Kızışıp kaynaşan bir karınca  yuvasından başka bir şey mi ki bu?     Kara tabur ilerliyor ovada. (Vergilius)    Ters bir rüzgar, bağrışan bir karga sürüsü, bir atın sürçmesi,  yukarıdan bir kartalın geçivermesi, bir rüya, bir ses, bir görüntü, bir  sabah sisi yeter bu devi yıkıp yere sermeye. Güneşin bir ışını vurmaya  görsün yüzüne, eriyip dağılıverir. Biraz toz serpiverin gözlerine (bizim  şairin arılarına serpildiği gibi) bakın nasıl kopup param parça oluyor  sancak erleri, alaylar, başlarında büyük Pompeius'la birlikte; çünkü  oydu sanırım Sertorius'un bu yaman silahlarla İspanya'da yendiği.  Aynı silahları Eumenes Antigonus'a, Surena Crassus'a karşı  kullanmıştı.    O azgın yürekler, o korkunç cenkler, Biraz toz atın durulur hepsi.  (Vergilius)    Bizim arıları bile salsanız üstüne, güçleri ve yürekleri yeter o devi  bozmaya. Daha geçenlerde Portekizliler, Xiatima'da Tamyl şehrini  kuşatmışlardı. Arısı bol olan bu şehir halkı surların üstüne yüzlerce  kovan getiriyorlar; ateş yakıp arıları dumanla birden öyle salıyorlar ki  dışarı, saldırılarına ve iğnelerine dayanamayan düşman bırakıp gidiyor  kuşatmayı...    İmparatorların ruhlarıyla çarıkçıların ruhları aynı kalıptan çıkmadır.  Kralların gördüğü işlerin önemine, ağırlığına bakıp öyle sanıyoruz ki  bunları yaptıran nedende önemli ve ağırdır aldanıyoruz. Onları  davranışlarında dürtükleyip durduran nedenler bizimkilerden başka  türlü değildir. Bizi bir komşumuzla kapıştıran nedenin aynısı krallar  arasında bir savaş koparır. Bize bir uşağı kırbaçlatan nedenin tıpkısı  bir krala düştü mü bir ili yıktırır ona. Onların istedikleri de bizimkiler  gibi sudan, ama yapabildikleri daha fazla. Bir peynir kurduyla bir fili  aynı iştahlardır dürtükleyen. (Kitap 2, bölüm 12)  

 BİLGELİK VE MUTLULUK  

 Çağımda yüzlerce işçi, yüzlerce çiftçi gördüm ki üniversite  rektörlerinden daha bilge ve daha mutluydular ve ben daha çok onlara  benzemek isterdim. Öğrenim bence yaşamaya yararlı şeyler  arasındadır: Şeref, soyluluk, saygınlık gibi, ya da çok çok güzellik,  zenginlik ve benzeri üstünlükler gibi: Bunlar yararlı olmasına  yararlıdırlar, ama uzaktan, kendi varlıklarından biraz daha çok bizim  sanrımızla yararlıdırlar yaşamaya.    İnsan topluluğunda yaşamak için bize turnalar ya da karıncalardan  fazla görevler, yasalar gerekli değildir pek. Hem görmüyor da değiliz  ki bu hayvanlar bilgin olmaksızın pek düzenli yaşıyorlar. İnsan  bilgeliğe erse, her şeye hayatına yararlı ve gerekli olduğu ölçüde  değer verir.    Bizi eylemlerimiz ve davranışlarımızla ölçecek olsalar bilgisizler  arasında bilgililerden daha çok sayıda iyi insan çıkar; iyi derken de her  türlü erdemi düşünüyorum.     Bana öyle geliyor ki eski Roma'da, kendi kendini batıran o bilgin  Roma'da daha büyük değerde insanlar vardı. Başka yanları hep benzer  olsa da dürüstlük ve yürek temizliği eski Roma'nın ayrıcalığıdır;  çünkü o şaşılası bir sadelikle yaşamasını bilmişti. (Kitap 2, bölüm 12)    

ÖFKE ÜSTÜNE 

  Plutarkhos hep hoştur, ama insan halleri üstüne düşüncesini  söylerken eşi yoktur. Lykurgos'la Numa'yı karşılaştırırken çocukların  eğitimini babalarına bırakmanın ne büyük bir saflık olduğunu o kadar  güzel anlatır ki.     Devletlerin çoğu herkesi, kadınlarını ve çocuklarını diledikleri gibi  yönetmekte serbest bırakır, onlar da masallardaki devler gibi akıllarına  esen her deliliği yaparlar. Galiba yalnız Lakedemonyalılar ve Giritliler  çocukların eğitimini yasalara bağlamışlar. Bir devlette her şeyin çocuk  eğitimine bağlı olduğunu kim bilmez? Ama yine de çocukları hiç  düşünmeden, ne kadar deli ve kötü olurlarsa olsunlar, ana babalarının  keyfine bırakırız.    Kaç kez sokaktan geçerken öfkeden kudurmuş bir baba veya ananın  çocukları öldüresiye dövdüklerini görmüş, oğlancıkların öcünü almak  için ana babalarına türlü oyunlar oynamayı kurmuşumdur. Döverken  gözleri öfkeden alev alev yanar, daha yeni sütninenin kucağından  çıkmış bir çocuğa gırtlaklarını yırtasıya bağırırlar, suratları allak  bullak olur Hippokrates'e göre de en tehlikeli hastalıklar insanın  yüzünü değiştiren hastalıklardır.     Dayaktan sakatlanmış, sersem olmuş nice çocuklar vardır. Ama  devletimizin yasaları yine bu işe karışmaz, sanki bu sakatlar, bu  sersemler bizim toplumumuzda yaşamıyormuş gibi!    Hiçbir şey öfke kadar insan düşüncesini sapıtamaz. Öfkesine kapılıp  bir suçluyu idama mahkum eden bir yargıca ölüm cezası vermekte  kimse duraksamaz. Öyleyse neden babaları ve öğretmenleri öfkeli  iken çocukları dövmekte serbest bırakıyoruz? Bu artık eğitim  olmaktan çıkıyor, öc alma oluyor. Ceza çocuklara verilen bir ilaç  sayılmalı, öyle verilmelidir. Bir doktorun hastasına karşı  öfkelenmesini kabul edebilir miyiz?    Öfkeli olduğumuz sürece hizmetçilerimize el kaldırmak doğru  değildir. Kalbimizin fazla çarptığını, kanın yüzümüze çıktığını  hisseder etmez sorunu kapatmalıyız.     Öfkemiz geçtikten sonra her şeyi başka türlü göreceğiz. Kızdığımız  zaman bağıran, konuşan biz değil, hırsımızdır. Nasıl sis içinde her şey  olduğundan daha büyük görünüyorsa hırs içinde de suçlar büyüdükçe  büyür. Canı su içmek isteyen içer: Ama canı ceza vermek isteyen  veremez. Ağır başlı ve ölçülü cezaları suçlu hem daha kolay kabul  eder, hem de onların yararını görür. Öfkesine kapılmış bir adamın  verdiği cezayı kimse hak ettiğine inanmaz.    Öfke kendi kendinden hoşlanan, kendi kendini şişiren bir hırstır.  Hepimizin başına sık sık gelir. Bir şeye yanlış yere kızarız, bize  aldandığımızı ispat eden tanıtlar getirirler bu sefer de doğrunun  kendisine, suçsuzluğuna içerleriz. Bunun çok güzel bir örneğini  eskilerden okumuştum, hiç aklımdan çıkmaz. Her bakımdan değerli,  doğru bir insan olan Piso bir askerine kızmış, çayırdan dönerken  arkadaşının nerede kaldığını bilmiyor diye. Öyleyse sen onu öldürdün  demiş ve adamı birdenbire ölüme mahkum etmiş, tam asılacağı sırada  kaybolan arkadaşı çıkagelmiş. Bütün ordu bayram etmiş, iki arkadaş  sarılıp birbirlerini öpmüşler, cellat da ikisini almış Piso'ya götürmüş.  Herkes onun da bu işe sevineceğini sanıyormuş. Tam tersi olmuş:  Henüz geçmemiş olan öfkesi, kendini utandıran bu gerçek karşısında  büsbütün artmış ve hırsının bir anda aklına getirdiği şeytanlıkla  suçluları üçe çıkarmış, bir kişinin masum çıkması, üç kişinin birden  başını yemiş. Birinci askeri ikincisini kaybettiği için, ikincisini  kaybolduğu için, celladı da verilen emri yerine getirmediği için ölüme  mahkum etmiş.    Öfke saklanmaya da gelmez, büsbütün içimize işler. Demosthenes  bir meyhaneye girmiş, kimse görmesin diye arkalarda bir yer  arıyormuş. Diogenes görmüş ve demiş ki: Ne kadar arkalara gidersen  meyhaneye o kadar girmiş olursun. (Kitap 2, bölüm 22)    

KÖRÜKÖRÜNE İNANMAK

  Öyle köylüler biliyorum ki ayaklarının altını yakmışlar, bir tüfeğin  tetiği altında parmaklarının ucunu ezmişler, başlarını cendereye sokup  gözlerini kan içinde dışarı fırlatmışlar, yine de ağızlarından söz  alamamışlar.    Bir tanesini gözümle gördüm: Ölmüş sanarak bir çukura atmışlardı;  boynundaki ip hala duruyordu; bu iple onu bütün gece bir atın  kuyruğuna bağlayıp sürüklemişlerdi. Öldürmek için değil, salt eziyet  etmek için, yüz yerine hançer saplamışlardı. Kendisiyle konuştum;  bütün bunlara katlanmış, sonunda da kendini kaybetmiş; istedikleri  sözü söylemektense, bin kez ölmeyi göze almış. Çektiği acılar yanında  ölüm hiç kalırdı. Hem de bu adam o semtin en zengin çiftçilerinden  biriydi. Nice insanlar kendilerinin olmayan inanışlar için,  başkalarından aldıkları, ne olduğunu bilmedikleri fİkirler için ses  çıkarmadan diri diri yanmışlardır. (Kitap 2, bölüm 22)  

 ÖDEMELİ KÖTÜLÜK 

  Geçenlerde Armagnac'daydım; yakınlarımdan birinin çiftliğinde  herkesin hırsız lakabıyla bildiği bir köylü tanıdım. Yaşamını kendisi  anlattı. Dilenciymiş eskiden; ekmeğini kendi el emeğiyle kazansa bile  yoksullukla başedemeyeceğini anlayınca hırsızlık etmeyi düşünmüş.  Bütün gençliği boyunca bu meslekte çalışmış ve kol gücü sayesinde  hiç yakalanmamış; çünkü başkalarının tarlasını, bağını soyuyormuş,  ama uzağa gidiyormuş bu iş için ve öylesine dolu çuvallarla  dönüyormuş ki bir gece içinde bunca yükü başka yerden taşımış  olabileceği kimsenin aklından geçmiyormuş. Ayrıca verdiği zararı ona  buna ölçüyle dağıtıyormuş ki kimsenin payına düşen pek önemli  olmasın. Bugün yaşlanmış artık ve kendi durumunda zengin sayılırmış;  bunu o işe borçlu olduğunu açıkça söylüyor. Tanrının kendisini  hoşgörmesi için de, mallarını çaldığı insanların varislerine iyilik  etmeye çalışıyormuş (hepsine birden yardım edemezmiş çünkü)  mirasçılarına yükleyecekmiş bu görevi, kime ne zarar verdiğini yalnız  kendisi bildiğinden. Doğru olsun olmasın, bu sözlerden anlaşılıyor ki  hırsızlığı ayıp sayıp kötülüyor, ama yoksulluk kadar değil. Hırsızlık  ettiğine pişman, ama yoksulluktan kurtulmanın böyle ödemeli bir  yolunu bulduğuna pişman değil.    Bu türlü bir kötülük ne bizi kendine maleden, kafamızı kendine  uyduran cinsten bir alışkanlık, ne de ruhumuzu sarıp körleştiren,  düşüncemiz ve her şeyimizle bizi birden kötülüğün buyruğuna  kaptıran bir azgınlıktır. (Kitap 3, bölüm 1)   

BİTKİ VE İNSAN   

Nasıl tarımda, bir şeyi dikmeden önce ve dikerken bile yapılan işler  belli ve kolay, ama dikilen yaşamaya başlayınca onu yetiştirmenin bir  sürü yolları ve zorluğu varsa, insanları dikmede de fazla bir ustalık  yoktur, ama doğduktan sonra onları büyütme ve beslemede, kaygılar,  korkularla dolu değişik bir sürü bakım yollarına başvurulur. (Kitap 1,  bölüm 26)   

 ARAMIZDAKİ EŞİTSİZLİK

  Plutarkhos der ki; bir yerde, hayvanla hayvan arasında pek büyük  ayrılık yoktur, insanla insan arasında olduğu gibi. Ruhun  yeteneklerinden, iç değerlerimizden söz eder. Gerçekten de Epaminondas'ı, hayal ettiğim kadarıyla, tanıdığım aklı başında herhangi bir insandan o kadar uzak görüyorum ki Plutarkhos'dan da  ileri giderek şöyle diyebilirim: Kimi insanla kimi insan arasındaki  uzaklık, kimi insanla kimi hayvan arasındaki uzaklıktan çok daha  büyüktür:    hem viro quid praestat. (Terentius)    insandan insana, aman ne ayrılık.    Üstelik kafa dereceleri burdan göklere çıkacak bir merdivenin  basamakları kadar sayısızdır.    Ama insanları değerlendirmeye gelince, ne tuhaftır, varlıklar içinde  kendi değerleriyle ölçülmeyen yalnız bizleriz. Bir atı güçlü ve çevik  olduğu için överiz,     Voiuorem     Sic laudamus equum, facili cui plurima palma     Fervet, et exuftat rauco victoria circo. (Juvenalis)    Nasıl överiz hızlı bir atı    Meydanı çınlatır zafer bağrışmalarıyla    Yarışta kazandığı çelenklerle.  kuşamıyla değil. Bir tazı koşmasıyla övülür, tasmasıyla değil; bir kuş  kanadıyla övülür, püskülleri, çıngıraklarıyla değil. Niçin bir insanı da  kendinin olanla değerlendirmiyoruz? Bir sürü adamı varmış, güzel bir  köşkü varmış, şu kadar itibarı, bu kadar geliri varmış: Bütün bunlar  çevresindedir onun, kendisinde değil. Bir kediyi torba içinde satın  almazsınız. Bir at satın alacaksanız, üstündeki pılıyı attırır, çıplak,  yalın görürsünüz onu. Gerçi eskiden krallara satılacak atlar örtülü  getirilirdi önlerine; ama örtülü olan atın az gerekli yerleriydi: Tüyünün  güzelliği, sağrısının genişliğiyle oyalanmayasınız da en yararlı  uzuvları olan bacaklarına, gözlerine, ayaklarına bakasınız diye.    Niçin insanı değerlendirirken sarılıp sarmalanmış, kundaklanmış  olarak bakıyorsunuz ona? O zaman hiç de kendinin olmayan yanlarını  göstermiş, gerçek değerini verdirecek yanlarını saklamış olur.     Aradığımız kılıcın değeridir, kının değil. Kınından çıkınca belki de  beş para vermezsiniz kılıca. İnsanı kendi değeriyle ölçmeli, süsü  püsüyle değil. Eskilerden birinin pek hoş olarak dediği gibi: Bilir  misiniz niçin büyük görülür o insan bize? Topukları yüksek de ondan.  Taban heykelden sayılmaz. Ayakkabılarını çıkarıp öyle ölçmeli  boyunu insanın: Parasını pulunu, şanını şerefini bir yana bırakıp bir  gömlekle çıksın karşımıza. Bakalım bedeni işine elverişli mi, sağlam,  zinde mi? Kafaca nasıl? Hoş mu, yetenekli mi, gerekli her tahtası  yerinde mi? Düşünce dağarcığı kendinden mi, başkalarından mı?  Varlığında talihin payı var mı? Çekilen kılıçlara alev alev mi bakıyor?  Canının nereden, ağzından mı gırtlağından mı çıkacağına aldırmıyor  mu? Kendinden emin, haksever, tokgözlü mü? Bakılması gereken  bunlardır, bunlardan anlaşılır aramızdaki sonsuz ayrılıklar.    Sapiens, sibique imperiosus,    Quem neque pauperies, neque mors, neque vincula terrent,    Responsare cupidinibus, contemnere honores,     Fortis, et in seipse totus teres atque rotundus,     Externi ne quid voleat per laeve morari,    In quem manca ruit semper fortuna? (Horatius)    Olgun, kendine hakim, öylesine ki    Ne yoksulluk korkutur onu, ne ölüm, ne zindan;     Tutkulardan sıyrılmış, şereflere gözü tok;    İçine kapanmış, toparlanmış, yalın bir küre olmuş     Pürüzsüz yuvarlanır bir başına,    Talihe tutamak vermeden, hiç yenilmeden.    Böylesi bir insan krallıklardan, dukalıklardan beşyüz basamak  yukarılardadır: Kendi başına bir imparatorluktur o.    Sapiens pol ipse fingit fortunam sibi.      (Plautus)    Bilge kendi mutluluğunun ustasıdır.    İsteyecek nesi kalır öyle bir insanın?    Nonne videmus    Nil aliud sibi naturan latrare, nisi ut qüoi     Corpore sejunctus dolar absit, mente fruatur;     Jucundo sensu cura semotus metuque? (Lucretius)    Görmüyor muyuz,    Nedir Doğanın istediği bizden, illetsiz bir bedenden,     Varlığının güzel tadını çıkaran    Hiçbir şeyden korkmaz bir ruhtan başka?    Öyle bir insanı karşılaştırın budala, aşağılık, köle ruhlu, değişken,  türlü tutkuların rüzgarınca durmadan bir o yana bir bu yana  yuvarlanan çamur gibi insanlarımızla:     Yerle gökten daha uzaktır onlar birbirinden. Ama adetlerimizde  öylesine körleşmişiz ki bu ayrılığa hemen hiç önem vermez olmuşuz.  O kadar ki, bir köylüyle bir kralı, bir soyluyla bir soysuzu, bir devlet  adamıyla bir özel kişiyi, bir zenginle bir yoksulu ele aldığımızda  hemen çok büyük bir ayrılık görüyoruz aralarında; oysa bu ayrılık  giyim kuşam ayrılığından başka bir şey değildir aslında...    Çünkü onları, komedi oyuncuları gibi, sahnede bir duka, bir  imparator rolünde görürsünüz; hemen ardından bakarsınız uşak ya da  aşağılık birer hırsız oluvermişler, asıl kişilikleri de buymuş meğer!  Böyle olunca, o şatafatıyla gözlerinizi kamaştıran bir imparator.    Scilicet et grandes viridi cum luce smaragdi    Auro includuntur; teriturque thalassima vestis    Asidue, et Veneris sudorem exercita potat. (Lucretius)    Pırıl pırıldır çünkü altın üstünde iri zümrütlerle    Hep yeni kumaşlar vardır üstünde deniz yeşili,    Zühre yrldızının öpüşüyle ıslanmış.    Bir de perdenin ardında görün siz o imparatoru: Herhangi bir  adamdır ve belki de uyruklarının en küçüğünden daha da aşağılıktır.     Ilie beatus introrsum est, istius bradeata feli citas et (Seneka)    Kiminin içtendir mutluluğu, kiminin dıştan.    Korkaklık, kararsızlık, tutku, kırgınlık, kıskançlık etkiler o  imparatoru da:    Non enim gazae neque consuiaris     Summovet lictor miserors tumultus     Mentis et curas taqueata circum     Tecta volantes. (Horatius)    Ne hazineler, rütbeler, cübbeler     Atabilir yüreklerden    Yıldızlı direkler altında uçuşan     Acı dertleri, kaygıları.    Ordularının ortasında kaygılar, korkular boğazına yapışır  imparatorun:    Re veraque metus hominum, curaeque se quaces,     Nec metuunt sonitus armonım, nec fera tela;     Audacterque inter reges, reumque potentes     Versantur, neque fulgorem reventur ab curo, (Lucretius)    İnsanların içinde yatan korkular, kaygılar    Demir gümbürtüsünden, kılıçlardan yılmaz;    Krallar, büyükler arasında çekinmeden yaşar,    Altınla senli benli olur saygısızca. (Kitap 1, bölüm 42) 

  İNSAN VE EVREN   

Bizim köyde bağları kırağı çaldı mı, rahip efendi tanrının insanlara  kızdığını, aynı afetin yamyamların bağlarına da düştüğünü ileri sürer.  İç savaşlarımız karşısında da herkes: Dünya bozuldu, kıyamet günü  yaklaştı diye vahlanır. Oysaki dünyada daha ne kötü şeyler oldu. Hem  sonra kimbilir biz bu haldeyken dünyanın kaç yeri gül gülistandır.  Başına dolu yağan, dünyanın dört bucağını fırtına içinde sanır.  Savoielı köylü demiş ki: Şu akılsız Fransa kralı biraz işini bilse pekala  bizim beyin kahyası olabilir. Adamın hayal gücü efendisinin üstünde  bir büyüklük tasarlayamıyor.     Hepimiz, farkında olmadan bu çeşit yanılgılara düşeriz ve bundan  çok büyük zararlar görürüz. Ancak doğa anamızı bütün genişliği  içinde seyredebilen, onun durmadan değişen sınırsız yüzünü  görebilen, değil yalnız kendini, bütün memleketi o evren içinde ufacık  bir nokta olarak düşünebilen insan her şeyin gerçek değerini  kestirebilir. (Kitap 1, bölüm XXX)   

HER ŞEYİN GÖRECELİĞİ  

 Yaşamı bir düşe benzetenlerin sandıklarından çok daha fazla hakları  var galiba. Düşte ruhumuzun sürdüğü yaşam, gördüğü iş, kullandığı  güç uyanık durumumuzdakinden hiç de aşağı kalmıyor. Kuşkusuz  düşteki yaşam daha gevşek, daha bulanık, ama aradaki fark hiç de  gecenin karanlığıyla gün ışığı arasındaki fark gibi değil; hayır, daha  çok karanlıkla gölge arasındaki fark gibi: Ruh birinde uyur, ötekinde  uyuklar. Her ikisinde de aslında karanlıklar içindeyiz, ama birinde  daha az, ötekinde daha çok. Bir uyanıkken uykuda, bir uyurken  uyanığız.     Uykuda gördüklerimiz pek o kadar aydınlık değildir, ama ayıkken de  her şeyi pek o kadar pırıl pırıl, apaçık görmeyiz. Evet, derin uykular  bazen düşleri siler süpürür, ama uyanıkken de hiçbir zaman iyice  uyanık değiliz, o zaman da nice hayallerimiz, ki uyanık düşler ve  düşlerden beterdir, kaybolur gider. Madem aklımız ve ruhumuz  uykuda düşündüklerimize meydan veriyor, düşte gördüğümüz işleri  uyanıkken gördüğümüz işler gibi kabul ediyor, ne diye düşüncemizin,  hayatımızın bir çeşit düş olmasını, uyanık halimizin bir çeşit uyku  olmasını yadırgıyoruz bu kadar?    Gerçeği ilkin duyularımıza sorarsak, yalnız kendi duyularımıza  başvurmakla iş bitmez. Duyu konusunda hayvanların da bizim kadar  belki de daha fazla söz hakkı vardır. Kimi hayvanların kulağı, kiminin  gözü, kiminin burnu, kiminin dili insanınkinden daha keskindir.     Demokritos tanrılarda ve hayvanlarda duyma gücünün insandan çok  daha yetkin olduğunu söyler. Hayvanların duyularıyla bizimkilerin  etkileri arasındaki ayrım da büyüktür: Bizim tükrüğümüz kendi  yaralarımızı temizler ve kurutur, ama yılanı öldürür.    Tantaque in his rebus distantia differentasque est     Ut quot alüs cibus est, alüs fuat acre revenum.     Saepe etenim serpens, hominis contacta saliva,     Disperit, ac sese mandendo conficit ipsa (Lucretius)    Her şey öyle ayrı, öyle değişik ki     Kimine besin olan kimine zehir     İnsanın tükrüğü bir değdi mi yılana    Ölür çok kez yılan, yer bitirir kendi kendini.    Şimdi tükrüğün ne olduğunu bize göre mi söyleyeceğiz,  yılana göre mi? Gerçek özünü ararsak bizim duyularımıza mı  başvuracağız, yılanın duyularına mı? Plinius, Hindistan'da tavşana  benzer bir çeşit balıktan bahseder bu balık bize zehirmiş, biz de ona.  İnsan şöyle bir dokundu mu ölüverirmiş. Zehirli olan insan mı balık  mı? Kime inanacağız? Balığın insan için dediğine mi? İnsanın balık  için dediğine mi? Kimi hava insana dokunur, öküze zarar vermez,  kimi hava da tersine. Hangi havaya kötü hava, muzır hava diyeceğiz?  Sarılığa tutulanlar her şeyi bizden daha sarı, daha soluk görürler.    Lurida preaterea fiunt quaecunque tuentur Arquati (Lucretius)    Sarılık hastasına göre sarıdır her şey.    Hekimlerin hyposphagma dedikleri hastalığa, kanın deri altına  yayılması hastalığına tutulanlar da her şeyi kırmızı, kan rengi görürler.  Gözümüzün gördüğü işi değiştiren bu hallerin hayvanlarda sürekli,  temelli durumlar olmadığını nereden biliyoruz? Bazı hayvanların  gözleri aslında bizim sarılık olanlarımızın gözleri gibi sarı,  bazılarınınki de kıpkırmızıdır. Bu hayvanlar herhalde renkleri bizden  başka türlü görüyorlar: Doğru olan acaba hangimizin gördüğüdür?  Çünkü eşyanın özü yalnız insana göredir diye bir kanun yok. Katılık,  beyazlık, derinlik, ekşilik bizim kadar hayvanların da işlerine ve  bilgilerine karışık. Gözümüze şöyle bir bastırdık mı baktığımız her  şeyi daha uzun, daha büyük görürüz.    Bina lucernarum florentia lumina flammis    Et dupfices hominus facies, et corpora bina.. (Lucretius)    O zaman lambalardan iki ışık çıkar,     İnsan çift yüzlü, nesneler çift olur.    Oysa birçok hayvanın gözleri kendiliğinden basıktır.    Kulaklarımızı bir şey tıkamış ya da ses borusu sıkışmışsa sesleri her  zamankinden başka türlü duyarız. Kulakları tüylü ya da kulak yerine  ufacık bir delikleri olan hayvanlar bizim duyduklarımızı duymaz, sesi  bir başka türlü alırlar. Şenliklerde, tiyatrolarda meşalelerin ışığı önüne  renkli bir cam kondu mu bulunduğumuz yerdeki her şey bize yeşil,  sarı ya da mor görünür. Gözleri değişik renkte olan hayvanların,  nesneleri gözlerinin renginde görmeleri hiç de olmayacak bir şey  değil.    Demek bizim varlık düzenimiz nesneleri kendine uydurur, her şeyi  kendine göre değiştirir, aslında dünyanın ne olduğunu bilemez oluruz;  çünkü her şey bize duygularımızla bozulmuş, aslında ayrılmış olarak  gelir. Pergel, gönye, cetvel bozuk oldu mu onlara dayanan bütün  orantılar, onlara göre yapılan bütün yapılar da ister istemez kusurlu,  sakat olur. Duyularımız kesin olmadığı için, onların ortaya koyduğu  hiçbir şey de kesin değildir.     Peki ama, bu ayrılıklar karşısında doğruluk hükmünü kim verecek?  Din kavgalarımızda hüküm verecek adamın hiçbir mezhepten  olmamasını, hiçbir tarafa bağlılığı, eğilimi bulunmamasını isteriz,  öyle adam da Hıristiyanlar arasında bulunamaz. Burada da aynı şey,  çünkü hüküm verecek olan ihtiyarsa, gençlerin nasıl düşündüğü  üstüne hüküm veremez, çünkü bu konuda bir taraftadır; gençse yine  öyle, sağsa, hastaysa, uyanıksa, uykudaysa yine öyle. Demek öyle biri  gerekli ki bütün bu hallerin dışında olsun, insanların sordukları  şeylerin hiçbiri kendisiyle ilgili olmasın. Yani olmayan bir yargıcın  olması gerekli.    Dünyada gördüklerimizin doğruluğunu, yanlışlığını anlamak için  doğruyu gösteren bir araç olması gerek; bu aracın doğruluğunu  anlamak için bir deneme gerek; denemenin doğruluğunu anlamak için  de bir araç: Gel de çık bu işin içinden!.. Madem duyularımız, kendileri  kesin, olmadıkları için, sorunumuzu kesin olarak çözemezler, öyleyse  akla başvurmalı diyeceksiniz; ama hiçbir akıl da başka bir akıl  olmadan ortaya çıkamaz: Döndük mü yine gerisin geri? (Kitap 2,  bölüm 12)   

NASIL KONUŞMALI  

 Sözümün akışını bozup güzel tümceler aramaktansa güzel tümceleri  bozup sözümün akışına uydurmayı daha doğru bulurum. Bir sözün  ardından koşmamalıyız, söz bizim ardımızdan koşmalı, işimize  yaramalı, Söylediğimiz şeyler sözlerimizi almalı ve dinleyenin  kafasını öyle doldurmalı ki artık sözcüklerini hatırlayamasın.  İster kağıt üstünde olsun, ister ağızdan, benim sevdiğim konuşma,  düpedüz, içten gelen, lezzetli, şiirli, sıkı ve kısa kesen bir konuşmadır.  Güç olsun, zararı yok; ama sıkıcı olmasın; süsten, özentiden kaçsın düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen, her yediği  lokmayı tadarak yesin. Konuşma, Sueton'un, Julius Caesar'ın  konuşması için dediği gibi, askerce olsun; ama ukalaca, avukatça,  vaizce olmasın.    Söylev sanatı, insanı söyleyeceğinden uzaklaştırıp kendi yoluna  çeker. Gösteriş için herkesten başka türlü giyinmek, gülünç kılıklara  girmek nasıl pısırıklık, korkaklıksa, konuşmada bilinmedik sözcükler,  duyulmadık tümceler aramak da bir medreseli çocuk çabasıdır. Ah,  keşke Paris'in sebze çarşısında kullanılan sözcüklerle konuşabilsem!  (Kitap 1, bölüm 26)    İYİLERİN EN İYİSİ    Filozoflar arasındaki çatışmaların hiçbiri, insanlığa en yüce iyinin,  hayr-ı ûla'nın ne olduğu sorunu üstündeki kadar sert ve çetin  olmamıştır. Varro'nun hesabına göre bu kavgadan 288 mezhep  türemiştir.    Qui autem de summo bono dissendit, de tota philosophia  ratione dissendit. (Cicero)    En üstün iyi üstünde anlaşamıyorsanız, bütün felsefede  anlaşamıyorsunuz demektir.    Kimine göre bizim için en iyi olan erdem, kimine göre keyif, kimine  göre doğaya uymadır; kimi bilimde görür onu, kimi acı duymakta,  kimi görünüşe aldırmamakta (ki bu kanıya Pythagoras'ınki de bağlanır  gibidir).    Nil admirari prope res est una, Numacı, Solaque quae possit favere et  servare beatum.          (Horatius)     Hiçbir şeye şaşmamak: İşte budur, Numacius, Seni mutlu kılıp mutlu  tutacak olan.    Aristoteles hiçbir şeye hayran olmamayı kendini beğenme sayar.  Arkhesilas da der ki, bütün iyilikler diretmekten, dediğinden  dönmeyip dosdoğru gitmekten bütün kötülükler de kadere boyun eğip  her şeyi oluruna bırakmaktan gelir. (Kitap 2, bölüm 12)    Hayatımız, der Pythagoras, Olimpiyat oyunlarında biriken büyük  kalabalığa benzer. Kimileri oyunlarda ün kazanmak için bedenlerini  işletirler; kimileri para kazanmak için satılık mallar getirirler; kimileri  de, en kötüleri değildir onlar, başka çıkar düşünmeden her şeyin niçin nasıl yapıldığına bakar, kendi yaşamlarını anlamak ve düzenlemek  için, başkalarının yaşamlarını seyrederler. (Kitap 1, bölüm 26)  

  DOĞRULUK KAYGISI

  Düşünce çatışmaları beni ne kırar, ne yıldırır, sadece dürtükler,  kafamı çalıştırır. Eleştirilmekten kaçarız: Oysa ki bunu  kendiliğimizden istememiz, gelin, bizi eleştirin dememiz gerekir: Hele  eleştirme bir ders gibi değil de bir karşılıklı konuşma gibi olursa. Biri  çıkıp bizim düşüncemizin tersini söyledi mi, onun doğru söyleyip  söylemediğine değil, doğru yanlış, kendi düşüncemizi savunmaya  bakarız. Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı açacak yerde,  yumruklarımızı sıkıyoruz. Ama ben dostlarımın bana sert  davranmasını istiyorum. Sen bir budalasın, saçmalıyorsun, desinler  bana. Ben, dostlar arasında açık, yiğitçe konuşulmasını isterim;  dostların düşünceleri neyse sözleri de o olmalı.     Kulaklarımızı öyle sert öyle kaba birer kulak yapmalıyız ki, salon  konuşmalarının yumuşak seslerini duymaz olsunlar.     Ben, biraraya gelen insanların, sertçe, erkekçe konuşmalarını  isterim. Dostlar arasındaki bağlar sert, yırtıcı olmalı: Nasıl ki aşk da  ısırmalar, kanatmalar ister! Dostluk kavgacı olmadı mı, sağlam ve  cömert de değildir. Nazlı, yapmacık bir hava, birini kırma korkusu  dostluğa rahat nefes aldırmaz:     Neque enim disputari sine reprehensione potest.          (Cicero)    Çatışmadan tartışılamaz.    Bana çatıldığı zaman öfkem değil dikkatim uyanır: Bana çatandan  bir şeyler öğrenmeye can atarım. Doğruyu bulmak her iki tarafın  kaygısı olmalı. İnsan öfkelendi mi düşünemez olur aklından önce  sinirleri işler. Tartışmalarda bahis tutuşmak hiç de faydasız değildir.  Doğrudan ayrıldık mı, elle tutulur bir şeyler kaybetmeliyiz. Yıl  sonunda uşağım demeli ki bana: Bilgisizlik ve inatçılık yüzünden bu  yıl bin lira kaybettiniz. Doğruyu hangi elde görsem sevinçle karşılar;  uzaktan kokusunu alır almaz silahlarımı atar, teslim olurum. Fazla  yukardan ve insafsız olmadıkça yazılarıma çatılmasını hoş görmüş,  çoğu kez karşımdakini kırmamak için yazdıklarıma istenen biçimi  verdiğim olmuştur.     Zararıma da olsa eleştirmeciye uysal davranmalıyım ki beni her  zaman serbetçe uyarsın, kendimi düzeltmeme yardım etsin. Doğrusu  çağdaşlarımı böyle bir işten yana çekmek kolay değil. Düzeltilmek  herkesin ağrına gittiği için kimse kimseyi düzeltmeyi göze alamıyor.  Düşüncesini saklayarak konuşuyor çokları. (Kitap 2, bölüm 8)   

 YAŞAMAK SANATI 

  Dünyada insanlığını bilmekten, insanca yaşamaktan daha güzel, daha  doğru bir iş yoktur. Bilimlerin en çetini de bu hayatı iyi yaşamasını  bilmektir. Hastalıklarımızın en belalısı, bedenimizi sevmemek, küçük  görmektir. Ruhunu bedeninden ayırmak isteyen, gücü yeterse, bu işi  beden hasta iken yapsın ruhunu hastalıktan korumuş olur. Ama, bunun  dışında ruh bedenle işbirliği etmeli; onun zevklerine katılmalı, onunla  karı koca olmalı ve, -bilgeliğe ermişse- beden hazlarına,  acılaşmalarına meydan vermeden dizgin vurmalı.    Kendinden dışarı çıkmak, insanlıktan kaçmak çılgınlıktır; buna çaba  harcayanlar melek olacaklarına büsbütün hayvanlaşır, yükselecek  yerde alçalırlar. İnsan bilimlerinin en aşağılığı da bence en yukarlarda  dolaşanıdır.     İskender'in en küçük, en bayağı yanı tanrılaşmak, göklere  çıkmak hevesine kapılmasıdır.    Söz aramızda, göklerde dolaşanların düşünceleri ile yeraltında  yaşayanların adetleri arasında her zaman garip bir benzerlik  görmüşümdür.    İnsan beden hazlarını gereğince tatmayı biliyorsa tanrılara yaraşır bir  olgunluğa varmış demektir. Kendi koşullarımızda başkalarını  aramamız onlardan yararlanmayı bilmediğimiz içindir; kendimizden  kaçmamız kendimizde olup biteni bilmediğimizdendir... İstediğimiz kadar yüksek sırıklar üstüne çıkalım, yine kendi bacaklarımızla  yürüyeceğiz; dünyanın en yüksek tahtına da çıksak, yine kendi  kıçımızla oturacağız. (Kitap 3, bölüm 13)    Düşüncelerimizin en iyi aynası yaşamlarımızın akışıdır. (Kitap 1,  bölüm 26) 

  ROMALI VE OSMANLI BÜYÜKLÜĞÜ

   Marcus Antonius demiş ki: Romalıların büyüklüğü almaktan çok  vermekte kendini gösterir. Antiokus bütün Mısır'ı almış, Kıbrıs'ı daha  birçok yerleri de almak üzere imiş. Zaferlerden zafere koştuğu sırada,  Popilius, Senatonun elçisi olarak kendisine gelmiş. Getirdiği  mektupları okumadan önce elini sıkamayacağını söylemiş. Kral,  mektupları okumuş, düşüneyim, demiş. Popilius bir değnekle kralın  çevresine bir çember çizmiş: Senatoya götüreceğim cevabı vermeden  bu çemberden dışarı çıkma yok, demiş. Antiokus bu sert buyruk  karşısında afallamış, biraz düşündükten sonra: Senatonun dediğini  yapacağım, demiş. Bunun üzerine Popilius kendisini Roma milletinin  dostu diye selamlamış. Böylece, kağıt üzerine çizilmiş birkaç harf  Antiokus'a koca bir krallığı da kazanmak üzere olduğu zaferleri bir  anda bıraktırıvermiş.     Hemen elçileri Senato'ya yollayıp aldığı buyruğa ölümsüz  tanrıların sözüymüş gibi uyacağını bildirmiş.    Augustus savaşarak aldığı bütün toprakları sahiplerine geri vermiş,  ya da yabancılara bağışlamış.    Tacitus, İngiltere kralı Koidimus'dan söz ederken Roma'nın bu yüce  kudreti üstünde durur: Romalılar der, eskiden beri, yendikleri kralları  tahtlarında bırakıp buyrukları altına alırlar, böylece kendilerine  kralları hizmet ettirmiş olurlar.    Türklerin padişahı Süleyman da Macar krallığına ettiği cömentliği  herhalde aynı düşünceyle etmiştir.     Kendisi öyle demezmiş de: Bunca ülke, bunca kudret bana çok  geliyor, bezdim artık, dermiş. (Kitap 2, bölüm 24)    En iyisi gençlerde öğrenme hevesini ve sevgisini uyandırmaktır,  yoksa kitap yüklü birer eşek yaparız onları. Kırbaç zoruyla bilim dolu  bir çanta taşıtıyorlar onlara; oysa bilimi evimizde saklamak yetmez,  evlenmek gerek onunla. (Kitap 1, bölüm 26)    Yorumlar kaynıyor her yanda karınca gibi, gerçek yazarsa binde bir  çıkıyor. (Kitap 3, bölüm 13)  

  BİLGİ VE İNANÇ 

  Aldatmaya ve aldanmaya en elverişli şeyler bilmediğimiz şeylerdir.  Bir defa, görülmedik şeylere insan nedense kolay inanır; sonra da,  üzerlerinde konuşmaya, düşünmeye alışık olmadığımız için, bunlara  kolay kolay karşı da koyamayız. Bu yüzden insan en az bildiği şeye en  çok inanır. Bize masal okuyanlar çok rahat konuşurlar alşimistler,  kahinler, hukukçular, falcılar, doktorlar gibi; korkmasam bunlara daha  başkalarını da katardım.     Mesela Allahın istediklerine sözcülük eden birtakım adamlar vardır;  her olayın nedenlerini bilir görünürler; Tanrının yaptıklarında yüce  iradesinin hangi sırları gizlediğini görürler. Olup biten şeylerin  birbirini tutmaması, bir o yana bir bu yana kaçması, bir doğudan bir  batıdan gelmesi bu adamları yıldırmaz. Yine hep bildiklerini okurlar,  aynı kalemle akı da karayı da yazar dururlar. (Kitap 1, bölüm 32)   

 ESER VE ÇOCUK 

  Çocuklarımızı bizden oldukları için severiz. Etlerine etimiz,  kemiklerine kemiğimiz deriz; ama bizim dünyaya getirdiğimiz daha  başka şeyler var ki hiç de çocuklarımızdan aşağı kalmaz. Ruhumuzun,  kafamızın bilgimizin doğurduğu çocuklar bedenimizden daha yüksek  bir yanımızın meyvalarıdır ve daha çok bizdendirler. Biz bu  çocukların hem anaları hem babalarıyız. Bunlar, iyi şeylerse bize daha  fazla değer, daha fazla şeref getirirler; çünkü öteki çocuklarımızın  değerleri bizden çok kendilerinindir; bizim onlardaki payımız pek  sudandır berikilerinse bütün güzellikleri, bütün incelikleri, bütün  olgunlukları bizimdir. Böyle oldukları için de bize daha yakın, daha  bağlıdırlar.    Augustus'tan ya çocuklarını, yada bizleri bu kadar beslemiş yazılarını  gömmesi istenseydi, çocuklarını gömerdi; gömmese günah işlemiş  olurdu. Vallahi bilmem ama, ben Musalardan olacak güzel bir  çocuğumu karımdan olacak bir çocuktan daha çok severdim  sanıyorum. (Kitap 2, bölüm 7)  

 HÜZÜN DÜŞKÜNLÜĞÜ 

  Hüzün düşkünlerinden değilim; bu halden hoşlanmam; ona değer de  vermem; ama çokları hüznü büyük bir değer sayarlar; onu olgun,  erdemli, kafalı insanların bir özelliği sayarlar. İtalyanlar bu duruma  «kötülük» demekle daha uygun bir ad vermişler; çünkü hüzün her  zaman zararlı, anlamsız, küçük, pısırık bir duygudur; Stoacılar bu  duyguyu kendilerine yasak etmişlerdi. (Kitap 1, bölüm 3)    Her onurlu insan, vicdanını yitirmektense, onurunu yitirmeyi yeğ  görür. (Kitap 2, bölüm 16)   

ŞİİR ÜSTÜNE

   Ne gariptir, şairlerimiz şiir yargılamasını, yorumlamasını  bilenlerimizden çok daha fazla. Şiiri yapmak şiirden anlamaktan daha  kolay. Şiirin orta hallicesi beylik ölçülerle, sanat bilgisiyle  yargılanabilir; ama şiirin iyisi, olağanı aşan, tanrısal olanı kuralların  ve aklın üstündedir. Onun güzelliğini sağlam ve olgun bir görüşle  farkeden, bir şimşeğin parıltısı kadar görebilir ancak onu. O güzellik  aklımızı işletmez, başımızdan alır, allak bullak eder. Ona varmasını  bileni saran coşkunluk, şiiri okuyup dinlettiği bir başkasını da etkiler:  Nasıl ki mıknatıs bir iğneyi kendine çekmekle kalmaz, onu da  mıknatıslayıp başka iğneleri çekmek gücünü verir ona. Tiyatrolarda  daha açıkca görülür ki şairi öfkeye, yasa, kine kaptıran, dilediği yerde  kendinden geçiren o kutsal esin gücü şairin aracılığıyla oyuncuya,  oyuncudan da bütün bir halka geçer, birbirine asılan mıknatıslı iğneler  dizisi gibi.    (Kitap 1, bölüm 37)  

 EĞİTİM VE HALK 

  Oğullarım olsaydı, benim gibi büyümelerini isterdim.  Babamdan Allah razı olsun, beni daha beşikte iken bir köylünün evine  yollamış, orada süt emmişim; uzun süre en yoksul, en gelişigüzel bir  hayat içinde kalmışım. Çocuklarınızı kendiniz yedirmeyin; hele bu işi  sakın karınıza bırakmayın. Bırakın, çocuklarınız halkın ve doğanın  yasaları içinde büyüsün; aç kalmasını, güçlüğe göğüs germesini  öğrensinler hayatın çetinliği onlar için gittikçe çoğalmasın, azalsın.  Babamın beni böyle büyütmekte bir başka maksadı daha vardı; beni  halka bağlamak, bizden yardım bekleyen insanların haline  ortak etmek istiyordu; gözlerimin, bana sırtını çevirenlerden  değil, kollarını açanlardan yana bakmasını daha doğru buluyordu. Bu  düşünce ile beni düşkün insanlara bağlamak, borçlu bırakmak istedi.  İstediği oldu: Zayıf, zavallı insanlara kolayca bağlanabiliyorum. Bunu  hem şerefli bir iş sayıyorum, hem de içimden öyle geliyor. Ülkemde  kargaşalıklara neden olan bir partiye kızıyorum; hele bu parti başa  geçip, her şeyi elde edince öfkem büsbütün artıyor çoğu kez bir  partiye ezilmiş, gadir görmüş olduğu için bağlanmışımdır. (Kitap 3,  bölüm 12)  

  GERÇEKÜSTÜ KANDIRMACALARI  

 İki gün önce, evimizden iki fersah ötede bir köyden geçerken, foyası  yeni meydana çıkmış bir mucizenin sıcaklığı içinde buldum orasını.  Meğer birkaç aydır o çevreyi oyalamış bu mucize, komşu illeri de  etkilemeye başlamış ve her türlü meraklıların o köye akın etmesine  neden olmuş. Köyün bir delikanlısı bir gece evinde hortlak sesiyle  konuşmaya kalkmış; uzun sürmeyecek bir şaka yapmakmış bütün  maksadı. Oynadığı oyunun umduğundan çok daha başarılı olduğunu  görünce, işi biraz daha büyütmek için, köyün yarım akıllı, sersem bir  kızını da almış yanına. Aynı yaşta bir başkasını daha bulup üç kişi  olmuşlar, evde başardıkları oyunu bütün köyde başarmak için kilisede  mihrap arkasına saklanıp yalnız geceleri ruhların ağzından konuşmuş  ve ışık getirilmesini yasaklamışlar. Söyledikleri dünyanın imandan  uzaklaştığı ve kıyamet gününün yaklaştığı gibi şeylermiş.     Din sahtekarları hep bu konuları işler, bu perde arkasında kolayca  saklanırlar. Bu konuşmalardan sonra üç genç, oyunu ufak çocukların  bile yutmayacağı görüntülere, aldatmacalara kadar vardırıp yakayı ele  vermişler. Talihleri yardım etse bu şaka kimbilir daha ne kadar ileri  gidebilirdi! Şu anda o zavallı gençler hapisteler ve herkesin  budalalığının cezasını onlar çekecekler belki bir yargıç da kendi  budalalığının öcünü onlardan alacak. Foyası meydana çıkan bu  oyunda gerçek apaçık görülüyor; ama bilgimizi aşan bu benzer birçok  şeylerde kafamızı, inanmakta olsun, inanmamakta olsun  dizginlemeliyiz bence. (Kitap 2, bölüm 11)    Bana doğru gelen hiçbir şey yoktur ki yanlış gibi de gelmesin. (Kitap  2, bölüm 12)  

  YARARLI VE GÜZEL ÜSTÜNE

   Eskiden, Epaminondas'ı üstün insanların en başına koymuştum; bu  düşüncemi bugün de değiştirmiş değilim. Kendi kendisine yüklediği  ödevlere ne kadar saygılıydı bu insan. Yendiği insanlardan hiçbirini  öldürmedi. Yurdunu özgürlük dediğimiz o paha biçilmez nimete  kavuşturmak için zorbaları ve suç ortaklarını biçimsel adalete  uymadan, vicdan rahatlığıyla öldüren bu adam, düşmanları arasında ve  savaşta bir dostunu, bir konuğunu ya da kendisini konuklayanı öldüren  yurttaşlarını, ne kadar iyi bilinseler, kötü sayıyordu. İşte, zengin ruh  yaratılışı buna derim ben. En sert, en kaba insan eylemleriyle,  filozofların bulabileceği en ince iyiliği ve insanlığı uzlaştırabiliyordu.  O azgın yürek, o acıya, ölüme, yoksulluğa öylesine dayanan o demir  yürek nasıl oluyor da, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en tatlı, en  babacan duygularla yumuşayabiliyordu? Kendisinden başka herkesi  yenmiş bir ulusu, kılıç ve kan dehşetiyle allak bullak eden insan,  böylesine bir kargaşalık içinde, düşmanları arasında bir dosta, evinde  kaldığı bir insana raslayınca kuzuya dönüyordu. Savaşı, en azgın  anında, kıran kırana, kan gövdeyi götürürken iyi duygularla  dizginlemesini bilen kişi, savaşa komutanlık yapmasını gerçekten en  iyi bilen kişidir. Böylesi azgınlıklar içinde en ufak bir adalet örneği  gösterebilmek bir mucizedir. Yalnız Epaminondas'ın sertliği, en  yumuşak, en temiz, en tatlı insanlık duygularıyla kaynaşmasını  başarabilmiştir. Kimi komutanlara göre, silahlı insanlar karşısında  yasalar sökmezken, kimine göre, adalet zamanı başka, savaş zamanı  başka iken (Caesar) kimine göre silahların sesi yasaların sesini  duymaya engel olurken (Marius), bizim Epaminondas savaşta en ince  kibarlıktan, insanlıktan ayrılmasını biliyordu. Belki savaş azgınlığı ve  hoyratlığını, Musa'ların, sanat ve bilim perilerinin tatlılığı ve güler  yüzleriyle yumuşatmasını düşmanlarından öğrenmişti.    Epaminondas kadar büyük bir eğiticiden sonra diyebiliriz ki,  düşmanlarımıza bile yapılması doğru olmayan şeyler vardır ve ortak  yarar özel yarardan her şeyi istememelidir.    Manente memorla etlam in dissidio puslicorum faederim privati  furiş. (TitusLivius)     Kamusal bozuşmalar ortasında kişisel haklar unutulmadığından.    Et nulla potentia vires    Prraestandi, ne quid pecet amicus, habet; (Ovidius)    Hiçbir devlet gücü hak veremez     Dostluk bağlarının koparılmasına.    Ne kralına hizmet için, ne kamu yararı, ne de yasalar uğruna her şeyi  hoşgörebilir iyi bir insan:    Non enim patria praestat omnibus officiis ..... et ipsi  condusit pios hasere cives im parentes. (Cicero)    Çünkü yurt bütün ödevlerin üstünde değildir ve yurttaşların  yakınlarını sevmesi yurdun yararınadır.    İç savaşlarla geçen zamanlarımıza uygun bir ders veriyor bu sözler.  Kuşandığımız zırhların yüreklerimizi katılaştırması hiç de gerekli  değil; sırtımızın katılaşması yeter. Kalemlerimizi mürekkebe  batırmakla yetinelim, kana batırmayalım. Dostluğu, kişisel bağları,  verdiğimiz sözü, yakınlarımızı kamu yararına devlet uğruna hiçe saymak büyük bir yiğitlik ve eşine az raslanır yaman bir erdemse eğer,  kendimizi özürlü göstermek için diyebiliriz ki bu kadar büyüklüğü  Epaminondas'ın büyük yüreği bile kaldıramamıştı.    Şöylesine azıtılmış bir ruhun kudurmuşca kışkırtmalarından da nefret  ediyorum doğrusu:    Dum tela micant, non vos pietatis imago Ulla, nec adversa conspecti  fronte parentes Commoveant; vuftus gladıo turbate verendos. (Lucianus)    Kılıç kından çıkınca bütün duygular susmalı! Karşı cephede  babalarınrzı da görseniz Paralayın suratlarını yalın kılıcınızla. Sütü bozuklara, kana susamışlara, hainlere, haklı görünerek cinayet  işlemek fırsatını vermeyelim.     Öylesine azgın, amansız bir adaleti bırakalım; daha insanca  davranışlardan örnek alalım. Zaman ve olaylar neler öğretmiyor  insanlara! Cynna'ya karşı girişilen iç savaşta, Pompeius'un bir askeri,  karşı tarafta savaşan kardeşini farkına varmadan öldürünce, utanç ve  kederinden hemen kendini de öldürüyor. Birkaç yıl sonra aynı halkın  bir başka iç savaşında askerin biri de kardeşini bile bile öldürdüğü için  komutanlarından ödül istiyor!    Bir eylemi yararlı olduğu için dürüst ve güzel saymak yanlıştır;  herkesi o eyleme zorlamak, yararlı diye herkes için onurlu olacağı  sonucuna varmak doğru değildir:    Omnia non parüer rerum sunt omnibus apta.    Her şey tıpa tıp uygun değildir herkese.    İnsan toplumunun en zorunlu, en yararlı eylemini, evlenmeyi alalım.  Azizlere göre güzel ve dürüst olan evlenmemektir; en şerefli  saydıkları görevlerinde evlenmeye yer vermezler: Oysa biz haralarda,  yalnız az değerli hayvanların çiftleşmesine engel oluruz. (Kitap 3,  bölüm 1)   

 SEVENLER VE SEVİLENLER 

  Doğanın gerçekten bir yasası varsa, daha doğrusu hayvanlarla bizim  her yerde ve her zaman ortak bir içgüdümüz olabilirse (ki tartışma  konusudur) ben kendi hesabıma diyebilirim ki, her canlının kendini  koruma ve zararlardan kaçma çabasından sonra dölleyenin dölüne  beslediği sevgi bu alanda ikinci yeri tutar. Ve doğa, kurduğu  makinenin yedek parçalarını çoğaltıp sürdürmeye, hep daha ilerisini  sağlamaya bakıp bizden öyle istediği için, sevginin geriye doğru,  çocuklardan babalara karşı pek o kadar büyük olmamasına şaşmalı. Buna Aristoteles'in düşüncesini de eklersek, birisine iyilik eden onu,  onun kendisini seveceğinden daha çok sever; borçlunun borçlu olduğu  kimseyi daha az sevmesi gibi. Her işçi de işini daha çok sever. Kaldı  ki biz var olmaya düşkünüz, var olmaksa devinmek, iş görmektir.  Onun için herkes işinde var oluyor gibidir. İyilik eden güzel, dürüst  bir iş görür; iyilik edilense bir yarar görmüş olur sadece. Ama  yararlılık doğruluktan daha az sevgi değer bir şeydir. Doğruluk  temelli, süreklidir; insanın ondan göreceği karşılık değişmez.     Yararlılık yiter, elden kaçar kolayca; anımsaması da ne uzun sürer,  ne de hoş gelir insana. En zora yapılan şeyi en çok severiz. Vermekse  almaktan daha zordur. (Kitap 2, bölüm 8)

    ÖLÜMÜN TADINA VARMAK 

  Cicero'nun mektuplaştığı Pomponius Atticus hastalığında, damadı  Agrippa'yı ve iki üç dostunu çağırmış, demiş ki onlara: İyileşmeye  çalışmaktan hiçbir kazancım olmadığı kanısına vardım. Hayatımı  uzatmak için her yaptığım şey acılarımı da uzatıp artırıyor. Onun için  hayatıma da hastalığıma da son vermeye kararlıyım. Bu kararımı  hoşgörmenizi ve herhangi bir durumda beni vazgeçirmeye  çalışmamanızı dilerim. Kendini açlıkla öldürme yolunu seçen  Pomponius nasılsa birden iyileşivermiş: Ölmek için bulduğu yol  sağlık getirmiş ona. Hekimler ve dostları bu mutlu olayı kutlayıp onun  rahatlamasına sevinirlerken aldanıyorlarmış meğer; çünkü iyileşen  hastayı kararından vazgeçirememişler ne yaptıysalar. Diyormuş ki  Pomponius: O türlü, bu türlü nasıl olsa bir gün bu adımı atmak  zorunda kalacağım; bu kadar ileriye gitmişken ne diye bırakıp bir daha  yeni baştan zora sokayım kendimi. Adam ölüme öyle alıştırmış ki  kendini, korkmak şöyle dursun can atar olmuş ona. Giriştiği savaşın  doğruluğuna inandığı için onu bir an önce bitirme çabasına düşmüş.  Ölümü böylesine tadarak, içine sindirerek beklemek, ölümden  korkmaktan çok ötede bir şey.    Filozof Cleanthes'in serüveni de pek benzer buna: Diş etleri şişmiş,  çürümüş ve hekimler çok sıkı bir perhiz vermişler ona. İki gün ağzına  bir şey koymayınca öyle iyileşmiş ki hekimler artık eskisi gibi yiyip  içebileceğini söylemişler. Ama o, perhizin verdiği baygınlığa benzer  durumun tadına vararak geri dönmemeye karar vermiş ve bir hayli  yaklaştığı yere adımını atmış.    Romalı delikanlı Tullius Marcellinus çektiği bir hastalığın acılarına  katlanamaz olmuş. Hekimleri hemen değilse de mutlaka iyileşeceğini  söylemişler ama delikanlı hayatına son vermek istemiş ve dostlarını  çağırıp ne düşündüklerini sormuş. Kimi, diyor Seneca, kendi  korkaklıklarına uygun öğütler vermiş; kimi, dalkavukça, delikanlının  hoşuna gideceğini sandıklarını söylemiş; ama bir Stoalı şöyle demiş  ona: Uğraşma Marcellinus, önemli şeyler üstüne kafa yorarmış gibi.  Büyük bir şey değildir yaşamak: Uşaklar da, hayvanlar da yaşıyor ama  dürüstçe, akıllıca ve sağlam yürekle ölmek büyük bir şeydir. Düşün  nedir kaç zamandır yaptığın, hep aynı şey: Yemek, içmek, uyumak;  içmek, uyumak ve yemek. Hep bu çember içinde dönüp durmaktayız  gerçekten. Yalnız başa gelen dertler, dayanılmaz acılar değil,  yaşamaya doymak da ölümü istetir insana. Marcellinus kendisine öğüt  verecek olanı değil, yardım edecek olanı arıyordu. Hizmetçiler bu işe  karışmaktan korkuyorlardı. Ama o filozof anlattı ki onlara, yalnız  efendilerinin kendi isteğiyle ölüp ölmediği bilinmediği zaman  hizmetçilerden kuşkulanır herkes; onun dışında, efendisinin ölmesine  engel olmak onu öldürmek kadar kötüdür çünkü:    Invitum qui servat idem facit occidenti (Horatius)    Ölmek isteyeni kurtarmak öldürmekle birdir.    Sonra Marcellinus'a şunu da anlatır ki, nasıl yemek bitince  soframızdan arta kalanı seyircilere dağıtırsak, hayat bitince de  işlerimizi yönetenlere bir şeyler dağıtmak yerinde olur. Marcellinus  açık ve cömert yürekli bir insanmış: Hizmetçilerine paralar dağıtmış  ve avutucu sözler etmiş hepsine. Sonra da bıçaklara, kanlara  başvurmamış. Bu dünyadan kaçmak değil, kalkıp gitmek istemiş  sadece; ölüme sırt çevirmemiş göğüs germiş.     Sen mi güçlüsün ben mi, diyerek yemeyi içmeyi kesmiş; üç gün  sonra üstüne ılık sular döktürerek yavaş yavaş kendinden geçmiş,  geçerken de bir çeşit keyif duyduğunu söylemiş. Gerçekten de  bitkinlikten yürekleri durur gibi olanlar hiçbir acı çekmediklerini,  tersine, bir uykuya dalma, rahatlama duygusu içinde olduklarını  söylerler. (Kitap 2, bölüm 13)  

 YAŞAMA BAĞLILIK  

 Bütün insanlar cılız varlıklarına öylesine bağlıdırlar ki, sağ kalmak  için razı olmayacakları hiçbir kötü durum yoktur. Bakın Maecenas ne  diyor:    Debilem facito manu,    Debilem pede, coxa,    Lubriscos quate dentes:    Vita dum superest bene est.    Tek kollu da kalsam,    Kötürüm, damlalı da olsam    Sökülse de bütün dişlerim:    Ne mutlu bana yaşıyorsam.    Timurlenk cüzamlılara karşı uyguladığı görülmedik zalimliğini  insanseverlik diye yutturuyordu. Her rasladığı cüzamlıyı öldürtürken,  onları böylesine acılı bir yaşamdan kurtarmış olacağını söylüyordu.  Oysa onlar ölmektense üç kat daha cüzamlı olmaya razıydılar.    Filozof Antisthenes, ağır hasta yatarken bağırıyormuş; kim  kurtaracak beni bu acılardan, diye. Onu görmeye gelmiş olan  Diogenes: İşte bu seni hemen kurtarır, istersen, diyerek bir hançer  uzatınca ona: Yaşamaktan değil, acılarımdan kim kurtaracak? demiş  Antisthenes. (Kitap 2, bölüm 37)  

 HERKESİN DEĞERİ KENDİNE GÖRE 

  Kendim nasılsam başkasını ona göre değerlendirmek hatasına  düşmem çokları gibi. Buna aykırı düşen şeylere kolayca inanırım.  Kendimi bağlı hissettiğim bir biçime başkalarını zorlamam herkes  gibi. Bambaşka bir türlü yaşama biçimi olabileceğine inanır, akıl  erdirebilirim.     Çoklarının tersine de, aramızdaki ayrılığı benzerlikten daha kolay  kabul ederim. Başkasının benim hallerimden ve ilkelerimden dilediği  kadar uzak kalmasını hoşgörürüm. Herkesi düpedüz ve bağımsız  olarak kendi kişiliğiyle görür, kendi örneği içinde değerlendiririm.  Kendim perhiz yanlısı olmadığım halde kimi rahiplerin perhizciliğini  içtenlikle beğenmekten, davranışlarını uygun bulmaktan geri kalmam:  Hayal gücümle kendimi onların yerine koyabilirim pekala. Hatta  benden ne kadar ayrı iseler o ölçüde daha da çok sever ve sayarım  onları. Birbirimizin kendi içinde değerlendirilmesini, kimsenin herkes  gibi olmaya zorlanmamasını candan dilerim.    Kendi güçsüzlüğüm başkalarının gücü kudreti üstüne beslemem  gereken düşünceleri hiç değiştirmez.    Sunt qui laudent, nisi quod se imitari posse confidunt. (Horatius)    Kimileri yalnız taklit edebilir sandıklarını överler.    Yerin çamurunda sürünürken de, ta göklerde, kahraman ruhların  yüceliğini görmekten geri kalmam. Yaptıklarımın değilse bile  düşüncemin düzgün olması, hiç olmazsa bu önemli yanımın  bozulmadan işlemesi bana çoktur bile. Bacaklarım tutmazken  irademin sağlam kalması az şey değildir. Yaşadığımız çağ, bizim  iklimde hiç değilse, öylesine bozulmuş ki erdemin yaşanması şöyle  dursun tasarlanması bile bir hayli zor. Yalnız okul sözlüğünde kalmışa  benziyor erdem:    Virtutem verba putan, Ut lucum ligna (Horatius)    Erdem sadece bir söz onlar için Ve kutsal orman sadece odun.    Quam verreri deberet, etiamsi percipere non posent. (Tusculanes)    Erdem ki saymaları gerekir, anlamasalar bile. (Kitap 1, bölüm 37) 

  ZORLUĞUN DEĞERİ

  Filozofların en akıllıları derler ki: akla uygun hiçbir şey yoktur ki  tam tersi de akla uygun olmasın. Yakınlarda gevelediğim bu güzel  sözü eskilerden biri (Seneca) yaşamayı küçümseme yolunda  kullanmış: Ona göre, yalnız yitirmeye hazırlandığımız bir nimet bize  zevk verebilir.    In auquo est dolor amissae rei, et timor amittendae. (Seneca)    Yitirme acısıyla yitirme korkusu bir kapıya çıkar.    Demek ister ki bununla, yaşamayı yitirme korkusunda olursak,  yaşamanın tadını çıkaramayız. Ama bunun tersi de söylenebilir:  Yaşamaya bu kadar sıkı sarılıp, böylesine bir sevgiyle bağlanmamış,  onun temelli olmadığını gördüğümüz, elimizden çıkmasından  korktuğumuz içindir. Gerçek ortada çünkü: Ateş nasıl soğuktan hız  alıyorsa bizim istemimiz de kendi karşıtıyla bilenip keskinleşiyor:    Si numquam Danaen habuisset abenea turis,    Non esset Danae de Jove facta parens. (Ovidius)    Danae yi funçtan kuleye komasalardı    Jupiter den hiç gebe kalmazdı Danae.    Bolluğun verdiği doygunluktur zevkimizi en fazla körleten;  zevkimizi en fazla bileyen, coşturan şeyse özlediğimizi az ve zor  bulmaktır.    Ominum rerum voluptas ipso quo debet fufare  periculo crescit (Seneca)    Her şeyin zevki, bizi itmesi gereken tehlikeyle artar.    Galla, nega: satiatur amor, nisi gaudia torquent. (Martialis)    Galla, hayır de: aşk azapla beslenir yalnız.    Aşkın gevşememesi için Likurgos Lakedemonya'da evlenenlerin  gizli yatıp kalkmalarını buyurmuş: Evlilerin yatakta görülmeleri, bir  başkasıyla yatmaları kadar ayıp sayılıyormuş. Buluşmaların zorluğu,  yakalanma tehlikesi, sonradan duyulacak utanç:    Et languor, et silentium,    Et latere petitus imo spritus (Horatius)    Ya o baygınlık, o sessizlik,    Ya o derinden gelen gizli ahlar,    Bütün bunlardır salçayı kıvamına getiren. Sevişmenin nice hoşlukları  aşkın etkilerinden çekinerek, utanarak söz etmekten doğmaktadır.  Şehvetin kendisi bile acı duyarak kızışmak ister. İncittiği, tırmaladığı  zaman daha tatlı olur. Fahişe Flora, Pompeus'la yatıp da üzerinde  dişlerimin izini bırakmadığım olmadı, dermiş.    Quod petire premunt arcte, faciuntque dolorem Corporis, et dentes  inlidunt saepe lebellis:    Et stimuli supsunt, qui instigant laedere id ipsum Quodcumque est,  rabies unde illi germina surgunt. (Lucretius)    Arzuyla sarıldıklarının canı yanar; Dişleri ısırır çok kez nazik  dudakları. Gizli dürtüler incitmeye iter onları. Her tuttuklarını;  azgınlıkları artar böylece.    Her işte görülen budur: Zoduk değer kazandırıyor her şeye. (Kitap 2,  bölüm 15)  

 DÜŞÜNMEDE KENDİNDENLİK

   Hemen bütün görüşlerimiz üstün sayılan kişilerden gelme,  başkalarından alınmadır. Hiç de kötü değil öyle olması; öyle cılız bir  çağda yaşıyoruz ki görüşlerimizi kendimiz seçsek en kötülerini  seçerdik. Sokrates'in bize dostlarınca aktarılan konuşmalarını herkes  beğendiği için biz de beğeniyoruz, kendi bildiklerimize dayanarak  değil. Öylesi konuşmalar geçerli değil bugün. Aramızdan Sokrates'e  benzer biri çıksa pek azımız değer verirdi ona.    Biz güzellikleri yalnız sivri, şişkin, süslü püslü olarak seviyoruz. Saf  ve sade olanlar kolayca kaçıyor bizim kaba gözlerimizden öylelerinin  ince ve saklı bir yanları var: İnsanın pussuz, yıkanmış, arınmış bir  bakışı olmalı ki o gizli ışıltıyı görebilsin. Biz saflığı budalalıkla  eşanlamda kullanıp kınamıyor muyuz? Sokrates doğal ve herkesinkine  benzer yoldan yürütüyor düşüncesini. Bir köylü, bir kadın onun gibi  söyler söyleyeceğini. Sözünü ettiği insanlar yalnız arabacılar,  doğramacılar, terlikçiler, dülgerlerdir. Açıklamaları, benzetileri hep  insanların en bayağı, en ortamalı eylemlerinden alınmadır; herkes  anlar. Böyle kaba bir biçiminin altında onun yüce düşüncelerinin  soyluluğunu, zenginliğini göremezdik biz; biz ki bilgiçlerin önem  vermediği her şeyi adi, aşağılık sayarız ve zenginliği yalnız  gösterişlerde süslerde püslerde görürüz. Bizim dünyamız gösteriş  üzerine kurulmuş; insanlar üfürükle şişiyorlar yalnız, balonlar gibi  hoplatılarak durabiliyorlar yukarda. Sokrates boş hayaller peşinde  koşmuyor. Amacı bize, yaşamaya gerçekten ve sıkı sıkıya bağlı ve  yararlı bilgiler, öğütler vermek.    servare modum, finemque tenere, taturamque sequi. (Lucianus)    işini düzenlemek, ödevini gözetmek ve doğaya uymak Sokrates hep  kendisi olarak kaldı ve en son güçlülük kertesine sıçramalarla değil  kendiliğinden yükseldi. Daha doğrusu hiçbir yere yükselmedi de  bütün terslikleri, bütün zorlukları kaynaklarına, doğal çıkış noktalarına  indirdi. Çünkü, örneğin Çato'da orta halli insanları çok aşan gergin bir  tutum görüyoruz. Yaşadığı yiğitlik serüvenlerinde ve ölümünde onu  hep dünyaya pek yukarılardan bakar görüyoruz. Oysa Sokrates'in  ayağı hiç yerden kesilmiyor, en yararlı düşüncelerini gevşek ve  özentisiz adımlarla yürütüyor; ölümünde ve insan yaşamında başa  gelebilecek en belalı durumlarda da öyle davranıyor. (Kitap 3, bölüm 12)  

 UYDURMA NELENLER

  Doğru olsun, yanlış olsun, orası önemli değil, İtalya'da bir atalar  sözüymüş gibi derler ki, topal bir kadınla yatmamış olan kişi Venüs'ü  en olgun tadıyla bilmez. Kaderin cilvesi ya da herhangi özel bir  raslantı bu sözü halkın diline yerleştirmiş aynı şey kadınlar için de  söylenir, erkekler için de. Çünkü Amazonların kraliçesi kendisiyle  sevişmek isteyen İskitli'ye ne demiş? Bu işi topal daha iyi yapar,  demiş. O kadınlar cumhuriyetinde, erkeklerin egemenliğinden  kurtulmak için kadınlar onların kendilerine üstünlük sağlayan kol,  bacak gibi uzuvlarından birini sakat ederlermiş ve onları yalnız, bizim  şimdi kadınları kullandığımız iş için kullanırlarmış. Topalların bozuk  devinimleri bu işe bir yeni tad katıyor, ya da bu türlüsünü deneyenler  bir hoşluk buluyorlar belki, der geçerdim; ama yeni öğrendiğime göre  Yunan filozofisi de bunun doğru olduğu kanısına varmış: Bu filozofi  der ki, topalların bacak ve baldırları aksaklıkları nedeniyle kendilerine  gelen besini alamadıklarından, onlardan yukarıda bulunan cinsel bölge  daha dolgun, daha besili, daha güçlü olur. Bir başka görüşe göre de,  topallık cimnastiğe engel olduğundan, bu sakatlığa uğramış olanlar  güçlerini daha az harcamış olur ve Venüs'ün oyunlarına daha dolgunca  katılırlarmış.     Yunanlılar dokumacı kadınların ötekilerden daha sıcakkanlı  olmalarını da aynı nedene bağlıyorlar: Zanaatları gereği hep evde  oturduklarından bedenleri fazla deprenmiyormuş. Böyle düşünülürse  daha neler neler gelebilir insanın aklına. Topal dokumacı kadınlar için  ben de diyebilirim ki işleri gereği oturdukları yerde ileri geri  depreşmeleri arzularını kabartıp kışkırtıyor onları, araba salıntılarının  kibar bayanları gıcıklayabileceği gibi.    Bu örnekler başta söylediğimi doğrulamıyor mu? İnsan aklı çok kez  olmayacak şeylere nedenler uyduruyor. (Kitap 3, bölüm 10)   

EFENDİLER VE UŞAKLAR 

  Platon'un bir öğütü hiç hoşuma gitmez: Kadın olsun, erkek olsun  hizmetçilerinizle şakalaşmadan, senli benli olmadan, hep bir efendi  ağzıyla konuşmalıymışız. Benim aklım buna ermedikten başka, servet  üstünlüğüne öylesine önem vermek hiç de insanca ve haklı bir  davranış değil. Uşaklarla efendiler arasındaki ayrılığın daha az göze  battığı yerde daha adaletli bir düzen vardır bence. (Kitap 3, bölüm 3)   

PEŞİN VE KESİN YARGILARA KARŞI

   Ben ağır anlayışlı, biraz da elle tutulur, olağan şeylerden yanayımdır;  onun için de eskilerin şu dedikleri bana dokunmaz:    Majorem fidem homines adhibent üs quae non intelligunt.    İnsanlar anlamadıklarına daha çok inanırlar.    Cupidine humani, ingenii libentius obcura creduntur. (Tacitus)    İnsan kafası öyledir ki kendisine karanlık gelene daha kolay inanır.    Biliyorum kızıyorlar bana; şüphe etmemi yasaklıyor, şüphe edersem  ağır küfürler savuruyorlar. İnandırmanın yeni bir yolu da bu. Ama,  Tanrıya şükür, benim inancım yumrukla değiştirilecek cinsten  değildir. Görüşlerini yanlış olmakla suçlayanlara çatsınlar. Ben  görüşlerini sadece anlaşılması zor ve cüretli olmakla suçluyorum.  Karşı görüşü ise, onlar kadar azgınlığa varmadan ben de tutmuyorum.    Videantur sane, ne affirmentur modo (Cicero)    Olabilir desinler, ama olur demesinler.     Düşüncelerini kafa tutarak, buyruklar vererek ortaya koyanlar  akıldan yana güçsüz olduklarını belli ediyorlar. (Kitap 3, bölüm 11)  

 BİLMEDİĞİNİ SÖYLEYEBİLME  

 Dünyadaki birçok kötülükler, daha cüretle söyleyelim, dünyanın  bütün kötülükleri, bizi bilgisizliğimizi açığa vurmaktan kaçınmaya,  reddemediğimiz şeyi kabul etmeye alıştırmalarından geliyor. Her  şeyden bilgiçce ve kesinlikle söz ediyoruz. Roma'da bir adet varmış:  Bir tanığın gözleriyle gördüğünü söylediği ve bir yargıcın en kesin  bilgiyle ortaya koyduğu şeyden bile, bana öyle geliyor ki, diye söz  edilirmiş. Olabilecek şeyleri bana hiç şaşmazmış gibi yutturmaya  kalktıkları zaman o şeylere karşı nefret uyandırıyorlar bende.  Önerilerimizin, küstahlığını yumuşatan şu sözleri severim ben:  Olabilir ki, kimi yerde, kimisi, derler ki, sanırım benzeri sözleri.  Çocukları eğitecek olsam, kestirip atarca değil şöyle sorarca karşılık  vermeye alıştırırdım onları: Ne demek bu? Bundan anlamam,  olabilir, doğru mu? On yaşında bilginler gibi konuşacaklarına  altmış yaşında öğrenci gibi kalsınlar. Bilgisizlikten kurtulmak  isteyenin onu açığa vurması gerekir. İris, Thaumantis'in (aydınlık  şaşkınlığın) kızıdır. Şaşma bütün filozofinin temeli, soruşturma  gelişmesi, bilgisizlik son aşamasıdır. Bilgisizliğin öylesi vardır ki  yücelik ve cömertlikten yana bilimden aşağı kalmaz; o bilgisizliği  kavramak için de bilimi kavramak için gerektiği kadar bilim ister.  (Kitap 3, bölüm 2)   

BÜYÜKLÜK VE İNSANCALIK

   Şana şerefe ermenin en kestirme yolu şan şeref için yaptığımızı kendi  vicdanımızın buyruğuyla yapmaktır. Büyük İskender'in değeri bence,  o parlak yaşayışı içinde Sokrates'in düşkün ve sönük bir yaşayışı  içindeki değeri yanında bir hayli cılız kalıyor. Düşüncem Sokrates'i  İskender'in yerine koyabiliyor rahatlıkla, ama İskender'i onun yerinde  düşünemiyorum. İskender'e ne yapmasını bildiğini sorsalar: Dünyaya  boyun eğdirmesini bilirim, der; Sokrates ise insan yaşantısını doğal  niteliğine uygun olarak yönetmesini bildiğini söyler. Bu bilim daha  ağır basan, daha saygın bir bilimdir. Ruhun değeri yükseklere  çıkmasında değil, düzenli olmasındadır.    Ruhun büyüklüğü büyük yerlerde değil, gösterişsiz yerlerde çıkar  ortaya. Onun için bizi içimize inerek yargılayanlar ünlü eylemlerimize  pek önem vermezler, bunların aslında çamurlu ve batak bir dipten  fışkırmış pırıltılı su serpintileri olduğunu görürler. Bizi parlak  görünüşümüze göre yargılayanlar ise içimizin de aynı parlaklıkta  olduğunu sanırlar, onları şaşırtan ve görüşlerini aşan başarı güçlerini  halkın ve kendilerinin güçleriyle bir arada düşünemezler. Bir işçinin  helaya gitmesini, karısıyla yatmasını düşünmek olağan gelir de  bize, gösterişli ve bilginliğiyle saygınlık kazanmış bir koca başbakanı  o durumlarda düşünmeyi yadırgarız. O yüksek tahtlarda oturanlar  yaşayacak kadar alçalamazlar gibi gelir bize. (Kitap 3, bölüm 2) 

  KENDİ ZENGİNLİĞİMİZ  

 Biz kendimiz sandığımızdan daha zenginizdir; ama bizi her şeyi  başkalarından almaya, dilenmeye alıştırıyorlar. Kendimizden çok  başkalarından yararlanacak biçimde yetiştiriyorlar bizi. İnsan hiçbir  şeyde gerek duyduğu kadarıyla yetinmiyor. Ne şehvette, ne servette,  ne devlette kollarını kucaklayamayacak kadar açmaktan alabiliyor  kendini; açgözlülüğü ılımlı olamıyor bir türlü. Bilme merakı da aşırı  gidiyor bence insanın: Başaramayacağı kadar, gereğinden fazla iş  alıyor üstüne, bilginin yararını konusu kadar genişleterek.    Ut omnium rerum sic litteram quoque intemparatis laboramus.  (Seneka)    Her şeyde olduğu gibi okuma çabasında da ölçüyü aşıyoruz.    Tacitus, oğlunun aşırı bilim oburluğunu dizginleyen Agricola'run  anasını övmekte haklı öyle bir nimet ki bu, sağlam gözlerle bakılırsa,  insanların bütün nimetlerinde olduğu gibi onda da doğal olarak bir  hayli gereksizlik, güçsüzlük bulunduğu ve pahalıya da mal olduğu  görülür.    Bilim edinmek, et ya da balık satın almaktan çok daha netametli bir  şeydir. Çünkü satm aldığınız nesneyi bir kaba kor eve getirirsiniz; ne  mal olduğunu yakından da görebilir, ne kadarını ne zaman  yiyeceğinizi düşünürsünüz ama bilimler öyle mi ya? Ruhumuzdan  başka bir kaba koyamıyoruz onları. Satın alır almaz yutuyoruz;  çarşıdan zehirlenmiş ya da değişmiş olarak çıkıyoruz. Öyle bilimler  var ki kafamızı besleyecek yerde engel ve yük oluyorlar bize, öyleleri  de var ki iyileştirecek yerde öldürüyorlar bizi. (Kitap 3, bölüm 12)    Halkı bir tek insan, bir tek insanı bütün halk gibi gör. (Kitap 1, bölüm 39)   

TÜRK ORDULARINDAKİ DİSİPLİN

   Askerlerin düşmandan çok komutanlarından korkmalarını isteyen o  eski ahlak ne oldu? Şu güzelim örneğin benzeri nerde: Bir elma ağacı  Roma ordusunun kamp kurduğu bir yerin ortasında kalmış da ertesi  gün ordu çekilip giderken olgun, nefis elmaları bir teki eksilmeden  sahibine bırakmış. İsterdim ki gençlerimiz vakitlerini pek yararlı  olmayan gezintiler ve pek onurlu olmayan uğraşlarla geçirecek yerde  biraz gidip yaman bir Rodoslu kaptanın bir deniz savaşını nasıl  yönettiğini, biraz da Türk ordularındaki disiplini görsünler. Çünkü  bizimkinden çok ayrı ve çok üstün onlardaki disiplin. Bizim  askerlerimiz seferde eskisinden daha uygunsuz, sorumsuz, Türk  askerleriyse tersine daha ölçülü, daha çekingen davranıyorlar.  Çünkü, onlarda, barış zamanı fakir rahatsız etmek, malını çalmak  birkaç kötek cezasıyla geçiştirildiği halde, savaşta en ağır cezaları  görüyor. Parasını vermeden bir tek yumurta almanın cezası tam elli  sopa. Onun dışında, karın doyurmayan, az ya da çok değerli herhangi  bir şeyi çalanlar hemen kazığa geçiriliyor ya da başları kesiliveriyor.  Fatihlerin en zalimi olan Selim üstüne yazılanları okurken şaştım:    Mısır'ı aldığında Şam şehrini bolluk ve güzellikle saran eşsiz  bahçelere askerlerinden hiçbirinin eli değmemiş; hem de kapalı değil  açık oldukları halde. (Kitap 3, bölüm 12)  

  ÖLÜME HAZIRLANMA 

  Çoğu zaman ölüme hazırlanma ölümün kendisinden daha fazla azap  vermiştir insana. Eskilerden biri, hem de akıllılarından biri söyler  bunu:    Minus afficit sensus fatigatio quam cogitatio (Quintilianus)    Duymak düşünmekten daha az üzer bizi.    Ölümü yanı başımızda duymak kimi zaman birden, kaçınılmaz bir  şeyden kaçınmama kararını verdirir bize. Eski zamanda gladyatörler  görülmüştür ki, korka korka çarpıştıktan sonra ölümü yiğitçe  karşılamış, gırtlaklarını düşmanın kılıcına uzatıp ölümü kendileri  istemişlerdir. Uzağımızdaki ölümü düşünmek daha sürekli, dolayısıyla  daha zor katlanma çabası ister. Ölmesini bilmiyorsanız, hiç  tasalanmayın; doğa hemen gereğince ve yeterince öğretir size; bu  işinizi o görüleceği gibi görür siz yormayın kendinizi.    Incertam frustra, mortales, funeris horam     Quaritis, et qua sit mors aditura via. (Propertius)    Boşuna bilmek istiyorsunuz, ölümlüler    Ölüm saatinizin ne zaman, ne yoldan geleceğini.    Paena minor certam cubito preferre ruinam    Quod timeas gravius sustinuisse diu. (Ciallus)    Kaçınılmaz bir belaya birden katlanmak     Uzun süre korku azapları çekmekten yeğdir.    Yaşamayı ölüm kaygısıyla, ölümü de yaşama kaygısıyla  bulandırıyoruz. Biri dertlendiriyor, öteki korkutuyor bizi.     Ölümün kendisine karşı hazırlanıyor değiliz aslında. Çarçabuk olup  biten bir şey bu. Çeyrek saatlik, uzantısız, zararsız bir azap için ayrıca  uzun boylu kafa yormalara değmez. Doğrusunu isterseniz, ölüm  hazırlıklarına karşı hazırlanıyoruz. Filozofi bize ölümü hep göz  önünde tutmamızı, vaktinden önce görüp üstünde düşünmemizi  buyuruyor, sonra da bu öngörüp düşünmelerin bizi üzmemesi için  alacağımız tedbirleri, uyacağımız kuralları öğretiyor. Hekimler de öyle  yapmıyorlar mı?     Bizi hastalıklar içine atıyorlar ki üstümüzde ilaçlarını ve sanatlarını  kullansınlar. Yaşamasını bilmemişsek bize ölmesini öğretmek  yersizdir. Dayanaklı olarak, iç rahatlığıyla yaşamasmı bilmişsek aynı  biçimde ölmesini biliriz.; Bırakalım onlar diledikleri kadar  övünsünler.     Tota filosoforum vita commentatio morts est. (Cicero)    Filozofların bütün hayatı ölüm üstüne düşünmedir.    Bana sorarsanız, ölüm yaşamın ucudur, ama amacı değil; sonu,  bitimidir, ama konusu değil. Yaşamın gözlerini dikeceği şey kendi  kendisi olmalıdır. Ona gerekli olan çaba kendini düzenlemek,  yönetmek, kendi kendisine katlanmaktır. Yaşama biliminin bu genel  ve başlıca bölümünün içerdiği daha birçok işler arasında ölmesini  bilme de vardır; ve bu iş, korkunun ona verdiği ağırlık olmasa, en  hafiflerindendir.    Yararlılık ve yalın gerçeklik bakımından basit insanların bize verdiği  dersler, bilimin tam ters yönde verdiği dersleri hiç de aratmazlar.  İnsanların zevkleri ve güçleri değişiktir onları kendilerine göre,  değişik yollardan yönetmek gerekir.    Quo me comque rapit tempestas, deferor hospes (Horatius)    Fırtına nereye atsa beni, orda bir yer vardır yaşanacak.    Çevremdeki köylülerden hiçbirinin son saatlerini nasıl bir tutum, nasıl  bir yürekle geçireceği üstüne düşündüğünü görmedim. Doğa ona  ölümü yalnız öleceği zaman düşünmesini öğretmiştir. Ölümü  Aristoteles'ten daha güzel bir davranışla karşılar çünkü. Aristoteles  hem ölümün hem de uzun bir hazırlanmanın çifte baskısı altındadır.  Oysa Caesar'a göre de en az düşünülmüş olan ölüm, en mutlu ve en  ağırlıksız ölümdür.    Plus dolet quam messes est, qui ante dolet quam messe est. (Seneka)    Gereğinden önce dertlenmek, gereğinden fazla dertlenmektir.    Ölüm düşüncesinin acılığı bizim onu kurcalamamızdan geliyor.  Doğanın gerektirdiklerini ondan önce düşünüp yönetmeye kalkmak  yüzünden hep başımızı derde sokarız böyle. Yalnız bilginlerdir sapa  sağlamken ağız tadıyla yemek yiyemeyen ve ölüm düşüncesiyle  kasılıp kaşlarını çatanlar. Basit insan yalnız iş başına geldiği zaman  çare ve avuntu arar ve ne kadar duygulanıyorsa o kadar da düşünür.  Hep demez miyiz ki kaba halkın, başına gelenlere, sabırla katlanması,  gelebilecek korkunç belalarıysa hiç aklından geçirmemesi  kafasızlığından, sersemliğinden gelir; ruhları kalın ve katı olduğu için  etkilenmesi, sarsılması daha zordur. Eh, öyleyse biz de artık sersemlik  okulunda yetiştirelim kendimizi. Bilimlerin bize vaadettikleri son  mutluluk budur ve sersemlik ne rahatlıkla götürüyor ona öğrencilerini.  (Kitap 3, bölüm 12)    Gideceği limanı bilmeyene hiçbir rüzgardan hayır gelmez. (Kitap 2,  bölüm 2) 

  ÇİRKİNLİK ÜSTÜNE  

En büyük değerlerin kusursuz bir örneği olan Sokrates'in o dedikleri  çirkinlikte, ruhunun güzelliğine aykırı bir yüze ve bedene düşmüş  olmasına pek içerlerim; o Sokrates ki güzelliğin aşığı, delisidir. Doğa  haksızlık etmiş ona akla ne yakın gelen, ruhla bedenin birbirine uygun  ve bağıntılı olmasıdır.    Ipsi animi magni refert quali in corpore locati sint; multa enim e  corpore existunt quae acuant mentem, mufta quae obdundant. (Cicero)    Ruhların yerleştikleri beden yapısının niteliği pek önemlidir; çünkü  birçok beden özellikleri vardır ki ruhu keskinleştirir; birçokları da  vardır ki körletir.    Cicero'nun körletici beden özelliğiyle demek istediği bozuk ve  biçimsiz bir yaratılış çirkinliğidir. Ama biz ilk bakışta ve genellikle  yüzde gördüğümüz, bizi sudan nedenlerle yadırgatan bir alımsızlığa  da çirkinlik diyoruz: üzgün, kusursuz organlar üstündeki tende, bir lekede, bir yüz çatıklığında bilinmez nedenlerle hoşa gitmeyen bir  alımsızlığa. Dostum La Boetie'de çok güzel bir ruhun büründüğü  çirkinlik bu türdendi. Yüzeydeki bu çirkinlik, pek çarpıcı olmakla  birlikte ruh hallerine daha az zarar verir, insanların görünüşündeki yeri  de pek kesin değildir. Biçimsizlik, çarpıklık dediğimiz öteki çirkinlik  insanın içini etkileyebilir. Her iyi cilalanmış deri pabuç değil, ama her  iyi yapılmış pabuç içindeki ayağın biçimini belli eder. (Kitap 3,  bölüm 12)   

CİNSEL EYLEM ÜSTÜNE  

 Cinsel eylem insanlara ne kötülük etti ki kimse utanmadan söz  edemiyor ondan, ciddi ve edepli konuşmalarda yer verilmiyor ona?  Hiç sıkılmadan öldürmek, çalmak, aldatmak diyebiliyoruz da ona  geldi mi kısıveriyoruz sesimizi. Neden acaba? Yoksa onun sözünü  ağzımızda ne kadar az harcarsak düşüncesi kafamızda o kadar  büyütmeye hak mı kazanıyoruz? Çünkü, bilirsiniz, en az kullanılan, en  az yazılan, en saklı tutulan sözler en iyi bellenen, en çok insanca  bilinen sözlerdir. Her yaşta, her baştaki insan onu ekmeği bildiği kadar  bilir. Dile, sese, harfe gereği olmadan herkesin içine yazılır. Suskunun  dokunulmazlığı içine kapamışız cinsel eylemi: Çıkarmak bir suçtur  ordan onu, suçlamak ve yargılamak için bile olsa. Ancak dolambaçlı  sözler ve resimlerle kırbaçlamaya kalkabiliriz onu. Böylesine  tiksindirici olmak bir suçlu için ne büyük onur: Adalet dokunmayı,  bakmayı suç sayıyor bu suçluya! Cezasının ağırlığı özgürlük,  dokunulmazlık kazandırıyor suçluya. Kitaplar için de öyle olmuyor  mu? Ne kadar yasaklanırlarsa o kadar daha çok satılıyor, o kadar daha  çok okunuyorlar. (Kitap 3, bölüm 5) 

  İNSANA GÜVEN GÖSTERMENİN YARARI  

 Adamın biri evimi ve beni bir pusuya düşürmeyi kurmuş. Kurnazlığı  kapıma önce yalnız gelip içeriye girmekte biraz telaş göstermek oldu.  Kendisini adından tanıdım; komşum ve az çok da benden yana olduğu  için ona güvensizlik gösteremezdim. Herkes gibi ona da kapımı  açtırdım. Bir de baktım adam korkular içinde, atı soluk soluğa, bitik  bir halde. Şu masalı anlattı bana: Bizden yarım fersah ötede, benim de  tanıdığım, kavgalı olduklarını bildiğim bir düşmanıyla karşılaşmış;  düşmanı dolu dizgin ardına düşmüş; gafil avlandığı ve yanında az  adamı olduğu için can havliyle benim kapıya dar atmış kendini;  adamlarını çok merak ediyormuş; ya ölmüş ya da yakalamışlarmış.  Ben saflıkla onu avutmak, güvenlendirek ve ferahlatmak için elimden  geleni yaptım. Az sonra, askerlerinden dördü beşi aynı surat ve aynı  telaşla içeri girmek istediler; ardından başkaları, daha başkaları sökün  etti; yirmi beş otuz kadar oldular; hepsi tepeden tırnağa silahlı ve  hepsi düşmanlarından kaçma numarası yapmakta idiler. Bu kadarı  bende kuşku uyandırmaya başladı. Ne zamanlarda yaşadığımızı,  benim evim ene kadar göz dikildiğini biliyordum ve tanıdıklarım  arasında böyle baskınlara uğramış olanlar vardı. Ne var ki, başladığım  nezaketi sonuna götürmemekte bir kazancım olmayacağı ve caymakla  bütün ipleri koparmış olacağımı düşünerek, her zamanki gibi, işi  oluruna, en doğal ve basit yoluna bırakıp hepsine kapımı açtırdım.  Doğrusu, ben aslında yaratılıştan güvensizliğe ve kuşkulara düşmeyen  bir insanımdır.     Bana kötülük edenleri dinlemeye, hoşgörmeye çalışırım. Ejderhalara  ve mucizelere nasıl inanmıyorsam, çok büyük tanıklar olmadıkça  insanlarda doğa dışı korkunç canavarlıklar olacağına inanmam. Ayrıca  ben kadere seve seve boyun eğebilir, kendimi onun kollarına  bırakabilirim. Böyle oluşumdan da bugüne dek zarardan çok yarar  gördüm. Kader hep benden daha akıllı davranıp benim çıkarımı  benden daha iyi sağladı. Yaşamımda başarılmış zor, ya da belki  akıllıca denebilecek birkaç eylem vardır. Bilin ki bunlarda benim  payım üçte bir, kaderin payıysa en az üçte ikidir. Bence  başarısızlıklarımız kadere yeterince güvenmemekten ve elimizde  olmayan bir gücü kendi davranışımıza bağlamaktan geliyor.     Dilediklerimize varamayışımız çok kez bundan ötürüdür. Kader  insan aklına, onun zararına olmak üzere verdiğimiz hakları kıskanıyor  ve biz ne kadar artırırsak o da o kadar azaltıyor bu hakları...     Uzatmayalım, o adamlar at üstünde evimin avlusunda beklediler.  Şefleri benimle içeri girmiş, adamlarından haber alır almaz gideceğini  söyleyerek atının ahıra götürülmesini istememişti. Giriştiği işi artık  avucuna almış durumdaydı; geri kalanı eyleme geçivermesiydi yalnız.  Sonradan çok kez anlatmışlar bana; çünkü bu yaptığını anlatmaktan  sakınmıyordu hiç. Yüzüm, davranışım, açık yürekliliğim kalleşliği  söküp atmış içinden. Adamları vereceği işaret için hep gözlerine bakıp  dururken o birden atına bindi ve onlar bu kazançlı durumunu nasıl tam  sonunda bırakmasına şaşadursunlar, çekti gitti. (Kitap 3, bölüm 12)  

 KENDİNİ ÖLDÜRME  

 Hegesias dermiş ki: Yaşamanın yolu gibi ölmenin yolunu da  kendimiz seçmeliyiz. Diogenes, filozof Speusippos'a rastlamış.  Tutulduğu iyileşmez fil hastalığından ötürü kendini sedyeyle gezdirten  Speusippos: Selam sana, Diogenes, demiş. Sana selam yok, diye  karşılık vermiş Diogenes, sen ki bu halinle yaşamaya katlanıyorsun  hala. Bir zaman sonra filozof öylesine zor yaşamaktan sıkılarak  kendini öldürmüş.    Bunun tersi düşünceler de yok değil. Birçoklarına göre de bu dünya  kışlasını, bizi oraya koyanın buyruğu olmadan bırakıp gidemeyiz.  Tanrı bizi yalnız kendimiz için değil, ona ve başka insanlara hizmet  etmek için yollamış; onun izniyle gidebiliriz ancak, kendi iznimizle  değil. Doğuşumuz bizden çok ülkemiz içindir. Yasalar kendi çıkarları  için hesap sorarlar bizden; bizi öldürme hakkı onlarındır;  görevimizden kaçtığımız için hem bu dünyada, hem ötekinde  cezalanırız.    Bizi bağlayan zinciri taşımak onu kırmaktan daha fazla yürek ister ve  yurdu için bütün cefalara katlanan Regulus, kendini öldüren Cato'dan  daha üstün bir yılmazlık sınavı vermiştir. Gözü kararma ve  sabırsızlanmadır bizi ölüme koşturan. Dinç erdem hiçbir belaya sırtını  çevirmez; dertleri ve acıyı arar, yiyeceğini arar gibi zalimlerin  korkutmaları, işkenceler, cellatlar diriltir, dinçleştirir onu;     Duris ut ilex tonsa bipennibus    Nigra feraci frodis in Algido    Per damna, pen cades, ab ipso    Ducis opes animumque ferro. (Horatius)    Karanlık ormanında Algido'nun    Dalları baltayla budanan meşe gibi    Bu belalar, bu cefalar, bu zincirler    Yiğitliğine yiğitlik katar onun.    Bir  başkası da şöyle der:    Non est ut putas virtus, pater,     Timere vitam, sed malis ingentibus     Obstare, nec se vertere ac retro dare. (Seneka)    Erdem yaşamaktan korkmakta değil, baba,     Belalara karşı koyup diretmekte    Yolundan dönmemektedir.    Bir başkası da şöyle:    Rebus in adversis facile est contemnere mortem;     Fortius ille facit qui miser esse potest. (Martialis)    Kolaydır ölümü küçümsemek başımız dertteyken,     Daha yiğittir başına gelene katlanan.    Yigitlere değil korkaklara yaraşır feleğin sillesinden kaçmak için bir  çukura, ağır mezar taşları altına büzülmek. Fırtına ne kadar sert olursa  olsun, yiğit olan şaşmaz yolundan yordamından.      Si fractur illabatur orbis,    Imparidam ferient ruina. (Horatius)    Dünya parçalanıp yerle bir olsa     Yiğitçe katlanır yrkılmasına.    Başka dertlerden kaçmaktır en çok bizi ölmeye iten; o kadar ki,  ölümden kaçmak kimi zaman ölüme koşturur bizi.    Hic, rogo, non furor rest, ne moriare, mori? (Martialis)     Delilik değil midir, sorarım, ölüm korkusundan ölmek?    Uçurum korkusuyla kendi kendilerini uçuruma atar kimi insanlar.    Usque adeo, morits formidine,vitae    Precipit humanos odium, lucisque videndae,     Ut sibi consciscant maerenti pectore lethum,     Obliti fontem curarum hunc timorem. (Lucretius)    Ölüm korkusuyla insanlar    Bıkarlar yaşamaktan, ışıktan;     Atılırlar ölüme, ölümden korkmanın     Dertlerin kaynağı olduğunu unutarak.    Platon yasalarında, en yakınını, en iyi dostunu yani kendisini  öldürenin onursuzca gömülmesini ister, eğer bu işi kamu yargısıyla,  kaderin başına getirdiği önlenmez, çekilmez bir dert, katlanılmaz bir  utanç yüzünden değil de, korkaklığından, ürkek bir ruhun  güçsüzlüğünden ötürü yapmışsa. Yaşamımızı horgörmek de gülünç bir  düşüncedir aslında; çünkü yaşam bizim varımız yoğumuz, her  şeyimizdir. Daha soylu, daha zengin bir varlığı olan şeyler bizimkini  kötüleyebilir; ama bizim kendimizi hor görüp hiçe saymamız doğaya  aykırıdır; başka hiçbir yaratıkta görülmeyen özel bir hastalıktır  kendinden nefret etmek, yüz çevirmek. Olduğumuzdan başka olmayı  dilemek gibi bir saçmalıktır bu. Bu dilek yerine gelse bile bize bir şey  kazandırmaz. İnsanken melek oluvermeyi isteyen kendi için bir şey yapmaz, olduğundan daha iyi olmaz; çünkü kendisi ortada kalmayınca  kim tadacak, değerlendirecek bu değişmeyi onun yerine? (Kitap 2,  bölüm 3)    Kendiliğinden doğuveren halk şiirinin öyle saf ve yalın güzellikleri  oluyor ki en olgun şiir ustalığının ulaştığı başlıca güzellikle  kıyaslayabiliriz: Gaskonyalıların türkülerinde, hiç bilimden, okur  yazarlıktan haberi olmayan kimi ulusların türkülerindeki şiir gibi. Bu  iki şiirin arasında kalan orta halli şiiri ise küçümser, beğenmez,  tutmayız. (Kitap 1, bölüm 56)   

BÜYÜK EYLEMLER VE YAŞ   

Benim bildiğim kadarıyla bütün güzel insan eylemleri, ne türden  olursa olsun, sanırım eski zamanda da bizim zamanımızda da, otuz yaş  sonrasından daha çok otuz yaş öncesinde başarılmıştır. Aynı  insanların yaşamlarında da çok kez öyle. Bunu Anibal ve büyük hasmı  Scipio için hiç yanılmadan söyleyemez miyim? Yaşamlarının  yarısından çoğunu, gençliklerinde kazandıkları ünle yaşadılar. O  yaştan sonra başka herkese göre büyük adam oldular, ama kendileri  bakımından hiç de olmadılar. Ben kendi hesabıma, otuz yaşımdan  sonra beden ve kafa gücümün artmaktan çok azaldığından,  ilerlemekten çok gerilediğinden eminim. Zamanlarını iyi kullananların  bilgileri, görgüleri yaşadıkça artabilir; ama canlılık, çeviklik,  sağlamlık gibi kendi içimizdeki daha önemli, daha özgün yetenekler  yaşla soluyor, gevşiyorlar:    Ubi jam validis quassatum est viribus oevi     Corpus, et obstusis ceciderint viribis artus.     Claudicat ingenium, delirat finguaque mensque. (Lucretius)    Yaş ağır basınca bedenimiz üstüne     Aşınan çarklar zor döner olunca     Kafa sendeler, saçmalar, sayıklar.    Kiminde beden, kiminde kafa pes eder ilkin yaşın ağırlığı altında.  Beyinleri midelerinden ve bacaklarından daha önce yıprananları çok  gördüm. Bu dert, ona uğrayanın pek fark etmediği, açıkça belli  olmadığı için daha da tehlikelidir. Bundan ötürü yasaların bize fazla iş  gördümesinden çok, işe çok geç başlatmasından yakınmaktayım. Bana  öyle gelir ki, yaşamın dayanıksızlığı, her gün türlü olağan tehlikeler  içinde bulunması göz önünde tutularak, başlangıç dönemine, işsiz  yaşamaya, çıraklığa o kadar fazla yer verilmemeli. (Kitap 1, bölüm 57)  

 SAKLANAN KÖTÜLÜKLER 

  Günahlarımızı ortaya dökmek, ayıp olsa bile, bunun örnek olup  herkese uygulanması tehlikesi pek yoktur. Aristo der ki, insanların en  çok korktukları rüzgarlar, saklı yerlerini açan rüzgarlardır.       Alışkanlıklarımızı saklayan o saçma örtüleri sıyırıp atmak gerekir  aslında. Niceleri vicdanlarını kerhaneye gönderip davranışlarını  kurallara uyduruyorlar. Hainler, katiller bile nezaket kurallarını  benimsiyor, ödevlerini bundan ibaret sayıyorlar. O kadar ki  haksızlığın kibarlıktan yana, kötülüğün edepten yana bir eksiği  olmayabiliyor. Ne yazık ki kötü insan budala da olmayıp kötülüğünü  edep altında saklamasını beceriyor. (Kitap 3, bölüm 5)  

 KİTAPLAR VE İNSANLAR  

 Ne yapacağız bu insanlarla? Yalnız kitaba girmiş tanıklıklara önem  veriyor insanlara kitaba girmedikçe, doğruluğu geçerli yaşı olmadıkça  inanmıyorlar. Budalalıklarımızı harflere dökünce saygınlaştırmış  oluyoruz. Okudum demek, birinden duydum demekten çok daha ağır  basıyor. Ama ben insanların ellerini ağızlarından daha inanılır  bulmadığım, konuşurken saçmaladığımız kadar yazarken de  saçmaladığımızı bildiğim ve bizim çağımızı geçmiş başka bir çağdan  ayırmadığım için, Aulus Gellius ya da Mavrobius kadar benim bir  dostumu, onların yazdıkları kadar benim gördüklerimi öne sürebilirim.  Onlar nasıl erdem için uzun sürmekle daha büyük olmaz diyorlarsa  ben de doğruluk için, yaşı büyüdükçe akla daha yakın olmaz diyorum.  Sık sık söylerim: Örneklerimizi hep yabancılardan ve okul  kitaplarından vermemiz ahmaklıktır düpedüz. Örnekler, Homeros'un,  Platon'un zamanında olduğu kadar boldur bugün de. Ama biz  düşüncenin doğruluğundan çok, ömeklerin gösterişi peşindeyiz;  kanıtlarımızı kitapçı Vascasan ya da Platin dükkanından alıp  kullanmak kendi köyümüzde gördüklerimizden çıkarmaktan daha  üstün bir doğruluk sağlarmış gibi. Ya da belki gözümüzün  önündekileri ayıklayıp değerlendirmeye, onları sıcağı sıcağına  eleştirip örnek haline getirmeye yatkın değil kafamız. Çünkü, kendi  tanıklığımıza güvenecek kadar bilgin ve yeterli değiliz dersek, yersiz  söz etmiş oluruz. O kadar ki, bence, en orta malı, en çok bilinen, en  gösterişsiz şeyleri kendi ışıklı yanlarından görebilirsek, onlardan  doğanın en büyük mucizeleri, ömeklerin en zenginleri çıkarılabilir,  özellikle insan eylemleri konusunda. 

 MUTLULUĞUN BİZE GÖRELİĞİ  

Zenginlik bize ne iyilik eder, ne de kötülük: Her ikisi için de  malzeme verir bize. Ondan daha güçlü olan ruhumuz ve malzemeyi  dilediği gibi evirir, çevirir ve kullanır; mutlu ya da mutsuz oluşunun  tek nedeni ve sorumlusu kendisidir.    Dış varlığımız tadını ve rengini iç varlığımızdan alır nasıl ki  giysilerimiz bizi kendi sıcaklıklarıyla değil bizim sıcaklığımızla  ısıtırlar: Onu koruyup beslemektir yalnız görevleri. Onları soğuk bir  bedene giydirirseniz, soğukluğu korur ve beslerler: Kar ve buz öyle  saklanır...    Hiçbir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim  gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve  yüksek şeyleri görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması  gerekir; yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek  suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin görülmesi değildir yalnız,  nasıl görüldüğü de önemlidir. (Kitap 1, bölüm 14)   



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar