73 yıl sonra aynı günlerde yine aynı ihanet itirafları
Anadolu Ajansı’nın hafta başında geçtiği bir haber, gazetelerde oldukça
küçük şekilde yeraldı: Filistinli lider Yaser Arafat ‘Mescid-i Aksa’yı
Türkiye’nin korumasını’ istemiş, Filistinli Bakan Salim Tamari de ‘Osmanlı
Türk’ünün kıymetini bilemedik. İhanetin bedelini ödemeye devam ediyoruz’
demişti.
Aynı sözleri bundan tam 73 yıl önce
bir başka Arap lider, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Arap Yarımadası ile
Ortadoğu’nun elimizden çıkmasıyla neticelenen Arap isyanını başlatan Şerif
Hüseyin de etmiş ve 1931 Mayıs’ında sürgünde yaşadığı Amman’da ölüm
döşeğindeyken ‘Osmanlı’ya kılıç çekmemeliydim. İhanetimin bedelini ödüyorum’ diye
itirafta bulunmuştu. 73 yıl arayla aynı aylarda yapılan bu itiraflar, bana hiç
de tesadüfmüş gibi gelmiyor.
ANADOLU Ajansı’nın hafta başında geçtiği ilginç bir haber Aláattin Çakıcı’nın
kaçması, Erol Aksoy’un mallarına el konulması, Cumhurbaşkanı’nın YÖK
yasasını veto etmesi gibi diğer haberlerin arasında geniş bir yer bulamadı ve
kaynayıp gitti: Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ‘Mescid-i Aksa’yı
Türkiye’nin korumasını’ istemiş, Filistinli Bakan Salim Tamari de ‘Osmanlı
Türk’ünün kıymetini bilemedik. İhanetin bedelini ödemeye devam ediyoruz’
demişti.
Yaser Arafat ve bakanı, bu sözleri Filistin’e giden Türkiye-Filistin Parlamentolararası
Dostluk Grubu’nun üyeleri ile görüştükleri sırada söylemişlerdi. Grubun başkanı
olan AKP Manisa Milletvekili Hüseyin Tanrıverdi, gezi dönüşü TBMM’de bir
basın toplantısı yaptı ve Yaser Arafat’ın ‘Türkiye gerçek
dostumuzdur, bize yardım eder. Mescid-i Aksa’nın adını siz verdiniz. Orası
sizin, siz koruyun’ dediğini söyledi. Yine Hüseyin Tanrıverdi’nin
söylediklerine göre Filistinli Bakan Salim Tamari de ‘Osmanlı
Türkü’nün kıymetini bilemedik. Onlara ihanet ettik. İhanetin bedelini ödedik,
ödemeye devam ediyoruz’ diye yakınmıştı.
Arafat’ın söyledikleri beni önce şaşırttı. Filistinli lider ‘Mescid-i Aksa’nın
adını siz verdiniz’ derken hata ediyordu, üstelik bu hata öyle pek küçük
değil, oldukça büyüktü; zira Kudüs’teki meşhur ‘Mescid-i Aksa’ya bu ismi
biz vermemiştik. ‘Mescid-i Aksa’ sözü Kur’an’da geçerdi ve cami, Hazreti
Muhammed’in miraca çıkmasından bahseden İsra Suresi’nde aynen bu adla
anılırdı. Demek ki Yaser Arafat çektiği sıkıntıların, yaşının ve
hastalığının etkisiyle artık böyle hatalar yapmaya başlamıştı.
Ama Arafat’ın bakanının, yani Salim
Tamari’nin sözlerini okuyunca, ‘Ben böyle günah çıkarmaları daha önce
bir yerlerden işitmiştim’ diye düşündüm. Bu ifadeler Ortadoğu’nun bir başka
liderinin, bundan tam 73 sene önce söyledikleriyle tıpatıp aynıydı: Arap
Yarımadası’nın ve Ortadoğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda elimizden çıkmasıyla
neticelenen Arap isyanını başlatan Mekke Şerifi Hüseyin’in 1931
Mayıs’ında Amman’da ölüm döşeğinde iken söylediği son sözleriyle...
MEĞERSE DİNDEN ÇIKMIŞIZ!
İşte, bize karşı ilán ettiği cihadla
onbinlerce askerimizin çöllerde can vermesine sebep olan Şerif Hüseyin’in
isyanının ve seneler sonraki pişmanlığının kısa öyküsü:
Bizim ‘Şerif Hüseyin’ dediğimiz
Hüseyin bin Ali, 1856’da Mekke’de doğdu. Sultan Abdülhamid’in
iktidarı sırasında Arap bağımsızlığı hevesine düştüğü farkedilince İstanbul’dan
ayrılması yasaklandı. Senelerce evinden dışarıya adım atamadı ama Abdülhamid’i
deviren İttihadçılar akıl almaz bir iş yapıp Hüseyin’i Mekke’ye ‘Emir’
tayin ettiler.
Derken Birinci Dünya Savaşı patladı ve
Hüseyin’in İngilizler’le çok önceden başlayan teması semeresini verdi,
kendisini ‘Hicaz Kralı’ ilán etti ve zamanın hükümdarı Sultan Reşad’ın
ilán ettiği cihada karşı iki ayrı cihad bildirisiyle cevap verdi.
26 Haziran 1916 tarihli ilk bildirisi ‘...Türkler
dinden çıktılar. İslám’ın kanunlarını ve geleneklerini ihlál ediyorlar. Artık
Allah’ın emirlerine uymuyor, emredilenin aksini yapıyor, biz Araplar’ın
asırlardır devam edegelen ádetlerine saygı göstermiyorlar’ diye başlıyor, ‘Araplar’ın
Türk idaresine karşı cihada girişmeleri farzdır...’ sözleriyle bitiyordu.
10 Eylül 1916’daki ikinci bildirisinde ise ‘...İslam dünyasındaki bütün
kardeşlerimi bu yıkıcı, bozguncu, aptal ve alçak kişilere (yani, biz
Türkler’e) itaat etmemeye çağırıyorum. Allah’a itaat etmeyenlere itaat
edilmez!’ diyordu.
İngilizler’in meşhur casusu Lawrens’in
Arap kabilelere dağıttığı altınlar Arap dünyasına İstanbul’daki
Sultan-Halife’nin ilán ettiği cihaddan daha cazip geldi ve Şerif Hüseyin’in
başlatığı isyanla sadece Arap Yarımadası’nı ve Ortadoğu’yu değil, onbinlerce
askerimizi de geri gelmemecesine oralarda bıraktık.
BUNLAR TESADÜF DEĞİL
Ama bizim uğradığımız bütün bu
kayıplar Şerif Hüseyin’e de birşey kazandırmadı ve hayalleri boş çıktı.
Krallığından sonra ilán ettiği hiláfetini kendisine bağlı birkaç kabile dışında
hiç kimse tanımadı, sonra talihi tersine döndü ve Arabistan Krallığı tahtını
1924’te Suudi Arabistan’ın şimdiki hákimi olan Suudi hanedanının kurucusu İbn-i
Suud’a terkedip Kıbrıs’a kaçmak zorunda kaldı.
Şerif Hüseyin, 1931 Haziran’ının ilk haftasında Amman’da, sürgünde öldü. Başında
bekleyenler ölümünden birkaç gün önce, henüz kendisini kaybetmediği sırada ‘Osmanlı’ya
kılıç çekmemeliydim. İhanetimin bedelini ödüyorum’ diye sayıkladığını ve
liderliğini yaptığı isyanın ailesinin üzerine bir lánet, bir şeamet getirmesi
endişeleri içerisinde can verdiğine şahit oldular. Derken, oğullarının hiçbiri
yatağında can veremedi, ya bir suikastte yahut şaibeli ameliyatlarda ölüp
gittiler. Uğursuzluk torunlarına kadar uzandı ve soyundan gelen birçok kral
hayattan aynı şekilde ayrıldı.
Aradan tam 73 yıl geçtikten sonra bir
başka Arap liderin ‘Osmanlı Türk’ünün kıymetini bilemedik. İhanetin bedelini
ödemeye devam ediyoruz’ demesi bana hiç de tesadüfmüş gibi gelmiyor.
Filistin’in halini padişah torunundan
okuyun
KUDÜS’te 401 sene boyunca devam eden hákimiyetimiz, İngiliz Generali Sir
Edmund Henry Hynmann Allenby’nin 1917’nin 9 Aralık günü Araplar’ın ‘Babu’l-Halil’
yani ‘Hazreti İbrahim Kapısı’ mánásına gelen ‘Halil Kapısı’
dedikleri Yafa Kapısı’ndan şehre girmesiyle noktalanmıştı.
1914’te durup dururken girdiğimiz
dünya savaşı sonrasında çöken cephelerimizin arasında Filistin de vardı.
İngiliz ordusunun 7 Kasım 1917’de başlattığı son saldırıya karşı koyamamış ve
çekilmeye başlamıştık. Önce Gazze’yi verdik, sonra 120 kilometre geriye gittik
ve Suriye’de tutunmaya çalıştığımız sırada Filistin’in tamamı bir anda
elimizden çıkıverdi.
Tam 401 sene boyunca başında
İstanbul’dan giden idarecilerin bulunduğu Kudüs artık İngilizler’indi. ‘Böyle
kutsal bir şehre at üzerinde girilmez’ diyen General Allenby, 9
Aralık’ta Yafa Kapısı’ndan Kudüs’e adımını attığı sırada birçok Avrupa
ülkesinde kiliseler ‘zafer çanı’ çalmadaydı.
Şimdi, bütün bunları yazdığım için her
zamanki málum teranelerle ‘Araplar isyan değil, bağımsızlık hareketi
içerisindeydiler. Üstelik, Filistin’de Türkler’e karşı savaşmamışlardı’
diyecek olanlara peşinen söyleyeyim: Oturun ve en azından Allenby’nin
hatıralarını okuyun!
Filistin’de bugünlerde yaşanan
insanlık dramının daha derin boyutunu anlamak isteyenlere de bir kitap tavsiye
edeyim: Osmanlı hükümdarı Beşinci Murad’ın soyundan gelen çok önemli bir
Fransız gazetecinin, Kenize Murad’ın son çıkan kitabını, ‘Toprağımızın
Kokusu’nu...
Káni gitti, bu iş bitti!
KLASİK Türk Müziği, bir ay içerisinde ikinci üstadını da kaybetti. 4 Mayıs günü
hayata veda eden tanburun büyük ismi Ercümend Batanay’ın ardından dün
sabah da klasik icranın son büyük üstadı Káni Karaca da, gemiler
geçmeyen ummána göçtü.
Adana’da 1930’da doğan Káni Karaca’nın
gözleri henüz iki aylıkken görmez olmuş ama gönül gözü açılmış, ilkokul
sıralarındayken Kur’an’ı hıfzetmiş, 1950’de geldiği İstanbul’da Sadeddin
Kaynak, Sadeddin Heper, Münir Nureddin Selçuk, Hafız Ali Efendi, Nuri Halil
Poyraz ve Refik Fersan gibi o günlerin en büyük üstadlarından
dersler almış ve hem dini, hem de dindışı musikide emsalsiz bir yere ulaşmıştı.
Bundan üç sene önce, benim evimde Káni’nin
önüne video kamerayı yerleştirmiş, bir gün ve gece boyunca bütün hayatını
kaydetmiştim. Anlattıkları, gözleri görmediği için ayak bağı olur endişesiyle yaşaması
bile istenmeyen bir çocuğun azmi ve sebatı sayesinde zamanla nasıl üstadlık
mevkiine yükselebileceğinin ders mahiyetindeki örneğiydi.
Klasik müziğimize 1980 sonrasındaki
siyasi gelişmelerin etkisiyle hákim olan ‘mistik hava’nın bu geleneksel
sanatımızın kimliğini nasıl değiştirdiği ve nasıl zarar verdiği bilmem
dikkatinizi çekti mi? Klasik eserler, hattá saz eserleri bile dini kıyafete
büründü, müziğin dinamizmi yokoldu, şarkılar mevlid, iláhiler şarkı gibi okunur
hále geldi ve kesin sınırlarla ayrılmış olan dini ve dindışı yani klasik
musikimiz kalın perdelerden mırıldanılan, ne olduğu anlaşılmaz ama eski icra
ile yetişmiş olanları ikrah ettiren bir uğultu hálini aldı.
Káni Karaca’nın büyüklüğü de buradaydı, zira Káni, her tür musiki eserini yerli
yerinde, kurallarına uygun ve mükemmel şekilde icra eden son üstaddı. Klasikler
onun terennümüyle eski devrin tantanasını aksettirir, dini eserler ise
dinleyeni uhrevi bir álemin içine alırdı.
Yazının başlığında ‘Káni gitti, bu
iş bitti!’ dememin sebebi de bu... Artık dini ve dindışı musikiyi gereği
gibi icra edebilecek tek bir kişinin bile kalmamış olması...
Açıkça söyleyeyim: Káni Karaca’dan
sonra, Klasik Türk Müziği’nde geleneksel icra artık bitmiştir!
Benim gibi hastalık derecesindeki Káni
meraklıları, bu büyük san’atkárı bundan böyle sahip olduğumuz nadir
kayıtlarından dinlerken, beraberce geçirdiğimiz kahkaha dolu anları hasretle
yádedeceğiz.
1981 Nisan’ında kaybettiğimiz Münir
Nureddin Selçuk’un cenazesinin defninden hemen sonra ziyaretine gittiğimiz
rahmetli Fahire Fersan, ‘Bugün iki fatiha okudum’ demişti. ‘Biri
tááá çocukluktan beri arkadaşım olan Münir’e, öteki de musikiye...’
Yüzlerce senelik macerası dün sabah Káni
ile noktalanan musikiye bugün değil fatiha okumak, hatim indirmek bile az gelir!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar