MONTAIGNE...DENEMELER
Türkçesi: Sabahattin EYUBOĞLU
İÇİNDEKİLER
Önsöz
1 (1940) Önsöz 2 (1950) Önsöz 3 (1952) Önsöz 5 (1970) Montaigne'in Yaşamı Montaigne Üzerine Düşünceler Okuyucuya
Kendisi Denemelerin Konusu Kendimizi Tanımak Nasıl Yazmalı Hayat ve Felsefe Yasalar Üstüne Bilgi ve Düşünce Yaşamak ve Çalışmak Ruh ve Beden İnsan ve Ötesi Evini Koruma Aşk Üstüne Dostluk
Dostluk Bağları
Dırdırcılar Yalnızlık Devrim
Paris Çeviri İnsan Doğası İnsanın Güçsüzlüğü Ün
Tanrılar Üstüne Aylak
Ruhlar Bilinçsiz Duyular Filozoflar ve Tanrılar Arama Sevgisi Mutluluk Üstüne Amerika'nın Bulunuşu Hasta Görünmenin Zararları Üstüne Vicdan Üstüne Kendi Kendisiyle Yetinme İyi Amaç Uğruna Kötü Yollar Kendimizi İnceleme Ruh ve Beden Hazları Doğaya Uyma İnsan Aklı Cinsel Yanımız İnsanın Durumu Özgürlük Üstüne Mutluluk
Ölüm Yaşayan Ölüler Kökleşen Yanılmalar İnsan Ömrü Varlık ve İnsan İnsan ve Akıl Ölçü
Tartışmalar Gerçek
Nedenler Korku Üstüne Kendine Acındırmak Alışkanlık Hayat ve Bilim Yamyamlar Üstüne Birine Yarar, Ötekine Zarar Akıl Erdiremediğimiz Gerçekler Babalar ve Çocuklar Dizginsiz Tutkular Değişen Dil ve İnsan İnsanlar ve Hayvanlar Öldürülme Tehlikesine Karşı Ölmek Özgürlüğü Gülmek ve Ağlamak Hainlere Hıyanet Hastalık
Sağlık Üstüne Üç Büyük
Adam Her Şey Mevsiminde İnsanın Kararsızlığı Ruh Eşitliği Dünyanın Bize Göreliği İnsanlar Arasında Hekimlik Üstüne İnsanın İstekleri İnsan Bilgisi Dil Üstüne Kitap ve Yaşam Kitapların Değeri Düşünce Gelenekleri Yasalar
Söz Özgürlüğü Vicdan Özgürlüğü Kitaplar
Dünya Yurttaşlığı Baştakiler
ve Biz Yabancıdan Kaçınma Halk ve Kral Pazarlık
Savaş Üstüne Bilgelik ve
Mutluluk Öfke Üstüne Körükörüne İnanmak Ödemeli Kötülük Bitki ve İnsan Aramızdaki Eşitsizlik İnsan ve Evren Her Şeyin Göreceliği Nasıl Konuşmalı? İyilerin En İyisi Doğruluk Kaygısı Yaşamak Sanatı Romalı ve Osmanlı Büyüklüğü Bilgi ve İnanç Eser ve Çocuk Hüzün Düşkünlüğü Şiir Üstüne Eğitim ve Halk Gerçeküstü Kandırmacaları Yararlı ve Güzel Üstüne Sevenler ve Sevilenler Ölümün Tadına Varınak Yaşama Bağlılık Herkesin Değeri Kendine Göre Zorluğun Değeri Düşünmede Kendindenlik Uydurma Nedenler Efendiler ve Uşaklar Peşin ve Kesin Yargılara Karşı Bilmediğini Söyleyebilme Büyüklük ve İnsancalık Kendi Zenginliğimiz Türk Ordularındaki Disiplin Ölüme Hazırlanma Çirkinlik Üstüne Cinsel Eylem Üstüne İnsana Güven Göstermenin Yararı Kendini Öldürme Büyük Eylemler ve Yaş Saklanan Kötülükler Kitaplar ve İnsanlar Mutluluğun Bize Göreliği
ÖNSÖZ 1
Montaigne
ülkemizde pek tanınmış olmamakla birlikte bu çevirileri uzun bir önsözle vermeye cesaret edemedim,
bunu gerekli görmedim. Çünkü Montaigne
eserini zaten kendisini tanıtmak için yazmış.
Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söylemek tehlikesine düşer. Üstelik de Montaigne'in
Türk okurlarına hiç de yabancı
gelmeyeceğini sanıyorum: Çünkü yeni Avrupa'nın ana kaynaklarından biri olan bu büyük düşünce
kaynağının bize Avrupa'dan gelen her
kitapta biraz payı vardır. Yeni düşünce, insan
bilincinin insanı ve doğayı serbestçe tanımak çabası ise, Montaigne
bu çabanın ilk büyük hamlesidir. Bugün
bizim de kavuştuğumuz serbest düşünceye
o, dört yüzyıl önce ve bizim uyanış devremize birçok bakımlardan benzeyen coşkun bir dönemde
kavuşmuştur. Bugünkü Türkçe gibi değişen
kıvrak ve başıboş bir dille; şimdi anlamları çok değişmiş taze Fransızca sözcüklerle, halk
deyimleriyle yazılmış olan Denemeler,
çeviriye en az elverişli kitaplardan biridir. Bu çevirileri iddialı birer örnek olarak değil, birer deneme
olarak veriyorum. Parçaların seçilmesi
de daha çok gelişigüzeldir. Montaigne'den
yapılacak her seçme, ister istemez, keyfi ve eksik olacaktır. Bunlar, Denemeler'in ötesinden berisinden koparılmış
düşüncelerdir. Montaigne'in bahçesinden
her geçişte insan çok değişik demetler
yapabilir. (1940)
ÖNSÖZ 2
Tercüme Dergisi'nde başlanmış olan bu
çevirilere, 1940'ta yazmış olduğum bu
kısa önsözü uzatmak niyetinde değildim. Fakat
Montaigne üstüne okuduğum bir yazı üzerine okurlara bir iki söz daha söylemek hevesine düştüm. «La Nouvelle Revue
Critique»te Henri Gillemin, Montaigne'in
Denemeler'de kendini tanıtmak gibi olanaksız,
gereksiz bir işe giriştiğini, böyle yapmakla da işten kaçmış,
kusurlarını düzeltecek yerde itiraf
etmiş olduğunu söylüyor. Denemeler onyedinci yüzyıldan beri buna benzer
hücumlara uğrar. Fransa'nın başına gelen felaketlerin nedenini Montaigne ve
benzeri yazarlarda bulanlar bile olur.
Montaigne insanda iman bırakmazmış, okuyanı sistemli bir düşünceye gitmekten alıkoyarmış, hayattan
uzaklaşıp, tembelliğe, uyuşukluğa
götürürmüş. Gerçekten Montaigne kent
hayatından kaçmış, Denemeler'i keyfi için
yazmış, onu okuyanların imanını sarsmıştır; fakat bunu öyle bir zamanda yapmıştır ki, insanın oturup
serbestçe düşünmesi işlerin en gücü,
kendi keyfi için yazı yazmak, gerçeği bulup göstermenin belki tek yolu; insanların ruhlarındaki iman da
yıkılması, değişmesi gereken cinsten bir
imandı. Montaigne hep kendini anlatıyordu; ama kendini anlatırken insan düşüncesini yeni bir yola
sokuyor, köhne inanışları, doğaya, akla
aykırı alışkanlıkları, safsataları baltalıyor, dünya sevgisine, bilimsel düşünüşe, gerçekçi
edebiyata yol açıyordu. Bir insanda
bütün insanlığın sorunları bulunduğuna inandığı için kendini anlatırken, yalnız kendini düşünmüş
olmuyordu. Kendini değil de başkalarını
anlatmış olsaydı, Denemeler'de yine aynı düşünceler aynı duygular olacaktı.
Onun zamanında kendini, insanlığı ve doğayı
keşfe çıkmak, cüret, iman ve çaba isteyen bir işti. Fransa böyle
bir girişimden zarar görmüştü demek,
tutucu, dindar, bir Fransa daha mutlu
olacaktı, demeye varır. Doğrusu böyle bir Fransa ve böyle bir dünya isteyenlere Montaigne'i beğendirmek
güçtür. Gerçi Montaigne'de türlü türlü
düşünceleri, ileri geri bütün siyasi
inançları destekleyen, ya da öyle görünen düşünceler bulunabilir. Onda bir taraflı, sistemli sürekli bir görüş
olmadığı için bugün çeşitli yollara
ayrılmış olan insan düşüncesi onu istediği yana çekebilir; ama hiçbir zaman çekilemeyeceği taraflar vardır:
Bunlardan biri doğa ötesi, biri de
bağnazlıktır. Denemeler'i okuyan şu iki dersi almamazlık edemez: Doğanın istediği gibi düşün ve yaşa;
hiçbir kitabın, hiçbir doğanın kölesi
olma. Aldanmıyorsam Batı kültürünün Montaigne'den bugüne kadar ki gelişmesi genel olarak bu iki
derse sadık kalmıştır. Ancak aşırı
ideolojiler az çok bağnazlığa muhtaç oldukları için Montaigne pek işlerine gelmez. Tek
taraflılığı küçümseyen bu adamın, halkta
kendi doktrinlerine karşı kuşku uyandırmasından çekinirler. Oysa Montaigne'den ders almamış, yani doğa
ötesinden ve taassuptan kurtulamamış bir
düşünce körükörüne bir partiye ancak kul olarak
hizmet edebilir, yaratıcı, geliştirici güç olarak değil. Montaigne'in
işi, diğer hümanistler gibi yeni
düşüncenin ana yolunu açmak oldu; üst
tarafını başkaları düşünecekti; düşündüler, daha da düşünecekler. Şurası kesin ki Montaigne her zaman
düşüncemizin çemberlerini kırmaya, kendi
kendimizi eleştirip aşmaya yardım edecek.
Gerçi Denemeler'de yeniliğe, yıkıcılığa, devrime karşı sözler
vardır. Montaigne toplumun düzenini
birdenbire değiştirmenin ortalığı
tümüyle karıştıracağına inanır; fakat korktuğu şey yenilik değil, kargaşalıktır. Bir de eski değerlerin
büsbütün ortadan kalkmasına razı
değildir. İnsanlığın vardığı olumlu sonuçların yeni hayata mal edilmesini ister. Krallığa ve kiliseye
gösterdiği saygıya gelince, bu saygı
içten de olsa her iki kurumun temellerini yıkmakta Denemeler'den daha iyi bir silah icat
edilmemişti. Bütün sorun kralların ve
papaların herkes gibi bir insan olduklarını, herkes gibi iyi ya da kötü olabileceklerini, insan aklının
onları sorguya çekebileceğini insanlara
anlatmaktı; üst tarafı kolaydı.
Montaigne'in içtenliği üstüne çok şey söylenebilir. Alçakgönüllülüğünün sahte, itiraflarının
yapmacık olduğundan sözedilebilir: Ama
hangi yazar ondan daha içten olabilmiştir? Aslında içtenliğin ne demek olduğu da pek belli
değildir. İnsan ne yaparsa yapsın
kendini tam olduğu gibi anlatamaz. O kadarını kendi de bilmez. Montaigne bu konuda öncü olmak, elinden
geleni yapmak ve herkesi olabileceği
kadar içten olmaya çağırmakla görevini yapmıştır. Kendilerini anlatanlar arasında ondan daha
ileri gitmiş yazar da hala pek
yoktur. Denemeler'i tam olarak
çevirebileceğimi sanmıyorum. Bunu daha sabırlı ve daha yetkili bir çevirici er
geç yapacaktır. Ben sadece derlemeler
yapmak ve bundan sonra bir cilt daha vermek
niyetindeyim. Latince sözleri Fransızca çevirilerinden çevirdim ve asıllarını merak eden olur diye metinden
ayırmadım. Önsözlerden sonra Montaigne'in
hayatına ait bilgiler bulacaksınız.
Değişik tarihlerde yapılmış olan bu çevirilerdeki dil, deyim tutmazlıklarını okurların hoş görmesini
dilerim. (1950)
ÖNSÖZ 3
Montaigne
Avrupa'ya serbest düşünmesini öğretmiş olan adamdır, demek fazla büyük söylemektir, ama böyle bir
söz olsa olsa Montaigne için
söylenebilir. On altıncı yüzyılda serbest düşünmek, babadan kalma, donmuş, su götürmez düşünce
kalıplarını zorlamak, başka türlüsünü
düşünmeyi kimsenin göze alamadığı inanışların
doğruluğundan kuşku duymak hastalıklardan dinlere, adetlerden kanunlara kadar insan hayatının her yönü
üzerinde kendi aklının ışığıyla yeni
baştan düşünce yürütmekti. Buysa o zaman tek başına Amerika'yı keşfe gitmek gibi bir işti. Gerçi
Rönesans Avrupası'nda bu iş artık
olanaksızlıktan çıkmış, okur yazarlar bir yandan dünyanın, bir yandan da Yunan ve Latinlerin daha iyi
tanınmasıyla insanoğlunun türlü türlü
düşünmesi olanağı bulunduğunu öğrenmiş, yer yer, zaman zaman hocadan izinsiz düşünme denemelerine
başlamışlardı. Fakat bütün hayatını bu
denemelere hasreden, kendini serbest düşüncenin
deney tahtası haline getiren ilk adam Montaigne oldu. Gerçekten de Montaigne yalnız Denemeler'ini
yazmak için yaşamış gibidir. Bundan
başka kitabı olmadığı gibi hayatının da bu kitaptan başka serüveni yoktur. Ben kitabımı yaptığım
kadar da kitabım beni yaptı der.
Denemeler'in yazıldığı yirmi yıl içinde (1572'den 1591'e yani ölümüne kadar)
Montaigne kendini kitabına, kitabını kendine
göre ayarlamakla uğraşır. 1581-1585 yılları arasındaki Bordeaux kentinin Belediye Başkanlığı onu
kütüphanesine ve Denemeler'ine daha
fazla bağlamaktan, kendi kendini işleyen ve geliştiren düşüncesine yeni ip uçları getirmekten başka
bir işe yaramamıştır. Özellikle son
yedi yıl içinde Montaigne Perigord'daki küçük
şatosunun kulesine öyle kapanmıştır ki ülkesini kasıp kavuran en
kanlı din kavgaları, evine kadar sokulan
eli bıçaklı insanlar bile onu telaşa
düşürmemiş, köşesinden ve kitabından ayırmamıştır. Daha önceki hayatı da çok sevdiği ve saydığı bir babanın
akıllıca yönetimi altında Denemeler'in
hamurunu yoğurmakla geçmiştir. Doğar doğmaz
özellikle köylüler arasına gönderilen, gözlerini, Rönesans gibi Denemeler'in de anası olan doğanın
şımartılmaz şefkati içinde açan
Montaigne o zaman insan düşüncesini besleyen bilgileri en sağlam,
en köklü bir şekilde veren düzenli,
özenli bir öğretim gördü. Babası
kendisine Latince'yi ana dilinden önce öğretecek kadar ileri
gitmişti. Denemeler'de Montaigne'in
Eskiler'le o kadar senli benli olması bu
hazırlık sayesindedir. Montaigne'in gençliğinde öğrenme hazzının dışında bulduğu en büyük sevinç kaynağı
Etienne de la Boetie ile olmuş. Kaldı ki
düşüncesinin bereketini artıran bu dostluk da, La Boetie'nin genç yaşta ölümünden sonra
Denemeler'in duygu ve düşünce
kaynaklarından biri olmaya yaramıştır.
Montaigne bütün Fransızlar gibi yerine yurduna bağlı olmakla, dönüp dolaşıp doğduğu yere dönmekle ve orada
ölmekle birlikte, peteğine çok
uzaklardan, bütün dünyadan bal taşıyan bir düşünce arısıydı. Yeni keşfedilen Amerika'dan Türk
padişahının sarayına kadar her yerde
olup bitenlerin meraklısıydı. Önsözünde yalnız ailesi için yazdığını söylediği kitabında, karısından,
doğup doğup ölen kızlarından hemen hiç
sözetmeyen Montaigne, bu içine kapanmayı
herkesten iyi bilen adam, hep dışarıyla, başkalarıyla uğraşır.
Kendini dünyadan koparıp tek başına
kalmayı bilen de o, Avrupa'da dünya
vatandaşlığının ilk ve en açık sözcüsü de odur. Bakın ne diyor:
«Bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir
Polonyalı'yı tıpkı bir Fransız gibi
kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum. Doğduğum
yerin pek o kadar heveslisi değilim.
Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler bana, sırf raslantılarla edindiğim hazır ve gelişigüzel
bilgilerden daha değerli gelir. Kendi
kazandığımız temiz dostluklar nerde, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar
nerde! Denemeler KENDİNİ TANI
ilkesinin bütün bir ömre uygulanmasıdır.
Bu bakımdan Montaigne, Sokrates'i Platon'dan çok daha iyi anlamış sayılabilir. Hiç kimse kendi
kendini onun kadar sabırla, inatla,
dikkatle gözetlememiş, en gizli, en ele avuca sığmaz hallerini yakalamakta onun kadar tetik
davranmamıştır. Hayatın bütün hazları
gibi uykusuna da pek düşkün olan bu adam, kendi kendini uyur ve rüya görür halde yakalayıvermek için
uşaklarına gece onu birdenbire
uyandırmalarını tembih edermiş. Bizim şeyh Galib'in: Hoşça bak zatına kim zübde-i
alemsin sen sözünü mistik anlamından
soyarsanız tam Montaigne'in kendi kendine söyleyeceği şey olur. Her insanda bütün insan halleri vardır, diyor
kendisi de. Bununla birlikte aynı
Montaigne kendi dışına çıkmak demek olan okumayı ve gezmeyi bir aşk haline getirmiş. Gezilerde en çok
sevdiği şey, yabancı bir yerde uyandığı
sabahlar, yepyeni şeyler göreceğini düşünüp sevindiği an olurmuş. Bildiği yerlere pencereden bakmak
bile ona sıkıntı verirmiş. Kitaplarını
da tıpkı gezer gibi okurmuş: Okumuş olmak için
değil, yeni ufuklar, yeni lezzetler, yeni düşünceler bulmak için. Tekrar tekrar okuduğu kitaplarda, her kez yeni yeni
bir şeyler bulması, onları dilediği
zaman dilediği bir yerinden açıp okumasından ileri geliyor. Ondan çok kitap okuyan olmasın; buna karşın
düşünürken duyarken kim onun kadar
kitaplardan sıyrılmasını bilmiştir. Gerçi Denemeler adım başında başkalarından alınmış sözlerle
doludur. Fakat bu sözlerin ne kadar
benimsenmiş, ne kadar yaşanmış olduğunu
göreceksiniz. Bilgiçlik taslayanlar bile başkalarından bu kadar bol alıntı yapmadıkları halde, Montaigne'in
bilgiçlik tasladığı hiçbir okurun
aklından geçmez. Bilgiçlerin ilk ve amansız düşmanı da o değil mi zaten? Montaigne'in Avrupalılara
öğrettiği en önemli yollardan biri de
kendi düşüncemizi başkalarının düşüncesiyle
zenginleştirmesini bilme yoludur. İnsan Denemeler'i okurken
derelerin ırmakta, çiçeklerin balda
erimesine benzer bir düşünce kaynaşması,
yoğrulması görür gibi olur.
Montaigne'in bir tek insanda bütün insanlığı dile getirmesi,
kimseye benzemeden herkes olması, dünya
ile bağdaşıp kendine özgü kalması
kuşkusuz biraz da, hatta çokluk da, eşsiz, diri, kıvrak, tadına
doyulmaz dili, düşüncesiyle, teklifsizce
sarmaş dolaş olan söyleyişidir. Aslında
Dante'nin İtalyanca'da, Cervantes'in İspanyolca'da, Shakespeare'in İngilizcede yaptığını Fransızca'da yapmış,
halkın, sokağın diliyle her düşüncenin,
ne kadar derin, ne kadar ince olursa olsun pekala söylenebileceğini kanıtlamıştır. «Ah, keşke
Paris'in sebze pazarında kullanılan
sözcüklerle konuşabilsem der Montaigne ve Platon'un düşüncesini anlatırken o sözcükleri
kullanmaktan çekinmez. Bütün yaşanmış,
gerçek düşünceler gibi Montaigne'in düşüncesi de çokluğun kullandığı dile başvurmuş, herkesin
konuşmasına uymakla kendi rengini
yitirmemiş, tersine daha fazla bulmuştur. Denemeler'in her satırında Montaigne babacan bir eda ile hep SERBEST DÜŞÜN, RAHAT SÖYLE der
gibidir. Avrupa'da çokları Montaigne'i
bir filozof saymaz, onu daha çok
edebiyata malederler. Filozofu bir düşünce sistemi kuran diye alırsak Montaigne gerçekten Descartes, Hegel, Kant,
Comte gibi filozofların yanına girmez,
kendi de zaten bu birlikteliğe razı olmaz. Montaigne'in sistemi olsa olsa hiçbir sisteme girmeden
düşünme yoludur. Ona göre insan
düşüncesi sistemleri kırarak gelişir, çünkü hiçbir sistem hayatı ve insanı bütün zenginliğiyle kucaklayamaz.
Montaigne'in istediği her gün, her şeyi
yeni baştan düşünebilmektir. Fakat Montaigne'in her şeyin doğruluğundan her zaman kuşku duyması
kendi bulduğu gerçek karşısında bile
dudak büküp QCIE SAIS JE (Ne bileyim?) demesi
önceden verilmiş bir karara, bir sistemli davranışa benzemiyor.
Böyle bir davranıştan ancak babasının
hatırı için yazdığı Raimond Sebond'a
Övgüsü (Kitap 2., bölüm 12) dolayısıyla söz edilebilir. Ama orada
da Montaigne insan aklından kuşku
duyarken aynı akla yeni ipuçları vermekte, dokunulmadık yeni gerçekler ortaya
koymaktadır. Denemeler'de hiçbir
kuşkunun, kararsızlığın izini taşımayan, her biri bir sistemin temeli olacak kadar sağlam,
kendinden emin hükümler çoktur. Ruhla
bedenin ayrılmazlığı, hayatın sürekli bir değişme olduğu, doğanın aşılmakla değil ona uyulmakla
yenilebileceği gibi. Filozofu yalnızca sistem kural değil bize düşünmesini
öğreten adam olarak görenler içinse asıl
filozof Montaigne, diğerleri, sistemciler,
daha çok bilim adamlarıdır. Gerçekten de Denemeler'in asıl gördüğü iş, bize bir tek insanı (ki Montaigne'in asıl
istediği güya buydu), bir düşünüşü, bir
bilgi yolunu tanıtmaktan çok, hepimizin günlük hayatına kadar inerek, bizi yaşarken düşünmeye,
düşünürken yaşamaya, kendi kendimizin
düşüncesini aşmaya sürmesidir. Hiçbir sorunda
Montaigne: Ben sizin yerinize düşündüm, düğümü çözdüm; siz artık düşünmeyin, yalnızca benim dediğime uyun,
demez. Hep: Bakın düşündükçe neler
çıkıyor ortaya; siz de bir düşünün, kendi içinize ve çevrenize bakın, ipucu isterseniz işte
benimki, işte Sokrates'inki, işte falan
köylününki, der gibidir. Bir adım, bir adım daha derken kendimizi Montaigne'le birlikte hayata, insan
düşüncesinin çıkabildiği tepelerin
birinden bakar buluruz. Montaigne bir
ahlakçı olarak da sistemli değil, hele doğmatik hiç değildir. (1952)
ÖNSÖZ
4
Cem
Yayınevi'ne hazırladığım bu son baskı için Montaigne'in bahçesinde bir hayli dolaştım yeniden. Neden
derlemediğime şaştığım ne yapraklar
buldum ve bir kez daha anladım ki insan gibi tükenmez bir maden bu Denemeler. Okuyup bir köşeye
bıraktığınız kitaba Montaigne gizlice
gelip bir şeyler daha ekliyor sanki zaman zaman. Bir tek insan bütün insanlık serüvenini
taşıyor bu kitapta. Bir tek insan hep
kendisi kalarak, en değişik, kendinden en uzak insan hallerine girip çıkıyor; insanların yarattığı
tanrıların hiçbirini küçümsemeden, ama
hiçbirine bağlanmadan bütün inançları süzüyor
merakla. Kitaplığının penceresinden hiç alay ederek değil, ama hep gülümseyerek seyrediyor alaca bulaca
dünyamızı, solukları tükenen, sorunları
tükenmeyen insanları. Kaşlarını çatarak baktığı kişiler yalnız kendi inançları ve çıkarları için başkalarını
asıp kesenler, bir de kendilerini
bilmeden bilgin geçinenler, ders almasını bilmeden ders verenler. Yalnız onlardan sözederken
tutamıyor öfkesini, hoşgörürlüğünü
onlardan esirgiyor yalnız. Düşünce
derinliği, bilgi zenginliği, anlama gücü ne kadar büyük olursa olsun Montaigne'e ne bilgin denebilir,
ne de filozof. Kendisinin de hiç
istediği yok zaten öyle denilmesini. Eğitmek, öğretmek, sorunları çözmek, yol göstermek değil, olsa
olsa uyarmak onun istediği: Ona göre
kimse kimseyi değil, herkes kendi kendisini adam eder, etmelidir. Adam olmaksa kendini
bilmekle başlar zaten onun için ve kendi
gözüyle dünyadan görebildiği kadarını insanlara
duyurmakla biter. Montaigne
çevirileri yıllar yılı, zor olduğu kadar da tatlı bir uğraş oldu benim için. Çevirdikçe sevdim, sevdikçe
çevirdim onu. Güzelim dilini hala
rahatça anlar duruma gelmiş değilim. Ona söylemediğini söyletmek korkusuyla çevirmediğim, çevirip
bastırmadığım parçalar, çevirdiklerimden
daha fazladır. Biz daha dün yaşayan yazarlarımızı, Ahmet Haşim'i bile, yeni Türkçe'ye
çevirirken, Fransızlar Montaigne'in
dörtyüz yıl önceki dilini yeni Fransız'caya çevirmeye kıyamıyor, ya da cesaret edemiyorlar.
Montaigne'in uydurduğu sözcükler bir
yana, anlamları çok değişmiş ya da hiç kullanılmaz olmuş deyimler bir hayli şaşırtıp oyalıyor
insanı. Ama öyle sıcak bir içtenliği var
ki bu dilin seve seve uğraşıyorsunuz özüne varmaya. Çok yerde Montaigne'i kendi çağında İngilizce'ye
çeviren Floriot'ya başvurduğum oldu. Ama
o da çok kez Montaigne'in sözcüklerine
kıyamayıp olduğu gibi almış kendi diline. (1970)
MONTAIGNE'İN YAŞAMI
1533-Michel
de Montaigne doğuyor ve Papessus köyünde bir
sütnineye gönderiliyor.
1535-Michel, Fransızca bilmeyen Horstanus adlı bir Alman eğitmenine veriliyor. Bu eğitmen Michet'in
babasının İtalyada gördüğü yeni bir
yöntemle çocuğu hep Latince konuşarak yetiştiriyor. 1539-Michel, altı yaşında; Fransa'nın en
iyi kolejlerinden birine, Guyenne
Kolejine giriyor. Burada yedi yıl okuyor. Latin şiirinin tadına varıyor ve biraz da Yunanca
öğreniyor. 1546-Bordeaux da; Edebiyat
Fakültesinde felsefe okuyor.
1548-Bordeaux da isyan: Michel, Toulouse da hukuk okuluna gidiyor.
1554-Montaigne in babası Bordeaux Belediye Başkanı oluyor. 1555-Montaigne babasıyla Paris'e gidip
geliyor. 1557-Bordeaux Belediye
Meclisine giriyor. 1558-Montaigne'le
La Boetie arasındaki büyük dostluk başlıyor.
1559-Bordeaux da mezhep kavgaları. Bir tüccar diri diri yakılıyor: Amyot, Plutarkhos'un Hayatlar'ını Fransızcaya
çeviriyor. Montaigne'in en çok seveceği,
okuyacağı kitap bu olacak.
1561-Bordeaux Belediye Medisi Montaigne'i önemli bir görevle
saraya gönderiyor. La Boetie siyasal hayata giriyor: 1562-Protestanlara karşı şiddet hareketleri
başlıyor. Montaigne, Rouen şehrini
Protestanlardan almaya giden kral ordusuna katılıyor: 1563-Montaigne, Bordeaux'ya dönüyor: La
Boetie ölüyor. 1565-9. Charles,
Bordeaux'ya gelip bir süre kalıyor. Montaigne,
Françoise de la Chassagne'la evleniyor. 1568-Babası ölüyor. Miras beş erkek, üç kız
kardeş arasında bölünüyor. Michel,
Montaigne çiftliğinin sahibi oluyor.
1569-Montaigne; babasının isteğiyle yaptığı Raimond Sebond'un thelogia üzerine bir eserinin çevirisini
bastırıyor. 1570-Montaigne, Bordeaux
Belediye Meclisindeki görevinden istifa
ederek Paris'e gidiyor. La Boetie nin Latince şiirleriyle
çevirilerini bastırıyor. Montaigne'in
ilk kızı doğup iki ay sonra ölüyor.
1571-Montaigne, çiftliğine çekiliyor ve kütüphanesine şu Latince kitabeyi yazıyor: «1571 yılı: Michel de Montaigne, otuz sekiz
yaşında. Doğum yıldönümünden bir gün
önce; meclisteki kulluğundan ve
memuriyetinden bıkmış; fakat sapasağlam olarak kitapları arasına dönüyor ve geri kalan günlerini orada,
sessizlik içinde geçirmeye karar
veriyor.> 1572-Saint-Barthelemy
kırımı. Montaigne Denemeleri'ni yazmaya
başlıyor. Plutarkhos'un Ahlaki Eserleri'nin çevirisi çıkıyor ve Montaigne in elinden düşmüyor: 1573-İç savaş. Montaigne kralın ordusuna
katılıyor; görevle Bordeaux'ya
gönderiliyor. 1574-Montaigne'in
dördüncü kızı doğup üç ay sonra ölüyor.
1575-Montaigne Paris'e gidiyor.
1576-Montaigne, Pyrrhon felsefesiyle yakından ilgileniyor: Raimond Sebond üstüne babasına söz verdiği eseri
yazmaya başlıyor. 1577-Montaigne'in
beşinci kızı doğup bir ay sonra ölüyor. Henri de Navarre, Montaigne'e yüksek bir rütbe veriyor.
Montaigne ilk kez kum sancılarına
tutuluyor. Denemeler'ine devam ediyor.
1578-Montaigne küçük bir orman satın alıyor. 1579-Montaigne kendini en çok anlattığı
Denemelerini yazıyor. 1580-Denemeler
ilk kez, iki cilt halinde basılıyor. Montaigne
İsviçre'ye, İtalya'ya gidiyor. Paris'e dönüp kitabını krala
sunuyor. Kral beğeniyor. 1581-Montaigne evine dönüyor. 1582-Montaigne, Bordeaux Belediye Başkanı
oluyor, Denemeler'i birçok eklemelerle
yeniden bastırıyor... 1583-Montaigne
in altıncı kızı doğuyor ve birkaç gün yaşıyor. 1584-Navarre Kralı (Sonraki V. Henri)
Montaigne'in çiftliğine gelip iki gün
kalıyor. 1585-Montaigne Mareşal
Matignon'la mektuplaşıyor. İç savaşta
önemli roller oynuyor. Bordeaux'da veba çıkıyor. Montaigne görevi başına gelemiyor. Başkanlığı bitinceye kadar
yakın bir kasabada kaldıktan sonra,
ailesini alıp veba bölgesi dışına çıkıyor.
1586-Montaigne tarihçileri okuyor.
1587 Henri de Navarre tekrar Montaigne'in çiftliğine geliyor. 1588-Montaigne, Denemeler'in dördüncü
baskısı için Paris'e gidiyor: Yolda
Ligciler tarafından soyuluyor. Paris'te, Denemeler'in hayranlarından Mademoiselle de Gournay'le
tanışıyor. İç savaş şiddetleniyor;
Montaigne Kralla birlikte Rouen'e gidiyor. Tekrar Paris'e dönüşünde bir gün için Bastille'e
atılıyor. 1589-Montaigne evine çekilip
kitap okuyor. Denemeler'in yeni bir
baskısını hazırlıyor: Birçok eklemeler yapıyor. Kitap en olgun şeklini buluyor.
1590-Montaigne'in kızı evleniyor: Yeni kral 4. Henri, Montaigne'e mektup yazıyor, yanına çağırıyor. Montaigne
gidemiyor. 1591-Montaigne'in kızının
bir kızı doğuyor. 1592-Montaigne
ölüyor. (Albert Thibaudet'den
özetlenmiştir.)
MONTAIGNE ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
- Denemeler'de gördüğüm her şeyi Montaigne'de
değil kendimde buluyorum. (Pascal) - Bir kitap buldum burada. Montaigne'in
kitabı; yanıma almadım sanıyordum. Aman
ne hoş adam. Ne zevk onunla birlikte olmak. (Mme. de
Sevigne) - Montaigne, o hoşsohbet
insan, Bazen derin, bazen sudan Kuşku duymasını bilmiş Burnu bile kanamadan. Kerli ferli softalarla Alay etmiş sakınmadan. (Voltaire) - Eminim, alışacaksınız Montaigne'e.
İsanoğlu ne düşündüyse onda var ve bu
kadar güçlü biçem zor bulunur. Bir şey öğretmiyor, çünkü hiçbir şeyi kestirip atmıyor. Doğmacılığın
tam tersi. Mağrur adam, ama kim mağrur
değil ki? Alçakgönüllü görülenler büsbütün mağrur değiller mi? Her satırında Ben, Kendim diye
konuşuyor, ama Ben, Kendim demeden hangi
bilgiye varılabilir? Haydi, bırakın Allah
aşkına hocam, filozofun, metafizikçinin bundan iyisi görülmemiş. (Mme.
du Deffand) - Montaigne, o tanrı gibi
adam, 16. yüzyılın karanlıktan içinde tek
başına diri ve tertemiz bir ışık saçmış; dehası ancak zamanımızda, gerçek ve felsefi düşünce boşinançların,
geriliklerin yerini alınca anlaşıldı.
(Grimm) - Montaine'in düşünceleri
yanlış, ama güzel. (Malebranche) -
Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne'de ise düşünen adamı.
(Montesquku) - Çocukken babamın kitaplığından
bana Dememeler çevirisinin perişan bir
cildi kalmıştı. Yıllar sonra, kolejden çıkışımda bir cildi okudum ve ötekilerini arayıp buldum. Bu
kitapla ne büyük haz ve hayranlık
saatleri geçirdiğimi hatırlıyorum. Bu kitabı, yaşadığım başka bir hayatta yazmışım gibi geliyor o
kadar candan bana, benim düşüncemi,
benim hayat deneyimimi söylüyordu. (Emerson)
- Montaigne amma da düşünce çalmış benden! (Beranger) - Montaigne ölüyor: Kitabını tabutunun
üstüne koyuyorlar; cenazesinde yakını
olarak din bilgini Charron ve manevi kızı
Mademoiselle de Goumay var Resmen septik olarak Bayle ve Naude onlara katılıyor. Sonra Montaigne'e az çok
bağlananlar, bir an için ondan zevk
almış olanlar, bir an için yalnızlık sıkıntısından kurtardığı, kuşku duydurmak sayesinde düşündürdüğü
kimseler; akraba ve komşu olarak Madame
de Sevigne, La Fontaine; onun yaptığını yapmaya
özenip onu taklit etmeyi onur bilenler: La Bruyere, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau; ortada tek başına
Voltaire; daha az önemli kimseler,
karmakarışık: Saint-Evremond, Chaulieu, Garat... Daha arkada çağdaşlarımız ve belki hepimiz. Ne
büyük bir cenaze alayı. Bir insanın
Ben'i için bundan daha fazla umulabilir mi? Peki ama, ne yapıyorlar bu cenaze alayında? Tören
gereğince hüngür hüngür ağlayan
Mademoiselle de Gournay den başka herkes konuşuyor: Ölenden, onun sevimli taraflarından, hayata
bu kadar karışan felsefesinden sözediyorlar.
Herkes kendi kendinden sözediyor. Onunla
herkesin ortak olduğu taraflar ortaya konuyor. Kimse ona olan borcunu unutmuyor; her düşünce onun bir
yankısı gibi... Korkarım bu alayda dua
eden tek adam Pascaldır. (Sainte-Beuve)
- Montaigne'i sevmek kendini sevmek, kendini her şeye tercih etmektir. Montaigne'i sevmek yalnız gerçeği
değil, doğruluğu ve ödev duygusunu da
yalnız kendinden yana çekmektir. Montaigne'i sevmek, hayatımızda hazlara, zavallı yaradılışımızın
kaldıramayacağı kadar yer vermektir...
(Brunetiere) - Montaigne Fransız
Rönesansını bitirip Klasik çağı haber veriyor.
(Lanson) - Pilatus'un, devirler
boyunca yankısı çınlayan korkunç sorusu
karşısında Montaigne, daha insanca, daha din dışı, başka bir
anlamda İsa'nın tanrıca cevabını vermiş
oluyor: «Gerçek nedir?» «Gerçek benim!,» Yani Montaigne gerçek olarak sahiden
tanıyabileceği tek şeyin kendisi
olduğuna inanıyor. Onu kendinden sözetmeye götüren budur çünkü kendini bilmeyi ayrıca her şeyden daha
önemli sayıyor. İnsanların ve her şeyin
yüzünden maskeyi kaldırmalı, diyor.
Maskesini atmak için kendini anlatıyor. Maske insanın kendinden çok ülkesine ve devrine ait olduğu için de
insanlar maske yüzünden birbirinden
ayrılıyor. Böylece, maskesini gerçekten atan insanda hemen kendi benzerimizi buluyoruz. (Andre
Gide) OKUYUCUYA Okuyucu, bu kitapta yalan dolan yok. Sana
baştan söyleyeyim ki, ben burada
yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim. Sana hizmet etmek yahut kendime ün sağlamak hiç
aklımdan geçmedi; böyle bir amaç peşinde
koşmaya gücüm yetmez. Bu kitabı yakınlarım
için bir kolaylık olsun diye yazdım. İstedim ki beni kaybedecekleri zaman (ki pek yakındır) hakkımda bildikleri,
daha ayrıntılı ve daha canlı olsun.
Kendimi herkese beğendirmek niyetinde olsaydım, özenir, bezenir, en gösterişli halimle ortaya
çıkardım. Kitabımda sade, doğal ve her
günkü halimle, özentisiz bezentisiz görünmek isterim, çünkü ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Burada
kusurlarım, nasıl bir adam olduğum,
edebin, terbiyenin izin verdiği ölçüde, açık
olarak görülecektir. Hala ilk
doğa kanunlarının rahat serbestliği içinde
yaşadıkları söylenen insanlar arasında olsaydım, emin ol ki kendimi tastamam ve çırılçıplak da gösterirdim.
Kısacası, okuyucu, kitabımım özü benim:
Boş zamanlarını bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya harcaman akıl karı olmaz. Haydi uğurlar
olsun. (Montaigne 1 Mart 1580)
KENDİSİ
... Boyum ortanın biraz altında, bedenim
sağlam yapılı ve toplucadır yüzüm şişman
değil, dolgundur; tabiatım, neşe ile hüzün arasında, oldukça ateşli ve sıcakkanlıdır... Sağlığım,
ta genç yaşımdan beri düzgündür: Hastalığa
tutulduğum azdır. İşte ben böyle idim;
kendimi, kırk yaşımı aşıp ihtiyarlığın yolunu tuttuğum şu andaki halimle
anlatmıyorum: Minutatim vires et robur
adultum Frangit et in partem pejorem
liquitur oetas (Lucretius) Yıllar
için için aşındırır Olgunluk çağına
varmış güçleri Bundan sonraki halim
ancak yarım bir varlık olacak; ben artık o ben
olmayacağım. Gün geçtikçe kendimden ayrılıyor, uzaklaşıyorum. Singula de nobis anni proedandur euntes
(Horatius) Bir şey koparır bizden,
yıllar, akıp giderken. (Kitap 2, bölüm 17)
DENEMELERİN KONUSU
Başkaları insanoğlunu yetiştiredursun ben onu
anlatıyorum ve kendimde, pek kötü
yetişmiş bir örneğine gösteriyorum. Bu örneği
yeniden biçim vermek elimde olsaydı onu elbet olduğundan çok başka türlü yapardım. Bir kez yapılmış artık. Şunu
söyleyeyim ki, kendimi anlatırken
söylediklerim değişik ve değişken olmakla beraber hiç gerçeğe aykırı değildir. Dünya durmayan bir
salıncaktır: Orada her şey toprak,
Kafkas'ın kayalıkları, Mısır'ın piramitleri, hem çevresiyle birlikte, hem de kendi kendine sallanır.
Durmanın kendisi bile daha ağır bir
sallantıdan başka bir şey değildir. Konumu (kendimi) hep aynı halde bulundurmak elimde değil. Doğal bir
sarhoşlukla, salına serpile yürüyüp
gidiyor. Onu belli bir noktada, canımın istediği bir andaki haliyle alıyorum. Duruşu değil, geçişi
anlatıyorum: Fakat yaştan yaşa, yahut
halkın dediği gibi «yedi yıldan yedi yıla» geçişi değil, günden güne, dakikadan dakikaya geçişi. Hikayemi
saati saatine yazmam gerekiyor. Az sonra
değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da
değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen
olaylar, kararsız ve bazen çelişmeli
düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba
benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konulan ayrı koşullara ve ayrı bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal
ise, kendi kendimden ayrıldığım oluyor.
Fakat Demades'in dediği gibi, doğrudan hiç
ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli
bir arayış ve oluş içinde. Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok.
Bütün ahlak felsefesi sıradan ve kendi
halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün
halleri vardır. (Kitap 3, bölüm 2) Olgun bir okuyucu çok kez başkasının
yazdıklarında yazarın düşünmediği
güzellikler bulur, okuduklarına daha zengin anlamlar ve renkler kazandırır. (Kitap 1, bölüm 26) Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilsek
bile, ancak kendi aklımızla akıllı
olabiliriz. (Kitap 1, bölüm 24)
KENDİMİZİ TANIMAK
Plinius'un dediği gibi, herkes kendisi için
bir derstir elverir ki insan kendini
yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir;
başkasına değil kendime ders veriyorum.
Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki
başkasına da yararı olabilir. Zaten
benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle
uğraşıyorum; delilik ediyorum, bundan zarar görecek başkası değil, benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende
başlayıp bende bitiyor, hiçbir kötülüğe
yol açmıyor. Eskilerden yalnız iki üçünün bu işi denediğini söylerler; ama onların, yalnız
adlarını bildiğimiz için benim
yaptığımın tıpkısını yapıp yapmadıklarını söyleyemeyiz. Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını
gözlemek, onun karanlık derinliklerine
kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırdedip yazmak sanıldığından çok daha
zahmetli bir iştir. Sonra bir taraftan
bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de var ki insanı dünya işlerinden, hem de en değerli dünya
işlerinden çekip alıyor. Birkaç yıldır
düşüncelerimin kendimden başka amacı yok; yalnız kendimi sorguya çekiyor ve inceliyorum. Başka bir şeyi incelediğim de oluyor ama,
onu da hemen kendime çekiyor, daha
doğrusu, kendime mal ediyorum; daha az yararı olan öteki bilimlerde olduğu gibi, bu bilimde
öğrendiklerimi başkalarına
bildiriyorsam, bunda hiçbir kötülük görmüyorum. Şunu da söyleyeyim ki öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum.
İnsanın kendini anlatmasından daha zor
ve daha yararlı hiçbir şey yoktur. Üstelik,
meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi gerekiyor. Ben durmadan kendimi düzenliyorum,
çünkü durmadan anlatıyorum. Kendinden sözetmeyi kötü görmek, yasak
etmek adet olmuştur çünkü kendinden
sözetmek her zaman kendini övmek gibi görünür
kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden sözetmeyi yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde,
burnunu koparmak olur. İn vitium ducit
culpae fuga (Horatius) Kusur
korkusuyla suç işliyoruz. Bu tedbirde
ben kardan çok zarar görüyorum, hatta kendimden
sözetmek mutlaka övünmek olsa bile ben asıl amacıma bağlı kalmak için, kendimdeki bu hastalığı ortaya koyacak
bir işten kaçınmamalıyım; işlediğim, hem
de edindiğim bu kusuru gizlememeliyim. Ama, bana sorarsanız, birçokları içip sarhoş oluyor
diye, şarabı yasak etmek yanlıştır fazla
kaçırılan şeyler hep iyi şeylerdir. Kendinden sözetmenin kötü sayılması bence yalnız, halkın düşeceği
kaba hatalardan ötürüdür. Bu türlü
kurallar budalalara vurulan dizginlerdir: Ne azizler -ki kendilerinden pekala sözederler-, ne
filozoflar, ne bilginler bu kuralları
dinler; onlara hiç benzememekle birlikte ben de bu kuralları dinlemiyorum. Onların ereği kendilerini
anlatmak değildir, ama sırası gelince de
kendilerini uluorta göstermekten çekinmezler. Sokrates kendinden sözettiği kadar neden sözeder? Hep
müritlerini de kendilerinden sözetmeye,
kitaplardan öğrendiklerini değil içlerinde olup
bitenleri anlatmaya dürtüklemez mi? Tanrıya ve rahibe kendimizden sözetmiyor muyuz? Protestan komşularımız bunu
halkın gözü önünde yapıyorlar.
Diyeceksiniz ki, onlara yalnız kötü taraflarımızı anlatırız. Ama bu, her şeyi söylüyoruz demektir; çünkü
iyi tarafımız da bütün günahlardan
arınmış değildir. Benim mesleğim,
sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum,
gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler mimara da desinler ki, sen binalardan kendine göre
değil başkasına göre, kendi bilginle değil
başkasının bilgisiyle sözedeceksin. Kimse sormadan kendi değerlerini ortaya koymak bir övünme
ise niçin Cicero Hortentius'un,
Hortentius Cicero'nun söz güzelliğini öne sürüyor? Bana diyebilirler ki: Kendini kuru sözle
değil işle ve eserle anlat. Ben her
şeyden önce düşüncelerimi anlatıyorum, bunlarsa ün ve eser haline gelemeyecek kadar belirsiz şeyler: Onları söz
haline getirmekte bile güçlük çekiyorum.
Birçok olgun ve değerli insanlar herhangi bir iş görmekten kaçınmışlardır. Yaptığımız işler kendimizden
çok rastlantıların eseridir: Bu işler
kendi özlerini belli ederler; beni ise
ancak şöyle böyle, belli belirsiz, parça parça gösterebilirler. Ben
kendimi olduğum gibi gösteriyorum: Öyle bir beden yapısı koyuyorum ki ortaya bir bakışta damarları,
kasları, her şeyi yerli yerinde
görüyorsunuz. Öksürük, sararma, yahut
yürek çarpması yalnız bedenin bir kısmını,
onu da şöyle böyle, gösterebilir. Ben yaptıklarımı değil, kendimi,
öz benliğimi anlatıyorum. Bence insan ne olduğunu bilmekte dikkatli
olmalı; iyi tarafını da, kötü tarafını
da aynı titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Eğer ben kendimi iyi ve olgun görseydim, bunu bağıra bağıra
söylerdim. Kendimi olduğumdan az
göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır;
kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır. Aristoteles'e göre, hiçbir iyilik sahtelikle
bir arada gitmez; doğru hiçbir zaman
yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır.
Bence bu kendini beğenme illetinin
esası, kendinden pek fazla hoşlanmak, kendi
kendine hayasızca aşık olmaktır. Bunun en iyi çaresi, kendinden sözetmeyi yasaklayan ve böylece bizi kendimiz
üzerinde düşünmekten büsbütün
alıkoyanların dediklerinin tam tersini yapmaktır. Gurur insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek
küçük bir parçasıdır. Bu adamlar öyle sanıyorlar ki insanın kendi üzerinde
durması, kendinden hoşlanması, hep
kendisiyle uğraşması kendine fazla düşkün
olması demektir. Oysaki aşırı benciller kendilerini pek üstünkörü bilenler, kendilerinden önce işlerine
bakanlardır. Onlara göre kendi
kendisiyle başbaşa kalmak, sırtüstü yatıp vakit öldürmektir; ruhunu zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak
boş hayaller kurmaktır. Sanki kendimiz
bizden ayrı, bize yabancı birisiymiş gibi.
Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam, kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara
gözlerini kaldırsın; o zaman yüzlerce
devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır. Kendi mertliğiyle övünüp böbürleniyorsa, onu çok geride
bırakan Scipion'un, Epaminondas'ın,
bunca orduların ve ulusların hayatlarını hatırlasın. İnsan kendindeki eksik ve cılız değerleri,
üstelik insan hayatının hiçliğini hesaba
katarak düşünecek olursa, hiçbir değeriyle övünmeye kalkışmaz. Yalnız Sokrates, tanrısının
dediğine uyup kendini gerçekten
tanımasını ve küçük görmesini bildiği için Bilge adını almaya hak kazanmıştır. Kendini böylesine
tanıyan adam istediği kadar kendinden
sözetsin. (Kitap 2, bölüm 6) NASIL
YAZMALI
Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan
çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar
diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam
varmış, kötü horoz resimleri yapar ve
uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı
Antigenides'in bulduğu çare benim daha
işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar
dinletirmiş. Böyle derim de
Plutarkhos'tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış
ki bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak
konuyu ele alsanız bir taraftan gelir
işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar
kolayca yağma ettirmesi bayağı gücüme
gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde kalıyor.
Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir
ülkede oturuyorum. Öyle bir yer ki
tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince'sini bilmez, hele Fransızca'sını hiç anlamaz. Başka yerde
yazsam daha iyi yazardım, ama yazdığım
şey daha az benim olurdu. Oysaki benim
yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben yazarken rastgele gittiğim için bol bol
hatalara düşerim. Bunları pekala
düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış
tanıtmış olurdum. Bana dediler mi, yahut
ben kendi kendime dedim mi ki: «Sen kaba kaba
benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün tehlikeli (Ben Fransa sokaklarında söylenen
hiçbir sözden kaçmam; gramer adına
kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler); bak şu cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun;
fazla ileri gidiyorsun; sen boyuna
kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes yalancıktan sanacak.» «- Doğru, derim; ama
ben dikkatsizlikten gelen hatalarımı
düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum?
Her yerde böyle çiğ çiğ göstermiyor
muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da
bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.» (Kitap 3, bölüm V) Odysseus'un dertlerini inceleyip kendi dertlerini
bilmeyen dil bilginleriyle, çalgılarını
akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort
etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius.
(Kitap 1, bölüm 25)
HAYAT VE
FELSEFE
Çok
gariptir; çağımızda işler o hale geldi ki felsefe, anlayışlı insanlar arasında bile, ne teorik ne pratik hiçbir
yararı ve değeri olmayan boş ve kuru bir
laf olup kaldı. Bence bunun nedeni, felsefenin ana yollarını sarmış olan safsatalardır.
Felsefeyi, çocuklar için ulaşılmaz, asık
suratlı, çatık kaşlı ve belalı göstermek büyük bir hatadır. Onun yüzüne bu sahte, bu kaskatı bu çirkin maskeyi
kim takmış? O ki hep bayram ve hoş zaman
içinde yaşamayı emreder bize. Gamlı ve buz
gibi soğuk bir yüz içimizde felsefenin barınamadığını gösterir.
Felsefeyi barındıran ruh, kendi sağlığıyla bedeni de sağlam etmeli. Huzur ve rahatın ışığı ta dışardan
görünmelidir. Dış varlığı kendi kalıbına
uydurmalı ve böylece ona sevimli bir gurur, hareketli ve neşeli bir tavır, memnun ve güleryüzlü bir
hal vermelidir. Bilgeliğin en açık
görüntüsü, sürekli bir sevinçtir. Onun durumu, aydan daha yukarda olan şeylerin durumu gibidir. Hem de
rahat. Müritlerini çamur ve kir içinde
yaşatan felsefe değil, Barocco ve
Baralipton'culardır. (Skolastikte bazı önerme türleriyle ilgili
uydurma sözcükler.) Onlar felsefenin
yalnız adını duymuşlardır. Yoksa nasıl
olur? Felsefe ruhun fırtınalarını dindirmeyi, açlığı ve hastalığı
gülerek karşılamayı, birtakım uydurma
müneccim işaretleriyle değil, doğal ve
somut yollarla öğretmeye çalışır. Felsefenin amacı erdemdir; bu erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp,
yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına
dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzel, bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler
onu. Orada erdem yine her şeyden
yüksektedir; fakat yerini bilen olunca, ona gölgeli, çimenli, güzel kokulu yollardan, güle söyleye,
göklerin kubbesi gibi rahat ve dümdüz
bir inişle varılabilir. Bazıları bu yüksek, bu güzel, bu zafer sevinci dolu, aşk dolu, tadına doyulmaz,
yiğitliğine ulaşılmaz erdemin,
tatsızlığa, rahatsızlığa, korkuya, zorbalığa açıkça ve amansızca düşman olan, kendine doğayı kılavuz,
mutluluğu ve zevki eş bilen erdemin
semtine uğramadıkları için gitmişler, güçsüzlüklerine uygun olarak, böyle kasvetli, titiz, somurtkan, eli
sopalı, asık suratlı, anlamsız bir erdem
örneği tasarlamışlar ve onu, insanları korkutmaya mahsus bir umacı gibi, dünyadan uzak bir
kayalığın üstüne, dikenlikler arasına
koymuşlar... Gerçek erdem zengin,
kudretli ve bilgili olmasını, mis kokulu
yataklarda yatmasını bilir. Hayatı sever; güzelliği de, şanı ve onun
da, sağlığı da sever. Fakat onun öz be
öz işi, bu nimetler ölçü ile
kullanmasını ve yiğitçe bırakıp gitmesini bilmektir: Çetinliğinden
çok daha fazla büyüklüğü olan bir iş, ki
onsuz her hayat bozuk, karışık ve
şekilsizdir ve bu yüzden tehlikeli engeller, dikenlikler ve
ejderhalarla dolmaya elverişlidir. Eğer
eğitilecek genç, acayip yaratılışlı olur da
güzel bir yolculuk hikayesi, yahut anlayabileceği bir felsefe konusu yerine masal dinlemeyi yeğ tutarsa,
arkadaşlarının genç dinç yüreklerini
coşturan davullar çalındığı zaman o, kendisini hokkabaz oyunlarına çağıran arkadaşının yanına
giderse, bir savaştan toz toprağa ve
zafere bürünüp dönmeyi, top oyunundan yahut balodan bir armağanla dönmekten daha hoş ve daha çekici
bulmazsa, bu genç için bir tek çare
görüyorum: Eğitmeni onu daha çocukken, kimseye
duyurmadan boğar; yahut da bu gence, bir düka'nın oğlu bile olsa herhangi bir şehirde pastacılık yaptırılır.
Platon der ki, çocuklara babalarının
yeteneklerine göre değil, kendi yeteneklerine göre meslek bulmak gerekir. Mademki asıl felsefe bize yaşamayı öğreten
felsefedir ve mademki çocuğun da öbür
yaştakiler gibi, ondan alacak olduğu dersler vardır, niçin çocuğa felsefe öğretilemezmiş: Udum et molle lutum est; nunc properandus,
et acri Fingendus sine fine rota
(Persius) Çamur yumuşak ve ıslak;
çabuk, çabuk olalım. Durmadan dönen çark
biçim versin ona. Bize yaşamayı ömür
geçtikten sonra öğretiyorlar. Cicero dermiş ki,
iki insan hayatı yaşayacak olsam bile, lirik şairleri incelemeye
zaman harcamam. Bence bu dırdırcılar
daha hazin bir şekilde yararsızdır.
Çocuğumuzun o kadar yitirecek zamanı yoktur: Pedagogların elinde ancak hayatının ilk on beş, on altı yılını
geçirebilir: Geri kalan zaman
hayatındır. Bu kadar kısa bir zamanı zorunlu bilgilere verelim; üst yanı emek israfıdır. Hayatımızın işine
yaramayan bütün bu çetrefil diyalektik
oyunlarını kaldırıp atın; iyi seçmesini ve iyi açıklamasını bilmek koşuluyla basit felsefe konuları alın:
Bunlar Boccacio'nun masalından daha kolay
anlaşılır. Bir çocuk buları sütnineye verildiği
andan itibaren okuma yazmadan çok daha kolay öğrenebilir. Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken
de, ölüme doğru giderken de
söyleyecekleri vardır. (Kitap 1, bölüm 26)
YASALAR ÜSTÜNE
Yasalar doğru oldukları için değil yasa
oldukları için yürürlükte kalırlar.
Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir şeyden değil. Mistik olmak işlerine gelir. Yasa
koyanlar da çok kez budala, ya da
eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl olursa olsunlar, insandırlar sonunda, her
yaptıkları şey ister istemez sudan ve
değişkendir. Yasalardan daha çok,
daha ağır, daha geniş haksızlıklara yol açan ne
vardır? (Kitap 3, bölüm 13) Bir
filozofu çiftleşirken yakalayıp, ne yapıyorsun diye sormuşlar: Bir insan ekiyorum diye cevap vermiş
serinkanlılıkla ve hiç utanmadan.
Sarmısak ekerken görülmekle bu işi yaparken görülmek arasında ayrım yokmuş onun için. (Kitap 2, bölüm
12)
BİLGİ VE
DÜŞÜNCE
Öğrenimden
kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır. Epiharmus (Pythagoras okulundan bir filozof.) der ki,
insan düşünce ile görür ve duyar; her
şeyden yararlanan her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör,
sağır ve cansızdır. Şu kesin ki çocuğa
kendiliğinden bir şey yapmak özgürlüğünü
vermemekle onu korkak bir köle durumuna sokuyoruz. Retorika ve gramer üstüne, Cicero'nun şu veya bu cümlesi
üstüne öğrencisinin ne düşündüğünü kim
sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize
basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve sözcükler, anlatılan şeyin
kendisi haline gelir. Ezber bilmek,
bilmek değildir; belleğimize emanet edilen
her şeyi saklamaktır. İnsan, kendiliğinden bildiği her şeyi
ustasına bakmadan, kitaptaki yerini
aramadan, istediği gibi kullanır. Tümüyle
kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir! Böyle bir bilgi bir süs
olarak kullanılsın: Ama temel olarak
değil. Nitekim Platon, gerçek felsefenin
sağlam irade, inanç ve dürüstlük, amaçları başka olan öteki bilimlerinse yalnızca süs olduğunu söyler.
(Kitap 1, bölüm 26)
YAŞAMAK VE ÇALIŞMAK
Doğa bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki
ihtiyaçlarımızı gidermek zevkli bir iş
de olsun üstelik: Aklımızın istediği şey,
iştahımızın da aradığı şey olsun: Onun kurallarını bozmaya hakkımız yok.
Caesar'ın ve İskender'in, en büyük işleri başarırken, doğal ve
budan ötürü gerekli ve akla uygun
zevkleri bol bol tattıklarını görünce, buna
ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işleri ve yorucu düşünceleri
dinç bir yürekle günlük hayatın bir
parçası haline sokmak, ruhu
sağlamlaştırmaktır derim. Zevklerin gündelik zaferlerini olağanüstü
iş saymışlarsa bilge adamlarmış. Biz pek
şaşkın varlıklarız: Filanca hayatını
işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz -Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu
sizin yalnız başlıca işiniz değil, en
parlak, en onurlu işinizdir: Bana büyük işler çevirmek olanağını verselerdi, neler yapmaya gücüm
olduğunu gösterirdim, deriz. Önce siz
kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi? Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmek
için büyük fırsatlara ihtiyaç yoktur
hangi mevkide olursa olsun, perde arkasında da, perde önünde de insan kendini gösterir. Bizim
işimiz kitap doldurmak değil, ahlakımızı
yapmaktır; savaşmak ülke kazanmak değil, yaşayışımıza dirlik düzenlik getirmektir; En büyük en
onurlu eserimiz doğru dürüst yaşamaktır.
Geri kalan her şey, başa geçmek, para yapmak, binalar kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler,
yollardır. Bir komutanın, az sonra hücum
edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tümüyle serbest ve rahatça, kaygısızca sohbete
dalması, Brutus'un herkesin kendisine ve
Roma'nın özgürlüğüne karşı pusu kurduğu bir sırada gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam
bir sessizlik içinde Polybius'u okuyup
notlar yazması ne güzel bir şey! Düşündükçe içim açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı
altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir
yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.
O fortes pejoraque passi Mecum
saepe viri, nunc vino pellite curas;
Cras ingens iterabimus aequor. (Horatius) Ey benimle bunca çetin işler görmüş
yiğitler, Bugün, dertlerinizi şarapla
giderin Yarın engin denize açılacağız.
(Kitap 3, bölüm 13) RUH VE BEDEN Güzellik, insanlar arasında, çok tutulan
bir şeydir. Aramızda ilk anlaşma onunla
başlar. İnsan ne kadar vahşi, ne kadar kötü yaratılışlı olursa olsun onun büyüsüne kapılmaktan
kendini alamaz. Bedenin varlığımızdaki
payı ve değeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına ve düzenine verilen önem pek yerindedir. İki
temel taşımızı (ruh ve bedeni)
birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar tam tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek
gerek. Ruhtan istenecek şey bir köşeye
çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp kendi başına bırakmak değil (Hoş, bunu ancak
sahte bir çeşit maymunlukla yapabilir
ya), ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek,
ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek, yanlış yola saptığı zaman geri çevirmek, kısacası onunla
evlenmek, ona gerçekten bir koca
olmaktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık değil, uygunluk ve benzerlik olsun.
İNSAN VE ÖTESİ
Kendini beğenmek insanın özünde, yaratılışında
olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların
en zavallısı, en cılızıdır öyleyken en mağruru da odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisliği
içinde oturduğunu, evrenin en kötü, en
ölü, en aşağı katında, göklerin kubbesinden en uzakta, üç cinsten yaratıkların en kötü haldekileriyle
birlikte, dünya evinin en alt katına
bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan yukarılara çıkıp gökleri ayaklarımın altına
indirmek sevdasıyla yaşar. Aynı hayal
gücüyle kendini tanrıyla bir görür; kendisine tanrısal özellikler verir; kendini öteki yaratıklar
sürüsünden ayırıp kenara çeker,
arkadaşları, yoldaşı olan varlıklara yukardan bakar; her birine uygun gördüğü ölçüde güçler ve yetenekler
dağıtır. Biz insanlar öteki
yaratıkların ne üstünde ne altındayız. Bilge der ki, göklerin altındaki her şey, aynı yasanın ve
aynı yazgının buyruğundadır. Indupedita suis fatalibus omnia vinclis.
(Lucretius) Her şey, kırılmaz
zincirleriyle bağlı yazgının. Bazı
ayrılıklar, düzeyler ve dereceler vardır; ama her şeyde aynı doğanın yüzü görülür. Res quoeque suo ritu procedit, et
ommes Foedere naturae certo
discrimina servant (Lucretius) Her şey
kendine göre gelişir ve hepsi
Sürdürür doğa düzeninin ayrılıklarını. (Kitap 11, bölüm 12) EVİNİ KORUMA Bunca bekçili, silahlı evler yok oldu gitti
de benimki niçin duruyor? Anlaşılan,
diyorum, o evler bekçili, silahlı oldukları için yok olup gittiler. Korunmak saldırana hem istek
veriyor, hem de hak kazandırıyor: Her
korunma savaşçı bir kılığa girer ister istemez. (Kitap 2, bölüm 15) Bilinecek, bilinince de daha fazla hatırı
sayılacak diye iyi adam olan, insanların
kulağına gitmesi koşuluyla iyilik eden kişi, kendisinden fazla yarar sağlanabilecek bir insan
değildir. (Kitap 2, bölüm 16) AŞK
ÜSTÜNE Kitapları bir yana bırakır da
dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz
şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir
şey değildir, gibi geliyor bana.
Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir
boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz
ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük
haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzelliğin
aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği
o acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u
düşürdüğü o delice, budalaca, saçma
sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat,
sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme,
bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip
kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye
insan hazzın son kertesinde acı çeker
gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara
bakınca, Platon'un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor.
İnsanların bu en bulanık, en karışık
işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla
delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İnsanların en
ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir
düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır. Oyun arasında ciddi düşüncelere yer
vermeyenler, bir aziz heykelinin
karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama
bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel
olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri,
Platon'un bütün felsefesini ve
ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve, insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır.
Başka her yerde az çok nazik
olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama
bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli
düşünülemez bile. Bir arayın da bulun
bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir? Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü
olduğunu bir bu işte, bir de uyumada
anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın
eder. Onu sadece mayamızdaki bozukluğun
değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir
belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.
Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona
bağlamıştır bir yandan da bizi bırakır,
onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız, perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi
hayvanlık saymaktan daha büyük hayvanlık
mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları,
kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması
demek olan sünnet bir yana, bütün kanılar
bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta,
bu işe yarayan taraflarımızdan utanmakta
pek de haksız değiliz ya... İnsanın
doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün
ışığında, gelmiş meydanlar ararız, ama
onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu
öldürmesini bilmekse birçok erdemleri
içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles ülkesinin bir deyimine göre birini
iyileştirmenin öldürmek anlamına
geldiğini söyler. Bazı uluslar
yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir
bayan, o da aynı kafada: Çiğnemek hiç
güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine,
güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne
başkalarını yemek yerken görmeye, ne de
başkalarının kendini yerken görmesine
katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok
insanlar varmış ki başkalarından üstün
sayılmak için kendilerini yemek yerken
göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini
gözlerini param parça ederlermiş, kimselerle
de konuşmazlarmış. Bu softalar demek
doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar
kötüleşirlerse, o kadar iyileşeceklerini
sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi
zevklerini başının belası sayıyor.
Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan
insanlar da var. Sağlık, sevinç içinde
olmak onlar için en zararlı, en belalı
hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki doğuşlarına lanet eder, ölümlerine
şükrederler. Güneşe lanet edip
karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde
gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi
bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av kendi kendimizdir. O miseri! quorum guadia crimen habent.
(Gallus) Ah zavallılar, sevinçlerini
suç sayanlar. Bre zavallı insan, az mı
derdin var ki kendine yeni dertler
uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni
çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun?
İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana
batıyor? Doğanın seni zorladığı bütün
yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut,
doğanın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez
yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala.
Üstelik bu yasalar ne kadar özel, dar,
dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde arıtıyor senin. Mahalle papazının sana
emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya
bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak, bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın
böyle geçiyor. (Kitap 3, bölüm 5) DOSTLUK
Dost ve dostluk dediğimiz, çokluk ruhlarımızın
beraber olmasını sağlayan bir raslantı
ya da zorunlulukla edindiğimiz ilintiler,
yakınlıklardır. Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden uyuşmuş, karışmış kaynaşmıştır ki onları
birleştiren dikişi silip süpürmüş ve
artık bulamaz olmuşlardır. Onu (Etienne de la Boetie: Montaigne'in en iyi dostu. İyi yürekliliği ve
bazı şiirleriyle tanınmıştır.) niçin
sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak
şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim. Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle
yürüdü, birbirini o kadar coşkun bir
sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar
tanımakla kalmıyor, kendimden çok ona
güvenecek hale geliyordum. Öteki
sıradan dostlukları buna benzetmeye kalkışmayın: Onları, hem de en iyilerini ben de herkes kadar bilirim.
O dostluklarda insanın, eli dizginde
yürümesi gerekir: Aradaki bağ, güvensizliğe hiç yer vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Chilon
(Eski Yunanistan'ın ünlü bilgelerinden
biri.) dermiş ki: «Onu (dostunuzu), bir gün
kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; ondan, bir gün kendisini sevecekmiş gibi nefret edin.» Benim
anlattığım yüksek ve yalın dostluk için
hiç yerinde olmayan bu davranış, öteki dostluklara uyabilir. Bunlar için, Aristoteles'in sık sık
tekrarladığı şu sözü de kullanabiliriz:
«Ey dostlarım, dünyada dost yoktur...»
Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum: Tattığım zevkler bile, beni avutacak yerde ölümünün acısını daha
fazla artırıyor. Biz her şeyde
birbirimizin yarısı idik; şimdi ben onun payını çalar gibi oluyorum:
Nec fas esse ulla me voluptate hic frui Decrevi, tantisper dum ille abest meus
particeps (Terentius) Onunla her şeyi
paylaşmak zevkinden yoksun kalınca,
Hiçbir zevki tatmamaya karar verdim.
Her işte onun yarısı, ikinci yarısı olmaya o kadar alışmıştım ki şimdi artık yarım bir varlık gibiyim. Illam meae si partem animae tulit Maturior vis, quid moror altera, Nec chanıs aeque, nec superstes Integer? Ille dies utramque Duxit ruinam (Horatius) Mademki zamansız bir ölüm seni, ruhumun
yarısı olan seni alıp götürdü,
yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün ikimiz
birden öldük. Ne yapsam, ne düşünsem
onun eksikliğini duyuyorum. O da benim
için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat
kat üstündü. (Kitap 1, bölüm 28)
DOSTLUK BAĞLARI
Karı koca arasındaki sevginin, arada bir
ayrılmakla gevşeyeceğini sanırlar. Bence
hiç de gevşemez. Tersine, fazla sürekli bir beraberlik bu sevgiyi soğutur, bozar. Uzaktan her kadın
insana hoş gelir. Herkes kendi
hayatından bilir ki, her gün birbirini görmenin tadı başka, ayrılıp kavuşmanın tadı başkadır. Ayrılıklar benim
yakınlarıma sevgimi tazeler, ev
hayatımın tadını artırır. Değişiklik, arzularımı bir o yana, bir bu yana sürtüp kızıştırır. Dostluğun
kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan
bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur. Hele karı koca dostluğunda, uzun bir iş ortaklığı
dolayısıyla bizi birbirimize çekecek,
hatırlatacak nice bağlar vardır.
Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm.
Ona iyilik etmeyi onun bana iyilik
etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her edeceği iyiliğin bana da iyilik olmasını
isterim. Bana en büyük iyiliği kendine
iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor, yahut bir işine yarıyorsa, uzakta
olması bana yanımda olmasından daha
tatlı gelir. Kaldı ki haberleşmek olanağı varsa insan ayrı düşmüş de sayılmaz. Ben vaktiyle
dostumdan ayrılmada yarar bile buldum. Birbirimizden uzaklaşmakla hayatımızı
daha fazla doldurmuş, olanaklarımızı
genişletmiş oluyorduk. Başka başka
yerlerde, o benim için yaşıyor, keyfediyordu, ben de onun için. Hayatın tadını bir aradaymışız gibi
çıkarıyorduk. Hatta bir aradayken
birimizden biri işsiz kalıyordu. O kadar kaynaşmıştık ki ayrı ayrı yerlerde olmakla anamızdaki gönül birliği bir
kat daha zenginleşiyordu. (Kitap 3,
bölüm 9) DIRDIRCILAR Mızmız, dırdırcı insanları hiç sevmem; bu
adamlar yaşamanın sevinçlerine yan
çizer, dertlere can atar, dertlerle kaynaşırlar: Sinekler gibi, cilalı pırıl pırıl yerlerde tutunamaz,
pürtüklü, pürüzlü yerlere abanır,
oralarda rahat ederler; ya da sülükler gibi kara kan içer, kanla beslenirler. (Kitap 3, bölüm 5) Eğitimin insanı bozmaması yetmez, daha
iyiden yana değiştirmesi gerekir. (Kitap
1, bölüm 25) YALNIZLIK Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır
sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat
yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini
bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin
yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay
değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın,
hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan
başka, saraydan ve pazardan el çekmekle
hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş
olmuyoruz. Ratio et prudentia
curas, Non locus effusi late maris
arbiter, aufert. (Horatlus)
Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir,
O engin denizlerin ötesindeki yerler değil Ülke değiştirmekle kıskançlık, cimrilik,
kararsızlık, korku, tutku bizi
bırakmaz. Et post equitem sade
atra cura. (Horatius) Ve keder,
atımızın terkisine binip gelir. Onlar
manastırlarda, medreselerde bile peşimizi bırakmazlar. Bizi onlardan ne çöller kurtarabilir, ne
mağaralar, ne de bedenimize ettiğimiz
işkenceler Haeret lateri letalis
arundo. (Virgilius) Öldürücü yara
bağrımızda kalır. Sokrates'e birisi
için, seyahat onu hiç değiştirmedi, demişler. O da: Çok doğal, çünkü kendisini de beraber
götürmüştür, demiş. Quid terras alio
calentes Sole mutamus? patria quis
exul Se quoque fugit? (Horatius) Niçin başka güneş başka toprak
ararsın? Yurdundan kaçmakla kendinden
kaçar mısın? İnsan önce içindeki
sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla
bunaltır onu: Nasıl ki yerine oturmuş yükler daha az engel olur geminin gidişine. Bir hastaya iyilikten çok
kötülük edersiniz yerini değiştirmekle.
Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp
sallamakla. Onun için kalabalıktan
kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş bitmez: İçimizdeki kalabalık hallerimizden
kurtulmamız, kendimizi kendimizden
koparmamız gerek Rupi jam vincula
dicas; Nam luctata canis nodum arripit; attemen
illi, Cum fugit, a collo trahitur
pars longa catenae. (Persius) Kırdım
diyorsun zincirlerini; Evet, köpek de
çeker koparır zincirini, Kaçar o da,
ama halkaları boynunda taşıyarak
Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız
bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır
düşlerimiz. Nisi purgatum est pectus,
quae prelia nobis Atque pericula tonc
ingratis insinuandum? Quantae
conscindunt hominem cuppedinis acres
Sollicitum curae, quantique perinde timores? Quidve superbia spurcita, ac petulantia,
quantas Efficiunt clades? Quid luxus
desidiesque? (Lucretius) İçi
arınmamışsa, neler bekler insanı,
Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna! Tutkuları içinde ne kemirici
kaygılar. Ne korkular içinde kıvranır
insan! Ne çöküntüler yapar bizde
gurur, şehvet, Öfke, gevşeklik ve
tembellik! Kötülüğümüz içimizde bizim;
içimizse kurtulamıyor kendi
kendisinden. In culpa est
animus qui se non efiugit unquam. (Horatius)
Ruhun derdi içinde ve kaçamaz kendi kendinden. İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu,
parası ve hele sağlığı olmalı, ama
mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir
köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü,
kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı
hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün başbaşa
verip dertleşmeliyiz; karımız,
çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş
gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni
bir şey olmasın. Kendi içine
çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir; kendi kendisiyle, çekiş dövüş, alışveriş
edebilir. Yalnız kalınca sıkılır, ne
yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız. In solis sis tibi turba locis
(Tibulhıs) Issız yerlerde kendin için
bir evren ol Erdem, der Antishenes,
kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara baş
vurur, ne laflara, ne gösterişlere.
Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir
adam canını dişine takmış, kurşun
yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor bütün hıncıyla; bir başkası, karşı tarafta,
kan revan içinde, aç susuz savunuyor o
kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda ölecekleri ve hiç
görmedikleri insan belki o sırada kılım
kıpırdatmadan keyif sürmektedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin, perişan, saçı sakalı birbirine karışmış
kitaplıktan çıkıyor gece yansından
sonra: Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir insan olmak için mi karıştırdı sanırsınız? Yok canım sen
de! Ya ölecek o kitaplıkta ya öğretecek
yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi düzenle kurduğunu ve falan Latince sözcüğün nasıl
yazılması gerektiğini. Kim seve seve
feda etmiyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi
ölümümüzden korkmakla yetinemeyiz;
karılarımızın, çocuklarımızın, adamlarımızın ölümünden de korkmak zorundayız. Kendi işlerimizden
çektiğimiz sıkıntı yetmiyormuş gibi
komşularımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere sokar, bunaltırız kendimizi. Vah! quemquamne hominem in animum
instituere, aut Parare, quod sit
charius quam ipse est sibi? (Terentius)
Vah, vah! Nasıl olur da insan bir şeyi Kendinden daha çok sevmeye kalkar? (Kitap
1. bölüm 39)
DEVRİM
Bir devleti hiçbir şey yenilik kadar rahatsız
etmez: Değişiklik hep kötülüğe ve
zorbalığa yol açar. Bir tek parça bozulunca düzeltilebilir: Her şeyin özündeki bozulma ve çürüme
eğiliminin bizi ilkelerimizden
uzaklaştırmasına da karşı koyabiliriz; ama koca toplumu yeniden kalıba dökmeye, bu kadar büyük bir yapının
temellerini değiştirmeye kalkmak,
düzeltecek yerde silip süpürmek, ufak tefek kusurları toptan bir kargaşalıkla düzeltmek, hastalıkları
ölümle iyi etmek, «Devlet değiştirmekten
çok yıkmak isteyen» (Cicero) kimselerin işidir.
Dünyanın birden düzeleceği yoktur; ama insan kendini sıkan şey karşısında o kadar sabırsızdır ki, her ne
pahasına olursa olsun ondan kurtulmak
ister. Binlerce örnek de gösteriyor ki dünya böyle çabuk iyileşme aramaktan hep zarar görür: Durumunda
genel bir iyileşme olmadıkça, bir an
dertten kurtulması iyileşmesi demek değildir. (Kitap 3, bölüm 9) PARİS
Fransa'ya ne kadar kızsam Paris'e kötü gözle bakamam; çocukluğumdan beri yüreğim ona bağlıdır. O,
benim içimde en güzel şeylerle bir
aradadır: Sonradan başka güzel şehirler gördükçe onun güzelliğine daha derin bir sevgiyle
bağlandım. Paris'i yalnız kendisi için
seviyorum; yabancı süslere boğulmuş olarak değil, kendi haliyle seviyorum; kusurlu, belalı taraflarına
varıncaya kadar her şeyi ile ve candan
seviyorum. Beni Fransız yapan yalnız bu büyük şehirdir; halkıyla büyük, dünyadaki yeriyle büyük, hele
türlü türlü rahatlıklarıyla büyük ve
eşsiz olan, Fransa'nın onuru ve dünyanın en
soylu ziynetlerinden biri sayılan bu şehirdir. Allah onu çatışmalarınızdan korusun. Toplu ve birleşik
olduğu sürece, her kuvvete karşı koyabileceğinden
eminim; şunu bilelim ki, bütün
partilerin en kötüsü, onu karışıklığa sürükleyecek parti olacaktır.
Paris için beni korkutan yalnız
kendisidir; ve onun için korktuğum kadar,
doğrusu, bu devletin hiçbir parçası için korkmam. (Kitap 3, bölüm 9)
ÇEVİRİ
Jacques
Amyot'ya (İlk ve büyük Fransız çeviricilerinden (1513- 1593) bizim Fransız
yazarları arasında en onurlu yeri vermekte
haksız olmadığımı sanıyorum. Yalnız anlatımının doğallığı ve temizliği (ki bunda bütün ötekileri aşar), bu
kadar uzun bir iş üzerinde dayanışı,
böyle çetrefil ve çetin bir yazarı büyük bir başarıyla çevirecek kadar derin bilgisi için değil
(büyük bir başarıyla diyorum, çünkü kim
ne derse desin, hiç Yunanca bilmememe karşın, çevirinin her yerinde anlamın pek düzgün ve tutarlı
olduğunu görüyorum, o kadar ki, ya
yazarın düşüncesini tam anlamış yahut da uzun bir uğraştan sonra Plutarkhos'un ruhunu toptan
bir kavrayışla kendi ruhuna aşılamış ve
böylece ona hiç değilse aykırı ve birbirini
tutmayan düşünceler söyletmemiştir); Amyot'ya en çok şunun için minnet borcu duyuyorum ki, ülkesine hediye
etmek üzere bu kadar değerli ve yararlı
bir kitabı (Plutarkhos'un «Ünlü Adamlar»ı.) arayıp bulmuş. Bu kitap bizi içinde bulunduğumuz
çamurdan çıkarmasaydı biz cahillerin
hali haraptı: Onun sayesinde bugün konuşmaya ve
yazmaya cüret edebiliyoruz; kadınlar onu okuduktan sonra kocalarına ders veriyorlar: Hepimizin başucu kitabı
oldu. (Kitap 2, bölüm 20)
İNSAN
DOĞASI
İnsan doğasının yetersizliği yüzünden hiçbir
şeyi duru ve yalın halde tutamıyoruz.
Kullandığımız her şeyin özü bozulmuştur madenlerin bile. Altını işimize yarar hale getirmek için
başka bir madde ile karıştırıp bozmak
zorunda kalıyoruz. Ne Ariston'a,
Pyrrhon'a ve Stoacılara göre hayatın amacı olan erdem, ne de Kyrene okuluyla Aristippas'ın
sözettikleri haz katıksız olarak elde
edilmiştir. Kavuşabildiğimiz zevk ve
nimetlerin hepsi mutlaka dertlerle,
üzüntülerle karışıktır. Medio
de fonte leporum Surgit amari aliquid,
quod in ipsis floribus angat (Lucretius)
Zevkin kaynaklarında öyle bir acılık var ki, Çiçekler arasında bile olsa boğazımızı
yakar. Son sınırına varan bir hazda
inlemeye, sızlanmaya benzer bir durum
vardır. İnsan can çekişir gibi olur. O kadar ki bu haz son kertesine geldiği zaman onu en acı sözcüklerle
anlatırız: Bitmek, yanmak, bayılmak,
ölmek, «morbidezza» gibi. Tatlı ile acı arasında, bir öz birliği olduğuna bundan daha iyi kanıt
olamaz. Derin bir sevinçte, eğlentiden
çok ciddilik vardır. Ipsa Felicitas, se
nisi temperat, premit (Seneka)
Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur. Mutluluk bizi ezer. Eski bir Yunan atasözü de öyle der anlamı
aşağı yukarı şudur: Tanrıların bize
verdiği bütün nimetlerin hiçbiri katıksız ve kusursuz değildir, onları bir dert pahasına satın
alırız. İşte eğlence, keyifle sıkıntı,
birbirinden çok ayrı oldukları halde, gizli
birtakım ilintilerle, kendiliklerinden birleşebiliyorlar. Sokrates der ki: «Tanrılardan biri hazla
elemi birleştirip karıştırmak istemiş,
bunu başaramayınca, bari şunları kuyruklarından birbirine bağlayalım, demiştir.» Metrodorus, yazgının bir çeşit zevkle
karışık olduğunu söylermiş, bilmem o da
aynı şeyi mi söylemek istiyordu; fakat bana öyle geliyor ki insan kendini hüzne bile bile, isteye
isteye, seve seve bırakır. İnsan mahsus
da kederli görünebilir; onu demek istemiyorum. Üzgün zamanımızda bile gülümseyen, hoşumuza giden,
ince ve tatlı bir şeyler duyar gibi
oluruz. Acaba bazı ruhlar için hüzün bir zevk, bir gıda değil midir? Est quaedam flere voluptas (Ovidius) Ağlamak da bir zevktir. Seneka'da Attalus diye biri der ki:
Yitirdiğimiz dostların anısı, çok eski
bir şarabın acılığı gibi, mayhoş elmalar gibi hoşumuza gider.» Minister vetuli, puer, Falerni, Ingere mi calices amariores,
(Catullus) Kadehime eski Falernum
şarabı döken çocuk, Daha acısından getir
bana. Doğada şöyle bir karışma
da görülür: Ressamlardan öğreniyoruz ki
ağlarken ve gülerken yüzümüzde beliren çizgiler ve hareketler aynıymış. Gerçekten, resim henüz bitmeden
bakacak olursanız çehre ağlayacak mı,
gülecek mi bilemezsiniz. Daha garibi var: Gülme son sınırına varınca gözyaşlarıyla karışır. İnsanı dilediği bütün keyiflere kavuşmuş
düşünelim. Diyelim ki bütün bedeni,
aralıksız, şehvetin son sınırındaki hazza benzer bir haz içindedir. Öyle sanıyorum ki insan bu hazzın
ateşiyle erir; bu kadar katıksız, bu
kadar sürekli, bu kadar geniş bir şehvete dayanamaz. Böyle bir duruma düşecek olursak, çürük
tahtaya basıyormuş gibi korkarak kaçmak,
içgüdümüzle bu durumdan kurtulmak isteriz. Kendi kendime günahlarımı açarken
görüyorum ki, en iyi huylarımda bile
kötüye çalan bir yan var. Korkarım ki Platon (benim şahsen en temiz yürekle hayran olduğum, doğrulukta
herkesten üstün tuttuğum Platon) en sağlam
bildiği doğruluğu iyi yoklasaydı, ki herhalde
yoklamıştır, bu doğrulukta insanın karışık yapısından gelen bir bozukluk bulurdu. Fakat bu bozukluk çok
derinlerde gizlidir; onu ancak kendimiz
görebiliriz. İnsan her bakımdan ve her yönden yamalı, alaca bulacadır. Adaletin yasalarında bile mutlaka adaletsiz
bir taraf vardır. Platon diyor ki,
yasaların bütün ezici ve üzücü taraflarını anlatmaya kalkanlar yedi başlı ejderhanın başlarını kesmeye
yelteniyorlar. Tacitus şöyle der: «Omme magnum exemplum habet aliquid ex
iniguo, quod contra singulos utilitate
publica rependitur.» Örnek olsun diye
verilen her cezada kamunun yararına ve bireyin
zararına bir adaletsizlik vardır.
Günlük hayatımızda ve insanlarla olan alışverişlerimizde fazla parlak ve keskin bir zeka göstermek de doğru
değildir. Derin bir anlayış bizi fazla
inceliğe ve fazla meraka götürür. Zekamızın olaylara ve dünya işlerine daha elverişli bir hale getirebilmek
için biraz ağırlaştırmak, körleştirmek,
onu bu karanlık ve bayağı hayata uydurmak için
karartmak ve bulandırmak gereklidir. Nitekim gevşek ve sıradan zekalar işleri daha kolaylıkla, daha
başarıyla çevirirler. Yüksek ve ince
felsefi düşünceler iş görmeye elverişli değildir. Keskin bir
düşünce inceliği, kabına sığmayan bir
zeka çevikliği, işlerimize engel olur.
Dünya işlerini daha hoyratça, daha gelişi güzel yürütmeli ve her zaman talihe büyük bir pay bırakmalıdır.
İşleri derin, inceden inceye düşünüp
aydınlatmaya gerek yoktur. Birbirine zıt birçok parlak düşünceler ve biçimler içinde insan kendini
kaybeder: Volutantibus res inter se
pugnantes obtorpuerunt animi.
(Titus-Livius) Zıt düşünceleri
çevire çevire zihinleri sersemleşmişti.
Her işin bütün koşullarını ve sonuçlarını arayıp hesaplayan adam karar vermekte güçlük çeker; orta bir kafa da
işleri görür, büyük küçük bütün
girişimlere yeter. Dikkat ederseniz en iyi işçiler nasıl iş gördüklerini söylemekten aciz kimselerdir. Buna
karşılık, yaptıklarını çok iyi anlatan
kimselerin elinden iyi iş çıktığı pek görülmez. Her iş üzerinde bol bol, güzel güzel konuşmasını çok
iyi bilen birini tanırım ki, kendisine
yılda yüz binlerce gelir getiren bir serveti acınacak bir şekilde elinden kaçırdı. (Kitap 2, bölüm
20) Bilim iyi olmasına iyi bir ilaçtır
ama hiçbir ilaç saklandığı kabın
pisliğiyle değişip bozulmayacak kadar zorlu değildir. (Kitap 1,
bölüm 20)
İNSANIN
GÜÇSÜZLÜĞÜ
Bir filozofu, ince çelik tellerden örülmüş
sağlam bir kafes içine koysalar ve
kafesi Paris'in Notre-Dame katedralinin kulelerinden birinin tepesine assalar filozof akıl yoluyla
oradan düşmesi tehlikesi olmadığını
açıkça bilecek, ama yine de (dam aktarma işlerinde çalışmamışsa) bu kadar yükseklerden aşağı
bakar bakmaz korkuyla ürpermekten
kendini alamayacaktır. Çan kulelerinin yüksek
yerlerinde, korkuluklar kafesli oldu mu bu kafesler taştan da olsa, korka korka dolaşırız. Böyle yerlerde
dolaşmanın düşüncesine bile dayanamayan
insanlar vardır. İki kule arasına, üstünde rahatça gezilebilecek kalınlıkta bir direk uzatsalar,
hiçbir felsefi olgunluk, ne kadar
sarsılmaz olursa olsun bize orada yerde yürür gibi yürümek cesaretini veremez. Ben bunu bizim tarafın
dağlarında çok denedim. Yükseklerden
öyle pek fazla korkanlardan da olmadığın halde, o sonsuz derinlikler karşısında bacaklarım
titremeye başlardı. Hem öyle yerlerde ki
uçurumun kenarında boyumdan fazla yer vardı, bile bile kenara gitmedikçe düşme olasılığı da yoktu...
Hekimlerin anlattığına göre bazı sesler
ve çalgılar kimi insanları çıldırma hallerine sokarmış. Ben kendim masalarının altında bir köpeğin
kemik kemirmesini duyunca deliye dönen
kimseler gördüm. Demirin eğelenirken
çıkardığı keskin sese pek az kimse dayanabilir. Boğazında veya burnunda tıkanıklık olan birinin konuşmasını
dinlerken öfkeye, nefrete kapılan
insanlar çoktur. Graechus'ün bir flütçüsü varmış. Efendisi Roma meydanlarında nutuk verirken bu flütçü
arkadan flütüyle onun sesini yükseltir,
alçaltır düzenlemiş. Burada flütün gördüğü iş
dinleyicilerin heyecanını artıran, düşüncelerini değiştiren bazı
ses tonlarını ve hareketlerini bulmaktan
başka ne işe yarayabilirdi? Doğrusu,
bir üfürüğün titreyiş ve iniş çıkışlarıyla halden hale giren, çekilen tarafa giden şu bizim mübarek
insanoğlunun sağlamlığına büyüklüğüne
hiç diyecek yok. (Kitap 2, bölüm 12)
ÜN Yaptığı iyiliği başkaları
duysun diye, kendisine daha fazla değer
verilsin diye yapan, doğruluğu dillerde dolaşmak koşuluyla doğru
olan adamdan pek hayır gelmez. Gredo che'I resto di quel verno cose Facesse denge di tenerne conto, Ma fur sin'a que tempo si'nascose, Che non e colpa mia s'hor'non le
conto: Perche Orlando a far opre
virtuose, Piü ch'a narrerla poi,
sempre are pronto, Ne mai fu alcun'de
li suoi fatti espresso Se non quando
hebbe i testimonü appresso (Aristo, Orlando Furioso) Sanıyorum ki geri kalan kış aylarında
Orlando birçok onurlu işler gördü. Fakat
şimdiye kadar bunlar o kadar gizli tutuldu ki, onlardan sözetmiyorsam suç benim değildir. Çünkü
Orlando'nun, isteği parlak görünmek
değil, parlak işler görmekti. Sağlam tanıkları olmadıkça zaferleri meydana çıkmazdı. İnsan savaşa girmeyi kendi için bir ödev
bilmeli ve beklediği ödül, bütün iyi
davranışların ne kadar gizli olursa olsun, er geç görecekleri ödül olmalıdır, bu da temiz bir vicdanın iyi
bir iş gördüğü için kendi içinde
duyacağı rahatlıktır. İnsan zevki için yiğit olmalı ki yiğit talihin cilvelerinden uzak kalsın, sağlam ve güvenli
bir temel üzerine yerleşsin. Virtus, repulsae nescia sordidae Intaminatis fulget honoribus; Nec sumit aut ponit secures, Arbitria popularis aurae. (Horatius) Başarısızlıktan zarar görmeyen bir değer,
hiçbir şeyin lekeleyemediği bir onurla
parlar; böyle bir değer halkın keyfiyle ne yükselir ne de alçalır.
Ruhumuz yapacağım gösteriş için yapmamalı, her şey içimizde, hiçbir gözün görmediği en gizli yerimizde
olup bitmelidir. Orada ruhumuz bizi ölüm
korkusundan, acılardan, yüzkarasından bile korur, çocuklarımızı, dostlarınızı, servetimizi
yitirmeye dayanacak ve gereğinde savaşın
tehlikelerine atılabilecek bir duruma getirir: Non emolumento aliquo, sed ipsius
honestatis decore. Çıkar için değil,
yiğitlik şanı için. (Cicero) Böyle bir
kazanç, başkalarının hakkımızda iyi yargılar vermesinden başka bir şey olmayan onurlar ve ünlerden çok
daha büyüktür, istenmeye çok daha
layıktır. Ufacık bir toprak davası
için halkın içinden on beş kişiyi seçmeyi
akıl ediyoruz, sonra en önemli davamızı tutup bilgisizliğin, adaletsizliğin ve kararsızlığın anası olan
halkın oyuna bırakıyoruz. Akıllı bir
insanın, hayatını düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakması akıl kârı mıdır? «An quidquam stultius quam quos singulos contemmas
eos aliquid putare esse universos?»
(Cicero) Ayrı ayrı bakınca değer
vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri
zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu? ... Halk öyle şaşkın, öyle başıboş bir
kılavuzdur ki, ne kadar zeki, ne kadar
becerikli olsak adımlarımızı ona uyduramayız. Her kafadan çıkan bütün o karmakarışık sesler, bizi dört
bir yana sürükleyen o kaba sözler,
düşünceler arasında doğru yolu bulmak olacak iş değildir. Bu kadar kararsız, serseri bir varlığı kendimize
kılavuz saymayalım: Her zaman aklımızın
ardısıra gidelim, halkın takdiri de canı isterse ardımızdan gelsin. Bu takdir zaten talihe
bağlı olduğu için onu kendi yolumuzda
giderken de bulabiliriz. Doğru yolu yalnız doğru olduğu için tutmak istemesek bile, bu yolun eninde
sonunda halk için de en yararlı yol
olduğunu göreceğiz ve yine ona döneceğiz:
«Dedit hoc providentia hominibus munus, ut honesta magis juvarent.» (Qintilianus) Yazgının insanlara bir lütfu da, namuslu
işlerin aynı zamanda en yararlı işler
olmasıdır. Yunanlı bir balıkçı, bir
kasırga sırasında Neptunus'a şöyle söylemiş: «Ey tanrı, beni ister kurtar, ister
batır, ben dümenimi kırmadan dosdoğru
gideceğim.» Zamanımda nice dönek, ikiyüzlü, karışık insanlar gördüm ki, dünya işlerinde benden
daha tedbirli oldukları halde, benim
kurtulduğum felaketlerden kendilerini kurtaramadılar. Risi successu posse carere dolos.
(Ovidius) Kurnazlıkların para
etmediğini gördüm de güldüm. (Kitap 2, bölüm 16) TANRILAR ÜSTÜNE En az bildiğimiz şeyler tanrılaşmaya en
elverişli olanlardır. Onun içindir ki
Yunanlıların, biz insanları tanrılaştırmalarına bir türlü akıl erdiremem. Ben kendi hesabıma yılana, köpeğe,
öküze tapanları daha akla uygun
görüyorum; çünkü onların huylarını daha az biliyoruz. Onlara hayalimizle istediğimiz gibi değer
biçimler, görülmedik kudretler vermek
daha fazla hakkımızdır. Bizim yaratılışımızın ne kadar eksikleri olduğunu biliyoruz; tanrıları
bize benzer tasarlamak, onları bizim
gibi arzuları, öfkeleri, kinleri, kanları, hazları, ölümleri, mezarları olan birer varlık olarak düşünmek
insan düşüncesinin bir sarhoşluk zamanına
rastlamış olsa gerektir. Quae procul
usque adeo divino ab numine distant.
Inque deum numero quae sint indigne videri (Lucretius) Bütün bunlar tanrılıktan ne kadar uzak,
tanrıların dünyasına ne kadar
aykırı. «Formae, aetates,
vestitus ornatus noti sunt, genera, conjugia,
cognationes omniaque traducta ad similitudinem imböcillitatis humanae: nam et per turbatis animis
inducuntur; accipimus enim deorum
cupiditates, aegritudines, iracundias.» (Cicero) Tanrıların yüzlerini, yaşlarını, elbiselerini,
süslerini biliyoruz; Şecereleriyle,
evlenmeleriyle, akrabalıklarıyla hep biz aciz insanlara benzetilmişlerdir: Onların ruhları da aynı
yanlış yollara sapmaktadır, tanrıların
da tutkularından, kederlerinden, hiddetlerinden
sözedilmektedir. İnanca, doğruluğa, namusa, özgürlüğe, barışa,
zafere, dindarlığa, hatta hazza,
sahteciliğe, ölüme, hırsa, ihtiyarlığa, sefalete, korkuya hastalığa, felakete, şu zavallı, cılız
hayatımızın daha birçok belalarına birer
tanrı işi diye bakmak aynı şeydir.
Quid juvat hoc, templis nostros inducere mores O curvae in terris animae et caelestium inanes! (Persius) Bizim ahlak ve törelerimizi, bizim toprağa
bağlı, göklerden yoksun ruhlarımızı
tapınaklara sokmaya ne gerek var?
Mısırlılar, tedbirliliği hayasızlığa götürüyor, Apis ve İzis'in
vaktiyle birer insan olduklarını
söyleyenlere ölüm cezası veriyorlardı; oysa
böyle olduğunu herkes de biliyordu. Varro der ki, bu tanrılar
heykel ve resimlerinde parmaklarını
ağızlarına koymakla sanki rakiplerine: Sakın
bizim aslında birer insan oldugumuzu kimseye söylemeyin, yoksa insanlar bizi artık saymazlar, demek
istiyorlardı. Mademki insanlar ille de
tanrılarla akraba olmak istiyorlar, bari,
Cicero'nun dediği gibi, kendi kusur ve sefaletlerini göklere çıkaracaklarına, tanrıların değerlerini yere
indirip kendilerine mal etselerdi. Fakat
aslına bakacak olursak, insanlar aynı sakat düşünce ile, hem o türlüsünü hem de bu türlüsünü
yapagelmişlerdir. Yunan
filozoflarının, tanrıları inceden inceye bir sıraya korken, ilintilerini, görev ve yetkilerini büyük bir
özenle ayırtederken ciddi olduklarına
bir türlü inanamıyorum. Bana öyle geliyor ki Platon, Pluton'un bahçesini (cehennemini),
gövdelerimizin çürüyüp toprak olduktan
sonra göreceğimiz işkence veya rahatlıkları sayıp dökerken ve bunları hayattaki duygularımıza
benzetirken, Secreti celant calles, et
myrtea circum Sylva tegit, curae non
ipsa in morte relinquunt (Virgilius)
Gizli yerler, defne ormanları onları saklar ve dertleri ölümde bile peşlerini bırakmaz. ve Muhammet, Müslümanlara, halılar döşeli,
altınlar, zümrütlerle süslü, en güzel
kadınlarla, şaraplarla, acayip yemeklerle dolu bir cennet vadederken içlerinden gülüyorlardı
ikisi de ve ağzımıza bir parça bal sürüp
bizi dünyadaki isteklerimize uygun hayal ve umutlara düşürmek için mahsus bizim insani ve maddi
tarafımıza sesleniyorlardı. Nitekim
birçoklarımız bu gaflete düşerek mahşer
gününden sonra tıpkı dünyadaki çeşitten zevkler ve rahatlıklarla
dolu bir dünya hayatı süreceğimizi sanıp
dururuz. İnanabilir miyiz ki Platon, bu
kadar yüksek düşüncelere ulaşmış, «tanrısal» lakabını alacak kadar tanrılara yaklaşmış olan bir
adam, insan gibi zavallı bir varlıkta
aklın ulaşamadığı o esrarlı tanrı gücüne benzer bir taraf görsün, bu zayıf varlığımızın, cılız
duygularımızın sonsuz bir hazza
dayanacak kadar sağlam ve dayanıklı olduğunu sansın? Eğer Platon bu kanıda ise, biz de ona insan aklı adına
şunu söyleriz: Bize öteki dünyada
vereceğin zevkler burada duyduğumuz zevklerse, bunların sonsuzluğa benzer hiçbir yanları yok.
Duyularımızın beşi de ağızlarına kadar
hazla dolacak olsa, ruhumuzun arzulayacağı, umacağı bütün zevklere erse, bu da hiçtir. Bir şey ki
benimdir, bendedir, onda tanrısal bir
taraf yoktur. Dünyadaki durumumuza, hayatımıza bağlı şeylerin ötede bulunmaması gerekir. Ölümlü varlıklara
özgü bütün zevkler ölümlüdür. Öteki
dünyada akrabalarımızı, çocuklarımızı, dostlarımızı bulmak bizi sevindiriyorsa, hala böyle bir
mutluluğa bağlı kalıyorsak, dünyadaki
ölümlü hayatımız orada da devam ediyor demektir. Biz o yüksek ve tanrısal değerleri ne biçimde hayal
edersek edelim, layık oldukları biçimde
hayal edemeyiz: Onları gereğince düşünebilmek
için, düşünülmez, anlatılmaz, anlaşılmaz ve bizim bayağı
hayatımızın nimetlerine hiç benzemez
kabul etmek gerekir. Aziz Paulus der ki:
«Allahın kullarına hazırladığı mutluluğu ne insan gözü görebilir, ne
de insan yüreği duyabilir.» Eğer bu
mutluluğu duyabilmemiz için (Platon,
senin söylediğin gibi) bizi arıtmalardan geçirip yeni bir biçime sokacaklarsa, bu değişiklik o kadar
büyük, o kadar kökten olacaktır ki,
artık ortada bizden eser kalmayacaktır.
Hector erat tunc cum bello certabat; at ille, Tractus ab Aemonio, num erat Hector, equo
(Ovldius) O dövüşen adam Hektor'du,
fakat öteki, O atların sürüklediği
artık Hektor değildi. Ahirette,
vadedilen ödülleri alacak olan, bizden başka türlü bir varlık olacaktır.
Qoud mutatur, dissolvitur; interit ergo: Trajiciuntur enim partes atque ordine
migrant (Lucretius) Değişmek,
dağılmak; yokolmaktır Parçalar oynar
yerinden, bozulur düzenleri.
Pitagoras'ın metamorfozlar evreninde ruhların beden değiştirdiğine bir an inansak bile Caesar'ın ruhunu taşıyan
aslanın aynı ihtirasları duyduğunu, bir
Caesar olduğunu kabul edebilir miyiz? Eğer onda Caesar'lık kalıyorsa, Platon'un
da tuttuğu bu düşünceye çatanlara hak
vermek gerekir. Bunlar der ki, insan kalıp değiştirdikten sonra
yine kendisi kalırsa, bir evladın, katır
şekline girmiş olan annesinin sırtına
binmesi gibi saçmalıklar olabilir. Hayvan bedenlerinin aynı türden başka bedenlere çevrilişlerinde son
gelenlerin eskilerden farksız
olduklarını kabul edebilir miyiz? «Phoenix»in (Yandıktan sonra küllerinden yeniden doğan efsanevi bir kuş:
Anka.) küllerinden bir kurt peyda olur,
sonra bu kurttan başka bir «phoenix» çıkarmış; bu ikinci «phoenix»in birincisinden başka
olmadığı nasıl düşünülebilir? şu bizim
ipeği yapan kurtlar, bakarsınız, ölmüş, kupkuru olmuş gibidirler, sonra aynı bedenden bir kelebek
peyda olur, ondan da tekrar bir kurt
çıkıverir. Bu kurdun birinci kurt olduğunu kabul etmek gülünçtür. Bir kez yok olan şey artık
yoktur. Nec si materiam nostram
collegerit aetas Post abitum,
rursumque redegerit, tu sita nunc est.
Atque iterum nobis fuerit data lumina vitae, Pertineat quidquam tamen ad nos id quoque
factum Interrupta semel cum sit
repetentia nostra. (Lucretius) Biz
öldükten sonra zaman bütün maddemizi yeniden toplasa; ona bugünkü düzenini geri verse, yeniden hayat
ışığına çağrılsak bütün bunların bizimle
hiç ilgisi olmazdı, çünkü bellek ipliği bir kez kopmuş olurdu.
Platon, sen başka bir yerde diyorsun ki, öteki dünyada ödüllere kavuşacak olan, insanın yalnız ruh yanıdır.
Bu da yine, pek olacağa benzemiyor. Scilicet, avolsis radicibus, tu nequit
ullam Dispicere ipse oculus rem,
seorsum corpore toto. (Lucretius) Göz,
kökleri kopup bedenden ayrılınca, kendi başına kalınca artık hiçbir şey göremez. Çünkü, bu hesaba göre, ahiretin nimetlerine
kavuşacak olan insan değildir, yani biz
değiliz; çünkü ruh ve beden bizim esaslı iki
parçamızdır; onların birbirinden ayrılması olan ölüm, varlığımızın
yok olmasıdır. Inter enim jacta est vitai pausa,
vageque Deerrarunt passim motus ad
sensibus omnes. (Lucretius) Hayatın
sona erdiği yerde her şey amaçsız olarak ve duygulara dokunmadan yaşar. İnsanı yaşatan organları kurtlar
kemirirken, toprak hepsini parçalayıp
yerken, insanın acı duyduğundan söz eden yok. Et nihil hoc ad nos, qui conjugioque Corporis atque animae consistimus uniter
apti. (Lucretius) Bütün bunların hiç
ilişkisi yok bizimle, Çünkü biz ruhla
beden bir aradayken varız. (Kitap 2, bölüm 12)
AYLAK RUHLAR
Boş bırakılmış topraklar, gübreli ve
bereketliyseler, yüz bin çeşit otlarla
dolar. Yararlı olabilmeleri için onlara kazma vuruyor, işe yarar tohumlar ekiyoruz. Kadınlar kendi başlarına
kalınca biçimsiz birtakım et parçaları
çıkarırlar sağlam ve doğal bir beden yaratabilmeleri için bir tohum almaları gerekiyor. Ruhlar da böyledir;
onları bir düşünceyle uğraştırıp
dizginlerini tutmazsanız, uçsuz bucaksız bir
hayal dünyasında, başıboş, öteye beriye dolaşıp dururlar. Böyle bir aylaklık içinde ruhların kurmadığı hayal,
düşmediği kuruntu, yaratmadığı gariplik
kalmaz. Velut aegri somnia, vanae Finguntur species. (Horatius) Sayıklayan hastalar gibi boş hayaller
kurarlar. Bir amaca bağlanmayan ruh,
yolunu kaybeder; çünkü, her yerde olmak
hiçbir yerde olmamaktır. Quisquis
abique habitat, Maxime, Nusquam
habitat. (Martialis) Her yerde olan
hiçbir yerde değildir. Hayatımın son
yıllarını elimden geldiği kadar kaygısız ve salt kendi rahatımı düşünerek geçirmeye karar verip de
köşeme çekildiğim zaman, ruhuma
edebileceğim en büyük iyiliğin onu tam bir başıboşluk içinde bırakmak olacağını düşünmüştüm;
bırakalım kendi kendisiyle söyleşsin;
kendi içinde, kendi hayalinde kalsın, demiştim. Yaşım beni daha ağırbaşlı, daha olgun bir hale getirdiği
için bunu artık kolayca yapabileceğimi
umuyordum; fakat görüyorum ki: Variam
semper dant otia mentem (Lucianus) Ruh
başıboş kalınca türlü hayaller kuruyor.
İstediğimin tersine ruhum, yularından kurtulup kaçan bir at gibi kendini daha fazla yoruyor. Kafam durup
dinlenmeden, hiçbir sıra, hiçbir ilinti
gözetmeden öyle garip düşünceler, öyle saçma sapan hayaller kuruyor ki, ilerde bunların
anlamsızlığını ve acayipliğini görüp
kendinden utansın diye hepsini kaydetmeye başladım. (Kitap 1, bölüm 9)
BİLİNÇSİZ
DUYGULAR
İç savaşlarımızın ikincisinde miydi, üçüncüsünde
mi, iyi hatırlamıyorum, evimin bir
fersah kadar ötesine gezmeye gitmiştim.
Benim ev de bütün kargaşalıkların göbeğinde olmuştur her zaman. Uzağa gitmediğim ve güvensizlik duymadığım
için yanıma fazla adam almamış, pek
uysal, ama hiç de sağlam olmayan bir ata binmiştim. Dönüşte bu attan alışkın olmadığı bir hız
istemek zorunda kaldım bir ara.
Adamlarımdan biri, geme dizgine kulak asmayan gürbüz bir küheylana binmiş iri yan delikanlı,
arkadaşlarım geçip caka satmak için dolu
dizgin üstüme geliverdi. Ben küçük, at küçük, adam bütün ağırlığı, dev cüssesiyle bir çarpınca biz
ikimiz de tepetaklak gittik. At bir yana
serili, ben sırt üstü on adım ötesinde; yüzüm gözüm yara bere içinde; elimden fırlamış kılıcım beş kulaç
uzaklarda, üstüm başım param parça,
kımıltısız, duygusuz bir kütük. Geçirdiğim tek
baygınlıktı bu. Adamlarım beni ayıltmak için ellerinden geleni yaptıktan sonra öldüm sanmışlar ve kollarına
alıp zor bela evime getirmişler. Yolda
ve iki uzun saat ölü sayıldıktan sonra kımıldamaya, soluk almaya başladım. Mideme o kadar kan
akmış ki beden onu boşaltmak için
güçlerini diriltmek gereğini duymuş olmalı. Ayağa kaldırdılar beni ve bir hayli kan kustum.
Aynı şeyi birkaç kez tekrarladıktan
sonra biraz canlanmaya başladım. Ama öyle belli
belirsiz, öyle sürüncemeli bir dirilişti ki bu, ilk duygularım
yaşamadan çok daha fazla ölüme yakındı.
Hiç unutmadığım bu duygular bana ölümün
yüzünü ve düşüncesini öyle doğal, öyle olağan gösterdiler ki onunla bir çeşit uzlaşmaya varmış gibiydim. Kendime
gelmeye başlayınca gözlerimin gördüğü o
kadar bulanık, silik ve ölüydü ki,
ışıktı yalnız seçebildiğim.
come quel ch'or apre or chiude
Gli occhi, mezzo tra'I somno e I'esser desto (Tasso) Gözlerini bir açıp, bir kapar gibi Yarı uyur, yarı uyanık bir insan. Ruhun görevleri bedeninkilerle birlikte,
aynı yavaşlıkta kalkınıyorlardı. Kendimi
kan içinde gördüm; çünkü üstüm başım
kustuğum kanlara boyanmıştı. İlk düşündüğüm şey kafama bir kurşun girdiğini sanmak oldu; gerçekten o sırada çevremizde
tüfekler patlıyordu. Canım dudaklarımın
ucunda tutunur gibiydi yalnız; çıkıp
gitmesine yardım edeyim diye gözlerimi kapıyor, uyuşmaktan, kendimi bırakmaktan haz duyuyordum. Her şey
gibi yumuşacık ve hafif bir hayal
yaşantısında yüzüyordum; hiçbir acı duymadıktan
başka. Rahatsızlık şöyle dursun, uykuya dalmak üzere duyulan
tatlılık vardı bunda. Öyle sanıyorum ki can çekişirken kendini
bilmez olanların durumu da budur: Büyük
acılar duyuyorlar, ruhları işkence içinde kıvranıyor sanarak onlara acımamız yersizdir.
Birçoklarına karşı, Etienne de la
Boite'ye karşı bile ben hep böyle düşünmüşümdür. Ölüme yakın halde aygın baygın gördüklerimiz, uzun bir sancıdan
bitkin düşenler, inme inenler, sara
nöbeti geçirenler, başından yara alanlar, kimi zaman iniltiler çıkarır, derin derin soluk alırlar,
bedenlerinde kıvranmaya benzer
kımıltılar olur. Bunlara bakarak onların kendilerini az çok bildiklerini sanırız; oysa, ben derim ki,
ruhları da, bedenleri de uykudadır: Vivit, et est vitae nescius ipse suae
(Ovidius) Yaşıyor ama, bilmiyor
yaşadığını. Organların uğradığı o
büyük çarpılma, duyguların düştüğü o büyük,
derin uyuşma içinde insanın kendini bile bile gücünü
sürdürebileceğine inanamam; böyle olunca
hangi düşünce onlara azap çektirecek,
durumlarının korkunçluğunu anlatıp duyurtacak? İşte bundan ötürü
pek acınacak durumda olmadıkları
kanısındayım. Bence en dayanılmaz, en
korkunç durum uyanık olup da azap çeken
bir ruhun duyduğunu anlatma olanağını bulamamasıdır. Dili kesildikten sonra işkence edilen insanların
durumuna benzetebiliriz bunu... Birçok hayvanların, hatta insanların,
öldükten sonra kaslarını sıktıkları,
oynattıkları görülür. Herkes bilir kimi uzuvlarımız bizden hiç de izin almadan kımıldar, dikilir ve
yatarlar. Yalnızca derimizi oynatan bu
etkilemeler bizim sayılmaz. Bizim olmaları için insanın bütünlüğüyle işe karışması gerekir. Uyurken
elimizin, ayağımızın duyduğu acılar
bizim değildir. (Kitap 2, bölüm 6)
FİLOZOFLAR VE TANRILAR
Thales'e göre tanrı her şeyi sudan yaratmış
bir güçtü. Anaximandros'a göre tanrılar
değişik mevsimlerde doğup ölüyorlardı ve
sayıları sonsuz dünyalardı bunlar. Anaximenes'e göreyse hava tanrıydı, yaratılmış, uçsuz bucaksız ve hep
hareket durumundaydı. Anaxagoras, ilk
kez, her şeyin düzen ve davranışını sonsuz bir ruhun gücü ve aklı yönetimini ileri sürdü. Alkmeon
tanrılığı güneşe, aya, yıldızlara ve
ruha veriyordu. Pythagoras'ın tanrısı bütün nesnelerin yaratılışına dağılan bir ruh oluyor, bizim
ruhlarımız da ondan kopuyordu.
Parmenides tanrıyı, göğü çevreleyen ve dünyayı ışığın kızgınlığıyla ayakta tutan bir çember haline
getiriyordu. Empedokles'e göre tanrılar
dört unsurdu ve her şeyi bunlar yapıyordu. Protagoras tanrıların varlığı, yokluğu ve nitelikleri
üstüne bir diyeceği olmadığını
söylüyordu. Demokritos'a göre tanrı olan kimi zaman imgeler ve çevrintileridir, kimi zaman bu imgeleri
çıkaran doğa ve sonunda bilgimiz ve
zekamızdır. Platon, inancını değişik yönlere dağıtır: Timaios'da dünyayı yaratanın adı olmayacağını
söyler; Yasalar'da tanrı varlığının
araştırılmasını ister; aynı kitapların başka yerlerinde dünyayı, göğü, yıldızlan, toprağı ve
ruhlarımızı tanrılaştırır, ayrıca her
devletin eski düzeninde benimsenmiş olan tanrıları da benimser Xenophanes Sokrates'i aynı karışık öğretiler
içinde gösterir: Kimi zaman tanrı'nın
biçimi araştırılmamalıdır, kimi zaman tanrı güneştir, kimi zaman ruhtur hem bir tektir hem de bir
sürüdür. Platon'un yeğeni Speusippos
tanrıyı, her şeyi yöneten, bir çeşit hayvansı güç olarak düşünür. Aristoteles'e göre tanrı kah evren,
kah ruhtur; kimi zaman evrene başka bir
baş bulur, kimi zaman da tanrıyı göğün ateşliliği olarak görür. Zenokrates'te sekiz olur tanrı:
Beşi gezegenlerin beşlisi, altıncısı
duran yıldızların tümü, yedinci ve sekizinci de ayla güneştir. Herakleitos değişik görüşler arasında gider
gelir, sonra tanrıyı duygudan yoksun
eder biçimden biçime geçiştirir ve sonunda yerle gök olduğunu söyler. Theophrastes aynı
kararsızlık içinde türlü fantazyalardan
geçer, dünyanın yönetimini kah zekaya, kah yıldızlara bağlar. Strato'ya sorarsanız tanrı üretme,
çoğaltma ve azaltma gücü olan doğadır
biçimi ve duygusu yoktur. Zenon'un tanrısı iyiyi buyurup kötüyü yasaklayan doğal yasadır; yaratıklara
o can verir; Zeus, Hera, Vesta gibi
geleneksel tanrılaraysa yer vermez Zenon. Diogenes Apolloniates'in tanrısı havadır.
Xenophanes'in tanrısı yuvarlaktır, görür,
işitir, ama soluk almaz; insan yaratılışıyla hiçbir ortak yanı yoktur. Ariston tanrının biçimce hiçbir şeye
benzetilemeyeceğini, duyarlığı
olmadığını söyler, canlı mı, nedir, ne değildir bilinmez. Kleanthes'e göre tanrı bazen akıl, bazen
evren, bazen doğanın ruhu, bazen de her
şeyi kuşatıp saran yüksek bir sıcaklıktır. Zenon'un çağdaşı Perseus'a göreyse insanlığa önemli
bir hizmette bulunmuş ya da yararlı
şeyler bulmuş olanlara tanrı adı verilmiştir. Khrysippos yukarıda söylenenlerin hepsini karmakarışık
bir araya getiriyor ve yarattığı bin bir
çeşit tanrı arasına ölümsüzlüğe ulaşmış insanları da katıyordu. Diagoras ve Theodonıs tanrı adına
ne varsa hepsini yadsıyorlardı.
Epikuros'da tanrılar ışıklı ve saydamdırlar; içlerinden hava geçebilir iki kale arasındaymış gibi iki
dünya arasında otururlar; kaza bela
semtlerine uğramaz; yüzleri insan yüzü, uzuvları insan uzuvlarıdır, ama hiçbir işte kullanılmaz bu
uzuvlar. Ego deum genus esse semper
dexi, et dicam caelitum; Sed eos non
curare opinor, quid agat humanum genus. (Emnius) Tanrılar vardır dedim ve diyeceğim her
zaman Ama insan işleriyle uğraştıklarına
inanmam. Bunca filozof beyninin
curcunasını gördükten sonra gelin de güvenin
felsefenize; buldum diye övünün çörekteki baklayı!.. Tanrılaşmaya en elverişli olan en az
bildiğimiz şeylerdir; öyleyken eskilerin
biz insanları tanrılaştırmış olmaları aklın almayacağı bir şeydir. Ben olsam yılana, köpeğe, öküze
tapınanları daha haklı bulurdum; çünkü
bu yaratıkların niteliğini, iç varlığını daha az biliyoruz; hayal gücümüzü onlar için daha
keyfimizce işletebilir, olağanüstü
güçler görebiliriz onlarda. Ama tanrıları, kusurlarını bilmemiz gereken kendi yaratılışımıza
benzetmek, onları arzu, öfke, öcalma,
evlenme, akrabalık, aşk ve kıskançlıklarımızla, bizim organlarımız, coşkunluklarımız, keyiflerimiz,
ölümlerimiz, mezarlarımızla düşünmek için
insan kafasının olmayacak bir sarhoşluk
geçirmiş olması gerekir... (Kitap 2, bölüm 12)
ARAMA SEVGİSİ
Demokritos sofrasına gelen incirleri yerken
bir bal kokusu almış ve hemen bir
araştırmadır başlamış kafasında, o güne dek incirlerinden almadığı bu koku nerden gelebilir diye.
Merakını gidermek için kalkmış sofradan,
incirlerin toplandığı yeri görmeye gitmek istemiş. Sofradan niçin kalktığını duyan hizmetçi
kadın gülmüş: Boşuna zaman kaybetmeyin,
demiş; incirleri bal çanağına koymuştum
toplarken. Demokritos'un canı sıkılmış bu araştırma fırsatını
kaçırdığı, bir merak konusu elinden
alındığı için. Hadi be sen de, demiş hizmetçi
kadına, keyfimi kaçırdın; ama ben yine de bal kokusu incirde kendiliğinden varmış gibi nedenini
araştıracağım. Böyle demiş ve yanlış,
kendi varsaydığı bir etkiye doğru nedenler bulmaktan geri kalmamış. Ünlü ve büyük bir filozofun bu
hikayesi, sonunda bir kazanç umudu
olmaksızın, bizi seve seve bir şeylerin ardına düşüren araştırma tutkumuzu apaçık anlatıyor. Plutarkhos'un
anlattığı buna benzer bir örnekte de
adamın biri arama zevkini yitirmemek için
kuşkulandığı gerçeğin kendisine söylenmesini istemez: Kana kana su içme zevkini yitirmemek için hekimin
kendisini sıtmadan kurtarmasını
istemeyen hasta gibi. Tıpkı bunun
gibi, ruhun her türlü beslenişinde zevk çok kez tek başınadır, hoşumuza giden her şey besleyici
ya da sağlığa yararlı değildir.
Düşüncemizin bilimden aldığı da, ne karın doyurduğu, ne de sağlık getirdiği halde hazdır yine de. Her şeyin bir adı bir de kendisi vardır.
Ad, nesneyi gösteren, arılatan bir
sestir ad, nesnenin, özün bir parçası değildir; nesneye eklenen yabancı, nesne dışı bir takıntıdır. (Kitap 2,
bölüm 16) MUTLULUK ÜSTÜNE Scilicit uftima semper Expectanda dies homini est, dicique
beatus Ante obitum nemo, supremaque
funera debet (Ovidius) İnsanın son gününü beklemeli her zaman Mutlu dememeli ona ölmeden Cenazesi kaldırılmadan. Bu konuda Krezus'u hikayesini çocuklar da
bilir; Pers kralı onu esir edip ölüme
mahkum edince sehpaya giderayak, Ah
Solon, ah Solon! diye bağırmış. Krala götürmüşler bu sözü, o da ne demek istediğini sordurunca Solon'un
kendisine verdiği bir öğütün ne doğru
çıktığını anlatmış. Solon bir gün demiş ki ona: «Talih ne kadar güleryüz gösterirse göstersin,
ömürlerinin son günü geçmeden insanlar
mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir
durumdan bambaşka bir duruma
geçiverir.» Agesilaus da, Pers
kralının o kadar genç yaşta öyle büyük bir devlete konduğu için mutlu sayılabileceğini söyleyen
birine: İyi ama, demiş, Priamos da o
yaşta mutsuz değildi. O büyük İskender'den sonraki Makedonya krallarının Roma'da dülgerlik,
budamacılık yaptıkları, Sicilya
zorbalarının Koryntos'da çocuk bakıcısı oldukları görüldü. Dünyanın yarısını fethetmiş, bunca orduları
yönetmiş bir İmparator bir Mısır
kralının aşağılık adamlarına yalvarma zavallılığına düşüyor: Altı yedi ay daha az yaşamış olsa bu hale
düşmeyecekti koca Pompeius. Bizim
babalarımız zamanında da, bütün İtalya'yı o kadar uzun süre sarsmış olan Milano Dukası Sforza, zindanda
öldü, daha kötüsü on yıl yaşadı o öldüğü
zindanda. Hıristiyanlık dünyasının en büyük kralının dulu, kraliçelerin en güzeli, Maria Stuart,
cellat eliyle ölmedi mi geçenlerde?
Binlerce örneği var bunun. O kadar ki, fırtınalar, kasırgalar nasıl mağrur ve yüksek
yapılarımıza daha çok yüklenirlerse, bu
dünyanın büyüklerini yukarılarda kıskanan güçler var diyeceği geliyor insanın. Ve talih sanki ömrümüzün son
gününü bekliyor, uzun yıllar boyunca
yaptığını bir anda yıkma gücü olduğunu göstermek için. Laberius gibi bağırttırmak için bizi:
Gereğinden bir gün fazla yaşamışım!
diye. Solon'un doğru sözü böyle
yorumlanabilir. Ama o bir filozof olduğuna
ve filozoflar mutluluğu, mutsuzluğu talihin cilvelerine bağlamadıklarına, büyüklüklere zaten önem
vermediklerine göre, daha derin düşünmüş
ve demek istemiş olabilir ki bence, ömrümüzün
mutluluğu, soylu bir ruhun rahatlığına, doygunluğuna, düzenli bir kafanın kararlı ve güvenli oluşuna bağlı
olduğu için, hiçbir insana, komedyasının
en son ve kuşkusuz en zor perdesini oynamazdan önce mutlu denemez. O perdeden önce maske
takınmış, felsefenin güzel öğütlerine
gösteriş olsun diye uymuş, ya da sarsıcı olaylarla sınanmadığımız için hep sağlam yürekli
kalmayı başarmış olabiliriz. Ama ölüm
karşısında son rolümüzde, gösterişe yer kalmaz artık, o zaman ana dilimizle konuşmak, dağarcığımızda
iyi kötü ne varsa olduğu gibi ortaya
dökmek zorundayız. Nam verae voces tum
demum pectore ab imo Ejiciuntur, et
eripitur persona, manet res. (Lucretius)
İşte o zaman içten sözler dökülür yürekten Maske düşer, yüz kalır ortada. İşte onun için hayatımızın bütün eylemleri
bu son mihenk taşında denenmelidir.
Başlıca gündür o, bütün öteki günleri yargılayan gündür. Bütün geçmiş yılların hesabı o gün
verilmeli, der eskilerden biri. Ben de
çalışmalarımın meyvesini denemeyi ölüme bırakıyorum. O zaman görürüz düşüncelerimin ağzımdan mı,
yüreğimden mi çıktığını... (Kitap 1,
bölüm 19)
AMERİKA'NIN BULUNUŞU
Dünyamız az önce bir başka dünya buldu. Bunun
sonuncu kardeş olduğunu kim
söyleyebilir. Bugüne dek inlerin cinlerin bildiği yoktu bu yeni dünyayı. Bizimki kadar büyük, insan
dolu, kanlı canlı bir dünya bu; ama o
kadar yeni, o kadar çocuk ki a.b.c. öğreniyor henüz. Elli yıl öncesine kadar ne yazı biliyordu, ne
tartı, ne ölçü, ne giysi, ne buğday, ne
üzüm. Doğanın kucağında çırılçıplaktı; anası ne verirse onunla besleniyordu. Biz dünyamızı son çağında,
şair Lucretius da gençlik yıllarında
görmekte aldanmıyorsak, biz karanlığa gömülürken bu dünya aydınlığa yeni erecek daha. Bütün
dünya bir inme geçirecek de sanki, bir
kolu tutmaz olup öteki kolu sağlam kalacak. Ama çok korkarım ona dokunmakla çöküp yıkılışını
hızlandırmış, inançlarımızı, bilim ve
sanatlarımızı onlara pek pahalıya satmış olacağız. Bir çocuk dünyaydı bulduğumuz; öyleyken biz onu ne
doğal değer ve gücümüzün üstünlüğüyle
dizginimiz altına soktuk, ne doğruluğumuz,
iyiliğimizle yetiştirdik, ne de ruh yüceliğimiz, cömertliğimizle kendimize bağladık. Verdikleri karşılıkların,
kendileriyle yapılan alışverişlerin çoğu
gösteriyor ki doğal kafa aydınlığı, kavrama
bakımından hiç de bizden aşağı değiller. Kusko ve Meksiko şehirlerinin akıllara durgunluk veren
görkemi; görülmedik nice şeyler arasında
bilmem hangi kralın o bahçesi ki, meyveleri ve tüm bitkileri gerçek bir bahçedeki düzen ve büyüklükleriyle
altından yapılmış, sarayında ülkesinde
yaşayan bütün hayvanların yine altından
heykelleri, değerli taşlardan, kuş kanatlarından, boyalı
pamuklardan yaptıkları el işlerinin
güzelliği zanaattan yana da bizden geri
kalmadıklarını göstermektedir. İnançlara bağlılık, yasalara saygı, iyilik, cömertlik, dürüstlük, içtenlik gibi
erdemlere gelince bunların bizde
onlardakinden daha az olması işimize pek yaradı. Bu üstünlükleri yüzünden mahvolmuşlar, kendi
kendilerini satıp çiğnettirmişlerdir. Gözüpekliğe, yiğitliğe gelince, acılara,
açlığa, ölüme karşı dayanmaya, yürek
sağlamlığına, sözünün eri olmaya gelince,
bunlardan yana bizim dünyamızın geçmişindeki en ünlü örneklerin onlarınkileri hiç de aşmadıklarını
söylemekten çekinmem. Çünkü onları
altedenlerin nelerden yararlandıklarını düşünelim: Adamları kandırmak için ne kurnazlıklara, ne
dalaverelere başvurmuşlar! Sonra bu
ulusların haklı şaşkınlığı: Birdenbire karşılarına sakallı birtakım insanlar çıkıveriyor dilleri, dinleri,
biçimleri, davranışları bir başka türlü;
üstünde insan bulunabileceğini hayal etmedikleri uzak bir yerden gelinişler; hiç at görmemiş, hatta
sırtında insan ya da yük taşıyan hayvan
görmemiş kimselerin karşısına bilinmedik koca
ejderler üstüne binmiş olarak çıkmışlar bizimkilerin sırtında göz kamaştıran zırhlar, ellerinde keskin, parıl
parıl kılıçlar; onlarsa bir aynanın ya
da bir bıçağın mucizeli pırıltısına karşılık avuç dolusu altın ve inci vermeye can atıyorlar. Bizim
çeliğimizi delebilmek için ne yeterince
bilgileri var, ne gereçleri; toplarımızın, tüfeklerimizin çıkardığı yıldırımları, gök gürültülerini de
katın bunlara. Roma İmparatorunu bile
afallatacak olan o gümbürtüleri; bunların karşısında çırılçıplak insanlar, yalnızca pamuktan
yapabildikleri bir parça giysileriyle;
bütün silahları da yaylar, taşlar, sopalar ve ağaçtan kalkanlar; sözde dostluğumuza, iyi niyetimize
güvenip acayip şeyler görme meraklarıyla
faka basan insanlar... İki dünya arasındaki bu
ayrılığı hesaba kattınız mı, bizim fatihlerin bunca zaferi zafer olmaktan çıkıyor. Erkek, kadın, çocuk, kaç binlerce insan
tanrılarını ve özgürlüklerini korumak
için ne sarsılmaz bir coşkunlukla kendilerini amansız tehlikelere atıyorlar; onları hayasızca
aldatanların köleliğine katlanmaktansa
bütün belaları, işkenceleri, ölümü ne yiğitçe bir direnişle seve seve göze alıyorlar; böylesine
alçakça zafer kazanan düşmanlarının
elinden ekmek yemektense açlıktan kırılmaya nasıl razı oluyorlar! Bunlara bakınca öyle sanıyorum ki
bu insanlara silah, görgü ve sayı
eşitliğiyle başa baş saldırsalar gördüğümüz bütün savaşların sonundan daha da kötü bir sonla
karşılaşırlar. Bari bu soylu ülkeyi
Büyük İskender, eski Yunanlılar, Romalılar
fethetmiş olsaydı; bunca krallıkları ve halkları böylesine büyük değişikliğe uğratacak eller, onların vahşi
yanını tatlılıkla törpüleseler, doğanın
orada ürettiği güzel tohumları güçlendirip geliştirseler, toprakların işletilmesine, şehirlerin
donatılmasına gerekli olduğu ölçüde
kendi dünyalarının sanatlarının katmakla kalmayarak Yunan ve Roma erdemlerini o ülkenin yerli erdemleriyle
karıştırsalardı! Bizim oraya
götürdüğümüz ilk örnekler, davranışlar o halkları erdeme hayran etse ve özendirse, onlarla bizim
aramızda kardeşçe bir toplaşma ve
anlaşma kurabilse bütün o yeni ülkede ne yaman bir evrim, bir ilerleme sağlanabilirdi! Çoğunun
doğal başlangıçları bu kadar güzel olan,
o yepyeni, o öğrenmeye susamış ruhları kazanmak
ne kolay olurdu! Biz tam tersine bilgisizliklerinden, görgüsüzlüklerinden yararlanıp onları bizdeki
kötü örnekleriyle kalleşliğe, sefilliğe,
cimriliğe, her türlü insanlık dışı davranışlara, işkencelere alıştırdık. Kim, ne zaman
bezirganlığı, alışverişi böylesi bir
sömürüye götürmüştür? Bunca şehir dibinden yıkılıyor, bunca ulusun kökü kurutuluyor, milyonlarca insan
kılıçtan geçiriliyor, dünyanın en
zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor, niçin? İnciler, biberler, alıp satacağız diye.
Aşağılık makine zaferleri bunlar! Hiçbir
zaman kazanç tutkusu, hiçbir zaman haksız sömürü insanları böylesi korkunç bir kinle birbirine
düşünmemiş, bu kadar yürekler acısı
kıyımlara yol açmamıştır. Deniz kıyısı
boyunca altın aramaya çıkmış İspanyollar bereketli, güzel ve insanı bol bir ülkede karaya
çıkıyorlar ve her yerde olduğu gibi
orada da yerlilere kendi kendilerini övüyorlar: Barışsever insanlarmış, uzak yollardan gelmişlermiş, kendilerini
bütün dünyanın en büyüğü olan Kastilya
Kralı yollamış; Tanrının yeryüzündeki
temsilcisi olan Papa bu krala bütün Hint ülkesini bağışlamışmış; yerliler onun uyrukluğuna girmek isterlerse
kendilerine pek iyi davranacaklarmış;
onlardan yiyecek şeyler, bir de bazı ilaçlarda
kullanmak üzere altın istiyorlarmış; ayrıca bir tek tanrı inancını
ve bizim dinimizin doğruluğunu bilmeleri
gerekiyormuş, bu dine girmeleri de
haklarında hayırlı olurmuş, yoksa işler sarpa sararmış. Aldıkları karşılık şu olmuş: Barışseveriz diyorsunuz, ama görünüşünüz
hiç de öyle değil. Kralınıza gelince,
isteyen durumunda olması muhtaç ve yoksul
olduğunu gösteriyor; ona bu toprakları veren ise savaş seven bir
adam olacak, çükü kendisinin olmayan bir
yeri başkasına vermekle onu verdiği
yerin eski sahipleriyle cenkleşmeye sürüyor. İstediğiniz yiyeceklere gelince onları veririz. Altınsa,
bizde pek fazla yok; zaten yaşamak için
işimize yaramadığından, bütün istediğimiz de rahatlıkla, güzellikle yaşamak olduğundan altına pek
değer vermeyiz; ama, tanrılarımız için
kullandığımız altın dışında ne kadar bulabilirseniz çekinmeden alabilirsiniz. Bir tek tanrıya
gelince, böyle bir düşünüş güzel, ama
bunca zaman bize yararlı olmuş dinimizi değiştirmek istemeyiz; dostlarımız, tanıdıklarımızdan
gayrısından öğüt almaya da alışık
değiliz. Korkutmalarınıza gelince, durumlarını, güçlerini bilmediğimiz insanlara meydan okumak akıl
karı değildir. Kısacası topraklarımızdan
bir an önce çıkıp gitmeye bakın; silahlı ve yabancı kimselerin dürüstlüklerine, parlak sözlerine
güvenme adetimiz yoktur. Çekip
gitmezseniz siz de şunlar gibi olursunuz...
Böylece konuşmuş yerlilerin kralı ve şehrin çevresindeki kesik
insan kafalarını göstermiş. İşte bu
çocuk dünyanın hiç de çocukça olmayan
konuşmalarından bir örnek... (Kitap 3, bölüm 6)
HASTA GÖRÜNMENİN ZARARLARI ÜSTÜNE
Martialis'in bir taşlaması vardır ki,
iyilerindendir; çünkü türlü türlüsü
vardır onda taşlamanın. Bunda, Caelius'un başına geleni anlatır hoşça. Caelius Roma'da büyüklere dalkavukluk
etmekten, sabah akşam yanlarında bulunup
arkalarında dolaşmaktan kurtulmak için nekris
hastalığına tutulmuş gibi göstermiş kendini; herkesi inandırmak için de bacaklarını ovduruyor, sardırıyor ve
nekrisli bir hastanın bütün hallerini
takınıyormuş; sonunda talih gerçek bir nekris ikram etmiş ona:
Tantum cura potest et ars doloris
Desüt fingere Caelius podagram. (Martialis) Öyle başardı hasta görünme sanatını ki Gerçekten nekrise tutuldu Caelius Appianus'da okudum sanıyorum: Adamın biri
Roma triumvir'lerinin cezalarından
kaçmak, ardına düşenlerce tanınmamak için saklanıp kılık değiştirmiş; işi daha da sağlama
bağlamak için de tek gözlü gösteriyormuş
kendini. Biraz daha özgür yaşamaya başlayıp da uzun süre gözüne yapışık kalan bezi çıkarınca
bakmış o güzü görmüyor artık. Belki
görme duyusu uzun zaman kullanmamakla uyuşmuş ve tüm görme gücü öteki göze geçmiştir çünkü,
hep farkına varmamışlardır, kapalı
tuttuğumuz göz, etkisinin bir kısmını
arkadaşına yollar, bu yüzden de açık kalan göz büyür ve
şişkinleşir. Martialis'in nekrislisi de
hareketsizliğiyle, ovmalarla, merhemlerle
hastalığı yaratan iç etkenleri çağırmış olabilir. Froissard'ın anlattığı bir sürü İngiliz
soylusu da Fransa'ya geçip bizlere karşı
kahramanlıklar gösterecekleri güne kadar bir gözlerini kapalı tutmaya yemin ederler. Şu düşünce
gıdıkladı beni: İster misin bu
şövalyeler de hastalık oynayanların kötü sonuna uğramış, uğurlarında kahramanlık ettikleri
sevgililerinin yanına bir gözleri kör olarak
dönmüş olsunlar! Çocuklar tek
gözlüleri, topalları, şaşıları ve daha başka sakatları taklit ettikleri zaman anaları onları azarlamakta
haklıdır; çünkü, o yaştaki tazeliğiyle
bedenin kötü bir yana eğilebilmesi bir tarafa, talih de bizi oynadığımız oyuna düşürmekten hoşlanıyor gibi
gelir bana. Çok duymuşumdur hastalık
oynarken yataklara düşenleri. Ben de
öteden beri, at üstünde ve yürürken, elimde bir değnek ya da bir baston tutmaya alışmış, bunda bir
zariflik göstermeye, yapmacık hallerle bastona
dayanmaya kadar varmışımdır. Çokları korkutmak
istemiştir beni, bu gösteriş günün birinde zorunluluk olur diye. Bundan çıkarıyorum ki soyumda ilk nekrisli
ben olacağım. Ama bu bölümü uzatıp başka renk katalım ona, körlük üstüne.
Plinius der ki adamın biri düşünde kör
olmuş gördü kendini ve hiçbir hastalığı
yokken sabah kör olarak uyandı. Hayal gücü buna neden olabilir, başka
yerde söylediğim gibi, Plinius da öyle düşünüyor gibidir; akla daha uygun gelen şu; beden, görme gücünü yok
eden birtakım gelişmeleri (ki hekimler
isterlerse nedenini bulabilirler) için için
duymuş ve adamın öyle bir düş görmesine yol açmıştır. Seneca'nın bir mektubunda anlattığı buna
yakın bir hikayeyi de ekleyelim:
Bilirsin, diye yazıyor Lucilius'a, Harpasta, karımın soytarısı o deli kadın, babadan kalma
göreviyle kalmıştır evimde; çünkü ben bu
korkunç yaratıklara düşmanımdır; kaldı ki canım bir deliye gülmek isterse, hiç uzağa gitmeden,
kendi kendime gülebilirim. Çok garip,
ama gerçek sana anlatmak istediğim: Bu deli kadın kör olduğunu anlamıyor ve benim evimin karanlık
olduğunu ileri sürerek, kendisini başka
yere götürmesini istiyor yöneticisinden ikide bir. Onun bu durumuna gülüyoruz; ama inan bana ki
hepimizin düştüğü bir durumdur bu: Kimse
cimri olduğunu, kıskanç olduğunu kabul
etmez. Körler hiç olmazsa bir yol gösterici isterler; biz kendi kendimizi sokarız yanlış yollara. Benim
yükseklerde gözüm yoktur, ama Roma'da
başka türlü yaşanmaz, deriz; öfkeliysem, güvenli bir hayat kuramadıysam suç bende değil, gençlikte
deriz. Dışımızda aramayalım kötülüğü,
içimizdedir o; ciğerimize işlemiştir. Hasta
olduğumuzu bilmemek de iyileşmemizi daha zorlaştırır. Kendimizi erkenden bilmeye başlamazsak, nasıl başederiz
bunca dertlerle, bunca kötülüklerle?
Oysa felsefe gibi çok tatlı bir ilacımız da var. Öteki ilaçları ancak bizi iyileştirirlerse hoş
buluruz; felsefe ise hem hoşlandırır,
hem iyileştirir bizi. İşte Seneca'nın
beni konumdan uzaklaştıran sözleri; ama yararsız da sayılmaz bu uzaklaşma. (Kitap 2, bölüm
25) VİCDAN ÜSTÜNE İç savaşlarımız sırasında kardeşimle
birlikte yola çıktığımız bir gün kibar
davranışlı bir baya rastladık. Bizim hasımlarımızdan yanaymış, ama ben bilmiyordum; çünkü kendini olmadığı
gibi gösteriyordu. Bu savaşların en kötü
yanı bu işte: Düşmanınızla aranızda dil, kılık
kıyafet ayrılığı olmadığı, aynı yasalar, aynı töreler, aynı hava
içinde yetişmiş bulunduğunuz için öyle
karışır ki her şey, yanılmaları,
çatışmaları önlemek kolay olmaz. Bu yüzden tanınmadığım yerde kendi birliklerimize rastlamaktan bile
korkardım, sorgu suale, daha da kötüsüne
uğrayabilirim diye. Uğradığım da olmuştu eskiden: Böylesi bir karışıklık yüzünden adamlarımı, atlarımı
yitirdim; hizmetimde çalışan soylu bir
İtalyan çocuğunu da alçakça öldürdüler özenle
büyüttüğüm bu İtalyan'la büyük umutlarla dolu güzelim bir çocukluk söndü gitti. Kardeşimle rastladığımız yolcuya
gelince, adam öyle şaşkınca bir korku
içindeydi ki, yolda atlılara rastladıkça, kralı tutan şehirlerden geçtikçe öyle beti benzi soluyordu
ki, sonunda bunların vicdan
rahatsızlığından geldiğini anladım. Öyle geliyordu ki bu zavallı adama, yüzündeki maske ve kazağındaki haçlar
arasından yüreğindeki gizli niyetleri
okuyacaklar. Vicdanın zorlaması böylesine şaşırtıcı bir şeydir! Ele verdirir bizi, kendimizi
suçlamaya, kendimizle savaşmaya zorlar
bizi; tanık yokluğunda kendimize karşı tanıklık ettirir bize: Occultum quaties animo torture flagellum
(Juvenalis) İçimizde gizli bir kırbaç
taşıyan o cellat. Şu masal çocukların
ağzındadır. Bessus adında biri, bir serçe
yuvasını hiç yüreği sızlamadan bozup yavruları öldürmüş, bundan ötürü kendisine çatanlara: Haklıydım, demiş;
çünkü bu serçe yavruları durmadan beni
babamı, öldürmekle suçluyorlardı haksız yere. Bu baba katili o güne dek bilinmeden, kuşku
uyandırmadan kalmış; ama vicdanının öc
alıcı cadalozları cezayı çekecek olanın kendisine suçunu açıklatmıştır. Hesiodos, ceza suçun ardından hemen gelir;
sözünü düzeltir: Ceza ile suçun aynı
anda, birlikte doğduklarını söyler. Cezasını bekleyenler onu çekiyor demektir cezayı hak etmiş olan
onu bekliyordur. Kötülük kendisine
işkenceler uydurur: Malum consilium consultori
pessimum (Bir atasözü) Kötülüğün
beterini kötülük eden görür. Nasıl ki
arı başkasını sokunca kendisine daha fazla zarar verir çünkü iğnesi ve gücü elden gider. Vitasque in wlnere ponunt (Virgilius) Açtıkları yarada canlarını bırakırlar. Kuduz böceklerinde, doğanın bir çelişkisi
olarak, kendi zehirlerinin panzehiri de
bulunur. Onun gibi insan kötülükten tat alırken
vicdanında tam tersi bir acılık oluşur ve uyurken uyanıkken, türlü üzücü kuruntularla azap çektirir bize. Quippe ubi se multi, per somnia saepe
loquentes Aut morbo delirantes,
procraxe ferantur, Et celata diu in
medium peccata dedisse. (Lucretius)
Çünkü çokları uykularında, sayıklamalarında Suçlamışlar kendi kendilerini, Gizli kalmış cinayetleri çıkmış
ortaya. Apollodorus düşünde görmüş ki
İskitler derisini yüzüyor, kazanda
kaynatıyorlar onu ve bu arada yüreği: Bütün bu kötülüklere ben
neden oldum, diye mırıldanıyormuş.
Kötüler hiçbir yerde saklanamaz, der
Epikuros; çünkü ne kadar saklansalar vicdan kendi kendilerini buldurur onlara. Prima est haec ultio, quod se Judice nemo nocens absolvitur. (Juvenalis) İlk ceza odur ki, hiçbir suçlu Kendi yargıçlığından kurtulamaz. Vicdan içimize korku saldığı gibi,
suçsuzsak rahatlık ve güven verir bize.
Ben kendimden söyleyebilirim ki türlü kötü durumlarda, içimden geçeni, niyetlerimin temizliğini gizlice
kendim bildiğim, düşündüğüm için daha
korkusuz adımlarla yürümüşümdür.
Conscia mens ut cuique sua est, ita concipit intra Pectore pro facto spemque metumque suo. (Ovidius) Kendi üstüne bildiklerine göre ruhumuz Umut ya da korku duyar yaptıklarından. Binlerce örnek verebilirim buna; aynı
kişiden üç örnek yeter. Scipio, Roma
halkı önünde ağır bir suçlamaya uğradığı bir gün, kendisini savunacak ya da yargıçlarına
yaranacak yerde şöyle demiş onlara: Pek
yaraşır size, sayesinde dünyayı yargılama yetkisini elde ettiğiniz bir insanın başını yargılamak. Bir başka zaman, bir halk hatibinin, üstüne
yağdırdığı suçlamalara karşılık olarak,
kendini hiç savunmadan: Gelin yurttaşlarım, demiş gidelim, böyle bir günde Kartacalılara karşı
bana kazandırdıkları zafer için
tanrılara şükredelim. Böyle diyerek kalkmış tapınağa doğru yürümeye başlamış. Bütün topluluk, kendisini
suçlayanla birlikte ardından
gelmiş. Petilius, Cato'nun
dürtüklemesiyle, ondan Antakya'da harcadığı
paraların hesabını sorunca Scipio bu hesabı vermek üzere senatoya geliyor ve koltuğunun altında koca bir defter
gösteriyor, ne verip ne aldığının orda
yazılı olduğunu söylüyor defter istenince vermiyor: Verirsem kendimden utanırım, diyor ve
senatonun önünde kendi elleriyle param
parça ediyor defteri. Vicdanı rahat olmayan bir insanın böylesi bir güven gösterişi yapabileceğini
sanmam. Yüreği yaratılıştan öyle büyük,
yükseklerde bulunmaya öyle alışmıştı ki, der Titus Livius, suç işlemeye eli varamaz, suçluluğunu savunma
durumuna düşmeyi kendine
yediremezdi. İşkenceler tehlikeli bir
suç arama yoludur doğruluktan çok sabır
denemesi olabilir. Çünkü acı çekmek niçin daha çok olanı söyletsin
de olmayanı söylemeye zorlamasın?
Tersini düşünürsek, kendine yüklenen
suçu işlememiş olan işkencelere dayanacak kadar sabırlı olursa,
suçu işlemiş olan, yaşamak gibi güzel
bir ödülü kazanmak için niye aynı sabrı
göstermesin? Öyle sanıyorum ki bu işkence buluşunun temelinde, vicdanım etkisinden yararlanma düşüncesi
vardır. Çünkü suçlunun suçunu
açıklamasında vicdan işkenceye yardım edip diretme gücünü azaltabilir; ama öbür yandan suçsuzu
işkenceye karşı güçlendirir vicdan.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu yol belirsizlikler, tehlikelerle
doludur. Öylesi dayanılmaz acılardan kurtulmak için neler söylemez neler yapmaz insan? Etiam innocentes cogit mentiri dolor
(Publius Syrus) Acı masuma da yalan
söyletir. Bundan ötürü, yargıcın masum
olarak öldürmemek için işkence ettirdiği
insanı hem masum, hem de işkence görmüş olarak öldürttüğü olur. Binlerce insan işlemedikleri suçları
yüklenip başlarını vermişlerdir. Bunlar
arasına Philotas'ı da koyarım; İskender'in bu
dostuna yüklediği suç ve ettiği işkence de böylesi bir sonuca varmıştı.
Evet, orası öyle ama, diyorlar, yine de bu, insan güçsüzlüğünün bulabildiği en az kötü yoldur. Bence pek
insanlık dışı bir yol, üstelik de boşuna
çaba! Birçok uluslar bu konuda, kendilerine barbar diyen Yunanlı ve Romalılardan daha az barbardırlar:
Onlara göre suç işlediği henüz kuşkulu
bir insana işkence etmek, ötesini berisini
koparmak korkunç, canavarca bir şeydir. Bilgisizseniz ne yapsın adam? Suçsuz ölmesin diye bir insanı ölümden
beter durumlara sokmakla haksızlığın
büyüğünü işlemiş olmuyor musunuz?
Oluyorsunuz elbet; görmüyor musunuz çoklarının o darağacından beter işkencelerden geçmemek için ölümü göze
aldıklarını? Öldüresiye işkence etmekle
ölüm cezasını önceden vermiş ve
uygulamış olmuyor musunuz? Şu
hikayeyi nerde dinledim bilmiyorum, ama adaletimizin vicdanı üstüne tam bir düşünce veriyor. Bir köylü
kadın, hakseverliğiyle ünlü bir generale
bir askerini şikayet etmiş; bu askerin zorla ufacık çocuklarının elinden birkaç lokmalık lapayı
aldığını; çocuklarına yedirecek başka
hiçbir şeyi kalmadığını, çünkü ordunun çevredeki bütün köyleri talan ettiğini söylemiş. Ama
hiç kanıt yokmuş ortada. General kadına:
İyi bak ve düşün; haksız yere suç yüklüyorsan ceza görürsün, demiş. Kadın diretince, işin
doğrusunu anlamak için askerin karnını
yardırıvermiş. Ve kadın haklı çıkmış. Sorgusu içinde idam cezası. (Kitap 2, bölüm 5)
KENDİ
KENDİSİYLE YETİNME
Krallar hiçbir şeyimi almazlarsa bana çok
şey vermiş olurlar hiçbir kötülük
etmezlerse yeterince iyilik etmiş sayılırlar bana. Bütün istediğim budur onlardan. Ama nasıl şükrediyorum
tanrıya, varımı yoğumu bana aracısız
vermiş, beni yalnız kendisine borçlu kılmış
olduğu için! Nasıl yalvarıyorum ona gece gündüz beni hiçbir zaman, kimseye karşı ağır bir minnet altına sokmasın
diye! Ne mutlu bir özgürlükle bunca
zaman yaşadım: Onunla bitsin ömrüm! Bütün çabam kimseye muhtaç olmadan
yaşamak. In me omnis spes est mihi.
(Terentius) Bütün umudum
kendimde. Bunu başarmak herkesin
elindedir; ama ölmeyecek kadar yiyecek
içeceği olanlar daha kolay başarabilirler elbet bunu. Bir başkasına bağlı yaşamak yürekler acısı ve belalı bir
şeydir. Kendimiz ki en iyi, en emin
sığınağımız odur; -kendimiz bile güvenilir değiliz yeterince. Kendimi hem yürekçe -asıl iş yürekli olmakta
çünkü-, hem varlıkça öyle hazırlıyorum
ki, başka her şeyimi yitirdiğim zaman kendimle
yetinmesini bileyim. Hippias
gereğinde her şeyden sevine sevine elini çekip Musalarla başbaşa kalabilmek için kendini bilime
vermekle kalmadı; ruhunun kendi kendiyle
yetinmesi, dışardan gelecek rahatlıklardan yiğitçe vazgeçebilmesi için filozof olmakla da
kalmadı; büyük bir merakla yemek
pişirmesini, tıraş olmasını, giysilerini, ayakkabılarını, öte berisini kendi yapmasını da öğrendi ki, kendi
yükünü taşıyabildiği kadar kendi taşısın
ve kimsenin yardımına muhtaç olmasın...
Vermede nasıl bir üstün olma niteliği varsa, almada da bir boyun eğme niteliği vardır. Onun içindir ki Beyazıt
I, Timurlenk'in gönderdiği hediyeleri
küfürler ederek geri çevirmiş. Sultan
Süleyman'ın bir Hint İmparatoruna yolladığı hediyeler de öyle kızdırmış ki adamı, kabaca reddederek bizim
adetimiz almak değil vermektir, demekle
kalmamış, hediyeleri getiren elçileri zindana
attırmış. (Kitap 3, bölüm 9)
İYİ AMAÇ
UĞRUNA KÖTÜ YOLLAR
Doğanın yapıtlarındaki evrensel düzende
şaşılası bir bağlaşma ve uyuşma var:
Belli ki oluruna bırakılmış ve değişik başların yönettiği bir düzen değil bu. Bedenlerimizin
hastalıkları, nitelikleri, devletlerde,
hükümetlerde de görülüyor. Krallıklar, cumhuriyetler bizim gibi doğuyor, gelişip parlıyor ve yaşlanıp
ölüyorlar. Bedenlerimizin gereksiz ve zararlı akıtlarla dolduğu oluyor: Bunlar
iyi akıtlar da olabilir aslında (çünkü
hekimler sağlığımızın fazla iyi olmasından
korkarlar ve her şeyimiz değişken olduğu için derler ki sağlığımız fazla parlak, fazla kanlı canlı oldu mu
özellikle bozmalı, hızını kesmeli, yoksa
belli bir yerde dura kalamayan yaratılışımız düzensizce ve birdenbire geriye teper işte bu aşırı
sağlığı önlemek için atletlere müshil
verir ve kan alırlar bir yerlerinden). Ya da kötü akıtlar aşırı çoğalıyor ki, hastalıkların genel nedeni
budur. Buna benzer bir aşırı çoğalma
yüzünden devletlerin hastalandığı görülür ve onlar için de türlü müshiller kullanmak adet olmuştur. Kimi
zaman büyük sayıda ailelere göç
ettirildi, ülkenin yükünü azaltmak için; bunlar gider başkalarının zararına geçinecek bir yer
ararlardı. İşte böylece bizim eski
Franklar Almanya içlerinden gelip Galya'yı aldılar, ilk sakinlerini kovdular; sonsuz bir insan seli böylece
gelişip Brennus ve başkaları zamanında
İtalya'ya aktı. Gotlar, Vandallar için de, bugün Yunanistan'ın ilk halkını kovup yerine
oturanlar için de böyle oldu. Bunlar
kendi yurtlarını bırakıp uzak uzak yerlere gittiler; ve dünyada bu göçlerin sarmadığı bir iki köşe kaldı
yalnız. Romalılar sömürgelerini bu
yoldan kuruyorlardı; kendi kentlerinin aşırı ölçüde şiştiğini görünce az gerekli halkı çıkarıyor,
fethettikleri yerlere yolluyorlardı.
Kimi zaman savaşları bile bile kışkırtıp besledikleri de oldu: Yalnız adamlarını hep tetikte tutmak,
bozulmaların anası olan işsizliğin daha
kötü sonuçlarını önlemek için yapmıyorlardı bunu: Et patimur longae pacis mala, saevior armis
Luxuria incumbit... Fazla uzun bir
barışın dertlerini çekiyoruz Lüks, kılıçtan beter eziyor bizi.
Cumhuriyetlerinden biraz kan alınmasını sağlamak, gençlerinin fazla ateşlenen kanlarını serinletmek, fazla taşkın
büyüyen bu ağacın dallarını biraz
kısaltıp aralamak istiyorlardı. Kartacalılar' a karşı açtıkları savaşın nedeni buydu... Bizim zamanımızda da böyle düşünceler var;
içimizde fazla kaynayan kanı bir komşu
ülkeyle yapılacak savaşta akıtmak istiyorlar;
yoksa diyorlar, bedenimizi saran bu ateşli akıtlar başka yere akıtılmadı mı bizi uzun süre sıtma sıcaklığı içinde
tutup sonunda içimizden
çökertirler. Gerçekten de yabancılarla savaş bir iç
savaştan daha tatlı bir beladır; ama
kendi rahatımız için başkalarının
rahatını kaçırmak da öyle büyük
bir haksızlık ki bunu tanrının hoş göreceğini sanmam. Ne var ki yaratılışımızın
cılızlığı yüzünden ister istemez iyi bir amaca
ulaşmak için kötü yollara başvurmak zorunda kalıyoruz. Lykurgos, gelmiş geçmiş yasa koyucuların en erdemlisi
ve en olgunu, halkını içki
düşkünlüğünden korumak amacıyla pek haksız bir yol bulmuş; köleleri olan Elotlar'a zorla içirtirmiş ki,
Ispartalılar adamların şarapla ne
durumlara düştüğünü görüp içki düşkünlüğüne karşı iğrenme duysunlar. Bundan beteri de var: Eskiden
ölümün her türlüsüne hüküm giyenleri
hekimlerin canlı canlı kesip biçmelerine izin
verilirmiş ki, iç organlarımızı doğal halinde görebilsinler. Kötü
yola gitmek gerekirse bunu ruhun sağlığı
için yapmak beden sağlığı için yapmaktan
daha bağışlanır bir şey. Romalılar da halkı yiğit yetiştirmek, tehlikeleri ve ölümü hoş görmeye
alıştırmak için o korkunç oyunlara başvuruyorlardı.
Gladyatörler herkesin gözü önünde
savaşıyor, birbirini yaralayıp öldürüyorlardı: Quid vesani aliud sibi vult ars Impia
ludi Quid mortes juvenum, qui sanguine
pasta voluptas. (Prudentius) Bundan
geliyordu o ölüm oyunları, o çılgınlık O kanla beslenen zevk. Bu gelenek İmparator Teodosius'a kadar
sürdü. Doğrusu halkın eğitimi için yaman bir ibret, verimli bir ders
oluyordu bu: Her gün halkın önünde yüz,
ikiyüz, bin çift insan silahlanıp
birbirini param parça ediyordu; hem bu işi öyle sağlam bir yürekle yapıyorlardı ki ağızlarından acıklı ya da
acındırıcı bir söz çıktığı, bir kez
sırtlarını döndükleri; rakiplerinin vuruşundan sakınmak için tek korkakça hareket yaptıkları bile
görülmüyordu: Kılıca boyun uzatıyor,
göğüs geriyorlardı. Birçokları ölesiye yara alınca meydan üzerinde canvermezden önce halka adam yollayıp
ölüşlerini beğenip beğenmediğini
sorduruyordu. Durmadan savaşıp ölmeleri yetmiyor, bu işi sevinçle yapmaları gerekiyordu; o
kadar ki ölüm karşısında biraz çekingen
davrandıkları görülünce yuhalar, lanetler yağıyordu üstlerine.
İlk Romalılar bu işte hükümlüleri kullanıyorlardı; ama sonraları suçsuz köleler de kullanıldı. Bu iş için
kendilerini satan özgür yurttaşlar,
senatörler, Romalı Şövalyeler, hatta kadınlar bile oldu. Çok şaşırdım, inanmazdım da buna, eğer
zamanımızdaki savaşlarda binlerce
yabancı insanın kendilerini hiç ilgilendirmeyen bir kavga uğruna kanlarını, canlarını sattıklarını
görmeseydim. (Kitap 2, bölüm 23)
KENDİMİZİ İNCELEME
Her konudan çok kendimi incelerim. Benim
metafiziğim de budur, fiziğim de. Qua deus hanc mundi temperet arte
domum Qua venit exoriens, qua deficit
unde coactis Comibus in plenum
menstrua luna redit; Unde salo
superant venti, quid flamine captet Eurus, et it nubes unde perennis aqua. Sit ventura dies mundi quae subruat aries.
(Propertius) Bu dünya evini nasıl
yürütür tanrı; Ay nasıl yükselir,
ufaldıkça ufalır; Her ay nasıl
bütünlenir dolunay; Deniz üstünde
niçin bu yeller, Eurus'un getirdiği;
Nerden gelir bulutları yapan tükenmez su, Günü gelip yıkılacaksa dünya. Quaerite quos agitat mundi labor. (Lucianus) Arayın, siz ki bilmek kaygısındasınız. Ben bu üniversite içinde kendimi
bilgisizce ve kaygısızca dünyanın genel
yasasına bırakıyorum. Bu yasayı içimde duydum mu yeterince biliyorum sayılır. Benim bilmem, yolunu
değiştiremez onun; benim için değişeceği
yok mu yasanın. Bunu ummak delilik, bundan derde düşmekse daha büyük bir deliliktir çünkü her
yerde bir, herkes için orta malıdır bu
yasa. Yöneticinin iyiliği ve gücü
bizim yönetim işlerine karışmamızı
gerektirmeyecek kadar büyüktür.
Filozofça soruşturmalar, derin düşünmeler merakımızı beslemeye yarar yalnızca. Filozoflar zaten pek haklı
olarak doğanın kurallarına uymayı salık
verirler bize; ama bu kurallar pek o kadar yüksek bilgiler istemez. Filozoflar aslında uzaklaştırıyor bu
kuralları ve doğanın yüzünü bize boya
olarak gösteriyorlar; bu yüzden de o kadar bir örnek olan şeyin türlü çeşit bir sürü resimleri
çıkıyor ortaya... Kendini en yalın
sadelikle doğaya bırakmak en akıllıca bırakmaktır. İyi yapılı bir kafanın dinlenmesi için
bilgisizlik ve ilgisizlik ne tatlı, ne
yumuşak, hem de sağlık için ne yararlı bir yastık! Cicero'yu iyi anlamaktan çok kendimi iyi
anlamak isterdim. Kendi üzerimde
edindiğim görgü, iyi bir öğrenci olsam, beni adam etmeye yeter de artar bile. Geçirdiği aşırı bir
öfkeyi, bu azgınlığın kendisine nelere
götürdüğünü aklında tutan kişi, öfkenin çirkinliğini Aristoteles'te okuyacaklarından daha iyi
görür ve daha haklı bir nefret duyardı
ona karşı. Göze aldığı, savuşturduğu belaları, ne sudan nedenlerle bir durumdan ötekine geçiverdiğini
aklında tutanlar, gelecek
değişikliklere, durumlarını kavramaya hazırlıklı olurlar. Caesar'ın hayatındaki ibret dersleri bizim
hayatımızdakinden daha çok değildir.
İmparatorların olsun, halkın olsun herkesin hayatında bütün insanlık durumları vardır. Dinlemesini
bilelim yalnız: Ne eksiğimiz olduğunu
kendi kendimize hep söylemekteyiz. Bir düşüncesinde kaç kez aldandığını unutmamış insan ne kadar
budala olmalı ki kendi düşüncesinden
kuşku duymasın. Herkesin kendi kendini
tanıması öğüdü ne kadar önemli olmalı ki
bilim ve ışık tanrısı Apollon, bize diyeceklerinin özeti olarak onu tapınağının alınlığına yazdırmış. Platon
bilgeliğin, bu buyruğu yerine
getirmekten başka bir şey olmadığını söyler. Sokrates de bunu Xenophanes diyaloğunda inceden inceye
doğrular. Her bilimdeki zorlukları ve
karanlık yanı o bilime girenler bilir yalnız. Çükü bilmediğini bilmek için bir hayli anlayış
olmalı insanda: Bir kapının kapalı
olduğunu anlamak için o kapıyı itmek gerekir. (Kitap 1, bölüm 13)
Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her
yerde bekleyelim. (Kitap 1, bölüm
20)
RUH VE
BEDEN HAZLARI
Denebilir ki bence, bu dünya zindanında, ne
yalnızca ruh, ne de yalnızca beden
sayılabilecek hiçbir şey yoktur insanda: Ve (kimi din adamlarının ruhlarını kurtarmak için
yaptıkları gibi), insan bedenine işkence
etmek günahtır. İnsanın zevk duymasını en azından, acı çekmesi kadar hoşgörmemiz gerekmez mi
aklımızı kullanırsak? Azizler
nefislerini körletirken acıların en büyüğünü duyuyorlardı; bileşik olmaları dolayısıyla beden de
katılıyordu elbet bu acıya, hiç de kendi
davası olmadan. Öyle ki bedenin acı çeken ruha yalnızca katılması, yardım etmesiyle yetinmemişler,
ona ayrıca korkunç eziyetler etmişler
ki, ruhla beden yarışırcasına insanın, çetinliği ölçüsünde kurtarıcı bir azaba soksun! Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, ruhu beden
hazlarından soğutmak, bir köleyi
sevmediği bir işe zorlar gibi onu hiçbir şeyden tat almamaya alıştırmak haksızlık değil mi? Ruha düşen
daha çok zevkleri koruyup geliştirmek,
onlara katılıp karışmaktır yönetim görevi ondadır çünkü. Ruhun yapacağı bir şey de, bence, kendine özgü
zevkleri bedene tadabileceği kadar
tattırıp benimsetmek, bu zevklerin ona tatlı
gelmesini, yararlı olmasını sağlamaktır. Çünkü, dedikleri gibi,
bedenin kendi iştahlarına ruha zarar
verecek ölçüde düşmemesi gerektiği
doğrudur, ama ruhun da kendi heveslerine bedene zarar verecek ölçüde düşmemesi neden doğru olmasın? Benim pek öyle soluğumu kesecek tutkularım
yoktur. Benim kadar boş zamanı olmayan
başkalarına cimriliğin, yükselme hırsının,
kavgaların, davaların verdiği aşk daha rahatlıkla verebilirdi bana: Kendime daha iyi bakar, daha dikkatli, daha
tok gözlü, daha alımlı olurdum;
ihtiyarlığın surat asmalarından o biçimsiz, o zavallı surat asmalarından korurdu beni aşk; daha fazla
sevip sayılmanın sağlam ve akıllıca
yollarını aratırdı bana; ruhumu umutsuzluktan, bezginlikten kurtarıp kendi kendisiyle barıştırdı; benim
yaşımdakilere işsizliğin ve kötüleşen
sağlık durumunun yüklediği bir sürü sıkıntılı düşüncelerden, kasvetli kaygılardan uzaklaştırırdı beni;
doğanın ilgilenmez olduğu kanımı ısıtır,
coştururdu; çöküşüne doğru alabildiğine giden bu zavallı insanın çenesini dik tutturur, sinirlerini
biraz gerer, canına dirilik, tazelik
getirirdi. Ama bu mutluluğa yeniden ermenin hiç de kolay olmadığını iyi bilirim; gücümüz azalıp
görgümüz arttıkça zevkimiz daha nazlı,
daha titiz oluyor az şey getirebildiğimiz zaman çok şey bekliyoruz; seçilmeyi en az hakettiğimiz bir
yaşta daha çok seçme hakkı istiyoruz;
kendimizi bildiğimiz için de daha az atılgan, daha kuşkulu oluyoruz; kendimizin ve
başkalarının durumlarını bildiğimizden, sevileceğimizden emin
olamayız. Kendimden utanırım kanı
kaynayan taptaze gençler arasında:
Cujus in indomito constantior inguine nervus Quam noca collibus arbor inhaeret.
(Horatius) Onlar ki kalkar dimdik
genç uzuvları Tepeye yeni dikilmiş
bir fidan gibi. Ne işimiz var o sevinç
yelleri ortasında bu düşkün halimizle?
Possint ut juvenes visere fervidi
Multo non sine risu Dilapsam in
cineres facem (Horatius) Görsün diye
mi ateşli gençlik Kahkahalarla
gülerek Bizim küllenen
meşalemizi. Güç de, akıl da onlardan
yana; bırakalım meydanı gençlere;
yarışamayız onlarla. O yeşeren
güzellik bu hantal ellere gelmez, kaba yollarla kazanılmaz. Çünkü, ne demiş bir eski filozof, ardına
düştüğü bir körpeden yüz görmeyişiyle
alay eden birisine: Dostum peynirin bu kadar tazesini olta ısırmıyor! Aşk, karşılıklı duyumlar, uyumlar isteyen
bir ilişkidir. Başka zevkleri insan ayrı
cinsten türlü karşılıklar ödeyerek elde edebilir; ama bunda aldığını parayla ödemek zorundadır. (Kitap 3,
bölüm 5)
DOĞAYA
UYMA
Adetlerimizde, alışkanlıklarımızda,
davranışlarımızda her türlü gariplik ve
aykırılıklardan kaçınmalıyız; bunlar insanı başkalarından ayıran, insanlıktan çıkaran şeylerdir.
İskender'in saray nazın Demophonos
güneşte titrer, gölgede terlermiş; böyle bir yaratılışa kim sinirlenmez? Ben öylelerini gördüm ki, elma
kokusuna Azraili yeğlerler, fare dediniz
mi ödleri kopar; kaymak gördüler mi mideleri
bulanır. Germanicus horoz görmeye, horoz sesi işitmeye dayanamazmış. Bu gariplikler insanın içindeki
gizli bir dertten doğabilir; ama,
erkenden çaresine bakılırsa, bunların önüne geçilebilir sanırım. Ben, kendi hesabıma, bunlardan,
gördüğüm eğitim yoluyla kurtuldum; ama
bu iş pek kolay olmadı. Şimdi, biradan başka, her türlü yiyecek içeceğe iştahım açıktır. Vücut
daha kıvrakken, bütün alışkanlıklara,
gereklere göre eğilip bükülmektedir. Bir delikanlı, iştahının ve iradesinin dizginlerini
tutabilmek koşuluyla, bırakın her
ulustan, her çeşitten insanlar ve ahbaplarla düşsün kalksın; hatta, gerekirse, taşkınlık, serserilik de etsin;
herkes gibi yetişsin, her şeyi
yapabilsin, ama yalnız iyi şeyleri severek yapsın. Kallisthenes'in, Büyük İskender kadar içmeye razı olmayıp bu
yüzden kralın gözünden düşmesini
filozoflar bile iyi görmemişlerdir. İnsan kralı ile gülüp eğlenmeli, cümbüş
etmeli. Hatta ben bir delikanlının
cümbüşlerde arkadaşlarından daha canlı, daha dayanıklı olmasını isterim. İnsan kötü şeyleri, bilmediği,
beceremediği için değil, canı istemediği
için yapmamalı. Multum interest utnım
peccare aliquis nolit aut nesciat. (Seneka)
Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır. Fransa'da her türlü taşkınlıktan uzak
kalmış bir baya, kibar bir mecliste:
Kral'ın Almanya'daki işlerini görürken, kaç kez sarhoş olmak zorunda kaldınız? diye sordum; bunu
iltifat olsun diye sormuştum, o da öyle
aldı ve üç defa sarhoş olduğunu söyleyerek
üçünün de hikâyesini anlattı. İçki içmemek yüzünden Alınanlar arasında çok sıkıntı çekmiş olanları bilirim.
Alkibiades'in bulunmaz yaratılışına
hayran olduğumu çok kez söylemişimdir. Alkibiades hiç sağlığı bozulmadan her türlü hayata kolayca
girer, çıkar gün olur İranlılar'dan daha
süslü, daha görkemli, gün olur
Lakedemonyalılar'dan daha içine kapalı, daha tok gözlüdür
Isparta'da her zevke perhiz, İonia'da
her zevke düşkündür. Omnis Aristippum
decuit color, et status, et res. (Horatius)
Aristippos'a her kılık, her baht yakışır. (Kitap 1, bölüm 26)
İNSAN
AKLI
Belki öteki varlıklarda görüldüğü gibi,
insanlar için de doğal yasalar vardır;
ama bizde kaybolup gitmiştir; çünkü şu mübarek insan aklı her yere karışıp düzen vermeye, komuta etmeye
kalkmış, dünyanın yüzünü kendi büyük
iddiaları, kararsız görüşleriyle bulandırmış,
karmakarışık etmiş. Nihil
itaque amplius nostrum est quod nostrum dico artis est. (Cicero) Gerçekten bizim olan hiçbir şey
kalmamıştır; bizim dediğimiz, yapma bir
şeydir. İnsanlar her şeyi başka başka
gözler, başka başka düşüncelerle
görürler: Düşünce ayrılıklarının asıl nedeni budur. Aynı şeyin bir
ulus bir yüzüne, bir ulus başka bir
yüzüne bakar ve o yüzünde durur. Bir insanın babasını yemesinden daha korkunç
bir şey düşünülemez; ama eskiden bazı
kavimlerde bu adet varmış, hem de bunu saygı ve
sevgilerinden yaparlarmış; isterlermiş ki ölü böylelikle en uygun,
en onurlu bir mezara gömülsün; vücutları
ve anıları içlerine, ta iliklerine
yerleşsin; babaları sindirme ve özümleme yoluyla kendi diri bedenlerine karışıp yeniden yaşasın. Böyle
bir boşinancı iliklerinde ve
damarlarında taşıyan insanlar için, anasını babasını topraklarda çürütüp kurtlara yedirmenin en korkunç
günahlardan biri sayılacağını kestirmek
zor değildir. Lykurgos hırsızlığa bir
taraftan bakmış; komşusunun malını
habersizce aşıran bir adamın gösterdiği çevikliğe, çabukluğa, cüret
ve ustalığa değer vermiş; herkesin kendi
malını daha iyi korumaya çalışması da
ulus için hayırlı olur diye düşünmüş; hem saldırmayı, hem korunmayı öğreten bu iki tarafın eğitimi
askerlik bakımından yararlı görmüş;
ulusuna vermek istediği başlıca bilgi ve değer de askerlik olduğu için, başkasının malını
çalmaktan doğacak olan karışıklıkları,
haksızlıkları hesaba katmamış. Kral Dionysios,
Platon'a, İran işi, uzun, damalı ve kokulu bir elbise hediye etmiş. Platon: Ben erkeğim; kadın
elbisesi giymek istemem, diyerek
almamış; ama Aristippos almış ve demiş ki: İnsan ne giyerse giysin, erkekse yine de erkektir... Yine
Dionysios Aristippos'un yüzüne tükürmüş:
Aristippos aldırmamış. Dostları bu küçüklüğünü
yüzüne vurduğu zaman, onlara: Ne olur? demiş, balıkçılar da ufacık bir balık tutmak için tepeden tırnağa deniz
suyu ile ıslanmaya pekala katlanıyorlar.
Diogenes lahanalarını yıkarken, yanından geçen
Aristippos'a: «Lahana ile yaşamasını bilseydin, bir zalime
dalkavukluk etmezdin» demiş, o da ona:
«İnsanlar arasında yaşamayı bilseydin,
böyle lahana yıkamazdın, diye cevap vermiş. Bakın akıl ayrı ayrı görüşleri insana nasıl kabul ettiriyor. İki
kulplu bir çömlek, ister sağından tut,
ister solundan. Bellum, o terra
hospita, portas; Bello armatur equi,
bellum haec armento minantur. Sed
tamen iidem olim curru succedere sueti
Quadrupedes, et frena jugo concordia ferre; Spes est pacis. (Virgilius) Bana mesken olan toprak, Sende savaş belirtileri var. Savaşa hazırlanıyor bu sürüler, bu
atlar. Ama biz bunların sabana
koşulduğunu da gördük Aynı
boyundurukta yürüdüklerini de; Barış
umudumuz yok olmuş değil yine. Solon'a
oğlunun ölümünde, güçsüz ve yararsız gözyaşları dökmenin doğru olmadığını söylemişler; Güçsüz ve
yararsız oldukları için dökülmeleri daha
iyi ya! demiş. Sokrates'in karısı: Ah! bu insafsız yargıçlar! seni haksız yere öldürüyorlar diye
ağlayıp sızlanırken, Sokrates: Ya haklı
olarak öldürseler daha mı iyi olurdu? demiş. Biz kulaklarımızı süs için deleriz;
Yunanlılarda ise bu, kölelik
belirtisiydi. Biz karılarımızla gizli gizli sevişiriz; Amerika
yerlileriyse bu işi uluorta yaparlarmış.
İskitler yabancıları tapınaklarında kesip
kurban ederlermiş; başka kavimlerde ise tapınağa girene dokunulmaz. Inde
forur vulgi, quod numina vicinorum
Odit quisque locus, cum solos credat habendos Esse deos quos ipse colit. (Juvenalis) Böyle azgınlıkları vardır halkın; Her ülke nefret eder komşusunun
tanrılarından Ve inanır gerçekliğine
yalnız kendi tanrılarının. (Kitap 2, bölüm 12)
CİNSEL YANIMIZ
Tanrılar, der Platon, bize buyruk dinlemez ve
zorba bir organ vermişler. Azgın bir
hayvan gibidir bu organ, amansız iştahıyla her
şeyi kendine kul etmeye kalkışır. Kadınlarda da öyle obur, doymak bilmez bir hayvandır o; zamanında yiyeceği
verilmezse deliye döner, beklemek
bilmez, bedenlerini kudurtur, damarlarını tıkar, soluklarını keser, türlü dertlere yol açar, ta ki ortak
arzunun meyvesini içlerine çeksinler,
rahimlerinin dibi bol bol sulanmış, tohumlanmış olsun. Yasa koyucularımız bunu böylece bilip ona
göre gereğini düşünmelidirler: Cinsel
gerçeğin erkenden öğretilmesi daha iffetli ve
daha verimli olmasını sağlar, yoksa herkes onu hayal gücünün
keyfine ve ateşine göre bulmaya kalkar.
Kimi kadınlar, arzu ve umut peşinde,
gerçeğin yerine ondan kat kat daha acayip, olmayacak şeyler koyarlar.
Platon bunları düşünmemiş midir kadın erkek, yaşlı genç her kesin cimnastik yaparken birbirini çıplak görmesini
isterken? Erkekleri hep çıplak gören
Kızılderili kadınlar hiç olmazsa göz duygularını soğutmuş oluyorlar. Büyük Peru Krallığında
kadınlar bellerinden aşağısına önü
yırtmaçlı bir kumaş sararlar; öyle dardır ki bu etek, ne kadar edepli olmak da isteseler, her adım
atışlarında edep yerleri gözükür. Gerçi
kadınların bunu erkekleri kendilerine çekmek için yaptıklarını, çünkü o ülkede erkeklerin kendi
cinslerine düşkün olduğunu söylerler;
ama şu da denebilir ki, bunu yapmakla
kaybettikleri kazandıklarından fazladır, çünkü tam bir açlık, hiç değilse gözle doyurulan bir açlıktan daha
zorludur. Livia da der ki, namuslu bir
kadın için çıplak bir erkek bir resimden fazla bir şey değildir. Lakedemonyalı kadınlar, ki evliyken
bizim kızlarımızdan daha bakireydiler,
her gün şehirlerinin delikanlılarını çıplak güreşir, yarışırken görüyorlardı; kendileri de
yürürken bacaklarını kapamaya pek önem
vermiyorlardı; çünkü, Platon'un dediği gibi namusları, uzun eteksiz, yeterince örtüyordu onları. Ama
Augustinus'un sözünü ettiği birtakım
adamlar çıplaklığı öyle akıl dışı bir baştan çıkarma gücü olarak görmüşler ki, kadınların mahşer günü
kendi cinsellikleriyle mi, yoksa, o
kutsal ülkede bizi baştan çıkarmamak için, erkek olarak mı dirileceklerinden kuşkuya düşmüşler! Kadınları türlü yollardan aldatıp
azdırıyoruz, kısacası. Durmadan
hayallerini coşturuyor, dürtüklüyoruz, sonra da dişiliklerine lanet okuyoruz. Doğrusunu söyleyelim: Biz
erkeklerin hemen hepsi kendi
günahlarından çok karısının günahlarından gelecek ayıptan korkar, kendi vicdanından çok karısının vicdanı
üstüne titrer (Aman ne fedakarlık!); tek
karısı ondan daha iffetli kalsın da hırsız olmaya, yemin bozmaya, karısının adam öldürmesine,
aforoz edilmesine razıdır herkes... Kötülükleri ne haksızca değerlendirmek bu!
Kadınlar da biz de cinsel taşkınlıktan
daha zararlı, daha insanlık dışı binbir ahlaksızlığa düşebiliriz; ama kötülükleri doğaya göre
değil kendi çıkarımıza göre ölçüyoruz,
bu yüzden de tutarsız türlü biçimler alıyor kötülükler. Ahlak kurallarımızın sertliği kadınların
cinsel düşkünlüğünü doğal niteliğini
aşan daha azgın, daha sapık bir hale getiriyor ve böylece düşkünlüğün sonuçları nedenlerinden daha kötü
oluyor. Bilinem Caesar'ın, İskender'in
kazandıkları savaşlar daha mı çetin olmuştur
genç ve güzel bir kadının, bizim gibi beslenen, gün ışığına,
dünyaya açılan, bunca ters örnekler
gördükçe gören, durmadan azgın
saldırılara uğrayan bir kadının iffetini savunmasından! Hiçbir kuşatma bu dayatmadan daha netameli, daha
çetin olamaz. Ömür boyunca zırh taşımak
bir bakirelik perdesini taşımaktan daha kolaydır ve bakireliğini tanrıya adamak
fedakarlıkların en zoru olduğu için en
yücesi sayılır. Diaboli virtus in lumbust est, şeytanın gücü
beldedir, der Ermiş Hieronimus. (Kitap
3, bölüm 5)
İNSANIN DURUMU
Benim işim gücüm kendimi incelemek: Yapacak
başka işim de yok zaten. Bakıyorum da
öyle çürük taraflarım var ki söylemeye zor
varıyor dilim. Sağlam oturaklı neyim var? Her an sendeleyip düşebilirim. Gözlerim bir şöyle görüyor, bir
böyle. Açken başka adamım sanki,
yemekten sonra başka. Keyfim yerindeyse, hava da güzelse kötü kişi değilim: Ama bir nasır
canımı yakmaya görsün, asık suratlı,
aksi, yanına yaklaşılmaz bir adam olurum. Aynı atın yürüyüşü bir rahat gelir bana, bir rahatsız; aynı yolu
bir uzun bulurum, bir kısa; aynı biçim
bir hoşuma gider, bir zıddıma. Bir gün her işe yatkınım, bir başka gün hiçbir şey gelmez elimden. Bugün
sevindiğim şeye yarın üzülebilirim.
İçimde durmadan değişen, ele avuca sığmayan bir sürü duygu. Kara kara düşünceler, derken bir öfke;
ağlamaklı bir haldeyken, birdenbire
taşkın bir sevinç. Kitapları karıştırırken
bakarım, dün içinde türlü güzellikler bulduğum, oldukça coştuğum bir yer bugün bir şey demez olmuş bana: Eviririm,
çeviririm, orasını burasını okurum, nafile:
O sayfalar boşalmış, yabancılaşmıştır artık
benim için. Kendi yazılarımda
bile her zaman, ilk duyduğum düşündüğüm
şeyleri bulamam. Burada ne demek istemişim acaba derim; değiştiririm çok kez ve yitirdiğim ilk
anlamın yerine ondan değersiz bir
yenisini koyduğum olur. Aynı yolda bir gider bir gelirim: Düşüncem her zaman ileri götürmüyor beni; bir
o yana, bir bu yana yalpalıyor,
gelişigüzel: . . . Velut minuta
magno Deprensa navis in mari
vesaniente vento. (Catullus) . . .
Hafif bir tekne gibi Azgın fırtınanın
denizde bastırdığı. Çok kez başıma
gelmiştir: Oyun olsun diye kendi düşüncemin tam
tersini savunayım derken kafam o tarafa öylesine kendini vermiş, bağlanmıştır ki, kendi düşüncemi yersiz
bulmaya başlayıp bırakmışımdır. Eğildiğim
yere sürükleniveriyorum: Ağırlığım beni
ondan yana düşürüyormuş gibi.
Kendi içine bakan herkes de bunları söyleyebilir, aşağı yukarı. Kürsüde konuşanlar bilir: Konuşurken
duydukları heyecan onları inanmadıkları
şeye inandırır. Soğukkanlı, sakin zamanımızda hiç de bağlı olmadığımız bir düşünceyi öfkeli
anlarımızda nasıl benimser, ne candan,
ne taşkınca savunuruz. Bir avukata davanızı anlatın yalnızca: Size ikircikli, kararsız laflar eder:
Bakarsanız bu adam sizin hakkınızı da
savunabilir, karşı tarafın da. Ama bol para verin, davanıza bir tutulsun, sizi kazandırmak o zaman nasıl aklı
da, bilgisi de sizden yana olur, hem de
ne coşkunlukla. Kafasında birdenbire doğrunun
şimşeği akmış, yepyeni istesin: Bakın bir ışıkla aydınlanmış, davanıza gerçekten inanmış, bağlanmıştır. Öyleleri
vardır ki, dostları arasında serbestçe
düşünürken kıllarını kıpırdatmayan bir düşünce uğruna, mahkemede, yargıcın sertliğine içerleyerek,
inada kapılarak, ya da şöhretlerini
yitirmek korkusuyla ateş alev kesilirler. (Kitap 2, bölüm 12)
ÖZGÜRLÜK
ÜSTÜNE
Özgürlüğe öyle düşkünüm ki, koca Hindistan'ın
bir köşesini bana yasak etseler dünyanın
tadı kaçar neredeyse. Hiçbir yerde saklı, eli
kolu bağlı yaşamak da istemem, orada pineklemektense alır başımı havası, toprağı bana açık bir yere giderim.
Hey Allahım! çekilir şey midir ülkenin
bir bucağına çivilenip kalmak? Niceleri, yasalarımıza aykırılık ettiler diye kentlere, alanlara herkesin
gidip geldiği yollara uğrayamadan
yaşayabiliyorlar. Benim hizmet ettiğim yasalar küçük parmağımı bile köle etmeye kalksalar, nereye
olsa gider başka yasalar arardım. (Kitap
3, bölüm 13) Cimrilik bütün insan
deliliklerinin en gülüncüdür. (Kitap 1, bölüm
14)
MUTLULUK
Büyük İskender'in dalkavukları onu, Zeus'un
oğlu olduğuna inandırmışlar. Bir gün
yaralanıp da yarasından kan aktığını görünce:
Buna ne diyeceksiniz, bakalım? demiş; kıpkızıl, mis gibi insan kanı değil mi bu? Homeros'un destanlarında
tanrıların yarasından akan kan hiç de
böyle değildir. Şair Hermodoros, Antigonos'u öven şiirlerinde, ona güneşin oğlu diyormuş. Antigonos:
Oturağımı döken adam benim güneşin oğlu
olmadığımı çok iyi bilir, demiş. İnsan her yerde hep o insandır; ve bir insanın özünde soyluluk
olmadı mı, dünyanın tacını giyse yine
çıplak kalır. Puellae Hunc
rapiant Quicquid calcaverit hiç, rosa
fiat. (Persius) Kızlar alsa
çevresini Güller bitse bastığı
yerde. Ruhu kaba ve duygusuz olan
için, bütün bunlar neye yarar? İnsanın
sağlığı ve düşüncesi yerinde değilse, hazdan, mutluluktan da bir
şey anlamaz. Heac perinde sunt, ut illius animus qui ea
possidet Qui uti scit, ei bona, illi
qui non utitur recte, mala. (Terentius)
Sahibine göre değişir bir şeyin değeri Zarar görürse kötüdür, yarar görürse
iyi. Talih insana bütün nimetlerini
verse, onları tadabilecek bir ruh
gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır.
Non domus et fundus, non aeris acervus et auri Aegrosto domini deduxit corpore
febres, Non animo curas: valea possesor
oportet, Qui comportatis rebus bene
coqitat uti. Qui cupit aut metuit,
ivuat illum sic domus aut res, Ut
lippum pictae tabulae, formenta podagram.
(Horatius) Ev, mal, mülk,
yığınla tunç ve altın; Yarasına
merhem olmaz Vücudunda, ruhunda dert
olan adamın. Eldeki nimetleri
tadabilmesi için Keyfi yerinde olmalı
insanın. Ev bark neye yarar dertli,
korkulu olana Gözleri çipilli olan ne
yapsın tabloyu, Damlalı hasta neden
gitsin hamama? Nasıl dili pas tutmuş
bir adam Yunan şarabının tadından bir şey
anlamazsa, nasıl bir at üzerindeki zengin koşumların farkında olmazsa, vurdumduymaz, zevksiz bir ahmak da
içinde yaşadığı nimetlerin tadına
varamaz. Platon da der ki: Sağlık, güzellik, güç, zenginlik ve bütün bu iyi dediğimiz şeyler
insanın doğrusuna ne kadar yaraşırsa,
eğrisine de o kadar yaraşmaz; kötü dediğimiz şeyler de tersine.
Ruhta ve bedende rahatlık olmadıkça, döşek rahat olmuş neye yarar? Vücudumuza bir iğne, ruhumuza bir dert girdi
mi, dünyalar bizim de olsa rahatımız
kaçar. Kum sancıları bir başladı mı, insan ne kadar devletli, haşmetli de olsa, tacını, tahtını,
saraylarını unutmaz mı? Totus et
argento coMlatus, totus et auro. (Tibullus)
Altına, gümüşe gömülü de olsa.
Bir kral öfkelendiği zaman, krallığı onu kızarmaktan, sararmaktan, deli gibi dişlerini gıcırdatmaktan
koruyabilir mi? Kral, kafalı ve iyi
yaratılışlı bir adamsa mutluluğuna krallığının kattığı şey pek
azdır: Si ventri bene, si lateri est
pedibusque tuis, nil Divitiae poterunt
regales addere maius. (Horatius) Miden
iyi, ciğerlerin ayakların sağlamsa
Kralların hazineleri, daha fazla mutlu edemez seni. Tacın tahtın yalancı, aldatıcı şeyler
olduğunu görür; hatta belki de kral
Seleukos gibi düşünerek der ki: Hükümdar asasının ne kadar ağır olduğunu bilen, onu yolda bulsa, elini
sürmez, geçer. Seleukos bununla, iyi bir
krala düşen ödevlerin ne büyük, ne ezici olduğunu söylemek istiyordu. Gerçekten, başkalarını
düzene sokmak az iş değildir kendi
kendimize düzen vermenin ne kadar güç olduğunu
biliriz. İnsanlara komuta etmek pek rahat bir iş gibi görünür ama
ben kendi hesabıma, insan kafasının ne
kadar güçsüz, yeni ve belirsiz şeyler
arasında doğruyu bulmanın ne kadar güç olduğunu gördükten sonra şu kanıya vardım ki, başkalarının
ardından gitmek önde gitmekten çok daha
kolay, çok daha hoştur. Çizilmiş bir yolda
yürümek ve yalnız kendi hayatından sorumlu olmak ruh için büyük bir rahatlıktır. Ut satius multo iam sit parere
quietum, Quam regere imperio res
velle. (Lucretius) Öyleyse sessizce
boyun eğmek Devletin dümenini
tutmaktan iyidir. Kaldı ki,
Keyhusrev'in dediği gibi, insanın komuta etmeye hakkı olması için komuta ettiklerinden daha değerli
olması gerekir. Ama Ksenophanes'in anlattığına göre, kral Hieron daha ileri
giderek diyor ki: Krallar beden
hazlarını bile herkes kadar tadabilecek halde
değildirler, çünkü rahatlık ve kolaylık onlara bu hazlardan bizim duyduğumuz acıyla karışık tadı, mayhoşluğu
tattırmaz. Pinguis amor nimiumque potens,
in taedia nobis Vertitur, et stomacho
dulcis ut esca nocet. (Ovidius) Fazla
yüz bulan, her dediğini yaptıran aşk bezginlik verir; İyi bir yemeği fazla kaçırmak da mideyi
bozar. Bolluk kadar insanı sıkan,
usandıran şey yoktur. Karşısında üç yüz
kadını birden buyruğuna hazır gören bir adamda istek mi kalır?
Büyük Sultan'ın (Osmanlı padişahı; belki
Kanuni Sultan Süleyman.) sarayında öyle
imiş. Onun atalarından biri de ava giderken beraberinde en az yedi bin şahinci götürürmüş; böyle bir avın anlamı
ve tadı acaba neresinde idi? (Kitap 1,
bölüm 42) ÖLÜM Mademki ölümün ününe geçilemez, ne zaman
gelirse gelsin. Sokrates'e: Otuz
Zalimler seni ölüme mahkum ettiler, dedikleri
zaman: Doğa da onları! demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz yıl
daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz yıl
önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata
gelirken de ağladık, eziyet çektik; bu
hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir kez gelen şey büyük bir dert sayılamaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku
çekmek akıl karı mıdır? Ölüm uzun ömürle
kısa ömür arasındaki ayrımı kaldırır çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo,
Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek
gün yaşayan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen
genç, akşamın beşinde ölen yaşlı ölmüş
sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Ama,
sonsuzluğun yanında, dağların,
ırmakların, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası
da o kadar gülünçtür... Doğa bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: «Bu dünyaya
nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin.
Ölümden hayata geçerken duymadığımız
kaygıyı, hayattan ölüme geçerken de duymayın.
Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının koşullarından biridir. Inter se mortales mutua viviunt Et quasi oursores vitae lampada tradunt.
(Lucretius) İnsanlar yaşatarak yaşar
birbirini Ve hayat meşalesini,
birbirine devreder koşucular gibi.
Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu
yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha
yaşayıp da ne yapacaksınız? Sizin
hatırınız için evrenin bu güzel düzenini değiştirecek değilim ya? Ölmek, yaratılışınızın koşuludur ölüm
sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi
kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır.
Dünyaya geldiğiniz gün bir yandan
yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız.
Prima, Quae vkam dedit, hora carpsit. (Seneka) Bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk
saatimiz. Nascentes morimur, finisque
ab origine pendet. (Manllius) Doğumla
ölüm başlar son günümüz ilkinin sonucudur:
Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini
kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de
içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Ya da şöyle diyelim, isterseniz:
Hayattan sonra ölümdesiniz; ama hayatta
iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana
ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
Cur non ut plenus vitae conviva recedis? Cur amplius addere quaeris Rursum quod pereat male, et ingratum
occidat omne. (Lucretius) Niçin hayat
sofrasında, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde
yaşanacak; yine boşuna geçip gidecek
başka günler katmak istiyorsun? Hayat
kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür: Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir
gece yok ki. Atalarınızın gördüğü,
torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
Non alium videre patres:
Aliumve nepotes Aspicient. (Lucretius) Babalarınız başka türlüsünü görmedi. Torunlarınız başka türlüsünü
görmeyecek. Benim komedyam, bütün perdeleri
ve sahneleriyle, nihayet bir yılda
oynanır, biter. Dört mevsiminin nasıl geçtiğine bir bakarsanız, dünyanın çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu
ve yaşlılığını onlarda görürsünüz.
Dünyanın oyunu bu kadardır. Mevsimler bitti mi, yeniden başlamaktan başka bir marifet gösteremez. Bu
hep böyle gelmiş, böyle gidecek. Versamur ibidem atque insumus usque. (Lucretius) İnsan kendini saran çemberin içinde döner
durur. Atque in se sua per vestigia
volvitur annus. (Virgilius) Yıl hep
kendi izleri üstünde dolanır. Dünyayı
size bırakıp gidenler gibi, siz de başkalarına bırakıp gidin. Hep eşit oluşunuz benim adaletimin esasıdır.
Herkesin bağlı olduğu koşullara bağlı
olmaktan kim yerinebilir? Hem sonra, ne kadar
yaşarsanız yaşayın, ölümde geçireceğiniz zamanı değiştiremezsiniz: Ölümden ötesi hep birdir. Beşikte iken
ölseydiniz, o korktuğunuz mezarın içinde
yine o kadar zaman kalacaktınız.
Licet, quod vis vivendo vincere secla,
Mors aeterna tamen nihlominus illa manebit. (Lucretius) Kaç yüzyıl yaşarsanız yaşayın, Ölüm yine sonsuz olacaktır. Zaten ben sizi öyle bir hale koyacağım ki,
artık hiçbir acı duymayacaksınız. In vera nescis nullum fore morto alium
te. Qui possit vivus tibi te i;agere
peremptum, stansque jacentem.
(Lucretius) Bilmiyor musunuz ki;
öldükten sonra başka bir benliğiniz sağ kalıp
sizin ölümünüze yanmayacak, ölünüzün başucunda durup ağlamayacak? Bu doymadığınız hayatı artık aramaz
olacaksınız: Nec sibi enim quisquam
tum se vitamque requirit. Nec
desiderium nostri nos afficit ullum. (Lucretius) O zaman ne hayatı ararız; ne de
kendimizi; Varlığımızdan hiçbir şeye
özlemimiz kalmaz. Hiçten daha az bir
şey olsaydı, ölüm hiçten daha az korkulacak bir
şeydir denebilirdi: Mufto mortem
minus ad nos esse putandum Si minus
esse potest quam quod nihil esse videmus. (Lucretius) Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne
ölüyken; sağken etmez, çünkü
hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz. Hiç kimse yaşamından önce ölmüş sayılmaz;
çünkü sizden arta kalan zaman da, sizden
önceki zaman gibi sizin değildir: Ondan da bir şey yitirmiş olmuyorsunuz. Respice enim quam nil ad nos ante acta
vetutas Temporis aeterni fuerit.
(Lucretius) Bizden önce geçmiş
zamanları düşün Bizim için onlar
yokmuş gibidir. Hayatınız nerede
biterse, orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır: Öyle
uzun yaşamışlar var ki, pek az
yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin
gücünüze bağlıdır. Her gün gittiğiniz
yere hiçbir gün varmayacağınızı mı sanıyorsunuz? Avunabilmek için eş dost istiyorsanız, herkes
de sizin gittiğiniz yere gitmiyor
mu? Omnia te vita perfuncta sequentur.
(Lucretius) Ömrün bitince, her şey de
seninle yok olacak. Herkes aynı akışın
içinde sürüklenmiyor mu? Sizinle birlikte
yaşlanmayan bir şey var mı? Sizin öldüğünüz anda binlerce insan, binlerce hayvan, binlerce başka varlık daha
ölmüyor mu? Madem geri dönemezsiniz,
niçin kaçınıyorsunuz? Birçok insanların
ölmekle, dertlerinden kurtulduğunu görmüşsünüzdür ama kimsenin ölmekle daha kötü olduğunu gördünüz mü? Kendi
görmediğiniz, başkasından da
duymadığınız bir şeye kötü demek ne büyük saflık! Niçin benden ve kaderken yakınıyorsunuz? Size
kötülük mü ediyorum ben? Siz mi beni
yöneteceksiniz, ben mi sizi? Öldüğünüz zaman
yaşınızı doldurmamış da olsanız, hayatınızı doldurmuş oluyorsunuz. İnsanın küçüğü de büyüğü gibi bir insandır.
İnsanların ne kendileri ne de hayatları
arşınla ölçülemez. Khiron, babası Saturnus'tan, zaman ve süre tanrısından, ölümsüzlüğün koşullarını
öğrenince ölümsüz olmak istememiş.
Sonsuz bir hayatın ne çekilmez olacağını bir düşünün. Ölüm olmasaydı sizi ondan yoksun ettim
diye bana lanet edecektiniz. Hayatınıza,
mahsus biraz acılık kattım; ne hayattan ne de ölümden kaçmaksızın benim istediğim bir ölçüyle
yaşayabilmeniz için hayata ve ölüme
tatlı ile acı arasında bir kıvam verdim.
İlk bilgeniz olan Thales'e, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğrettim. Birisi ona: Madem yaşamak boş niçin
ölmüyorsun? diye sormuş, o da: İkisi bir
de onun için, diye cevap vermiş. Su,
hava, toprak, ateş ve benim bu yapımın diğer bütün öğeleri hem yaşamanıza hem ölmenize yol açarlar. Son
gününüzden niçin bu kadar korkuyorsunuz?
O gün, sizi öldürmede öteki günlerinizden daha fazla bir iş görmüyor ki! Yorgunluğu yapan son adım
değildir son adımda yorgunluk yalnızca
ortaya çıkar. Bütün günler ölüme gider son gün
varır.» İşte doğa anamızın bize
verdiği güzel öğütler... Çok kez
düşünmüşümdür: Acaba niçin savaşlarda kendi ölümümüz de, başkalarının ölümü de bize evlerimizdeki
ölümden çok daha az korkunç gelir? Öyle
olmasaydı ordu hekimlerle, ağlayıp sızlayanlarla dolardı. Acaba niçin ölüm her yerde aynı
olduğu halde köylüler ve yoksul insanlar
ona çok daha metin bir ruhla katlanırlar? Ben öyle sanıyorum ki bizi korkutan ölümden çok bizim,
cenaze alaylarıyla, asık suratlarla
ölüme verdiğimiz korkunç durumdur... Çocuklar
sevdiklerini bile maske takmış görünce, korkarlar. Biz de öyle. İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi
çıkarıp atmalıyız. (Kitap 1, bölüm XX)
YAŞAYAN ÖLÜLER
Bir yasa vardır, hükümdarların gördükleri
işlerin ölümlerinden sonra
yargılanmasını ister; ölülerle ilgili yasalar arasında bana en
sağlam görünenlerden biri budur.
Hükümdar yasaların sahibi değilse bile yol
arkadaşıdır. Adaletin, sağken kendisine vurmadığı yumruğu ününe ve mirasçılarına kalan servete vurması haklıdır.
Ün ve mal çok kez hayattan üstün tutulan
şeylerdir. Bu yasayı töre haline sokmuş olan
uluslar yararını görmüşlerdir. Kötü krallarla bir arada anılmak istemeyen bütün iyi krallar da bu yasadan
hoşnutturlar. Bütün kralların buyruğunu
dinlemek boynumuzun borcudur; çünkü gördükleri iş gereği bunu bizden istemeye hakları vardır
ama saygı ve sevgimizi ancak
değerleriyle kazanabilirler. Toplumun düzeni bozulmasın diye sabredelim, kusurlarını saklamak küçüklüğüne
katlanalım; zararlı olmayan işlerde,
bize düşen yardımı edelim; bunu anlarım. Ama
ödevimiz bitince, adalet ve özgürlük adına, gerçek duygularımızı anlatmalıyız; kusurlarını çok iyi bildiğimiz
bir krala dürüst vatandaş olarak, nasıl
bağlı kaldığımızı göstermeliyiz. Bunu yapmazsak, gelecek kuşakları çok yararlı bir dersten
yoksun etmiş oluruz. Kötü bir kralı,
bize iyilik ettiği için hayırla anarsak, büyük bir doğruluğun zararına küçük bir doğruluğa hizmet etmiş
oluruz. Titus Livius'un dediği doğrudur:
Kralların ekmeğini yemiş olanlar, onları hep ölçüsüz övgülerle anarlar her biri kendi kralını
göklere çıkarır, en büyük değerleri onda
görür... Toplum düzenleri o kadar
sağlam olan Lakedemonyalılar'ın pek
yapmacık bir törenleri vardır, hiç hoşuma gitmez. Kralların
ölümünde halk her tarafta, kadın erkek
karmakarışık, alınlarını kanatır, bağıra
çağıra ağlaşır, ölen kralın, kralların en iyisi olduğunu söylermiş.
Her şeyi kurcalayan Aristoteles,
Solon'un: Kimseye ölümünden önce mutlu
denemez, sözü üzerinde duruyor ve iyi yaşamış iyi ölmüş insan, adı kötüye çıkarsa, çoluğu çocuğu yoksulluğa
düşerse, mutlu sayılabilir mi diye
soruyor. Yaşadığımız sürece gönlümüzün istediğini yapabiliyoruz; ama hayattan ayrılınca artık
kendimizle hiçbir ilişiğimiz kalmıyor.
Solon'a şöyle demek daha doğru olurdu: Mademki
insan ancak öldükten sonra mutlu sayılabilir, öyleyse hiçbir zaman mutlu olamaz. Bertrand du Glesquin, Rancon şatosunu
kuşattığı sırada ölmüş. Şatodakiler,
teslim olunca, şatonun anahtarlarını Bernand du
Glesquin'in cesedi üstüne koymaya zorlanmışlar. Venedik ordusunun komutanı Berthelemy
savaşta ölünce cesedini Venedik'e
götürmek için düşmandan Verona topraklarından geçme iznini istemeyi düşünmüşler; ama Theodore
Trivolce buna razı olmamış; Verona'dan
cesedi savaşarak zorla geçirmiş; «Hayatında
düşmandan hiç korkmamış bir adamın ölü iken korkar gibi görünmesi doğru olmaz, demiş. Eski Yunan yasalarına göre de düşmandan bir
ölüyü gömmek için geri istemek zaferden
vazgeçmek olur, o zaferle artık övünülemezmiş.
Bu işte kazanan yalnız cesedi istenen adam olurmuş.
Korinthoslular'ı apaçık yenmiş olan
Nikias, zaferi bu yüzden yitiriyor. Agesilaos da tersine Beotia'lılara karşı zor kazanabileceği
bir zaferi bu yüzden kazanıveriyor. Bu adetler bize garip görünüyor ama
insanlar her çağda, kendilerini hayatın
ötesinde de düşünmekten geri kalmamışlar, hatta Tanrı yardımının kendilerinden kalacak parçalara
bile inmeye devam edeceğine inanmışlardır
ki uzun boylu anlatmaya gerek görmüyorum.
İngiltere kralı Edward, İskoçya kralı Robert'le giriştiği
savaşlarda kendi bulundukça işlerin hep
iyi gittiğini, savaşın mutlaka
kazanıldığını denemiş. Ölürken oğluna törenle yemin ettirmiş ki, cesedini kaynatacak; etini kemiğinden
ayıracak; etini gömecek, kemiklerini
saklayıp her İskoçya'ya savaşa gittiği zaman yanında götürecek.
Bazı Amerika yerlileri İspanyollara karşı savaşırken üzerlerinde, vaktiyle zafer kazanmış yiğitlerinden birinin
kemiklerini taşırlarmış. Bazıları da
savaşta ölmüş yiğitlerinin cesedini her gittikleri yere götürür, onunla bahtlarının daha açık
olacağına, ondan cesaret alacaklarına
inanırlarmış. İlk örneklerde ölüm,
insanların hayatta iken gördükleri işlerin ününü sürdürmekle kalıyor: Son ömeklerde ise
ölüler, iş görme gücünü yitirmiyorlar.
Kahraman Bayard'ın yaptığı hepsinden iyi: Yediği kurşunlardan öleceğini anladığı halde, geriye
çekilmesini öğütleyenleri dinlememiş, ölüme giderken sırtımı düşmana
çevirmek istemem demiş; gücü yettiği
kadar savaşıp attan düşecek hale gelince
yaverinden kendisini bir ağaca dayamasını, ama yüzünün düşmana karşı durmasını istemiş ve öylece ölmüş. Yukarıki örneklerin hiçbirinden aşağı
kalmayan bir tane daha anlatacağım: Kral
Philippes'in dedesinin babası Maximilian birçok
büyük değerleri olan bir hükümdardı; üstelik eşsiz bir vücut
güzelliği de vardı. Bir huyu onu öteki
krallardan ayırıyordu. Krallar pek önemli
işleri çabuk çıkarmak için oturaklarını krallık tahtına çevirdikleri halde o, en yakın oda hizmetçisinin bile
kendisini hacet yerinde görmesine razı
olmazmış. Su dökünürken dört tarafı kapattırır,
mahrem yerlerini hekime de, başkasına da göstermekten bir kız gibi kaçınırmış. Konuşurken hiç de sağı solu
kollamadığım halde bende de aynı
utangaçlık vardır. Dayanılmaz bir ihtiyaç veya arzu beni sürüklemedikçe saklanması adet olmamış
organlarımı ve işlerimi bile kimseye
göstermem. Ama Maximillan işi o kerteye götürmüş ki vasiyetnamesinde, öldüğü zaman kendisine don
giydirilmesi üzerinde önemle durmuş, bir
zaman sonra vasiyetine, donu giydirecek adamın
gözlerinin bağlanması şartını da koydurmuş... Atinalıların işlediği kanlı bir haksızlık
aklıma geldikçe, en doğal ve en haklı
egemenlik olduğuna inandığım halk egemenliğine düşman olasım gelir. Lakedemonyalılara karşı, eşini
görmedikleri bir deniz zaferi kazanıp
dönen kahraman komutanlarını sorgusuz sualsiz ölüme mahkum ediyorlar. Nedeni de şu: Zaferden
sonra gemiler hemen geri dönüp ölülerini
arayacak yerde savaşın gereklerine uyarak düşmanın peşine düşmüşler. Diomedon'un bu arada gösterdiği büyüklük
Atinalıların haksızlığına insanı
büsbütün isyan ettiriyor. Ölüme hüküm giyenlerden, askerliğiyle de devlet adamlığıyla da ün kazanmış değerli
bir komutan olan Diomedon idam kararını
dinledikten sonra öne atılıp rahatça konuşmak
fırsatını buluyor bu fırsatı kullanıp uğradığı haksızlığa karşı
kendini savunacak yerde, ölüm kararını
verenlerin sağlığına dua ediyor kendinin
ve arkadaşlarının bu kadar büyük bir zaferden sonraki dileklerini kabul etmeyen Atinalılara
tanrılarının öfkelenmemesini, bu kararın
haklarında hayırlı olmasını diliyor. Başka bir şey söylemeden, pazarlık etmeden ölüme doğru mertçe yürüyor.
Talih birkaç yıl sonra bu haksızlığı
aynı yoldan cezalandırıyor. Atinalıların deniz kuvvetleri komutanı Kabras, Isparta amirali Molles'i
Naskos adasında yenmişken, öncekilerin
kötü sonuna uğramak korkusu ile zaferi sonuna
vardıramıyor. Denizdeki ölüleri toplamaya uğraşırken bir sürü
düşman yakayı kurtarıyor ve az sonra bu
boş inanç Atinalılara pek pahalıya mal
oluyor. Bir başkası da cansız
insan bedenine dinlenme duygusu veriyor
yeniden: Quaereris quo jaceas
post abitum loco? Quo non nata
jacent. (Seneka) Ölünce nereye mi
gideceksin? Doğmayanların
yanına. Neque sepulchrum quod recipiat
portum corporis Ubi, remissa humana
vita, corpus requiescat, a malis. (Ennfus)
Ne mezar, ne rahat bir liman, ki dinlensin orada, Yaşamaktan yorulmuş insanın bedeni. Doğada da buna benzer bir durum görülüyor:
Birçok ölü nesneler hayata gizliden
gizliye bağlı kalıyor. Mahzendeki şarap mevsimlere göre asma ile birlikte bazı değişmelere
uğruyor. Tuzlanmış av etlerinin, canlı
et gibi durumdan duruma geçtiğini, tat değiştirdiğini söylerler. (Kitap 1, bölüm 3)
KÖKLEŞEN YANILMALAR
Bir kişinin yanılması bütün halkın
yanılmasına yol açar, bütün halkın
yanılması da sonradan teklerin yanılmasına. Böylece yanlışlık elden ele geliştikçe gelişir, biçimden biçime
girer; o kadar ki işin en uzağındaki
tanık, en yakınındakinden daha çok şeyler bilir; olayı son öğrenen ilk öğrenenden daha inançlı olur.
Bunda da şaşılacak bir şey yok; çünkü
insan bir şeye inandı mı ona başkasını da inandırmayı bir borç sayar, kolay inandırmak için de
anlattığına dilediği gibi çeki düzen
vermekten, bir şeyler katmaktan çekinmez: Karşısındakinin karşı koyma gücünü kırmak, onun kafasının
alabileceğini sandığı gibi konuşmak
ister. (Kitap 2, bölüm 14) Paranın
saklanılması kazanılmasından daha zahmetli bir iştir. (Kitap 1, bölüm 14)
İNSAN
ÖMRÜ
İnsan ömrünün uzunluk, kısalık ölçülerine
akıl erdiremiyorum. Bilginlere bakıyorum; onlar ölçüyü herkesten daha kısa
tutuyorlar. Genç Katon, kendi kendini
öldürmesine engel olmak isteyenlere: Ben,
hayattan vakitsiz ayrıldı diye ayıplanacak bir yaşta değilim,
demiş; bunu söylerken de kırk sekiz
yaşındaymış. Katon bu yaşı olgun ve
geçkin sayıyor. Gerçekten bu yaşa ulaşanlar o kadar azdır ki. Doğal ömür dediğimiz bir süreyi düşünerek bilmem ne
kadar yıl daha yaşamak umuduyla
avunuruz; böyle bir umuda nasıl kapılabiliriz ki, hiçbirimiz doğanın gerektirdiği sayısız
kazaların dışında kalamayız:
Tasarladığımız ömür her gün kesilebilir. İhtiyarlığın son basamağında kuvvet
tükenmesiyle ölmeyi beklemek, ömrümüze
böyle bir son düşünmek ne ham bir hayal: Ölümün bu türlüsü en olmayacağı, en az görülenidir.
Yalnız ona doğal ölüm diyoruz; sanki
kafası yarılıp ölmek, suya düşüp boğulmak, vebaya, zatürreeye yakalanmak doğaya aykırıymış, her
günkü hayatımız bunlarla dolu değilmiş
gibi. Bu güzel sözlerle kendimizi
aldatmayalım: Her yerde, her zaman insanların çoğunun başına gelen ne ise ona doğal diyelim. Yaştan ölmek binde
bir görülen garip durumlardandır. Doğaya
da asıl aykırı olan ölüm budur: Çünkü
ötesinde başka bir ölüm şekli yoktur. Bize en uzak olan ölüm, ulaşılması en zor olanıdır. Yaştan ölüm öyle
bir sınırdır ki ondan öteye gidemeyiz:
Doğa daha ötesine kimseyi geçirmez: Oraya kadar varmak da nadir bir seçkinliktir. Doğa bu seçkinliği
iki üç yüzyıl içinde bir tek insana
sunar yalnız o insan doğum ve ölüm konakları arasındaki sayısız zorlukları, engelleri aşabilir. Bana sorarsanız, kendi ulaştığımız yaşı pek
az insanın ulaşabildiği bir yaş
saymalıyız. İnsanlar bu yaşa kadar hiçbir engele rastlamadan gelemediklerine göre, biz bir hayli ileri
gitmişiz demektir. Hele insan hayatının
asıl ölçüsü olan belli sınırları aşmışsak, daha öteye gitmek umuduna kapılmamalıyız. Başkalarının
kurtulamadığı birçok ölümlerden
kurtulduğumuza göre talih bizi başkalarından daha fazla korumuş demektir. Bundan sonra da aynı
talihin devam etmesini isteyemeyiz. Bizi bu boş umutlara kaptıran biraz da
yasalarımızın bir kusuru: Yasalar yirmi
beş yaşından önce bir insana malını mülkünü kullanmak hakkını vermiyor, hatta bu yaşa kadar insan
kendi hayatının bile doğru dürüst sahibi
değildir. Augustus, otuz beş yaşından
önce yargıçlık hakkı vermeyen eski Roma
yasalarından beş yıl indirmiş, otuz yaşında olmayı yeter saymış. Servius Tullius kırk yedi yaşını geçen
askerlerini savaşa gitmekte serbest
bırakmış; Augustus bu yaş basamağını
kırk beşe indirmiş. Elli beş, altmış
yaşından önce insanları, kenara atmak bana doğru görünmüyor. Bence insan işine gücüne devam edebildiği kadar
etmelidir; ama bunun tersini, bize
erkenden iş verilmemesini yanlış buluyorum. Öylesi vardır ki kendisi on dokuz yaşında dünyanın
egemeni olur da başkalarının bir su
yolunun yeri üzerinde hüküm verebilmesi
için en az otuz yaşında olmalarını şart koşar. Bana sorarsanız ruhlarımız yirmi yaşında ne
olabileceklerini belli eder, bütün
yetkilerini gösterirler. Bu yaşa kadar kudretini açıkça belli etmemiş bir ruhun ondan sonra belli
ettiği görülmemiştir. Yaratılışımızdaki
değerler en gürbüz ve en güzel durumlarıyla ancak o zaman ortaya çıkabilirler. Dauphineliler: Yaşken batmayan diken bir
daha pek batmaz, derler. İnsanların geçmişte ve zamanımızda gördükleri her
çeşit işlerden benim öğrenebildiklerimi
düşününce otuz yaşından önce başarılmış
işleri ötekilerden daha fazla görüyorum: Aynı insanın hayatını da alsak, öyle görünüyor. Annibal'la, büyük rakibi Scipio için bunu
güvenle söyleyebilirim. Bu adamlar
hayatlarının yarısından çoğunu gençken kazandıkları ünle geçirdiler: Başkalarının ölçüsüyle büyük adam
oldukları yıllarda kendi ölçüleriyle hiç
de büyük değillerdi. Ben kendi hesabıma o yaştan sonra ruhça ve bedence kendi gücümün artmayıp
eksildiğini, ileri değil geri gittiğini
sanmıyorum. Zamanlarını iyi kullananlarda bilgi ve görgü hayatla birlikte olgunlaşabiliyor; ama
canlılık, çeviklik, sağlamlık ve daha
başka özlü ve önemli değerler taşıyor, geçiyor. Ubi jam validis quassatum est viribus aevi
Corpus, et obtusis ceciderunt viribus
artus, Claudicat ingenium, delirat linguaque
mensque. (Lucretius) Vücut
yaşın ağır yumruğu altında ezilince, Makinenin yayları gevşeyince, düşünce de sendeliyor: Dilimiz
tutulmaya; zihnimiz karışmaya
başlıyor. Bazen vücut, bazen de ruh
yaşlılığın esiri oluyor. Kafaları,
midelerinden ve bacaklarından daha önce zayıf düşenleri çok gördüm. Yaşlılık kendini belli etmediği için çok
tehlikeli bir derttir; insan bu derde
farkına varmadan düşer. Onun için yasaların bizi, işte çok tutmasını değil, işe geç almasını yanlış
buluyorum. Hayatımızın ne kadar cılız
olduğunu, her gün nice tehlikelerle karşılaştığını düşünüp gençlerin hazırlanma, öğrenme, oyalanma
yıllarını pek uzatmamalıdır. (Kitap 1,
bölüm 57) Rahatsız, gözü doymaz,
telaşlı bir zengin, düpedüz yoksul kişiden
daha zavallı gelir bana. (Kitap 1, bölüm 14) VARLIK VE İNSAN Nesnelerden algıladığımız görüntüleri
yargılamak için doğruyu eğriden
ayırtedecek bir aracımız olması gerek; bu aracı doğrulamak için bir kanıtlama yapmamız gerek;
kanıtlamayı doğrulamak için bir araç;
alın size bir kısır döngü. Kendileri kararsızlıklarla dolu olan duyularımız tartışmamıza son veremeyeceğine
göre akla başvurmak zorundayız diyelim:
Hiçbir akıl bir başka akla dayanmazlık edemez,
öyle olunca da akıldan akıla gider dururuz. Hayal gücümüz
bilinmedik şeylere ulaşmaz, çünkü
duyuların aracılığıyla işler duyularsa kendi
dışlarındaki nesneyi değil yalnızca kendi duyuşlarını kapsarlar
böyle olunca hayal ve görüntü nesneyi
değil, duyuların algısını verir bu algı
ve nesneyle ayrı ayrı şeylerdir: Öyleyse görüntülerle düşünen, nesneden, gerçek olandan başka bir şeyle
düşünüyor demektir. Denebilir ki duyuların algıları bilinmedik şeylerin
niteliğini benzetme yoluyla ruha anlatır
ama ruhun ve düşüncenin bilinmedik şeylerle
hiçbir alışverişi olmadığına göre bu benzetmenin doğruluğuna nasıl güvenebilirler? Nasıl ki Sokrates'i tanımamış
olan biri, resmini görünce ona benzeyip
benzemediğini söyleyemez. Yine de
görüntülerden bir yargıya varmak istiyorum diyelim: Bunu bütün görüntülere dayanarak yapmamız
olanaksız; çünkü deneyerek görmüşüzdür
ki görüntüler başkalıkları ve tutarsızlıklarıyla birbirini engellemektedirler. Kimi seçme görüntülerle
ötekileri ayarlayalım desek, seçtiğimiz
görüntüyü bir başka seçmeyle ayarlamak gerekir,
onu da bir başkasıyla ve sonu gelmez bunun da. Son olarak şu da var ki, sürekli hiçbir ölümlü var oluş yok, ne
bizim ne de nesnelerin varlığında. Biz
de, düşüncemiz de, her şey de durmadan akmakta,
yuvarlanmaktayız. Düşünce de,
düşünülen şey de durmadan devinip değişmekte olduğu için birinden ötekine şaşmaz hiçbir ilişki
kurulmaz. Varlıkla aramızda hiçbir
ulaşma yok; çünkü her insan her zaman doğmakla ölmek arasındadır; kendinden verebildiği dumanlı
bir görüntü, bir gölge ve kaypak, cılız
bir yorumdur. Düşüncenize kendi varlığını yakalatmaya kalkacak olursanız, suyu avuçlamaktan başka
bir şey olmaz yapabileceğiniz; çünkü
yaratılıştan her yana akan bir şeyi ne kadar
sarıp sıksanız, yakalamak, avucunuza almak istediğiniz o ölçüde yitireceksiniz. Her şey bir değişmeden
ötekine geçmek zorunda olduğu için
gerçek bir kalgınlık arayan akıl, kalan, duran hiçbir şey bulamayarak yaya kalır çünkü her şey ya var
olmak üzeredir ve henüz hiç de var
değildir, ya da daha doğmadan ölmeye başlamaktadır. Platon der ki bedenler
doğar, ama var olmazlar. Ona kalırsa
Homeros'un Okyanus'u tanrıların babası, Thetis'i de anası yapması bize her şeyin durmadan dalgalanıp akmakta,
renkten renge girip değişmekte olduğunu
anlatmak içindir. Kendinden önceki bütün
filozofların da bu kanıda olduğunu söyler yalnız Parmenides büyük bir güç saydığı devinimin nesnelerde
olamayacağını söylüyormuş. Pytagoras'a
göre madde akıcı ve geçicidir. Stoacılara
göre şimdiki zaman yoktu; şimdi dediğimiz, geçmişle geleceğin bağlantısı, bileşimidir. Herakleitos'a göre,
hiçbir insan aynı ırmakta iki kez
yıkanmamıştır. Epikharmos'a göre, geçmişte borç almış olan şimdi borçlu değildir geceden sabah yemeğine
çağırılmış biri bugün davetsiz gelir
yemeğe, çünkü çağıran ve çağrılan aynı adamlar değildirler artık, başka birer adam olmuşlardır. Ölümlü bir nesne
iki kez aynı halde bulunamaz; çünkü
farkedilmez anlık bir değişmeyle bir dağılır, bir toplanır bir gider bir gelir. Öyle ki,
doğmaya başlayan şey hiçbir zaman tam
bir varlığa erişemez; çünkü bu doğuş zaten hiç bitmez, bir sona varır gibi durmaz, tohum halinden başka
hallere, bir o yana bir bu yana doğru
hep değişir durur. İnsan tohumu ana karnında biçimsiz bir meyve olur önce; sonra çocuk biçimini
alır karından çıkınca memelik bebek olur
sonra bir küçük oğlandır, sonra bir delikanlı,
sonra olgun, sonra yaşlı bir insan, sonra çökmüş bir ihtiyar. Öyle
ki yaş ve ona bağlı oluş hep bir önceki
durumu bozup dağıtarak yürür: Mutat
enim mundi naturam totius aetas, Ex
alioque alius status'excipere omnia debet, Nec manet ulla sui similis res: omnia migrant, Omni commutat
natura et vetera cogit. (Lucretius) Zaman değiştirir özünü her şeyin; Bir
durumundan bir başka durum çıkar hep; Benzerlik
kalmaz biçimden biçime; Doğa zorlar her şeyi
başkalaşmaya. Öyleyken biz insanlar ölümün her türlüsünden budalaca korkarız: Ölüm çok geçirdiğimiz, durmadan geçirmekte
olduğumuz bir durumdur. Herakleitos'un
dediği gibi ateşin ölümü havanın doğuşu,
havanın ölümü suyun doğuşu olduktan başka bu durmadan doğup ölmeleri kendimizde daha açıkça görebiliriz.
İhtiyarlık gelince olgun yaş ölür gider;
gençlik olgun yaşta biter, çocukluk gençlikte, ilk yaş çocuklukta, kaldı ki dünkü gün bugün
ölmüştür, bugün de yarın ölmüş olacak...
(Kitap 2, bölüm 12) Cimriliği yaratan
yoksulluk değil zenginliktir daha çok. (Kitap 1, bölüm 14)
İNSAN VE
AKIL
Yine kendime döneyim: Kendimde değer verdiğim
tek şey, hiç kimsenin kendinde eksik
görmediği bir vergidir: Kendi aklımı
beğenmekle her insanın, her gün yaptığını yapmış oluyorum. Kim kendini akılsız sayabilir? İnsanın kendini akılsız sayması mantıkça da
mümkün değildir. Öyle bir sakatlık ki
bu, onu kendinde gören, kendinde görmüyor demektir. Öyle bir illet ki bu, devası yoktur; ama
hastanın gözü kendine çevrilip de bu
illeti gördü mü illet dağılıverir güneşin sisleri dağıtması gibi. Bu konuda insanın kendini kötülemesi, temize
çıkarması, kendini kusurlu görmesi bütün
kusurlarından yakınmasıdır. En zavallı, en allahlık insanlar bile akıldan yana paylarına
razıdırlar. Başkalarında bizden daha
fazla yiğitlik, beden gücü, deneyim, yetenek, güzellik görebiliriz; ama akıl üstünlüğünü kimseye vermeyiz. Başkalarında doğru düşünceler gördük mü
bunları, şöyle bir düşünmekle biz de
bulabilirdik sanırız. Başkalarının eserlerinde
gördüğümüz bilgiyi, sanatı ve daha başka değerleri bizimkilerden üstün tutabiliriz; ama düpedüz düşüncenin
bulduklarına kendi düşüncemizle de
pekala varabileceğimize inanırız; onların
büyüklüğünü ve zorluğunu bir türlü göremeyiz, meğer ki bu düşünceler bizden ölçülmez bir uzaklıkta olsun.
Onun için benim yazdıklarımın pek
tutulacağını, övüleceğini ummuyorum; bu çeşit
yazarların ünü az olur. Hem
sonra kimin için yazıyoruz? Kitaplar arasında yaşayanlar, bilginler, bilginlikten başka bir değer
tanımazlar insan düşüncesinin, bilgi
toplamak, güzel yazmaktan başka bir yolda ilerleyebileceğini kabul etmezler: Scipiolar'ı birbirine
karıştırdıysanız, artık söyleyeceğiniz
sözlerin nasıl bir değeri olabilir? Onlara göre
Aristoteles'i bilmeyen kendini de bilmiyor demektir. Basit ruhlu bilgisiz insanlarsa kendilerini aşan ince bir
sözün değerini ve önemini görmezler.
Dünyayı dolduran da bu iki çeşit insandır. Sizin dilinizden anlayacak üçüncü bölüğe, ruhları kendiliğinden
düzenli ve güçlü insanlara gelince,
onlar o kadar azdır ki aramızda adları sanları bile duyulmaz. Onlara kendimizi beğendirmeye
çalışmakta fazla bir kar da yoktur. Doğanın insanlara en adilce dağıttığı nimet
akıldır derler. Çünkü hiç kimse akıl
payından şikayetçi değildir. Nasıl olsun? Aklını beğenmemesi için aklından ötesini görebilmesi
gerekir. Ben düşüncelerimin doğru
olduğunu sanıyorum: Ama öyle sanmayan kim
var? Aklımın sakat olmadığına benim bulduğum en iyi tanıt kendime az değer verişimdir. Sakat olsaydı kendime
beslediğim sevgi onu kolayca aldatabilirdi;
çünkü ben kendimi öyle seviyorum ki; sevgimi
bir türlü kendimden dışarıya çıkaramıyorum. Herkes sevgisini bir
sürü dosta, tanıdığa dağıtırken, ben
kendi içimin rahatından, kendi
varlığımdan başka şeye bağlanamıyorum. Başka şeylere bağlanışım kendi isteğimle, bile değildir. Mihi nempe valere et vivere doctus.
(Persius) Sağlıklı olmak ve yaşamak,
işte benim bütün bilgim. Böyle iken,
düşüncemin kendi yetersizliğini yüzüne vurmaktan hiç geri kalmadım. Gerçekten düşüncemin en çok üstünde durduğu
şeylerden biri de budur. Herkesin gözü
dışardadır ben gözümü içime çevirir, içime
diker, içimde gezdiririm. Herkes önüne bakar, ben içime bakarım: Benim işim gücüm kendimledir. Hep kendimi
seyreder, kendimi yoklar, kendimi
tadarım. Herkes kendinden başka şeylerin peşindedir hep kendisinin ötesine gitmek
sevdasındadır. Nemo in sese tentat
descendere. (Persius) Kimse kendi
içine inmeye çalışmaz. (Kitap 2, bölüm 17)
ÖLÇÜ İnsan elinde ne illet var
ki, dokunduğunu değiştiriyor
kendiliğinden iyi ve güzel olan şeyleri bozuyor. İyi olmak arzusu bazen öyle azgın bir tutku oluyor ki, iyi
olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları
der ki, iyinin aşırısı olmaz, çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Sözcüklerle oynamak diyeceği gelir
insanın buna. Felsefenin böyle ince
oyunları vardır. İnsan iyiyi severken de, doğru bir işi yaparken de pekala
aşırılığa düşebilir. Tanrının dediği de budur:
Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın da bir haddi vardır. Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu
hedefe ulaştırmayan okçudan daha başarılı sayılmaz. İnsanın gözü karanlıkta da
iyi görmez, fazla ışıkta da. Platon'da
Kallikles der ki, felsefenin fazlası zarardır. Felsefe bir kerteye kadar iyidir, hoştur yararlı
olduğu kerteyi aşacak kadar derinlere
gidersek çileden çıkar, kötüleşiriz; herkesin inandığı, uyduğu şeyleri küçümseriz; herkesle doğru dürüst
konuşmaya, herkes gibi dünyadan zevk
almaya düşman oluruz; kimseyi yönetemeyecek,
başkalarına da kendimize de hayrımız dokunmayacak bir hale geliriz; boş yere şunun bunun sillesini yeriz. Kallikles doğru söylüyor çünkü felsefenin
fazlası bizim gerçek duygularımızı
körletir gereksiz bir inceleme ile bizi doğanın güzel ve rahat yolundan çıkarır. (Kitap 2, bölüm
30) Düşüncede saplantı ve azgınlık en
açık ahmaklık belirtisidir. Canlılar
arasında eşekten daha kendinden emin, daha vurdumduymaz, daha içine kapalı, daha ciddi, daha ağırbaşlı
olanı var mıdır? (Kitap 3, bölüm 8)
TARTIŞMALAR
Azgın tartışmalar da keşke, diğer söz
suçları gibi ceza görselerdi. Hep öfkenin alıp götürdüğü bu düşünce
çarpışmalarında insanın etmediği kötülük
kalmaz. İlkin düşüncelere çatarız, sonra da insanlara. Tartışmada esas, karşımızdakinin düşüncesini
çürütmek olduğu, herkes çürütüp
çürütüldüğü için, tartışmanın sonunda olan şey
gerçekten büsbütün uzaklaşmaktadır. Onun için Platon, Devlet'inde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı
yasak etmiştir. Doğru dürüst adım atıp
yürümesini bilmeyen bir insanla gerçeği aramaya çıkmanın anlamı var mı? Aradığımız şeyi bırakıp onu
nasıl bir yoldan arayacağımızı
düşünürsek ondan hiç de uzaklaşmış olmayız. Ama yol derken softaların ve allamelerin yollarını
değil, sağduyumuzla bulduğumuz doğal
yolları kastediyorum. Tartışma ile neye varılabilir? Biri doğuya gider, biri batıya; yolda
rastladıkları ayrıntılara saplanır ve
konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra neyi aradıklarını bilmez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış,
kimi altına inmiş, kimi de kenarında
kalmıştır. Kimi bir sözcüğe, bir benzerliğe takılır kimi, söylenene kulak bile vermeden bir şeyi
tutturur ve yalnız kendi söylediklerini
dinler başka biri de, kendine güvenemediği için
her şeyden kaçınır, hiçbir düşünceyi kabul etmez, ta başından her
şeyi karıştırır, yahut da söz kızışınca,
büsbütün susar ve bir daha ağzını açmaz;
bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar, mağrur bir küçümseme ya da budalaca bir alçakgönülle
tartışmadan kaçar. Bazısı yalnız
saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir; bazısı da yalnız sesinin ve ciğerlerinin gücüne
dayanır. Bakarsınız birisi tutar kendine
karşı dönüverir; başka biri kalkar önsözlerle, yersiz hikayelerle kafa şişirir. Kimi vardır,
sıkıştığını görünce karşısındakini
susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve bir Alman kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü
de vardır, konuya hiç bakmadan sizi bir
sürü mantık çemberleriyle, diyalektik oyunlarıyla kuşatıp boğmaya savaşır. (Kitap 3, bölüm 8) Bütün toptancı yargılar çürük ve
tehlikelidir. (Kitap 3, bölüm 8)
GERÇEK
NEDENLER
Kolayca doğrulanabilir ki, büyük yazarlar,
olayların nedenleri üstüne yazarken,
yalnız en doğru bildikleriyle yetinmez, bir ince buluş, bir güzellik getirmek koşuluyla, inanmadıklarını
da yazarlar. Bir şeyi ustaca söylediler
mi, yeterince doğru ve yararlı söz etmiş olurlar. Asıl neden hangisidir, kesinlikle bilemeyiz;
birkaçını biraraya getirir bakarız,
doğru olan bunlardan biri midir diye:
Namque unam dicere causam Non
satis est, verum plures unde una tamen sit. (Lucretius) Bir tek neden göstermek yetmez; Birkaçını
vermeli, bir teki doğru da olsa. Hapşıranlara sağlık dilemek adetinin
nereden geldiğini sorar mısınız bana?
Biz insanlar üç türlü yel çıkarırız: Altımızdan
çıkan pek pistir, ağzımızdan çıkan bir oburluk belirtisi sayılır üçüncüsü hapşırmadır, baştan geldiği ve ayıp
yanı olmadığı için hoş yüzle karşılarız
onu böyle. Gülmeyin bu ince buluşa: Aristoteles'indir derler.
Plutarkhos'ta okudum sanıyorum: Tanıdığım bütün yazarlar arasında sanatı doğaya, düşünceyi bilime en iyi katmış
olanıdır Plutarkhos. Deniz
yolcularındaki mide bulanmasının nedeni üstünde dururken bunun korkudan ileri geldiğini, korkunun
böyle bir sonuç verebileceğine kanıtlar
olduğunu söylüyordu. Deniz beni de pek tutar,
ama bunun bende korkudan gelmediğini biliyorum; akıl yoluyla değil deneme yoluyla biliyorum bunu. Başkalarından
duyduklarım bir yana, hayvanların,
özellikle domuzların da başına geliyor, hiçbir tehlikeden kuşkulanmadıkları zaman. Bir tanıdığım da
şunu anlattı bana: Kendisini deniz pek
tuttuğu halde, birkaç kez büyük fırtınalarda
duyduğu korkudan mide bulantısı geçivermiş. Seneca'nın: Tehlikeyi düşünemeyecek kadar hastaydım, dediği gibi.
Su üstünde hiç korktuğum olmamıştır,
başka yerlerde de olmadığı gibi: Karşılaştığım
nice tehlikeler, ölümün ta kendisi bile aklımı başımdan alıp allak bullak etmemiştir beni. Korku bazen kafasızlıktan gelir,
yüreksizlikten de geldiği gibi.
Karşılaştığım bütün tehlikelerde gözlerim açık, kafam işlek, sapasağlam kalmıştır. Kaldı ki bir şeyden
kaçınma da yürek ister insanda.
Korkusuzluk işime yaramıştır eskiden, başka zararları yanında, kaçışıma çeki düzen vermek için.
Kaçarken ürkeklik duymadım diyemem, ama
şaşkınlığa, büyük korkulara da kapılmadım.
Heyecanlıydım, ama aklım başımdan gitmemişti. Büyük ruhlar daha da ileri gider, kaçışlarında sakin, telaşsız
olmakla kalmaz, gururlarını da
yitirmezler. Alkibiades, silah arkadaşı Sokrates'in nasıl kaçtığını anlatır: Onu, der, ordumuzun arkasında,
Lakhes'le birlikte en son kaçanlar arasında
buldum. Rahatça, korkusuzca, seyrettim onu; çünkü altımda iyi bir at vardı; o ise yayaydı ve
yaya olarak savaşmıştı. İlk gözüme
çarpan, Lakhes'den daha temkinli ve kararlı görünmesi oldu. Her zamanki gibi meydan okurca yürüyordu.
Çevresinde olup bitenleri izleyen, ölçüp
biçen bakışları güvenli ve düzenliydi. Bir
dostlara bir düşmanlara bakarken, dostları yüreklendirmek, düşmanlara da, üstüne gelecek olana kanını
pahalıya ödeteceğini anlatmak ister
gibiydi. Kurtuldular, çünkü böylelerine pek saldırmaz düşman, korkanların ardına düşer. Bu büyük komutanın anlattığı, bizim de her
gün yaşadığımız bir şeyi öğretiyor bize:
Tehlikelerden kaçınmakta aşırı telaşa düşmek
kendimizi tehlikenin kucağına atmanın en kestirme yoludur. Quo timoris mirıusest, eo minus femıe
periculi est. (Titus-Livius) Ne kadar
az korkarsak o kadar az tehlikedeyiz. (Kitap 3, bölüm 6)
KORKU ÜSTÜNE
İyi bir doğa uzmanı değilim dedikleri gibi,
korkunun bizi hangi yollardan
etkilediğini pek bilmem; ama pek garip bir tutku olduğu da su götürmez. Hekimlerin dediğine göre ondan
tez aklımızı başımızdan alan hiçbir
tutku yoktur. Gerçekten korkudan aklını yitiren çok adamlar görmüşümdür. En sağlam kişilerin
korku süresince inanılmaz şaşkınlık
hallerine düştükleri olur. Bilgisiz halkı, korkudan atalarını mezardan çıkmış, kefenlere sarılı dolaşır
görenleri, cinlerin perilerin
saldırısına uğrayıp çarpılanları bir yana bırakıyorum, meslekleri gereği korkmamaları gereken nice askerlerin korkudan
bir koyun sürüsünü zırhlar kuşanmış bir
alay, sazları, kamışları mızraklı akıncılar, dostları düşman, beyaz haçı kızıl haç sandıkları az mı
görülmüştür? Bourbon Dukası Roma'yı
aldığı sırada, Şaint Pierre semtini bekleyen
bir nöbetçi subay, ilk hücum borularını duyar duymaz öyle; bir korkuya kapılıyor ki, elinde alem, bir
yıkıntının deliğinden dışarı fırlıyor,
şehrin içine doğru gittiğini sanarak düşmana doğru üçyüz adım kadar koşuyor, neden sonra aklı başına
gelip geri dönüyor ve aynı delikten
içeri giriyor. Bures Kontu bizden Saint-Paul'ü aldığı zaman, alemdar subay Julie o kadar ucuz
kurtulamıyor: O da korku şaşkınlığıyla
bir delikten sur dışına çıkınca kuşatanlar paramparça ediyor kendisini. Aynı kuşatmada bir soylu kişinin yüreği
korkudan öylesine sıkışıp duruveriyor
ki, yarasız beresiz sur hendeğine düşüp ölüyor. Aynı korku bazen bütün bir kalabalığı sarar.
Germanicus'un Almanlar'la bir
karşılaşmasında iki büyük alay korkudan birbirinin tam tersi iki
yöne kaçışıyorlar. Korku kimi zaman topuklarımıza kanat takar,
kimi zaman da ayaklarımızı yere çiviler.
İmparator Theophilus'un başına geldiği gibi:
Agarenler'e karşı yitirdiği bir savaşta şaşkınlıktan dona kalıp bir
türlü kaçamıyormuş; sonunda ordu
komutanlarından biri gelip derin bir
uykudan uyandırır gibi sarsmış onu: Ardımdan gelmezseniz, demiş öldürürüm sizi; çünkü canınızı yitirmeniz,
esir düşüp İmparatorluğu yitirmenizden
daha iyidir. Korkunun gücü son haddine
şöyle varır ki, ödev, ve onur yerinde
elimizden aldığı yiğitliği kendi buyruğunda gösterir bize.
Romalıların Annibal'a karşı Sempronius
komutasında ilk meydan savaşını
yitirdikleri sırada, on bin kişilik bir piyade tümeni korkudan kaçacak delik arayıp bulamazken düşmanın en güçlü
kanadı üstüne şaşkınca yürümüş ve
görülmedik bir gayretle yarmayı başararak bir sürü Kartacalı'yı öldürmüşler, onurlu bir zaferle
elde edeceklerini yüz karası bir kaçışla
elde etmişler. En çok korktuğum şeyin
korku olması bundandır. Bütün belalardan
daha belalı bir yanı vardır korkunun... Savaşın bir döneminde bir
hayli hırpalanmış, yara bere içinde
kalmış askerleri ertesi gün yeniden
düşmanın üstüne yürütebilir, ama içlerine korku düşmüş askerleri önlerine bile baktıramazsınız. Mallarını
yitirmek, sürülmek, köle olmak korkusuna
kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden,
uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar. Oysa yoksullar, haydutlar, köleler çoğu
zaman daha keyifli yaşarlar. Korkudan
kendilerini asan, boğulan, uçurumlara atlayan nice insanlar da gösteriyor ki bize korku ölümden daha
amansız, daha dayanılmaz bir
beladır. Eski Yunanlıların bildiği
bir başka çeşit korku varmış; bizim
aklımızın şaşkınlığı dışında bir dürtüden gelirmiş. Toptan bir
halkın, orduların kapıldığı olurmuş bu
korkuya. Kartaca'nın altını üstüne
getiren böylesi bir korku olmuş. Bağrışıp çağrışmalar gökleri
tutmuş; bir baskın varmış gibi millet
sokaklara dökülmüş, düşmana saldırır
gibi birbirlerini yaralamış öldürmüşler. Kargaşaya, şamataya boğulmuş bütün Kartaca: Sonunda dualar,
kurbanlarla tanrıların öfkesini
yatıştırmışlar da öyle kurtulmuşlar bu beladan. Pan tanrının saldığı korku anlamına panik diyorlar buna.
(Kitap 1, bölüm 19)
KENDİNE
ACINDIRMAK
Kendimi kaptırmamaya çalıştığım çocukça,
yakışıksız bir duyumuz vardır.
Dertlerimizle dostlarımızı acındırmak, kendimize vah vah dedirtmek. Başımıza gelenleri büyütür,
şişirir, karşımızdakini ağlatmak
isteriz, neredeyse. Başkalarını kendi
dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz, ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı
gösterdiler mi darılırız, kızarız.
Dertlerimizi anlamaları yetmez, yanıp yakınmalarını isteriz. Oysaki insan sevincini büyülterek anlatmalı,
üzüntülerini kısaltarak. Kendini yok
yere acındıran gerçekten dertli olunca acınmamayı hakeder. Durmadan vahlanan kimse vahlanılmaz
olur. Kendini canlı iken ölü göstereni,
ölü iken canlı görebilir herkes. Öylelerini gördüm ki, eş dost kendilerini gürbüz, keyifli
görecek diye ödleri kopar, iyileşmiş
sanılmamak için gülmelerini tutarlardı. Sağlık, kimseyi acındırmadığı için, nefret ettikleri bir şey
olurdu. İşin tuhafı, bu gördüğüm
kimseler kadın da değildi. (Kitap 3, bölüm 9)
ALIŞKANLIK Bir köylü kadın, bir
danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş,
sonra da bunu adet edinmiş, her gün danayı kucağına alıp taşırmış; sonunda buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp
koskoca öküz olduğu zaman, onu yine
kucağında taşıyabilmiş. Bu hikayeyi kim
uydurduysa, alışkanlığın ne büyük bir güç olduğunu çok iyi anlatmış olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir
hocadır ve hiç şakası yoktur. Yavaş
yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar; başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama,
zamanla, oraya yerleşip kökleşti mi,
öyle azılı, öyle amansız bir yüz takınır ki kendisine, gözlerimizi bile kaldırmaya izin
vermez... Bence en büyük kötülüklerimiz, küçük yaşımızda
belirmeye başlar ve asıl eğitimimiz bizi
emzirip büyütenlerin elindedir. Çocuk bir
tavuğun boynunu sıkar, kediyi, köpeği oyuncak edip yara bere içinde bırakır; anası da ona bakıp eğlenir. Kimi
baba da, oğlunun savunmasız bir köylüyü,
bir uşağı öldüresiye dövdüğünü, bir arkadaşını kurnazca ve kahpece aldattığını gördüğü zaman, bunu
yiğitlik belirtisi sayarak sevinir. Oysa
bunlar zalimliğin, zorbalığın, dönekliğin asıl tohumları, kökleridir; çocukta filizlenirler, sonra
alışkanlığın kucağında, alabildiğine
büyüyüp gelişirler. Bu kötü yönsemeleri yaşın
küçüklüğüne ve işin önemsizliğine bakarak hoş görmek tehlikeli bir eğitim yoludur. Önce şu bakımdan ki, çocukta
doğa egemendir ve doğa asıl yeni
tomurcuk salarken katıksız ve gürbüzdür; sonra da, hırsızlığın çirkinliği, çalınan şeye göre
değişmez ki: Ha altın çalmışsın, ha bir
iğne. «İğne çaldı, ama altın çalmak aklına bile
gelmez» diyenlere benim diyeceğim şudur: «İğneyi çaldıktan sonra niçin altını da çalmasın?» (Kitap 1, bölüm
23) Kendimiz sandığımızdan çok daha
zenginiz; ama bizi ordan burdan alarak,
dilenerek yaşamaya alıştırmışlar: Kendimizden çok başkalarından yararlanmaya zorlamışlar bizi.
(Kitap 3, bölüm 12) HAYAT VE BİLİM
Quid fas optare, quid asper Utile nummus habet, patriae charisque
propinquis Quantum elagiri deceat, quem
te Deus esse Jussit et humana qua parte locatus es in re, Quid sumus, aut quidnam
victuri gignimur. (Perstus) Neyi
özlemeyiz? Neye yarar Bunca zahmetle
kazanılan para? Nedir adaletin, insanların bizden beklediği? Tanrı ne olmamızı istemiş bizim?
Neyiz? Neyin peşinde koşuyoruz? Bilmek
ve bilmemek nedir? Öğrenimin amacı ne
olmalıdır? Mertlik, tokgözlülük ve doğruluk nedir? İyiye özenmeyle açgözlülük, krala bağlılıkla kölelik, özgür
yaşamakla keyfine göre yaşamak arasında
ne farklar vardır? Ölümden, acıdan ve ayıptan ne zaman korkulmaz? Et quo quemque modo fugiatque feratque
laborem. (Horatius) Dertlerden nasıl
kurtulmalı dertlere nasıl katlanmalıyız.
İşte ona (öğrenciye) bunları söyleyeceğiz. Çünkü, insanın zihnine dolduracağımız ilk sözler onun ahlakını ve
ruhunu yoğuracak, ona kendini
tanımasını, iyi yaşamasını ve iyi ölmesini öğretecek olan sözler olmalıdır. Bilimleri öğrenmeye, bizi kölelikten
kurtaracak olan bilimlerden başlayalım.
Nasıl her şeyin işe yarar bir tarafı varsa bütün bilimler de, şu veya bu şekilde, hayatımız için yararlı
olabilirler ama biz, amacı doğrudan
doğruya hayat olan bilimi seçelim. Hayatımızın
bağlantılarını en doğru ve doğal sınırları içinde tutmasını
bilseydik işimize yarar diye edindiğimiz
bilgilerden çoğunun işimize yaramadığını
görürdük. İşimize yarayan bilimlerin içinde bile atılması hayırlı gereksiz şişirmeler, derinlikler
vardır. Sokrates'in istediği öğretimi
yararlı bilgilere yöneltmek daha doğru olur. Sapere aude. Incipe: vivendi qui recte prorogat horam
Rusticus expectat dum defluat amnis; at
ille Labitur, et labetur in omne volibilis aevum. (Horatius)
Erdemli olmayı göze al; bu yola gir; İyi yaşamayı sonraya bırakan; yolunda bir ırmağa Rastlayıp da akıp
geçmesini bekleyen köylüye benzer; Irmak
hiç durmadan akıp gidecektir.
Çocuklarımıza kendi dünyalarında önce sekizinci kat göklerdeki yıldızların ve devinimlerinin bilimini öğretmek
büyük bir saflıktır. Anaksimenes, Pythagoras'a şunu yazmış. Gözlerimin önünde
ölüm ve kölelik dururken yıldızların
düzeniyle nasıl uğraşabilirim? (Çünkü o
sırada İranlılar yurduna karşı savaşa hazırlanıyorlardı.) Herkesin
şöyle düşünmesi gerekli: Bizi para
tutkusu, mevki tutkusu, saygısızlık, geri
kafalılık içimizde yıkarken gidip de dünyanın dönüşüyle mi
uğraşacağım? Çocuğa, daha akıllı ve
daha iyi olmasına yarayacak şeyleri
öğrettikten sonra mantığın, fiziğin, geometrinin ne olduğunu anlatırız. Böylece kafası işlemeye başladıktan sonra
seçeceği bilimin kolayca hakkından
gelebilir. (Kitap 1, bölüm 26)
Kadınların süs ve aylaklıklarının bizim alınterimiz ve emeğimizle beslenmesi gülünç ve haksız bir şeydir.
(Kitap 3, bölüm 9)
YAMYAMLAR ÜSTÜNE
Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz
Yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye
barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları
soylu ve yiğitçe bu insanların. Savaş
denilen bu insan hastalığını biz haklı ve güzel
görebiliriz de onlar niçin görmesinler? Kaldı ki onlarda savaş yalnız değer kıskançlığından ve yarışmasından
doğuyor. Yeni topraklar kazanmak için
savaşmıyor bu Yamyamlar; çünkü doğanın
bereketi onlara her şeyi, çabasız, çilesiz öyle bol bol sağlıyor ki topraklarını genişletmenin bir gereği
kalmıyor. Henüz doğal isteklerini
doyurmakla yetindikleri mutlu bir dönemde yaşıyorlar: Bunun ötesindeki her şey gereksiz onlar için.
Herkes kendi yaşında olanlara kardeş,
kendinden genç olanlara evlat diyor ve bütün yaşlılar herkesin babası sayılıyor. Yaşlılar bütün varlıklarını
hiç bölmeden herkese birden miras
bırakıyorlar; doğanın bütün yaratıklarına verdiği her şey böylece herkesin oluyor. Komşuları dağları
aşıp kendilerine saldıracak olurlarsa ve
savaşı kazanırlarsa, zafer, onurdan başka bir şey sağlamıyor onlara; değer ve erdem bakımından
üstünlüklerini göstermiş oluyorlar
yalnız. Yenilenlerin malına mülküne ihtiyaçları
olmadığı için kalkıp yurtlarına dönüyorlar ve orada hiçbir şeyin eksikliğini duymadan kendi varlıklarının
tadını çıkarmasını, onunla yetinmesini
biliyorlar. Savaşı berikiler kazanırsa onlar da öyle davranıyor. Tutsaklarından bütün istedikleri
yenildiklerini kabul etmeleri yalnızca;
ama yüzyılda bir olsun buna yanaşan çıkmıyor
sözleri, davranışlarıyla yiğitliklerine en küçük bir toz
kondurmaktansa ölmeyi yeğ görüyor hepsi.
Öldürülüp etlerinin yenilmesini daha
onurlu sayıyorlar. Tutsakları özgür bırakıyorlar ki, yaşamayı daha
tatlı bulsunlar; nasıl ölecekleri, ne
işkencelere uğrayacakları, nasıl
parçalanıp yenilecekleri anlatılıyor, bunun için yapılan
hazırlıklar gösteriliyor kendilerine.
Bütün bunlar ağızlarından bir tek gevşek,
onur kırıcı söz alabilmek, kaçmaya heveslendirip onları korkutmuş, dirençlerini kırmış olma üstünlüğünü kazanmak
için! Çünkü, iyi düşünülürse, gerçek
zafer budur aslında: victoria nulla
est Quam quae confessos animo quo que
subjuga hostes. (Claudianus) Zafer
zafer değildir Yenilen düşman
yenilgiyi kabul etmedikçe. Pek yaman
savaşçı olan Macarlar düşmanlarına aman dedirttiler mi daha ilerisine gitmezlermiş. Canlarına
kıymadan, baç istemeden bırakır çok çok
bir daha kendilerine karşı savaşmayacaklarına söz verdirirlermiş. Düşmanlarımıza karşı kazandığımız
üstünlüklerin birçoğu kendimizin olmayan
eğreti üstünlüklerdir. Kol bacak sağlamlığı
yiğitliğin değil hamallığın şanındandır gürbüzlük cansız, bedensel bir değerdir; düşmanımızı şaşırtmak, güneşin
ışığıyla gözlerini kamaştırmak bir talih
işidir eskrimde üstünlük korkak ve değersiz bir
adamın da elde edebileceği bir ustalık, bir bilgidir. Her insanın
ölçüsü, değeri yüreğinde, istemindedir
asıl. Yiğitlik, kolun bacağın değil,
yüreğin, ruhun sağlamlığındadır atımızın, silahlarımızın değerinde değil, kendi değerimizdedir. Yüreği yılmadan
düşen dizleri üstünde savaşır, der
Seneka. Ölüm tehlikesi karşısında kılı kıpırdamayan, can verirken düşmanına yiğitçe yukarıdan bakan
bize değil talihe alt olmuştur yenilmiş
değil öldürülmüştür. En yiğit kişiler
en mutsuz insanlardır kimi zaman... Biz yine
hikayemize dönelim: Bu tutsak yamyamlar bütün korkutmalar karşısında aman dilemek şöyle dursun, iki üç
aylık bekleme sırasında güleryüzle
dolaşıyorlar düşmanlarını, yapacaklarını bir an önce yapmaya kışkırtıyorlar; meydan okuyor, küfür
ediyorlar onlara, korkaklıklarından,
yitirdikleri savaşlardan sözediyorlar. Bir tutsağın söylediği türkü var bende; şöyle sözler
ediyor içinde: Gelin hepiniz yiğitçe,
toplanın yiyin beni; yiyecek olduğunuz kendi babalarınız, atalarınızdır, çünkü onların etleriyle
beslendi bu bedenim benim. Bu pazılar,
bu et, bu damarlar sizin, zavallı budalalar; atalarınızın özünü görmüyor musunuz onlarda? Tadına bakın,
kendi etinizin tadını bulacaksınız
onlarda... Bu yamyamlardan üçü, bizim
düşkünlüklerimizi öğrenmenin rahatlık ve
mutluluklarını ne ölçüde kaçıracağını, yenilik hevesiyle kendi güzelim göklerini bırakıp bizimkilerin altına
gelerek bizimle ilişki kurmanın
başlarına neler getireceğini, bugün bir hayli ilerlemiş olduğunu sandığım yıkılışlarını bilmeyerek
Fransa'nın Rouen şehrine gelmişlerdi;
rahmetli kral Charles da oradaydı o zaman. Kral uzun uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız,
zenginliğimiz, güzel bir kent örneğimiz
gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en çok neyi beğendiklerini sordu. Üç şey
söylediler; üçüncüsünü ne yazık ki
unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala
bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin
bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin eli kolu,
parçaları birbirinin yarısı olarak
anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçoklarının dilenciler gibi
kapılarda, açlık ve perişanlık içinde
yaşadıkları olmuş. Nasıl oluyor da demişler, bu yoksul yarımlar böylesi bir haksızlığa katlanıyor, öteki
yarımların boğazlarına sarılmıyor,
evlerini ateşe vermiyorlar! (Kitap 1, bölüm 31)
BİRİNE YARAR ÖTEKİNE ZARAR
Atinalı Demades, cenaze törenleri için gerekli
şeyleri satan bir hemşerisini, bu işten
fazla kazanç beklediğini, bu kazancın da ancak
birçok insanın ölümünden gelebileceğini ileri sürerek mahkum etmiş. Haklı bir yargı denemez buna; çünkü hiçbir
kazanç başkasına zarar vermeden
sağlanamaz, öyle olunca da her çeşit kazancı mahkum etmek gerekir. Tüccar, gençliğin sefahata düşmesinden kar
sağlar, çiftçi buğdayın pahalanmasından,
mimar evlerin yıkılmasından, hukukçu insanların
davalı, kavgalı olmasından; din adamlarının şan, onur ve görevleri bile bizim ölümümüze ve kötülüklerimize dayanır.
Yunanlı komedya şairi Fhilemon, hiçbir
hekim, dostlarının bile sağlığından hoşlanmaz,
dermiş, hiçbir asker de yurdundaki barıştan. Daha da kötüsü, herkes içini yoklasa görür ki gizli dileklerimizin
birçoğu başkasının zararına doğar ve
beslenir. Öyle sanıyorum ki düşündükçe
doğanın genel düzeni hiç şaşmıyor böyle
olmaktan: Çünkü fizikçilerin dediğine göre, her şeyin doğması, beslenmesi, çoğalması, başka bir şeyin
bozulup çürümesi oluyor: Nam quodcunque
mutatum finibus exit, Contineuo hoc mors est
illius quod fuit ante. (Lucretius)
Bir varlık biçim ve nitelik değiştirdi mi O anda yok olur biraz önce var olan. (Kitap 1, bölüm 22)
AKIL ERDİREMEDİĞİMİZ
GERÇEKLER
Kolayca inanma ve inandırılmayı saflığa ve
bilgisizliğe vermekte haksız değiliz her
zaman. Şöyle bir şey öğrendiğimi sanıyorum
eskiden: İnanç ruhumuza bastırılan bir damga gibidir; ruh ne kadar yumuşak olur, ne kadar az karşı koyarsa, ona
bir şeyi mühürlemek o kadar kolay olur.
Hele ruh bomboş ve darasız olursa, ilk inandırmanın ağırlığı altında daha da kolaylıkla
eziliverir. Onun için, çocuklar,
bilgisizler, kadınlar ve hastalar kulaktan doldurulup yürütülmeye
daha elverişlidirler. Evet, ama, öbür yandan da, bize olağan
gelmeyen her şeyi olmaz diye hor görüp
çöpe atmak da budalaca bir böbürlenmedir.
Kendilerini herkesten üstün kafalı sayanlarda hep görürüz bunu. Eskiden ben de düşerdim buna: Hortlaklardan,
gelecek üstüne kerametlerden,
büyülerden, yutmadığım daha başka şeylerden söz
edildi mi, bu saçmalıklara inandırılan zavallı halka acırdım. Bugün görüyorum ki kendim de acınacak haldeymişim o
zaman: Sonradan gördüklerimle ilk
inançlarımı değiştirmiş, ya da böyle şeylere
sonradan merak salmış değilim; ama aklım sonradan öğretti ki bana, her hangi bir şey için yekten olmaz diye
kesip atmak kendimizde tanrının ve doğa
anamızın isteyip yapabilecekleri her şeyin sınırlarına varan bir kafa üstünlüğü görmek olur.
Olabilecek şeylerin hepsini kendi
yetenek ve göreneklerimize bağlamaktan daha büyük bir çılgınlık olamaz dünyada. Aklımızın eremediği
her şeye masal, mucize deyip gerçek dışı
sayarsak, az şey mi görüyorsunuz her gün
aklımızın ermediği? Bir düşünelim, ne sisler arasından ne emeklerle elimizin altındaki şeylerden
birçoğunun bilgisine ulaştırıyorlar
bizi. O zaman anlarız ki bize acayip gelmeleri onları bildiğimizden değil alışkanlığımızdan geliyor
daha çok. Jam nemo, fessus satiate
videndi, Suspicere in caeli dignatur lucida
templa. (Lucretius) Gözleri doymuş
olduğu için şaşmıyor kimse Başının üstündeki ışık tapınaklarına. Nice alıştığımız şeyleri bize yeniden
gösterseler, en olmayacak şeylerden daha
garip gelecektir bize onlar. Si nunc
primum mortalibus adsint Ex improviso,
ceu sint objecta repente, Nil magis
his rebus poterat mirabile dici. Aut
minus ante quod auderent fore credere gentes. (Lucretius) Bugün birden gözlerimiz önüne gelseler Varlıkları fışkırıverse karşımızda Bizi en çok şaşırtacak onlar olur Bütün bildiklerimize aykırı
görünürler. Hiç ırmak görmemiş biri
ilk kez bir ırmak gördüğünde deniz
sanmış onu. Bizim en büyük bildiğimiz şeyleri, doğanın o konudaki son sınırları sayarız: Scilicet et fluvius, qui non est maximus,
el est Qul non ante aliquem majorem
vidit, et ingens Arbor homoque
videtur; et omnia de genere omni
Maxima quae vidit quisque, haec ingentia fingit. (Lucretius) Böylece, bir ırmak büyük olmasın
isterse Daha büyüğünü bilmeyene büyük
gelir; Bir ağaç, bir insan da öyle.
Her şeyde, En büyük gördüğümüzü
devleştiririz. Conseutudine oculorum
assuescunt animi, neque admirantur, neque
requirunt rationes earum quas semper vident. (Cicero) Gözlerin alışkanlığıyla kafalar da her şeye
alışır; her an görmekte olduğumuz şeylere
şaşmayız, nedenlerini aramayız onların.
Gördüğümüz şeylerin yeniliği, büyüklüğünden çok şaşırtır ve nedenlerini aramaya iter bizi. Doğanın sonsuz gücü karşısında daha saygılı
olmamız, bilgisizliğimizi,
yetersizliğimizi bilmemiz gerekir. İnanılır kişilerin söylediğince olmayacak şeyler duyuyoruz;
bunlara inanmasak bile kesip
atmamalıyız; çünkü olmaz deyip geçmez, olabilecek şeylerin nereye varabileceklerini bildiğimizi ileri
sürmek olur haddimizi bilmeden.
Olmayacakla alışılmadık arasında, doğanın akış düzenine aykırı olana insanların ortak inançlarına
aykırı olan arasındaki ayrılığı iyi
kavrarsak, bir şeye inanmakta da, inanmamakta da, haddimizi bilecek olursak, Chilon'un kuralına uymuş
oluruz: hiçbir şeyde aşırı gitme yok.
(Kitap 1, bölüm 18)
BABALAR
VE ÇOCUKLAR
Çocukların babalarına karşı duydukları,
saygıdır daha çok. Duygu düşünce
alışverişleriyle beslenen dostluk onlar arasında kurulamaz; dünyaları çok ayrıdır çünkü,
üstelik doğal ödevleri de örseler bu
dostluk. Babalar bütün gizli düşüncelerini çocuklarına açamazlar, yakışıksız bir sırdaşlık
yaratmamak için; dostluğun baş
görevlerinden biri olan uyarmalar, akıl vermeler de çocukların babalarına yapabilecekleri şeyler değildir.
Kimi uluslarda çocukların babaları,
kiminde de babaların çocukları öldürmeleri adetmiş, birbirlerine çıkarabildikleri zorlukları
önlemek için, doğal olarak birinin
varlığı ötekinin yıkımına bağlı olduğu için. Babalarla çocuklar arasındaki doğal bağları hor gören filozoflar
da çıkmıştır Aristippos bunlardan
biridir. Kendisinden çıkmış olan çocuklarını nasıl olup da sevmediği söylenince tükürmüş Aristippos ve
demiş ki: Bu tükürük de benden çıktı;
bitler, kurtlar da çıkıyor benden! Plutarkhos'un kardeşiyle barıştırmak istediği biri de şöyle
der: Aynı delikten çıktık diye
kardeşimin büyük önemi olamaz benim için...
Babayla oğul apayrı mizaçlarda olabilirler, kardeşler de öyle. Oğlum olur, akrabam olur, ama belalı, kötü,
budala herifin biri de olabilir. Hem
sonra, yasaların ve doğal zorunluluğun bize buyurduğu dostluklarda seçme ve isteme özgürlüğümüz
azalıyor. Oysa bu özgürlük sevgi ve
dostluk kadar bizim diyebileceğimiz başka hiçbir şey yaratamaz. (Kitap 1, bölüm 28) Her inanç kendini can pahasına benimsetecek
kadar güçlü olabiliyor. (Kitap 1, bölüm 14)
DİZGİNSİZ TUTKULAR
Başkaları
için yaşamayan kendi için de yaşayamaz:
Qui sibi amicus est Scito hunc
amicum omnibus esse (Seneka) Kendine
dost olan Bilin ki herkese de
dosttur. Ama baş görevimiz kendimizi
gereğince yönetmektir onun için
dünyadayız. Kendisi iyi yaşamasını unutan ve başkalarını iyi yaşamaya zorlamak, alıştırmakla ödevini
yaptığını sanan bir budaladır onun gibi,
başkasına hizmet için kendi dürüst ve sevinçli yaşamasını bırakan da kötü, olumsuz bir yola girmiş olur
bence. Toplum için yüklendiğimiz
görevlerde dikkatimizi, adımlarımızı,
sözlerimizi, alınterimizi, gerekirse kanımızı esirgememeliyiz: Nun ipse pro charis amicis Aut Patria
timidus perire (Horatius) Hazırım
canımı vermeye Dostlarım ve yurdum için. Ama geçici, raslantıya bağlı olan bu görevlerde kafamız
rahatını, sağlığını yitirmemeli;
eylemsiz değil, ama öfkesiz, tutkusuz kalmalıdır. Ruhumuz eylemlerde pek çaba harcamaz, uykuda
bile eylemler içindedir hiç yorulmadan.
Ama onu coşturmada ölçülü
davranmaktayız, çünkü beden üstüne yükleneni nasılsa öyle taşır;
ama ruh yüklendiğini çoğu kez kendi
zararına büyütüp ağırlaştırır, dilediği
ölçüyü verir ona. İnsanlar aynı şeyleri ayrı çabalarla, değişik
irade gerginliğiyle yaparlar. Ruh
bedene, beden ruha ayak uydurmayabilir. Nice insanlar savaşı hiç umursamadan savaşlara girerler her gün,
ölümü göze alarak katıldıkları savaşı
yitirmek uykularını bile kaçırmaz. Öte yandan
başka bir insan evinde, atılamayacağı tehlikelerden uzakta, savaşın sonucunu canı ağzında merak eder, savaşa
kanını canını koyan askerden daha fazla
ruh çabası harcar. Ben toplum işlerine katılırken kendimden tırnak boyu uzaklaşmamasını,
kendimi, kendimden geçmeden, başkasına
vermesini bildim. Taşkın ve azgın bir
tutku giriştiğimiz işe yarardan çok zarar getirir, olayların ters gitmesi, gecikmesi karşısında
sabırsızlığa sürükler bizi, işlerine
baktığımız insanlardan soğutur, kuşkulandırır. Bizi avucuna alan ve sürükleyen bir işi kendimiz iyi
yönetemeyiz hiçbir zaman. Mala cuncta
ministrat, Impetus. (Seneka) Çoşkunluk
sarpa sardırır işleri. İşe yalnız
kafasını ve ustalığını koyan daha rahat yürütür işi. Olayların gereklerine göre dilediği gibi
dayatır, aşağıdan alır, erteler;
başarısızlığa uğradığı zaman bozulmaz, yıkılmaz; yeniden işe oyulmaya bütün gücüyle hazırdır; ister
istemez birçok tedbirsizliklere,
haksızlıklara düşecektir tutkusunun rüzgarına kapılır gider başından büyük işlere girişir ve talih çok yardım
etmedikçe pek başarı kazanamaz.
Filozofi, uğradığımız haksızlıkların öcünü alırken işe öfke karıştırmamamızı ister; cezanın daha
hafif olması için değil, tersine daha
etkin olması, daha ağır basması için. Azgınlık ölçümüzü tam almaya engel olur çünkü. Öfke gözü
karartmakla kalmaz, ceza verenin kolunu
da yorar. Bu ateş güçlerini uyuşturur, yakar.
Acele kendi kendisine çelme takar, tökezler ve durur: Festinatio tarda est. (Quintus) Acele gecikmedir. Ipsa se Velocitas implicat. (Seneka) Çabukluk kendisini engeller. Sık sık gördüğüm örnekleriyle cimrilik de
kendi kendisini köstekler; ne kadar eli
sıkı ne kadar gözü dönmüş olursa o kadar az kazanç sağlar. Genel olarak cimriler, biraz cömertlik
göstermekle, daha çabuk zengin
oluyorlar. (Kitap 3, bölüm 10)
DEĞİŞEN DİL
VE İNSAN
Kitabımı az insanlar ve az yıllar için
yazıyorum. Uzun ömürlü olabilmesi için
daha sağlam bir dille yazılması gerekirdi. Bizim dilimizin bugüne kadarki sürekli
değişmelerine bakılınca, elli yıl sonra
şimdiki halinde kalacağını kim umabilir? Her gün elimizden kayıp gidiyor benim yaşadığım yıllar içinde yarı
yarıya değişti. Şimdi artık olgunlaştı
diyoruz; her çağ kendi dili için öyle der. Hep böyle kaçıp değiştiği sürece ben dilimizin bugünkü
halinde kalmasını özlemem. İyi ve
yararlı yazılar onu kendilerine bağlayabilirse bağlar, göreceği rağbet de devletimizin kaderine göre değişir.
Onun için kitabıma hiç çekinmeden
kişisel birçok yazılar koyuyorum. Bunlar bugün yaşayan insanların işine yaramakla kalır ve orta
anlayıştan öte özel bilgileri olan kimi
insanları ilgilendirir. Gördüğüm birçokları gibi benim ardımdan da olur olmaz sözler edilmesini
istemiyorum doğrusu: Şöyle düşünürdü,
böyle yaşardı; şunu ister, bunu istemezdi; ölürken konuşsa buna şunu der, şuna bunu verirdi; onu benden
iyi tanıyan yoktu, gibi. Kitabımda edep
kurallarının izin verdiği ölçüde eğilimlerimi,
sevgilerimi az çok belirtiyorum; bilmek isteyene sözlü olarak daha da serbestçe ve içtenlikle açıklıyorum duyup
düşündüklerimi. Ama bakmasını bilen bu
anılarımda her şeyi söylediğimi, gösterdiğimi
görür. Yazıya dökemediğimi
parmağımla gösteriyorum burada: Verum
animo satis haec vestigia parva sagaci
Sunt, per quae possis congnossere caetera tute. (Lucretius) Görenlere kısacık göstermeler yeter Üst tarafını kendin bulabilirsin. İstenecek, aranıp bulunacak hiçbir şey
bırakmıyorum kendimden. Sözüm
edilecekse, doğru dürüst, gerçeğe uygun edilmesini istiyorum. Övmek için de olsa beni olduğumdan başka
türlü göstermek isteyeni yalanlamak için
öbür dünyadan seve seve kalkar gelirim.
Yaşayanlardan bile olmadıkları gibi söz edildiğini görmekteyim. Yitirdiğim bir dostumu (La Boetie) var
gücümle desteklemeseydim, bin bir türlü
suret biçeceklerdi ona. (Kitap 3, bölüm 9)
İNSANLAR
VE HAYVANLAR
Hayvanlar arasında eni konu bir haberleşme
olduğunu açıkça görüyoruz; yalnız aynı
türden olanlar değil ayrı türden olanlar da
birbirleriyle anlaşabiliyorlar.
Et mutae pecudes et denique secla ferarum Dissimiles fuerunt voces variasque
cluere Cum metus aut dolor est, aut
cum jam gaudia gliscunt. (Lucretlus)
Söz bilmez sürüler, vahşi hayvanlar
Türlü bağrışmalarla anlatırlar
Duydukları korkuyu, acıyı ya da zevki.
At köpeğin bir çeşit havlamasından kızgın olduğunu anlar; başka türlü bir havlamasıysa, hiç ürkütmez onu.
Aralarındaki iş ortaklığından anlıyoruz
ki sesi olmayan hayvanların bile başka bir
haberleşme yolları var; hareketleriyle konuşup anlaşıyorlar: Non alias longue ratione atque ipsa
videtur Protrabere ad gestum pueros
infantia linguae. (Lucretius) Başka
türlü değil çocukların da Sesle
anlatamadıklarını hareketle anlatmaları.
Neden anlaşamasınlar? Bizim dilsizlerimiz de işaretlerle pekala söyleşiyor, tartışıyor, hikayeler
anlatıyorlar. Öyle alışkın, öyle usta
olanlarını gördüm ki, her istediklerini eksiksiz anlatabiliyorlar. Aşıklar yalnız gözleriyle
neler söylerler birbirine: Bozuşur,
barışır, yalvarışır, anlaşır, söyleşirler gözleriyle. E'i silentio ancor suole Haver perigi e
porole. (Tasco) Ve susmada bile Sözler, yalvarmalar vardır. Ya ellerle neler söylemeyiz? İsteriz, söz
veririz, çağırırız, yol veririz,
korkuturuz, yakarırız, yalvarırız, yadsırız, istemeyiz, sorarız, beğeniriz, sayarız, itiraz ederiz, pişman
oluruz, korkarız, utanırız,
kuşkulanırız, bildiririz, buyururuz, isteriz, yüreklendiririz,
yemin ederiz, küçümseriz, meydan okuruz,
kızdırırız, suçlarız, mahkum ederiz,
affederiz, küfrederiz, pohpohlarız, alkışlarız, kutlarız, utandırırız, alay ederiz, uzlaştırırız, salık
veririz, coştururuz, seviniriz, bayram
ederiz, acırız, üzeriz, rahatsız ederiz, şaşırtırız, bağırırız, susarız, daha neler neler, dille yarışacak
kadar. Başımızla buyur ederiz, kovarız,
evet deriz, hayır deriz, yalanlarız, hoş karşılarız, yüceltiriz, kutsallaştırırız, hor görürüz,
isteriz, tersleriz, sevindiririz,
dertlendiririz, okşarız, azarlarız, dizginleriz, kızdırtırız, korku
veririz, güven veririz, soruştururuz. Ya
kaşlarımızla? Ya omuzlarımızla?..
Abderia'dan gelen bir elçi Isparta kralı Agis'e söyleyeceklerini
uzun uzun söyledikten sonra sorar:
Efendimiz yurttaşlarıma nasıl bir cevap
götürmemi isterler? Seni, tek söz söylemeden, her istediğini, dilediğin süre söylemekte serbest bıraktığımı
söylersin, der kral. İşte size konuşan
ve çok iyi anlaşılan bir susma... (Kitap 2, bölüm 12) İnsan yalnız sözle insandır ve yalnız sözle
bağlanırız birbirimize. (Kitap 1, bölüm
9) ÖLDÜRME TEHLİKESİNE KARŞI Öldürme tehlikesi karşısında Julius
Caesar'ın tuttuğu yol bence tutulacak
yolların en güzeliydi. Önce hoşgörürlük ve
tatlılıkla düşmanlarına kendini sevdirmeye çalıştı; hazırlanan suikastları öğrenip, bunlardan haberli
olduğunu uluorta söylemekle yetinirdi ve
pek soyluca bir soğukkanlılıkla, korkmadan, ortalığı telaşa vermeden oluruna bırakırdı işi, kendini
tanrılara ve talihe emanet ederek.
Öldürüldüğü zaman böyle bir halde olduğu su götürmez çünkü. Bir yabancı, Syrakusa Kralı
Dionysios'a, iyi bir para karşılığı
uyruklarının kendisine karşı hazırlayacakları bütün kundakları sezinleyip meydana çıkarmanın
şaşmaz yolunu öğretebileceğini orda
burda söyleyip herkese duyuruyor. Haberi alan
Dionysios çağırtıyor adamı, korunması için böylesine gerekli bir ustalığı öğrenmek için. Yabancı gelip
kendisine öğretecek hiçbir hüneri
olmadığını, yalnızca ona bir torba altın vererek yaman bir sırrı elde ettiğini sevinçle ilan etmesini
söylüyor. Kral beğeniyor bu buluşu ve
beşyüz altın saydırıyor yabancıya. Çok yararlı bir bilgi edinmeden kim olduğu bilinmeyen bir adama bu kadar
büyük bir para verilebileceğini
düşünemiyor kimse, düşmanlarının çekinmesini
sağlıyor bu söylenti. Bunun gibi, akıllı krallar, canlarına karşı girişilen tertipleri öğrenince hemen yayarlar
ki bunu, herkes iyi haber aldıklarına,
gizli kapaklı her işin; kokusunu alacaklarına inansın. Atina Dukası son zamanlarda Floransa'yı
zorbaca yönettiği sırada birçok
saçmalıklar yaptı; ama bunların en büyüğü şu oldu: Floransalıların ayaklanmaya hazırlandıklarını
aralarında Matheo di Morozo diye biri
kendisine fitleyince hemen öldürüveriyor onu ki bu haber ortaya yayılmasın, haklı yönetiminden
şikayetçi kimseler bulunabileceği
düşünülmesin. Eskiden bir yerde okumuştum,
önemli kişilerden bir Romalı
Triumvira'nın şerrinden kaçıyor; ardına: düşenlerin elinden bin bir kurnazca buluşla kurtuluyor. Sonunda bir gün,
onu yakalamaya gelen bir sürü atlı
saklandığı bir çitin yanı başına geliyor, az kalsın göreceklerken yine kurtuluyor; ama bu kez
artık, dört bir yanda aranıp taranmaktan
kurtulmak için çektiği bunca sıkıntıyı, böylesi bir hayattan umabileceği rahat soluğun azlığını,
olacağa bir kez göğüs germenin bu soluk
soluğa yaşamaktan daha iyi olduğunu düşünerek
geri çağırıyor askerleri saklandığı yere, yapabilecekleri kötülüğü
göze alıp, onları da kendisini de
sürüncemeden kurtarmak için. Düşmanın
üstüne çağırmak delice bir davranış, ama çıkmaz bir yolda sürekli can telaşı içinde yaşamaktansa
böylesi daha iyi gelir bana. Alacağımız
tedbirler size kaygılar, kuşkulardan başka şey
getirmeyecek; iyisi mi güzel bir yüreklilikle ne olacaksa olsun dersiniz; belki bir şey olmaz diye bir
avuntunuz da olur üstelik. (Kitap 1,
bölüm 20) ÖLMEK ÖZGÜRLÜĞÜ Filozofluk yapmak kuşku duymaktır derler,
öyleyse benim için saçmalamak, aklına
eseni söylemek, daha zorlu bir nedenle,
kuşkulanmak olmalıdır. Çünkü araştırmak, çözüm getirmekse kürsü başkanının işi. Benim kürsü başkanım tanrısal gücün
yetkisidir, ki o kimseyi dinlemeden
yönetir bizi ve insanlara özgü boş çekişmelerin üstündedir yeri.
Philippos kılıç elde Peloponez'e girince, biri gelmiş Damidas'a
demiş ki, bu adamın dostluğunu
kazanmazsak Lakedemonyalılar'ın çok
çekeceği var. Hadi be, korkak, demiş Damidas, ölümden korkmayanların ne çekeceği olabilir? Agis'e
de bir insan nasıl özgür yaşayabilir,
diye sorulduğu zaman; ölümü küçümseyerek, demiş. Bu görüşler ve bu konuda raslanan daha
binlercesi, ölümü sabırla beklemekten
öte bir davranış istiyorlar elbet insandan. Hayatta ölümden beter birçok belalar vardır çünkü.
Antigonos'un tutsağı bir Ispartalı çocuk
köle olarak satılıyor; efendisi onu zorla çirkin bir işte kullanmaya kalkınca: Görürsün, demiş çocuk,
kimi satın aldığımı; özgürlüğüm
elimdeyken ayıptır kul olmak senin gibisine. Böyle der Ispartalı çocuk ve atar kendini evin
tepesinden aşağı. Antipater'in, bir isteğini kabul ettirmek için korkutmaya
kalkıştığı Ispartalılar: Bizi ölümden
beter bir şeyle korkutmak istersen, daha seve seve ölürüz, demişler. Her yapacakları işe engel olacağını
yazan Philipos'a da: Ölmemize de engel
olamazsınız ya, diye karşılık vermişler.
Derler ki bilge yaşaması gerektiği kadar yaşar. Şunu da derler ki, doğanın en başta gelen ve halimizden
yakınmayı gereksiz kılan lutfu bizi
dünyadan göçmekte özgür bırakmasıdır. Hayata verdiği giriş yolu bir tek, ama çıkış yolu yüz binlerce. Yaşamak
için toprağımız olmayabilir, ama ölmek
için toprak bulunur nasıl olsa. Boiocatus'un
Romalılara dediği gibi. Dünyadan ne diye yakınırsın? Bağladığı yok ki seni: Dertler içinde yaşıyorsan, bu
korkaklığın yüzündendir senin; istediğin
zaman ölmek elinde: Ubiqe mors est;
optime hoc cavit Deus; Eripers vitam
nemo non homini potest; At nemo
mortem: mille ad hanc aditus patent. (Seneka)
Her yerde ölüm var tanrı bol bol veriyor onu; Herkes herkesin hayatını alabilir, ama
ölümü Alınamaz kimseden: Binlerce
kapısı var ölümün. Bir tek hastalığın
devası değil, bütün dertlere devadır ölüm. Hiçbir zaman korkulmayacak, çok kez aranacak pek
emin bir limandır ölüm. Hayata ha biz son vermişiz, ha kendi son bulmuş, hepsi
bir; ha eceline koşmuş insan, ha
beklemiş onu; nerden gelirse gelse, kendi ecelidir gelecek olan. İplik nerde koparsa ordadır
ecel, orasıdır yumağın ucu. En gönüllü
olanıdır ölümlerin en güzeli. Yaşamak başkasının istemine bağlıdır, ölmek yalnız bizimkine. En çok
ölümde kendi huyumuza suyumuza göre
davranmalıyız. Başkalarının ne
diyeceği düşünülmez bu işte, çılgınlık olur
düşünmek de. Yaşamak kölelik olur, ölmek özgürlüğümüz olmazsa. Hastalıkların iyileştirilmesi çoğu kez
yaşamayı kısıtlamakla olmuyor mu
zaten? Etimizi yarıyorlar,
dağlıyorlar, elimizi ayağımızı kesiyorlar,
yemekten kesip kanımızı alıyorlar: Bir adım daha atıversek öteye, toptan kurtulmuş oluruz. Şahdamarımız neden
kara kan damarımız kadar buyruğumuzda
olmasın?.. (Kitap 2, bölüm 3)
Vicdanımız bizi günah işlememeye, isteklerimiz azaldığı için değil, aklımızın gereklerine uyarak zorlamalıdır.
(Kitap 3, bölüm 2)
GÜLMEK VE
AĞLAMAK
Demokritos ve Herakleitos öyle iki filozoftu
ki, birincisi insanlık halini boş ve
gülünç bulduğu için halk arasına alaycı bir güler yüzle çıkarmış; Herakleitos ise, insanın haline
acıdığı, vahlandığı için hep üzgün bir
yüz ve yaş dolu gözlerle dolaşırmış.
Ridebat, quoties a limine moverat alter unum Protuleratque pedem; flebat contrarius
alter. (Juvenalia) Evinden dışarı adım
atar atmaz gülmeye başlardı biri Öteki
ise ağlamaya başlardı. Ben birinci
davranıştan yanayım; gülmek ağlamaktan daha hoş
olduğu için değil yalnız, insanlığı daha fazla küçümsediği, bizleri
daha fazla suçladığı için. Öyle hallerimiz
var ki ne kadar aşağılansak yeridir
bence. Yakınmada, vahlanmada acıdığımız şeye değer verme vardır bir çeşit. Alay edilen şeylerse değer
vermediğimiz şeylerdir. Sanmıyorum ki
insanlıkta saçmalıktan fazla dert, budalalıktan fazla kötülük olsun. Dertlerimiz saçmalıklarımızdan
daha ağır basmaz; aşağılık olduğumuz
kadar zavallı da değiliz. Onun için, Diogenes,
kendi kendisiyle konuşan, fıçısını yuvarlayıp gezen, büyük
İskender'e dudak büken, insanları
sineklere, hava civa dolu torbalara benzeten o
filozof, bence, insanlardan nefretiyle ün kazanan Timon'dan daha
acı, daha sarsıcı, dolayısıyla daha
doğru bir yargıçtı. Çünkü nefret
ettiğimiz şey yüreğimizde yeri olan bir şeydir. Timon lanet
okuyordu bize, batmamızı istiyordu bütün
hıncıyla; tehlikeli, zararlı, bulaşıcı
diye kaçıyordu yakınlığımızdan. Öteki o kadar az değer veriyordu ki bize, yaklaşmamız rahatını kaçıramaz,
tutumunu değiştiremezdi. Kovmuyordu
insanları, korktuğundan değil, onlarla görüşmeyi hiçe saydığından: Bizi kendisine iyilik de kötülük
de yapmaktan aciz sayıyordu. (Kitap 1,
bölüm 50) HAİNLERE HIYANET Antigonos, bir şehrin askerlerini kandırıp
kendi rakibi olan komutanları Eumenes'e
ihanet ettiriyor; ama askerlerinin ihanetiyle
adamı öldürdükten sonra kendisi tanrısal adaletin uygulayıcısı
olmaya kalkıyor, hainleri şehrin
valisine teslim edip hepsini dilediği biçimde
temizlemesini emrediyor. Öylesine yaptırıyor ki dediğini, sayıları
bir hayli çok olan bu askerlerin bir
teki bile Makedonya'ya dönmüyor. Askerler
kendisine ettikleri hizmetin büyüklüğü ölçüsünde kötülük etmiş ve cezayı haketmiş oluyorlardı. Efendisi Sulpicius'un saklandığı yeri haber
veren köle, Sylla'nın vermiş olduğu söz
gereği serbest bırakılıyor; ama devlet hikmeti
gereği Tarpeion kayalığından atılıyor.
Bizim kral Clovis de, Cannacre'ın hizmetçilerine altın silahlar vadederek efendilerine ihanet ettiriyor.
Sonra üçünü de astırıyor. Kimi yerde de hıyanet edenlerin boyunlarına ihanet
karşılığı aldıkları keseyi takıp
asıyorlar. Kendi isteklerini yerine getirdikten sonra kamu isteğini de yerine getirmiş oluyorlar
böylece. Fatih Sultan Mehmet, soyunun
adeti üzere, taht kıskançlığı yüzünden
kardeşini ortadan kaldırmak isteyince onun adamlarından birini kullanıyor bu işte: Adam da fazla su
yutturarak boğuyor şehzadeyi. İş olup
bitince Padişah bu cinayetin kefareti olarak katili ölen kardeşinin anasına (yalnız babadan kardeştiler çünkü)
teslim ediyor o da padişahın gözü önünde
katilin karnını yardırıyor, kendi elleriyle
yüreğini bulup sökerek sıcak sıcak köpeklere yediriyor. Kendileri hiç de iyi olmayanlar, kötü bir
eylemden çıkar sağladıktan sonra, rahat
yürekle, işe biraz iyilik doğruluk karıştırmaktan hoşlanırlar, bir karşılık ödüyormuş,
vicdanlarını temizliyormuş gibi. Kaldı
ki, bu korkunç kötülüklere alet ettikleri kimseler kendilerini suçluyormuş gibi gelir onlara. Ölmelerini
isterler ki bu yüz karası işlerin
bilinci, tanıklığı silinsin gitsin. (Kitap 3, bölüm 1) HASTALIK
Benim hastalığım, hastalıkların en kötüsü, en azılısı, en ağrılısı,
en belalısı, en süreklisidir.( Kum
hastalığı.) Şimdiye kadar beş altı
uzun ve belalı sancı geçirdim. Bilmem ben mi
yaman bir adamım, yoksa ölüm korkusundan ve doktorların aklımıza soktukları tehlikeler, neden ve sonuçlardan
düşüncesini kurtarmış bir insan için bu
acı, kolay dayanılır bir acı mıdır?
Bence ağrının etkisi aklı başında bir insanı çileden çıkarıp deliye döndürecek kadar şiddetli, dehşetli olmuyor.
Kum sancısından benim şu yararım oldu
ki, bir türlü kendime kabul ettirmediğim ölümü artık yadırgamayacağım! Çünkü sancılar, beni ne
kadar sıkıştırır, tedirgin ederse, ölüm
korkusundan o ölçüde kurtuluyordum. Hayata, yalnız hayatta olduğum için bağlanmaya zaten
alışmıştım: Hastalığım bu bağı da
çözecek. Allah vere de hastalığın şiddeti gücümü aşıp bana ölümü sevdirip arzulatmasa; çünkü bu da
ölümden korkmak kadar kötü bir
şeydir: Summum nec metuas diem, ec
optes. (Martiells) Ne ölümden kork, ne
de ölümü iste. Bunlardan ikisi de
kaçınılacak durumlardır ama birincisinden
kaçınmak çok daha kolaydır. Evet, ama, acılara dayanırken hiç istifimizi bozmamayı, mağrur ve sakin bir
tavır takınmayı bir ahlak kuralı yapmak
da bana anlamsız bir gösteriş gibi geliyor. Neden, bir şeyin aslına, doğrusuna bakan felsefe, burada
görünüş üzerinde duruyor? Bu oyunu
aktörlere, söz ustalarına bıraksın. Dış
hareketlerimize bu kadar önem veren onlardır. İnsanın yüreği sağlamsa, acıları yenmek için ağlayıp
sızlanmaktan çekinmesin; irademizi
aşmayan bu sızlanmaları irademizi aşan iç çekişleri, hıçkırıklar, çarpıntılar, sararmalar gibi
görsün. Yürekte korku, sözlerde
umutsuzluk yoksa, daha ne istiyor? Düşüncemiz
kıvranmıyorsa, bedenimiz kıvranmış ne çıkar? Felsefe bizi başkası için değil, kendimiz için, güçlü görünmek
için değil, güçlü olmak için yetiştirir.
Düşüncemizi yönetsin yeter! Onun işi budur. Ruhumuza öyle bir güç versin ki, kum sancılarında
kendini kaybetmesin, korkakça boyun
eğmesin, karşı koysun; bitkin, ezilmiş bir hale
gelmesin, bir savaş taşkınlığı ve azgınlığı göstersin; bir dereceye
kadar çevresindekilerle konuşmak ve daha
başka şeyler yapmak gücü olsun. Bu kadar
çetin hallerde, insandan hiç istifini bozmamasını istemek zalimliktir. Biz savaşı kazanalım da, varsın
gösterişimiz bozuk olsun. Vücut
kıvranmakla rahatlıyorsa, bırakın kıvransın; hareket iyi geliyorsa istediği gibi yuvarlanıp tepinsin.
Var gücüyle bağırınca ağrı biraz olsun
geçer yahut diner gibi olursa, hiç çekinmeden bağırsın. Ona, ille de bağıracaksın demeyelim, ama
bağırmasına da karışmayalım. Epikuros,
olgun bir insanın, acı çekerken bağırmasını
hoş görmekle kalmıyor, bunu öğütlüyor bile. «Pugiles etiam quum feriunt in jactandis
coestibus ingemiscunt quia profundenda
voce omne corpus intenditur venique plaga vehementior.» (Cicero)
Güreşçiler rakiplerine vururken, zırhlı yumruklarını savururken
inler gibi bağırırlar; çünkü bağırmak
sinirleri gerer ve vuruş daha kuvvetli
olur. Bunları söylemekten
amacım, kum sancılarında yaygara koparanları
hoş görmektir; çünkü ben kendim şimdiye kadar bu sancıları biraz daha durgun geçirdim, bağırıp çağırmadım;
yalnızca inledim. Ama, bu edepli halde
kalmak için hiç de kendimi zorlamadım, çünkü böyle bir üstünlüğe değer verenlerden değilim. (Kitap
3, bölüm 32) SAĞLIK ÜSTÜNE İyi iken de hasta iken de canımın
istediğini yapmışımdır her zaman.
İçimden gelen isteklere büyük bir güvenim vardır. Acıyı acıyla gidermeyi sevmem. Hele insanı hastalıktan daha
fazla rahatsız eden ilaçlardan nefret
ederim. Karnımız ağrıyor diye kendinizi istiridye yemek keyfinden yoksun ettiniz mi, derdiniz
birken iki olmuş demektir. Hastalıktan
çektiğiniz yetmiyormuş gibi bir de perhizden
çekersiniz. İlaçlarda nasıl olsa aldanıyoruz madem, bari ağzımızın tadıyla aldanalım. Herkes bunun tersini yapıyor
kendine zor gelen neyse iyiliği onda
görüyor kolay bakımdan çekiniyor.
Canımın çektiği yiyecekler çok defa mideme en az dokunan şeyler olmuştur; iştahım midemle kendiliğinden
uyuşur. Gençken biberli baharlı şeyler
hoşuma giderdi. Yaşlanınca mideme
dokunur, hoşuma da gitmez oldular. Şarap
hastalara iyi gelmez: Hasta oldum mu en tiksindiğim şey de şarap olur. Zorla, istemeye istemeye yaptığım her
şey dokunur bana; seve seve, iştahla
yaptığım hiçbir şeyden zarar görmem. Hoşuma giden bir şeyin bana dokunduğunu bilmiyorum. Onun için
hekimlerin dediklerini her zaman
keyfimden yana çevirmişimdir, hem de
alabildiğine... En büyük
dertler çoğu kez doğaya uyacak yerde kendi
uydurduğumuz çarelerden gelir. İspanyollar'ın bir sözü türlü yönlerden hoşuma gider: Defianda me Dios de mi Allah beni kendimden korusun. Hasta iken beni üzen şey canımın
istediğini yapmamak değil, canımın bir
şeyi istemez oluşudur. Keşke bir şey istese de yapsam; hekimler zor durdurur beni. Sağken bütün
kaygım da umutlu, istekli olmaktır. Uyuşuk, isteksiz olmak ne acıklı bir
şeydir. Hekimlik bilgisi sen sözünü
söylemiş değil ki, bizim ağız açmaya hakkımız olmasın. Bu bilgi iklimlere, aylara, Franel'e ve Escale'e
(Montaigne'in zamanında yaşamış
hekimler.) göre değişiyor. Hekiminiz uykuyu, şarabı ve eti sizin için zararlı görüyorsa üzülmeyin; ben
size onun gibi düşünmeyen bir başka
hekim bulurum. Hekimlerin düşünceleri bin bir kalıba girecek kadar değişiktir. Bir zavallı hasta
bilirim; iyileşeceğim diye aylarca
susuzluktan yandı, tutuştu; sonra bir hekim kendisine su içmemenin zararlı olduğunu söyledi. Neye
yaradı çektikleri? Geçenlerde bir hekim
çok sıkı perhizlerden sonra böbrek taşından
öldü. Meslektaşlarının dediğine göre, bu perhiz onu kurutmuş, tüketmiş ve taşın büsbütün azmasına neden
olmuş. (Kitap 3, bölüm 13) ÜÇ BÜYÜK ADAM Bildiğim bütün insanlar arasında bir seçme
yapmam istense, ben üç insanı hepsinden
üstün tutardım. Bunlardan biri
Homeros'tur. Homeros, Aristoteles'ten ya da
Varro'dan daha mı bilgilidir, diyeceksiniz; hayır. Hatta şiir
sanatında Vergilius'un ondan hiç de
aşağı kalmadığı ileri sürülebilir. Bu konuda
hüküm vermek, her ikisini de bilenlere düşer. Ben kendi hesabıma yalnız birini, Vergilius'u, biliyorum. Açıkça
söyleyeyim ki şiirde bu büyük Romalı'nın
aşılabileceğini aklım almaz. Gerçi
böyle söylerken Vergilius'un Homeros'tan esinlenip ders aldığını, onun ardından yürüdüğünü, koskoca
Aeneis'ini İlyada'nın bir parçasından
çıkardığını da unutmamalıyız; ama ben orasında değilim. Bu adamı büyük ve neredeyse insanüstü bir
varlık sayarken ben, birçok başka
şeyleri hesaba katıyorum. Hatta bazen, dehasıyla bunca tanrılar yaratmış, insanlara da kabul
ettirmiş bir adamın tanrılar arasında
yer almamış olmasına şaştığım bile oluyor. Körlüğüne, yoksulluğun ve bilimlerin gelişmesinden önce
yaşamış olmasına karşın öyle gerçeklere
ulaşmış ki ondan sonra yeni bir düzen
kurmak, bir savaşı yönetmek, dinden, felsefeden veya sanatlardan
söz açmak isteyenler, hangi mezhepten
olurlarsa olsunlar, hep ondan ders
almışlar; her şeyi bilen bu yaman hocanın kitaplarını bütün
bilgilerin kaynağı saymışlardır. Qui quid pulchrum, quid turpe, quid utile,
quid non. Plenius ac melius Chrysippo
ac Crantore dicit. (Horatius) Güzel
ne, kötü ne, yararlı ne, zararlı ne,
Bunları o daha iyi söyledi Chrysippos'tan, Crantor'dan. A quo, ceu forıte perenni, Vatum Pyreüs labra rigantur aquis.
(Ovidius) Ondan, o tükenmez kaynaktan
gelir, Permessos'un kutsal suları
şairlere. Adde Heliconiadum comites,
quorum unus Homerus. Astra potitus.
(Lucretius) Kalın Musa'ların
yoldaşlarına Onlardandır yıldızlara
yükselen Homeros da Cujusque ex oro
profuso Omnis posteritas latites in
carmina duxit Amnemque in tenues ausa
est deducere rivos, Unius faecunda bonis.
(Manilius) Bu cömert kaynağı
sonrakiler Akıttılar bütün kendi şiirlerine; Bir ırmak bir sürü dereciğe
bölündü, Bir insanın mirasıyla beslenerek.
Bu büyük adam, insan eserlerinin en değerlisini, doğa düzenine aykırı giderek yaratmış; çünkü doğuşta her
şey kusurlu olduğu halde Homeros'ta şiir
ve daha birçok bilgiler çocukluk çağına olgun,
kusursuz ve pürüzsüz olarak girmişler. Bu bakımdan onu ilk ve son şair de sayabiliriz. Eskilerin de çok güzel
gördükleri gibi Homeros kendinden önce
gelenlerden hiç kimseyi taklit etmediği için kendinden sonrakilerden hiçbiri de onu taklit
edememiştir. Aristoteles'e göre hayat ve
hareket yalnız onun sözlerinde vardır. Yalnız onun sözleri özlü sözlerdir. Büyük İskender, Darius'tan
aldığı ganimetler arasında değerli bir
çekmece bulmuş ve demiş ki: Bunun içine benim
Homeros'umu koyun; savaşlarda bana en doğru yolları gösteren odur. Anaksandridas'ın oğlu Kleomenes de Homeros'u,
askerlik sanatını çok iyi bildiği için,
Lakedemonyalılar'ın şairi sayıyordu.
Plutarkhos'un Homeros'ta beğendiği taraf onun insanı hiçbir zaman doyurup usandırmaması, okuyucuya durmadan
değişen bir yüz göstermesi, her sayfada
yeni bir güzelliğe bürünmesidir. Bu değeri
Homeros'tan başkasında bulamazsınız. Delişmen Alkibiades bir gün edebiyatla uğraşan birisinden İlyada'yı
istemiş; adam yok deyince Alkibiades
tokadı yapıştırmış. Siz de bugün, dua kitabı olmayan bir papaza ne dersiniz? Ksenophanes bir gün Syrakusa Kralı
Hieron'a yoksulluğundan yakınırken iki
kul tutmaya gücü olmadığını söylemiş. Hieron da demiş ki: «İyi ama, senden çok daha yoksul olan
Homeros'un ölmüşken bile, on binden
fazla kulu var. Panaetius'un Platon'a
«Filozorların Homeros'u» demesi de pek
anlamlıdır. Bütün bunlardan başka onun kadar ün kazanmış kim var dünyada? Onun adı ve eserleri kadar dillere
destan olmuş ne var? Troya, Helena ve
savaşları belki de olmuş şeyler değildir; ama onları bildiğimiz kadar neyi biliriz? Çocuklarımıza
hala Homeros'un üç bin yıl önce uydurmuş
olduğu adları veriyoruz. Hektor'u, Akhilieus'u kim tanımaz? Yalnız birkaç soy değil, ulusların
birçoğu kaynaklarını bu masallarda
arıyor. Türklerin Padişahı İkinci Mehmet, Papa İkinci Pius'a şunları yazmış: «İtalyanların bana düşman olmalarına
şaşıyorum; biz de İtalyanlar gibi
Troyalılar'ın soyundanız. Yunanlılardan Hektor'un öcünü almak benim kadar onlara da düşer; onlarsa bana
karşı Yunanlılar'ı tutuyorlar.» Öyle büyük bir komedya ki bu İlyada,
yüzyıllardan beri krallar, devletler,
imparatorlar sanki ondan aldıkları rolleri oynuyorlar, bütün dünya bu komedyanın sahnesi oluyor, yedi
büyük Yunan şehri (İzmir, Rodos,
Kolophon, Salamis, Khios, Atina, Argos.) arasında Homeros'un doğduğu yer konusu yüzünden kavga
çıktı; aslının bilinmemesi bile onun
için bir onur oldu. Öteki büyük adam
İskender'dir. Seferlerine kaç yaşında başladığnı, ne kadar az bir kuvvetle ne büyük işler
başardığını, ardından gelen görgülü ve
ünlü dünya komutanları arasında daha çocukken kazandığı üstünlüğü, her tehlikeyi göze alarak,
(nerdeyse haddini bilmeyerek
diyecektim), Impellens
quicquid sibi summa petenti Obstaret,
gaudensque viam fecisse ruina. (Lucianus)
Önüne çıkan tepelerde ne varsa yıkarak Geçtiği her yerin altını üstüne getirerek. başardığı seferlerde talihten gördüğü
inanılmaz kolaylığı düşünün. Otuz üç
yaşında bu adam dünyada insan yaşayan bütün toprakları zaferle dolaşmış, yarım bir ömür içinde bir
insanın gösterebileceği bütün kudreti
göstermiş; o kadar ki İskender'in yaşını gördüğü işlere göre hesaplarsanız hiçbir insanın
ulaşamayacağı bir yaş bulursunuz.
İskender'in askerlerinden sayısız kral soyları türemiş; ölümünden sonra dünya onun dört komutanı arasında
paylaşılmış; uzun zaman da onların
torunları elinde kalmış. İskender'in ahlak değerleri saymakla bitmez; doğruluk, nefsine egemenlik,
cömertlik, sözünde erlik, yakınlarına
sevgi, düşmanlarına insanlık. Gerçekten onun ahlakına hiç diyecek yoktur; gerçi pek nadir olarak
haksızlıklar da etmiştir; ama bu kadar
büyük işler başarıp da haksızlık etmemek mümkün değildir. Bu gibi insanları, hareketlerine egemen olan
düşünceyle toptan yargılamak gerekir.
Thebai'nin yıkılması, Memandros'un ve Ephestion
hakiminin, yüzlerce İranlı esirin, bir sürü Hindli askerin, çocuklarına varıncaya kadar bütün Kos halkının
öldürülmesi kolay hoş görülecek işler
değildir ama Kleitos'u öldürmekle işlediği suçu fazlasıyla ödemesi ve daha başka davranışları gösteriyor
ki yüreği temizdi; iyilik için
yaratılmış bir insandı. Onun hakkında pek yerinde olarak derler ki: İyilikleri doğasının, kötülükleri
talihinin eseridir. Biraz kendini
beğenmiş olmasına, kötülenmeye hiç dayanamamasına, Hindliler'i asıp kesmekte pek ileri gitmesine gelince,
bütün bunlar bence yaşına ve hayatının
başdöndürücü hızına verilebilir. Ya
askerlik değerleri, atılganlığı, tedbirliliği, sabrı, disiplini, ustalığı, mertliği, talihi (ki Annibal'i görmemiş
olsaydık İskender'i bu bakımdan aşacak
adam olmazdı); bir erkek olarak tanrısal yaratılışı ve güzelliği; o genç, o dinç, o alev gibi yüz, o
dimdik baş, o aslanca duruş... Qualis, ubi Oceani perfusus lucifer
unda Quem Venus ante alios astrorum
diligit ignes Extulit os sacrum
coelo, tenebrasque resolvit. (Vergilius)
Tıpkı, Venus'un sevdiği sabah yıldızının Deniz sularında yıkanmış temiz yüzünü
gösterince Karanlıkları dağıtması
gibi. bilgide ve düşüncedeki üstünlüğü;
temiz, lekesiz ve eşsiz ününün büyüklüğü ve sürekliliği. Ölümünden sonra
onun madalyalarını taşımayı herkes uğur
sayıyordu. Krallardan sözetmemiştir.
Hala bugün Müslümanlar, bütün tarihleri
küçük gördükleri halde onun tarihine büyük bir değer verirler.
Bütün bu değerleri biraraya getirerek
düşünecek olursanız İskender'i
Caesar'dan üstün tutuşuma hak verirsiniz. Caesar onunla boy ölçüşebilecek tek adamdır. Hatta talihin
İskender'e yardım ettiği kadar Caesar'a
yardım etmediğini yadsıyamayız.
İkisinin birçok tarafları birbirine eşittir ama Caesar'ın
İskender'den üstün bir tarafı
yoktur. Bu iki adam dünyanın dört bucağını
kasıp kavuran iki yangın, iki seldi.
Caesar'ın tutkusunda daha az taşkınlık olsa bile, sonunda hem kendisi, hem ülkesi, hem de dünya öyle
felaketlere sürüklendi ki, her ikisinin
değerlerini teraziye koyunca, İskender ister istemez daha ağır basıyor.
Üçüncü ve bence en değerlisi Epaminondas'dır. Ünü ötekilerden çok daha azdır; ama ün, değerin öz unsurlarından
değildir. Epaminondas'ta dayatış ve
yürek istediğiniz kadar: Hem de tutkunun doğurduğu cinsten değil, bilginin ve aklın olgun bir
ruha aşıladığı cinsten. Bundan yana,
İskender'den, Caesar'dan aşağı kalmaz; çünkü kazandığı zaferler ne öyle çok, ne de öyle parlak
olmamakla birlikte ne koşullar altında
kazanıldıkları düşünülecek olursa, hem çetinlik ve büyüklük, hem de yiğitlik ve askerlik bakımından
onların zaferleri kadar değerlidir.
Yunanlılar onu, hiç duraksamadan en büyük adamları saymışlardır. Yunanistan'ın en büyük adamı
olunca da dünyanın en büyük adamı
sayılmak zor değildir. Bilgisine ve olgunluğuna gelince, Yunanlılar'dan kalan bir söze göre onun kadar
çok bilen ve onun kadar az konuşan adam
yokmuş. Epaminondas Pithagoras okulundandı. Az
şey söylemiş, fakat söylediğini herkesten daha iyi söylemiş.
Hatiplikte eşsiz ve çok inandırıcı
imiş. Ahlakına, vicdanına gelince, iş
başına gelmiş insanların hiçbiri bundan
yana onunla boy ölçüşemez. Bu tarafıyla, ki insan da asıl bu tarafıyla insandır, hiçbir filozoftan, hatta
Socrates'den bile aşağı kalmaz.
Epaminondas'ta ruh temizliği temelli, sürekli, değişmez, bozulmaz bir haldir. İskender'in bu tarafı
onun yanında sönük, kaypak, katışık,
yumuşak, gelişigüzel kalır. Eskiler
büyük komutanları, türlü halleriyle inceledikten sonra her birinde, ünün asıl nedeni olan bir özel değer
bulurlardı. Yalnız Epaminondas'da erdem
ve bilgi sürekli ve aynı derecede yüksekti;
yalnız o, insan hayatının her yönünde, devlet işlerinde, kendi
işlerinde, savaşta ve barışta, onurlu
yaşayıp kahramanca ölmekte aynı
büyüklüğü gösterebilmiştir. Ben hiçbir insanın hayatına, her bakımından, onunkine duyduğum kadar saygı ve
sevgi duymamışımdır. Şu kadar ki,
birlikte inat etmesinde ben, yakın dostları gibi büyük bir ahlak üstünlüğü görmüyorum. Yalnız bu
hareketini, ne kadar yiğitçe ve
saygıdeğer de olsa biraz çiğ buluyorum ve bu tarafına özenmeyi aklımdan geçirmiyorum. Ondan ayırt edemediğim
tek insan Scipio Aemilianus'tur. Onun
ölümü de o kadar kahramanca ve onurlu,
bilimlerdeki anlatışı o kadar geniş ve derindir. Hayatında onu en çok sevindiren şeyin,
Leuktra'da kazandığı zaferle anasına babasına
verdiği sevinç olduğunu söylemiştir. Onların
sevincini, böyle onurlu bir işten kendisinin duyduğu haklı ve derin sevince üstün tutması ne kadar anlamlıdır. Yurdunu kurtarmak için bile bir adamı
sorgusuz, sualsiz öldürmeyi doğru
bulmazdı: İşte bunun için arkadaşı Pelopidas'ın Thebai'yi kurtarmak için giriştiği işi pek soğuk
karşılamıştır. Bir savaşta bile, karşı
tarafta bulunan bir dosta rastlamaktan kaçınır, onu ölümden korumak isterdi. Epaminondas, Korinthos yakınlarında
More'nin kapılarını tutmak isteyen
Lakedemonyalılar'ı mucizeyi andıran bir vuruşla yardıktan sonra, kimseyi kovalayıp öldürmeden yürüyüp
gitmişti yoluna. Düşmanlarına karşı bile
bu kadar insanca davranan bu adamdan
kuşkulanan Boietialılar, elinden başkomutanlığı aldılar. Böyle bir nedenle atılmak onun için ne büyük onur! Az
sonra da hiç utanmadan ona tekrar yerini
vermek zorunda kaldılar; anladılar ki şan ve onurları, kurtuluşları ona bağlıydı. Zafer her gittiği
yerde gölgesi gibi ardından geliyordu.
Ülkesinin onunla parlayan yıldızı onun ölümüyle söndü. (Kitap 2, bölüm 36) Yaşamımızı ölüm kaygısıyla, ölümümüzü de
yaşama kaygısıyla bulandırıyoruz. (Kitap
3, bölüm 12)
HER ŞEY MEVSİMİNDE
Her şey mevsiminde gerek; iyi şeyler ve
onlarla birlikte her şey. Benim artık
dua kitabıyla işim kalmadı. Quintius Flaminiun'un, ordusunun başında savaşa hazırlanırken bir
kenara çekilip tanrıya dua ettiğini
görmüşler savaşı kazandığı halde, yine de ayıplamışlar bu davranışını. Imponit finem sapiens et rebus honestis.
(Juvenalis) Bilge, iyi şeylerde bile
bir ölçü gözetir. Eudemonidas,
Xenokrates'in pek ihtiyar halinde, okula derse
koştuğunu görmüş de: Bu adam hala öğreniyor, ne zaman bilecek? demiş.
Philopoimenes de, Kral Ptolemaios'u, her gün silah kullanıp vücudunu işletiyor diye övenlere demiş ki: Bu
yaşta, kralın silah talimleri yapması
övünülecek bir şey değil; onun yapacağı iş artık silahları kullanmaktır. Bilgeler der ki, genç hazırlanmalı, ihtiyar
yaşamalı. İnsan doğasında bilgelerin
gördükleri en büyük kusur da arzularımızın durmadan yenilenmesidir. Her gün hayata yeniden başlıyoruz.
Öğrenmek ve arzu etmek iyi ama,
ihtiyarladığımızı da unutmamak gerek. Bir ayağımız çukurdadır, hala içimizde yeni istekler, dilekler
doğar. Tu secanda marmora Locas sub ipsum funus, et sepulchri Immemor, struis domos. (Horatius) Ölüm karşına gelmiş, Sen mezarını düşünecek yerde Mermer yontturup evler
yaptırmaktasın. Benim en uzun süreli
niyetlerim, nihayet bir yıllıktır artık göçmeye
hazırlanıyorum. Yeni umutlara
düşmekten, yeni işlere girişmekten kaçınıyorum;
bıraktığım her yeri son kez selamlıyorum; benim olan her şeyden her gün biraz daha elimi çekiyorum. Olim jam nec perit quicquam mihi nec
acquiritur. Plus superest viatici
quam viae. (Seneka) Bir hayli zamandır
artık ne bir şey yitiriyor Ne de bir
şey kazanıyorum; Kendisinden çok. Görmüyor muyuz? Vixi, et quem dederat cursum fortuna
peregi. (Vergilius) Yaşadım, talihin
bana yürüttüğü yol bitti.
İhtiyarlığımın bana verdiği bütün ferahlık, hayatı bulandıran arzu ve endişelerden birçoğunu söndürmüş olmasıdır:
Dünyanın gidişine, servete, büyüklüğe,
bilime, sağlığa, kendime ait tasam kalmadı. İnsan da var ki, sonsuz olarak susmayı öğreneceği
bir zamanda konuşmayı öğrenmeye
kalkar. İnsan her zaman öğrenmeye
devam edebilir ama öğrenciliğe değil:
Alfabe okuyan bir ihtiyarın durumu gülünçtür. Diversos diversa juvant, non omnibus
annis Omnia conveniunt. (Gallus) Zevkler insandan insana değişir, Her şey her yaşa uygun düşmez. Öğrenmek gerekirse, durumumuza uygun bir
şey öğrenelim; ihtiyarlıkta öğrenim ne
işe yarar diye sordukları zaman biz de:
Hayattan daha iyi, daha rahat ayrılmaya, diye cevap verebilelim.
Genç Kato ölümünü yakın hissettiği bir
sırada, eline geçen bir Platon
diyaloğunu, ruhun ölmezliği üstüne olan diyaloğu, bu amaçla okuyordu. Sanılmasın ki Kato çok daha önceden
kendini ölüme hazırlamıştı; hayır,
ondaki kadar metinlik, kendinden eminlik ve
olgunluk Platon'un yazılarında yoktur; bu bakımdan onun bilgisi ve yürekliliği felsefenin üstünde idi. Bu diyaloğu okumakla ölüme hazırlanmıyordu;
ölüm düşüncesiyle uykusuna bile aralık
vermeyen bir insan gibi, hiç istifini bozmadan her gün yaptığı işlerden biri olan okumasına
rastgele bir kitapla devam
ediyordu. Pretörlükten düştüğü
geceyi oyunla geçirmişti; öleceği geceyi de
okumakla geçirdi; yaşamını yitirmek onun için mevkiini yitirmekten farklı bir şey değildi. (Kitap 2, bölüm
28)
İNSANIN KARARSIZLIĞI
İnsanların davranışları üzerinde düşünce
yürütmek isteyenler, bu davranışları
birbirine uydurmakta, hepsini bir kalıba sokmakta çektikleri zorluğu hiçbir yerde çekmezler
çünkü bu davranışlar çok zaman birbirine
öyle aykırıdır ki aynı tezgahtan bu kadar çeşitli kumaş çıkması insana olanaksız gelir. Acımazlığın
simgesi olan Neron'a; sarayın geleceği
üzerine bir idam fermanı imzalatmaya getirmişler; bir insanı ölüme göndermek Neron'un öyle yüreğini
yakmış ki: Keşke hiç yazı yazmasını
bilmeseydim demiş; gelin de bunu açıklayın! Böyle örneklere herkeste, hatta kendi kendimizde o
kadar çok rastlarız ki, aklı başında
insanların bizi bir kalıba dökmeye çalışmalarına şaşarım; nasıl olur ki insanda en çok ve en açık
görülen kusur zaten bir dalda
durmamaktır. Publis Syrus'un ünlü sözü de onun için doğrudur. Malum consilium est quod mutari non
potest. Değiştirilemeyen bir düzen
kötü bir düzendir. Bir insanı, yaşamının
belli başlı durumlarına bakarak yargılamak
bize doğru gibi gelir ama inanç ve adetlerimizin mayasındaki kararsızlığı gördükçe, bana öyle geliyor ki,
büyük yazarlar bile bizi her yerde, her
zaman hep aynı kalan bir varlık olarak görmekle
yanılmışlardır. İnsanın, herkesçe bilinen bir yüzünü alıyorlar,
sonra bütün hareketlerini bu yüze
uydurup anlatıyorlar; uyduramadıklarının
birçoğunu hasıraltı ediyorlar. Augustus'u bir türlü anlatamadılar, çünkü bu adam bütün hayatı boyunca o kadar
sık, o kadar çabuk ve açık değişmeler
göstermiştir ki en gözü pek yargıçlar bile onun
hakkında hüküm vermekten çekinmişlerdir. İnsanların en güç inandığım tarafı değişmezlik, en kolay
inandığım tarafları da değişikliktir.
Her gün yaptığımız şey, özlemlerimizin ardından, rastlantıların rüzgarıyla, sağa sola, yukarı
aşağı gitmektir. Ne istediğimiz ancak
bir şeyi istediğimiz anda düşünürüz; şu her
yatırıldığı yerin rengini alan hayvan gibi değişir dururuz. Şimdi ileri sürdüğümüz bir düşünceyi
birazdan bırakır, sonra tekrar ona
döneriz; hep salıntı, gidip gelme, kararsızlık... Ducimur ut nervis alienis mobile lignum.
(Horatius) Kukla gibi, iplerimiz
çekilip; oynatılıyoruz. Gitmiyoruz,
götürülüyoruz: Suyun akıntılı veya durgun oluşuna göre kimi ağır ağır, kimi hızla akıp giden şeyler
gibi. Nonne videmus Qid sibi quisque velit nescire et quarere
semper, Commutare lucom quasi onus
deponere possit. (Lucretius) Görmüyor
muyuz Bocalıyor insan, aranıyor
hep, Yer değiştiriyor, yükünü atmak
ister gibi. Her gün yeni bir havaya
uyarız; gönlümüz zamanın değişmeleriyle
türlü durumlara girer. Tales
sunt hominum mentes, quali peter ipse
Juppiter auctifero lustravit lumine terras. (Cicero) İnsanların düşüncesi Zeus'un onlara
verdiği Değişik gün ışıklarına
benzer. Bir düşünceden bir düşünceye
gider geliriz. Hiçbir şeyi
kendiliğimizden kesin ve sürekli olarak istediğimiz yoktur. Rastlantıların rüzgarı insanı keyfinin
istediği yere götürdüğü gibi, kendi
durumumuzdaki kararsızlık da öteye beriye çekip
değiştirebiliyor. İçinize dikkatle bakarsanız kendinizi iki kez
aynı durumda bulamazsınız. Ruhumu,
baktığım tarafına göre kimi şöyle, kimi
böyle bir durumda görüyorum. Kendimi bir şöyle bir böyle anlatışım, içime bir şöyle bir böyle bakışımdan
geliyor. Kendimde, türlü durumlar
içinde, bulamadığım karşıtlık yok; utangaç ve yüzsüz, çekingen ve atılgan, sessiz ve geveze, kaba
ve ince, ahmak ve zeki, babacan ve aksi,
yalancı ve doğru sözlü, bilgili ve cahil, cömert ve cimri; yerine göre bütün bu durumları az çok
kendimde görüyorum. (Kitap 2, bölüm
1) RUH EŞİTLİĞİ İmparatorla kunduracıların ruhları eş
kalıptan çıkmadır. Kralların gördükleri
işlerin önemine ve ağırlığına bakarak, bu işlerin önemli ve ağır nedenlere dayandığını sanırız, yanlış!
Bizi işe süren, işten alıkoyan nedenler,
onlar için de aynıdır. Bizi komşumuzla
kavgaya sürükleyen neden, hükümdarları savaşa sürükler; uşağınıza dayak atmanıza neden olan şey krala bütün bir
ulusu mahvettirebilir. Onların
istekleri de bizimkiler kadar sudandır, ama kudretleri daha fazladır; kral da, dilenci de aynı iştahla
acıkırlar. Kim bilmez ki delilik,
özgür bir kafanın yiğitçe çıkışları, yüce ve
görülmedik bir erdemin ortaya attıklarıyla çok yakın kapı komşusudur.
DÜNYANIN
BİZE GÖRELİĞİ
Her varlık için en değerli, en yüksek varlık
kendininkidir. Başka varlıkların
değerlerini kendi varlığını temel alarak
ölçer, ona göre yargılar verir. Bu temel ve ölçü olmadıkça hayal gücümüz iş göremez. Başka bir çıkış noktası
da yaratamaz. Kendimizin dışına, ötesine
gidemeyiz. Bu yüzden insanlar şöyle
düşünmüşler: Varlıkların en güzeli insandır. O halde tanrı onun şeklindedir. Kimse erdemsiz mutlu olamaz,
erdem de aklın dışında değildir; akılsa
insandan başka varlıkta yoktur. O halde tanrı insan biçiminde olacak. Ksenophanes bunu pek hoş anlatır; der ki:
Eğer hayvanları da tanrılar icadediyorsa
-ederler a- onları kendilerine benzetip, övünürler. Niçin, örneğin, bir kaz şöyle düşünmesin: Evrende
her şey benim içindir. Toprak, üstünde
yürümeye yarar; güneşin işi bana ışık tutmak,
yıldızların işi yaşamım ve talihim üzerinde etkili olmaktır.
Rüzğarlar, sular bana filan rahatlığı
sağlar. Bu gökkubbe benim kadar hiç
kimseyi kayırmaz. Ben evrenin
gözbebeğiyim. İnsanoğlu benim yiyeceğimi içeceğimi arayıp buluyor. Oturacağım yeri yapıyor. Bana
hizmet ediyor. Buğdayı benim için ekip
biçiyor. Gerçi beni kesip yiyor, ama bu işi
kendi eşlerine de yapıyor. Ben de insanoğlunu öldüren, yiyen
kurtları yiyorum. Bir kartal aynı şeyi daha büyük bir gururla
söyleyebilir; evrenin en güzel, en soylu
yeri olan göklerde istediği gibi uçabiliyor. (Kitap 2, bölüm 13)
İnsanın en kötü durumu kendini bilmez ve yönetmez olduğu zamandır. (Kitap 2, bölüm 2)
İNSANLAR
ARASINDA
Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır;
bu tutkular yalnız işlerine akıllarıyla
bağlanmayan insanların işine yarar. Doğru ve temiz işler hep ölçülü ve ağırbaşlıdır. Ölçü olmayan yerde kavga, gürültü ve
haksızlık vardır. Doğru yol uğrunda
kendimi ateşe atabilirim; ama elden gelirse başkalarını yanmaktan korurum. Montaigne Şatosu gerekirse
herkesin evi ile birlikte yansın; ama
gerekmezse kurtulmasına sevinirim. İşimin bana
verdiği olanaklarla onu korumaya çalışırım. Çoklarında gördüğümüz gibi iş sevgisi bir
aksilik ve inatçılık olmamalıdır böylesi
çıkara ve bencil tutkuya dayanır. Kahpece ve
kurnazca bir harekete de cesaret dememeliyiz. Öyle gayretli kimseler vardır ki bütün arzuları aslında insanlara
kötülük ve eziyet etmektir. Onları
coşturan hizmet ettikleri erek değil çıkarlarıdır. Savaşı haklı olduğu için değil, yalnızca
savaş olduğu için kızıştırırlar. Birbirine düşman iki dostunuz arasında gönül
ve vicdan rahatıyla yaşama olanağı
vardır: Her ikisine aynı sevgiyi gösteremezseniz bile sevginizde ölçülü kalırsınız, hiçbirine
sizden her şeyi isteyebilecek kadar
bağlanmazsınız; ölçülü kalmak koşuluyla her ikisinin güzel taraflarını tadarsınız; bulanık suda, balık
avlamaya kalkmamak koşuluyla
yüzebilirsiniz. Bütün varlığımızla her
iki tarafa birden bağlanmak hem aklımıza
hem de vicdanımıza aykırı düşer. Birinin isteğine uyup ötekine
ihanet ettiğiniz zaman o dostunuz bilmez
mi ki, aynı ihaneti kendisine de
yapabilirsiniz? İşine yaradığınız için sizi dinler, ihanetinizden yararlanmaya çalışır; ama size kötü gözle
bakmaya da başlar; çünkü ikiyüzlü
insanlar getirdikleri sözle yararlı olurlar, ama götürecekleri sözle de zararlı olabilirler. Birine söylediğim her şeyi gereğinde, belki
biraz sesimi değiştirerek, ötekine de
söyleyebimeliyim. Birinden ötekine
götürdüğüm sözler önemsiz, bilinen, orta malı
sözler olmalı. Hiçbirine yalan söylememizi haklı gösterecek bir
durum düşünemem. Bana güvenilen bir
sırrı kutsal bir emanet gibi saklarım;
ama sırları elimden geldiği kadar bilmemeye çalışırım. Dostlarımla
şu pazarlığı yapabilirim: Bana sırlarını
az güvensinler, buna karşılık benim her
söylediğimin doğruluğuna inansınlar. Dostlarım bana her zaman istediğimden çok fazla sır
vermişlerdir. Philippides, Lysimakhos'a
pek akıllıca cevap vermiş. Kral ona: Dile benden ne dilersin? Ne vereyim sana? dediği zaman:
Sırlarınızı vermeyin de ne verirseniz
verin demiş. Bakıyorum, herkes kendisine verilen işin gizli kapaklı her tarafını bilmek istiyor. Bunlar
kendisinden gizlendi mi küsüyor, ben ise
göreceğim işten fazlasını söylemedikleri zaman rahat ediyorum. Bilip de söylememenin üzüntüsünü
duymak istemiyorum. Kötü işte
kullanılmışsam bari vicdanım rahat olsun. Hiç kimseye fazla sevgiyle bağlanmak, bir uşak gibi sadık olmak
istemem. Çünkü insanı ihanete alet
etmeye kalkarlar. Kendine ihanet eden efendisine haydi haydi ihanet eder. Gelgelelim öyle krallar vardır ki, insanı
yarı yarıya istemezler, kayıtlı şartlı
bağlılıkları küçük görürler. O zaman çaresiz, kendilerine koşullarımı söylemeyi daha uygun bulurum;
çünkü, kölelik konusunda, yalnız aklın
köleliğini kabul edebilirim ki, onu bile
gereğince yapamıyorum. (Kitap 3, bölüm 1) Perhizle, reçetelerle, disiplinle
yaşamaktan daha ahmakça, daha hımbılca
bir yaşama yolu olamaz. (Kitap 3, bölüm 13)
HEKİMLİK ÜSTÜNE Bir hekimin,
bir başka hekimin reçetesini, hiçbir şey eklemeden ya da eksiltmeden kullandığını gören olmuş mudur
dünyada? Bundan anlaşılıyor ki hekimler
ünlerini, dolayısıyla kendi yararlarını hastaların yararından çok düşünüyorlar. Aralarında en
bilgesi en eski çağda bir hastaya bir
tek hekimin bakmasını gerekli saymıştı; çünkü o hekim başarılı olmazsa, bir tek adamın yanlışı
bütün hekimlik sanatına yüklenecek kadar
büyütülmez; başarılı olursa da, tersine, onur payı daha büyük olur. Çokluk oldukları yerde hem
mesleklerini gözden düşürürler, hem de
yararlı olmaktan çok zararlı olurlar. Hekimlik
biliminin büyükleri arasında hiç bitmeyen ve yalnız çok kitap okuyanlarca bilinen anlaşmazlıkla
yetinmemeleri, besleyip sürdürdükleri
görüş ayrılıklarını ve değişkenliklerini üstelik halka göstermeleri gerekirdi. Hekimlikteki eski çatışmaya bir örnek ister
misiniz? Hierophilos hastalıkların öz
kaynağını safra ve benzeri akıtlarda görür Erasistratus kırmızı kanda; Asmlepiades gözeneklerden
geçen görünmez atomlarda; Alkmeon beden
unsurlarının eşitsizliğinde ve aldığımız
havanın niteliğinde; Strato aldığımız besinin çokluk, çiğlik ve bozukluğunda; Hippokrates ruhlarda.
Hekimlerin dostu ve benden iyi
bildikleri Plinius bu konuda sesini yükselterek der ki: Yararlanacağımız bilimlerin en önemlisi,
yaşamamızı ve sağlığımızı korumakla
görevli bilim, ne yazık ki, bilimlerin en kararsızı, en bulanığı, en çok değişmelere uğrayanıdır.
Güneşin yüksekliğinde ya da astronomi
kestirmelerinin bir rakamında aldanmanın büyük bir tehlikesi yoktur ama tüm varlığımızla ilgili
olan bu alanda, kendimizi bunca ters
rüzgarların esintisine bırakmak akıl karı değildir. Peloponez savaşından önce bu bilimden pek
söz edilmezdi; Hippokrates ün sağladı
ona. Onun ortaya koyduğu her şeyi
Khrysippos alt üst etti. Sonra Erasistratus, Aristotelles'in
torunu, Khrysippos'un bütün yazdıklarına
karşı çıktı. Onlardan sonra gelen
Deneyciler bu sanatı uygulamakta bambaşka bir yol tuttular. Bu sonuncuların ünü azalmaya başlayınca
Herophilos bir başka hekimlik getirdi
ki, Asklepiades de onu yıpratıp yıktı. Derken, ardı ardına, Themison'un, Musa'nın görüşleri geçerlik
kazandı, daha sonra Messalina'ya
yakınlığıyla ünlü Vexius Valens'inkiler. Hekimlik imparatorluğu Neron zamanında Tessalus'un
eline geçti, o da kendisinden önce
geçerli olan her şeyi yıktı batırdı. Onun öğretisini yıkan Marsilyalı Crinas
bütün hekimliği yeniden yıldızların
devinimlerine bağladı, yemeyi, içmeyi, uyumayı Ay'ın ve Merih'in keyfine göre ayarladı. Onu yıkıp yerine geçen yine Marsilyalı
Charinus oldu. O da, eski hekimliğe
saldırmakla kalmayarak, halkın yüzyıllardır alışkın olduğu sıcak sularla tedavi yolunu değiştirdi. Kışın
bile herkesi soğuk sularla yıkatıyor,
hastalarını herhangi bir derenin sularına sokup çıkarıyordu. Plinus'un zamanına kadar hiçbir Romalı henüz
hekim olmaya tenezzül etmemişti; bu işi
yabancılar ve Yunanlılar görüyordu; nasıl ki biz Fransızlar arasında da Latinciler
görmektedir; çünkü, der bir büyük hekim,
dilinden anladığımız bir hekimliği, pek tutmayız kolay kolay; kendi elimizle toplayacağımız otların şifalı
olabileceğine de pek inanamayacağımız
gibi. Bizde bulunmayan bazı otları kendilerinden aldığımız uluslarda hekimler varsa, onlar da
kendi topraklarında yetişmeyen bizim
lahana ve maydanozlarımızı, aynı tuhaflık, nadirlik ve pahalılık dolayısıyla kimbilir ne şifalı
bulurlardı; çünkü o kadar uzaktan, türlü
zorluklar ve tehlikeler göze alınarak getirilen şeyleri kim küçümsemeye kalkabilir? Hekimlikteki eski değişmelerden sonra bize
kadar daha niceleri oldu; çoğu kez de
kökten ve toptan değişmeler zamanımızda Paraselsus'un, Fioravanti'nin, Argenterius'unkiler gibi.
Duyduğuma göre onlar yalnızca reçeteleri
değil bütün hekimliğin özünü ve düzenini baştan
başa değiştiriyor, kendilerinden önceki hekimleri bilgisizlik ve gözboyacılıkla suçlandırıyorlarmış. Zavallı
hastanın durumu üstünde düşünmeyi size
bırakıyorum! (Kitap 2, bölüm 37)
İNSANIN
İSTEKLERİ
Budalalığımızın başka belirtileri arasında şu
da unutulmamalı: İnsan, istekleri
yüzünden kendine gerekli olanı bulamaz; bir şeyin tadına vararak değil, hayal ve hevese kapılarak,
mutlu olmak için neye muhtaç olduğumuzu
kestiremeyiz. Düşüncenizi keyfince kesip
biçmeye bıraktınız mı, kendine göre olanı özleyip rahat edemez: Quid enim ratione timemus Aut cupimus? quid tam dextro pede concipis,
ut Conatus rion paenitat votique
(Juvenalis) Korku ve istekler ne zaman
akılla geldi? Bunca güvenle hangi
hayali kurarsın ki Sonunda pişman
olmayasın? Sokrates onun için
tanrılardan yalnız kendisine yararlı
olacağını bildikleri neyse onu dinlermiş. Lakedemonyalılar birlikte ve ayrı ayrı yaptıkları duada
kendileri için iyi ve güzel şeyler
diler, bunların seçilmesini tanrıların keyfine bırakırlarmış: Conjugius petimus partumque uxoris, at
illi Notum qui pueri qualisque futura
sit uxor. (Juvenalis) Biz bir kadın ve
çocuklar isteriz, ama onlar Bilir
kadının ve çocukların ne olacağını.
Hıristiyan, Tanrı'nın dilediği olsun diye dua eder; çünkü Kral Midas'ın şairlerce uydurulan durumuna düşmek
istemez. Bu kral; tanrılardan, her
dokunduğunun altın olmasını istemiş. Duası yerine getirilmiş: Şarabı altın olmuş, ekmeği altın,
yatağının kuş tüyleri altın, gömleği,
hırkası altın. Böylece, kavuştuğu isteğinin ağırlığı altında ezilmiş, dayanılmaz bir bolluğa gömülür
olmuş. O zaman dileğinin tam tersini
dilemiş tanrılardan. Attonitus
novitate mali, divesque miserque.
Effugere optat opes, et quae modo voverat, odit. (Ovidius) Şaşmış bu
yeni belaya: hem zengin olmuş hem yoksul;
Kurtulmak istemiş, istemez olası bu hazineden. Kendimden de bir şey anlatayım. Gençliğimde
en çok istediğim şey Saint-Michel
Şövalyesi olmaktı; çünkü o zamanlar bu şövalyelik Fransız soyluları arasında pek az kişinin
ulaşabildiği en büyük onur payesiydi.
Kader bu isteğimi tuhaf bir şakayla yerine getirdi. Ona ulaşmak için beni yerimden kaldırıp
yükseltecek yerde, daha da cömert
davranarak sanki, o onuru ucuzlatıp alçalttı, benim omuzlarıma; daha da aşağılara kadar
indirdi! Kleobis'le Biton,
Trophonius'la Agamedes, ilk ikisi Tanrıçalarından, son ikisi tanrılarından, dindarlıklarına en
uygun ödülü dilemişler ve gördükleri
ödül ölüm olmuş; o kadar ayrıdır çünkü tanrıların görüşleri bizimkilerden! (Kitap 2, bölüm 12) İNSAN BİLGİSİ Alçak gönüllüğünün başka bir çeşidi vardır
ki; kendini yüksek görmekten gelir.
Birçok şeylerde bilgisizliğimizi kabul ederiz, akıl erdiremediğimiz taraflar olduğunu edebimizle
açığa vururuz. İsteriz ki bizi dürüst
namuslu adam bilsinler ve başka şeyleri bildiğimizi ileri sürdüğümüz zaman inansınlar bize. Anlaşılmaz
şeyleri, mucizeleri uzakta aramaya ne
gerek var, her gün gördüğümüz şeyler arasında
öyle anlaşılmaz gariplikler var ki; mucizeler oyuncak kalır onların yanında. Bizi dünyaya getiren tohum, o bir
damla akıt ne müthiş şeydir. İçinde
babamızın yalnız beden biçimi değil, duyguları,
düşünceleri, eğilimleri bile var. Bu bir damla su bunca halleri neresinde saklıyor? (Kitap 2, bölüm 37)
DİL
ÜSTÜNE
Düşünce ve sanat adamları sözleri ve
yazılarıyla dile değer kazandırırlar. Bu
işi, dile yenilikler getirmekten çok onu bükmek, olanaklarını çoğaltmak, gücünü artırmak
yoluyla yaparlar. Yeni sözcükler
getirmezler. Onları zenginleştirirler, anlamlarını ve kullanımlarını, sağlamlaştırır,
derinleştirirler onlara alışılmamış bir
çeşni verirler; ama bunu da dört bir yanı düşünerek, ustalıkla yaparlar. Zamanımızın yazarlarına bakınca herkesin
harcı olmadığı anlaşılıyor bu işin.
Herkes gibi konuşmayı küçümseyerek cüretli işlere girişiyorlar. Ama hünersizlik ve zevksizlik
yüzünden yaya kalıyorlar. Ortaya bir
sürü zoraki tuhaflıklar; soğuk, anlamsız yapmacıklar çıkarıyorlar, bunlar anlatılmak istenen şeyi
yükseltecek yerde alçaltıyor. Yenilik
oldu mu bayılıyorlar. İşe yarayıp
yaramadığı umurlarında değil. Yeni bir sözcük
kullanmak isteğiyle eskisini atıyorlar, çoğu kez de attıkları
sözcük yenisinden daha kuvvetli, daha
diri duruyor. Dilimizde zengin
olanaklar görüyorum; ama onu pek az işlemişiz.
Avda ve savaşta kullandığımız kaba dille neler yapılmaz; dilden bol bol sözcük alabiliriz. Konuşma dilinin
deyimleri otlar gibi yer değiştirdikçe
daha gürbüz, daha bereketli oluyor.
Dilimiz zengin olmasına zengin ama, daha fazla kıvraklık ve sağlamlık ister. Çok yerde coşkun bir
düşünceyi kaldırmıyor. Sıkı bir yürüyüşe
geçtiniz mi, dil gevşeyip kalıyor. O zaman Latince'ye yahut Yunancaya başvurmak zorunda kalıyorsunuz.
Halkın ağzındaki sözcüklerin gücünü biz
kolay kolay göremiyoruz. Çünkü orta malı
olarak kullanıla kullanıla bu sözcükler ayağa düşmüş, güzellikleri bayağılaşmış. Nice değerli sözler, güzel
benzetmeler vardır ki halkın ağzına
düştükten sonra, zamanla renkleri bulanmış, güzellikleri solmuştur. Ama burunları koku alanlar bu
deyimlerin tadına varırlar, onları ilk
kez söylemiş olanların değeri de yere düşmekle kaybolmaz. Bilimler de her şeyi
pek fazla inceltiyorlar; herkesin bildiği doğal
yoldan çıkarıp, bambaşka ve yapmacıklı bir kılığa sokuyorlar. Bizim evde uşaklık eden delikanlı aşkın ne olduğunu
biliyor, içinde de yaşıyor. Ona Leon
Hebreu'yü, Ficin'i okuyun. Bu adamlar ona
kendinden, kendi düşüncelerinden, kendi yaptığı işlerden
sözedecekler ve o, hiçbir şey
anlamayacaktır bunlardan. Aristo'yu okurken onda benim duyduğum, yaşadığım
şeyleri tanımaz oluyorum. Her şey okulun
gerektirdiği bir kılığa bürünüyor. Bundan ne
kazanılıyor bilmem! Ben olsam onlar gibi doğayı sanatlaştıracak yerde sanatı doğallaştırırdım. KİTAP VE YAŞAM Ne yaparsınız bu adamlara: yazılı olmayan
lafı dinlemezler, kitaba geçmedikçe
sözlere inanmazlar, gerçeğe sakallı olmadıkça kulak vermezler. Budalalıklar yazı kalıbına döküldü
mü bir ciddilik kazanıyor. Bir yerde
duydum, derseniz olmaz. Bir yerde okudum,
diyeceksiniz. Ben insanların sözleriyle yazılarını ayırdetmediğim
için konuşurken yapılan yanlışların
yazarken de yapıldığını bildiğim,
zamanımıza eski zaman kadar değer verdiğim için bir dostun dediklerine büyük bilginlerin sözleri kadar
değer veriyorum; kitaplar kadar kendi
gördüklerimden de yararlanıyorum. Onlar der ki: Erdem uzamakla daha büyük olmaz. Ben de derim ki:
Gerçek, ihtiyarlamakla daha akıllı
olmaz. Hep söylerim: Örneklerimizi yalnız yabancılardan ve kitaplardan almak budalalıktır. Örnek bakımından
zamanımız Homeros ve Platon zamanından
daha az zengin değildir. Ama çoğumuzun
istediği doğru söz söylemek değil, bilgiçlik taslamaktır. Sanki Plotin yahut Vascossan'ın dükkanından
getireceğimiz tanıtlar kendi köyümüzden
getireceğimiz tanıtlardan daha soyluymuş gibi.
Gözümüzün önünde olup bitenleri, yararsız eklentilerden ayırıp belirtmeye, düşüncelerimizi onlar üzerinde
işleyip değerlerini meydana çıkarmaya
gücümüz yetmiyor. (Kitap 3, bölüm 13)
KİTAPLARIN DEĞERİ
Bir insanın değerini anlamak istedim mi,
kendinden ne kadar memnun olduğunu,
söylediklerini, yaptıklarını kendini ne dereceye kadar beğendiğini sorarım. Şu türlü özürleri
pek dinlemek istemem: Bu işi laf olsun
diye, şakacıktan yaptım; Ablatum medüs
opus est incudibus istud. (Ovidius)
İşi daha bitmeden çıktı tezgahtan.
bir saat bile durmadım üstünde; yaptıktan sonra bir daha gözden geçirmedim. Öyleyse, derim, bırakın bu işleri
de hangi eseriniz sizi tam veriyorsa,
değerinizin hangisiyle ölçülmesini istiyorsanız onu gösterin bana. Sonra şunu sorarım: Eserinizde
en güzel bulduğunuz nedir? Şu parça mı,
bu parça mı? Onda da beğendiğiniz yapısındaki
hoşluk mu, kullandığınız malzeme mi, bir buluş, bir düşünce, bir
bilgi mi? Hep görüyorum çünkü, insan
başkasının işi kadar kendi işini
değerlendirmekte de aldanıyor, yalnızca araya duygu karıştığı için değil, asıl değeri bilmediği, ayırdedemediği
için. Bu eser, kendi gücü ve talihiyle
onu yapmanın buluş ve bilgi gücünü aşabilir. Ben kendi hesabıma en az kendi eserimin değerini
kestirebiliyorum: Denemeler'i bir
batırır, bir çıkarırken hep kararsızlık ve kuşku içindeyim. Kimi kitaplar vardır, salt konularıyla
yararlı olurlar değerlerinde yazarın
payı yoktur. Üstelik öyle iyi kitaplar, öyle yararlı işler vardır ki insan yapmış olduğuna utanır. Örneğin ben şimdi tutsam istemeye istemeye
bizim ülkenin yemeklerini, kıyafetlerini
yazsam, zamanımızdaki kralların
fermanlarını, halkın eline geçen mektuplarını toplasam; güzel bir kitabın özetini çıkarsam (ki güzel bir kitabın
her türlü özeti saçma bir özet olur ya!)
ve o kitap sonradan kaybolsa, buna benzer daha başka işlere girişsem. Elbette gelecek kuşaklar bu
yazılarımdan eni konu yararlanabilir;
ama ben o zaman talihimden başka neyimle
övünebilirim? Nice ünlü kitaplar, böylesi kitaplardır. Birkaç yıl önce Philippe de Commines'i
okuyordum. Çok iyi bir yazardır kuşkusuz
Commines. Kitabında şu yabana atılmaz
söz gözüme çarpmıştı: İnsanın efendisine ettiği hizmet onun bu hizmete verebileceği karşılığı
aşmamalı. Meğer bu sözün değeri yazarda
değil salt kendindeymiş. Aynı söze
geçenlerde Tacitus'ta rasladım: İyilikler insana, karşılığını verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu
ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil
kinle karşılarız. Seneka aynı şeyi daha
kuvvetle söylüyor: İnsan karşılık veremediğinden utandı mı karşılık verecek kimsesi olmasını istemez.
Cicero da, biraz daha gevşek: Memnun
edemeyeceğini sanan, kimsenin dostu olamaz, diyor. Bir konu, cinsine göre, bir adamı bilgili,
zengin bellekli gösterebilir. En kişisel, en değerli tarafını, ruhunun asıl
gücünü ve güzelliğini anlayabilmek için,
kendinden olanla olmayanı ayırdetmek,
kendinden olmayan şeyleri de nasıl seçtiğine, düzenlediğine, nasıl
bir şekil ve dil kullandığına bakmak
gerek. Başka türlü olur mu? Ya
söylediğini başka yerden almış ve daha kötü bir şekle sokmuşsa? Çoğu kez böyle oluyor. Kitaplarla alışverişim
azsa yeni bir şairde gördüğüm güzel bir
buluşu övmeye cesaret edemem; önce bilen
birinin bana o parçanın şairin kendi malı olup olmadığımı söylemesi gerek. O zamana kadar dilimi tutarım, neme
gerek. (Kitap 3, bölüm 7) Yılların elimizden çekip aldığı yaşama zevklerini
dişimiz tırnağımızla savunmalıyız.
(Kitap 1, bölüm 39) Derler ki, uzun
süren hayat, hayatların en iyisi değildir, uzun
sürmeyen ölümse ölümlerin en iyisidir. (Kitap 3, bölüm 9) Ah bir dost! Eskiler dostluğun sudan ve
ateşten daha zorunlu ve daha tatlı
olduğunu söylerler, ne doğru. (Kitap 3, bölüm 9)
DÜŞÜNCE
GELENEKLERİ
İnsanların düşüncelerinin çoğu, dinler ve
yasa gibi, eskiden beri süregelen
inanışlara dayanır. Herkesin konuştuğu gibi konuşmayı öğreniriz, herkesin düşündüğü gibi düşünmeyi
de tanıtma örgüsü ile birlikte
benimseriz; içimize yerleşen bu sağlam örgüyü artık sarsamayız, doğruluğundan kuşku duyamayız.
Tersine herkes bu dışardan gelme inanışı
elinden geldiği kadar berkitmeye çabalar.
(Kitap 1, bölüm 2) Hiçbir iyi
insan yoktur ki, bütün yaptıkları ve düşündükleri yasalara vurulursa hayatında on kez idamlık suç
işlememiş olsun, hem de ceza görmeleri
ve yitirilmeleri çok yazık ve çok haksız da olsa. Öyle insan da vardır ki yasalara uymayan hiçbir şey
yapmamış da olsa iyi insan diye övülmeyi
haketmez ve filozof onu haklı olarak kırbaçlar. (Kitap 3, bölüm 9)
YASALAR Aklın o kadar çeşitli
yolları vardır ki hangisinden gideceğimizi
bilemeyiz. Görgünün de öyle. Olaylara bakarak çıkarmak istediğimiz sonuçlar pek inanılır gibi değildir. Çünkü
olaylar hiçbir zaman eşit olmazlar. Bu
dünyada gördüğümüz şeylerin ortak özelliği ayrı ve değişik olmalarıdır. Bununla birlikte yasaları çoğaltarak
yargıçların yetkilerini daraltmak,
yargılara sınır çizmek düşüncesine de yanaşmıyorum. Bu düşüncede olanlar şunu unutuyorlar ki, yasaları
yapmakta olduğu kadar onların
yorumlanmasında da özgürlük ve yetki vardır. Yargıçlarımızı yasalar üzerinde düşünce
yürütmek ve karar vermek işinde o kadar
serbest bıraktık ki hiçbir özgürlük bundan daha
keyfi, bundan daha geniş olmaz. Yasa adamlarımız binbir çeşit özel durum düşünüp her biri için ayrı yasa
yapmakla ne kazandılar? Bunları ne
kadar çoğaltsak insan işlerinin sonsuz değişikliğini karşılayamayız. Bu yasaları yüz kez daha
artırsanız, gelecekteki olaylar arasında
öyleleri bulunacaktır ki bizim yaşamdan alıp kitaba koyduğumuz olaylardan hiçbirine benzemeyecek
yeni maddeler koymayı gerektirecektir.
Durmadan değişen insan durumlarının
değişmez yasalarla ilgisi pek azdır. En iyi yasalar en az ve öz, en genel olanlardır. Bana sorarsanız yasalar
bizimkiler kadar çok olacağına hiç olmasa
daha hayırlıdır. Doğanın yasaları bizim yazdıklarımızdan her zaman daha akıllıcadır. (Kitap 3, bölüm
13) Bir kavgaya sudan nedenlerle
katılanların, sudan nedenlerle
ayrılıvermeleri olağandır. (Kitap 3, bölüm 10) Bütün kamusal eylemler kararsız ve değişken
yorumlara uğrar, çünkü çok fazla insan
akıl yürütür onlar üstüne. (Kitap 3, bölüm 10) Ben insanın iş görmesini, yaşama çabasını
uzatabildiği kadar uzatmasını isterim.
Ölüm, lahanalarımı dikerken bulmalı beni;
ama ölüm korkusu, hele kusurlu bahçemi yitirme korkusu içinde
değil. (Kitap 1, bölüm 20)
SÖZ
ÖZGÜRLÜĞÜ
İster sözle olsun, ister davranışla,
zorbalığın her çeşidinden nefret ederim.
Düşüncemizi duyular yoluyla aldatan gösterişlere her zaman karşı koymuşumdur. Üstün sayılan insanlara
yakından bakınca anladım ki çoğu, herkes
gibi insandır. Rarus enim ferme sensus
communis in illa. (Juvenalis) Yüksek
mevkilerde sağduyuya az raslanır.
Kralların şaştığım tarafı, hayranlarının bu kadar bol olmasıdır.
Her şeyimizi emirlerine verelim, ama
düşüncemiz bize kalsın. Önlerinde
bükülen, dizlerimiz olsun, aklımız değil. Melanthius'a Dionysios'un bir tragedyası
hakkında ne düşündüğünü sormuşlar: Laf
kalabalığından tragedyayı görmedim ki, demiş. Onun gibi, büyüklerin nutukları üstüne hüküm
verecek olanlar da şöyle diyebilirler:
Bu kadar ciddilik, büyüklük, şatafat içinde sözlerinin gerçek anlamı anlaşılmıyor ki. Bilgiçlik, çok
yüksek mevki ve ünlerle de bir araya geldi mi, büsbütün tehlikeli oluyor. Geçen
gün bir yerde dev ünlü bir adam,
masasında rahat rahat konuşulan önemsiz bir
konuya karıştı ve söze şöyle başladı: Kim böyle düşünmüyorsa yalancıdır, cahildir... İnsan düşüncesi böyle bir yola saptı mı
hançerinizi hazırlayın tetik durun.
(Kitap 3, bölüm 7) Her okuldan bütün
filozofları birleştiren genel bir anlaşma varsa o da en iyi şeyin ruh ve beden rahatlığı
olduğudur, ama nerede, kimde bulabiliriz
bu rahatlığı? (Kitap 3, bölüm 2) Güzel
eylemlerin karşılığını başkalarından beklemek, çok kararsız ve bulanık bir varlığa bel bağlamak olur. (Kitap
3, bölüm 2) Ben ne isem, ne
durumdaysam, eylemlerim de ona göre, ona uygun
olur. (Kitap 3, bölüm 2)
VİCDAN
ÖZGÜRLÜĞÜ
İyi niyetlerin, ölçüsüzce yönetildikleri
zaman, insanları çok kötü sonuçlara
götürdüğü oluyor. Fransa'yı iç savaşlarda bunaltan bugünkü çatışmada tutulacak en iyi, en sağlam yol
kuşkusuz ülkenin eski dinini, düzenini
sürdüren yoldur. Ama bu yolu tutanlar arasında
(çünkü sözünü ettiklerim bu yoldan yararlanıp özel kinlerini boşaltanlar, cimriliklerini doyuranlar,
krallara yaranmak isteyenler değil,
dinlerine gerçekten bağlı olanlar, yurtlarında barışı, güveni kutsal bir sevgiyle yaşatmak isteyenlerdir),
evet bu berikiler arasında diyorum,
birçokları var ki tutkuları yüzünden aklın sınırları dışına çıkıyorlar, haksız, hoyratça ve çılgınca
davranışlara kapılıyorlar bazen. Dinimizin yasalarla egemen olmaya başladığı
ilk zamanlarda, inanç çabasının
birçoklarını her çeşit pagan kitaplarına saldırttığı, bu yüzden aydın kişileri eşsiz hazinelerden yoksun
bıraktığı su götürmez. Bence bu
kargaşanın bilimlere ve sanatlara verdiği zarar, barbarların çıkardığı bütün yangınlardan daha büyük
olmuştur. Cornelius Tacitus iyi bir
kanıtıdır bunun; çünkü akrabası olan imparator Tacitus onun kitaplarını özel bir buyrukla bütün
kitaplıklara koydurttuğu halde, bizim
inancımıza uymayan birkaç cümle yüzünden bu kitapları yoketmek isteyenlerin elinden bir teki bile
sağlam kurtulamamıştır. Şunu
yaptılar: Bizden yana olan bütün imparatorlara hiç çekinmeden yalan övgüler buldular, bize karşı
olanlarınsa her yaptıklarını toptan
lanetlediler dönme adını verdikleri Julianus'a yaptıkları gibi. Aslında eşine az raslanır çok büyük bir
insandı o. Filozofların dedikleri içine
iyice işlemiş, bütün eylemlerini onlara uydurmaya çalışmıştı. Gerçekten hiçbir erdem yoktur ki
onda pek seçkin örnekleri bulunmasın.
İffetten yana (ki bütün hayatı bunu açıkça ortaya koyar) onu İskender'e ve Scipio'ya benzetirler
kendisine getirilen çok güzel tutsak
kadınlardan hiçbirini görmek bile istemedi, oysa en diri gençlik çağındaydı; çünkü Partlar onu öldürdükleri
zaman daha otuz bir yaşındaydı. Adaletine gelince, çatışanları ayrı ayrı
dinlemek zahmetine katlanırdı; üstelik
karşısına çıkanların hangi dinden olduklarını
merak edip sorar, ama bizim dinimizden olanlara karşı duyduğu hasımlık adalet terazisinde hiç de ağır
basmazdı. Kendiliğinden birçok iyi
yasalar koydu ve öncekilerin aldığı
baçların, vergilerin çoğunu kaldırdı.
Yaptıklarını gözleriyle görmüş iki iyi tarihçi var. Bunlardan biri, Marcellinius, tarihinin birçok yerlerinde
Julianus'un Hıristiyan edebiyatçı ve
gramercilerin okul ve öğretimlerini yasaklamasını kınar ve bu yaptığının dile düşmeyip unutulmasını
dilediğini söyler. Bizimkilere karşı
daha kötü şeyler yapmış olsaydı, bize sevgisi olan bu tarihçi onları da yazmayı unutmazdı elbet.
Bu imparator bizlere karşı sertti
doğrusu, ama zalimce düşman değildi. Şu hikayeyi bizimkilerin kendileri anlatır: Julianus bir
gün, Galkedonya kenti çevresinde
dolaşırken, oranın piskoposu gözleri kör Marius'a: İsa'ya hıyanet eden kötü insan; demek cüretinde
bulunmuş, buna karşı İmparator yalnızca:
Git, zavallı adam, git, yitirdiğin gözlerine ağla, demekle yetinmiş, Piskopos da buna şu
karşılığı vermiş: İsa'ya şükrediyorum,
senin hayasız yüzünü görmemem için gözlerimi kör etti. Derler ki filozofça bir sabır gösterisi
yapıyormuş bunu söylerken. Ne denirse
densin, bu olay onun bizlere ettiği söylenen zulümlere ömek gösterilmez pek. Öteki tanık tarihçimiz
Eutropius: Hıristiyanlığın düşmanı, ama
hiç kan akıtmayan bir düşmanıydı, der. Adaleti üstüne şunu da söyleyebiliriz
ki, gösterdiği bütün sertlik olsa olsa,
imparatorluğunun başlangıcında kendinden önceki imparator Konstantin'in yolunda gidenlere karşı
olmuştur. Tok gözlülüğüne gelince,
herhangi bir asker gibi yaşamış ömrü boyunca; barış zamanında savaşın yoksulluklarına alışmak
ister gibi beslemiş kendisini. Öylesine uyanık kalmış ki her zaman, üçe
dörde böldüğü gecenin en azıymış uykuya
verdiği; üst yanını kendi gözüyle ordusunu ve
bekçilerini görmeye ya da okumaya vermiş. Bütün değerleri arasında her türlü
edebiyattan anlayışı başta gelir. Derler
ki, Büyük İskender yattığı zaman, uyku düşünmesine, okumasına engel olmasın diye yatağının yanına
bir leğen koydurur ve bir bakır top
tutarmış yatak dışına uzanan elinde; uyku bastırdı mı top parmaklarından leğene düşecek, o da
gürültüden uyanacak. Julianus istediğini
öyle gergin bir ruhla isterdi ki, şaşılası perhizciliği dolayısıyla da başı o kadar az dumanlanırdı
ki, uyumamak için böyle yollara
başvurmak gereğini duymazdı. Askerlik
bilgisine gelince, bir büyük komutanın bütün yetkileri vardı onda. Zaten bütün ömrü savaşlarda geçti, en
çok da Fransa'da Almanlar ve Franklarla
savaştı. Tarihte ondan çok
serüvenleri olmuş, kendini ondan daha çok
gösterme fırsatı bulmuş adam azdır.
Ölümü Epaminondas'ınkine benzer: Bir okla vurulur, oku kendi eliyle çıkarmaya çalışır ve çıkaracakken eli
kesilip tutamaz olur. O halinde, askerlerini
coşturmak için kapışma yerine götürülmesini ister askerleri savaşı yiğitçe onsuz sürdürürler,
gece iki orduyu ayırıncaya kadar.
Felsefe ona hayatı ve insan durumlarını küçümsemeyi öğretmişti. Ruhların ölmezliğine de sağlam
bir inancı vardı. Din konusunda, tutumu toptan bozuktu. Bizim dinimizi bıraktığı için dönme demişler kendisine; oysa
benim aklıma daha yakın gelen,
Hıristiyanlığı zaten içtenlikle benimsememiş,
yasaların hatırı için ve imparatorluğu avucuna alıncaya kadar benimser görünmüş olmasıdır. Kendi dininde
öylesine kör inançları vardı ki, çağında
kendi dindaşları bile alay ediyorlardı
onunla: Partları yenseydi kurban kesmekten öküzlerin neslini kuruturdu, diyorlardı. Kahinlik bilgisine de
kaptırmış kendini. Her çeşit fal belirtilerine
önem veriyormuş. Ölürken tanrılara şükretmiş
kendisini habersiz öldürmek istemediler, öleceği yeri ve saati çok önceden bildirdiler, onu şanı onuru içinde
yiğitçe ölmeye değer gördüler diye.
Marcus Brutus gibi o da önce Galya'da, sonra İran'da ölümüne yakın garip görüntülerle
karşılaşmıştı. Vurulduğu zaman sözde:
Beni yendin, Nazaretli (İsa), ya da: Gözün
aydın, Nazaretli, demişmiş. Demiş olsaydı, orduda yanında bulunmuş, ölümü sırasında her yaptığını, her
söylediğini izlemiş olan benim tanık
tarihçiler unutmazdı bunu ve buna benzer başka uydurmaları. Asıl konumuza dönelim: Marcellinus der ki,
o içinden hep pagandı, ama askerlerinin
çoğu Hıristiyan olduğu için açığa vurmuyordu bunu. Sonunda kendini yeterince güçlü bulunca
tanrıların tapınaklarını açtırdı ve
putlara tapılması için elinden geleni yaptı. Yaptıklarından biri de şu oldu: Konstantinopolis'de
Hıristiyan kilisesinin başındakiler
arasında çatışmalar yüzünden halkın birbirinden koptuğunu görünce sarayına çağırdı onları, halkı birbirine
düşürmelerine çattı, buna son
vermelerini, herkesin kendi inancına korkusuzca bağlı kalabilmesi gerektiğini söyledi. Titizlikle istediği bu
vicdan özgürlüğünün ayrılmaları,
bölünmeleri daha artıracağını ve böylece halkın kendisine karşı birlik olmasını önleyeceğini umuyordu;
çünkü kimi Hıristiyanların zalimliğini
görerek dünyada insana insan kadar kötülük
edebilecek hiçbir hayvan olmadığını anlamıştı. Söylemek istediği buydu aşağı yukarı. İşin
düşündürücü yanı şudur ki; İmparator
Julianus'un halk arasında anlaşmazlığı körüklemek için başvurduğu vicdan özgürlüğünü bizim
krallarımız iç savaşı söndürmekte
kullanıyorlar şimdi. Bir bakıma denebilir ki,
tarafları inançlarını sürdürmekte serbest bırakmak, ayrılığı yaymak geliştirmek, hiçbir sınırla, yasa engeliyle
dizginlenmediği için büsbütün artırmak
olur. Bir bakıma da denebilir ki tarafları inançlarını yürütmekte alabildiğine serbest bırakırsak,
kolaylık ve rahatlık onları yumuşatır,
gevşetir azlığın, yeniliğin, zorunluğun sivrilttiği dürtü körletilmiş olur. Ama ben, krallarımızın
dindarlık onuruna saygıyla, daha çok
şuna inanıyorum ki, istediklerini yapmadıkları için, yapabildiklerini ister göründüler. (Kitap 2,
bölüm 20) Ben derim ki erkekler ve
dişiler aynı kalıptan çıkmadır eğitim ve
gelenekler dışında, büyük bir ayrılık yoktur aralarında. (Kitap 3, bölüm 5)
KİTAPLAR
İki alışveriş, (dostluk ve aşk) raslantılara
ve başkalarına bağlıdır; biri aramakla
bulunmaz kolay kolay, öteki yaşla solar gider. Onun için yaşamımı doldurup doyuramazdı onlar. Üçüncü
alışveriş, kitaplarla kurduğumuz
ilişkidir ki daha sağlam ve daha çok bizimdir. Ötekilerin başka üstünlükleri vardır, ama bu üçüncüsü
daha sürekli ve daha kolayca
yararlıdır. Ömür boyu yanı başımda,
her yerde elimin altındadır. Kitaplar
yaşlılığımda ve yalnızlığımda avuturlar beni. Sıkıntılı bir
avareliğin baskısından kurtarır,
hoşlanmadığım kişilerin havasından dilediğim
zaman ayırıverirler beni.
Fazla ağır basmadıkları, gücümü aşmadıkları zaman acılarımı törpülerler. Rahatımı kaçıran bir saplantıyı
başımdan atmak için kitaplara
başvurmaktan iyisi yoktur, hemen beni kendilerine çeker, içimdekinden uzaklaştırırlar. Öyleyken, onları
yalnız daha gerçek, daha canlı, daha
doğal rahatlıklar bulamadığım zaman aramama hiç de kızmaz, her zaman aynı yüzle karşılarlar
beni. Atını yularından tutup ardından
çekene yürümek kolay gelir, derler.
Bizim Jacques, Napoli ve Sicilya kralı, o genç, güzel, gürbüz adam, sedyeyle taşıtırmış kendini uzun yollarda,
başı fukara işi bir yastığa dayalı, boz
kumaştan bir giysi ve takkeyle; ama şahane bir alay gelirmiş ardından:
Tahtırevanlar, yularından çekilen türlü türlü binek atları, rütbeli cübbeli kodamanlar,
görevliler: Bu ne perhiz, bu ne turşu
dedirtecek gibi. İyileşmek elinde olan bir hastaya acınmaz. Pek
doğru olan bu atasözünü ben denemiş ve
kullanmış olarak, kitaplardan gördüğüm
yarar için söyleyebilirim. Gerçekten ben kitapları, kitap nedir bilmeyenlerden fazla kullanmam
diyebilirim. Cimriler nasıl günün
birinde kullanacağım diye hiç dokunmazlarsa definelerine, ben de öyle saklarım kitaplarımı. Ruhum onların
benim olmasıyla doyar, yetinir. Savaşta,
barışta, kitapsız yola çıktığımız olamaz; yine de hiç kitap açmadığım günler, aylar olur. Biraz
sonra, yarın, canım istediği zaman
okurum derim. Zaman yürür gider beni dertlendirmeden; çünkü kitaplarımın dilediğim zaman bana sevinç
verecekleri, yaşamama destek olacakları
düşüncesi anlatabileceğimden daha büyük bir
rahatlık verir bana. İnsan yaşamı denen bu yolculukta benim bulduğum en iyi nevale kitaplardır ve ondan
yoksun anlayışta insanlara çok acırım.
(Kitap 3, bölüm 3) Vermekte aşırı
giden bir kralın uyrukları istemekte aşırı giderler. Akla göre değil örneklere göre pay biçerler
kendilerine. (Kitap 3, bölüm 6) Bir düzeni sarsanlar, onun yıkılmasıyla ilk
ezilenler olur çoğu kez. Kargaşalığı
çıkaran, yararını kendi görmez pek; Başka balıkçılar için suları bulandırmış olur. (Kitap 1, bölüm
23)
DÜNYA
YURTTAŞLIĞI
Sokrates söylemiş diye değil, kendi
yaratılışıma uyarak, üstelik aşırılığa
bile kaçarak, bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalı'yı tıpkı bir Fnansız gibi
kucaklıyorum, dünya ile akrabalığımı
kendi ulusumla akrabalığımın üstünde tutuyorum.
Doğduğum yerin pek o kadar düşkünü değilim. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler, bana yalnız
esintilerle edindiğim hazır ve
gelişigüzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerde, iklim ve kan dolayısıyla
bağlı olduğumuz dostluklar nerde! Doğa
bizi özgür ve bağımsız yaratmış, bizse tutup kendimizi birtakım çemberler içine hapsediyoruz. Talih bazı olayları ustaca düzenliyor
sanki: Helena oğlu Konstantin, Bizans
imparatorluğunu kurdu ve bu imparatorluk Helena oğlu Konstantin'le sona erdi. (Kitap 1, bölüm
34) İlgimizi anlattığı şeylere değil,
kendisine çeken söz ustatığından nefret!
(Kitap 1, bölüm 25)
BAŞTAKİLER VE BİZ
Bizi yöneten, dünyayı ellerinde tutan
kimselerin bizim kadar akıllı olması,
bizim yapabileceğimiz kadarını yapması yetmez. Bizden çok üstün değillerse bizden çok aşağı sayılırlar.
Çok şeyler vadettikleri için çok şeyler
vapmak zorundadırlar. (Kitap 3, bölüm 7)
Başkalarından aktardığım sözleri kendi söylediklerimi değerlendirecek
biçimde seçebilmiş miyim, ona bakılsın. Çünkü ben, kimi zaman dilimin, kimi
zaman kafamın yetersizliği yüzünden
gereğince söyleyemediğim şeyleri başkalarına söyletirim. Aktardığım sözleri saymam, tartarım. (Kitap
2, bölüm 10) Kendimle oynadığım zaman,
kimbilir; belki benim onunla oyalandığımdan
çok o benimle oyalanıyor. (Kitap 2, bölüm 12)
YABANCIDAN KAÇINMA
Bizim Fransızların bir huyu var: Kendi
bildiklerine benzemeyen bir yaşayış, bir
hal gördüler mi şaşırır, ürkerler. Bunda o kadar ileri giderler ki Fransız olmaktan utanacağım gelir.
Köylerinden çıktılar mı sudan çıkmış
balığa dönecekler neredeyse. Nereye giderlerse gitsinler kendi adetlerini de birlikte götürür, yabancı
adetleri kötü görürler. Macaristan'da
bir Fransız gördüler mi bayram eder, canciğer olur ve kafa kafaya verip gördükleri barbarca şeyleri
çekiştirmeye başlarlar. Bir şey Fransız
olmadı mı barbardır onlara göre. Üstelik bunlar
yabancıları tanıyabilen zeki Fransızlar'dır. Çoğu, bir yere, dönmek
için gider. Seyahatlerinde içlerine
kapanır, her şeyden gocunur, konuşmaz,
kimseye açılmazlar: Dünyalarına yabancı bir hava bulaşacak diye ödleri kopar. (Kitap 3, bölüm 9) Hizmetçilerimiz bize kuşlardan, atlardan,
köpeklerden daha ucuza hizmet ediyorlar,
üstelik bu hayvanlara gösterdiğimiz meraklı, özenli dikkati de göstermiyoruz hizmetçilerimize.
(Kitap 2, bölüm 12)
HALK VE
KRAL
Kral Hieron'un en çok yakındığı şey, insan
yaşamının en güzel, en tatlı meyvesi
saydığı dostluktan, karşılıklı bağlanmadan yoksunluktur. Benim için elinden geleni ister istemez yapacak
olan bir insanın sevgisine, iyi niyetine
nasıl inanabilirim? Önümde eğilip
bükülmesinin, bana diller dökmesinin ne değeri olabilir? Bunları yapmazlık edemez. Bizden korkanlardan
gördüğümüz saygı, saygı değildir. Onların saygısı bana değil, krallığadır. Maximum hoc regni bonum est Quod facta domini cogitur populus sui Quam
ferre tam laudare. (Seneka) Hükümdarların kavuştukları en büyük nimet,
Halkın hem dertlerini çekmeği hem de
üstelik Onları övmek zorunda olmasıdır.
Kralın iyisi kötüsü, sevileni sevilmeyeni hep aynı saygıyı görür.
Bir kralsam, halkın bana çatmaması beni
sevmesine alamet sayılmaz, çünkü çatmak
istese çatamazdı. Ardımdan gelenler dostum oldukları için gelmiyorlar; halleşip dertleşemeyen
insanlar arasında dostluk olamaz. O
kadar yükseklere çıkmışım ki insanlarla alışverişim kalmamış, birbirimizden çok ayrılmış, çok
uzaklaşmışız. (Kitap 1, bölüm 42)
PAZARLIK
Para vermekten haz duyarım; omuzlarımdan bir
yük atmış, bir çeşit kölelikten
kurtulmuş gibi olurum. Ayrıca para verirken doğru bir iş yapmanın, başkasını memnun etmenin keyfini
duyarım. Ama hesap, kitap pazarlık
isteyen alışverişlere yanaşmam; bu türlüsünü benim yerime yapacak kimse olmadı mı, işin
uzamasına meydan vermem. Yaratılışıma
çok aykırı gelen o iğrenç konuşmalara düşmektense bırakır kaçarım. Dünyada pazarlık kadar
iğrendiğim bir şey yoktur. (Kitap 1,
bölüm 13)
SAVAŞ
ÜSTÜNE
Gelelim savaşa: İnsanların en büyük, en
şatafatlı eylemlerinden biri olan
savaşı, bizim hayvanlara üstünlüğümüzü göstermekte mi kullanacağız, yoksa tam tersine,
budalalığımızı, eksikliğimizi mi?
Doğrusu, birbirimizi paralayıp öldürme, kendi türümüzü yıpratıp yoketme sanatımızın, bu sanattan yoksun olan
hayvanları imrendirecek bir yanı olmasa
gerek. Ne zaman bir aslanı daha güçlü
bir aslan öldürdü? Hangi ormanda Büyük
domuzun dişi küçük domuzu paraladı? (Juvenalis) Ama hayvanların tümü bu marifetten uzak
kalmış da denemez: Bal arıları arasında
da azgın çatışmalar olur, iki hasım ordunun başları bizim krallar gibi davranırlar: Bir kavgadır kopar iki bey arasında çoğu
kez O zaman seyredin arı milletindeki
azgınlığı; O coşkun vızıltılı savaş hengamesini. (Vergilius)
Bu yaman tasviri her görüşümde insanların saçmalığını, budalalığını okur gibi olurum onda. Çünkü azgınlığı ve korkunçluğuyla
insanı kendinden geçiren savaş
tepinmeleri, o gümbürtü ve çığlık kasırgası.
Kimi yerde bir parıltı sarar gökleri
Ayak patırtıları yükselir her yandan
Dağlara çarpan bağrışmalar
Yankılanır yıldızlara doğru. (Lucretius) O kaç binlerce silahlı insanın korkunç
düzenliliği, bunca azgınlık, bunca
coşkunluk, bunca yiğitlik... Bütün bunların ne boş nedenlerle parlayıverdiğini ve ne sudan nedenlerle
sönüverdiğini düşününce gülüyor
insan: Paris'in aşkıymış derler
Hellenlerle Barbarları savaşa sokan.
(Horatius) Paris'in zamparalığı
yüzünden koca Asya savaşlarla bitti tükendi. Bir tek adamın tutkusu, bir kırgınlık, bir keyif,
bir karı koca kıskançlığı, ringa balığı
satan iki kadının birbirini tırmıklamasına değmez. Böylesine nedenler bütün o büyük hengamenin
canı, ilk hızı olabiliyor. Savaş
çıkaranların kendilerine inanır mısınız? Dinleyin imparatorların en büyüğünü, en çok zafer
kazanmış olanını, en güçlüsünü; bakın
nasıl eğleniyor kendi kendisiyle, çocukça hoşlanarak nasıl alay ediyor karadan, denizden giriştiği
birçok savaşlarla, ardından giden beşbin
insanın kanıyla, canıyla, seferleri uğruna
dünyanın iki büyük parçasında harcanan nice güçler ve zenginliklerle:
Antonius Glaphyra ile yatır diye benim de Fluvia ile yatmam gerekirmiş, Fluvia ya göre. Yatacak mıyım ben
şimdi Fluvia ile, Manius'la da mı
yatacağım gerekiyor diye? Kendine gel! Ya savaş, ya yatak diyor kadın. Ne demek? Canım mı daha
değerli, erkekliğim mi? Çalsın savaş boruları! (Martialis) İşte o büyük ordu, yeri göğü titreten o
binbir yüzlü, binbir ayaklı ordu: Likya denizi üstünde ak dalgalar yuvarlanır
gibi Sert Orion kış sularına gömüldüğü
zaman, Ya olgun yaz buğdayları gibi Hermus'un,
Likya'nın sarışın, ovalarında, Ürperiyor çiğnenen toprak, gümbürdüyor kalkanlar. (Vergilius) Binlerce kollu, binlerce kafalı bu azgın
dev nedir aslında? Hep aynı zavallı,
dertli, cılız insanoğlu! Kızışıp kaynaşan bir karınca yuvasından başka bir şey mi ki bu? Kara tabur ilerliyor ovada.
(Vergilius) Ters bir rüzgar, bağrışan
bir karga sürüsü, bir atın sürçmesi,
yukarıdan bir kartalın geçivermesi, bir rüya, bir ses, bir görüntü,
bir sabah sisi yeter bu devi yıkıp yere
sermeye. Güneşin bir ışını vurmaya
görsün yüzüne, eriyip dağılıverir. Biraz toz serpiverin gözlerine (bizim şairin arılarına serpildiği gibi) bakın nasıl
kopup param parça oluyor sancak erleri,
alaylar, başlarında büyük Pompeius'la birlikte; çünkü oydu sanırım Sertorius'un bu yaman silahlarla
İspanya'da yendiği. Aynı silahları
Eumenes Antigonus'a, Surena Crassus'a karşı
kullanmıştı. O azgın yürekler,
o korkunç cenkler, Biraz toz atın durulur hepsi. (Vergilius)
Bizim arıları bile salsanız üstüne, güçleri ve yürekleri yeter o
devi bozmaya. Daha geçenlerde
Portekizliler, Xiatima'da Tamyl şehrini
kuşatmışlardı. Arısı bol olan bu şehir halkı surların üstüne
yüzlerce kovan getiriyorlar; ateş yakıp
arıları dumanla birden öyle salıyorlar ki
dışarı, saldırılarına ve iğnelerine dayanamayan düşman bırakıp
gidiyor kuşatmayı... İmparatorların ruhlarıyla çarıkçıların
ruhları aynı kalıptan çıkmadır.
Kralların gördüğü işlerin önemine, ağırlığına bakıp öyle sanıyoruz
ki bunları yaptıran nedende önemli ve
ağırdır aldanıyoruz. Onları
davranışlarında dürtükleyip durduran nedenler bizimkilerden başka türlü değildir. Bizi bir komşumuzla
kapıştıran nedenin aynısı krallar
arasında bir savaş koparır. Bize bir uşağı kırbaçlatan nedenin
tıpkısı bir krala düştü mü bir ili
yıktırır ona. Onların istedikleri de bizimkiler
gibi sudan, ama yapabildikleri daha fazla. Bir peynir kurduyla bir
fili aynı iştahlardır dürtükleyen.
(Kitap 2, bölüm 12)
BİLGELİK
VE MUTLULUK
Çağımda yüzlerce işçi, yüzlerce çiftçi gördüm
ki üniversite rektörlerinden daha bilge
ve daha mutluydular ve ben daha çok onlara
benzemek isterdim. Öğrenim bence yaşamaya yararlı şeyler arasındadır: Şeref, soyluluk, saygınlık gibi,
ya da çok çok güzellik, zenginlik ve
benzeri üstünlükler gibi: Bunlar yararlı olmasına yararlıdırlar, ama uzaktan, kendi
varlıklarından biraz daha çok bizim
sanrımızla yararlıdırlar yaşamaya.
İnsan topluluğunda yaşamak için bize turnalar ya da karıncalardan fazla görevler, yasalar gerekli değildir pek.
Hem görmüyor da değiliz ki bu hayvanlar
bilgin olmaksızın pek düzenli yaşıyorlar. İnsan
bilgeliğe erse, her şeye hayatına yararlı ve gerekli olduğu ölçüde değer verir. Bizi eylemlerimiz ve davranışlarımızla
ölçecek olsalar bilgisizler arasında
bilgililerden daha çok sayıda iyi insan çıkar; iyi derken de her türlü erdemi düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki eski Roma'da, kendi
kendini batıran o bilgin Roma'da daha
büyük değerde insanlar vardı. Başka yanları hep benzer olsa da dürüstlük ve yürek temizliği eski
Roma'nın ayrıcalığıdır; çünkü o şaşılası
bir sadelikle yaşamasını bilmişti. (Kitap 2, bölüm 12)
ÖFKE ÜSTÜNE
Plutarkhos hep hoştur, ama insan halleri
üstüne düşüncesini söylerken eşi yoktur.
Lykurgos'la Numa'yı karşılaştırırken çocukların
eğitimini babalarına bırakmanın ne büyük bir saflık olduğunu o
kadar güzel anlatır ki. Devletlerin çoğu herkesi, kadınlarını ve
çocuklarını diledikleri gibi yönetmekte
serbest bırakır, onlar da masallardaki devler gibi akıllarına esen her deliliği yaparlar. Galiba yalnız
Lakedemonyalılar ve Giritliler
çocukların eğitimini yasalara bağlamışlar. Bir devlette her şeyin çocuk eğitimine bağlı olduğunu kim bilmez? Ama yine
de çocukları hiç düşünmeden, ne kadar
deli ve kötü olurlarsa olsunlar, ana babalarının keyfine bırakırız. Kaç kez sokaktan geçerken öfkeden kudurmuş
bir baba veya ananın çocukları
öldüresiye dövdüklerini görmüş, oğlancıkların öcünü almak için ana babalarına türlü oyunlar oynamayı kurmuşumdur.
Döverken gözleri öfkeden alev alev
yanar, daha yeni sütninenin kucağından
çıkmış bir çocuğa gırtlaklarını yırtasıya bağırırlar, suratları allak bullak olur Hippokrates'e göre de en
tehlikeli hastalıklar insanın yüzünü
değiştiren hastalıklardır. Dayaktan
sakatlanmış, sersem olmuş nice çocuklar vardır. Ama devletimizin yasaları yine bu işe karışmaz,
sanki bu sakatlar, bu sersemler bizim
toplumumuzda yaşamıyormuş gibi! Hiçbir
şey öfke kadar insan düşüncesini sapıtamaz. Öfkesine kapılıp bir suçluyu idama mahkum eden bir yargıca
ölüm cezası vermekte kimse duraksamaz.
Öyleyse neden babaları ve öğretmenleri öfkeli
iken çocukları dövmekte serbest bırakıyoruz? Bu artık eğitim olmaktan çıkıyor, öc alma oluyor. Ceza
çocuklara verilen bir ilaç sayılmalı,
öyle verilmelidir. Bir doktorun hastasına karşı
öfkelenmesini kabul edebilir miyiz?
Öfkeli olduğumuz sürece hizmetçilerimize el kaldırmak doğru değildir. Kalbimizin fazla çarptığını, kanın
yüzümüze çıktığını hisseder etmez sorunu
kapatmalıyız. Öfkemiz geçtikten sonra
her şeyi başka türlü göreceğiz. Kızdığımız
zaman bağıran, konuşan biz değil, hırsımızdır. Nasıl sis içinde her şey olduğundan daha büyük görünüyorsa hırs içinde
de suçlar büyüdükçe büyür. Canı su içmek
isteyen içer: Ama canı ceza vermek isteyen
veremez. Ağır başlı ve ölçülü cezaları suçlu hem daha kolay kabul eder, hem de onların yararını görür. Öfkesine
kapılmış bir adamın verdiği cezayı kimse
hak ettiğine inanmaz. Öfke kendi
kendinden hoşlanan, kendi kendini şişiren bir hırstır. Hepimizin başına sık sık gelir. Bir şeye
yanlış yere kızarız, bize aldandığımızı
ispat eden tanıtlar getirirler bu sefer de doğrunun kendisine, suçsuzluğuna içerleriz. Bunun çok
güzel bir örneğini eskilerden okumuştum,
hiç aklımdan çıkmaz. Her bakımdan değerli,
doğru bir insan olan Piso bir askerine kızmış, çayırdan dönerken arkadaşının nerede kaldığını bilmiyor diye.
Öyleyse sen onu öldürdün demiş ve adamı
birdenbire ölüme mahkum etmiş, tam asılacağı sırada kaybolan arkadaşı çıkagelmiş. Bütün ordu
bayram etmiş, iki arkadaş sarılıp
birbirlerini öpmüşler, cellat da ikisini almış Piso'ya götürmüş. Herkes onun da bu işe sevineceğini
sanıyormuş. Tam tersi olmuş: Henüz
geçmemiş olan öfkesi, kendini utandıran bu gerçek karşısında büsbütün artmış ve hırsının bir anda aklına
getirdiği şeytanlıkla suçluları üçe
çıkarmış, bir kişinin masum çıkması, üç kişinin birden başını yemiş. Birinci askeri ikincisini kaybettiği
için, ikincisini kaybolduğu için,
celladı da verilen emri yerine getirmediği için ölüme mahkum etmiş. Öfke saklanmaya da gelmez, büsbütün içimize
işler. Demosthenes bir meyhaneye girmiş,
kimse görmesin diye arkalarda bir yer
arıyormuş. Diogenes görmüş ve demiş ki: Ne kadar arkalara gidersen meyhaneye o kadar girmiş olursun. (Kitap 2,
bölüm 22)
KÖRÜKÖRÜNE İNANMAK
Öyle köylüler biliyorum ki ayaklarının altını
yakmışlar, bir tüfeğin tetiği altında
parmaklarının ucunu ezmişler, başlarını cendereye sokup gözlerini kan içinde dışarı fırlatmışlar,
yine de ağızlarından söz
alamamışlar. Bir tanesini
gözümle gördüm: Ölmüş sanarak bir çukura atmışlardı; boynundaki ip hala duruyordu; bu iple onu
bütün gece bir atın kuyruğuna bağlayıp
sürüklemişlerdi. Öldürmek için değil, salt eziyet etmek için, yüz yerine hançer saplamışlardı.
Kendisiyle konuştum; bütün bunlara
katlanmış, sonunda da kendini kaybetmiş; istedikleri sözü söylemektense, bin kez ölmeyi göze
almış. Çektiği acılar yanında ölüm hiç
kalırdı. Hem de bu adam o semtin en zengin çiftçilerinden biriydi. Nice insanlar kendilerinin olmayan
inanışlar için, başkalarından aldıkları,
ne olduğunu bilmedikleri fİkirler için ses
çıkarmadan diri diri yanmışlardır. (Kitap 2, bölüm 22)
ÖDEMELİ
KÖTÜLÜK
Geçenlerde Armagnac'daydım; yakınlarımdan
birinin çiftliğinde herkesin hırsız
lakabıyla bildiği bir köylü tanıdım. Yaşamını kendisi anlattı. Dilenciymiş eskiden; ekmeğini kendi
el emeğiyle kazansa bile yoksullukla
başedemeyeceğini anlayınca hırsızlık etmeyi düşünmüş. Bütün gençliği boyunca bu meslekte çalışmış ve
kol gücü sayesinde hiç yakalanmamış;
çünkü başkalarının tarlasını, bağını soyuyormuş, ama uzağa gidiyormuş bu iş için ve öylesine
dolu çuvallarla dönüyormuş ki bir gece
içinde bunca yükü başka yerden taşımış
olabileceği kimsenin aklından geçmiyormuş. Ayrıca verdiği zararı
ona buna ölçüyle dağıtıyormuş ki
kimsenin payına düşen pek önemli
olmasın. Bugün yaşlanmış artık ve kendi durumunda zengin sayılırmış; bunu o işe borçlu olduğunu açıkça söylüyor.
Tanrının kendisini hoşgörmesi için de,
mallarını çaldığı insanların varislerine iyilik
etmeye çalışıyormuş (hepsine birden yardım edemezmiş çünkü) mirasçılarına yükleyecekmiş bu görevi, kime
ne zarar verdiğini yalnız kendisi
bildiğinden. Doğru olsun olmasın, bu sözlerden anlaşılıyor ki hırsızlığı ayıp sayıp kötülüyor, ama
yoksulluk kadar değil. Hırsızlık
ettiğine pişman, ama yoksulluktan kurtulmanın böyle ödemeli bir yolunu bulduğuna pişman değil. Bu türlü bir kötülük ne bizi kendine
maleden, kafamızı kendine uyduran
cinsten bir alışkanlık, ne de ruhumuzu sarıp körleştiren, düşüncemiz ve her şeyimizle bizi birden
kötülüğün buyruğuna kaptıran bir
azgınlıktır. (Kitap 3, bölüm 1)
BİTKİ VE İNSAN
Nasıl
tarımda, bir şeyi dikmeden önce ve dikerken bile yapılan işler belli ve kolay, ama dikilen yaşamaya
başlayınca onu yetiştirmenin bir sürü
yolları ve zorluğu varsa, insanları dikmede de fazla bir ustalık yoktur, ama doğduktan sonra onları büyütme ve
beslemede, kaygılar, korkularla dolu
değişik bir sürü bakım yollarına başvurulur. (Kitap 1, bölüm 26)
ARAMIZDAKİ EŞİTSİZLİK
Plutarkhos der ki; bir yerde, hayvanla hayvan
arasında pek büyük ayrılık yoktur,
insanla insan arasında olduğu gibi. Ruhun
yeteneklerinden, iç değerlerimizden söz eder. Gerçekten de
Epaminondas'ı, hayal ettiğim kadarıyla, tanıdığım aklı başında herhangi bir
insandan o kadar uzak görüyorum ki Plutarkhos'dan da ileri giderek şöyle diyebilirim: Kimi insanla
kimi insan arasındaki uzaklık, kimi
insanla kimi hayvan arasındaki uzaklıktan çok daha büyüktür:
hem viro quid praestat. (Terentius)
insandan insana, aman ne ayrılık.
Üstelik kafa dereceleri burdan göklere çıkacak bir merdivenin basamakları kadar sayısızdır. Ama insanları değerlendirmeye gelince, ne
tuhaftır, varlıklar içinde kendi
değerleriyle ölçülmeyen yalnız bizleriz. Bir atı güçlü ve çevik olduğu için överiz, Voiuorem Sic laudamus equum, facili cui plurima
palma Fervet, et exuftat rauco
victoria circo. (Juvenalis) Nasıl
överiz hızlı bir atı Meydanı çınlatır
zafer bağrışmalarıyla Yarışta
kazandığı çelenklerle. kuşamıyla değil.
Bir tazı koşmasıyla övülür, tasmasıyla değil; bir kuş kanadıyla övülür, püskülleri, çıngıraklarıyla
değil. Niçin bir insanı da kendinin
olanla değerlendirmiyoruz? Bir sürü adamı varmış, güzel bir köşkü varmış, şu kadar itibarı, bu kadar
geliri varmış: Bütün bunlar
çevresindedir onun, kendisinde değil. Bir kediyi torba içinde satın almazsınız. Bir at satın alacaksanız, üstündeki
pılıyı attırır, çıplak, yalın görürsünüz
onu. Gerçi eskiden krallara satılacak atlar örtülü getirilirdi önlerine; ama örtülü olan atın az
gerekli yerleriydi: Tüyünün güzelliği,
sağrısının genişliğiyle oyalanmayasınız da en yararlı uzuvları olan bacaklarına, gözlerine,
ayaklarına bakasınız diye. Niçin
insanı değerlendirirken sarılıp sarmalanmış, kundaklanmış olarak bakıyorsunuz ona? O zaman hiç de
kendinin olmayan yanlarını göstermiş,
gerçek değerini verdirecek yanlarını saklamış olur. Aradığımız kılıcın değeridir, kının değil.
Kınından çıkınca belki de beş para vermezsiniz
kılıca. İnsanı kendi değeriyle ölçmeli, süsü
püsüyle değil. Eskilerden birinin pek hoş olarak dediği gibi: Bilir misiniz niçin büyük görülür o insan bize?
Topukları yüksek de ondan. Taban
heykelden sayılmaz. Ayakkabılarını çıkarıp öyle ölçmeli boyunu insanın: Parasını pulunu, şanını
şerefini bir yana bırakıp bir gömlekle
çıksın karşımıza. Bakalım bedeni işine elverişli mi, sağlam, zinde mi? Kafaca nasıl? Hoş mu, yetenekli mi,
gerekli her tahtası yerinde mi? Düşünce
dağarcığı kendinden mi, başkalarından mı?
Varlığında talihin payı var mı? Çekilen kılıçlara alev alev mi
bakıyor? Canının nereden, ağzından mı
gırtlağından mı çıkacağına aldırmıyor
mu? Kendinden emin, haksever, tokgözlü mü? Bakılması gereken bunlardır, bunlardan anlaşılır aramızdaki
sonsuz ayrılıklar. Sapiens, sibique
imperiosus, Quem neque pauperies,
neque mors, neque vincula terrent,
Responsare cupidinibus, contemnere honores, Fortis, et in seipse totus teres atque
rotundus, Externi ne quid voleat per
laeve morari, In quem manca ruit
semper fortuna? (Horatius) Olgun,
kendine hakim, öylesine ki Ne
yoksulluk korkutur onu, ne ölüm, ne zindan;
Tutkulardan sıyrılmış, şereflere gözü tok; İçine kapanmış, toparlanmış, yalın bir küre
olmuş Pürüzsüz yuvarlanır bir
başına, Talihe tutamak vermeden, hiç
yenilmeden. Böylesi bir insan
krallıklardan, dukalıklardan beşyüz basamak
yukarılardadır: Kendi başına bir imparatorluktur o. Sapiens pol ipse fingit fortunam sibi. (Plautus) Bilge kendi mutluluğunun ustasıdır. İsteyecek nesi kalır öyle bir insanın? Nonne videmus Nil aliud sibi naturan latrare, nisi ut
qüoi Corpore sejunctus dolar absit,
mente fruatur; Jucundo sensu cura
semotus metuque? (Lucretius) Görmüyor
muyuz, Nedir Doğanın istediği bizden,
illetsiz bir bedenden, Varlığının
güzel tadını çıkaran Hiçbir şeyden
korkmaz bir ruhtan başka? Öyle bir insanı
karşılaştırın budala, aşağılık, köle ruhlu, değişken, türlü tutkuların rüzgarınca durmadan bir o
yana bir bu yana yuvarlanan çamur gibi
insanlarımızla: Yerle gökten daha
uzaktır onlar birbirinden. Ama adetlerimizde
öylesine körleşmişiz ki bu ayrılığa hemen hiç önem vermez olmuşuz. O kadar ki, bir köylüyle bir kralı, bir
soyluyla bir soysuzu, bir devlet adamıyla
bir özel kişiyi, bir zenginle bir yoksulu ele aldığımızda hemen çok büyük bir ayrılık görüyoruz
aralarında; oysa bu ayrılık giyim kuşam
ayrılığından başka bir şey değildir aslında... Çünkü onları, komedi oyuncuları gibi,
sahnede bir duka, bir imparator rolünde
görürsünüz; hemen ardından bakarsınız uşak ya da aşağılık birer hırsız oluvermişler, asıl
kişilikleri de buymuş meğer! Böyle
olunca, o şatafatıyla gözlerinizi kamaştıran bir imparator. Scilicet et grandes viridi cum luce
smaragdi Auro includuntur; teriturque
thalassima vestis Asidue, et Veneris
sudorem exercita potat. (Lucretius)
Pırıl pırıldır çünkü altın üstünde iri zümrütlerle Hep yeni kumaşlar vardır üstünde deniz
yeşili, Zühre yrldızının öpüşüyle
ıslanmış. Bir de perdenin ardında
görün siz o imparatoru: Herhangi bir
adamdır ve belki de uyruklarının en küçüğünden daha da aşağılıktır. Ilie beatus introrsum est, istius bradeata
feli citas et (Seneka) Kiminin
içtendir mutluluğu, kiminin dıştan.
Korkaklık, kararsızlık, tutku, kırgınlık, kıskançlık etkiler o imparatoru da: Non enim gazae neque consuiaris Summovet lictor miserors tumultus Mentis et curas taqueata circum Tecta volantes. (Horatius) Ne hazineler, rütbeler, cübbeler Atabilir yüreklerden Yıldızlı direkler altında uçuşan Acı dertleri, kaygıları. Ordularının ortasında kaygılar, korkular
boğazına yapışır imparatorun: Re veraque metus hominum, curaeque se
quaces, Nec metuunt sonitus armonım,
nec fera tela; Audacterque inter
reges, reumque potentes Versantur,
neque fulgorem reventur ab curo, (Lucretius)
İnsanların içinde yatan korkular, kaygılar Demir gümbürtüsünden, kılıçlardan
yılmaz; Krallar, büyükler arasında
çekinmeden yaşar, Altınla senli benli
olur saygısızca. (Kitap 1, bölüm 42)
İNSAN VE
EVREN
Bizim
köyde bağları kırağı çaldı mı, rahip efendi tanrının insanlara kızdığını, aynı afetin yamyamların bağlarına
da düştüğünü ileri sürer. İç
savaşlarımız karşısında da herkes: Dünya bozuldu, kıyamet günü yaklaştı diye vahlanır. Oysaki dünyada daha
ne kötü şeyler oldu. Hem sonra kimbilir
biz bu haldeyken dünyanın kaç yeri gül gülistandır. Başına dolu yağan, dünyanın dört bucağını
fırtına içinde sanır. Savoielı köylü
demiş ki: Şu akılsız Fransa kralı biraz işini bilse pekala bizim beyin kahyası olabilir. Adamın hayal
gücü efendisinin üstünde bir büyüklük
tasarlayamıyor. Hepimiz, farkında
olmadan bu çeşit yanılgılara düşeriz ve bundan
çok büyük zararlar görürüz. Ancak doğa anamızı bütün genişliği içinde seyredebilen, onun durmadan değişen
sınırsız yüzünü görebilen, değil yalnız
kendini, bütün memleketi o evren içinde ufacık
bir nokta olarak düşünebilen insan her şeyin gerçek değerini kestirebilir. (Kitap 1, bölüm XXX)
HER ŞEYİN GÖRECELİĞİ
Yaşamı bir düşe benzetenlerin sandıklarından
çok daha fazla hakları var galiba. Düşte
ruhumuzun sürdüğü yaşam, gördüğü iş, kullandığı
güç uyanık durumumuzdakinden hiç de aşağı kalmıyor. Kuşkusuz düşteki yaşam daha gevşek, daha bulanık, ama
aradaki fark hiç de gecenin karanlığıyla
gün ışığı arasındaki fark gibi değil; hayır, daha çok karanlıkla gölge arasındaki fark gibi:
Ruh birinde uyur, ötekinde uyuklar. Her
ikisinde de aslında karanlıklar içindeyiz, ama birinde daha az, ötekinde daha çok. Bir uyanıkken
uykuda, bir uyurken uyanığız. Uykuda gördüklerimiz pek o kadar aydınlık
değildir, ama ayıkken de her şeyi pek o
kadar pırıl pırıl, apaçık görmeyiz. Evet, derin uykular bazen düşleri siler süpürür, ama uyanıkken de
hiçbir zaman iyice uyanık değiliz, o
zaman da nice hayallerimiz, ki uyanık düşler ve
düşlerden beterdir, kaybolur gider. Madem aklımız ve ruhumuz uykuda düşündüklerimize meydan veriyor, düşte
gördüğümüz işleri uyanıkken gördüğümüz
işler gibi kabul ediyor, ne diye düşüncemizin,
hayatımızın bir çeşit düş olmasını, uyanık halimizin bir çeşit uyku olmasını yadırgıyoruz bu kadar? Gerçeği ilkin duyularımıza sorarsak, yalnız
kendi duyularımıza başvurmakla iş
bitmez. Duyu konusunda hayvanların da bizim kadar belki de daha fazla söz hakkı vardır. Kimi
hayvanların kulağı, kiminin gözü,
kiminin burnu, kiminin dili insanınkinden daha keskindir. Demokritos tanrılarda ve hayvanlarda duyma
gücünün insandan çok daha yetkin
olduğunu söyler. Hayvanların duyularıyla bizimkilerin etkileri arasındaki ayrım da büyüktür: Bizim
tükrüğümüz kendi yaralarımızı temizler
ve kurutur, ama yılanı öldürür.
Tantaque in his rebus distantia differentasque est Ut quot alüs cibus est, alüs fuat acre
revenum. Saepe etenim serpens, hominis
contacta saliva, Disperit, ac sese
mandendo conficit ipsa (Lucretius) Her
şey öyle ayrı, öyle değişik ki Kimine
besin olan kimine zehir İnsanın
tükrüğü bir değdi mi yılana Ölür çok
kez yılan, yer bitirir kendi kendini.
Şimdi tükrüğün ne olduğunu bize göre mi söyleyeceğiz, yılana göre mi? Gerçek özünü ararsak bizim
duyularımıza mı başvuracağız, yılanın
duyularına mı? Plinius, Hindistan'da tavşana
benzer bir çeşit balıktan bahseder bu balık bize zehirmiş, biz de
ona. İnsan şöyle bir dokundu mu
ölüverirmiş. Zehirli olan insan mı balık
mı? Kime inanacağız? Balığın insan için dediğine mi? İnsanın balık için dediğine mi? Kimi hava insana dokunur,
öküze zarar vermez, kimi hava da
tersine. Hangi havaya kötü hava, muzır hava diyeceğiz? Sarılığa tutulanlar her şeyi bizden daha
sarı, daha soluk görürler. Lurida
preaterea fiunt quaecunque tuentur Arquati (Lucretius) Sarılık hastasına göre sarıdır her
şey. Hekimlerin hyposphagma dedikleri
hastalığa, kanın deri altına yayılması
hastalığına tutulanlar da her şeyi kırmızı, kan rengi görürler. Gözümüzün gördüğü işi değiştiren bu hallerin
hayvanlarda sürekli, temelli durumlar
olmadığını nereden biliyoruz? Bazı hayvanların
gözleri aslında bizim sarılık olanlarımızın gözleri gibi sarı, bazılarınınki de kıpkırmızıdır. Bu hayvanlar
herhalde renkleri bizden başka türlü
görüyorlar: Doğru olan acaba hangimizin gördüğüdür? Çünkü eşyanın özü yalnız insana göredir diye
bir kanun yok. Katılık, beyazlık,
derinlik, ekşilik bizim kadar hayvanların da işlerine ve bilgilerine karışık. Gözümüze şöyle bir
bastırdık mı baktığımız her şeyi daha
uzun, daha büyük görürüz. Bina lucernarum
florentia lumina flammis Et dupfices
hominus facies, et corpora bina.. (Lucretius)
O zaman lambalardan iki ışık çıkar,
İnsan çift yüzlü, nesneler çift olur.
Oysa birçok hayvanın gözleri kendiliğinden basıktır. Kulaklarımızı bir şey tıkamış ya da ses
borusu sıkışmışsa sesleri her
zamankinden başka türlü duyarız. Kulakları tüylü ya da kulak yerine ufacık bir delikleri olan hayvanlar bizim
duyduklarımızı duymaz, sesi bir başka
türlü alırlar. Şenliklerde, tiyatrolarda meşalelerin ışığı önüne renkli bir cam kondu mu bulunduğumuz yerdeki
her şey bize yeşil, sarı ya da mor
görünür. Gözleri değişik renkte olan hayvanların, nesneleri gözlerinin renginde görmeleri hiç
de olmayacak bir şey değil. Demek bizim varlık düzenimiz nesneleri
kendine uydurur, her şeyi kendine göre
değiştirir, aslında dünyanın ne olduğunu bilemez oluruz; çünkü her şey bize duygularımızla bozulmuş,
aslında ayrılmış olarak gelir. Pergel,
gönye, cetvel bozuk oldu mu onlara dayanan bütün orantılar, onlara göre yapılan bütün yapılar
da ister istemez kusurlu, sakat olur.
Duyularımız kesin olmadığı için, onların ortaya koyduğu hiçbir şey de kesin değildir. Peki ama, bu ayrılıklar karşısında
doğruluk hükmünü kim verecek? Din
kavgalarımızda hüküm verecek adamın hiçbir mezhepten olmamasını, hiçbir tarafa bağlılığı, eğilimi
bulunmamasını isteriz, öyle adam da
Hıristiyanlar arasında bulunamaz. Burada da aynı şey, çünkü hüküm verecek olan ihtiyarsa, gençlerin
nasıl düşündüğü üstüne hüküm veremez,
çünkü bu konuda bir taraftadır; gençse yine
öyle, sağsa, hastaysa, uyanıksa, uykudaysa yine öyle. Demek öyle
biri gerekli ki bütün bu hallerin
dışında olsun, insanların sordukları
şeylerin hiçbiri kendisiyle ilgili olmasın. Yani olmayan bir
yargıcın olması gerekli. Dünyada gördüklerimizin doğruluğunu,
yanlışlığını anlamak için doğruyu
gösteren bir araç olması gerek; bu aracın doğruluğunu anlamak için bir deneme gerek; denemenin
doğruluğunu anlamak için de bir araç:
Gel de çık bu işin içinden!.. Madem duyularımız, kendileri kesin, olmadıkları için, sorunumuzu kesin
olarak çözemezler, öyleyse akla
başvurmalı diyeceksiniz; ama hiçbir akıl da başka bir akıl olmadan ortaya çıkamaz: Döndük mü yine
gerisin geri? (Kitap 2, bölüm 12)
NASIL KONUŞMALI
Sözümün akışını bozup güzel tümceler
aramaktansa güzel tümceleri bozup
sözümün akışına uydurmayı daha doğru bulurum. Bir sözün ardından koşmamalıyız, söz bizim ardımızdan
koşmalı, işimize yaramalı, Söylediğimiz
şeyler sözlerimizi almalı ve dinleyenin
kafasını öyle doldurmalı ki artık sözcüklerini hatırlayamasın. İster kağıt üstünde olsun, ister ağızdan,
benim sevdiğim konuşma, düpedüz, içten
gelen, lezzetli, şiirli, sıkı ve kısa kesen bir konuşmadır. Güç olsun, zararı yok; ama sıkıcı olmasın;
süsten, özentiden kaçsın düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen,
her yediği lokmayı tadarak yesin.
Konuşma, Sueton'un, Julius Caesar'ın
konuşması için dediği gibi, askerce olsun; ama ukalaca, avukatça, vaizce olmasın. Söylev sanatı, insanı söyleyeceğinden
uzaklaştırıp kendi yoluna çeker.
Gösteriş için herkesten başka türlü giyinmek, gülünç kılıklara girmek nasıl pısırıklık, korkaklıksa,
konuşmada bilinmedik sözcükler,
duyulmadık tümceler aramak da bir medreseli çocuk çabasıdır. Ah, keşke Paris'in sebze çarşısında kullanılan
sözcüklerle konuşabilsem! (Kitap 1,
bölüm 26) İYİLERİN EN İYİSİ Filozoflar arasındaki çatışmaların hiçbiri,
insanlığa en yüce iyinin, hayr-ı ûla'nın
ne olduğu sorunu üstündeki kadar sert ve çetin
olmamıştır. Varro'nun hesabına göre bu kavgadan 288 mezhep türemiştir.
Qui autem de summo bono dissendit, de tota philosophia ratione dissendit. (Cicero) En üstün iyi üstünde anlaşamıyorsanız,
bütün felsefede anlaşamıyorsunuz
demektir. Kimine göre bizim için en
iyi olan erdem, kimine göre keyif, kimine
göre doğaya uymadır; kimi bilimde görür onu, kimi acı duymakta, kimi görünüşe aldırmamakta (ki bu kanıya
Pythagoras'ınki de bağlanır
gibidir). Nil admirari prope
res est una, Numacı, Solaque quae possit favere et servare beatum. (Horatius) Hiçbir
şeye şaşmamak: İşte budur, Numacius, Seni mutlu kılıp mutlu tutacak olan. Aristoteles hiçbir şeye hayran olmamayı
kendini beğenme sayar. Arkhesilas da der
ki, bütün iyilikler diretmekten, dediğinden
dönmeyip dosdoğru gitmekten bütün kötülükler de kadere boyun eğip her şeyi oluruna bırakmaktan gelir. (Kitap 2,
bölüm 12) Hayatımız, der Pythagoras,
Olimpiyat oyunlarında biriken büyük
kalabalığa benzer. Kimileri oyunlarda ün kazanmak için bedenlerini işletirler; kimileri para kazanmak için
satılık mallar getirirler; kimileri de,
en kötüleri değildir onlar, başka çıkar düşünmeden her şeyin niçin nasıl
yapıldığına bakar, kendi yaşamlarını anlamak ve düzenlemek için, başkalarının yaşamlarını seyrederler.
(Kitap 1, bölüm 26)
DOĞRULUK
KAYGISI
Düşünce çatışmaları beni ne kırar, ne
yıldırır, sadece dürtükler, kafamı
çalıştırır. Eleştirilmekten kaçarız: Oysa ki bunu kendiliğimizden istememiz, gelin, bizi
eleştirin dememiz gerekir: Hele
eleştirme bir ders gibi değil de bir karşılıklı konuşma gibi olursa.
Biri çıkıp bizim düşüncemizin tersini
söyledi mi, onun doğru söyleyip söylemediğine
değil, doğru yanlış, kendi düşüncemizi savunmaya bakarız. Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı
açacak yerde, yumruklarımızı sıkıyoruz.
Ama ben dostlarımın bana sert
davranmasını istiyorum. Sen bir budalasın, saçmalıyorsun, desinler bana. Ben, dostlar arasında açık, yiğitçe
konuşulmasını isterim; dostların
düşünceleri neyse sözleri de o olmalı.
Kulaklarımızı öyle sert öyle kaba birer kulak yapmalıyız ki, salon konuşmalarının yumuşak seslerini duymaz
olsunlar. Ben, biraraya gelen insanların,
sertçe, erkekçe konuşmalarını isterim.
Dostlar arasındaki bağlar sert, yırtıcı olmalı: Nasıl ki aşk da ısırmalar, kanatmalar ister! Dostluk kavgacı
olmadı mı, sağlam ve cömert de değildir.
Nazlı, yapmacık bir hava, birini kırma korkusu
dostluğa rahat nefes aldırmaz:
Neque enim disputari sine reprehensione potest. (Cicero)
Çatışmadan tartışılamaz. Bana
çatıldığı zaman öfkem değil dikkatim uyanır: Bana çatandan bir şeyler öğrenmeye can atarım. Doğruyu
bulmak her iki tarafın kaygısı olmalı.
İnsan öfkelendi mi düşünemez olur aklından önce
sinirleri işler. Tartışmalarda bahis tutuşmak hiç de faydasız
değildir. Doğrudan ayrıldık mı, elle
tutulur bir şeyler kaybetmeliyiz. Yıl
sonunda uşağım demeli ki bana: Bilgisizlik ve inatçılık yüzünden bu yıl bin lira kaybettiniz. Doğruyu hangi elde
görsem sevinçle karşılar; uzaktan
kokusunu alır almaz silahlarımı atar, teslim olurum. Fazla yukardan ve insafsız olmadıkça yazılarıma
çatılmasını hoş görmüş, çoğu kez
karşımdakini kırmamak için yazdıklarıma istenen biçimi verdiğim olmuştur. Zararıma da olsa eleştirmeciye uysal
davranmalıyım ki beni her zaman serbetçe
uyarsın, kendimi düzeltmeme yardım etsin. Doğrusu çağdaşlarımı böyle bir işten yana çekmek
kolay değil. Düzeltilmek herkesin ağrına
gittiği için kimse kimseyi düzeltmeyi göze alamıyor. Düşüncesini saklayarak konuşuyor çokları.
(Kitap 2, bölüm 8)
YAŞAMAK
SANATI
Dünyada insanlığını bilmekten, insanca
yaşamaktan daha güzel, daha doğru bir iş
yoktur. Bilimlerin en çetini de bu hayatı iyi yaşamasını bilmektir. Hastalıklarımızın en belalısı,
bedenimizi sevmemek, küçük görmektir.
Ruhunu bedeninden ayırmak isteyen, gücü yeterse, bu işi beden hasta iken yapsın ruhunu hastalıktan
korumuş olur. Ama, bunun dışında ruh
bedenle işbirliği etmeli; onun zevklerine katılmalı, onunla karı koca olmalı ve, -bilgeliğe ermişse-
beden hazlarına, acılaşmalarına meydan
vermeden dizgin vurmalı. Kendinden
dışarı çıkmak, insanlıktan kaçmak çılgınlıktır; buna çaba harcayanlar melek olacaklarına büsbütün
hayvanlaşır, yükselecek yerde
alçalırlar. İnsan bilimlerinin en aşağılığı da bence en yukarlarda dolaşanıdır. İskender'in en küçük, en bayağı yanı
tanrılaşmak, göklere çıkmak hevesine
kapılmasıdır. Söz aramızda, göklerde
dolaşanların düşünceleri ile yeraltında
yaşayanların adetleri arasında her zaman garip bir benzerlik görmüşümdür. İnsan beden hazlarını gereğince tatmayı
biliyorsa tanrılara yaraşır bir
olgunluğa varmış demektir. Kendi koşullarımızda başkalarını aramamız onlardan yararlanmayı bilmediğimiz
içindir; kendimizden kaçmamız kendimizde
olup biteni bilmediğimizdendir... İstediğimiz kadar yüksek sırıklar üstüne
çıkalım, yine kendi bacaklarımızla
yürüyeceğiz; dünyanın en yüksek tahtına da çıksak, yine kendi kıçımızla oturacağız. (Kitap 3, bölüm
13) Düşüncelerimizin en iyi aynası
yaşamlarımızın akışıdır. (Kitap 1, bölüm
26)
ROMALI
VE OSMANLI BÜYÜKLÜĞÜ
Marcus Antonius demiş ki: Romalıların
büyüklüğü almaktan çok vermekte kendini
gösterir. Antiokus bütün Mısır'ı almış, Kıbrıs'ı daha birçok yerleri de almak üzere imiş.
Zaferlerden zafere koştuğu sırada,
Popilius, Senatonun elçisi olarak kendisine gelmiş. Getirdiği mektupları okumadan önce elini sıkamayacağını
söylemiş. Kral, mektupları okumuş,
düşüneyim, demiş. Popilius bir değnekle kralın
çevresine bir çember çizmiş: Senatoya götüreceğim cevabı vermeden bu çemberden dışarı çıkma yok, demiş.
Antiokus bu sert buyruk karşısında
afallamış, biraz düşündükten sonra: Senatonun dediğini yapacağım, demiş. Bunun üzerine Popilius
kendisini Roma milletinin dostu diye
selamlamış. Böylece, kağıt üzerine çizilmiş birkaç harf Antiokus'a koca bir krallığı da kazanmak
üzere olduğu zaferleri bir anda
bıraktırıvermiş. Hemen elçileri
Senato'ya yollayıp aldığı buyruğa ölümsüz
tanrıların sözüymüş gibi uyacağını bildirmiş. Augustus savaşarak aldığı bütün toprakları
sahiplerine geri vermiş, ya da
yabancılara bağışlamış. Tacitus,
İngiltere kralı Koidimus'dan söz ederken Roma'nın bu yüce kudreti üstünde durur: Romalılar der, eskiden
beri, yendikleri kralları tahtlarında
bırakıp buyrukları altına alırlar, böylece kendilerine kralları hizmet ettirmiş olurlar. Türklerin padişahı Süleyman da Macar
krallığına ettiği cömentliği herhalde
aynı düşünceyle etmiştir. Kendisi
öyle demezmiş de: Bunca ülke, bunca kudret bana çok geliyor, bezdim artık, dermiş. (Kitap 2,
bölüm 24) En iyisi gençlerde öğrenme
hevesini ve sevgisini uyandırmaktır,
yoksa kitap yüklü birer eşek yaparız onları. Kırbaç zoruyla bilim
dolu bir çanta taşıtıyorlar onlara; oysa
bilimi evimizde saklamak yetmez,
evlenmek gerek onunla. (Kitap 1, bölüm 26) Yorumlar kaynıyor her yanda karınca gibi,
gerçek yazarsa binde bir çıkıyor. (Kitap
3, bölüm 13)
BİLGİ VE
İNANÇ
Aldatmaya ve aldanmaya en elverişli şeyler
bilmediğimiz şeylerdir. Bir defa,
görülmedik şeylere insan nedense kolay inanır; sonra da, üzerlerinde konuşmaya, düşünmeye alışık
olmadığımız için, bunlara kolay kolay
karşı da koyamayız. Bu yüzden insan en az bildiği şeye en çok inanır. Bize masal okuyanlar çok rahat
konuşurlar alşimistler, kahinler,
hukukçular, falcılar, doktorlar gibi; korkmasam bunlara daha başkalarını da katardım. Mesela Allahın istediklerine sözcülük eden
birtakım adamlar vardır; her olayın
nedenlerini bilir görünürler; Tanrının yaptıklarında yüce iradesinin hangi sırları gizlediğini
görürler. Olup biten şeylerin birbirini
tutmaması, bir o yana bir bu yana kaçması, bir doğudan bir batıdan gelmesi bu adamları yıldırmaz. Yine
hep bildiklerini okurlar, aynı kalemle
akı da karayı da yazar dururlar. (Kitap 1, bölüm 32)
ESER VE
ÇOCUK
Çocuklarımızı bizden oldukları için severiz.
Etlerine etimiz, kemiklerine kemiğimiz
deriz; ama bizim dünyaya getirdiğimiz daha
başka şeyler var ki hiç de çocuklarımızdan aşağı kalmaz. Ruhumuzun, kafamızın bilgimizin doğurduğu çocuklar
bedenimizden daha yüksek bir yanımızın
meyvalarıdır ve daha çok bizdendirler. Biz bu
çocukların hem anaları hem babalarıyız. Bunlar, iyi şeylerse bize
daha fazla değer, daha fazla şeref getirirler;
çünkü öteki çocuklarımızın değerleri
bizden çok kendilerinindir; bizim onlardaki payımız pek sudandır berikilerinse bütün güzellikleri,
bütün incelikleri, bütün olgunlukları
bizimdir. Böyle oldukları için de bize daha yakın, daha bağlıdırlar. Augustus'tan ya çocuklarını, yada bizleri bu
kadar beslemiş yazılarını gömmesi
istenseydi, çocuklarını gömerdi; gömmese günah işlemiş olurdu. Vallahi bilmem ama, ben Musalardan
olacak güzel bir çocuğumu karımdan
olacak bir çocuktan daha çok severdim sanıyorum. (Kitap 2, bölüm 7)
HÜZÜN
DÜŞKÜNLÜĞÜ
Hüzün düşkünlerinden değilim; bu halden
hoşlanmam; ona değer de vermem; ama
çokları hüznü büyük bir değer sayarlar; onu olgun, erdemli, kafalı insanların bir özelliği
sayarlar. İtalyanlar bu duruma «kötülük»
demekle daha uygun bir ad vermişler; çünkü hüzün her zaman zararlı, anlamsız, küçük, pısırık bir
duygudur; Stoacılar bu duyguyu
kendilerine yasak etmişlerdi. (Kitap 1, bölüm 3) Her onurlu insan, vicdanını yitirmektense,
onurunu yitirmeyi yeğ görür. (Kitap 2,
bölüm 16)
ŞİİR ÜSTÜNE
Ne gariptir, şairlerimiz şiir yargılamasını,
yorumlamasını bilenlerimizden çok daha
fazla. Şiiri yapmak şiirden anlamaktan daha
kolay. Şiirin orta hallicesi beylik ölçülerle, sanat bilgisiyle yargılanabilir; ama şiirin iyisi, olağanı
aşan, tanrısal olanı kuralların ve aklın
üstündedir. Onun güzelliğini sağlam ve olgun bir görüşle farkeden, bir şimşeğin parıltısı kadar
görebilir ancak onu. O güzellik aklımızı
işletmez, başımızdan alır, allak bullak eder. Ona varmasını bileni saran coşkunluk, şiiri okuyup
dinlettiği bir başkasını da etkiler:
Nasıl ki mıknatıs bir iğneyi kendine çekmekle kalmaz, onu da mıknatıslayıp başka iğneleri çekmek gücünü
verir ona. Tiyatrolarda daha açıkca
görülür ki şairi öfkeye, yasa, kine kaptıran, dilediği yerde kendinden geçiren o kutsal esin gücü şairin
aracılığıyla oyuncuya, oyuncudan da
bütün bir halka geçer, birbirine asılan mıknatıslı iğneler dizisi gibi. (Kitap 1, bölüm 37)
EĞİTİM VE
HALK
Oğullarım olsaydı, benim gibi büyümelerini
isterdim. Babamdan Allah razı olsun,
beni daha beşikte iken bir köylünün evine
yollamış, orada süt emmişim; uzun süre en yoksul, en gelişigüzel bir hayat içinde kalmışım. Çocuklarınızı kendiniz
yedirmeyin; hele bu işi sakın karınıza
bırakmayın. Bırakın, çocuklarınız halkın ve doğanın yasaları içinde büyüsün; aç kalmasını,
güçlüğe göğüs germesini öğrensinler
hayatın çetinliği onlar için gittikçe çoğalmasın, azalsın. Babamın beni böyle büyütmekte bir başka
maksadı daha vardı; beni halka bağlamak,
bizden yardım bekleyen insanların haline
ortak etmek istiyordu; gözlerimin, bana sırtını çevirenlerden değil, kollarını açanlardan yana bakmasını
daha doğru buluyordu. Bu düşünce ile
beni düşkün insanlara bağlamak, borçlu bırakmak istedi. İstediği oldu: Zayıf, zavallı insanlara
kolayca bağlanabiliyorum. Bunu hem
şerefli bir iş sayıyorum, hem de içimden öyle geliyor. Ülkemde kargaşalıklara neden olan bir partiye
kızıyorum; hele bu parti başa geçip, her
şeyi elde edince öfkem büsbütün artıyor çoğu kez bir partiye ezilmiş, gadir görmüş olduğu için
bağlanmışımdır. (Kitap 3, bölüm 12)
GERÇEKÜSTÜ KANDIRMACALARI
İki gün önce, evimizden iki fersah ötede bir
köyden geçerken, foyası yeni meydana
çıkmış bir mucizenin sıcaklığı içinde buldum orasını. Meğer birkaç aydır o çevreyi oyalamış bu
mucize, komşu illeri de etkilemeye
başlamış ve her türlü meraklıların o köye akın etmesine neden olmuş. Köyün bir delikanlısı bir gece
evinde hortlak sesiyle konuşmaya
kalkmış; uzun sürmeyecek bir şaka yapmakmış bütün maksadı. Oynadığı oyunun umduğundan çok daha
başarılı olduğunu görünce, işi biraz
daha büyütmek için, köyün yarım akıllı, sersem bir kızını da almış yanına. Aynı yaşta bir
başkasını daha bulup üç kişi olmuşlar,
evde başardıkları oyunu bütün köyde başarmak için kilisede mihrap arkasına saklanıp yalnız geceleri
ruhların ağzından konuşmuş ve ışık
getirilmesini yasaklamışlar. Söyledikleri dünyanın imandan uzaklaştığı ve kıyamet gününün yaklaştığı
gibi şeylermiş. Din sahtekarları hep
bu konuları işler, bu perde arkasında kolayca
saklanırlar. Bu konuşmalardan sonra üç genç, oyunu ufak çocukların bile yutmayacağı görüntülere, aldatmacalara
kadar vardırıp yakayı ele vermişler.
Talihleri yardım etse bu şaka kimbilir daha ne kadar ileri gidebilirdi! Şu anda o zavallı gençler
hapisteler ve herkesin budalalığının
cezasını onlar çekecekler belki bir yargıç da kendi budalalığının öcünü onlardan alacak. Foyası
meydana çıkan bu oyunda gerçek apaçık
görülüyor; ama bilgimizi aşan bu benzer birçok
şeylerde kafamızı, inanmakta olsun, inanmamakta olsun dizginlemeliyiz bence. (Kitap 2, bölüm
11) Bana doğru gelen hiçbir şey yoktur
ki yanlış gibi de gelmesin. (Kitap 2,
bölüm 12)
YARARLI
VE GÜZEL ÜSTÜNE
Eskiden, Epaminondas'ı üstün insanların en
başına koymuştum; bu düşüncemi bugün de
değiştirmiş değilim. Kendi kendisine yüklediği
ödevlere ne kadar saygılıydı bu insan. Yendiği insanlardan hiçbirini öldürmedi. Yurdunu özgürlük dediğimiz o paha
biçilmez nimete kavuşturmak için zorbaları
ve suç ortaklarını biçimsel adalete
uymadan, vicdan rahatlığıyla öldüren bu adam, düşmanları arasında
ve savaşta bir dostunu, bir konuğunu ya
da kendisini konuklayanı öldüren
yurttaşlarını, ne kadar iyi bilinseler, kötü sayıyordu. İşte, zengin ruh yaratılışı buna derim ben. En sert, en kaba
insan eylemleriyle, filozofların
bulabileceği en ince iyiliği ve insanlığı uzlaştırabiliyordu. O azgın yürek, o acıya, ölüme, yoksulluğa
öylesine dayanan o demir yürek nasıl
oluyor da, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en tatlı, en babacan duygularla yumuşayabiliyordu?
Kendisinden başka herkesi yenmiş bir
ulusu, kılıç ve kan dehşetiyle allak bullak eden insan, böylesine bir kargaşalık içinde, düşmanları
arasında bir dosta, evinde kaldığı bir
insana raslayınca kuzuya dönüyordu. Savaşı, en azgın anında, kıran kırana, kan gövdeyi götürürken
iyi duygularla dizginlemesini bilen
kişi, savaşa komutanlık yapmasını gerçekten en
iyi bilen kişidir. Böylesi azgınlıklar içinde en ufak bir adalet
örneği gösterebilmek bir mucizedir.
Yalnız Epaminondas'ın sertliği, en
yumuşak, en temiz, en tatlı insanlık duygularıyla kaynaşmasını başarabilmiştir. Kimi komutanlara göre,
silahlı insanlar karşısında yasalar
sökmezken, kimine göre, adalet zamanı başka, savaş zamanı başka iken (Caesar) kimine göre silahların
sesi yasaların sesini duymaya engel
olurken (Marius), bizim Epaminondas savaşta en ince kibarlıktan, insanlıktan ayrılmasını
biliyordu. Belki savaş azgınlığı ve
hoyratlığını, Musa'ların, sanat ve bilim perilerinin tatlılığı ve
güler yüzleriyle yumuşatmasını
düşmanlarından öğrenmişti. Epaminondas
kadar büyük bir eğiticiden sonra diyebiliriz ki, düşmanlarımıza bile yapılması doğru olmayan
şeyler vardır ve ortak yarar özel
yarardan her şeyi istememelidir. Manente
memorla etlam in dissidio puslicorum faederim privati furiş. (TitusLivius) Kamusal bozuşmalar ortasında kişisel
haklar unutulmadığından. Et nulla
potentia vires Prraestandi, ne quid
pecet amicus, habet; (Ovidius) Hiçbir
devlet gücü hak veremez Dostluk
bağlarının koparılmasına. Ne kralına
hizmet için, ne kamu yararı, ne de yasalar uğruna her şeyi hoşgörebilir iyi bir insan: Non enim patria praestat omnibus officiis
..... et ipsi condusit pios hasere cives
im parentes. (Cicero) Çünkü yurt bütün
ödevlerin üstünde değildir ve yurttaşların
yakınlarını sevmesi yurdun yararınadır. İç savaşlarla geçen zamanlarımıza uygun bir
ders veriyor bu sözler. Kuşandığımız
zırhların yüreklerimizi katılaştırması hiç de gerekli değil; sırtımızın katılaşması yeter.
Kalemlerimizi mürekkebe batırmakla
yetinelim, kana batırmayalım. Dostluğu, kişisel bağları, verdiğimiz sözü, yakınlarımızı kamu yararına
devlet uğruna hiçe saymak büyük bir yiğitlik ve eşine az raslanır yaman bir
erdemse eğer, kendimizi özürlü göstermek
için diyebiliriz ki bu kadar büyüklüğü
Epaminondas'ın büyük yüreği bile kaldıramamıştı. Şöylesine azıtılmış bir ruhun kudurmuşca
kışkırtmalarından da nefret ediyorum
doğrusu: Dum tela micant, non vos
pietatis imago Ulla, nec adversa conspecti
fronte parentes Commoveant; vuftus gladıo turbate verendos.
(Lucianus) Kılıç kından çıkınca bütün
duygular susmalı! Karşı cephede
babalarınrzı da görseniz Paralayın suratlarını yalın kılıcınızla. Sütü
bozuklara, kana susamışlara, hainlere, haklı görünerek cinayet işlemek fırsatını vermeyelim. Öylesine azgın, amansız bir adaleti
bırakalım; daha insanca davranışlardan
örnek alalım. Zaman ve olaylar neler öğretmiyor
insanlara! Cynna'ya karşı girişilen iç savaşta, Pompeius'un bir
askeri, karşı tarafta savaşan kardeşini
farkına varmadan öldürünce, utanç ve
kederinden hemen kendini de öldürüyor. Birkaç yıl sonra aynı halkın bir başka iç savaşında askerin biri de
kardeşini bile bile öldürdüğü için
komutanlarından ödül istiyor! Bir eylemi yararlı olduğu için dürüst ve
güzel saymak yanlıştır; herkesi o eyleme
zorlamak, yararlı diye herkes için onurlu olacağı sonucuna varmak doğru değildir: Omnia non parüer rerum sunt omnibus
apta. Her şey tıpa tıp uygun değildir
herkese. İnsan toplumunun en zorunlu,
en yararlı eylemini, evlenmeyi alalım.
Azizlere göre güzel ve dürüst olan evlenmemektir; en şerefli saydıkları görevlerinde evlenmeye yer
vermezler: Oysa biz haralarda, yalnız az
değerli hayvanların çiftleşmesine engel oluruz. (Kitap 3, bölüm 1)
SEVENLER
VE SEVİLENLER
Doğanın gerçekten bir yasası varsa, daha
doğrusu hayvanlarla bizim her yerde ve
her zaman ortak bir içgüdümüz olabilirse (ki tartışma konusudur) ben kendi hesabıma diyebilirim ki,
her canlının kendini koruma ve
zararlardan kaçma çabasından sonra dölleyenin dölüne beslediği sevgi bu alanda ikinci yeri tutar.
Ve doğa, kurduğu makinenin yedek
parçalarını çoğaltıp sürdürmeye, hep daha ilerisini sağlamaya bakıp bizden öyle istediği için,
sevginin geriye doğru, çocuklardan
babalara karşı pek o kadar büyük olmamasına şaşmalı. Buna Aristoteles'in
düşüncesini de eklersek, birisine iyilik eden onu, onun kendisini seveceğinden daha çok sever;
borçlunun borçlu olduğu kimseyi daha az
sevmesi gibi. Her işçi de işini daha çok sever. Kaldı ki biz var olmaya düşkünüz, var olmaksa
devinmek, iş görmektir. Onun için herkes
işinde var oluyor gibidir. İyilik eden güzel, dürüst bir iş görür; iyilik edilense bir yarar
görmüş olur sadece. Ama yararlılık
doğruluktan daha az sevgi değer bir şeydir. Doğruluk temelli, süreklidir; insanın ondan göreceği
karşılık değişmez. Yararlılık yiter,
elden kaçar kolayca; anımsaması da ne uzun sürer, ne de hoş gelir insana. En zora yapılan şeyi
en çok severiz. Vermekse almaktan daha
zordur. (Kitap 2, bölüm 8)
ÖLÜMÜN
TADINA VARMAK
Cicero'nun mektuplaştığı Pomponius Atticus
hastalığında, damadı Agrippa'yı ve iki
üç dostunu çağırmış, demiş ki onlara: İyileşmeye çalışmaktan hiçbir kazancım olmadığı kanısına
vardım. Hayatımı uzatmak için her
yaptığım şey acılarımı da uzatıp artırıyor. Onun için hayatıma da hastalığıma da son vermeye
kararlıyım. Bu kararımı hoşgörmenizi ve
herhangi bir durumda beni vazgeçirmeye
çalışmamanızı dilerim. Kendini açlıkla öldürme yolunu seçen Pomponius nasılsa birden iyileşivermiş: Ölmek
için bulduğu yol sağlık getirmiş ona.
Hekimler ve dostları bu mutlu olayı kutlayıp onun rahatlamasına sevinirlerken aldanıyorlarmış
meğer; çünkü iyileşen hastayı kararından
vazgeçirememişler ne yaptıysalar. Diyormuş ki
Pomponius: O türlü, bu türlü nasıl olsa bir gün bu adımı atmak zorunda kalacağım; bu kadar ileriye gitmişken
ne diye bırakıp bir daha yeni baştan
zora sokayım kendimi. Adam ölüme öyle alıştırmış ki kendini, korkmak şöyle dursun can atar olmuş
ona. Giriştiği savaşın doğruluğuna
inandığı için onu bir an önce bitirme çabasına düşmüş. Ölümü böylesine tadarak, içine sindirerek
beklemek, ölümden korkmaktan çok ötede
bir şey. Filozof Cleanthes'in serüveni
de pek benzer buna: Diş etleri şişmiş,
çürümüş ve hekimler çok sıkı bir perhiz vermişler ona. İki gün
ağzına bir şey koymayınca öyle iyileşmiş
ki hekimler artık eskisi gibi yiyip
içebileceğini söylemişler. Ama o, perhizin verdiği baygınlığa
benzer durumun tadına vararak geri
dönmemeye karar vermiş ve bir hayli
yaklaştığı yere adımını atmış.
Romalı delikanlı Tullius Marcellinus çektiği bir hastalığın
acılarına katlanamaz olmuş. Hekimleri
hemen değilse de mutlaka iyileşeceğini
söylemişler ama delikanlı hayatına son vermek istemiş ve dostlarını çağırıp ne düşündüklerini sormuş. Kimi, diyor
Seneca, kendi korkaklıklarına uygun
öğütler vermiş; kimi, dalkavukça, delikanlının
hoşuna gideceğini sandıklarını söylemiş; ama bir Stoalı şöyle demiş ona: Uğraşma Marcellinus, önemli şeyler üstüne
kafa yorarmış gibi. Büyük bir şey
değildir yaşamak: Uşaklar da, hayvanlar da yaşıyor ama dürüstçe, akıllıca ve sağlam yürekle ölmek
büyük bir şeydir. Düşün nedir kaç
zamandır yaptığın, hep aynı şey: Yemek, içmek, uyumak; içmek, uyumak ve yemek. Hep bu çember içinde
dönüp durmaktayız gerçekten. Yalnız başa
gelen dertler, dayanılmaz acılar değil,
yaşamaya doymak da ölümü istetir insana. Marcellinus kendisine öğüt verecek olanı değil, yardım edecek olanı
arıyordu. Hizmetçiler bu işe karışmaktan
korkuyorlardı. Ama o filozof anlattı ki onlara, yalnız efendilerinin kendi isteğiyle ölüp ölmediği
bilinmediği zaman hizmetçilerden
kuşkulanır herkes; onun dışında, efendisinin ölmesine engel olmak onu öldürmek kadar kötüdür
çünkü: Invitum qui servat idem facit
occidenti (Horatius) Ölmek isteyeni
kurtarmak öldürmekle birdir. Sonra
Marcellinus'a şunu da anlatır ki, nasıl yemek bitince soframızdan arta kalanı seyircilere
dağıtırsak, hayat bitince de işlerimizi
yönetenlere bir şeyler dağıtmak yerinde olur. Marcellinus açık ve cömert yürekli bir insanmış:
Hizmetçilerine paralar dağıtmış ve
avutucu sözler etmiş hepsine. Sonra da bıçaklara, kanlara başvurmamış. Bu dünyadan kaçmak değil, kalkıp
gitmek istemiş sadece; ölüme sırt
çevirmemiş göğüs germiş. Sen mi
güçlüsün ben mi, diyerek yemeyi içmeyi kesmiş; üç gün sonra üstüne ılık sular döktürerek yavaş
yavaş kendinden geçmiş, geçerken de bir
çeşit keyif duyduğunu söylemiş. Gerçekten de
bitkinlikten yürekleri durur gibi olanlar hiçbir acı çekmediklerini, tersine, bir uykuya dalma, rahatlama duygusu
içinde olduklarını söylerler. (Kitap 2,
bölüm 13)
YAŞAMA
BAĞLILIK
Bütün insanlar cılız varlıklarına öylesine
bağlıdırlar ki, sağ kalmak için razı
olmayacakları hiçbir kötü durum yoktur. Bakın Maecenas ne diyor:
Debilem facito manu, Debilem
pede, coxa, Lubriscos quate dentes: Vita dum superest bene est. Tek kollu da kalsam, Kötürüm, damlalı da olsam Sökülse de bütün dişlerim: Ne mutlu bana yaşıyorsam. Timurlenk cüzamlılara karşı uyguladığı
görülmedik zalimliğini insanseverlik
diye yutturuyordu. Her rasladığı cüzamlıyı öldürtürken, onları böylesine acılı bir yaşamdan kurtarmış
olacağını söylüyordu. Oysa onlar
ölmektense üç kat daha cüzamlı olmaya razıydılar. Filozof Antisthenes, ağır hasta yatarken
bağırıyormuş; kim kurtaracak beni bu
acılardan, diye. Onu görmeye gelmiş olan
Diogenes: İşte bu seni hemen kurtarır, istersen, diyerek bir hançer uzatınca ona: Yaşamaktan değil, acılarımdan
kim kurtaracak? demiş Antisthenes.
(Kitap 2, bölüm 37)
HERKESİN
DEĞERİ KENDİNE GÖRE
Kendim nasılsam başkasını ona göre
değerlendirmek hatasına düşmem çokları
gibi. Buna aykırı düşen şeylere kolayca inanırım. Kendimi bağlı hissettiğim bir biçime
başkalarını zorlamam herkes gibi.
Bambaşka bir türlü yaşama biçimi olabileceğine inanır, akıl erdirebilirim. Çoklarının tersine de, aramızdaki ayrılığı
benzerlikten daha kolay kabul ederim.
Başkasının benim hallerimden ve ilkelerimden dilediği kadar uzak kalmasını hoşgörürüm. Herkesi
düpedüz ve bağımsız olarak kendi
kişiliğiyle görür, kendi örneği içinde değerlendiririm. Kendim perhiz yanlısı olmadığım halde kimi
rahiplerin perhizciliğini içtenlikle
beğenmekten, davranışlarını uygun bulmaktan geri kalmam: Hayal gücümle kendimi onların yerine
koyabilirim pekala. Hatta benden ne
kadar ayrı iseler o ölçüde daha da çok sever ve sayarım onları. Birbirimizin kendi içinde
değerlendirilmesini, kimsenin herkes
gibi olmaya zorlanmamasını candan dilerim. Kendi güçsüzlüğüm başkalarının gücü kudreti
üstüne beslemem gereken düşünceleri hiç
değiştirmez. Sunt qui laudent, nisi
quod se imitari posse confidunt. (Horatius)
Kimileri yalnız taklit edebilir sandıklarını överler. Yerin çamurunda sürünürken de, ta göklerde,
kahraman ruhların yüceliğini görmekten
geri kalmam. Yaptıklarımın değilse bile
düşüncemin düzgün olması, hiç olmazsa bu önemli yanımın bozulmadan işlemesi bana çoktur bile.
Bacaklarım tutmazken irademin sağlam
kalması az şey değildir. Yaşadığımız çağ, bizim
iklimde hiç değilse, öylesine bozulmuş ki erdemin yaşanması şöyle dursun tasarlanması bile bir hayli zor.
Yalnız okul sözlüğünde kalmışa benziyor
erdem: Virtutem verba putan, Ut lucum
ligna (Horatius) Erdem sadece bir söz
onlar için Ve kutsal orman sadece odun.
Quam verreri deberet, etiamsi percipere non posent. (Tusculanes) Erdem ki saymaları gerekir, anlamasalar
bile. (Kitap 1, bölüm 37)
ZORLUĞUN
DEĞERİ
Filozofların en akıllıları derler ki: akla
uygun hiçbir şey yoktur ki tam tersi de
akla uygun olmasın. Yakınlarda gevelediğim bu güzel sözü eskilerden biri (Seneca) yaşamayı
küçümseme yolunda kullanmış: Ona göre,
yalnız yitirmeye hazırlandığımız bir nimet bize
zevk verebilir. In auquo est
dolor amissae rei, et timor amittendae. (Seneca) Yitirme acısıyla yitirme korkusu bir kapıya
çıkar. Demek ister ki bununla,
yaşamayı yitirme korkusunda olursak,
yaşamanın tadını çıkaramayız. Ama bunun tersi de söylenebilir: Yaşamaya bu kadar sıkı sarılıp, böylesine bir
sevgiyle bağlanmamış, onun temelli
olmadığını gördüğümüz, elimizden çıkmasından
korktuğumuz içindir. Gerçek ortada çünkü: Ateş nasıl soğuktan hız alıyorsa bizim istemimiz de kendi karşıtıyla
bilenip keskinleşiyor: Si numquam
Danaen habuisset abenea turis, Non
esset Danae de Jove facta parens. (Ovidius)
Danae yi funçtan kuleye komasalardı
Jupiter den hiç gebe kalmazdı Danae.
Bolluğun verdiği doygunluktur zevkimizi en fazla körleten; zevkimizi en fazla bileyen, coşturan şeyse
özlediğimizi az ve zor bulmaktır. Ominum rerum voluptas ipso quo debet
fufare periculo crescit (Seneca) Her şeyin zevki, bizi itmesi gereken
tehlikeyle artar. Galla, nega:
satiatur amor, nisi gaudia torquent. (Martialis) Galla, hayır de: aşk azapla beslenir
yalnız. Aşkın gevşememesi için
Likurgos Lakedemonya'da evlenenlerin
gizli yatıp kalkmalarını buyurmuş: Evlilerin yatakta görülmeleri,
bir başkasıyla yatmaları kadar ayıp
sayılıyormuş. Buluşmaların zorluğu,
yakalanma tehlikesi, sonradan duyulacak utanç: Et languor, et silentium, Et latere petitus imo spritus
(Horatius) Ya o baygınlık, o
sessizlik, Ya o derinden gelen gizli
ahlar, Bütün bunlardır salçayı
kıvamına getiren. Sevişmenin nice hoşlukları
aşkın etkilerinden çekinerek, utanarak söz etmekten doğmaktadır. Şehvetin kendisi bile acı duyarak kızışmak
ister. İncittiği, tırmaladığı zaman daha
tatlı olur. Fahişe Flora, Pompeus'la yatıp da üzerinde dişlerimin izini bırakmadığım olmadı,
dermiş. Quod petire premunt arcte,
faciuntque dolorem Corporis, et dentes
inlidunt saepe lebellis: Et
stimuli supsunt, qui instigant laedere id ipsum Quodcumque est, rabies unde illi germina surgunt. (Lucretius) Arzuyla sarıldıklarının canı yanar; Dişleri
ısırır çok kez nazik dudakları. Gizli
dürtüler incitmeye iter onları. Her tuttuklarını; azgınlıkları artar böylece. Her işte görülen budur: Zoduk değer
kazandırıyor her şeye. (Kitap 2, bölüm
15)
DÜŞÜNMEDE
KENDİNDENLİK
Hemen bütün görüşlerimiz üstün sayılan
kişilerden gelme, başkalarından
alınmadır. Hiç de kötü değil öyle olması; öyle cılız bir çağda yaşıyoruz ki görüşlerimizi kendimiz
seçsek en kötülerini seçerdik.
Sokrates'in bize dostlarınca aktarılan konuşmalarını herkes beğendiği için biz de beğeniyoruz, kendi
bildiklerimize dayanarak değil. Öylesi
konuşmalar geçerli değil bugün. Aramızdan Sokrates'e benzer biri çıksa pek azımız değer verirdi
ona. Biz güzellikleri yalnız sivri,
şişkin, süslü püslü olarak seviyoruz. Saf
ve sade olanlar kolayca kaçıyor bizim kaba gözlerimizden
öylelerinin ince ve saklı bir yanları
var: İnsanın pussuz, yıkanmış, arınmış bir
bakışı olmalı ki o gizli ışıltıyı görebilsin. Biz saflığı
budalalıkla eşanlamda kullanıp kınamıyor
muyuz? Sokrates doğal ve herkesinkine
benzer yoldan yürütüyor düşüncesini. Bir köylü, bir kadın onun gibi söyler söyleyeceğini. Sözünü ettiği insanlar
yalnız arabacılar, doğramacılar,
terlikçiler, dülgerlerdir. Açıklamaları, benzetileri hep insanların en bayağı, en ortamalı
eylemlerinden alınmadır; herkes anlar.
Böyle kaba bir biçiminin altında onun yüce düşüncelerinin soyluluğunu, zenginliğini göremezdik biz; biz
ki bilgiçlerin önem vermediği her şeyi
adi, aşağılık sayarız ve zenginliği yalnız
gösterişlerde süslerde püslerde görürüz. Bizim dünyamız gösteriş üzerine kurulmuş; insanlar üfürükle
şişiyorlar yalnız, balonlar gibi
hoplatılarak durabiliyorlar yukarda. Sokrates boş hayaller peşinde koşmuyor. Amacı bize, yaşamaya gerçekten ve
sıkı sıkıya bağlı ve yararlı bilgiler,
öğütler vermek. servare modum,
finemque tenere, taturamque sequi. (Lucianus)
işini düzenlemek, ödevini gözetmek ve doğaya uymak Sokrates hep kendisi olarak kaldı ve en son güçlülük
kertesine sıçramalarla değil
kendiliğinden yükseldi. Daha doğrusu hiçbir yere yükselmedi de bütün terslikleri, bütün zorlukları
kaynaklarına, doğal çıkış noktalarına
indirdi. Çünkü, örneğin Çato'da orta halli insanları çok aşan gergin
bir tutum görüyoruz. Yaşadığı yiğitlik
serüvenlerinde ve ölümünde onu hep
dünyaya pek yukarılardan bakar görüyoruz. Oysa Sokrates'in ayağı hiç yerden kesilmiyor, en yararlı
düşüncelerini gevşek ve özentisiz
adımlarla yürütüyor; ölümünde ve insan yaşamında başa gelebilecek en belalı durumlarda da öyle
davranıyor. (Kitap 3, bölüm 12)
UYDURMA
NELENLER
Doğru olsun, yanlış olsun, orası önemli
değil, İtalya'da bir atalar sözüymüş
gibi derler ki, topal bir kadınla yatmamış olan kişi Venüs'ü en olgun tadıyla bilmez. Kaderin cilvesi ya
da herhangi özel bir raslantı bu sözü
halkın diline yerleştirmiş aynı şey kadınlar için de söylenir, erkekler için de. Çünkü Amazonların
kraliçesi kendisiyle sevişmek isteyen
İskitli'ye ne demiş? Bu işi topal daha iyi yapar, demiş. O kadınlar cumhuriyetinde, erkeklerin
egemenliğinden kurtulmak için kadınlar
onların kendilerine üstünlük sağlayan kol,
bacak gibi uzuvlarından birini sakat ederlermiş ve onları yalnız,
bizim şimdi kadınları kullandığımız iş
için kullanırlarmış. Topalların bozuk
devinimleri bu işe bir yeni tad katıyor, ya da bu türlüsünü
deneyenler bir hoşluk buluyorlar belki,
der geçerdim; ama yeni öğrendiğime göre
Yunan filozofisi de bunun doğru olduğu kanısına varmış: Bu filozofi der ki, topalların bacak ve baldırları
aksaklıkları nedeniyle kendilerine gelen
besini alamadıklarından, onlardan yukarıda bulunan cinsel bölge daha dolgun, daha besili, daha güçlü olur.
Bir başka görüşe göre de, topallık
cimnastiğe engel olduğundan, bu sakatlığa uğramış olanlar güçlerini daha az harcamış olur ve Venüs'ün
oyunlarına daha dolgunca
katılırlarmış. Yunanlılar
dokumacı kadınların ötekilerden daha sıcakkanlı
olmalarını da aynı nedene bağlıyorlar: Zanaatları gereği hep evde oturduklarından bedenleri fazla
deprenmiyormuş. Böyle düşünülürse daha
neler neler gelebilir insanın aklına. Topal dokumacı kadınlar için ben de diyebilirim ki işleri gereği oturdukları
yerde ileri geri depreşmeleri arzularını
kabartıp kışkırtıyor onları, araba salıntılarının kibar bayanları gıcıklayabileceği gibi. Bu örnekler başta söylediğimi doğrulamıyor
mu? İnsan aklı çok kez olmayacak şeylere
nedenler uyduruyor. (Kitap 3, bölüm 10)
EFENDİLER VE UŞAKLAR
Platon'un bir öğütü hiç hoşuma gitmez: Kadın
olsun, erkek olsun hizmetçilerinizle
şakalaşmadan, senli benli olmadan, hep bir efendi ağzıyla konuşmalıymışız. Benim aklım buna
ermedikten başka, servet üstünlüğüne
öylesine önem vermek hiç de insanca ve haklı bir davranış değil. Uşaklarla efendiler
arasındaki ayrılığın daha az göze
battığı yerde daha adaletli bir düzen vardır bence. (Kitap 3, bölüm
3)
PEŞİN VE KESİN YARGILARA KARŞI
Ben ağır anlayışlı, biraz da elle tutulur,
olağan şeylerden yanayımdır; onun için
de eskilerin şu dedikleri bana dokunmaz:
Majorem fidem homines adhibent üs quae non intelligunt. İnsanlar anlamadıklarına daha çok
inanırlar. Cupidine humani, ingenii
libentius obcura creduntur. (Tacitus)
İnsan kafası öyledir ki kendisine karanlık gelene daha kolay
inanır. Biliyorum kızıyorlar bana;
şüphe etmemi yasaklıyor, şüphe edersem
ağır küfürler savuruyorlar. İnandırmanın yeni bir yolu da bu. Ama, Tanrıya şükür, benim inancım yumrukla
değiştirilecek cinsten değildir.
Görüşlerini yanlış olmakla suçlayanlara çatsınlar. Ben görüşlerini sadece anlaşılması zor ve cüretli
olmakla suçluyorum. Karşı görüşü ise,
onlar kadar azgınlığa varmadan ben de tutmuyorum. Videantur sane, ne affirmentur modo (Cicero)
Olabilir desinler, ama olur demesinler. Düşüncelerini kafa tutarak, buyruklar
vererek ortaya koyanlar akıldan yana
güçsüz olduklarını belli ediyorlar. (Kitap 3, bölüm 11)
BİLMEDİĞİNİ SÖYLEYEBİLME
Dünyadaki birçok kötülükler, daha cüretle
söyleyelim, dünyanın bütün kötülükleri,
bizi bilgisizliğimizi açığa vurmaktan kaçınmaya, reddemediğimiz şeyi kabul etmeye
alıştırmalarından geliyor. Her şeyden
bilgiçce ve kesinlikle söz ediyoruz. Roma'da bir adet varmış: Bir tanığın gözleriyle gördüğünü söylediği ve
bir yargıcın en kesin bilgiyle ortaya
koyduğu şeyden bile, bana öyle geliyor ki, diye söz edilirmiş. Olabilecek şeyleri bana hiç
şaşmazmış gibi yutturmaya kalktıkları
zaman o şeylere karşı nefret uyandırıyorlar bende. Önerilerimizin, küstahlığını yumuşatan şu
sözleri severim ben: Olabilir ki, kimi
yerde, kimisi, derler ki, sanırım benzeri sözleri. Çocukları eğitecek olsam, kestirip atarca
değil şöyle sorarca karşılık vermeye
alıştırırdım onları: Ne demek bu? Bundan anlamam, olabilir, doğru mu? On yaşında bilginler gibi
konuşacaklarına altmış yaşında öğrenci
gibi kalsınlar. Bilgisizlikten kurtulmak
isteyenin onu açığa vurması gerekir. İris, Thaumantis'in (aydınlık şaşkınlığın) kızıdır. Şaşma bütün filozofinin
temeli, soruşturma gelişmesi,
bilgisizlik son aşamasıdır. Bilgisizliğin öylesi vardır ki yücelik ve cömertlikten yana bilimden aşağı
kalmaz; o bilgisizliği kavramak için de
bilimi kavramak için gerektiği kadar bilim ister. (Kitap 3, bölüm 2)
BÜYÜKLÜK VE İNSANCALIK
Şana şerefe ermenin en kestirme yolu şan
şeref için yaptığımızı kendi
vicdanımızın buyruğuyla yapmaktır. Büyük İskender'in değeri bence, o parlak yaşayışı içinde Sokrates'in düşkün
ve sönük bir yaşayışı içindeki değeri
yanında bir hayli cılız kalıyor. Düşüncem Sokrates'i İskender'in yerine koyabiliyor rahatlıkla,
ama İskender'i onun yerinde
düşünemiyorum. İskender'e ne yapmasını bildiğini sorsalar: Dünyaya boyun eğdirmesini bilirim, der; Sokrates ise
insan yaşantısını doğal niteliğine uygun
olarak yönetmesini bildiğini söyler. Bu bilim daha ağır basan, daha saygın bir bilimdir. Ruhun
değeri yükseklere çıkmasında değil,
düzenli olmasındadır. Ruhun büyüklüğü
büyük yerlerde değil, gösterişsiz yerlerde çıkar ortaya. Onun için bizi içimize inerek
yargılayanlar ünlü eylemlerimize pek
önem vermezler, bunların aslında çamurlu ve batak bir dipten fışkırmış pırıltılı su serpintileri olduğunu
görürler. Bizi parlak görünüşümüze göre
yargılayanlar ise içimizin de aynı parlaklıkta
olduğunu sanırlar, onları şaşırtan ve görüşlerini aşan başarı
güçlerini halkın ve kendilerinin
güçleriyle bir arada düşünemezler. Bir işçinin
helaya gitmesini, karısıyla yatmasını düşünmek olağan gelir de bize, gösterişli ve bilginliğiyle saygınlık
kazanmış bir koca başbakanı o durumlarda
düşünmeyi yadırgarız. O yüksek tahtlarda oturanlar yaşayacak kadar alçalamazlar gibi gelir bize.
(Kitap 3, bölüm 2)
KENDİ
ZENGİNLİĞİMİZ
Biz kendimiz sandığımızdan daha zenginizdir;
ama bizi her şeyi başkalarından almaya,
dilenmeye alıştırıyorlar. Kendimizden çok
başkalarından yararlanacak biçimde yetiştiriyorlar bizi. İnsan
hiçbir şeyde gerek duyduğu kadarıyla
yetinmiyor. Ne şehvette, ne servette, ne
devlette kollarını kucaklayamayacak kadar açmaktan alabiliyor kendini; açgözlülüğü ılımlı olamıyor bir
türlü. Bilme merakı da aşırı gidiyor
bence insanın: Başaramayacağı kadar, gereğinden fazla iş alıyor üstüne, bilginin yararını konusu kadar
genişleterek. Ut omnium rerum sic
litteram quoque intemparatis laboramus.
(Seneka) Her şeyde olduğu gibi
okuma çabasında da ölçüyü aşıyoruz.
Tacitus, oğlunun aşırı bilim oburluğunu dizginleyen Agricola'run anasını övmekte haklı öyle bir nimet ki bu,
sağlam gözlerle bakılırsa, insanların
bütün nimetlerinde olduğu gibi onda da doğal olarak bir hayli gereksizlik, güçsüzlük bulunduğu ve
pahalıya da mal olduğu görülür. Bilim edinmek, et ya da balık satın
almaktan çok daha netametli bir şeydir.
Çünkü satm aldığınız nesneyi bir kaba kor eve getirirsiniz; ne mal olduğunu yakından da görebilir, ne
kadarını ne zaman yiyeceğinizi
düşünürsünüz ama bilimler öyle mi ya? Ruhumuzdan başka bir kaba koyamıyoruz onları. Satın alır
almaz yutuyoruz; çarşıdan zehirlenmiş ya
da değişmiş olarak çıkıyoruz. Öyle bilimler
var ki kafamızı besleyecek yerde engel ve yük oluyorlar bize,
öyleleri de var ki iyileştirecek yerde
öldürüyorlar bizi. (Kitap 3, bölüm 12)
Halkı bir tek insan, bir tek insanı bütün halk gibi gör. (Kitap 1, bölüm
39)
TÜRK ORDULARINDAKİ DİSİPLİN
Askerlerin düşmandan çok komutanlarından
korkmalarını isteyen o eski ahlak ne
oldu? Şu güzelim örneğin benzeri nerde: Bir elma ağacı Roma ordusunun kamp kurduğu bir yerin
ortasında kalmış da ertesi gün ordu
çekilip giderken olgun, nefis elmaları bir teki eksilmeden sahibine bırakmış. İsterdim ki gençlerimiz
vakitlerini pek yararlı olmayan
gezintiler ve pek onurlu olmayan uğraşlarla geçirecek yerde biraz gidip yaman bir Rodoslu kaptanın bir
deniz savaşını nasıl yönettiğini, biraz
da Türk ordularındaki disiplini görsünler. Çünkü bizimkinden çok ayrı ve çok üstün onlardaki
disiplin. Bizim askerlerimiz seferde
eskisinden daha uygunsuz, sorumsuz, Türk
askerleriyse tersine daha ölçülü, daha çekingen davranıyorlar. Çünkü, onlarda, barış zamanı fakir rahatsız
etmek, malını çalmak birkaç kötek
cezasıyla geçiştirildiği halde, savaşta en ağır cezaları görüyor. Parasını vermeden bir tek yumurta
almanın cezası tam elli sopa. Onun
dışında, karın doyurmayan, az ya da çok değerli herhangi bir şeyi çalanlar hemen kazığa geçiriliyor ya
da başları kesiliveriyor. Fatihlerin en
zalimi olan Selim üstüne yazılanları okurken şaştım: Mısır'ı aldığında Şam şehrini bolluk ve
güzellikle saran eşsiz bahçelere
askerlerinden hiçbirinin eli değmemiş; hem de kapalı değil açık oldukları halde. (Kitap 3, bölüm
12)
ÖLÜME
HAZIRLANMA
Çoğu zaman ölüme hazırlanma ölümün
kendisinden daha fazla azap vermiştir
insana. Eskilerden biri, hem de akıllılarından biri söyler bunu:
Minus afficit sensus fatigatio quam cogitatio (Quintilianus) Duymak düşünmekten daha az üzer bizi. Ölümü yanı başımızda duymak kimi zaman
birden, kaçınılmaz bir şeyden kaçınmama
kararını verdirir bize. Eski zamanda gladyatörler görülmüştür ki, korka korka çarpıştıktan
sonra ölümü yiğitçe karşılamış, gırtlaklarını
düşmanın kılıcına uzatıp ölümü kendileri
istemişlerdir. Uzağımızdaki ölümü düşünmek daha sürekli,
dolayısıyla daha zor katlanma çabası
ister. Ölmesini bilmiyorsanız, hiç
tasalanmayın; doğa hemen gereğince ve yeterince öğretir size; bu işinizi o görüleceği gibi görür siz yormayın
kendinizi. Incertam frustra, mortales,
funeris horam Quaritis, et qua sit
mors aditura via. (Propertius) Boşuna
bilmek istiyorsunuz, ölümlüler Ölüm
saatinizin ne zaman, ne yoldan geleceğini.
Paena minor certam cubito preferre ruinam Quod timeas gravius sustinuisse diu.
(Ciallus) Kaçınılmaz bir belaya birden
katlanmak Uzun süre korku azapları
çekmekten yeğdir. Yaşamayı ölüm
kaygısıyla, ölümü de yaşama kaygısıyla
bulandırıyoruz. Biri dertlendiriyor, öteki korkutuyor bizi. Ölümün kendisine karşı hazırlanıyor
değiliz aslında. Çarçabuk olup biten bir
şey bu. Çeyrek saatlik, uzantısız, zararsız bir azap için ayrıca uzun boylu kafa yormalara değmez. Doğrusunu
isterseniz, ölüm hazırlıklarına karşı
hazırlanıyoruz. Filozofi bize ölümü hep göz
önünde tutmamızı, vaktinden önce görüp üstünde düşünmemizi buyuruyor, sonra da bu öngörüp düşünmelerin
bizi üzmemesi için alacağımız
tedbirleri, uyacağımız kuralları öğretiyor. Hekimler de öyle yapmıyorlar mı? Bizi hastalıklar içine atıyorlar ki
üstümüzde ilaçlarını ve sanatlarını
kullansınlar. Yaşamasını bilmemişsek bize ölmesini öğretmek yersizdir. Dayanaklı olarak, iç rahatlığıyla
yaşamasmı bilmişsek aynı biçimde
ölmesini biliriz.; Bırakalım onlar diledikleri kadar övünsünler. Tota filosoforum vita commentatio morts
est. (Cicero) Filozofların bütün
hayatı ölüm üstüne düşünmedir. Bana
sorarsanız, ölüm yaşamın ucudur, ama amacı değil; sonu, bitimidir, ama konusu değil. Yaşamın gözlerini
dikeceği şey kendi kendisi olmalıdır.
Ona gerekli olan çaba kendini düzenlemek,
yönetmek, kendi kendisine katlanmaktır. Yaşama biliminin bu genel ve başlıca bölümünün içerdiği daha birçok
işler arasında ölmesini bilme de vardır;
ve bu iş, korkunun ona verdiği ağırlık olmasa, en hafiflerindendir. Yararlılık ve yalın gerçeklik bakımından
basit insanların bize verdiği dersler,
bilimin tam ters yönde verdiği dersleri hiç de aratmazlar. İnsanların zevkleri ve güçleri değişiktir
onları kendilerine göre, değişik
yollardan yönetmek gerekir. Quo me
comque rapit tempestas, deferor hospes (Horatius) Fırtına nereye atsa beni, orda bir yer
vardır yaşanacak. Çevremdeki
köylülerden hiçbirinin son saatlerini nasıl bir tutum, nasıl bir yürekle geçireceği üstüne düşündüğünü
görmedim. Doğa ona ölümü yalnız öleceği
zaman düşünmesini öğretmiştir. Ölümü
Aristoteles'ten daha güzel bir davranışla karşılar çünkü. Aristoteles hem ölümün hem de uzun bir hazırlanmanın
çifte baskısı altındadır. Oysa Caesar'a
göre de en az düşünülmüş olan ölüm, en mutlu ve en ağırlıksız ölümdür. Plus dolet quam messes est, qui ante dolet
quam messe est. (Seneka) Gereğinden
önce dertlenmek, gereğinden fazla dertlenmektir. Ölüm düşüncesinin acılığı bizim onu
kurcalamamızdan geliyor. Doğanın
gerektirdiklerini ondan önce düşünüp yönetmeye kalkmak yüzünden hep başımızı derde sokarız böyle.
Yalnız bilginlerdir sapa sağlamken ağız
tadıyla yemek yiyemeyen ve ölüm düşüncesiyle
kasılıp kaşlarını çatanlar. Basit insan yalnız iş başına geldiği
zaman çare ve avuntu arar ve ne kadar
duygulanıyorsa o kadar da düşünür. Hep
demez miyiz ki kaba halkın, başına gelenlere, sabırla katlanması, gelebilecek korkunç belalarıysa hiç aklından
geçirmemesi kafasızlığından,
sersemliğinden gelir; ruhları kalın ve katı olduğu için etkilenmesi, sarsılması daha zordur. Eh,
öyleyse biz de artık sersemlik okulunda
yetiştirelim kendimizi. Bilimlerin bize vaadettikleri son mutluluk budur ve sersemlik ne rahatlıkla
götürüyor ona öğrencilerini. (Kitap 3,
bölüm 12) Gideceği limanı bilmeyene
hiçbir rüzgardan hayır gelmez. (Kitap 2,
bölüm 2)
ÇİRKİNLİK ÜSTÜNE
En
büyük değerlerin kusursuz bir örneği olan Sokrates'in o dedikleri çirkinlikte, ruhunun güzelliğine aykırı bir
yüze ve bedene düşmüş olmasına pek
içerlerim; o Sokrates ki güzelliğin aşığı, delisidir. Doğa haksızlık etmiş ona akla ne yakın gelen,
ruhla bedenin birbirine uygun ve
bağıntılı olmasıdır. Ipsi animi magni
refert quali in corpore locati sint; multa enim e corpore existunt quae acuant mentem, mufta
quae obdundant. (Cicero) Ruhların
yerleştikleri beden yapısının niteliği pek önemlidir; çünkü birçok beden özellikleri vardır ki ruhu
keskinleştirir; birçokları da vardır ki
körletir. Cicero'nun körletici beden
özelliğiyle demek istediği bozuk ve
biçimsiz bir yaratılış çirkinliğidir. Ama biz ilk bakışta ve
genellikle yüzde gördüğümüz, bizi sudan
nedenlerle yadırgatan bir alımsızlığa da
çirkinlik diyoruz: üzgün, kusursuz organlar üstündeki tende, bir lekede, bir
yüz çatıklığında bilinmez nedenlerle hoşa gitmeyen bir alımsızlığa. Dostum La Boetie'de çok güzel
bir ruhun büründüğü çirkinlik bu
türdendi. Yüzeydeki bu çirkinlik, pek çarpıcı olmakla birlikte ruh hallerine daha az zarar verir,
insanların görünüşündeki yeri de pek
kesin değildir. Biçimsizlik, çarpıklık dediğimiz öteki çirkinlik insanın içini etkileyebilir. Her iyi
cilalanmış deri pabuç değil, ama her iyi
yapılmış pabuç içindeki ayağın biçimini belli eder. (Kitap 3, bölüm 12)
CİNSEL EYLEM ÜSTÜNE
Cinsel eylem insanlara ne kötülük etti ki
kimse utanmadan söz edemiyor ondan,
ciddi ve edepli konuşmalarda yer verilmiyor ona? Hiç sıkılmadan öldürmek, çalmak, aldatmak
diyebiliyoruz da ona geldi mi
kısıveriyoruz sesimizi. Neden acaba? Yoksa onun sözünü ağzımızda ne kadar az harcarsak düşüncesi
kafamızda o kadar büyütmeye hak mı
kazanıyoruz? Çünkü, bilirsiniz, en az kullanılan, en az yazılan, en saklı tutulan sözler en iyi
bellenen, en çok insanca bilinen
sözlerdir. Her yaşta, her baştaki insan onu ekmeği bildiği kadar bilir. Dile, sese, harfe gereği olmadan
herkesin içine yazılır. Suskunun
dokunulmazlığı içine kapamışız cinsel eylemi: Çıkarmak bir suçtur ordan onu, suçlamak ve yargılamak için bile
olsa. Ancak dolambaçlı sözler ve
resimlerle kırbaçlamaya kalkabiliriz onu. Böylesine tiksindirici olmak bir suçlu için ne büyük
onur: Adalet dokunmayı, bakmayı suç
sayıyor bu suçluya! Cezasının ağırlığı özgürlük, dokunulmazlık kazandırıyor suçluya. Kitaplar
için de öyle olmuyor mu? Ne kadar
yasaklanırlarsa o kadar daha çok satılıyor, o kadar daha çok okunuyorlar. (Kitap 3, bölüm 5)
İNSANA
GÜVEN GÖSTERMENİN YARARI
Adamın biri evimi ve beni bir pusuya düşürmeyi
kurmuş. Kurnazlığı kapıma önce yalnız
gelip içeriye girmekte biraz telaş göstermek oldu. Kendisini adından tanıdım; komşum ve az çok
da benden yana olduğu için ona
güvensizlik gösteremezdim. Herkes gibi ona da kapımı açtırdım. Bir de baktım adam korkular içinde,
atı soluk soluğa, bitik bir halde. Şu
masalı anlattı bana: Bizden yarım fersah ötede, benim de tanıdığım, kavgalı olduklarını bildiğim bir
düşmanıyla karşılaşmış; düşmanı dolu
dizgin ardına düşmüş; gafil avlandığı ve yanında az adamı olduğu için can havliyle benim kapıya
dar atmış kendini; adamlarını çok merak
ediyormuş; ya ölmüş ya da yakalamışlarmış.
Ben saflıkla onu avutmak, güvenlendirek ve ferahlatmak için elimden geleni yaptım. Az sonra, askerlerinden dördü
beşi aynı surat ve aynı telaşla içeri
girmek istediler; ardından başkaları, daha başkaları sökün etti; yirmi beş otuz kadar oldular; hepsi
tepeden tırnağa silahlı ve hepsi
düşmanlarından kaçma numarası yapmakta idiler. Bu kadarı bende kuşku uyandırmaya başladı. Ne
zamanlarda yaşadığımızı, benim evim ene
kadar göz dikildiğini biliyordum ve tanıdıklarım arasında böyle baskınlara uğramış olanlar
vardı. Ne var ki, başladığım nezaketi
sonuna götürmemekte bir kazancım olmayacağı ve caymakla bütün ipleri koparmış olacağımı düşünerek,
her zamanki gibi, işi oluruna, en doğal
ve basit yoluna bırakıp hepsine kapımı açtırdım. Doğrusu, ben aslında yaratılıştan
güvensizliğe ve kuşkulara düşmeyen bir
insanımdır. Bana kötülük edenleri
dinlemeye, hoşgörmeye çalışırım. Ejderhalara
ve mucizelere nasıl inanmıyorsam, çok büyük tanıklar olmadıkça insanlarda doğa dışı korkunç canavarlıklar
olacağına inanmam. Ayrıca ben kadere
seve seve boyun eğebilir, kendimi onun kollarına bırakabilirim. Böyle oluşumdan da bugüne dek
zarardan çok yarar gördüm. Kader hep
benden daha akıllı davranıp benim çıkarımı
benden daha iyi sağladı. Yaşamımda başarılmış zor, ya da belki akıllıca denebilecek birkaç eylem vardır.
Bilin ki bunlarda benim payım üçte bir,
kaderin payıysa en az üçte ikidir. Bence
başarısızlıklarımız kadere yeterince güvenmemekten ve elimizde olmayan bir gücü kendi davranışımıza
bağlamaktan geliyor. Dilediklerimize
varamayışımız çok kez bundan ötürüdür. Kader
insan aklına, onun zararına olmak üzere verdiğimiz hakları kıskanıyor ve biz ne kadar artırırsak o da o kadar
azaltıyor bu hakları... Uzatmayalım,
o adamlar at üstünde evimin avlusunda beklediler. Şefleri benimle içeri girmiş, adamlarından
haber alır almaz gideceğini söyleyerek
atının ahıra götürülmesini istememişti. Giriştiği işi artık avucuna almış durumdaydı; geri kalanı eyleme
geçivermesiydi yalnız. Sonradan çok kez
anlatmışlar bana; çünkü bu yaptığını anlatmaktan sakınmıyordu hiç. Yüzüm, davranışım, açık
yürekliliğim kalleşliği söküp atmış
içinden. Adamları vereceği işaret için hep gözlerine bakıp dururken o birden atına bindi ve onlar bu
kazançlı durumunu nasıl tam sonunda
bırakmasına şaşadursunlar, çekti gitti. (Kitap 3, bölüm 12)
KENDİNİ
ÖLDÜRME
Hegesias dermiş ki: Yaşamanın yolu gibi
ölmenin yolunu da kendimiz seçmeliyiz.
Diogenes, filozof Speusippos'a rastlamış.
Tutulduğu iyileşmez fil hastalığından ötürü kendini sedyeyle
gezdirten Speusippos: Selam sana,
Diogenes, demiş. Sana selam yok, diye
karşılık vermiş Diogenes, sen ki bu halinle yaşamaya katlanıyorsun hala. Bir zaman sonra filozof öylesine zor
yaşamaktan sıkılarak kendini öldürmüş. Bunun tersi düşünceler de yok değil.
Birçoklarına göre de bu dünya kışlasını,
bizi oraya koyanın buyruğu olmadan bırakıp gidemeyiz. Tanrı bizi yalnız kendimiz için değil, ona ve
başka insanlara hizmet etmek için
yollamış; onun izniyle gidebiliriz ancak, kendi iznimizle değil. Doğuşumuz bizden çok ülkemiz içindir.
Yasalar kendi çıkarları için hesap
sorarlar bizden; bizi öldürme hakkı onlarındır;
görevimizden kaçtığımız için hem bu dünyada, hem ötekinde cezalanırız. Bizi bağlayan zinciri taşımak onu kırmaktan
daha fazla yürek ister ve yurdu için
bütün cefalara katlanan Regulus, kendini öldüren Cato'dan daha üstün bir yılmazlık sınavı vermiştir.
Gözü kararma ve sabırsızlanmadır bizi
ölüme koşturan. Dinç erdem hiçbir belaya sırtını çevirmez; dertleri ve acıyı arar, yiyeceğini
arar gibi zalimlerin korkutmaları,
işkenceler, cellatlar diriltir, dinçleştirir onu; Duris ut ilex tonsa bipennibus Nigra feraci frodis in Algido Per damna, pen cades, ab ipso Ducis opes animumque ferro. (Horatius) Karanlık ormanında Algido'nun Dalları baltayla budanan meşe gibi Bu belalar, bu cefalar, bu zincirler Yiğitliğine yiğitlik katar onun. Bir
başkası da şöyle der: Non est
ut putas virtus, pater, Timere vitam,
sed malis ingentibus Obstare, nec se
vertere ac retro dare. (Seneka) Erdem
yaşamaktan korkmakta değil, baba,
Belalara karşı koyup diretmekte
Yolundan dönmemektedir. Bir
başkası da şöyle: Rebus in adversis
facile est contemnere mortem; Fortius
ille facit qui miser esse potest. (Martialis)
Kolaydır ölümü küçümsemek başımız dertteyken, Daha yiğittir başına gelene katlanan. Yigitlere değil korkaklara yaraşır feleğin
sillesinden kaçmak için bir çukura, ağır
mezar taşları altına büzülmek. Fırtına ne kadar sert olursa olsun, yiğit olan şaşmaz yolundan
yordamından. Si fractur illabatur
orbis, Imparidam ferient ruina.
(Horatius) Dünya parçalanıp yerle bir
olsa Yiğitçe katlanır
yrkılmasına. Başka dertlerden
kaçmaktır en çok bizi ölmeye iten; o kadar ki,
ölümden kaçmak kimi zaman ölüme koşturur bizi. Hic, rogo, non furor rest, ne moriare,
mori? (Martialis) Delilik değil
midir, sorarım, ölüm korkusundan ölmek?
Uçurum korkusuyla kendi kendilerini uçuruma atar kimi insanlar. Usque adeo, morits formidine,vitae Precipit humanos odium, lucisque
videndae, Ut sibi consciscant
maerenti pectore lethum, Obliti
fontem curarum hunc timorem. (Lucretius)
Ölüm korkusuyla insanlar
Bıkarlar yaşamaktan, ışıktan;
Atılırlar ölüme, ölümden korkmanın
Dertlerin kaynağı olduğunu unutarak.
Platon yasalarında, en yakınını, en iyi dostunu yani kendisini öldürenin onursuzca gömülmesini ister, eğer
bu işi kamu yargısıyla, kaderin başına
getirdiği önlenmez, çekilmez bir dert, katlanılmaz bir utanç yüzünden değil de, korkaklığından,
ürkek bir ruhun güçsüzlüğünden ötürü
yapmışsa. Yaşamımızı horgörmek de gülünç bir
düşüncedir aslında; çünkü yaşam bizim varımız yoğumuz, her şeyimizdir. Daha soylu, daha zengin bir
varlığı olan şeyler bizimkini
kötüleyebilir; ama bizim kendimizi hor görüp hiçe saymamız doğaya aykırıdır; başka hiçbir yaratıkta görülmeyen
özel bir hastalıktır kendinden nefret
etmek, yüz çevirmek. Olduğumuzdan başka olmayı
dilemek gibi bir saçmalıktır bu. Bu dilek yerine gelse bile bize bir
şey kazandırmaz. İnsanken melek
oluvermeyi isteyen kendi için bir şey yapmaz, olduğundan daha iyi olmaz; çünkü
kendisi ortada kalmayınca kim tadacak,
değerlendirecek bu değişmeyi onun yerine? (Kitap 2, bölüm 3)
Kendiliğinden doğuveren halk şiirinin öyle saf ve yalın
güzellikleri oluyor ki en olgun şiir
ustalığının ulaştığı başlıca güzellikle
kıyaslayabiliriz: Gaskonyalıların türkülerinde, hiç bilimden, okur yazarlıktan haberi olmayan kimi ulusların
türkülerindeki şiir gibi. Bu iki şiirin
arasında kalan orta halli şiiri ise küçümser, beğenmez, tutmayız. (Kitap 1, bölüm 56)
BÜYÜK EYLEMLER VE YAŞ
Benim
bildiğim kadarıyla bütün güzel insan eylemleri, ne türden olursa olsun, sanırım eski zamanda da bizim
zamanımızda da, otuz yaş sonrasından
daha çok otuz yaş öncesinde başarılmıştır. Aynı
insanların yaşamlarında da çok kez öyle. Bunu Anibal ve büyük hasmı Scipio için hiç yanılmadan söyleyemez miyim?
Yaşamlarının yarısından çoğunu,
gençliklerinde kazandıkları ünle yaşadılar. O
yaştan sonra başka herkese göre büyük adam oldular, ama kendileri bakımından hiç de olmadılar. Ben kendi
hesabıma, otuz yaşımdan sonra beden ve
kafa gücümün artmaktan çok azaldığından,
ilerlemekten çok gerilediğinden eminim. Zamanlarını iyi
kullananların bilgileri, görgüleri
yaşadıkça artabilir; ama canlılık, çeviklik,
sağlamlık gibi kendi içimizdeki daha önemli, daha özgün yetenekler yaşla soluyor, gevşiyorlar: Ubi jam validis quassatum est viribus
oevi Corpus, et obstusis ceciderint
viribis artus. Claudicat ingenium,
delirat finguaque mensque. (Lucretius)
Yaş ağır basınca bedenimiz üstüne
Aşınan çarklar zor döner olunca
Kafa sendeler, saçmalar, sayıklar.
Kiminde beden, kiminde kafa pes eder ilkin yaşın ağırlığı altında. Beyinleri midelerinden ve bacaklarından daha
önce yıprananları çok gördüm. Bu dert,
ona uğrayanın pek fark etmediği, açıkça belli
olmadığı için daha da tehlikelidir. Bundan ötürü yasaların bize fazla
iş gördümesinden çok, işe çok geç başlatmasından
yakınmaktayım. Bana öyle gelir ki,
yaşamın dayanıksızlığı, her gün türlü olağan tehlikeler içinde bulunması göz önünde tutularak,
başlangıç dönemine, işsiz yaşamaya,
çıraklığa o kadar fazla yer verilmemeli. (Kitap 1, bölüm 57)
SAKLANAN
KÖTÜLÜKLER
Günahlarımızı ortaya dökmek, ayıp olsa bile,
bunun örnek olup herkese uygulanması
tehlikesi pek yoktur. Aristo der ki, insanların en çok korktukları rüzgarlar, saklı yerlerini
açan rüzgarlardır.
Alışkanlıklarımızı saklayan o saçma örtüleri sıyırıp atmak gerekir aslında. Niceleri vicdanlarını kerhaneye
gönderip davranışlarını kurallara
uyduruyorlar. Hainler, katiller bile nezaket kurallarını benimsiyor, ödevlerini bundan ibaret
sayıyorlar. O kadar ki haksızlığın
kibarlıktan yana, kötülüğün edepten yana bir eksiği olmayabiliyor. Ne yazık ki kötü insan budala
da olmayıp kötülüğünü edep altında
saklamasını beceriyor. (Kitap 3, bölüm 5)
KİTAPLAR
VE İNSANLAR
Ne yapacağız bu insanlarla? Yalnız kitaba
girmiş tanıklıklara önem veriyor insanlara
kitaba girmedikçe, doğruluğu geçerli yaşı olmadıkça inanmıyorlar. Budalalıklarımızı harflere
dökünce saygınlaştırmış oluyoruz. Okudum
demek, birinden duydum demekten çok daha ağır
basıyor. Ama ben insanların ellerini ağızlarından daha inanılır bulmadığım, konuşurken saçmaladığımız kadar
yazarken de saçmaladığımızı bildiğim ve
bizim çağımızı geçmiş başka bir çağdan
ayırmadığım için, Aulus Gellius ya da Mavrobius kadar benim bir dostumu, onların yazdıkları kadar benim
gördüklerimi öne sürebilirim. Onlar
nasıl erdem için uzun sürmekle daha büyük olmaz diyorlarsa ben de doğruluk için, yaşı büyüdükçe akla
daha yakın olmaz diyorum. Sık sık
söylerim: Örneklerimizi hep yabancılardan ve okul kitaplarından vermemiz ahmaklıktır düpedüz.
Örnekler, Homeros'un, Platon'un
zamanında olduğu kadar boldur bugün de. Ama biz
düşüncenin doğruluğundan çok, ömeklerin gösterişi peşindeyiz; kanıtlarımızı kitapçı Vascasan ya da Platin
dükkanından alıp kullanmak kendi
köyümüzde gördüklerimizden çıkarmaktan daha üstün bir doğruluk sağlarmış gibi. Ya da belki
gözümüzün önündekileri ayıklayıp
değerlendirmeye, onları sıcağı sıcağına
eleştirip örnek haline getirmeye yatkın değil kafamız. Çünkü, kendi tanıklığımıza güvenecek kadar bilgin ve
yeterli değiliz dersek, yersiz söz etmiş
oluruz. O kadar ki, bence, en orta malı, en çok bilinen, en gösterişsiz şeyleri kendi ışıklı yanlarından
görebilirsek, onlardan doğanın en büyük
mucizeleri, ömeklerin en zenginleri çıkarılabilir, özellikle insan eylemleri konusunda.
MUTLULUĞUN BİZE GÖRELİĞİ
Zenginlik
bize ne iyilik eder, ne de kötülük: Her ikisi için de malzeme verir bize. Ondan daha güçlü olan
ruhumuz ve malzemeyi dilediği gibi
evirir, çevirir ve kullanır; mutlu ya da mutsuz oluşunun tek nedeni ve sorumlusu kendisidir. Dış varlığımız tadını ve rengini iç
varlığımızdan alır nasıl ki giysilerimiz
bizi kendi sıcaklıklarıyla değil bizim sıcaklığımızla ısıtırlar: Onu koruyup beslemektir yalnız
görevleri. Onları soğuk bir bedene
giydirirseniz, soğukluğu korur ve beslerler: Kar ve buz öyle saklanır...
Hiçbir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu
niteliği veren. Büyük ve yüksek şeyleri
görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması
gerekir; yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin
görülmesi değildir yalnız, nasıl
görüldüğü de önemlidir. (Kitap 1, bölüm 14)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar