GERALD MESSADIE...ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ
Histoire Gtntrale du Diable
İstanbul 1998
Messadie,
Gerald
Şeytanın Genel Tarihi
1. Tarih. 2. Din 3, Felsefe
İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1998
Çeviren: Işık Ergüden
Özel adların yazımında sırasıyla şu kitaplar esas
alınmıştır:
- “Table des noms
d’auteurs anciens et medidvaux,” Bulletnı de Philosophique Medi&vale,
Belçika, 1996
- Meydan
Larousse, 1992
~ Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, 1997
Kitabın orijinalinde kaynakça yer almamaktadır.
Kabala Yayınevi
içindekiler
1
ÖNSÖZ
Bu “Tarih”in Nedenleri,
7
2.
OKYANUSYA’NIN ÎKI ANLAMLI CİNLERİ, 23
3
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT, 63
4
ÇİN VE JAPON:
YAZI YOLUYLA ŞEYTAN ÇIKARMA, 95
5
ZERDÜŞT, İLK AYETULLAHLAR
VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU, 121
6
MEZOPOTAMYA
YA DA GÜNAHIN ORTAYA ÇIKIŞI, 153
7
KELTLER
YA DA ŞEYTANSIZ OTUZBEŞ YÜZYIL, 183
8 YUNAN
YA DA DEMOKRASİ YOLUYLA KOVULAN ŞEYTAN, 211
ROMA
YÂ DA ŞEYTAN’IN YASAKLANMASI, 245
10
MISIR YA DA AKLA GELMEYEN LANETLEME, 273
11
AFRİKA
DİNSEL EKOLOJİNİN BEŞİĞİ, 295
12
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ YA DA ANAVATAN, 325
13
KUETZALKOATL MUAMMASI,
TÜYLÜ YILAN VE AĞLAYAN TANRI, 347
14
İSRAİL YA DA GÖKSEL HİZMETKAR
İBLİSLERDEN MODERN ŞEYTANA, 383'
15
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
YA DA NEDEN-SONUÇ
KARIŞIKLIĞI, 421
16
BATENIN BÜYÜK GECESİ:
ORTAÇAĞ’DAN FRANSIZ DEVR1M1NE, 453
17
İSLAM VE DEVLET
GÖREVLİSİ ŞEYTAN, 489
18
MODERN ZAMANLAR VE TEMBELLİĞİN,'
NEFRETİN VE NİHİLİZMİN TANRISI, 515
19
SONUÇ
YERİNE BİRKAÇ DÜŞÜNCE, 547
DİZİN, 557
ÖNSÖZ
Bu
“Tarih’in Nedenleri
Seksenli yılların ortasında, ilginç olduğu kadar da
simgesel bir coğrafi yer değiştirme dünya kamuoyuna sunuldu. Gerçekten de, o
yıllarda Amerika Birleşik Devletleri Başkam, astrolojiyle de yakından ilgilenen
Ronald Reagan’ın SSCB’yi “Kötülük İmparatorluğu” olarak nitelediği görüldü.
Buna karşılık İran’ın fiili başkanı Ayetullah Humeyni de Amerika Birleşik
Devletlerini “Büyük Şeytan” ("Küçük Şeytanin kim olduğu hiçbir zaman
bilinemedi) olarak niteledi. Bu retorik bolluğundan çıkan ilk sonuç, Şeytan’ın
yurdu olan Cehennem’in herkes için aynı yerde bulunmadığıydı. İkinci olarak ise
Şeytan’ın politik olarak geçerli bir figür olduğu sonucu çıkıyordu. Oysa
herkes bilir ki politika yalanın alanıdır.
Aslında 1992 yılında, Cezayir İslam! Selamet Cephesi
lideri Abbassi Madani’nin başyardımcısı Ali Binhacı, “Tanrı’nın, Kuran’m ve S
ünnet’in buyruklarından uzaklaşan her parti Şeytan’ın partisini temsil eder,”
açıklamasıyla Şeytan’a yeni bir politik rol atfediyordu... Cehenneme yollanan
partiler gezegendeki politik partilerin neredeyse tamamıydı. Aynı ideoloji,
daha sonra, Şeytan’ın dolaylı rolünü şu terimlerle özetleyecekti: “Demokrasi
sorununa gelince, Müslüman bir ulusta en yüce iktidarın Tanrı’dan başka bir
mercinin elinde olamayacağı inancındayım. Biz halkın halk üzerindeki
iktidarına değil, Tanrı’nın halk üzerindeki iktidarına inanıyoruz.”1
Başka bir deyişle ve akıl yürütme yoluyla, Yaratıcının
karşıtı Şey1 “Hicap Bulaşması,” Jeune Afrique, 26 Mart-1
Nisan 1992.
ÖNSÖZ
tan demokraside var olamaz, çünkü orada Tanrı yoktur.
Buna karşılık, laik toplum bir Şeytan toplumudur.
Bu tür önermeler insanı öfke nöbetlerinden de ironiden
de uzak durmaya davet eder. Doğduğu andan itibaren Hıristiyanlık, dünyevi
kolları aracılığıyla, yeryüzünü Şeytan’m varlığı ve onun kralın ve papanın
birleşik iradesine uygun olmayan her şey içinde mevcut olduğu ilkesine
dayanarak yönetti. Onbinlerce hayat bu teokratik devlet kavranışını savunmaya
kurban edilirken, yalnızca Fransız Devrimi buna son verebildi.
Şeytan var mıdır? Bu kadar iddialı bir soru sormak
savında olunduğunda mütevazılık kendi yerinin belirlenmesini ister. Katolik Hıristiyan
olan ben; çocukluğumda Şeytan’m varlığı konusunda ikna edilmeye çalışıldım.
Öyle ki, hangi çılgınlıkla bilmiyorum ama, geceleyin şeytanın ayağımı
çekmesiyle bile tehdit edildim. Ciddi bir pedagojik hata; çünkü ben kuramsal
olarak bu kadar önemli bir kişiliğin bir çocuk üzerinde bu kadar gülünç
maceralara girişmesinden pek de saygıdeğer olmadığı yargısında bulunmakta
gecikmedim. Daha kötüsü, beni tehdit edenler onu belli bir mekânla sınırlandırıyorlardı:
Örneğin tuvaletlerden çıkmıyordu, bu da beni şaşkına çeviriyordu; belki
bağırsaklarından rahatsızdı. Mahzenlerden de çıkmıyordu, burası da oturmak
için pek saygın bir yer değildi. Birisine Tanrı’nın rakibi olma onuru
verilirse, herhalde başka yerde oturur. Çocuklara saçma şeyler söylemenin daima
kaybettirdiğini bugün anlıyorum. Çünkü, bu tür ipe sapa gelmez şeyler yinelene
yinelene bende bu kişiliğin varlığına ilişkin ilk kuşku tohumları atılmış oldu.
Yine de ısrar ettiler. Çöl’de İsa’yı O baştan
çıkarmıştı. Doğrusu söylevi bana inandırıcı gelmedi. Gerçekten de Şeytan,
Tanrı’nın oğlu kabul edilen birine, zaten sahip olduğu imparatorlukları önermek
için son derece aptal olmalıydı. Bu durumda ona niçin “Şeytan” demeli? Ya İsa
Tanrı’nın oğlu değildi ya da bilinçlere nüfuz eden Şeytan onun
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Her durumda ortada bir
yanlışlık vardı.
Cizvit papazları arasındaki din eğitimi derslerinde
-başka yerlerde de dendiğini sanıyorumŞeytan’a “Satan” denirdi. Bunun hiçbir
anlamı yoktur, çünkü sözcük Arapça Şitan’dan türemiştir ve sadece, kısaca,
şeytan anlamına gelir. Onun, gururunun kışkırtmasına boyun eğip başka bazı kötü
niyetlileri de düşüşe sürükleyerek efendisi Tanrı’ya karşı ayaklandığı ana kadar
Tanrı’mn yanında ikamet eden bir melek olduğu kesin olarak belirtildi.
Kışkırtma mı? Bu durumda kışkırtma Şeytan’dan önce vardı diye itiraz ettim hep;
dolayısıyla Kötülük ondan önceydi. Kötülüğün varsayılan mucidi O İse, bu nasıl
olabilir? Akıl yürütme tarzım Peder Vregille’i çok kızdırmış olmalı kiüç aylık
raporda beni kötü niyetli olmakla suçladı. Bugün, yarım yüzyıl sonra, soru
hâlâ yanıtsız kalmıştır ve hiçbir teoloji kitabı bu konuda beni henüz
aydınlatabilmiş değil.
Kimileri onu bir Latin adı olan Lucifer, sonra
Baalzebub, ardından da yirmi değişik adla adlandırdılar. Kavrama her yerde,
rastladım. Luther’in onu gördüğü ve kafasına hokka fırlattığı söylenir. Benim
ve başkalarının yararına, bu durum, Cinlilerin “ayan beyan” durumlarım anıştırdı.
Ancak bu söylenenler konuyu tam olarak aydınlatmaktan uzaktır. Nil’e bakan bir
terasta bir gün söyleştiğim ve Loudun Şeytanlan’m yazmış olan Aldoııs Huxley,
Urbain Grandier ve etrafındaki deh rahibeler olayında sanrı yaratan etkenin
büyük bir olasılıkla çavdar kılçığı olduğunu, Loudun rahibelerinin
gösterdikleri semptomların bu buğday paraziti zehirlenmesinin semptomlarına
şaşırtıcı ölçüde benzediğini açıkladı. Gerçekten de bu kılçık zihni rahatsız
ediyor ve saplantılara neden oluyordu. Ayrıca, kısa süre sonra, ünlü Pont-SaintEsprit
sanrıhları olayı meydana geldi; bunlar bozulmuş unla yapılmış ekmekleri
yedikten sonra cehennemi saplantılar içine girmişlerdi. Luther’in de bozulmuş
unla yapılmış ekmek yiyip yeme-
ÖNSÖZ
diği hiçbir zaman bilinemedi!
Çok daha sonraları, kuşkuculuğumun karşı çıktığı bir
bilgi beni bir “cinli”yi ziyaret etmeye yöneltti. Garip biçimde, erkek cinli
vakası kadın Cinliden çok daha azdır; bunun nedeni herhalde kadınların aslında
demon’un yaratıkları olmasıdır. O kadının tutarsız, kasıtlı müstehcen
konuşmaları vardı. Cinli olduğunu nasıl anlayacaktık? Yakın dönemdeki kanıt,
çevre kilisedeki bir rahibin kadını, cinini kovarak “iyileştirmiş” olduğuydu,,
ancak Şeytan geri dönmüştü. Demek ki Şeytan yapacak iş bulmakta zorlanıyordu,
yoksa zavallı bir kadının bedenine girip yerleşmek ne işe yarardı? Birinin
evrensel görevleri varsa herhalde yapacak daha iyi bir işi olmalıdır. Bu
zavallı kadın histerik miydi, yalnızca kafası karışık biri miydi, alkol ya da
başka herhangi bir nörotrop madde mi kullanmıştı, yoksa beyin damarları mı
hasara uğramıştı? Bugün bunu bilmenin hiç olanağı yok. Bugünlerde Paris
metrosunda, yüksek sesle uygunsuz laflar eden ve başka dönemlerde “cinli”
olarak nitelenebilecek alkolik dilencilere sık sık rastlıyoruz. Gilles de La
Tourette’in psikiyatrik sendromunu da unutma eğilimindeyiz; bu sendrom,
normalde çok kibar olan insanların ağzından aniden yığınla edepsizce uygunsuz
söz çıkartır. Mozart’ın durumu da buydu.
Zamanla şaşırtıcı birçok başka motif de ortaya çıkacaktır.
Önce, Şeytan’ın tasviri; Batı’da Şeytan niçin genellikle insan vücutlu, boynuzlu
ve keçi ayaklı antik tanrı Pan’ın karikatür bir çeşitlemesidir? Ve niçin
Kötülük, yine Avrupalılarda, genellikle sürüngenlere özgü bir şey olarak temsil
edilmiştir de Mısırlılar ve Aztekler yılanı tanrılaştırmışlardır? Ve dahası,
mitolojilerinde Şeytan’a denk düşecek hiçbir şey betimlenmediğine göre,
Yunanlılar ve Romalılar -başkalarının yanı sıraŞeytan’sız nasıl
yapabilmişlerdi?
Tanrı karşısındaki kuşkuculuğum gözler önündeyken beni
yıllarca teolojiye çekmeye çalıştılar kuşkusuz. Tanrı’nın bir simetrisinin ol-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ması gerekiyordu, aksi takdirde insanlığın
kötülüklerini Tanrı’ya yıkmak gerekecekti, iyi bir tümevarımcı akıl yürütme
tarzı! Peki, Tanrı yeryüz ündeki her şeye kadir değil
miydi? Evet, ama insanların iradesini araya sokuyordu: Kışkırtmaya karşı
kendilerini savunması gerekenler onlardı. Peki ya henüz çocukken hastalanıp
ölenler? Bunlar Yaratıcı’nın akıl sır ermez işleriydi. Ama Yaratıcı’nın akıl
sır ermez bu işleri Kötülüğün alanını da kapsadığına göre, insanlığın
mutsuzluklarının geri kalanının da O’ndan kaynaklanmadığını kim
söyleyebilirdi? “Hakaret!” Rahipler beni azarladılar. “îmanın sırlarına itaat
et!” Bunu ben de çok istiyordum, ama o zaman Yaratıcı niçin durup dururken beni
bir akılla donatmıştı? Kullanmayayım diye mi? Italyan filozof Giovanni Papini
de kafamı iyice karıştırdı: Tanrının iyiliği sonsuz olduğuna göre, kıyamet günü
ezeli düşmanını da bağışlaması gerekirdi. Gelecekteki bu bağışlayıcılık bana
mantıklı gözüktü. Fakat bunun sonuçları sapkındı: Sonunda aklanacağından
haberli birine karşı savaşmanın pek yararı yoktu.
Teolojinin Şeytan’la ilgili konularda oldukça belirsiz
olduğunu da söylemek uygun olur. Bilindiği gibi kilise Şeytan’a inanmaktadır,
ama bu konudaki düşünceleri bana çelişik geliyor. Oldukça ama, laik dünya,
Şeytan’a dair çok daha kesin ve güçlü bir düşünceye sahiptir. Dolayısıyla,
vasat bir özlem duyduğumu itiraf ettiğim teolojiden vazgeçtim. Oysa modern
dünya paradoksal bir çatışmanın kurbanıydı. Artık Şeytan’a karşı eskinin
sertliğiyle, davalar, odunlar ve engizisyon üyelerinin gözdesi diğer işkence
aletleriyle savaşılmıyordu, fakat Şeytan yine de her yerde görülüyordu; Reagan
ve Humeyni bunun tanığıdır. Hem de “modernite”nin göbeğinde.
.Modernite yanılsaması güçlüdür. Türev bir kavram olan
“modern,” anlamdan yoksun bir terim olduğu sürece bu daha da güçlü bir
yanılsamadır. Bay jourdain’in nesir yazması'gibi, ister istemez, yani farkında
olmadan modern olduğumuzdan çok endişeliyim. Mimaride
12
ÖNSÖZ
ve felsefede karşılaşılan ve cinsellik ile mutfağın da
sırada beklediği şaşırtıcı bir kavram olan postmodern olmaya gelince, bunun
nasıl olduğunu kendime sorup duruyorum.
Artık büyücülük davaları açmadığımıza göre, demek ki
modernite yanılsaması çağımızın geçmişin batılinançlarından kurtulmasını istiyor.
Göreceğiz! Kısa süre önce çıkan bir eser,2 ayda yürüyen insanın
vatanı Amerika Birleşik Devletleri’nde çok sayıda polisin sadece büyücülükle
uğraştığını ve dünyanın değişik yerlerinde Şeytan adına büyü yapmakla suçlanan
insanların durum elverdiğinde katledildiklerini saptamaktadır.
Bunlar dinsel işlerdir, insanların inanç özgürlüğüne
dokunmayalım, denilebilir. Hiç kuşkusuz; ama inanç özgürlüğü adaletin ve politikanın
işleyişini değiştiriyorsa durum böyle değildir.
Parlak laflara dayalı bu öfkelerin en çarpıcısı,
politikacıların, Kötülüğü bir noktada toplayan ve buradan yola çıkarak
tanımlayan mantık-öncesi zihnin -Kötülüğün değilkışkırtmasına çok sık teslim olmalarıdır.
Çünkü, Kötülük tanımlandığı andan itibaren, yani
adlandırılıp onu temsil edecek yetkili biri bulunduğunda sonunda belli bir yere
yerleştirilir, bu iş de tamamlandığında artık tek hedef bu Kötülüğün imhasıdır.
Örneğin Reagan SSCB’nin imhası için çağrı yaparken, Humeyni de Büyük Şeytan’m
imhasını istiyordu, ama her ikisinin söylevleri de ikiyüzlüydü; biri SSCB ile
işbirliğine devam ediyor, diğeri de Büyük Şeytan’lâ silah ve rehineler
sorunuyla ilgili gizlice pazarlık yapıyordu. Yine de bu retorik taşkınlıklar
şiddetlenebilir ve tarafları hakiki bir savaşa sürükleyebilirdi; bu örnek,
Şeytanda, Lucifer ya da Baalzebub’ta var olduğuna inanılması gereken
tehlikelerin kanıtıdır.
Fakat, renkleri canlı Reagan ve Humeyni’nin istisnai
kusurlara bo
lu Pursuit of Satan.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
yun eğmeleri gerekirdi; gerçekten de çağdaş insanlık,
büyük bölümüyle, Kötülüğün ortaklarını ve şeflerini imlemekle, nitelemekle, adlandırmakla,
sınıflandırmakla, ayrıntılandırmakla ve yerini saptamakla meşguldür. Gün
geçmiyor ki birileri, kendi ya da bir grup adına, falanca ya da filanca
Kötülüğün şu ya da bu olduğu, orada ya da burada olduğu, otomobil, televizyon,
rock, işsizlik, AIDS, şehir yorgunluğu, uyuşturucu, kirlilik, cinsellik, göç,
Araplar, Yahudiler, KGB, C1A, Le Pen, Bush, Chirac, Pinochet, Margaret
Thatcher, Giscard, Pol Pot, Marchais, Rocard, Birmanya rejimi, faşizm,
kapitalizm, gürültü, sigara, kanser, nükleer santraller olduğunu ilan etmesin kim
ya da ne eksik kaldı? Hepimiz her zaman bir başkasının Şeytan’ıyız.
Demek ki Kötülüğe karşı, fanatik, bitmek tükenmez gizli
bir savaşa ister istemez ortak oluyoruz; fanatizm terimini bir dil alışkanlığı
sonucu kullanmadım. Bunun .iyi, şunun kötü olduğunu iddia eden Manici bizi,
her an kötü niyetliliğe, güvensizliğe, ardından da hoşgörüsüzlüğe ve nihayet
cinayete hazırlar. Yabancı her zaman düşmandır ve bu zihniyet içinde sonunda
her şey yabancıdır. Demek ki Kötülükle, yani farklılıkla kuşatılmışız ve
yaşamımızın her anında bunu bertaraf etmekteyiz. XIV. yüzyılda, Wassy’de,
Katolik Fransa, örnek olacak bir sertlikle Yahudiler! kapı dışarı ettiğinde,
onları Şeytan’m işbirlikçileri, dolayısıyla düşman olarak kabul ediyordu. Kolayca
unutuluyor ama, günümüzde garip bir şekilde nostaljik bir Katolik sağın
simgesi olan Jean d’Arc’ı, kilise, piskopos Cauchon aracılığıyla büyücülükle
suçladığı için ateşe attılar. XVI. yüzyılda Fransa, Protestanları katletmeye
giriştiğinde de neden aynıydı.
Demek istediğim şu ki, Şeytan’m sisteminin -çünkü bu
öncelikle bir sistemdir, mantıksal bir çılgınlığın kurucusu olan bir sistemkayda
değer bir politik etkisi vardır. Onun varlığı temelde politiktir.
Bu sistemin en olağanüstü etkisi sonunda peşinden
sürüklediği ve düşünce tarihinde tümden bir yenilik olan ahlaki ve felsefi
düşünmeli
ÖNSÖZ
nin doğasını bozmasıdır: Bu, "kötülüğün
sıradanlaşmasına inanmaktır. Bu formül, otuz yıl önce, son derece verimli bir
zihindeki, samimi olduğuna inandığım ve samimi olduğuna inanmam için bütün nedenlere
sahip olduğum bir hüzün içinde bir kadın tarafından, yani Hannah Arendt
tarafından ortaya atıldı. Bu yazarın, en tartışmalı çağdaş düşünür olan
Heidegger’le ilişkisi olmasının önemi yok: Arendt, bıkkınlık getirdiğimiz,
dolayısıyla artık bize sıradan gelen kötülük örneği, yani Nazizm tarafından
direncimizin kırıldığına yürekten inanıyordu. Bu kavram, Auschwitzden sonra
tarihin bittiğine inanan çok sayıda saygın düşünür tarafından açıklanmış
“postmodernizm”in şafağını başlattı.
Bu, Şeytan’a ve daha da önemlisi artık kendimizi ondan
sakınamadığımıza inanmanın tehlikelerine dair, mükemmel bir örnektir. Ger-,
Çekten de, gençliğim boyunca, Stalin’in ve Sovyet komünizminin Nazizm kadar
kötü olduğunun ve şeytan diye kabul edilmeyi Nazizm kadar hak ettiğinin
farkına çok az insan vardı. Utanç verici hesaplara girişmek gerekirse,
SSCB’deki onaltı milyon ölü, en azından, Nazi kamplarındaki altı milyon ölü
kadar "ağır”dır. Stalin ve SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi),
Hitler’e ve III. Reich’e hangi temelde tercih edilebilir? Nazilerin
Yahudi-karşıtlığı mı? Sovyederin Yahudikarşıthğı daha az ifade edilse de vardı.
Gulaglar toplama kamplarıyla eş değerdedir. Ama, “ilkel anti-sovyetizm”le
damgalanma korkusuyla kimse böyle bir yerin varlığına inanmak İstemiyordu.
Victor Kravçenko 1949’da Gulagları ilk kez gözler önüne serdiğinde bu bir skandal
ve bir yuhlanma konusu oldu. Ona Amerikan ajanı dendi ve sahtekâr muamelesi
gördü; dönemin saygın kişisi Sartre’ın yürekliliği bile, Kravçenko’nun
iddialarının “montaj” olduğunu bizzat Kravçenko’nun itiraf etmesinin önüne
geçemedi. “Şeytan, Hitler’dir, Nazi Almanyası’dır, niçin bunu inkâr etmek
istiyorsunuz? Leningrad’ın çektiği korkunç acıyla Nazilerin canavarlığını bir
kefeye koymaktan
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
çekinmiyor musunuz?” Kuşkusuz, sorun bu değildi, kimse
bu tür kıyaslamalar yapmayı düşünmüyordu; aslında işin özü Şeytan’m bir yerle
sınırlandırılmış ve belirli bir alana kapatılmış olmasıdır. Dolayısıyla başka
yerde olamazdı ve Stalin Hitler’e karşı savaşmışsa, bu, “insani eksiklerine
rağmen iyi olduğundandı,
Böylece, pratikte Gorbaçov’a kadar, Avrupa’nın en iyi,
en entelektüel, en incelikli, en bilge kişileri, SBKP’nin solun ışığı olduğu
yanılsamasını yaşadılar. Picasso büyük bir ressamdı, çünkü komünistti; buna
karşılık Franco rezilin tekiydi, çünkü Cumhuriyetçileri ezmişti. Malraux ve
Sartre, aslında son derece dinsel olan bu yanılsamayı sürdürdüler. Çünkü
Malraux entelektüel yapısı itibarıyla sonuna kadar dindardı ve “XIX. yüzyıl ya
dinin yüzyılı olacaktır ya da hiçbir şey” diye yazan oydu. Tanrı bizi korusun!
Eğer solcu değilseniz sağcısınız, dolayısıyla “faşistler” in suçortağısınız
(temeldeki politik kültürsüzlüğe ve dönemin tuhaf karmaşasına tanıklık eden
sözdağarı bulanıklığı). Bu sayfalardaki amacım, bu olağanüstü hatanın
sonuçlarının dökümünü çıkarmak değildir. Dünyanın şeytanlaştırılmasmın, dolayısıyla
Şeytan’a İnanmanın zararlarını açığa çıkarmak istiyorum.
Yine de biraz tarih bu ilkel teolojiyi parça parça
sökmeyi başarıyor. Şeytan Staljn Şeytan Hitler’le anlaşma yaptı ve bunun
nedeni, politikanın dar bakış açısıyla, Hitler’in usulüne uygun bir Şeytan -bu
terminolojiyi kullanmak gerekirseolmaktan vazgeçmiş olması değildir;
Molotov-Ribbentrop paktı bunu açıkça kanıtlar. Ellili, altmışlı ve hatta
yetmişli yıllarda, Kuruşçev Raporu Sovyetlerin kusursuz görünümünde çatlaklar
meydana getirmeye başladığında Alman-Sovyet Paktı’nın hatırlandığım görmek
boşuna değildir. Sorun bu şekilde koyulduğunda, ya size bunların geçmiş zamanda
kaldığı karşılığı verilecektir ya da en fazla kuşkulu bir kişi olarak görüleceksinizdir;
tıpkı bir din adamları toplantısında, mayasız ekmeğin İsa’nın etine ve kanma
dönüşeceği kesin ana ilişkin patavatsız sorulaı
ÖNSÖZ
soran bir rahip gibi.
Sırası gelmişken belirteyim, Tarih’in (büyük harfli,
hiç kuşkusuz) ne olduğunu bilmiyorum ve kimsenin de bilmediğine dair güçlü bir
inancım var. I. yüzyıldan itibaren Tarih üzerine söylenenlerden kuşku duymak
için birçok nedenimiz oldu. Çünkü titiz tarihçi (ama o da Şeytan’a inanıyordu!)
Flavius Josephus, Yahudi Savaşı Üstüne ve Yahudilerin ilkçağı
adlı iki kitabında, sonraki iki bin yılı belirleyecek , olaydan, yani Isa’nın
vekaletinden ve ölüme mahkûm edilmesinden pek söz etmez. Kuşkusuz bundan
haberdardı, çünkü bilgilenmesine hayli katkıda bulunmuş olan Herodes Agrippa II
olaydan ona söz etmiş olmalıydı, fakat hiç kuşkusuz o bunu önemsiz bulmuştu.
Ardından tüm bir düşünürler topluluğunun Tarih’in bir yönü olduğu -bu yön sosyalizmdikonusunda
bize güvence verdiğini gördük, ancak son on yıhn olayları onları yalanlar
gözükmektedir. Bu ünlü yönün peşinden gidildiği sanılırken, bazı kiliselerin,
bürolarının içlerinden, Mao Zedung’u, ardından Mareşal Lon Nol’un Kamboçya
yenilgisini övdükleri unutuluyor. Çikolatayı seven ama etkilerini sevmeyen insanlar
gibi, bu insanlar da Kültür Devrimi sırasında ve ardından Kızıl Khmerlerin
Phnom Penh’e girişleri sırasında kendilerini rahatsız hissettiler. Bu hataları
hatırlatmak yakışıksız gibi geliyor; dolayısıyla yaratıcılarının adını
anmayacağım, ancak Tarih’in, bağırsak kurtlarından rahatsız bir köpek gibi
kendi kuyruğunu ısırdığım düşünmekten de kendimi alamayacağım. Dolayısıyla,
doğal sonucu Kötülüğün Sıradanlaştırılması olan “postmodernite’ye inanmadığım
gibi Tarih’in bir yönü olduğuna inanmıyorum.
“Modernite” üzerine kehanetlerin başarısının altında
ezilen ben, “çağamızdan önce IV. yüzyılda, Anabasis’in çektiği dayanılmaz
acılar içinde açlık, susuzluk, soğuk, öldürücü sıcaklar, bitkinlik, çıban, dizanteri,
sıtma, engerekler, sineklerPontus kıyılarına doğru geçerlerken Ksenophon’un
Onbm/er’inden bir erin düşüncelerinin ne olabilece-
ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ
ğini hep merak etmişimdir, insan, yaşamının ne önemi
vardı? insan Site’nin kölesi miydi? Ne adına? Maceracı eski kurdun delice serüvenini
Ksenophon dinlemiş olduğuna göre bu Sokrates’in öğretisinin ürünü müydü?
Tanrılar ne düşünüyorlardı? Bu askerlerden vaz mı geçmişlerdi? Varlıklarını
sürdürüyorlar mıydı? Onların entelektüel çare olarak başvuracakları şeytanları
hiç olmadı. Sokrates’in daimon’u bile yoktu. Çünkü Yunanlıların, bunun üzerinde
iyice düşünelim, Şeytanları yoktu! Canavarları kuşku-suz vardı, örneğin şu
zavallı Gorgo, fakat onun da başım Perseus koparmıştı. Kerberos? Bir bekçi köpeğiydi
o. Stymphale Gölü kuşları, Diomedes’in kısrağı, Erymanthos’un yabandomuzu?
Onların hesabını Herakles gördü. Kentaurlar, kır tanrıları? Sevgili yokluğunda
insana onlar eşlik ederdi. Tek bir kalıcı karşı-Tanrı yoktu; belki Tanrı’nın
gökyüzünden aşağı attığı şu meleklerin ataları olan Titanlar bile karşı-Tanrı
değildi: Çünkü onlar da Cehenneme gönderilmişlerdi ve Zeus’un gücünü artık
tartışmıyorlardı. Yunanlılar, Ksenophon’un askerleri de dahil olmak üzere, demek
ki kendi hayatlarım, hakiki tehlikeleri ve hakiki şansları görerek yaşıyorlardı;
bu hayat, tanrılar arasındaki ilişkilere ve birbirlerine sundukları şeylere
bağlıydı.
Ah, Yunan, sandallarının tozundan asla kurtulamadığımız
ülke! Sen her şeyi yaşadın, her şeyi anladın, her şeyi söyledin!
Genellikle terörist, yani korkak olan bizim modern
askerlerimiz öldürdükleri kimselerin Cennet’e gideceğini ileri sürerler
(vatanın geçerliliği kalmamıştır), esir düştüklerinde ve ender olarak, öldürüldüklerinde
ise kendilerini şehit ilan ederler, çünkü Her Şeye Kadir Olan adına ve Şeytan’a
karşı savaşmışlardır. Kısaca benim söylemek istediğim şey, Şeytan’a inanmanın
şeytanca olduğudur; yoksa, Şeytan’ın en büyük kurnazlığının insanları,
kendisinin var olmadığına inandırmak olduğu konusunda güvence veren Cizvit
papazlarının bana öğrettiği gibi tersi değil.
ÖNSÖZ
Tanrısallıklar -ki kötülük de bunlardan biridir— her
zaman bir yerden, verili bir dönemden doğduğuna göre dünyanın bütün kötülüklerini
taşıyan bu meçhul şahıs nereden, gelmiştir? Ataları kimlerdi, tarihi neydi? Tüm
zamanlarda var olmuş muydu? Soru çocukluğumdan itibaren zihnimi meşgul
ediyordu; bu sayfalarda yanıt verdiğimi umuyorum.
Çocukluğumdan bu kadar uzaktayken burada Şeytan’a
inanmayı da şeytanlaştırmak niyetinde değilim. Her insanın, hatta hayvanın (ilk
kez bir köpekle karşı karşıya gelen, kabarmış, gözleri yuvalarından fırlamış ve
tüyleri diken diken olmuş bir kedinin dehşetini görmüş biri hayvanların da
şeytanları olduğundan kuşku duyamaz) özünde bulunan iç sıkıntısının şeytan
kovmaya ihtiyacı vardır ve her türlü şeytan kovmanın ilki düşmanı adlandırmak,
ardından tanımlamak ve mümkünse yok etmektir. Dev Golyat’tan Gevaudan’m
hayvanına, Arlesli Tarasque’dan Doktor Petiot’ya kadar korku nesnesinin neden
olduğu iğrenme ve kine nasıl karşı koymalı, bütün kötülüklerin nedenini
değilse de en azından Kötülüğün bir yerle sınırlandırılmasını bu nesnede görme
kışkırtmasına nasıl direnmeli? Çünkü, insan varlığı, yaygın kanının tersine,
rasyonel değil, rasyonalleşebil irdir; ve bu çok farklı bir şeydir. Benim
dileğim, burada okura sunduğum çalışmanın sonucu olarak, korkumuzun nesnesini
nihai olarak değerlendirmekten ve onu sürekli olarak kategorize etmekten
sakınmak, yani Şeytan’ı, deliliklerimizi taşıttığımız zihinsel bir nesne haline
getirmekten kaçınmaktır.
Konunun kapsamı dikkate alındığında, başkalarının
çalışmalarını temel almam kaçınılmazdı. Kaynakça ve inceleme notları buna tanıktır.
Şeytan sadece söylem dolayısıyla tanınabildiğine göre başka şansını yoktu.
Şeytan’a hiç rastlamadığımdan dolayı birinci elden bir tanıklık sunamazdım. Bu
nedenle Şeytan’dan söz edenlerin anlatılarım toplama zahmetine katlanmış olan
tarihçi ve etnologlara, ilkçağ me-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
tinlerini aktarmış olan kimliği belirsiz yazıcılara
şükranlarımı sunmak benim için bir zorunluluktur. Tarihçi olduğu kadar değerli
bir belgeci de olan Annie Latour’a da şükranlarımı sunmalıyım; dikkate değer
sezgisi benim için çok yararlı oldu, çünkü ben ne aradığımı bilmediğimde
genellikle o buldu.
Burada, çalışmalarını hiç kuşkusuz herkesten daha güç
koşullarda sürdüren, çünkü genellikle çok güç iklim ve koşullarda saha çalışması
yaparken, sadece beyinlerini değil, duyarlılıklarını ve bedenlerini de sınayan,
Trobriand Adaları yerlilerinden hoşlanmayan bir Malino wski gibi ya da
güncesinde ne Afrika’ya ne de Afrikalılara inandığını itiraf eden bir Leiris
gibi, kimi zaman kuşku ve cesaretsizlik içinde kıvranan etnologlara bir
düşüncemi -bu sözcüğü kullanmaya cesaret ediyorumsevgiyle yöneltiyorum. Ne
Malinowskfnin tiksintisine ne ele Leiris’inkine inanıyorum, sadece onların
cesaretsizliklerinin bir kültürü diğerinin içine geçirmekten ibaret engin,
sonsuz bir amaç gütmekten kaynaklandığım sanıyorum.
Etnolog değil-, iflah olmaz bir yolcu olan ben, kızgın
isyancıların tehlikesi karşısında Port Moresby’deki odama kapandığımda ya da Palenque’da
bir gece çamurun içinde bata çıka yürürken ve daha kötüsü, akşam yemeği için
köşedeki yerliden yüksek bir fiyata satın alınmış neredeyse çürük iki muz ve
ılık bir Coca Cola’dan başka bir şeyim yokken etnologların karşılaştığı
güçlükleri hissetme fırsatım oldu. Kuşkusuz bu turistik bir gezi değildi!
Birçok kez Paris’e dönerken yorgunluktan eşyalarımı paketleyemediğim oldu.
Bitmiş, açık seçik, akla yatkın, siyah beyaz basilmiş,
notlar düşülmüş kitaplarda bile bu.cesaretsizlik her zaman tehdit edicidir. Ne
çok inanç! Ne çok korku! Ne çok aptallık! Bununla birlikte, söz konusu, edilen
insanlar şefkate ve kızgınlığa kuşkusuz layık, ama bugün anlaşılamayan
insanlar oldu. Arada bunca mesafe varken 'onlardan gerçekten söz edebilir miyiz?
Ve dahası onları yargılayabilir miyiz? Yalan
ÖNSÖZ
söyleme pahasına da olsa bu riske girmek gerekir, çünkü
soğuk düşünce olmadığı gibi soğuk bilgi de yoktur. Bu satırlarda, önceden
söyleyeyim, duygulanımlarımı ve inkârlarımı okuyacaksınız.
Cennet ve Cehennem hikâyeleri zaten vardı, ama ben
sadece bir tek Şeytan’ın Tarihi biliyorum. XVIII. yüzyılda yazılmış bu
hikâyenin yazarı Robinson Crusoe'nin “babası” Daniel Defoe’dan başkası değildir.
Konu o dönem için riskli olduğundan yazar imzasını atmaktan çekinmiştir. Fakat,
doğruyu söylemek gerekirse, bu bir tarihten çok bir anekdotlar ve düşünceler
toplamıdır. Ve aradan iki yüzyıl geçtiğinden, başlığı yeniden kullanabilirim
gibi geliyor bana. Fakat, bu kez işin içine girerek.
Gerçekten de, ancak gerçek olayların tarihi olabilir ve
Şeytan hiçbir olaya karışmamıştır. Son yüzyılların en önemli anlarında bile
utanç verici biçimde yoktu. Kuyruğu ve boynuzları, ne Fransız Devrimi ne de
1917 Ekim Devrimi sırasında görüldü. Ne Hiroşima’da ne de Ay’da ona rastlandı;
Pasteur’ün laboratuvarmda da Hitler’in yeraltı sığınağında da yoktu. Pol Pot
ortalığı kırıp geçirirken Kamboçya’da, kadınlar ve çocuklar gönüllü savaşçılar
tarafından kurşunlanırken Saraybosna’da ortaya çıkması beklendi. Ama orada
görülen şey insani tutkuların, özgürlük ve haysiyet tutkularının, entelektüel
keşif tutkusunun ve de hayvanın bile bilmediği -çünkü hayvan asla hayvan/aptal
değildir: sadece insan bir hayvandır/aptaldırkin tutkusunun' ifadesinden başka
bir şey değildi.
O halde, var olmayan bir şeyin tarihi nasıl
yazılabilir? İtiraf edeyim ki bu, Hegelci anlamda fenomenolojik bir tarihtir.
Dolayısıyla çalışmam Tanrı’nın bir kadın, Büyük Tanrıça olduğu binlerce yıl öncesinden,
insanlık cinayetlerinin karanlık güçlerin zaferiyle açıklanmaya çalışıldığı
yakın yüzyıllara kadar uzanan tanıklıkların çözümlenmesinden ibarettir. Oysa
bu karanlık güçlerin var olduğu tek yer toplum ve toplum ahlakı tarafından
beyne kazınmış izlerdir. İçimiz-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
dedirler, dışarda değil. Birkaç yıldan bu yana France
ve Navarre gazetelerinin başyazarları okurlarını, “Şeytan’m Dönüşü!”
başlığı altında, bu Şeytan’m kolektif bir fantazma olup olmadığını görünüşte
kendilerine sormadan düzenli olarak azarlayıp duruyorlar. Dolayısıyla burada
göstermeye çalıştığım şey, insanların kendilerine bu Şeytan ı imal ettikleri
ve günümüzde galaksiler arası canavarlar ya da “nesneler”e ilişkin korku
filmleri görmeye gittiğimizde hâlâ yaptığımız gibi, bu Golem’i model almaya
devam ettikleri şemaların şifresinin çözülmesidir. ■
Çünkü insan varlığı korkuyu sever.
Sonunda, Baudelaire’in dediği kadar ikiyüzlü olmayan
okurdan ricam, adlandırmadan önce inceleme, yargılamadan önce anlama ve iç
sıkıntısına hakim olma lütfunu Yunan’dan alıp öğrenmesidir. Ve bizim tanrı ya
da şeytan diye adlandırdığımız şeyden korkmamasıdır. Çünkü, Homeros’un dediği
gibi, “Odysseus bile tanrıları kandırıyordu.”
OKYANUSYA’NIN İKİ
ANLAMLI CİNLERİ
Okyanusya üzerine Okyanusya’nın
uzun süreden beri kuşkusuz pek az değişmiş olması gerçeği üzerine İnsanlığın
ilk dinlerinin neler olduğunu bilmenin güçlüğü üzerine Antropolojinin ve
etnolojinin bazı temel verileri üzerine Paskalya Adası ve Şeytan’ın oraya
uğramaması üzerine Malinowskfye göre Trobriand Adaları yerlileri Avusturalya
ve bulmak istediğimiz şeyi aramanın tehlikeleri üzerine Okyanusya’da Cinsel
Kötülüğün yokluğu üzerine Irala Yamileri ve cinleri tanrı olarak kabul etmeleri
olgusu üzerine Assam’ın Nagaları ve ahlaksız cinleri üzerine Okyanusya’da
Kötülük Prensi bir Şeytan’in yokluğu üzerine.
Şeytan’ı rastgele ya da herhangi bir yerde aramıyoruz.
Şeytan’a rastlanmayan yerleri biliyoruz. Örneğin Şeytan’ı Pasifik’te bulamadım,
tıpkı Afrika’da bulamadığım gibi. Dolayısıyla bu araştırmanın anlatısına
Pasifik’ten başlıyorum, çünkü beni en çok şaşırtan orası oldu. r
Pasifik, Batılı için, allak bullak edici bir
deneyimdir; bu, yapıbozumu ve istikrarsızlaşma içeren İngilizcedeki confounding
sözcüğünün taşıdığı güçlü anlamla beyledir. Yüzde doksanbeşi sudan ve yitip giden
mitoslardan oluşan dünyanın bu bölgesine tembel işi bir yolculuk için yetmişli
yıllarda Los Angeles’tan yola çıkan ben, yolculuk, boyunca destek olarak yanıma
Margaret Mead’m o zamandan bu yana gözden düşmüş olan eseri Corning of
Age in Samon yı ve Malinowski’nin Trobriand Takımadaları üzerine incelemelerini
almıştım. Hawailerde verdiğimiz mola önemsiz ama sevimliydi. Aldanmış güvercinlerin
Waikiki Beach’deki Royal Hawaian Hotel’in plastik çimenlerini gagaladıkları
Honolulu, bana, Miami’nin ihraç edilmiş bir çeşitlemesi gibi geldi. Maui ve
Oahu en sıradan turizme terk edilmişti. Burası henüz Pasifik değildi. Birkaç
gün sonra, Louis Antoine de Bougainville’in eski “Gemiciler Takımadası” olan ve
“Amerikalı” denen Samoa Takımadaları’nm “başkenti” Pago-Pağo’ya tan vaktinde
ayak ‘bastım. Bölgenin katlanılabilir tek otelinin adı Rainmaker’dı.
Burası kurt yeniği pavyonların yanına gri ağaçtan yapılmış geniş bir tahıl
ambarıydı. Somerset Maugham’ın Yağmurlar’! burada yazdığı söylenir; çalışanlar
özellikle sürekli gülümseyen Baudelairevari dev kadınlardır.
Baştan savma bir yerleşmenin ardından yemek saatine
kadar bana
OKYANUSYA’NIN IKI ANLAMLI CİNLERİ
bir saatten daha fazla bir zaman kalıyordu. Taksiyle
çevreyi gezmeye karar verdim. Adım adım gidiyorduk, otele yakın bir köye
geldiğimizde iyice yavaşladık. Kalabalık yolu doldurmuştu, çünkü bayram vardı.
Köyün başkam kalabalığın ortasında tüm ciddiyetiyle duruyordu. Elli
yaşlarında, güçlü ve çıplak gövdeli bu güzel erkek, bir hasırın üstünde diz
çökmüş, sayısız tasvirini okumuş olduğum bu törene başkanlık ediyordu. Ona
hasırlar sunuluyor, o da tombul ve hassas başparmağı ve iri, çatlamış badem
gözleriyle hasırların kalitesini bîr bir ölçüyordu; en güzelleri ilmikleri en
sıkı olanlardı; antropologların betimledikleri ünlü fine mats’lar. Bu
hasırların örülmesiyle geçen zamanın onlara verilen değeri temsil ettiği çok
kıymetli, aynı zamanda da simges'el hediyeler.
Los Angeles’tan, Hollywoodkan, selüloid ve kudurmuş diskotekler
serabından yaklaşık on saatlik uçuştan sonra yaşam burada önceki yüzyılda
olduğu gibi -belki de birkaç yüzyıl önceki gibidevam ediyordu.
Böylesi anlar düşünmeye fırsat kalmadan yaşanır. Yine
de biliyorum ki Pasifik o dönemde beni fethetti. Bir süre sonra, geçmişin seyyahlarını,
Diderot’nun kusursuz Cook’un Seyahatine E/î’ini ve XVIII. yüzyıl
mitolojilerinin bütün “iyi yürekli vahşilerini düşünüyordum. Bunlar, bu sıfata
Rousseau’dan beri yüklenen kısmen aptalca anlamda ne “vahşi” ne de “iyi" olan,
teknokratik kibir ve ticari imgelerle bizden daha az dolu erkek ve kadınlar
sadece. Orada bulunduğum dönemde, sanıyorum Pago-Pago’daki tek televizyon
otelde bulunuyordu ve görüntüler öylesine delik deşikti ki dünyanın bir
yansısını aramaktan hızla vazgeçtim. Pasifik’in ek ilginçliklerinden biri,
eğer dünyanın sonu gelirse, bunun ancak ertesi gün öğrenilebileceğidir.
. Yine de, doğası gereği çok çekici olan,
yapmacıklarımızı ve perukalarımızı bilmeyen, plajlarda ve gece mekânlarında
sergilediğimiz sahte çıplaklığın sözünü bile işitmemiş Pasifik’in birçok
takımadası -
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
o dönemde en azından yine de yakındılarhayran olunacak
şekilde, Batı’ya Afrika’nın bazı bölgelerinden daha fazla direnmişti. Yaşamın
burada uzun süreden beri pek değişmediği hemen hissediliyordu. Ne Batı
Sanmalarında Appia’daki tek eczacının tefal tavaları ne de Fiji’deki Nandi ev
kadınlarının taşıdıkları plastik örme sepetler, ne de Tongalı zengin
yumurcakların transistorlu radyoları, ne Fort Moresby’deki bazı antika
arabalar, ne de piskoposun kendi kafasından uydurup zorunlu kıldığı “Mirabella”
sutyenleri, kuşkhsuz bunların hiçbiri bir şey değiştirmemişti. Papua-Yeni
Gine’de ikram edilen bir sigarayı reddetmek, karşı tarafın yeterince cömert
olmadığı anlamına geldiğinden meşru cinayet gerekçesidir. Fiji’de cinsel
ilişki teklifini reddetmek ancak yabancı olmanın, yani bilmemenin affettirdiği
bir küfürdür. Port Moresby’de ceplerimde daima iki paket sigara vardı.
Bu bölümün, en azından yanlı olduğunu ve Pasifik’i
sevdiğimi burada itiraf etmem uygun olur. Sevgisiz ya da nefretsiz bir şey
yazılmaz ve-ben Pasifik’i sevdim, çünkü orada geçmişte olabileceğim kendimi
buldum. Hanımefendinin korkunç saygınlığını da, Tusitala’mn (Storyteller,
“hikâye anlatıcısı,” yazar Robert Louis Stevenson’un lakabının Pidgin diline
tercümesi) Appia’sı, eşsiz bakışları ve göğüsleriyle yemek salonunu
gözetleyen son kralın sütannesini de sevdim; tayfunun çıktığı bir akşam, bitip
tükenmeyen İstakozlarını bana sunarken dans eden Rainmaker
çalışanlarının el ele tutuşarak oynadıkları Güney Fransa dansını sevdim; Cargo
Cult’un bir örneğini istediğim Port Moresby yakınındaki Papu sanat
satıcısının anasının gözü düzenbazlıklarını sevdim; denize girmeye
hazırlandığım, plajda “din”in pazarlan'denize girmeyi yasakladığını ukalaca
bildiren ve teselli olarak bana bir “frangipanier” çiçeği sunan Tongalı
yumurcağın fiyakalı inceliğini sevdim; çekmek istediğim panoramik fotoğraf
için bir zoom’dan yararlanmakla iyi ettiğimi bana belirtmek amacıyla fotoğraf
makinemi kapan tüylerle örtülü yarı çıplak Papu’nun acımasızlığmda-
26
OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
ki ürkünç gülüşü sevdim; Tusitala’mn yemişle beslenen
köstebek kafesini, siyah kauçuk şemsiyelerde baş aşağı uyuyan ve bu pozisyonda
bile muzların tadına bakmayı beceren yaldızlı pelüş ayı yavrularını sevdim;
Markizler’de, eğimli bir patikada canımın çıktığını görüp binek hayvanını bana
sunmak için atından inen genç adamın beylere yaraşır inceliğini sevdim; Yeni
Zelanda’da, hüznünün nedenini sorduğumda; sanki her şeyi açıklıyormuş gibi
bana Maori olduğunu söyleyen Aucklandlı taksi şoförünün o hüzünlü
gülümsemesini sevdim; onurlu insanların saklayacak hiçbir şeyleri olmadığından
gün boyu hasır duvarları kaldırdıkları ve gerçekten de yapmacıksızca soyundukları
Samoa evlerini sevdim; Port Moresby’de, kısmen sıkıyönetim altındayken,
penceremin altında öfkeyle ateş edilen bir akşam, huzursuzluğumun farkına
varıp odama çiçekler getiren Papu oda hizmetçisinin kaygısını sevdim...
Kuralların bilinmemesinin ancak kasıtlı ise suç
oluşturduğu ve yabancının her zaman bağra basıldığı bir başka “eski rejim”i
süsleyen arkaik incelik. Ve bu incelikte, ne “kendini melek sanma” ne de merhamet
var...
Demek ki Pasifik’te dünya çok eskidir. Kötülüğün
kökenlerini, yani Şeytan’ı aramak için iyi bir yer.
Soyut Kötülük kavramının öncesiz sonrasız var olduğu
olası gözükmektedir. Bütün kötülükleri, acıları, musibetleri ve ölüm dahil tüm
kazaları temel bir değerin amblemi altına yerleştirme eğilimine güçlükle karşı
konulabilir. Bu değerin bir “zihin,” yani karşısında insanın güçsüz olduğu bir
kendilik, yani yazının keşfinden itibaren bir “tanrı” diye adlandırılan şey
olması da olası gözükmektedir-. Demek ki çelişkileri ve nüansları kavramakta
hiç kuşkusuz yetersiz olan, yani indirgemeci ilkel yürek temizliği içindeki
Kabil’in soyundan gelen insanın çektiği ıstırapların sorumluluğunu sırtına
yüklediği Şeytan’m atası konumunda olan bir Büyük Kötülük Ruhu hayal etmiş
olduğunu
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
düşünmeden edemeyiz. Çığlardan, şimşeklerden,
depremlerden, vahşi hayvan saldırılarından, orman yangınlarından, yakınlarının
ölümünden korkan milyonlarca yıl önceki insanın, bu felaketlerin sorumlusu
olarak kötücül bir doğaüstü yaratığın varlığını tasarlamış olduğuna inanma
eğilimindeyiz.
Bununla birlikte, bu varsayım doğrulanmamıştır.
Yaklaşık seksen bin yıl önce ortaya çıkıp otuzbeş bin yıl önce ortadan kaybolan
Nean~ dertal insanının ve bir süre Neandertal insanla birlikte var olduktan
sonra yerini alan gerçek atamız olan Cro-Magnon insanının dinsel İnanışlarına
ilişkin neredeyse hiçbir şey bilmediğimizi kabul etmek zorundayız. Kuşkusuz,
dinsel duygunun gerçekliği, ayrıntılı cenaze töreni kuralları tarafından
kanıtlanmış gibidir. Yine kuşkusuz, grafik simgelerin bolluğu, özellikle
güneşi, erkek ve kadın üreme organlarını, bir kudret tanrısını ve bir
verimlilik tanrıçasını temsil eden simgelerin bolluğu yaşam güçlerinin
kutsallaştırılmasının işaretidir. Ama yeniden tasarlamada daha ileriye pek
gidemeyiz. Kabilelerdeki yaşlıların, iyileştirmeyi ve -sanıldığı üzeretanrılarla
ilişki kurmayı bilenlerin, büyücülerin, şamanların, medicine men'in klan
ve ardından da kabile toplantılarında anlattıklarını ve mitosların tözünü
oluşturan anlatıları metinlere dönüşmedikleri için bilemiyoruz.
Tarihöncesi fazlasıyla mitleştirilmiştir;
tarihöncesinin en seçkin uzmanlarından biri olan Andre Leroi-Gourhan’ın
uyardığı gibi, “en kalın sis tabakası” bu dönemin dini üzerindedir. Örneğin bir
“kemik kültü,” bir “ayı kültü” ihtiyatsızca hatırlatıldı, ama birincisi
hakkında “sadece muğlak tahminler” vardır, İkinciye gelince, bu, “üç çeyrek
yüzyıllık çalışmadan ve onlarca kazıdan sonra bile hâlâ tartışmaya açık
olduğundan, gerçeğin sahteye kolaylıkla karıştığı tahminlerin tercih edildiği bir
alandır.”1 Ve Kötülüğü simgeleyecek bir hayvan
1
Andre beroi-Gourhan, Les Religions de la prthistoire,
Quadrige-P.U.F., 1983.
Le Mont Bego La vallee des Merveilles et le vnl de Fontanalba, Kültür ve Ileti-
OKYANUSYA'NIN IKI ANLAMLI CİNLERİ
boş yere aranır: At, bizon, dağ keçisi, ren geyiği,
mamut, yılan, balık ve herhangi bir kedi soyu arasında araştırma yapmak çok
kuşkuludur. Söylenebilecek tek şey, “tarihöncesi İnsanhn -ne kadar boş bir
terimetnik, coğrafi, kronolojik olarak dinsel bir duygusunun olduğu, fakat
bunun yapısını ve ayrıntısını bilmediğimizdir.
Neolitik dönemden bize ulaşan ve eski din adamlarının
Şeytan’m tezahürü olarak gördükleri taş anıtlar, dikili taşlar ve dolmenler
etrafında gelişen tuhaf edebiyata karşın, o dönemdeki tapınma törenleri ve
onları esinlemiş mitoslar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Zaten gündönümlerine
ve ekinokslara gönderme yapan, kesin olmayan bazı kaynaklarda Güneş’in görünür
seyrinin kutlandığı ileri sürülür. Ciddi tarihçi genel sonuçlara varmaktan uzak
durur.2
Şeytan’m soykütüğünün araştırılmasında, Orta Paleolitik
ve Neolitik kültürlerin, yani 1Ö 6000 ve 8000 arasında uzanan dönemin bazı
kalıntıları ve özellikle neolitik dönemin ve bronz çağının ,çok daha fazla
sayıdaki kalıntıları dikkat çekici bilgiler sağlar: Tapınma simgelerinin tümü
yukarda anılan yaşam simgelerinin payına düşer. Her şey, sanki dinsel duygu
tamamıyla yaşamın kutlanmasına ve özellikle, birçok yerde gökyüzünde atıyla
seyrine devam eden Büyük Avcı’yla özdeşleştirilen Güneş’e dönükmüş gibi cereyan
eder. “Orta, Doğu ve Kuzey Avrupa’nın büyük bölümünde ... ilahi fenomen olarak
Güneş’e gösterilen saygı insanın doğaüstü karşısındaki tavrım belirşim
Bakanlığı, 1992. “Bronz Çağında Din Üzerine Deneme”de Henıy de Lumley benzer
bir görüş belirtir: “1Ö 1800’den 1500’e kadar Güney Alplerde yerleşmiş bronz
çağı insanlannın dinini bilmek sahip olduğumuz belgelerin ender bulunurluğu ve
büyük ölçüde benzeşmezliği nedeniyle özellikle güç bir girişimdir...” Demek ki,
arkeolog, denemesinin büyük bölümünde, Bego Dağı’nın özgül dinsel törenlerinin
çerçevesini oluşturmak için t ar İh-öncesinin dünya çapındaki büyük mitlerinin
karşılaştırmalı bir incelemesine başvurmak zorundadır.
Pierre-Roland Giot,
C.N.RS.’de araştırma .yöneticisi, “Dolmeriler ve Menhir’ler,” Science&Vie,
üç aylık dergi, no 178.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ler gibidir," diye yazar Green.3 Şeytan
demek olan kutsallığın derinindeki bu imgede Şeytan yok gibidir. Genelde
varsayımın tersine, Kötülük Kaygısı ya da Nefreti yaşama tapınmaktan daha az
maddileşmiş gibidir.
“Modernist” ya da Avrupalı yorumlardan da birçok
bakımdan sakınmak uygun olur; Mircea Eliade kusursuz yapıtı Dinsel inançlar
ve Fikirler Tarihi4 adlı kitabında “Filistin’de bulunan ve
yaklaşık olarak 4500 tarihli kadın heykele ikleri”nden söz eder; yani bunlar
neolitik döneme aittirler ve “Ana Tanrıça’yı korkutucu ve şeytansı bir ifadeyle
temsil ederler.” Çağdaş bir bakış açısıyla, Munhata’da bulunan bu küçük
heykellerin endişe verici bir görünümünün olduğu tartışma götürmez. Ama
bunlara bakanlar ve bunları yapmış olanlar için de böyle miydiler? Bizim için
aşırı şişman biri olan Lespugue Venüs’ü denen şu canavarı, Magdaleniyen
insanları nasıl görüyordu? Bir. verimlilik ya da güzellik simgesi olarak mı? O
dönemde güzellik nasıldı? Kuşkusuz bizim güzellik anlayışımızla aynı değildi,
önceki asrmkiyle de aynı değildi. Örneğin Afrika sanatlarındaki kadın
güzelliğinin sayısız tasvirleri bir Batılıya, Aztek sanatının İspanyol
serüvencilerine göründüğü kadar canavarca gelebilir. Her şey alışkanlık
işidir; çağımızda da Picasso’nun resimlerini güzel bulan insanlar görülmüştür.
Ayrıca, Hacılar, Çatalhöyük ya da Teli Halaf gibi sekiz
bin ya da on bin yıl öncesinin tarihöncesi kentlerinde keşfedilen boğa ve kadın
heykelcikleri, resimleri ya da diğer buluntular, inançları ve tapınma
kurallarım asla açıklayamazlar. Bununla birlikte Eliade, örneğin Bavyera’da ve
Württemberg’de bulunan kafatası depoları konusunda, bunların doğal ölümle ölüp
ardından meçhul bir nedenle kafaları koparıl-
3 Mirand Green, The Sun-Gods of Ancient Europe,
Hippocrene Books İne., Londra, 1991.
Mircea Eliade, Histoire
des croyances et des idees religieuses, 3 cilt, Payot, 1976.
OKYANUSYA’NIN IKI ANLAMLI CİNLERİ
mış (bu tür kafataslarının yaşıyormuş görünümü vermek
için kille sarmalandığı Melanezya’da olduğu gibi mevcudiyetlerinin sürdürülmesi
amacıyla koparıldığı kolaylıkla düşünülebilir) insanlar mı yoksa kelle avcıları
ya da yamyamlar tarafından katledilmiş insanlar mı olduklarını bilmenin
olanaksızlığını kabul eder.
Günümüzün “ilkel” dinlerinin görünür kalıntılarından
yola çıkarak geçmişin inançlarını yeniden kurmak için Eliade tarafından ileri
sürülen "paralel etnolojiler” yöntemi tartışmalıdır, çünkü günümüzdeki
“ilkel” dinlerin evrim geçirmediğine dair hiçbir kanıt yoktur. Hıristiyanlık
bile iki bin yıldan bu yana birçok kez evrim geçirmiştir. Çok daha kesin
olarak bildiğimiz şeyden yola çıkarsak, bu yüzyıl sonundaki bir Katolikten
İznik Konsili dönemi Hıristiyanı kadar birbirinden daha uzak bir şey yoktur.
Daha baştan, bu ilk bölümde, geçmişin ve günümüzün
dünyasının çözümlenmesine özel bir kültürün, uzun süre kendini Helenik sanmış
(oysa ki daha çok düşmandı) ve ardından Hıristiyanlaşmış ve nihayet
bilimsel-pozitivist olarak kendi kültürünün şemalarını dayatmış (ve hâlâ
dayatan) bir Avrupa-merkezciliğin aşırılıklarını ortaya sermek bana bir o kadar
gerekli görünmektedir. Zaten Çinlilerin keşfetmiş olduğu barutu kullanmak için,
ardından (IÖ birinci yüzyıldaki İskenderiyeli Heron’dan sonra) buhar makinesini
yeniden keşfetmek için, sonra da atomun güçlerini serbest bırakmak için Batı,
gerçekte, geçmişin ve bugünün dünyasına maddi olarak dayattığı bir üstünlüğü
kendine mal etti. Böylece, teknolojinin .ilerlemelerini aslında evrim
geçirmeyen felsefenin ilerlemeleriyle karıştırmışa benziyoruz.
Bu sayfalarda, bakışımızı oldukça genişletmiş olan ve
biz Satıhların dünyanın ve tarihin merkezi olduğumuzu düşünme eğilimimizi
yatıştırmış olan iki bilim dalından, son on yılların antropoloji ve etnoloji
çalışmalarından büyük ölçüde yararlanıldı. Bu iki bilim dalı belli bir
alçakgönüllülüğü teşvik etmiştir. Antropolojiyi kuran ilkel
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Zihniyet5 adlı eserde Lucien Levy-Bruhl, 1922’de, yetmiş yıl
sonra bile insanı hâlâ şaşırtmaya devam eden cümleler yazıyordu. “İlkel uygarlıklarda
düşün değeri" üzerine bir ders sırasında -ki bu düşünceler bu uygarlıklara
ilişkin yorumları derinlemesine etkileyecektirYeni Zelanda’daki Maoriler, Kuzey
Amerika yerlileri, Avusturalya yerlileri, Sumatra’nın Batakları ve başkaları
için düşlerin çok önemli olduğunu, onlar için düşlerin gerçekliği
oluşturduğunu belirtir. Misyoner anlatılarını aktararak, bu “ilkellerdin
genellikle düşlerin .ardından din değiştirdiklerini belirtir. “Genellikle, bir
misyonerin bir yerlinin din değiştirmesi çabaları boş çıktığında, aniden bir
düş bu kararı belirler, özellikle bu düş birçok kez yineleniyorsa,” diye yazar
LevyBruhl, sanki burada “ilkeller” e özgü bir özellik söz konusuymuş gibi. “Bu
zihniyeti ‘mantıköneesi’ diye kabul ettiren nedenlerden biri budur,” diye
yazarak antropolojinin anahtar kavramlarından birini oluşturur Levy-Bruhl; çok
sonraları Levi-Strauss Yaban Düşünce’de bu kavramı yeniden ele alacaktır.
Bazı
başkan ve bakanlarımızın, önemli kararları falcılarına ya da ünlü
astrologlarına danışmadan almadıklarını ve her günün başlangıcında yüz
milyonlarca Batılıya medyanın sayısız yıldız falı dökümü sunduğunu keşfedecek
“ilkel” bir antropologun çıkaracağı sonuçları şimdiden merakla bekleyebiliriz.
“Kovalar, dikkat edin, bugün size tuzaklar kurulabilir!” O halde,
“mantıköneesi” zihniyet hangi taraftadır? ■
Bu “mantıköneesi”
zihniyet, Levy-Bruhlun yapıtında ve ardından modern antropolojide “ilkel”
düşüncenin özelliği olarak ele alınıp teknolojik uygarlıkların tekelinde bulunan
mantıksal düşünceden farklı diye kabul edilecektir. Öyleyse, bir bilim dalı
tarafından, yani bu uygarlıkların kültürlerinde zaman aşımına uğramadan
zikredilme
5
Lucien Levy-Bruhl, Ln Mentalite primitive, PUF, Paris, 1922.
OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
hakkını elde etmiş olan
psikanaliz tarafından düşlerin yorumuna yapılan vurgu hakkında ne düşünülmesi
gerektiğini kendimize sorabiliriz. Bazt dairelerde çalışmaya aday olanlara
yapılan sınavlarda psikanalistlere başvurmaya kadar varılmadı mı? Bundan
çıkarılması gereken sonuç, teknolojik uygarlıkların “mantıköncesi” düşünceye
doğru gerilediği midir? Yoksa, siyah kanapelerin müşterilerinin ve iş adaylarının
düşlerinin başka bir kapsamı ve değeri mi vardır?6 Bununla birlikte,
Levy-Bruhl “ilkellef’in bütün düşler tarafından kötüye kullanılmaya izin
vermediklerini ve “edimlerini düşlere göre düzenleyen bütün halklar gibi
Cafreslerin de iyi düşlerle kötü düşleri, gerçeğe uygun olanlarla yalan
olanları birbirlerinden ayırt ettiklerini,” açıkça belirtir.
Hiç kuşkusuz, Levy-Bruhl döneminde, politikacıların,
Fransa’da, Navarre'da ve başka yerlerde (Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald
Reagan’dan daha önce söz ettim), bazı politik kararların yerinde olup olmadığı
konusunda gizlice kâhinlere akıl danışma alışkanlıkları yoktu.
Levy-Bruhl, “mantıköncesi" düşüncenin tipik
tezahürü olarak Gran Chaco’daki Lengua yerlilerinin (antropolog, “Yerli’nin
zihinsel işlemleri” şeklinde kusursuz bir dolaylı anlatım kullanır), bir
kişinin aynı anda başka yerde olmasına, yani hem burada hem orada, birbirinden
birine uzak mesafelerde olma olanağına olan inançlarını da daha önceden ortaya
koyar. Oysa Levy-Bruhl’ün bizim Batı’mn Hıristiyan ruhani çevrelerindeki
saygıdeğer azizlerin -yerden oldukça yükseğe çıkan isveçli Azize Brigitte’in ve
Avilalı Azize Tereza’nm, bir ejderhayı öldüren (ve bu inanılmaz olay nedeniyle
takvimden sürülen) bahtsız Aziz Georgios’unyaşamını okuyup okumadığı
sorulabilir. 1939’da
I. 6
Science.&Vie 1991 yılında psikanaliz sonuçlarının ve doktrininin
eleştirel bir çözümlemesini yayımladığında, “modem bilimin çürütttüğü bilimci
tavırlara" “arkaik” bir geri dönüşe karşı tepki gösteren birçok okur
oldu...
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ölen Levy-Bruhl, Papa
VI. Paul’ün 1970 yılında kitlelerin dinsel saygısına layık gördüğü, 1968’de
ölen ve kısmen çağdaşı olan, aynı anda başka yerlerde olma yeteneği üzerine
tanıklıklarıyla özellikle kitlelerin dikkati çeken ermiş Padre Pio’yu hiç
olmazsa bilebilirdi.7
Dolayısıyla, Levy-Bruhl’ün yorumları insanı şaşırtır,
çünkü “mantıköncesi” düşüncenin “ilkeller”in bir özelliği olmasına gösterdiği
nedenler ve Gran Chaco yerlilerindeki aynı ânda başka yerlerde olmaya dair
inancın çağdaş Italyanlarda niçin farklı olduğu konusunda insanı kendini
sorgulamaya yöneltir. Bu yapıtın Afrika dinleri üzerine olan bölümü, ilkel
düşüncenin görünür “mantıköncesi” doğasına ilişkin kalıcı bir yanlış anlamayı
zaten ortadan kaldıracaktır; bu düşüncenin doğal olarak, özü itibarıyla dinsel
olması, bir Maori’nin ya da Gran Chaco yerlisinin düşlerinde gördükleri
hayvanla uyanıkken gördüklerini ayırt edemeyeceği anlamına gelmez.
Antropolojinin birçok yanı bu bakımdan bir yeniden
sorgulamayı gerektirir. Levi-Strauss bü nedenle mantıksal düşüncenin ve
tekniğin gelişiminin tektanncılık tarafından teşvik edildiğini öngörmüştür.
Batı’mn genel tarihine şöyle bir göz atmanın ilk bakışta düşünmeye
7 Mistisizmin bazı
fiziksel görüngülerinin gerçekliğinden burada hiç kuşku duymadığımı belirtmek
isterim. Bu konuda Herbert J. Thurston’un Les Ph^noınfcnes physiques du
nıysticisme, Gallimard, 1973, * adh eserini öneririm. Benim hedefim,
antropolojinin arkaik ya' da "pre-teknolojik” uygarlıklar üzerine bakış
açısıyla teknolojik uygarlıklar üzerine bakış açısı arasındaki karşıtlığı
ortaya çıkarmaktır. Aynca, "ilkel" zihniyetin, Papularm, Maorilerin
ya da Afrikalılannkinin doğuştan olduğu ve bir anlamda, temelden “mantıköncesi”
bir kültür nedeniyle çaresiz olduğu şeklindeki şüpheli bir ön kabule ilişkin
kendi bakış açımı belirtmeyi de isterim. “llkeller"in kullandığı uçak ve
helikoptere bindiğimden, araç kullanma ve mekanik bilgilerinin, beyaz meslektaşla
minkinden hiçbir noktada aşağı olmadığını değerlendirebildim.
8 Claude
Lövi-Strauss, Anthropologie structurale, Plon, 1952. Her şeye rağmen,
Levi-Strauss, mantıksal zihniyetle mantıköncesi zihniyet arasındaki karşıtlık
takınağını antropolojiden çıkarıp atan ilk kişidir; özellikle La Pensle
scıuvcıge’da, Plon, 1962.
OKYANUSYA’NIN [Kİ ANLAMLI CİNLERİ
davet edeceği şey budur.
İkinci olarak, mantıksal düşüncenin çoktannlı Yunanlılarda da eksik olmadığı
fark edilir; bilim, ve teknik de eksik değildir; ÎÖ III. yüzyılda Eratosthenesbir
yeryüzü meridyeninin uzunluğunu kilometrenin binde biri hata payıyla ölçüyor,
IÖ I., yüzyılda İskenderiyeli Heron ise buhar makinesini keşfediyordu. Çin’de,
tektanrıcılığm yardımı olmaksızın, mantıksal düşünce de, bilim ve teknik de
parladı; IÖ IV. yüzyılda aydınlatmada doğal gaz kullanılırken XIII. yüzyılda
füzeler keşfedildi. Çoktanrılı Japonya tektanrılı Batı’yı yenilgiye uğrattı ve
hâlâ uğratıyor. Dolayısıyla, bu tür yüklemlerin, Yunanlı ya da mandarin olsun,
"vahşiler” karşısındaki Batılı küçümsemesinden kaynaklanıp
kaynaklanmadığını insan kendine soracaktır.
Önyargı gözler önüne serildiğine göre, modern
antropolojinin (eğer bir başkası varsa), dar anlamda "mantıköneesi” olan
ve vahiy yoluyla gelen ya da geleneksel bütün dinlerin değer verdiği bazı verilerine
gönderme yapamamasından okurun şaşırmayacağını ummak istiyorum.9
Yazı öncesi kültürler üzerine sahip olduğumuz verilerden akla dayalı bir
şekilde çıkarabileceğimiz şey, dinin bu kültürlerde toplumsal bir işlevinin
olduğudur. Bu yüzyılın başında Emile Durkheim’m çalışmalarından, özellikle de
temel yapıtı Dinsel Yaşamın Temel Biçimleri’nden bu yana bir gerçeklik
kendini dayatmıştır: Din, kültürü oluşturan şeydir. Bu düşünce, gelişmeye ve
sürekli yeni açılımlar oluşturmaya devam etmektedir. Neandertal ya da
Cro-Magnon insanın mantığına göre tehditkâr, meçhul ve “dolayısıyla” doğaüstü
güçlerle iletişim kurmak gerektiğinde; bu güçler şimşek, su, rüzgâr, toprak,
vahşi hayvan ya da daha soyut olarak, verimlilik, hastalık, av
9 Dinin, -“mantıksız” terimini gizleyen bir
örtmeceyi de meydana getirdiğini sandığım“mantıköneesi” görünümüne rağmen,
insan varlığı için özellikle mantıksal bir tatmin meydana getirmediğini de,
başka bir eserde, bir gün ortaya çıkarmak gerekecektir. Burada belirtilen
sınırlayıcı nüansın nedeni budur.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ve savaşta başarı olsa
da, pratikleri örgütlemek, yani ibadet usûllerini yaratmak gerekti. Bu usûller
zorunlu olarak roller yaratıyordu, çünkü hâlâ dayanıksız bir kavram olan birey,
klan ya da kabile adına söz konusu güçlere ne tek başına, ne-de tesadüfi
olarak aracılık edebilirdi. Kuşkusuz kurban etmelerle ödüllendirilen aracılık,
şimşek tanrısına ya dâ örneğin su tanrısına çağrı yapılmasına bağlı olarak
değişiyordu. Düzenli ya da istisnai durumlarda yapılan bir ritüel olmasının yanı
sıra, daha önce belirlenmiş bir zamanda tamamlanması gerekiyordu.10
Ve aracılık özellikle
yetkili bir kişi tarafından yapılmalıydı; ya iktidar sahibi tarafından, klanın
ya da kabilenin seçilmiş şefi tarafından ya da falanca otun, falanca tözün,
durumların falanca düzenlenişinin sırlarım bilen, büyülü güçlerle donanmış bir
kişi, bir “hekim” tarafından. Birinci durumda rahibin'kralla özdeşleşmesi söz
konusu olur; ikinci durumda ise Dumezil tarafından ortaya çıkarılan iki işlev
arasındaki ayrılık göze çarpar. (Klan ya da kabile şefi aynı zamanda savaşçı
da olduğundan kral ile savaşçı arasında bir ayrılık olması olanaksız görülür.)
Her koşulda din zaten
ilerde olacağı şeydi; o kolektif inançların, bir yerle sınırlı bir yaşantının
ve gerçeklik karşismdaki bir politikanın yansısıdır. Bu politika, ortama ve
toplulukların niteliğine göre, binlerce yıl boyunca hiç kuşkusuz değişti.'
Çünkü bazı usûller, onları savunmuş olan topluluklarla birlikte yok olurken,
Okyanusya'daki Cdrgo Cult gibi yenileri de ortaya çıktı.
Kimileri on milyonlarca
yıllık, kimileri sadece birkaç milyon yıllık olan, günümüzdeki üç büyük
tektanrıcılıktan önce gelen eski dinlerin bugüne ulaşabilmiş unsurlarıyla' çözümlenememesinin
nedeni budur. Burada sadece nesnellikle zikredilen bir varsayım olmaktan
10H.
Breuİl ve R. Lantier, Les Honunes de la pierre aneleme, Payot, 1959.
OKYANUSYA’NIN IK1 ANLAMLI. CİNLERİ
öte bir anlam taşımayan
ilkel denen toplulukların, tecrit oldukları ve çok yoksul bir teknoloji
nedeniyle tarihin dışında kaldıkları kabul edilse de; bu topluluklar göçler,
savaşlar, salgınlar, volkan patlamaları gibi doğal olaylar sırasında
evrimleşebilmişlerdir. Örneğin Papua kabileleri, çok daha geniş olan,
ticaretin, işgal ve fetihlerin zenginleştirdiği kıtalardaki topluluklarla aynı
tarihsel çerçevede değerlendirilemez, ancak taş devrinde neyseler öyle
kaldıkları da ileri sürülemez.11 Bunun nedeni, öncelikle, taş devri
hakkında hiçbir şey bilinmemesidir, İkincisi, bu varsayım çok kuşkuludur.
Sadece bu toplulukların ve dolayısıyla dinlerinin, kıtalardaki topluluklardan
çok daha yavaş değiştiği ve bu nedenle de başlangıçta oldukları şeyin az ya da
çok önemli bir nüvesini içerme şanslarının olduğu varsayılabilir. Demek ki
onları incelemek uzak geçmişimizi çözümlemeye çalışmaktır.
Okyanusya’daki bugünkü Papua’ya yaklaşık kırk bin yıl
önce yerleşildiği, hakiki atamız homo sapiens supiens’in kökenlerinden
birinin Afrika’da ortaya çıktığının paleoantropoloji tarafından doğrulandığı
düşünülürse, o toplulukların dinlerinin önemi daha da ortaya çıkar. Hiç
kuşkusuz, tarihöncesinde doğmuş bu dinlerin günümüze kadar oldukları gibi
kaldıklarına dair hiç kimse güvence veremez. Öncelikle dinler az ya da çok ağır
evrimleşen, yaşayan kendiliklerdir ve sonuçta, bir kez daha, hiçbir şey
bilmediğimizi itiraf etmek zorundayız.
Paskalya Adası’nı ele alalım. On milyonlarca yıl önce
volkan patlamalarından doğan, 1687’de Edward Davis adlı kayıp bir korsan tarafından
keşfedilen, ardından “Davis Ülkesi” belirsiz adıyla gemiciler için kaybolan ve
1722 yılında HollandalI Jacob Roggeveen tarafından yeniden keşfedilen, yeniden
kaybedilen, 1770 yılında Peru genel valisinin emrindeki bir sefer sırasında
yeniden keşfedilen adaya en azından İS IV. yüzyılda yerleşikliğine
inanılmaktadır.' Günümüzde burası
L1"Easter
Island,” Encyclopaedia Britannica.
37
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Rapa Nui diye adlandırılır.
Paskalya Adası baştan
çıkartıcı sonuçların çok hızlı benimsenmesinin yol açabileceği tehlikelere ve
mitlerin soy zincirini yeniden oluşturma güçlüğüne iyi bir örnek oluşturur.
Antropologların genel kanısı12 uzun süre boyunca karşıt iki yönden
gelen göçmenlerin adaya kabul edilmiş olması yönündeydi; bir dalga, Paskalyahlann
dilbilimsel olarak Polinezya kökenli olmalarının gösterdiği gibi kuşkusuz Polinezya’dan
geldi, diğer dalga ise Polinezyalı olmayan terimler ve ünlü heykeller gibi bazı
antropolojik özelliklerin gösterdiği gibi Güney. Amerika’nın ve belki Peru’nun
okyanus kıyılarından gelmiş olabilir; bu heykeller, gerçekten de, Peru
tarihinin Tiahuanaco denen evresinde meçhul bir halk tarafından dikilen
anıtlara benzemektedir. Paskalya adalarına Güney Amerika’nın okyanus
kıyılarından gelen insanların yerleştiği kuramını ne deniz akıntıları ne de
rüzgârlar doğrulamasına karşın Thor Heyerdahl, ada uygarlığının oradan
geldiğini ileri sürmektedir. Bununla birlikte bu fikir o kadar yol katetmiştir
ki, doksanlı yılların başında en akla yatkın fikir olarak pratikte kendini dayatmıştır.
Fakat 1992’de iki'
antropolog, Bahn ve Flenley, bu görüşü hemen hemen çürüttüler. Öncelikle, ada
bitki örtüsünün büyük bölümü Güneydoğu Asya kökenliydi; Polinezya yoluyla
gelmişti. En azından bir kamışın, totora, Güney Amerika’dan geldiği
ileri sürülmüştü; oysa eski polenlerin incelenmesi bu kamışın otuz bin yıldan
beri, And dağlarındaki uygarlıkların ortaya çıkmasından çok önce adada
yetiştiğini göstermektedir.
Ardından fiziksel
antropoloji, Paskalyahlann kafatası ve diş yapılarının karakteristik olarak
Polinezyalı olduğu ve And dağlarındaki topluluklarla akrabalıklarının
bulunmadığım belirlemiştir. Dilbilim-
uAlfred
Metraux, L71e de Pdcjues, Gallimard, 1941.
OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
sel açıdan, Paskalya
dili, Güney Amerika dil gruplarına değil, Polİnezya dil gruplarına yakındır.
Esrarengiz rongo rongo yazıtları da, düşünce açısından ve işleme tarzı
açısından Polinezyalı gibidir..
Nihayet, Heyerdahl’ın bir Tiahuanaco megalitik
uygarlığının ya da İnka-öncesi bir megalitik uygarlığın etkisini ortaya
çıkardığım sandığı ünlü anıtsal heykeller rahatlıkla Markiz, Tahiti,
Tongaların anıtsal heykel ve yapı geleneklerine bağlanabilir.13
Kaptan Cook, 1774’te karşılaştığı ilk Paskalyahlar konuştuğunda Tahiti dilini
tanımıştır.
Demek ki Paskalya Adası’na, esas olarak Polinezyahlar
tarafından binlerce yıl önce yerleşilmişti. Zaten, yaklaşık otuz milyon kilometrekareyi
kapsayan Pasifik Adaları’nm büyük bölümünü sömürgeleştirmiş olanlar
Polinezyalı denizcilerdir. Deniz keşfi bütün zamanların en görkemli
keşiflerinden biridir ve Kolomb’un flotillasına bu kadar güvenen biz Bat
ıhlar, meçhul toprakları sömürgeleştirmek için dayanıksız teknelerle yola
çıkan bu kaşiflerin cesareti üzerine düşünürsek kendimize verdiğimiz değeri
eksiltebiliriz. Demek ki yerleşildiği andan itibaren tecrit edilmiş olan
Paskalya Adaları, Şeytan düşüncesinin olası oluşumunu incelemek için İdeal bir
laboratuvar oluşturur.
Şeytan’ımızm soykütügünü yeniden oluşturmak için
dünyadaki ve yüzyıllar içindeki yolculuğumuza buradan başlamayı öneriyorum.
Doğu’nun ya da Batı’mn katkılarıyla Kötülük hakkında
oluşturulan düşüncelerin izinin orada bulunacağım umuyorduk. 1934 yılında ada,
i3Paul Bahn ve John Flenley, Easter Island, Earth
Island, Thames & Hudson, Londra ve New York, 1992. Bu yazarlar, dahası,
Paskalya uygarlığının çöküşüne ada kaynaklannın ve özellikle cılız orman
zenginliklerinin yaygın işletilmesinin yol açtığını.belirtirler. Doğal
zenginlikleri işletmekten ve korumaktan başka bir şey bilmeyen ilkel toplulukların
doğuştan bilgeliği üzerine bazı romantik düşünceleri ıhmlılaştırmaya davet eden
şey budur. Mayalar gibi Paskalyalılar da sonunda toprakları yok ettiler, çünkü
kaynakların yenilenme ritmini bilmiyorlardı. Tezleri artık gözden düşmüş olan
Thor HeyerdahPa Paskalya Adası üzerine makale yazdırmış olan mükemmel Encyclopaedia
Britannica’yı burada hor görmüyorum,
'39
ŞEYTANIN GENEL TARİH!
egzotizm meraklıları
için zorunlu bir mola yeri haline gelmeden çok önce, Alfred Metraux, Paskalya
dininin büyük bir tanrı kabul ettiğini yazar; “en üstün atua ve evrenin
yaratıcısı” Makemake. Hıristiyan misyonerlerinin ilk işittikleri onun adı oldu,
ama 1862’de Paskalyalı din adamlarının katledilmesinden itibaren ona
tapınmaktan vazgeçildi.H
Kuşkusuz tek tanrı o değildi, çünkü Paskalya tanrıları
arasında, yine günümüzde unutulmuş olan Rongo, Ruanuku, Atua-Metua (ya da
tanrı-baba) ve birçok başka tanrı da vardır. Bu tanrılar sayısız ve önceden
kestirilemeyen çiftleşmeler geçirmişlerdir. Örneğin KorkunçYüzlü Tanrı,
Açık-Sözlü Tanrı yla çiftleşerek poporo adlı küçük koyları ve Koruluk
Gövde’yle birleşerek de marinkunı ağacını yarattı. Ama sonunda, yüce atua
Makemake’nin varlığı simetrik bir düşmanın da işin içine dahil edildiğini
tasavvur etmeye olanak tanır gözükmektedir.
Ancak durum böyle değildir, çünkü Metraux, “doğaüstü
bütün varlıklar ayrım yapılmadan akuakıı ya da tatane diye
adlandırılır” diye belirtir; bu. sözcük “Şeytan” sözcüğünden türemedir
[karakteristik olarak Batı etkisindeki ve Batılı antropologlar tarafından
ortaya çıkarılan verilerin mutlak özgünlüğü konusunda sakmımlı olmaya yönelten
dilbilimsel, ama belki de aynı zamanda kavramsal kanıt], “Bununla birlikte,
bir deri bir kemik hortlaklarla yardımsever gözüken iyilik timsali ruhlar tek
bir kategoriye yerleştirilemez.” Tek bir tatane yoktur: Metraux döneminin
yıllığı en azından yüz kadar ad sayıyordu ve liste'tam değildi. Tek ve inatla
kötü yürekli tatane yoktur, çünkü tatane’lar çokbiçimlidir; tamamen sıradan
insan yaşamı sürdürebilen güzel genç kızlar ya da yürekli genç erkekler
olabilirler, fakat gövde-
HBronislaw
Malinowski, Argonauts of the Western Pacific, John Hawtkins and
Associates, Inc., New
York, 1922; Les Argonautes du Pacifique Occidental, Fransızcaya çeviren
ve önsöz Michel Panoff, Gallimard, 1989.
OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLER!
leri kısmen çürümüş,
omurgaları gözüken ve kaburgalarının eti çıkmış bir deri bir kemik de
olabilirler; bu durumda bunlar ölülerin ruhlarıdır. Kötücül ve kurnaz olan bu
ruhlar geceleyin, yaşayanlara eziyet çektirmek için evlere girerler. Bununla
birlikte, genellikle kötü yürekli olsalar da bu küçük tanrısallıklar Kötülüğü
temsil etmezler; cehennemlerden gelirler, ama bizim Cehennem’imizin
temsilcileri değillerdir.
Tabularla dolu,
sihirbazlar, büyücüler ve diğer büyü yapanlarla sürdürülen Paskalya doğaüstü
yaşamı yararlı ve zararlı yorumlar bakımından zengindir, ama bizim
Şeytanımızla yakından ya da uzaktan karşılaştırılabilecek Kötülüğün merkezi bir
tasvirini aramak boş bir çabadır. Buradaki güçler birbirleriyle çatışır; bir
büyücünün yaptığı büyü, daha güçlü bir büyücü tarafından ortadan
kaldırılabilir. Örneğin büyü yaparak bir insan öldürülebilir; Bir horoz alınır
ve baş aşağı bir deliğe gömülür, sonra, hayvanın boğularak öldürüldüğü yer
ayakla çiğnenirken, öldürülmek istenen kişinin adı büyülü bir şekilde söylenir.
O kişi kesin olarak ölecektir, ama bir diğer sihirbaz büyüyü bozabilir. Yani,
Paskalya Adası dininde, iyiliğin ve Kötülüğün Lekanlamh tasvirleri yoktur,
bunlar karşıt kolektif ya da bireysel güçlerin ortaya çıkmasından başka bir şey
değildir.
Demek ki Paskalya Adası’nda Şeytan yoktur. Başka yere
bakalım.
Ünlü antropolog
Bronislaw Malinowski onyedi yıl boyunca Pasifik’teki ilkel kabileleri, yani
Trobriand Adaları’ndaki yerlileri inceledi. 1914’den 1922’ye kadar kendisini,
Yeni Gine’nin kuzeyinde, okyanusa yayılmış, yaklaşık yüzelli bin
kilometrekarelik alanı kaplayan otuz kadar adayı incelemeye adadı. “Alan
üzerindeki” çalışma raporu olan Batı Pasifik Argonotları15 en
ünlü üç dört antropoloji yapıtından biridir. O dönemde, yerliler zamanın
başlangıcında var olan dünya
13Vittorio
Maconi, Aııstralie et Mtlan&ie, Atlas, Paris, 1980.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
miti ya da lili’u ile
gerçek dünya arasındaki farkı tam olarak ortaya koyuyorlardı.16
Örneğin mitleri' uçan kanolarla, topraktan çıkan (Yunan mitolojisindeki ilk
kadın Pandora’mn yaratılışından önceki erkekler gibi), iradi olarak gençleşen,
hayvan haline dönüşen (ya da tersi) insanlarla ve diğer doğaüstü mucizelerle
doludur, ama bu mucizenin gerçekleşmediğini ya da daha doğrusu
gerçekleşemeyeceğini bilirler, çünkü bir kano uçamaz. Bir misyoner onlara Beyaz
Adam’ın uçan makineleri olduğunu söylediğinde, Malinowski’ye sorarlar, o da
onlara uçak fotoğrafları gösterir; ama ona bu bir gerçek mi yoksa bir lili’u’mu
diye sorarlar. Onlara göre, misyonerlerin kutsal tarihi bir lili'u’dur ve bunu
reddederler. Geçmişin mucizeleri ancak, ya kaybolmuş ya da olağandışılıklar
gerçekleştiremeyecek kadar azalmış bir yetenek olan büyü sayesinde
olanaklıdır. Yine de, gerçek dünya ile mit dünyası arasında aracılık hizmeti
yapan büyücüler vardır. Oysa mit dünyasında Kötülük cinleri vardır.
Kötülük, esas olarak
hastalık, öncelikle büyücünün ya da bwm gu’u’nun aracılığıyla ortaya çıkar, ama
aynı zamanda uçan büyücüler tarafından da ortaya çıkarılır; bunların en
korkunçları görünmez olan, ağaçların ve evlerin tepesinde dolaşan ve insanların
"içini,” ciğerlerini, kalbini, bağırsaklarını, beyin ve dillerini çalan
mulukwusi’lerdir. Dahası salgınlardan sorumlu olan tauva’u’lar vardır. Hayvan
haline gelmeye muktedir olan -bu durumda insandan kaçmazlar ve derileri
üzerindeki parlak bir renk lekesiyle tanınırlarbu cinler kurbanlarım bir sopa
ya da gürz darbesiyle öldürürler. Ama, değerli nesneler sunularak yardımları
alınabilir. Üçüncü grup zararlı cinler tökwa/lar yalnızca zararsız
hastalıklara neden olan çin türüne girerler.
löMalinowski, Trois Essais sur la vie sodale des
priınittfs’de (Payot, 1980), yine de, şunu yazar: “Vahşi bir cemaatte var
olduğu şekliyle, yani ilkel biçimiyle mit yalnızca anlatılan bir hikâye değil,
yaşanmış bir gerçekliktir.” Cümle kafa karışıklığı yaratabilir, bence
“imgelemde yaşanmış” diyerek tamamlanmalıdır.
OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
Kötülük ruhları, üç tektanrıcılıkta olduğu gibi burada
da belli bir mekanla sınırlıdır: Ölüm ruhlarının Boyowa’mn kuzeybatısındaki Turna
-Adası’na doğru hızla göç etmesi gibi, muluhvcmsi’ler de Boyowa’nın orta ya da
doğu yarısından gelirler: Örneğin Kitava, Iwa, Gava ve Murüa adalarından ve
tauva’u’lar Normanby Adası’mn kuzey kıyısından, Du’a’u kazasından “ve daha
özel olarak,” diye yazar Malinowski, “Sewatupa denen bir yerden,” gelirler.
Sonuçta, yeterince çabuk müdahale etme koşuluyla
büyücüler, Kötülük güçlerini yenilgiye uğratabilirler. Malinowski bu konuda oldukça
ilginç bir anekdot aktarır; anekdot Yunanlı bir tacirle Oburaku’lu bir
Kİriwina’mn kızları tarafından anlatılmıştır. O, küçük bir kızken bir büyücü,
bir hasır almalarım önermek için anne babasının yanma gelir. Anne baba hasırı
almayı reddeder, yine de satıcı kadına bir parça yiyecek sunarlar. Ünlü büyücü
ya da yoyova daha fazla ilgiye alışkın olduğundan bu duruma sinirlenir. Ertesi
gün küçük kız öyle ciddi hastalanır ki anne babası öldüğünü sanatlar. Anne
tarafından büyükbabası bir başka yoyova’yı yardıma çağırır, o da
çalınmış bağırsakların peşine düşüp onları bulur; gerekli olan ödünleyici
tapınmalara girişir ve organlar yeniden yerlerine kavuşurlar. Malinowski bu
anlatının hiç kuşkuya düşmeden ve inanarak anlatıldığım belirtir.
■ Böyle bir yoyova
eyleminden kişisel olarak kuşku duymuyoruz. Kuşkusuz.bilinmeyen bitkilerle ve
tözlerle gerçekleştirilen büyülü törenlerdir bunlar; incinmiş yoyova’nm,
sağlıklı bir bireyi zombiye dönüştürmek için Haiti’deki büyücülerin
kullandıklarına benzer zehirlerden yararlanmış olması ve onarıcı yoyova’nm da
karşı-zehirler kullanmış olması kuvvetle olasıdır.
Kötülük ruhlarına karşı koruyucu törenlere ilişkin
Trobrİand yerlilerinin imgelem zenginliğini gösteren bir strateji vardır: Kayga’u
töreni bir tür sis yaratır ve böylece mulukıvausi’ler yollarını bulamazlar.
4’3
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Demek ki kötülüğe ilişkin Trobriand inançlarının yapısı
öncelikle bizimkileri çağrıştırır: Kötülük, özünde kötü niyetli olan gözle
görülmez yaratıklar tarafından kışkırtılır, ama aynı zamanda, bizim şeytan
çıkarma törenlerimize benzeyen törenler yardımıyla kötülükleri ortadan
kaldırabilen ve bu yaratıklarla ilişki içinde olan insanların aracılığıyla da
kışkırtılabilîr. Dahası, bu yaratıklar coğrafi olarak bir yerle sınırlıdırlar:
Bizim Şeytan’ımızm .yer altında ikamet etmesi gibi onlar da uzak adalarda
ikamet ederler; istisnai bir durumda, muluhwnusflerin. adalarında, ölülerin
ruhlarının ikamet ettikleri yerin karşısında. Fakat karşılaştırma bundan daha
öteye gölürülemez: Okyanusya animizminde [canlıcılık] Kötülük ruhları İyilik
ruhlarıyla birlikte bulunurlar, öyle ki bu durum “demokratik” olarak
nitelenebilir ve burada Şeytan’ın kaynağına ilişkin Hİnt-Ari yaratılış
mitlerinde rastlanılan büyük yapılanmalara rastlanmaz.
Bu yapılara çok yakın olan şey Yeni Gine
mitolojileridir?7. Bazı Afrika kabilelerinde de -özellikle
Dogonlarda rastlananlarla kıyasla^ nabilecekTrobriandlılarmki gibi tam
anlamıyla bir kozmogoni yoktur. Ve onlarda Trobriand yerlileri gibi, çok uzak
bir geçmişte bir “düş zamanının var olduğunu ileri sürerler; o zamanlarda
mitler gerçekti, ama artık yeni mitler olamaz, çünkü mitler zamanı geride
kalmıştır.
Yine de tamamen Batılı bir mantık içinde bu mitlerin hızla
geçersizleştiği sonucu çıkarılmamak, çünkü yakın bir zamana kadar Tapuların
toplumsal yaşamını bu mitler biçimlendiriyordu; mitler var oldukları gibi
güçlüydüler de ve inançla kutlanıyorlardı. Örneğin (Trobriand yerlilerinin
dinsel ve toplumsal yaşamını belirleyen) hint patatesi ya da domuzlar
bayramının kutlaması olmadan hâlâ ne mahsulün, ne hayvanların ne de yaşama
sevincinin olamayacağına İnanan
I7Bronislaw Malinowski, La Vie sexuelle des sauvages
du nord-ouest de la Mdandsie, Petite Bibliotheque Payot, 1970.
OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLER!
çok sayıda Melanezyalı vardır. Fakat açıktır ki nüfusun
şehirlere özellikle Port Moresby’yedoğru akması bu törenlerin yavanlaşmasına
katkıda bulundu. Yetmişli yıllarla seksenli yılların başında çok sık olarak
rastladığımız Yeni Ginelilerin bazı Sepik ve Maprik törenleri, o zamandan bu
yana kısmen kaybolmuştur; Solomon ve Fiji adalarında da durum aynıdır.
Televizyon, beslenme alışkanlıklarının ağır ağır değişimi ve sanayinin sürekli sızması
-turizmden söz bile etmiyoruzOkyanusya dinlerini yirmi otuz yıl içinde
kaybolmakla tehdit etmektedir. ■
Bununla birlikte,, ayakta kalmış olan dinsel inançları
yaklaşık olarak yeniden oluşturmak için yetmişli yıllardan geriye yeterince
tanıklık kalmıştır. Bir kozmogoni olarak betimlenebilecek olan şeyin içinde
ve “Yeni Gine’nin, Kuzey ve Orta Malenezya’nın büyük bölümünde,” diye yazar
Maconi, “yaratılış mitolojisi genellikle erkek ve dişi, kimi zaman
karşıtlıklarla dolu ilk kültürel kahraman çifti etrafında oluşur. Bu büyük
ruhların adları kabilelere göre değişir; örneğin İrian’m18 büyük
Mejbrat’larmda Siwa ve Mafit, Kuma’larda Boli ve Geru, Yeni Gine’nin diğer
kabilelerinde Kilibob ve Manup diye adlandırılırlar. Bu iki büyük ruh,
yeryüzünde bulunan her şeyin yaratıcısı olarak kabul edilir. Dünyayı yaratma
edimine gönderme yapan mitler ‘kurma’anlamına gelen bir sözcük altında yer
alırlar." Demek ki bunlar kurucu mitlerdir.
Malinowski, gerçekte bu mitolojinin kısmen bulanık
olduğunu gösterdi, çünkü Maconi’nin de belirttiği gibi, Güney İrian’da dünyanın
yaratıcısı olanlar, doğaüstü yaratıklar sürüsü olan demalar'dır. Ama,
iki büyük yaratıcı ruh gibi, Bank Adaları’nda vuî, Yeni Hebridlerde umu, Yeni
Gine’deki Kumalarda hibe, Choiseul ve Solomonlarda banara denen demalar
da birbirlerîyle çatışır niteliktedir.
18Yeni Gine adası günümüzde, batı yansına ya da Batı
İrian’a sahip olan Endonezya ile Papua-Yeni Gine bağımsız devleti arasında
paylaşılmıştır.
■45
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Her durumda, iki büyük
tanrının ya da iki uzlaşmaz gruptaki bir ya da birkaç ruhun iradesi olmaksızın
hiçbir şey meydana gelemez. Deprem ya da hastalık, doğum ya da yağmurlar, her
şey ya doğrudan ya da bir büyücü ya da sihirbaz aracılığıyla kurucu ruhların
ürünüdür. Büyücünün kötü yüreklilikle davrandığından her zaman kuşku duyan
yerlilerin büyüye kötü gözle bakmalarının nedeni de zaten budur.
Demek ki
Melanezyalıların, birinin iyi diğerinin kötü olması koşuluna bağlı kalmadan iki
uzlaşmaz yaratıcı ilke ileri sürdüğü görülmektedir. Kötü yüreklilik her zaman1
özde bulunmaz ve kurucu ruhlara özgü bir ayrıcalık da değildir. Çünkü, farklı
bir gruba ait ataların ruhları bazı kabilelerde kötü yürekli olarak
görülürler. Her durumda bunlar, yakın zamanda ölmüş insanlara ait olduklarında,
olur olmaz işlerle uğraşan ruhlar olarak görülürler, oysa zamanla öyle
yumuşarlar ki iyi yürekli olurlar.
Bu karşıt anlamlılığa ya
da daha kesin olarak, bizdeki Şeytan ile Tanrı’yı tanımlayan göksel ya da
doğaüstü yaratıklar arasındaki kesin rol ayrımına Avusturalya yerlilerinde de
rastlanmaz. Avusturalya yerlilerinin mitolojileri bu yüzyılın başından beri
sıkça inceleme konusu olmuştur.19 Mitolojileri de aynı kozmogonileri
gibi çok gelişmiş olduğundan (ortak bir referans noktasıyla, çeşitli çatışma
ve çiftleşmelerin ardından Samanyolu’nda dünyanın yaratılması) ve bir
kabileden diğerine değişiklikler gösterdiğinden burada hepsini sayıp dökmek olanaksızdır.
Bunları özetlemeden önce
bir hatırlatma zorunludur. Antropolog Andrew Lang 1887’de, Avusturalya
dinlerinin kısmen tektannlı bir niteliğe sahip olduğunu kanıtladığını ileri
sürerek meslektaşları arasında kuşkulu bir sansasyon yarattı. Hâlâ yaygın bir
sapma olan böy-
19Geza Roheim, The Panic oj the Gods, Harper-Row,
New York, 1972 (Fransızca çevirisi, l_a Panique des dieux, Payot, 1974).
OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CÎNLLRÎ
le bir ulamanın,
incelemeden kanıtlamaya yönelen Avr.up^-merkezci bir hatadan doğduğu biraz geç
fark edildi. Bir başka alanda, bu hatanın yarattığı'" bir başka miti
dağıtmak için 1991 yılma, dek beklemek gerekti. Hiç kuşkusuz ezeli
tektanrıcılık mitinden daha az sapkın, ama bir o kadar aptalca olan bu mit,
dinazorların zorunlu yamyamlığı mitiydi. XIX. yüzyılda dinazorların yeniden
yapımıyla1 çirkin oldukları kanıtlanınca bundan onların kötü
olmaları gerektiği sonucu çıkarıldı. Ihtiyozor fosillerinin göğüs kafesinde
daha küçük canlıların varlığı saptandığında kötülüğün kanıtının bulunduğu
sanıldı. Bu, ihtiyozodarın birbirlerini yiyen kötü hayvanlar olduklarını
gösteriyordu. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra ise söz konusu “yamyamla r”m,
gerçekte, gebe dişiler oldukları ve “yedikleri” küçüklerin, aslındadoğmayı
bekleyen bebekler oldukları anlaşıldı.
Avusturalyahlara (diğer
“ilkeller”e olduğu gibi) tektanrıcı bir dünya kavrayışı atfeden yanılgı
yıllarca sürüp gitti. Örneğin 1925 yılında, yine Roheim’ın ortaya koyduğu
gibi, İngiliz antropolog Herbert Basedow şöyle yazıyordu: “Arrundta’larda
ilahi Varlık, Altjerra adını taşır. İyiliksever Altjerra kendisi hiç
durmaksızın gökyüzünde ■ koştururken altında koşturan kabilelerin
davranışlarını ve olayları dikkatli bir gözle izler. Yerliler onun her yerde
var olduğuna öyle kesin inanıyorlardı ki, Arrundta’ların gözde nidası, örneğin
şeref sözü verirlerken, Altjerrim arrum’du ve yaklaşık olarak ‘Tanrı
beni duysun!’ anlamına geliyordu, bu cümleyle, verdikleri söze Altjerra’yı ta?
mk gösteriyorlardı...” Oysa Arrundta’ların Altjerra’sı, tektanrıcı, hati ta
Hıristiyan Tanrı’dan kopya edilmiş bu tanıma asla uymayan, diğer r kabilelerin
Altjerra’sından başka bir şey değildi ve dahası, Roheim’in = belirttiği gibi:
“Basedow tarafından aktarılan deyim sadece misyonlar■' daki yerliler tarafından
kullanılmıştır ve misyonerlerin kurduğu okuî 1un doğrudan sonucudur.” Antik
Avusturalya’da tektanrıcılık yoktur, i Bununla
birlikte, ortodoks antropoloji yüzyılın başında ilerleme47
ŞEYTANIM GENEL TARİHİ
sini sürdürdü. Ve
Avusturalya kabilelerinin hem tektanrıcılığın hem de tektanrıcılığın ahlaki
merkeziyetçiliği diye adlandırılabilecek şeyin tam karşıtı dinleri olduğunu
gösterdi. Örneğin Maralarda gökyüzü Minungara denen, sayısı iki olan ruhların
yeridir. Ama bu Minungara’lar hem iyi hem de kötüydü. Kötüydüler, çünkü ne
zaman biri hasta olsa, onlar yeryüzüne inip onun.işini bitirmekten başka bir
şey düşünmezlerdi; ama bu iş için yeryüzüne indiklerinde,, ormanda oturan ve
Mumpani denilen karşıt bir ruh tarafından yenilgiye uğratıhrlardı. Her şeye
rağmen iyiydiler, çünkü hastaları iyileştiren hekimler onlardı. Diğer kabilelerde
de, örneğin Bimbinga’larda ve Anulalarda da az çok benzerine rastlanan
paradoksal bir kavrayış tarzıdır bu.
Bu tür bir çelişki bizi
şaşırtabilir; ama aslında bu rollerin diyalektik karmaşıklığına dayanan bir
dünya yorumundan kaynaklanır; Hiçbir şey kendinde “iyi” ya da “kötü” değildir,
her şey bir an bu, başka bir an şu olabilir. Örneğin, "iblis ve üfürükçü
aynı kumaştan insanlardır,” diye belirtir Roheim. Bir kabilenin dininde önem
taşıyan aynı ruh, isteğe göre, bir yerde “iyi,”. başka yerde “kötü” olarak
nitelenebilir ya da dahası sırayla bir iyi bir kötü olur, llinka grubunun Aranda’larında
büyük ruh Altjerra iyidir ve mara’dır (bu sıfatı acele yorumlamaktan kaçınmak
gerektiği daha ilerde görülecektir) ve Tjoritja grubundan olanlarda ise “kötü”dür.
Ve yine Roheim belirtir ki, mara, iyi kavramına Hıristiyanların
yükledikleri1 anlamda “iyi” demek değildir... Mara
sözcüğünün metafizik yananlamı yoktur; bir cine uygulanabileceği gibi başka
herhangi bir şeye de uygulanabilir ve kısaca, hakkında yaratılış efsanesi
olmayan herhangi bir şeyi ya da kimseyi imler.
Pasifik dinlerini
anlamak için gerekli olan anlambilimsel “gözden geçirme” burada bitmez.
Gerçekten de, “cin” sözcüğü, hemcinslerine ister istemez bağlı olan Şeytan’m
özel hizmetçisi şeklindeki Avrupalı anlamda anlaşılamaz. Avusturalya
dinlerindeki cinlerin çoğunluğu
OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
gerçekten kötü bir yaradılışa sahip olup, insanları
dışarıdan ya da İçeriden kemiriyorlarsa da, Pindupi’lerde cin yiyerek beslenen mangtıkuıata
adında bir cin (demon) vardır! “Bir sırık gibi ince üzün bu iblisin anüsü
yoktur” (Roheim). Benzer bir ayrıksılık tektanrıh dinlerde bulunmadığı gibi,
dahası, düşünülemez bile. Çünkü iblis yiyen bir İblis, bir anlamda, Tanrı’nın
müttefiki olur. Oysa Avusturalya mangukurata'sı, hemcinsleriyle dişe diş
boğuşsa da kötücül olmaya devam eder.
Gökyüzünde oturan doğaüstü bir ruh düşüncesi kaçınılmaz
olarak bizi daha tanıdık olan tanrılarla, hatta Tanrı’nın kendisiyle bir takım
karşılaştırmalar yapmaya yol açar; ve aynı kaçınılmazlıkla saygı kavramını
dayatır. Avusturalyahlarda durum hiç de böyle değildir. Örneğin kişiliğinin
temelden bozulmasıyla ilgili yukarda sözü edilen Altjerra hakkında Strehlow20
şunu belirtir: “Aranda’ların iyi tanrısı... İnsanlığı yaratmamıştır ve
insanlığın iyiliği onu ilgilendirmez... Yerliler ondan ne korkarlar ne de onu
severler. Tek korkuları, gökyüzünün başlarına çöküp hepsini
öldürmesidir."
Galyalılar ve Avusturalyahlar kadar birbirine uzak iki
halkın korkuları arasındaki bu benzerlik çarpıcıdır; tıpkı Yumu, Pindupi,
Pitjenlara gibi birçok Avusturalya kabilesi için Samanyolu’nda köpek ayaklı,
sarışın (doğuştan sarışın Avusturalya yerlilerinin varlığını unutmayalım), çok
güzel doğaüstü bir varlığın var olmasının çarpıcılığı gibi.
Sırası gelmişken, tanrısallık kavramına dair
düşünceleri az çok olumlu olsa da birçok yerlinin cinleri, kolaylıkla aldatılan
aptal ruhlar olarak düşündüklerini de belirtmek ilginç olur. Okyanusya bölgesinin
batısındaki Borneo’nun Katoengouw nehri kıyısında yaşayan Dayaklar, salgın
dönemlerinde, cinler canlı insanlar yerine onları götür-
20Cari Strehlow, Die Aranda-und-Loritja Stâmme in Zentral-Australieıı,
Frankfurt, 1907-1908.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
simler diye kapılarının
önüne tahtadan insan yontuları koyarlardı. Orta Avusturalya’nm Dieri’lerinde,
bir salgın baş gösterdiğinde, büyücü salgının sorumlusu şeytanı ya da
Cootchie'yi çıkarsın ve kamptan kovsun diye içi doldurulmuş bir kanguru
kuyruğuyla toprağı dövmeye gönderilirdi.2’ Cinin zekâsı, cesareti ya
da savaşçılığı karşısında gösterilen büyük saygının pek kanıtı olmayan
uygulamalardır bunlar.
Fakat, Okyanusya’nın bir ucundan diğerine hiçbir
bölgesinde, bizim büyük ve biricik Kötülük Ruhu’muz olan Şeytan’ın,
Baalzebub’un, Deccal’ın ya da başkalarının; Laterano ve Otuzlar Konsili’nin öne
sürdüğü üzere kişisel seçimiyle kötü olan ve insanı günaha ayartan bir
kişiliğin izine rastlanmadığını da söylemek gerekir. Böyle bir ruh her yerde
hazır ve nazır ve herkes tarafından tanınır olduğu kadar ezeli de olmalıdır.
Ama Pasifik’te hiç de böyle değildir. Hastalığın, ölümün ve doğal felaketlerin
korkunç etkeni olan Kötülük eğer Okyanusya, Polinezya ya da Melanezya dinleri
-ya da en azından tepkimeli uçaklar, transistörler ve plastik çağında bu
dinlerden geriye kalanlar (ne yazık ki çok bir şey yok!)tarafından kabul
gördüyse özel birtakım güçlerin ürünü olarak kabul gördü, yoksa biricik bir
Tanrı’nın uzlaşmaz, merkezi gücünün belirmesi olarak değil, “İlkel” denen
halklar ele alındığında varsayılmaya çalışılacak olan şeyin tersine Kötülük
yorumunda indirgemecilik söz konusu değildir. îndirgemecilik, her zaman,
animist kavramlar dağarı ile girişilen bir pazarlığın sonucudur; Kötülüğe
neden olan Şeytan’a karşı Tanrı gücünü göstersin diye Tanrı nezdinde aracılıkla
görevli kendilikler olan aziz ve azizelere; göz hastalıkları için Azize
Lucie’ye, av kazaları için Aziz Hubert’e ya da kayıp eşyalar için Padovah Aziz
Antoine’a başvuran Hıristiyanların kavramlarıyla belli ölçüler içinde
kıyaslanabilir bir diyalektiktir bu.
21
Sir James Frazer, The Golden Bough, MacMillan, New York, 1963.
OKYANUSYA’NIN IKÎ ANLAMLI CİNLERİ
Bununla birlikte, Okyanusyalı farklı davranır, falanca
yıkıma yol açmış özel cini yenilgiye uğratmak için bir büyücüyü ya da bir
hekimi görevlendirir. Kıyaslamalar , tehlikeli olsa da, dünyanın ikiliğinden
emin tektanrıcılığm, gökyüzünü merkezileşmiş bir yönetim alanı olarak kabul
ettiği, oysa ki Okyanusya animistinin gökyüzünü bölgelere ayrılmış olarak
gördüğü söylenebilir.' ■ *
Her adanın kendi mitolojisinin olmasını bölgesel bir
karaktere bağlamak mümkün olsa da, durum kuşkusuz böyle değildir; tektanncı
olan ve her biri kendini evrensel gören içkin eğilimli üç dinden çok farklı
olarak bu mitolojiyi oluşturan mitler, cemaati oluşturan mitlerdir. Bu
toplumlarda mitlerin değeri ve rolü, anayasaların demokratik toplumlardaki
değeri ve rolüyle aynıdır; toplulukların yaşam tarzını yönetirler. Dolayısıyla
her adanın kendi mitinin olması normaldir. Bu mitlerin, bizzat yaşamla ve
öncelikle toplumsal uyumla iç içe girmiş olan İyiliğin asla karşıtı olmayan
Kötülüğün, kötülüğe neden olabilecek ruhlarla diyalektik bir ritüel içinde
önlenebileceğini ileri sürmesi de bir o kadar normaldir. Durum böyle olduğu
içindir ki içkin Kötülük yoktur.
Bu farkı anlamak için şimdi modern Hıristiyanlıkla,
örneğin Malinovvski’nin betimlediği mitleri karşılaştıracağız. Hıristiyanlık,
öncelikle, Yehovalıkla paylaşılan ve Tekvin tarafından oluşturulmuş bir
kozmogoni önerir. Tanrı vardır, dünyayı O yaratmıştır ve O, 1yilik’tir. Tanrı
çok eski zamanlarda, davranışlarım ve toplumsal yaşamlarını düzeltmeleri için
insanlara seslenmiştir. Son müdahalesi, Oğlu İsa’yı yeryüzüne göndermek
olmuştur. Tanrı’nın karşısında, Şeytan tarafından yönetilen Kötülük vardır. Bu
iyilik ve bu Kötülük içkindir, varlıklarını şimdiye dek sürdürmüşlerdir ve
bütün toplumlarda var olacaklardır. Güncel dünyada, kiliselerle devletlerin
ayrımı bu gerekçeyle temellendirilir; Hıristiyanlığı oluşturan mitler artık
toplumun mitleri değildir, Fransa’da en azından 1789 Devrimi’nden bu yana
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
böyledir. Nihayet,
Şeytarida cisimleşen içkin bir Kötülük kavramının varlığını sürdürdüğü için,
çağdaş laik toplamların yurttaşlarının temsil ettikleri Toplumsal İyilik ile
bund'an böyle dogma halini almış olan kilise mitleri arasında büyüyen bir uçurumun
açıldığı görülür: Bu uçurumun en görünür olduğu alan ise cinsellik alanıdır.
Örneğin Trobrİand Adaları’nda ya da Avusturalya
toplumlarında, yaklaşık XX. yüzyılın ortalarına kadar ayakta kaldıkları
haliyle, ensesi tabuları hariç (ensest, geniş anlamıyla akrabalık ve kabile
yapılarına aykırı bir ilişki anlamında anlaşılmalıdır) bir “Cinsel Kötülük”
betimlemesine rastlanmaz; dolayısıyla şehvetperest bir Şeytan yoktur.
Tektanrıcı dinlerde fazlasıyla egemen olan Kötülüğün bu temsilinin Trobrİand
Adaları’nda, Papua-Yeni Gine’de olduğundan daha fazla bir anlamı yoktur.
İstimna, kadın ya da erkek eşcinselliği, eş aldatma ya da çocuk düşürmenin
sadece toplumsal bir değeri vardır. Örneğin Papua-Yeni Gine’de erkek
eşcinselliği bir düzene konmuştur; hatta genç erkekler için büluğ çağlarını
izleyen belirli bir dönemde zorunludur.22 Antik Yunan’daki
düşüncenin bir çeşitlemesi olarak (Antik Yunan sanılandan çok daha az
liberaldi, çünkü düzenleme tarafların arzusundan bağımsızdı ve örneğin cinsel
alışveriş ancak yeniyetmelerle hoşgörülüyordu), gerçekten de Papular olgun
erkeklerle (gerektiği gibi ayrıca düzenlenmiş olan) gündelik cinsel ilişkinin,
nitelikleri herkesçe kabul edilmiş büyük savaşçıların erdemlerini oğlan çocuklarına
“bulaşma yoluyla” aktaracağını düşünürler. Eş aldatma kavramı da yoktur:
Yolcular çok yakın bir geçmişe kadar, uğradığı kabiledeki herhangi bir kadının
kendisine lütufta bulunduğuna tanık oluyordu; kadının evli olup olmamasının,
yolcunun talepte bulunup bulunmamasının önemi yoktu. Aynı şekilde istimna
kavramının da fazla bir anlamı yoktu.
22Maurice
Godelier, La Production des grands hommss, Fayard, 1982 ve Gilbert
H. Herdt, Guardicıtı of the Flüte, Idioms ofMasadinity,
McGraw-Hill, 1981.
OKYANUSYA’NIN IKl ANLAMLI CİNLER!
Böylesi uygulamaların
tektanrıcılığm uygulamalarıyla uzlaşmaması üzerine burada konuşmak gerekmiyor.
Ancak, Okyanusy ahları, sadece cinsellik alanında da olsa, dizginsiz sefahat
düşkünleri olarak göstermek hatalı olur: Orta Avusturalya’da, Kaitish’lerin
kabile şefi, çayırların büyümesi için yaptığı büyü törenleri boyunca karısıyla
cinsel ilişkiden kesin olarak uzak durur.23 Bu perhizin amacı
enerjisini otlakların büyümesine adamağıdır. Başka birçok ilkel kabile gibi kadınların
aybaşısmdan kutsal bir tiksinti duyan Orta Avusturalya Dieri’leri, kadınların
bu dönemleri boyunca su akıntılarında yıkanmalarını, bunun akıntılardaki bütün
balıkları öldüreceklerinden korkarak yasaklarlar. Torres Boğazı’ndaki adalardan
biri olan Muralug Adası’nda erkekler kadınların denizden gelen şeyleri
yemelerini, denizde yaşayan her şeyi öldürecekleri korkusuyla yasaklarlar.
Bunun tersine, Letı’lerde, Sarmata’da ve Papua-Yeni Gine ile Güney Avusturalya
arasında yer alan diğer adalarda, toprağı verimli kılan en önemli erkek tanrı
olan Güneş’in, yani Upu-lera’nm bayramı, verimlilik ilkesini yüceltmek için
çiftleşmenin derinden derine teşvik edildiği açık saçık eğlencelerle kutlanır.24
; Pek bilinmeyen iki
kültürdeki, Tayvan’ın güneydoğusundaki Yu ■ Tao ya da Orkide Adası da denen
Irala Adası’nda yaşayan Yamilerle, İ Birmanya sınırındaki Assam’m Hint
devletinde bulunan ve 1961’den i! bu
yana Nagaland diye adlandırılan bir bölgede ikamet eden ilkel Gü-
f neydoğu Asya kabilesi Nagalardaki Kötülük düşüncesi ve
nedenleri
1 üzerine genel bir bakışı,
dünya;turumuza devam niyetine burada sunmanın yararlı olduğunu sanıyorum.
; Yamiler,
Malezya-Polinezyalı olduklarından Asya ile Polinezya arasında bağ oluşturan
halklardan biridir. Bu araştırmada iki nedenden • . dolayı ilgi çekicidirler.
Birincisi, Asya mitolojileriyle Avusturalya ; ----
23Frazer,
Alim Dal.
M a
A.g.e.
ŞEYTANİN GENEL TARİHÎ
mitolojileri arasındaki
geçiş konusunda tam. olarak bilgi verirler, çünkü diyalektleri bashiic
geniş Avusturalya dil ailesine dahildir. Bu nedenle, Asya etkilerinden çok
erken ayrılmışlardır ve bu da inançlarının özgül bir $eytan mitine doğru
evrilip evrilmediğini ya da tersine bu miti güçsüzleştirip
güçstizleştirmediklerini görmeye olanak tanır. İkinci neden, gerçekte,
Yamilerin, Qing Hanedanı sırasında, yani 1644’den 1912’ye kadar en yakın ülke
olan Tayvan’la .ilişkilerinin asgari düzeyde sürdürülmesidir. Irala’mn iktisadi
önemi olmadığı gibi stratejik önemi de pek yoktur. 1895’ten 1945’e kadar adayı
işgal etmiş olan Japonlar adayı “etnoloji müzesi” ilan ederek halka kapamışlardı.
Irala, aralarında iki
sönmüş volkanın da bulunduğu bir sivri tepeler zincirinden oluşan dağlarla
tamamen kaplı bir adadır. Nüfusu, beş altı köye dağılmış yaklaşık iki bin
kişiden ibarettir; teknisyen, asker ve eğitimcilerden oluşan Tayvanh personel
ve aileleri de dahil edilirse nüfus üç bine çıkar. Geçimlerini balıkçılıktan,
esas olarak uçanbalıktan, aynı zamanda da ton, kalamar ve başka bazı çeşitleri
avlamaktan, ayrıca taro, hint patatesi ve darı yetiştirmekten sağlarlar.
Irala, kuşkusuz, turistik bir yer değildir: Otel yoktur ve tayfunlar sık sık
ortalığı kasıp kavurduğundan evler -çatıları dışındatoprağın altındadır. Yerel
ekonominin ilkel karakteri nedeniyle gençlik Tayvan’a doğru göç ettiğinden
yüzyılın sonunda Yami kültüründen pek bir şey kalmaması olasıdır.
Irala, yabancı
kültürlerin etkisinden tümüyle uzak kalmış olsaydı etnologlar için ideal bir
yer olurdu. Ancak durum böyle değildir, çünkü Hıristiyanlık oraya, 1945’ten
sonra Asya’da rastlanan en yaygın iki biçimi olan Katolik ve Presbiteryen
biçimleri altında girmiştir. Yine de Hıristiyanlığın yerel, kültür tarafından
emildiği ve geleneksel dinin yerini alamadığı söylenebilir. Yazıları
olmadığından ve bütün gelenekleri sözlü olarak aktarıldığından Yami
inançlarının ne kadar
OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
eski olduğunu belirlemek zaten olanaksızdır.
Esas olarak dinsel bir sistem olan Yamilerin etik
sistemi, balık .tüketim kurallarından yola çıkarak oluşturulmuştur:
Listeledikleri dörtyüz elli çeşit balığın bazıları her yaştan kadınlar ve
erkekler tarafından, diğer bazıları yaşlı erkekler ve kadınlar tarafından
tüketilebilir. Bazı türler yalnızca hamile kadınlar içindir. Bazıları yalnızca
loğusalıktan kalkan kadınlar tarafından tüketilebilirken, bazı köylerde
oturanlara yasaktır. İzin verilmiş balıklarla yasak balıkların listesi oldukça
karmaşıktır: Seksensekiztür herkese yasaktır, altmışı belli koşullarda
erkeklere yasaktır, bunların bazıları karıları hamile kaldığı andan itibaren
kocalara yasaktır, diğer akmış tür balık ise kadınlara yasaktır, yalnızca dört
tür.hamile kadınlar için serbesttir...
Bu, hemen hemen bütün Okyanusya’da görülen tabu
sisteminin özellikle “okunabilir” bir modelidir. Bu sistem bir etiğe dayanmaz;
her zaman olduğu gibi, dünyanın klasik korunması sistemine dayanır: Tabuya
saygı, kozmik düzeni sürdürür. Bir Yami “tabu durumunda” ölürse, Hıristiyan
bile olsa, Hıristiyan gömme törenleri reddedilir. Ama görüleceği gibi, Yamilerin
tabu sistemi tanrılardan bağımsızdır.
Üzerinde yaşadıkları adanın küçüklüğüne rağmen,
Yamilerde, yaratılış mitlerini ve hiyerarşik tanrılar silsilesini içeren
gelişmiş bir kozmoloji vardır. Çarpıcı nokta, özellikle Doğu’daki Tufan mitine tufana
hamile bir kadın yol açmıştırburada da rastlanmasıdır. Panteonun tepesinde
Simo-Rapao hüküm sürer: ilk insan çiftini o yaratmıştır ve Yahudi Yaratılış
Tanrısı gibi etrafında bir tanrılar konseyi vardır. Bu panteonun en altında
ise kötücül tanrılar vardır. Bunların oburlukları Yamileri "taro”lardan
ve hint patatesinden yoksun bırakabilir ve kükürtlü özsuları iğrenç çekirge ve
tırtıl yağmurlarına neden olabilir. Yami kozmogonisi, adada ortaya çıkan ilk
insan varlığından başlayarak karmaşık Yami soykütüğüyle tamamlanır.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Panteonun iki ucu
arasında aşağı tanrılar ve hatta doğaüstü, ama tanrısal olmayan kendilikler
vardır; bunlar doğuma ve yaşama yön veren iki dişi olan Pina Langalangoa’lardır.
“Tanrı” kavramı diğer kültürlerclekiyle aynı değildir, çünkü tanrılara “göksel
atalar” anlamına gelen akey do to ve “yakardaki insanlar” anlamına
gelen tawo do to denir.
Demek ki Yamilerin
sistemi, yukarda çözümlenenler gibi, cehennemin başkentini de içeren bir
panteon sistemidir. Bunun kanıtı, Yamilerin yılda bir kez, aralık ayında bütün
tanrılara kurban sunmalarıdır. Fakat inançlarının bir özelliği olarak;
doğaüstü alanında tanrılar, ruhlardan sonra gelirler. Onlara göre her insan
varlığı bir “temel ruh”a ve organlarda, eklemlerde, vs. bulunan birçok ikincil
ruha sahiptir. Ölüm ruhları serbest bırakır, yine de büyü yoluyla, örneğin
ruhları görmeye ve onları duayla korumaya tanrının rızasıyla muktedir (zinanın
kokusunu alabilen ve hatta zinaya dair düşünceleri okuyabilen) tek kişi olan
bir büyücü, makahaw, aracılığıyla ruhları geri çağırmak'da olanaklıdır.
Bir kişi doğal bir
nedenle öldüğünde -yani bir kaza ya da acı çektiren bir hastalık değil de
yaşlılık neden olmuşsatemel anito Beyaz Ada denen mitik bir adaya çekip
gider. Ama . eğer hoşnutsuzsa, o ve diğer ruhlar canlılara, insanlara olduğu
kadar hayvanlara da acı vermek için geri gelebilirler ve canlıları kötü ya da
hasta yapabilirler. Dolayısıyla Yamiler, ister istemez, anito denen
ölülerin ruhlarının sürekli ve “denetlenemeyen" korkusu içinde yaşarlar.
En güçlü Yami tabuları cenaze törenleriyle ilgili olanlardır. Ölünün başında
geçirilen geceler boyunca, ölünün akraba ve dost çevresinden hiç kimse gözünü
kapamaz, çünkü ölünün anito’sunun saldırısından korkarlar. En korkunç kara büyü,
bir insanın bir mezarın kumuna dokunmasını sağlayarak yapılır; çünkü kum bir
anito taşıyor olabilir.
Bu inançlarda iki çarpıcı özellik görülür. Öncelikle,
ruhlarla Yami
OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
panteonunun alt düzeyindeki cinler arasında net bir
ayrım vardır. Ardından, ruhların ikili karakteri: Tümden kötü değillerdir, ama
kötü olabilirler. En ürkünç Kötülük tanrıların değil, insanların ürünüdür,
anito’Iarıdır. Bu mitolojinin felsefesi, yukarda açıklanan birçok Okyanusya
inancında da olduğu gibi, ilkel Asya dinlerindeki ölülerden duyulan korkuya da
bağlıdır. Elbette Yamilerde Şeytan yoktur.25
Gerçekten de, inançlarının temel felsefesi Kötülüğün
kökeninin, insanların kötü niyetliliğinin bir kalıntısı olarak insani olduğu,
doğaüstü olmadığıdır. Bu felsefe, “kötü düşünceler içimizdedir” formülüyle
özetlenebilir.
Yarım milyon nüfusu bulan Assam Nagaları farklı
kültürlere sahip belli başlı onbeş kabileden ibarettir. Düz siyah saçlı, siyah,
çekik gözlü, baskın olarak Mongoloid tipinde olmalarıdışında kökenleri hakkında
çok şey bilinmemektedir. Otuzbeş bin yıl önce başlamış. Güney Amerika’ya kadar
uzanan büyük Mongoloid göçleri sırasında, günümüzde kaybolmuş olan ve
Avusturalyalı ya da zenci -bunlar, özellikle kıvırcık ya da dalgalı saçlarla ayırt
edilirleryerel toplulukların yerine geçmiş olmaları olasıdır. Bazı Nagâlarda
rastlanan mongoloid olmayan kimi özelliklerin düşündürdüğü budur. Zaten, Naga
hikâyelerinde Mongoloid olmayan topluluklarla bir karşılaşmadan söz edilir.
Nagalar, büyük Çin-Tibet dil ailesine ait otuz kadar tonal dil konuşurlar;
dolayısıyla, Güney Çin’den gelmiş olmalıdırlar.26 Di-
25Yamile.r üzerine bilgilerin önemli bölümünün alındığı
eserler: Yamiler üzerine en eksiksiz inceleme olan Deszo Benedek’in mükemmel
incelemesi The Yami of Irala, The World aııd I, The Washington Times
Corporation yayını, Eylül 1987 ve Krista Weider’in incelemesi, The Legends
of Irala, Research-Penn State University, cilt 6, no 3, Eylül 1985. Kurban
eden ayin yöneticisinin başındaki kötülüğe neden olduğu varsayılan hırsız ya
da kötü ruhlu kişiden haksız yere verdiği ıstırap dolayısıyla intikam almakla
görevli bir kertenkelenin kurban edildiği özel bir Yami dinsel törenini
belirtmek gerekir.
Nagalar üzerine
bilgilerin önemli bölümü Julian Jacobs’un Alan MacFarlane, Sarah Harrison ve
Anita Elerle ile birlikte yazdığı şu mükemmel eserden alın-
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
ğer ortak nokta, son yüzyıla kadar hepsinin kelle
avcısı olmasıdır. Her koşulda Nagalar, paleolitik olmasa da eski bir ilkel
kabiledir; Nagaların Güneybatı Asya’ya göçlerinden önce burada yaşayan
toplulukların dinlerinden kimi öğeleri almış olması olası olan dinleri dünyanın
yorumuna dair eski şemaları yansıtır; Naga dinsel politik rejünlerden bağımsız
gibi gözüktüğünden bu şemalar açıklayıcıdır; Ao kabilesi gibi bazı kabilelerde
topluluğu en yaşlılar yönetir, Konyaklar gibi başka kabileler otokratik bir
rejime tabidirler ve'Angami’ler gibileri ise Encyclopaedia Britannica'nm
değerlendirmesine göre “en katışıksız” demokrasi uygular. Bunlar, mevcut
halleriyle, uzun süre önce bir araya gelmiş ve kimi zaman geleneklerden kimi
zaman da sıfırdan yola çıkarak uyumsuz bir kültür oluşturmuş, az ya da çok
birbirine bağlı kabileler olarak ortaya çıkarlar.
1890’dan
bu yana adım adım Hıristiyanlaştırılmış olmakla birlikte başlangıçtaki
dinlerinin hatırasını daima koruyan Nagalara göre insanın kökeni doğaüstüdür.
Bu, kimilerine göre bir taş, kimilerine göre bir balkabağı ya da dev bir
kuştur. Dinsel tören ve inançlar bakımından kabileler arasında ortak
özellikler olsa da, Nagaların ne ortak bir mitolojileri ne de ortak dinleri
vardır. Yaratıcı bir tanrıyı kabul ederler. Fakat Angamiler gibi bazı
kabilelere göre, bu, aslında insanların yaşamına pek karışmayan, uzak bir
tanrıçadır; Konyaklara göre ise, yeryüzü faaliyetlerine sürekli karışan, Kawang
denen bir tanrıdır. Ama hepsi de iki tür ruh olduğunu ileri sürer; alt
düzeydekiler yeryüzü ruhlarıdır ve yüksek olanlar ise elbetteki gökyüzü
ruhlarıdır. Birinciler arasında kötü ruhlara, avın, verimliliğin, vs.’nin
ruhlarına rastlanır. Nagalar, tanrı rızası için kurban adadıkları Kötülüğün ruhları
da dahil olmak üzere aşağı ruhlara çok önem verirler.
mıştır; Les Nagas,
Ediüons Olizane, 1990, Cenevre. Nagalann dil grubu üzerine görüşler farklı
farklıdır, çünkü Encyclopaedia Britannica'nm 1980 baskısındaki “Naga”
maddesine, göre dilleri Tibet-Birmanya grubuna dahildir.
OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
Nagalara göre, Kötülüğün evrensel nedenleri olmadığı
gibi onlarda Kötülüğe ilişkin ortak bir kavram da yoktur. Kötülük çeşitli
biçimlere bürünür, her kötülüğün kendi nedeni ve çaresi vardır. Örneğin
Konyak’lar için bir deprem, bir klan şefinin ruhunun geçerken, yolunu kapayan
büyük sarmaşıkları kesmesiyle meydana gelir. Depremin çaresi basit bir
ritüeldir; köy bir araya gelir ve bağırır: “Düşme, düşme ki toprak sakin
kalsın!” Korkutucu, bir olay olan güneş ya da ay tutulmasına, güneşi ya da ayı
ısırmaya kalkışan bir kaplan, bir kurbağa ya da bir köpek neden olur ve klan şefleri
bağırırlar: “Yeme onu, bizim Güneş’imiz o!”
Burada anılan inançların tümünde Kötülük güçleriyle
pazarlık yapma olanağı vardır: Bu güçler de diğerleri gibidir, bunlar da
kurban isterler. İlkel dinlerin hedefi, insan varlığını çevreleyen çeşitli doğaüstü
güçler arasında bir denge kurmaktır, ki bu denge ritüeller sayesinde sağlanır.
Bu dinlerde ne dünya geri döndürülemez biçimde bölünmüştür ne de ilk günah
vardır. İnsanın doğaüstü güçlere boyun eğmesi söz konusu değildir. Dinlerin
hedefi tanrıların ve cinlerin hareketliliğinin insan faaliyetlerini aşırı
rahatsız etmesini ve özellikle tanrı ve cinlerin bu. faaliyetlere etik renkler
vermesini engellemektir. Bunlar, saygı gösterilmesi gereken, ama teolojik bir
sistem dayatamayacak, ikili özellik gösteren yabancılar, bir anlamda can sıkıcı
kişilerdir. Yani dinler esas olarak doğaüstünün sürçmelerini uzak tutmaya
yönelik ayinlerdir. Bu anlamda yaptıkları belki tam da tektanrıcı dinlerin
yaptıkları şeyin karşıtıdır. Farklılık akademik gibi gelebilir; ama'böyle
değildir, bunu ilerde kanıtlamayı umuyorum.
Hâlâ yarı-özgün halde yaşayan ender gruplardan biri
olan Nagalarm özel durumunda, merkezi bir yönetimin yokluğunda, ne merkezileşmiş
bir Kötülüğün ne de tek bir Şeytan’m temsilinin bulunduğunu bir kez daha
belirtmek gerekir. Okyanusya’daki Yamiler ve Nagala'r gibi “ilkel” denen
toplumlar, mutlak İyiyi ve mutlak Kötü’yü niçin
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
tasarlamadılar? Burada yanıtlanması gereken soru budur.
Dinsel antropolojinin büyük sorularından biridir bu ve bu sorunun konusu burada
ele alınamayacak ve aydınlatılamayacak kadar geniştir. Bir LevyBruhl’ün “aşağı
toplumlar” -çünkü yazılı gelenekleri yokturüzerine tezlerini (kısmen!), bir
Marcel Mauss’un ve bir Emile Durkheim’m toplumsal ile dinsel arasındaki
karşılıklı bağımlılık üzerine tezlerini ve elbette bir Levi-Strauss’un
dinselliğin oluşum kipi ve bunun teknik, ekonomik ve toplumsal gerçeklikle
ilişkisi üzerine tezlerini ele almak yetmez; gerçekten de işe etiğin doğuşundan
başlamak gerekir. Çeşitli yeteneklerle donatılmış birçok kişinin yaşamlarım bu.
işe adaması bile konunun ancak kısmen aydınlığa kavuşturulmasına yeter.
Bununla birlikte başlangıç için sınırlı bir açıklama
önerilebilir. Okyanusya’daki topluluklar gibi sayısal olarak kısıtlı ve coğrafi
olarak sınırlı topluluklar, Kötülüğün ancak görece bir kavramına sahip
olabilirler, çünkü kaza, hastalık, açlık, ölüm, aynı anda genel olarak az
sayıda insanı etkiler. Felaketin sayısal işareti orada zayıftır, başka yerde
yığınla cesedi art arda dizen büyük salgınların yol açtığı yıkımlar burada
bilinmez. Kültürel çeşitlilik de cılızdır ya da yakın bir geçmişe kadar en
azından böyleydi: Okyanusya toplulukları, örneğin Yunan ya da Roma
tiyatrolarının ve daha sonra matbaanın olanaklı kıldığı büyük edebi yayılmaları
tanımadılar, Böylece, örneğin Trobriandlıların, Suetone’un Onihi Sevr’in
Yaşamı’nda bir araya, getirdiği türden dehşet hikâyelerine vakıf
olabileceklerini hayal etmek çok güçtür. Demek ki Kötülük kavramı,
Okyanusya’da, güneş, deniz, bitkiler ve kadınların doğurganlığı gibi yaşam
güçleri karşısında gülünçtür. Okyanusya mitleri, bu açıdan Yunan mitleriyle ve
belki de tüm yarımada mitleriyle kıyaslanabilir; bunlar, etik kategorilerin
gevşekçe İçeri alındığı yaşam mitleridir.
Nihayet, iktisadi zayıflık dolayısıyla iktidar burada
sınırlıdır. Do-
60.
OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ
ğu toplumlarının tanıdığı türden haksızlık yapan katil
zorbaların anısı olmadığı gibi, büyük politik sistemlere de sahne olmamıştır.
Büyük politik sistemler büyük dinsel sistemlerle bir arada olduklarına göre,
demek ki Okyanusya, büyük toplumsal yasakları bir Kötülük ciniyle özdeşleştiren
bir öze sahip'merkezi dini asla tanımadı.
Dolayısıyla, büyük tektanrıcı bedduaların hedefi olan
Şeytan’a burada yer yoktur. Yaşayanlara acı çektirenler, olasılıkla etik
değeri olmayan kendiliklerdir. Belki bu, Cook’dan Bougainville’e kadar adaya
ayak basan ilk Batılı gemicilerin hissettikleri büyülenme motifin arkasında
yatan gerçektir. Ve İyi Vahşi mitinin kökenidir. Bu “vahşiler “iyi” değildi,
kötülükleri kadar iyiydiler. Yakın bir geçmişe kadar içlerinden çoğu yamyamdı.
Ama bizim kaşiflerimizin hissettikleri şey onların, her durumda bize ait olan,
karanlık, nedensiz, kirli, aptal ve kötü olan Kötülüğü bilmedikleri oldu.
Onları idealleştirdik; ardından bu ideali yıktık,
sonunda da yoldan çıkardık; önce cinsel organlarını ve özellikle fiziksel
çekiciliklerini saklamaya yönelik “güzelliği bozucu şeylerle” anatomilerini
gizleyerek, ardından Şeytan’m varlığını onlara öğreterek ve nihayet görsel
ürünlerimizle onlara Şeytan m varlığını kanıtlayarak...
“Asya”da.n bir kendilik
olarak söz etmenin güçlüğü üzerine Yakutların Hıristiyanlığı kendi içlerinde
eritme ve Şeytan’ı yutma tarzları üzerine Çok sayıdaki başka , dinin anası
Vedacılık üzerine Bildiğimiz her şeyin ve Vedalar’ın “kim bilir?”inin
göreceliliği üzerine Buda, Mara’yla savaşı, iblislerin varlığı ve Budist kozmolojide
Şeytan’m yokluğu üzerine Hinduizmi açıkça tanımlamanın olanaksızlığı üzerine Kötü
Şiva’nın iyilik edimleri ürerine Tanrısallıkla kaynaşma demek olan Hinduizmin
tek gerekliliği üzerine.
Bir şeyin başka bir şey olmadığı şeklinde formüle
edilen çelişmezlik İlkesi içine işlemiş olan ve mantık kurallarını izleyen
Batılı bir zihin için, Asya’ya ayak basıldığında Şeytan’ı araştırmak içinden
çıkılmaz bir hal alır. Örneğin Seylan’daki herhangi bir tapınağın freskoları
ve çengelli şeytan yavrularını inceleyen bir yolcu, elbette Budistlerin,
Şeytan’ı değilse de en azından şeytanları, şeytanın çocuklarını, yeğenlerini ve
diğerlerini tanıdığı ve dolayısıyla Şeytan’ın evrensel olduğu sonucunu çıkarma
eğilimini gösterir.
Fakat Asya’dan söz etmek maceralıdır. Öncelikle
herkesin kendi Asya’sı olduğu için bu böyledir. Tibet ya da Sibirya, Endonezya
ya da Borneo, Malezya ya da F ilip inler, Hindistan ya da Pakistan, Çin ya da
Japonya; bu ülkelerin her birini az da olsa tüm bir yaşam olarak tanımak
gerekir. Dahası da var! Bu ülkelerin hepsi farklıdır ve bunun karşısında
Avrupa, Britanya’nın Savoia’dan, Asturia’mn Endülüs’ten ya da Mecklembourg’un
Bavyera’dan kısmen daha farklı olduğu bir eyaletler birlikteliği gibi görünür.
Barrington çiçeklerinin -ardlarında ortaya çıkışlarının tek izi olarak toprağa
saçılmış pembe bir gümüş püskül bırakarakancak bir saat yaşayabildikleri denli
yaşamın hızlı olduğu, Malezya cangılından, geçen yüzyılın Rus seyyahlarının
boğazlarında yuttukları kılıçla gömülmüş insanlara rastladıklarını anlattıkları
Gobi Çölü’ne dek uzanan topraklarda, “inatçı iki ayaklı” dışında tek bir ortak
canlı yoktur. Bu durumda ortak bir dinleri olduğuna nasıl inanılır? Ve
paylaşılan bir Şeytan’ın varlığına nasıl inanılır?
Dahası, Asya bizim dünyamızdan daha yaşlıdır. “Asya”
demek, et-
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
nolojinin hakkmdaki bilgilerimizi en ince ayrıntılarına
dek belirttiği günümüzde, ilkokul coğrafya derslerine kadar uzanan bir kavramı
kullanmaktır; mutlaka merkezde olan Avrupa pembeye ve Asya sarıya (Afrika, çoğu
kez kahverengidir; siyahın edeplice anıştırılmasıdır bu) boyanmıştır. Ama,
antropologların bir dönem inandırmak istediklerinden birbirine çok daha az
benzeyen Asyalılar bilinmez bir şeyin ardından kuzeydoğuya doğru yola çıkıp,
buzlar arasında sıkışmış Bering Boğazı’m ayakları ıslanmadan (ama donarak)
geçerek, Ateş Adası’na kadar uzanıp Amerika kıtasına yerleştiklerinde, Avrupa,
kaçırılmış bakire kız adına hâlâ viyaklıyor gibiydi. Bu, otuz beş bin yıl önceydi
ve Madrid ile Moskova arasında yaşayan atalarımız hâlâ neolitik dönemi
yaşıyordu.
O halde, Saul’ün kendi kilisesini kurmak için Roma’ya
kadar yaydığı mantıksal düşünce kategorileri içinde donup kalmış bizimki gibi
inançlara, bunca zamandan sonra bu insanların da inandığı nasıl düşünülebilir?
Eski Hong Kong’un Hırsızlar Pazarı’nda, yirmi yıl önce, fildişinden heykeli
yapılmış bir Mongol yeniyetmesiyle konuştuğumuzda ve on yıl sonra Java’nın
güneyinde, Banju Wangi yakınlarında bir ihtiyarla konuştuğumuzda aynı binlerce
yıllık bakışla karşılaşıyorduk. Sekseniki yaşında olduğunu itiraf eden yarı
çıplak Hindu rahibinin yanıma verdiği kişi kördü ve Seylan’da, Prens Rama’mn
düştüğü ve kanatlı cinler tarafından kurtarıldığı yeri göstermek için beni bir
kahve masasından biraz büyük, fakat denizden üç yüz metre yüksekte sarp bir
kayaya çıkardı. Asya’nın yaşı yoktur, bizim tarihimizi üç kez yaşamıştır ve
oradaki bütün çocuklar, bakışlarının ciddiliğiyle genç Dalay-Lama’ya benzerler.
Ne televizyon ne de mobil telefonlar Asya’da bir şey değiştirdi.
Asya, zaman ve mekan açısından her şeye direniyor. Antropologların Kuzey
Türkleri olarak betimledikleri ve Buz Denizi kıyısında, ama gerçekte cehennemin
kıyısında (Hidrolik bir proje için 1926 yılında
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Yakutistan’a gönderilen
bir Sovyet gezi heyeti, tuzun, yarım kilosunun dört gram akına, etinkinin yirmi
grama satıldığı bu ülkede açlıktan öldü) yaşayan Sibirya Yakutları bunun iyi
bir örneğidir. XVIII. yüzyıl sonunda dayanıklı misyonerler onları
Hıristiyanlaştırmaya gittiler. Birkaç on yıl sonra Yakutlar şunları
anlatıyorlardı:
“Şeytan Isa’nın
ağabeyidir, ama kötü kalplidir, oysa ki Isa iyi yürekliydi. Ve Tanrı Yeryüzü’nü
yaratmak istediğinde Şeytan’a şöyle dedi: ‘Her şeyi yapmakla ve benden daha
büyük olmakla övünüyorsun; öyleyse, okyanusun dibinden biraz kum getir.’ Bunun
üzerine Şeytan denizin dibine daldı, ama yakan çıktığında ellerindeki kumu
suyun götürdüğünü fark elti.
İla defa daha daldı, hepsi boşunaydı; dördüncüde kırlangıç halini aldı ve
gagasının ucunda biraz balçık getirmeyi başardı. Bunun üzerine İsa çamuru
kutsadı, çamur da Yeryüzü oldu, Yeryüzü güzel, düz ve kaygandı, Ama Şeytan, kendine
bir dünya yaratmak İstediğinden, gagasında biraz çamur saklamıştı. İsa
kurnazlığı fark etti ve ensesine bir tokat attı. Bunun üzerine Şeytan çamuru
tükürdü ve bunlar da düşerek dağlan meydana getirdiler.”1
Hikâye anlamlıdır, çünkü
burada Şeytan’m önceki mitolojiler taralından yutulmuş olduğu görülür. Şeytan,
Hıristiyanlar tarafından kabul edilen kötülüğüne -ki burada kötülük yapma
eğilimi haline geldiğini varsayalımve dillere destan zekâsına rağmen, suçüstü
yakalanmış bir üçkâğıtçı gibi İsa’nın şiddetli saldısına uğrar. Şeytan, evrensel
ve kıyamete ilişkin tüm gücünü kaybederek -daha ilerde ayrıntılarına girilecek
olanyine evrensel, ama hiç kuşkusuz şeytani olmayan bir figür olan soytarıya,
trickster’e dönüşür.2 Çünkü Asyahlar Buz Denizı’nden Hint
Okyanusu’na dek, tepede bir Tanrının, altta da bir Şeytan’m olduğunu asla hayal
etmemişlerdir. Gerçekten, bu iki kişi-
V.L. Serosevskii, Yakuty,
Perograd, 1896, aktaran Joseph Campbell, Primitive Mythology The Masks of
God, Viking Penguin İne., New York, 1959.
2 Bkz. 8. bölüm.
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
lik de kültüreldir ve
Asyalı nasıl bir Tanrı’nın var olduğuna doğal olarak inanma eğilimindeyse aynı
şekilde Tanrı’nın ve Şeytan’ın birbirine karıştığını hayal etmesi de doğal
olarak olanaksızdır. Bu kitabın sonunda görülecektir ki bu düşünce utanç
verici değildir, çünkü modern ve Hıristiyan bir filozof olan Giovanni Papini
de, Yakutların yardımı olmaksızın, bunu formüle etmiştir.
Afrika, Okyanusya ve
Amerika’nın eski sakinleri gibi Asyanmkiler de, dünyanın geri kalanına göre
değerlendirildiğinde, özellikle güneyindekilerde doğal olarak dindardır. Batı,
Asya’nın cinlerle ve mucizelerle çalkalandığını, kısacası hâlâ putperest, yani
putatapar olduğunu sandı. Kıta günümüzde üç dine, Budizme, Hinduizme ve İslama
aitmiş gibi gözükse de, bu dinlerin yerleşmesi (Budizmi bir felsefeden çok din
olarak, kabul edersek) ve birbirlerini etkilemesi çok karmaşıktır. Her şey
Hint’te başladı, çünkü Hint, Asya’nın Yunan’ıydı. Bu nedenle eğer Asya’dan söz
etme cesaretimiz varsa, söze Asya’nın tinsel anası Hint’ten başlamak gerekir.
Gerçekten de Asya’nın
büyük yerli dinleri, Hinduizm, Budizm, Caynacıhk, Taoculuk, Şintoculuk esas
olarak, Ari (Arya, yani “soylu” • sözcüğünden gelir) istilalarıyla, İran’dan
gelen halkların istilalarıyla ’i IÖ 1500’e
doğru Hint alt-kıtasma girmiş olan Vedacılıktan türerler.3
İ Kutsal kitaplar olan Vedalar’dan yola çikarak adlandırılan
Vedacılık
bir ya da birçok eski
dinin yerini aldı. Böyle bir araştırmada ilk tan| rılarm, dolayısıyla ilk
şeytanların nereden geldiğini bilmek gerekli İ olduğundan
ve insanlık IÖ XV. yüzyıldan önemli ölçüde daha yaşlı
I olduğundan Vedacıhğı önceleyen dinlerin hangileri olduğunu ve
Şey-
I tan’a inanıp inanmadıklarını kendimize sormaya
hakkımız vardır. OyI sa bu belli belirsiz bilinmektedir.
i Ari istilasından önce Harappa uygarlığı ya da boyunca
yerleştiği
3 Bkz. 5. bölüm.
67
ŞEYTANİN GENEL TARIH1
büyük ırmaktan aldığı
adıyla Indus uygarlığı diye adlandırılan uygarlığın var olduğu kuşkusuz
bilinmektedir. Ama, yazıdan yararlanamadığı için bu uygarlık hakkında pek az
şey bilmekteyiz. Hayvan değiş tokuşu dışında dış dünyayla bağlantıları çok
azdı, denize kıyısı yoktu, aslında ne atları ne de at arabalarını tanımasına
karşın surlarla korunuyordu ve uygulamada politik bir yapısı yoktu: Şefin hem
general hem de’ büyük rahip olduğu ilkel bir krallıktı. Dravidler denen bu uygarlığın
insanlarının, bunları küçümsemiş ve bunlardan nefret etmiş gözüken Arilerin
tanımlarına göre, tenlerinin Afilerden daha koyu ve yüzlerinin yassı olduğunu
söyleyebiliriz/
Ari-öncesi bu uygarlık
ÎÖ V. bin yılından beri var olmuş olabilir. Tekerleği bilmiyor olmaları, Ariler
Hint’e yerleşmeye geldiklerinde, Dravidlerin, son derece ilkel özelliklerini
koruduklarını gösterir. Çok eski başka uygarlık örneklerinden yola
çıkıldığında, Güneş ve verimlilik gibi temel kültlere dayanan Dravid dininin de
ilkel olduğu hayal edilebilir. Büyük Tanrıça kültünü uyguladıklarını düşünmek
için nedenler olsa da burada artık arkeolojinin alanı sona erer ve spekülasyonunki
başlar,
Hint’e yerleşen Arilerin
Vedacılığı bin yıl sürdü. Bu on yüzyıl hakkında hemen hemen hiçbir şey
bilinmemektedir: Arilerin taştan yaptıkları hiçbir şey yoktur ve hiçbir şey
yazmamışlardır. Kutsal kitapları Vedalar IO III. yüzyıla doğru belirgin hal
almıştır; o zamana kadar, sözlü olarak aktarıldığından yüzyıllar sonra yazılmış
transkripsiyonun aslına uygunluğu hakkında fikir yürütülemez. Demek ki
başlangıçtaki Ari dini hakkında kesin bir şey bilinmemektedir; bilgimiz, ileri
tarihlere ait yazılı transkripsiyonlarına dayanmaktadır. Fakat, aristokratik
ve savaşçı bir kast olan, erkek dostluğunu geliştiren
4 J.Pİ Mallory, In Secırch of the
hıdo-Eııropeans-Language, Archaeology and Myth, Thanıes&Hudson, Londra,
1989; ve Sir Mortimer Wheeler, The Indus Civilization, Cambridge,
1968.
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
Arilerin Hint’e, Büyük
Tanrıça'y? tahtından indiren ya da her durumda onun üstünlüğünü tartışan erkek
bir panteon dayattıkları varsayılabilir.
Bütün dinler gibi eski
Vedacılık da kendi Yaratılış yorumu olan Nasadiya ya da Rigvedalar’m Yaratılış
İlahisi denen bölümde (X: 129). başlangıçta, ne varlığın ne vârlık-olmayanın,
ne havanın ne gökyüzü. nün, ne ölümün ne ölümsüzlüğün, ne gecenin ne gündüzün,
hiçbir şeyin olmadığını, sadece soluk almadan, kendi gücünden nefes alan
Bir’in var olduğunu ileri sürer. Nasadiya’ya göre, İlk Varlığın iç zorunluluğu,
varlık ile varlık-olmayan arasındaki ilk antitezi yarattı ve ardından aktif
enerji ile pasif madde arasındaki antitez yaratıldı. Purusa-Sukta ya da İnsan
ilahisi biraz farklı bir yorum sunar: Tanrılar dünyayı bir ilk varlığın, asla
var olmamış ve asla var olmayacak olan purusha’nın kurban edilmesi sayesinde
yaratmışlardır.6
Eski İran'daki gibi,
Hint Vedacılığmda da ikici bir şema vardır: Varıma, Mitra, İndra ve Nasatya
ikizlerinden oluşan tanrılar ya da da; evn’lar iktidarını
dengeleyen karşı-tanrılar ya da cısura’lar. Varuna’nm ; savaşıp zafer kazandığı Virtra gibi karşı-tanrılar da
tıpkı tanrılar gibi
j. çokbiçimlidir. Bunlar, Arilerih
düşmanlarının mitolojik biçimlerini
temsil ediyorlardı ve
olasılıkla Pani, Dasa ve Indus uygarlığının başka temsilcileriydiler. Gerçekten
de İndra, purandara, yani “surların yıkıcısı” diye nitelendirilmiştir
ve hiç kuşku yok ki Harappa topluluklarına aittir.7 Eski hikâye:
Rakip, şeytana dönüştürülmüş ve kapkara temsil edilmiştir, çünkü Dravidler
koyu tenliydiler.
Ama bu ikicilikteki
simgecilik, varlığın ve varlık-olmayanın, yaratılışın ve kaosun da
ikiciliğidir. Bu, zorunlu karşıtlıklar üzerinde
5 Campbell, Primitive
MythologyThe Masks of God.
ö
The Rig Veda, Penguin Classic,
Londra, 1981.
• 7 Mircea ELiade, Histoire des croyances et des
idees religieuses, c. I, De l’âge de la
; pierre nux nıystfcres d’Eleusis, Payot, 1976.
! 69
T
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
kurulmuş bir dünya
yorumudur. Kozmos esas olarak insan karşısında iyi yüreklidir. Bu, Kötülüğün
olmadığı anlamına gelmez; ne var ki kötülük, normaldir, kozmik kaosun bir
sonucudur, çünkü Gökyüzü’nün karşıt güçleri arasında barış hiçbir zaman inşa
edilmemiştir ve eğer kötülük insanı etkiliyorsa bu, insan mikrokozmosunun makrokozmosun
bir parçası olduğu içindir. Ev içindeki grhya ve cemaatle ilgili srauta
ritüellerine gösterilen özenin önemi de buradan kaynaklanır: Ritüel, göksel
yasaların kutlanması olduğu kadar gözlenmesidir de ve yanlış yerine getirilen
bir ritüelin kendisi bizzat bir felaket kaynağı olabilir. Ritüelin bu önemi
Ari Hindindeki yapılan yansıtır: Toplum çoktan hiyerarşikleşmiş ve kurallara
bağlanmıştır ve din, toplumun bağlaşıklığının ruhu ve politik aracıdır. Ritüel,
rahiplerin iktidarını yücelttiğinden, rahiplerin bekçiliğindeki toplumu da güçlendirir.
Çember kapalıdır.
Gerçekten de, dünyanın
dengesi, yani davea’lar ile asura’lar arasındaki denge, yine bir ritüel olan soma
ile, kurban ve sunu törenleriyle sürdürülür. Soma, yalancı altmmantar
ya da falloid mantar olması olası bir bitkinin suyu, yani halüsinasyon yapıcı
bir içkidir.8 Bu
8 Bu açıdan, soma üzerine şu kayda değer
incelemeyi belirtmek gerekir: Mott T. Greene, Natural Knowledge in
Preclassical Antiquity, The John Hopkins University Press, Baltimore ve
Londra, 1992. Greene,. Hint’te Soma ve İran’da Hrıoınn diye adlandırılan ve
dinsel törenlerde içilen, toplu zehirlenmelere yol açan ve Hint-lran
Vedacılığında başat bir yer işgal eden içeceğin Özel bir bitkiden değil, fakat
halüsinasyon yaratıcı aynı özelliklere sahip çeşitli bitkilerden çıkarıldığını
kanıtlar. Esas bitki bulunamadığında kullanılacak bitkilerin listesini
Vedalar’ın verdiğini saptar. Bu içkiyle ilgilenmiş çok sayıdaki botanist
araştırmalarında bu içeceğin “asclepiade” birası ya da ravent şarabı olduğunu
ileri sürdüler. Fakat öyle gözüküyor ki, özellikle R. Gordon Wasson’un klasik
incelemesi, “Soma: Divine Mushroom of Immortality”den bu yana bu içkinin, suyunda
güçlü bir halüsinojen madde bulunan bizdeki yalancı altmmantar olduğu
bellidir. Greene bunun belki de çavdar kılçığından çıkarılan “ergotin” olduğunu
ileri sürer; bu, çok güçlü bir başka alkoloiddir ve çok ünlü Loudun Şeytanları
olayında Loudun rahibelerinin, rastlantı sonucu maruz kaldıkları ünlü taşkınlık
krizlerinin nedenidir.
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
arada, dinsel ayinin
anlamı da artık değer görmeye layık olur: Dünya, insanın belirli tarihlerde ve
ritüel olarak kendini sarhoşluğa vermesi koşuluyla vardır, sarhoşluk da insanı
tanrıların doğasına katar. Yunan mysterionlarmm temel ilkesi budur. Fakat bu
aynı zamanda Yahudilerin tepkisine de yol açacak şeydir; bu tepkiyle, Nuh’un
mitik hikâyesinde çok açıkça görüldüğü gibi sarhoşluk lanetlenir. Ariler, her
durumda, İçkiyi küçümsemiyorlardı, çünkü, soma’mn yanı sıra dinsel değeri
olmayan sura’yı da kullanıyorlardı.
IÖ V. yüzyıla doğru
Vedacıhk, İran’da olduğu gibi, düşüş göstermeye başladı. Gerçekte bir
belirsizlik içerisindeydi. Artık tanrıların adlan, kimlikleri ve rolleri gerçek
anlamda bilinmiyordu. En üstün tanrı Pracapati miydi? Öyleyse niçin onu
Hiranyagarba ve kimi zaman da Brihaspati diye adlandırıyorlardı? Ayrıca, o
gerçekten her şeyin ve her olayın en üstün tanrısı mıydı yoksa sadece
yaratıkların tanrısı mıydı? Güneş Tanrısı Surya’dan ve Ateş Tanrısı Agni’den üstün
ya da onlara denk miydi? Tanrılar farklı kendilikler miydi yoksa tek bir
gerçekliğin tezahürleri miydi? Veda ilahilerine göre inanılacak olan bu sonuncu
yorumdur: “Gerçek birdir, ama bilge insan farklı adlarla çağırmayı öğrenir.”
(X: 129, 2). Ve, ayrıca: "Rahipler ve şairler, tek olan gizli gerçeği
sözcüklerle çoğaltıyorlar.” (X: 114)9
Kuşkusuz, ne tek Tanrı
vardı, ne tek Şeytan. Çünkü Vedacılığın karşı-tanrıları Modern Batı’da bizim
anladığımız anlamda cin olmadıkları gibi Şeytan hiç değillerdi: Bunlar
“sadece” karşı-iktidarlardı. Dumezil bunların “en başcinler” ve başmelekler
olduklarını özellikle belirtir.10 Tektanrıcı dinlerde ve özellikle
Yahudi tektanrıcılığmda izleri kalacak temel bir noktadır bu: Lucifer (bunun,
güneş batarken görülen Venüs gezegeninin eski adı olduğunu hatırlatalım) bir
başmelekti ve öyle de kaldı. Gerçekten de, Yahudilik, teolojisinin önemli
9 The Rig Veda, a.g.e.
10 Georges. Dumezil, Les Dieux souverains des
Indo-Europeens, Gallimard, 1977.
ŞEYTANİN GENEL TARIHÎ
bölümünü İran aracılığıyla Vedacılıktan ödünç almıştır.
Vedalar’m tarihi belli
değildir, ama en azından ihahilerinden birinin tarihsel bir dönemi yansıttığı
kabul edilmiştir. Bu ilahi, Hint tarihinin tanrıların belirsiz ve çokanlamlı
karakteri karşısında inananların çaresiz kaldığı bir döneminde ifade
edilmiştir: “İndra kimdir? Kim görmüştür onu? Armağanlarımızı hangi tanrıya
sunacağız?” (Meçhul Tanrı ya da Altın Embriyon,” X: 121.)” Bu dönem, lö V.
yüzyıla doğru meydana gelmiş olan Vedacılığm çöküş donemidir.
Ama Hint Vedacıhğının
tüm gelişimi boyunca insanın dünya karşısındaki temel kuşkusunu öne sürmekten
geri kalmadığını belirtmek gerekir. Veda döneminin sonu, şekillenen kuşkuculuğun
bilinen ilk başlangıcıdır: Sonunculara, yani Vedalar’m en son bölümleri olan ve
Vedanta1 da denen Upanişadlar’a göre hakikat bilinemezdir ve dinin
hedefi insan ruhuna huzur getirmektir. Genellikle. Vedalar’mkinden farklı kabul
edilen, bu kuşkuculuk yine de Vedalar’m vardığı noktadır, çünkü evrensel kuşku
Nasadiya’nın başlangıcında zaten mevcuttur:
“Kim bilir gerçekten?
Bunu kim burada ilan edecektir?... Yaratılış nereden kaynaklanır? Tanrılar bu
evrenin yaratılışından sonra gelmişlerdir. O halde evrenin nereden doğduğunu
kim bilir?” (X: 129, 6).
Bütün Veda öğretisine
“kim bilir?” anlamına gelen “Kt> veda?” damgasını vurmuştur. Ne var
ki kuşku Upanişadiar’da çok daha belirgindir. Veda panteonu burada üstünlüğünü
kaybeder: Bu aşağı dünyada hiçbir şey açıklanamaz. Tabandaki ilke olan madde,
dirimsel görüngüleri açıklamaz. Kendilikler tanımlanamazdır. Tin, mantıksal
gö-1 rüngiileri açıklayamaz ve nihayet, mantık Varlığın yüksek
görünümlerini açıklamakta güçsüzdür/ Varlık, durumlarının toplamına indirgenemez
ya da Varlık, (Vedacılıkla ilgilenmiş olan) Heidegger’in çok sonraları
söyleyeceği gibi, Oradaki-Varlık değildir. Varlık değişme-
11 The Rig Veda, a.g.e.
72
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
yen ve kalıcı bir kendiliktir, Evren’in özüyle özdeş
olan Atman, Brahman, yani en yüksek ve tek mutluluk, Evren’in bütünsel ve
nihai açıklamasıdır. Tat twam asi: “Bu sensin.” Evren’in özü tanım
gereği bilinemez olduğundan Varlık da bilinemezdir. Çember kapalıdır. Asla bir
şey bilemeyeceğiz.
Fakat, Brahman tek ve ^tüm gerçek olduğundan ikicilik
terk edilmiştir; Upanişadlar’daki hakim unsur budur. Mutluluk, ananda,
Kötülüğü içeremez. Demek ki Kötülük yoktur, olamaz; dolayısıyla cinlerin ya da
Şeytan’ın olmaması için de daha güçlü nedenler vardır; bunlar yanılsamadan başka
bir şey değildir. Bu temel bilgi daha sonra Vedacılıktan türeyecek bütün
dinleri koşullayacaktır; ve Hint, kültürünü Asya’nın bütününe yaydığından,
Şeytan’ın Asya’da bilinmediği, insan ruhundan esinlenmiş bir kurgudan başka bir
şey olmadığı söylenebilir.
Upanişadlar’da ve ikiciliği reddinde, ilk haliyle
Vedacılık, tanrıların maskesini atarak kendi maskesini de fırlatıp atmıştır:
Maskeler insan tarafından yaratılmış ve bilinmeyene asılmış yapay yüzlerden
başka bir şey değildir.
Veda panteonunun çöküşüne yol açan -Avrupalı terimlerle“bulanıklık,”
tartışma götürür bir şey değildir. Hint din felsefesinin güçlüğü de pek
tartışma götürmez. Hiç kuşku yok ki bu, metafiziğin inceliklerinden kopmuş
okumuşlara ve meditasyona dalan zihinlere dönük aristokratik bir felsefedir.
Prenslere yaraşır “neşeli ehli keyifler” olan IÖ XV. yüzyılın Ari istilacıları,
gerçekten de, yüzyıllar boyunca öyle nitelikli entelektüel seçkinler
yaratmıştır ki, Vedacıhğm çöküşünden otuz yüzyıl sonra bile, Batı felsefesi
Vedacılığm ortaya attığı Varlık sorusuna12 katkıda bulunamamıştır.
Rahiplerin, b rahmanların
l2Eserinin büyük bölümünü Kendinde-Varlık ve
Oradaki-Varlık çözümlemelerine adamış olan Martin Heidegger’in yaşamının
sonuna doğru Doğu felsefelerini incelemeye yöneldiği bilinmektedir.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
yüksek bir aristokrasi kastı oluşturmuş oldukları
kolaylıkla kavranır. Halkın da kolaylıkla erişilebilir kavramlara, büyüye
yatkın olduğu kavranır, ama bu inançlı insanların onbeş yüzyıl boyunca
alıştıkları şeyi birden neden bıraktıkları sorulabilir. Yine de bin beşyüz yıl,
bir panteonun “güvenilirliği’nin farkına varmak ya da varmamak için yeterince
uzun bir süredir; hele bu panteon, tüm diğerleri gibi halktan doğmuşsa.
Bu sorunun yanıtı, öncelikle yukarda belirtilen
ritüellerin eskimesinde yatar. Gerçekten de Veda panteonu kaybolmamıştır; eski
tanrılara saygı gösterilmeye devam edilir, ama ibadetler köhneleşmiştir.
Yanıt, Hint’in Vedacı döneminden epik dönemine kadar Vedacılıktan doğan
toplamların evriminde de yatar. Bu noktada, yukarda sergilenen genel tabloyu
daha ayrıntılı olarak yeniden ele almak gerekir.
Hint Yarımadası’nın. kuzeyine açıldıklarında Ariler
aristokratların yönettikleri savaşçı çeteler ya da kabilelerdi. Başlarında
prensler, racalar bulunuyordu ve kabile konseyleri olan sabhalar ve
samitiler prenslerin iktidarım dengeliyordu. Bu kabilelerin en ünlüsü Bharata’dır.Vedalar
bize Arilerin özlü ama çok renkli bir tablosunu çizerler: Bunlar neşeli ehli
keyiflerdir,13 dolayısıyla çiftçi ve hayvan yetiştiricisi oldukları
kadar seçkin savaşçılardır da, müziği (“flüt, lut ve arp çalıyorlardı”1'1)
ve dansı seviyorlardı, doğal olarak alkole ve büyük olasılıkla kadın
güzelliğine de değer veriyorlardı. Küçük köylerde yaşıyor (onlara ait 'bir
başkent ya da şehir bilinmemektedir), geçimlerini tarım, ve hayvancılıktan
-sağlıyorlardı, savaştan savaşa gidiyorlar ve fırsat oldukça içki âlemleri
düzenliyorlardı. Bu, ayrıca, diğer Hint-Avrupalılarda, Keklerde de rastlanılan
bir şemadır.
13 Bu terimler Buda’nm yaşamının birinci döneminin
olgularından alınmadır. “Neşeli alemcilerin inanç değiştirmesi,”
Bhadravadin’lerin, yüksek sınıftan genç insanları belirttiği sanılır.
14Eliade,
Histoire des croycmces et des id^es reîigieuses.
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
Ariler önce, günümüzde Hindistan-Pakistan sınırı
arasında kalmış olan Pencap’a, “beş nehir ülkesi”ne yerleştiler. Bazıları
efsanevi Sarasvatı bölgesine -kutsanarak hitabet, bilgi ve bilgelik tanrıçası
olacak olan, olasılıkla, günümüzdeki Sarsuti nehri bölgesinekadar Doğu’da
macera aradılar. Bölge daha sonra Budizmin en kutsal bölgesi olacaktır.1"’
Yaşamlarını tarım, hayvancılık ve savaşla geçirerek hâlâ kabile halinde
yaşamaktaydılar.
Ama zamanla imparatorluklar kurulur. Ariler,
günümüzdeki Racasthan denen Kurular ülkesine doğru inerler ve Delhi
yakınlarında bilinen ilk başkentlerini kurarlar. Hanedana dayalı gerçek bir
politik iktidar örgütlenir ve o dönemde din olmadan politika olmadığından, çok
belirsiz olan Vedacılık ilk reformlara maruz kalır. Ardından, Kurular
İmparatorluğu çöker ve Ganj Vadisi’ne, yani doğuya doğru inen bir kısım Ari,
yolları üzerinde bir dizi başka imparatorluk kurarlar, bunların merkezleri
Kosala, Videha, Kasi’dir; okyanus kıyısına doğru inen diğer bölümü ise Ujjain’e
vararak iktidarını ticaret kapılarına kadar yayar.
Demek ki Ari olan Hint’in büyük bölümü
politikleşmiştir. Hem belirsiz hem de kemikleşmiş bir dinin ortaya koyacağı bir
şey olmadığından Vedacılık reform çağrısı yapar. Ve, çarpıcı nokta, bu reform
yaklaşık olarak İran’daki reformla aynı dönemde meydana gelir; İran’da bu
reformu ÎÖ 600’den itibaren gerçekleştiren Zerdüşt; Hint’te. ise, yaklaşık
570’ten İtibaren Vardhamanna ve 560’tan itibaren de Buda’dır. Her iki yerde de
genel durum aynıdır: Merkezi bir politik iktidar oluşumu. Ama, önemli ayrım,
Hint Vedacılığınm Iran’dakinden farklı bir yol izleyeceğidir.
Değişimin, tanrıların "reenkarnasyon” u yönünde
gerçekleştiği hayal edilebilse de durum hiç de böyle değildir. Şaşırtıcı bir
silkinişle
15Waker
A. Faiservis, Jr., The Origins of Oriental Civilization, The New
American
Library, Mentor Books, New York, 1959.
■75
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Vedacılık tanrıcılığın son kalıntılarından kurtulur ve
entelektüelizmini güçlendirir. Epik dönemde, Vedacılığm yerini alan ve dinsel
yönü çok az olan üç düşünce sistemi ortaya çıkar.
Birincisi materyalizm ya da lokayata’dır. Algı,
bilmenin tek kaynağıdır ve algının gerçeklikten bilebileceği her şey maddidir.
Zekâ eksiktir ve ayırt ettiğine inandığı benzeşimler ve evrensel ilişkiler
rastlantısaldır. Bilinç, maddenin bir işlevidir, ölümden sonra yaşam yoktur
ve ruh da bedenle birlikte ölür. Dünya kendi kendine yaratılmıştır ve
tanrısallık, bilgisizlik ve yetersizlik nedeniyle kabul ettiğimiz bir mittir.
Etik yoktur, içkin etikse hiç yoktur, çünkü kusur ve erdem yalnızca birer
sözleşmedir. Burada Yunan kiniklerinin bir yansısıyla karşılaşıldığı
samlabilir.
İkinci sistem Buda’nm çağdaşı olan ve garip bir şekilde
Batı’da bilinmeyen, felsefi görececiliğin kurucusu, yukarda bahsettiğimiz Vardhamanna’nın
yapıtıdır ve Caynacdık denir. Caynacıhk, her biri bir filin farklı yerini
tutan ve her biri hayvanı tanımlamaya çalışan altı körün hikâyesiyle
özetlenebilir. Kulağım tutan bunun yumuşak bir yelpaze olduğu, ayağım tutan
bir direk olduğu, vs. sonucunu çıkarır.
Caynacı doktrinin bakış açıları ya da nuya’lar her
bilginin görece olduğunu ve şeylerin karmaşıklığı verili olduğundan bir şeyi ne
onaylayabileceğimiz! ne de inkâr edebileceğimizi öğretir. Caynacıhğın dünyayı
sınıflandırdığı kategoriler temel kategorilerdir: Canlı ve cansız nesneler, ilk
madde ve akışkan madde, hareketli nesneler ve hareketsiz nesneler... Akışkan
madde ya da karma evreni doldurur ve evrenin onunla ilişkisinden ruh
nüfuz eder. Karma’mn yapısı öyledir ki her değişme oraya kalıcı olarak dahil
olur ve kişisel yansımasında her birinin yazgısını belirler. Bu, Upanişadlar’ın
gecikmiş Vedacılıgmdan doğrudan doğruya türeyen bir fikirdir ve XX. yüzyılın
başından itibaren Batı’da, örneğin Paul Bourget’nin günümüzde unutulmuş romanı
Edimlerimiz Peşimizden Gelir'de olduğu gibi çeşitli yankılar bul-
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
muştur.
Caynacıhkta, 2500 yıl eskiye dayanan ve bir o kadar da
ilginç bir sezgiyle karşılaşıldığını belirtmek gerekir. Bu sezgi dünyanın iki
biçim altında, atomlar ve bizim molekül diye adlandırdığımız çeşitli atom
kombinasyonları biçiminde var olduğu ve “homojen [atomların] çeşitli
bileşimlere uygun olarak farklı elementler meydana getirdikleri”dir;lc
bu sezgi Batı fiziği tarafından ancak XVIII. yüzyılda doğrulanmıştır.
Caynacıhkta -ruhlar, zor bir yaşam sayesinde “tanrısal
bir statü”ye17 erişebilseler detanrı yoktur. Bu “statüde” Karma’nm
İmhasına ulaşılır ve yeniden doğuş ve dolayısıyla yeni ve zahmetli ruh göçleri
engellenmiş olur. Demek ki Caynacıhkta $eytan da yoktur, ama Cayna göreneğinde
etik yine de önemli bir.yer tutar. Gerçekten de bu dinsel hareket daima var
olmuştur ve dogmatik olmadığından, birbi1 rinden oldukça farklı beş
kastı içerir.18
Epik dönemde ortaya çıkan üçüncü düşünce sistemi
Budizmdir.
Etkisi, Zerdüşt’ün etkisinden daha büyük değilse de
onunla kıyaslana. bilen ve belki de insanlık tarihindeki tüm dinsel
kişiliklerin en büyüğü olan bir büyük reformcunun (Vedacılık reformcusunun),
Schopen-
16“Hint Felsefesi,” Encyclopaedia Britannica,
1962. Hindistan’ın eski başkan yardımcısı ve Oxford Üniversitesi’nde eski etik
ve Doğu dinleri profesörü Sarvepalli Radhakrishnan’ın kaleme aldığı bu makale,
çok zengin bir kaynakçayla birlikte konu hakkındaki kayda değer sentezlerden
biridir. Bu kitap, Hint’teki'dinlerin genel tanımına kaynaklık etmektedir.
17A.g.e:
18Nalini
Balbir, “Caynacıhk," s. 88 ve 350-1, “Büyük Dinler Atlası," Encydopaedia
Universalis, 1988. Hint nüfusunun % 0,48’ini oluşturan (1981 sayımlarına
göre Hint nüfusu yaklaşık 650 milyondur, dolayısıyla Caynalar 3,5 milyondan
azdır) Cayna cemaati I. yüzyıldan beri iki temel gruba bölünmüşler. dır;
keşişlerin beyaz giydikleri diganıbara’lar ve en resmi keşişlerin çıplak oldukları
Sveta mbara’lar. Bu sonuncu kast da VII. yüzyıldan itibaren putperestler ve
putperest .olmayanlar şeklinde ikiye bölünmüştür. Caynalar cinsiyet eşitliğine
saygı gösterir.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
hauer’in deyişiyle insanlığın üç büyük filozofundan
biri olan, yani tıpkı Kouroi’nin gülümsemesinin Yunan sanatının yakasım
bırakma-' ması ve Mona Lisa’mnkinin de Batı mutluluğunun betimlenemeyen tarihine
musallat, olması gibi, gülümsemesi dinler tarihine egemen olan Buda’nın19
öğretisinden kaynaklanır.
Şeytan’m doğuşu ve nedenleri üzerine ister istemez
sınırlı bu araştırma çerçevesinde, ÎÖ 563’te, bugünkü Hindistan ve Nepal
sınırlarındaki Sakya krallığında bir kralın oğlu olarak doğan Budanın maceraları,
özel olarak Rokayata materyalizminin ve genel olarak Caynacılığm kopuşunu
yalanlar gibidir. Çünkü, bizim Şeytan’ımızm en net belirtisinin Mısır’ın
Seth’inden sonra burada bulunduğuna inanılabilir. Gerçekten de, onu bir
iskelete döndürmüş ve ölümün eşiğine kadar götürmüş olan altı aylık bir orucun
ardından, henüz bir çömez, “doğacak Buda” ya da bodhisatva olan
Gautama,20 bir incir ağacının altına oturmuş aydınlanmayı beklerken,
Papimant da denen Kötü Mara, yani Kötücüllük, Ölümün Kişileşmesi, kötülük
yapıcı ruhlar sürüsünün başında ona yaklaşır. Buda’ya yönelttiği kışkırtıcı
söylem özünde kötü değildir. Gautama solgun dururken Mara onun karşısında
belirir ve şöyle der: “Yersel ve göksel bağlarla bağlısın, her türden bağla
bağlısın. Ey çilekeş, sen özgürleşemezsin.”21 Kuşkusuz bu, biraz da,
Şeytan’m İsa’ya çölde çektiği söylevin önbelirtisidir. Bu söylemin anlaşılması
için, Hıristiyanlıkla hiç ilgisi olmayan kendi bağlamına yeniden
yerleştirilmesi gerekir. Gerçekten de bu, algının olmadığı, ama algı-olmayanın
da olmadığı üst durum, Hiçlik alanı ya da akincanayatana; kısacası
mutlak hakikat ya da nirvana; varlığın yeniden doğmak l9Prederic
Morin ile söyleşi. Diğer ikisi Platon ve Kant’tır.
20Gautama, “tarihsel Buda Çakyamuni’nin ait olduğu klanın
adıdır ve eski metinlerde de bu adla geçer.” Andre Bareau, En suivant
Bouddha, Philippe Lebaud Yayınlan, Paris, 1985.
21
A.g.e.
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
ve acı çekmek zorunluluğundan kurtulduğu durum olan
Buda’nm arayışına karşıt olmalıdır. Oysa bu durum, Mara’nm bodhisatva’yı, kopmanın
olanaksızlığını göstererek sürüklemeye çalıştığı yeryüzündeki varoluşa özünde
karşı durur.
Burada Upanişadlar’ın Vedacılığı tarafından terk
edilmiş ikiciliğin görünüşte yeniden ortaya çıktığı görülür: Kötülük vardır ve
insan ruhunun bir yansısı değildir. Bu ikicilik, yeryüzüne ait olan her şeyin
kötü olduğunu ileri süren Gnostik düşünceye.yaklaşır (aslında kökeninde bu
düşünce vardır). Gerçekten de Mara, Buda’yı suça, sefahate ya da hırsızlığa
itmez; sadece yaşamaya iter ve Buda yaşamakla “kötüdür. Mara bir şeytan
değildir, Şeytan hiç değildir, meğer ki bizim Hıristiyan kavramlarımızla
kıyaslamalar çok uzağa götürülmesin: O, Ölüm tanrısıdır, çünkü yaşayan her şey
ölmeye çağrılıdır ve her yaşam başlangıcından itibaren ölümün tohumunu içerir.
Yaşamak, demek ki ölmeye hazırlanmaktır. Buda’ya bağlarından kurtulamayacağını
hatırlatmak, cesaretsizliğe, ışıksız insanların kaba yazgısına boyun eğmeye,
yani ölüme karar vermeye kışkırtmaktır.
Ama, on büyük erdemle ya da paramha’Iarla desteklenen
Gautama, Mara’ya şu yanıtı verir: “Tensel istekler senin ilk silahındır,
İkincisi yüksek bir yaşamdan iğrenmektir, üçüncüsü susuzluk ve açlıktır,
dördüncüsü arzudur, beşincisi uyuşukluk ve tembelliktir, altıncısı ödleklik,
yedincisi kuşku, sekizincisi ikiyüzlülük ve inattır, dokuzuncusunu meydana
getiren kâr, övgü, şeref ve sahte zaferdir ve onuncusu kendini önemseme ve
başkalarını küçümsemedir. İşte senin silahların, Mara. Hiçbir güçsüz insan
onları yok edemez ve bununla birlikte mutluluğa ancak onları yok ederek erişmek
olanaklıdır.” Mara IÖ 528 Mayısında bir dolunay gecesi en büyük yenilgiye
uğradı. Gerçekten de, uyanık geçen üçüncü gece boyunca, saat ikiden altıya
ilerlerken Gautama, Dört Soylu Hakikat’e erişti; artık bu dünyanın
kışkırtmalarının erişemeyeceği biri olmuştu. Yine de Mara, birçok
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
kez Buda’dan intikamını alacaktır. Sonuncusu en
başarılı olandır, çünkü Buda sonunda ölür.
Buda’nın tarihsel gerçeği ve tarihler önemli değildir.
Buda’mn kişiliğinin tarihsel olarak yeniden inşası çabalarının boşunalığı
üzerine Lamotte’un22 klasik incelemesinden bu yana böyle bir çaba
pek denenmiş gözükmemektedir. Zaten bu bir işe de yaramaz. Çünkü IV. yüzyıldan
itibaren Çin, Kore, ardından Japonya, Sumatra ve hatta çok daha katı
geleneksel bir din kuralınım geliştirildiği Seylan’a kadar uzanan May abana
akımının “geniş”. Budacılığı çok sayıda Buda olduğunu ileri sürmektedir.
Kimilerine göre beştir (Vairokana, Aksobhya, Ratnasambhava, Amitabha ve
Amogasiddhi), kimilerine göre de önceden yirmi dört kimliği vardır. Aslında
birbirleriyle asla mücadele etmeyen birçok Budacıhk biçimi vardır, herkes için
bir Budacılık olduğu söylenebilir. Öğreti ise aynı kalır: Merhamet ve bu dünya
karşısında mesafe.
Budanın Mara’yla ilk çatışmasının ardından karşılaştığı
Uruvilva’lı Acımasız Naga da Şeytan değildir. O, ejderhaların yeğeni olan,
Uruvilva’da bir evde oturan ve kendi evinde ona hakim olmak isteyen Buda
tarafından kışkırtılacak efsanevi bir kobradır. Buda, gövdesi dimdik ve
bacakları kavuşmuş halde eve yerleşir. Buda’yı görür görmez Naga duman tükürür,
buna karşılık Buda da duman tükürür. Sonra Naga alev tükürür, Buda da alev
tükürür. Evden duman ve alev çıktığını uzaktan görenler endişelenirler. Ama
karşılaşmanın sonucunu öğrendiklerinde, Buda, doğaüstü gücü sayesinde, Nagayı
itaate mecbur etmiş ve bir tasın içine çöreklemişti. Buda, Aziz Georgios
mitinin, Cyclope’un gözünü oyan Odysseus’tan Andromeda’nm bekçisi ejderhayı
öldüren Perseus’a kadar ünlü canavarları yenen bütün kahraman mitlerinin
barışçıl önbelirtisidir. Bu, madde üzerinde zafer
22Etienne Lamofte, “La legende du Bouddha,” Revue de
l’histoire des religions, no 134, 37-71, 1947-1948.
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
kazanan ruhun simgesidir.
Eski Budizm öğretisini yayan okul olan Theravada’ya
göre kozmolojide “Şeytan-Efendi” de yoktur. Üç evrenin alt alanı olan Arzu alanında
beş altı tür yaratık vardır; yarı-tanrılar, insanlar, iblisler ve Paskalya
Adası’ndakileri kısmen hatırlatan, bir deri bir kemik, aç hayaletler. Bu
çeşitliliğe Sharvastivada, Sautrantika, Mahİsasaka, Dharmaguptaka, Sammatiya,
Vinaya, Mahasanghika, Lokottaravada, Satyasiddhi adı verilir. Bizimki gibi
başiblisleri de yoktur. Budanın Mara üzerindeki zaferine Asya’daki farklı
Budist geleneklerde; Hindistan’da, Seylan’da, Çin’de ve Japonya’da verilen
öneme rağmen, aslında tıpkı tanrılar gibi iblislerin de ancak aşağı alanda,
yani Arzu alanında kalındığı sürece var oldukları kabul edilir. Zaten büyük
tefekkürcüler tanrılara da iblislere de inancı reddetmeyi buyururlar. Budizm,
özünde, Nirvana’ya götürmesi gereken ardışık arınmalar öğretisi olduğundan,
tektanrıcı dinlerde tanrılara ve iblislere atfedilen aşkın ve metafizik özün
bir Şeytan’a, şeytanlara ya da tanrılara verilmesi söz konusu olamaz:. Bunlar
gerçek, ama olumsal kendiliklerdir. Hinduizmden ödünç alınan ve bizim Yaratıcı
Tanrı’mızla kıyaslanan Brahma bile ezeli değildir: Her döngünün başında ilk
ortaya çıkacak, sonunda son yok olacak odur. Demek ki tanrısallık da ister
cehennemi olsun ister göksel, geçicidir.
Budizmde Tanrı-Şeytan çelişkisi olmadığı gibi bu çelişkinin
anlamı da yoktur; teolojik bir değişimin öğretici örneği: Tibet’te, Budizm
tarafından VIII. yüzyılda tahttan indirilen eski tanrıların aksi iblislere
dönüşebilecekleri kabul edilir, bunları yenilgiye uğratabilecek olan yalnızca
eski büyücüler ya da bon’lardır. Vedacılığm Zerdüştçü reformunda
gerçekleştirilen panteonun yeniden düzenlenmesinin bir değişkesidir bu;23
yine de bu durumda, yeniden örgütlenme dışlama yö23Bkz. 5. bölüm.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
nünde değil bütünleşme
yönünde gerçekleşir. Tibetli Budistler, Çin’dekiler gibi, yabancı tanrıların
öfkesine karşı yalvarmak için diğer dinlerin tapınaklarının yanında küçük
tapmaklar inşa ederler. Asya, daha o dönemde örnek bir dinsel hoşgörü toprağı
olarak görülür: VIII. yüzyılda Budizm, Japonya’da yerel Şintoculukla rekabete
girdiğinde (rekabet oldukça incelikliydi, çatışma olmadı, din savaşma benzeyen
hiçbir şey yoktu, Şintocular Budist tapmaklarda küçük kiliseler kurdular ve
Budistler de aynı şeyi yaptılar) ve din adamları “iyi” din üzerine kendilerine
soru sormaya başladıklarında İmparator Şomu düşünde, Güneş Tanrıçası ve
hanedanın kurucusu tanrıça Amaterasu’yu gördü ve tanrıça Japonya tanrıların
toprağı olduğundan hepsine saygı gösterilmesi gerektiğini, “beşli”nin ilki olan
Buda Vairocananın onlarla aynı doğada olduğunu söyledi.24
Peki ama suçlu ruhlar
kimdi? Eğer, tamamlanmamış bazı yaşamların sonu olan cehennem varsa bile ezeli
değildir çünkü reenkarnasyon döngüleri oradan çıkaracak şekildedir. Hiçbir suç,
en mahkûm edilebiliri olan babayı öldürme bile, ezeli “lanetlenme ”yi (Budizmin
kavrayamadığı terim) haklı çıkarmaz. Pali din kitabı Sutta Pitaka'nın otuz
iki metnini içeren üç büyük "sepet”ten birinin kitabı olan "Hortlak
Hikâyeleri” ya da Pettavathu, suç işleyenlerin gittikleri korkunç
yerlerin tariflerini içerir.25 Bunlar yine de bizim anladığımız
anlamda nihai cehennemler değil, araflardır. Her durumda ve mantıksal olarak,
kötülük ezeli olmadığından cehennemler de ezeli olamaz, çünkü ilk günah yoktur,
insan Kötülük denen bu yüksek hayal gücü ürününden sorumlu değildir. Böyle bir
sistemde Şeytan, elbette hiçbir yere
24 Dinler arası bu hoşgörü, ne yazık ki, Hinduizmin
şiddetli gerilimler yaratarak kutsal mekânlarını Budizmin elinden almaya
çalıştığı günümüz Hindistan’ında tehdit altında gözükmektedir. Bunun nedeni
bir kez daha sosyo-politiktir: Budistlerin kutsal yerleri aşağı kastlara ve
dokunulmazlığı olanlara hoşgörü gösterir.
2j"Buddha
and Buddhism,” Encydopaedia Britannica.
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
' dahil olamaz, çünkü
Kötülüğün metafizik dayanağı ayaklarının altından çekildiğinden dolayı
tanrılar kötülüğü tanımazlar ve onu ancak insanlıkla ilişkilerinde ortaya
çıkarırlar.
Agnostik sözcüğüne
Avrupa’da verdiğimiz anlamda Budistlerin agnostik oldukları sonucunu çıkarmakhatalı
olur: Evren yaratılmamış olduğundan ve Nyaya Okulu’nun mükemmel beş tasım
önermesine26 göre, kendileri de başka nedenlerin sonucu olan
nedenlerin art arda dizilişinden başka bir şey olmadığından, yeterince bilgiye
sahip olmadığımızdan dolayı Mutlak’ı bilemeyiz. Budist metafizik yoktur;
metafizik asla Budizmin konusu olmamıştır: Budizm bir etiktir, ve Budist
öğretinin dışladığı dogmalara değil (aklı yatmıyorsa kimse dinsel bir önermeye
inanmak zorunda değildir) merhamete dayanır. Buda tarafından belirtilen kusur
ve erdemler, hemcinslerimizle ilişkilerde en üst uyuma ulaşmanın araçlarına
gönderme yaparlar.
Demek ki erdemlerin ya da “yüce koşullaf’ın ilki
Sanskritçede maitri, Palı dilinde mettra olan merhamettir ve Budistin,
kendisi de dahil, herhangi bir kimseyi incitmesini önler. Diğerleri sevgi,
başkalarının acısından acı duymak, kendi acı ve sevinçlerine dair soğukkanlı
olmaktır. Kusurlar ya da (dünyayla kurulan) "bağlar” on tanei dir:
Ben’in var olduğuna dair yanılsama, kuşku, çileciliğe yatırım, nefsine.
düşkünlük, kötü niyet, yeryüzünde reenkarnasyon arzusu, 1 gökyüzüne varma
arzusu, gurur, ahlaka aşırı bağlılık ve kibir. Yeryül zündeki
durumlarını bir an önce aşmak isteyen, mutlaklık arayışında 1; olanların
sığınağı olan çilecilikteki aşırılıklar, Buda’nın temel ilkeleI rini -bu,
bizzat Gautama tarafından öğütlenen orta yoldurbilmemek I. kadar uygunsuzdur.
1 Başka deyişle, mnitri’nin kuşattığı insan, yeryüzünde
ya da başka
26Birinci önerme, ses geçicidir. İkincisi, akıl nedenlerin
ürünüdür. Üçüncüsü ve örnekçömlekler gibidir. Dördüncüsü -ve uygulamaçömlekler
nedenlerin ürünüdür ve sesler gibi geçicidir. Sonuç, ses geçicidir.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
yerde ödül beklemeden ve ummadan merhametle
davranacaktır. Bu dünya görüşü tam anlamıyla Batıklaştırılmak isteniyorsa
Budistin Qasein ile, yani Heidegger’in “oradaki-varlık”ı ile sınırlı
olduğu söylenecektir. Ama belki merhamet haddini bilmez bir şeydir. Buda’nın
eylemi, öğretisini yaydığı koşullar göz önünde tutulursa anlaşılabilir.
Gerçekten de Buda, dönemin dinlerinin iki ucunda, reddedilmiş hakikati arayan
insanlara hitap ediyordu: Bir yanda duyuların yüceltilmesini öğütleyen
Brahmancıhk, diğer yanda, yaşamsal ve hatta zihinsel süreçleri durdurmayı
hedefleyen Caynacılık gibi aşırı bir çilecilik.
Buda bir insan olarak ne kadar mitik.olsa da, burada
üstünde durmayı hak eder. Kendinden önceki inançları aşabilmiştir. Bu inançlar
ruhun ölümsüzlüğünü değilse de hayatta kalacağını ileri sürüyorlardı ve
köylüler kızgın bir atanın ruhunun gelip domuzlarını ya da tavuklarım
öldüreceği korkusuyla kulübelerinde titriyorlardı; Buda buna son verdi.
Budizmde Batılı anlamda ruh yoktur. Başlayan her şey biter ve ruh, yaşamla
birlikte başladığına göre onunla birlikte son bulur. Kuşkusuz ilaç acıydı ve
öğrencileri ruhgöçüne başvurarak bu ilacı yumuşattılar: Ruhun yine de ölümsüz
olduğunu, fakat geçici olarak; mükemmelliğe erişinceye kadar reenkarnasyon
geçirdiğini ve mükemmelliğe eriştiğinde de büyük Bütün içinde yok olduğunu
ileri sürdüler. Bu durumda Budizm ne sinizmle ne de materyalizmle suçlanabilirdi:
Madde geçici olduğuna göre ona geçici muamelesi yapılıyordu. lyi’nin ve
Kötü’nün sınıflandırılması isteniyordu; Buda bunları yeryüzü yanılsamalarına
indirgedi. Bu katı etik düzenlemede her Şeytan, hiç kuşku yok ki, günümüzde
Perhiz çarşambasının şafağında kovulan bir karnaval kişisi gibi kovulmuştur.
Hakkıyla kazanılan hazzın doğrulanması bekleniyordu; Bu, Birin yansıyacağı suyu
bulandırmaktan başka bir şey olmazdı. Buda, arzuyu öğütlemedi: Yüksek bir ruh
arzu duyamaz. Böylece döneminin tüm dinsel özlemlerine aykırı bir yerdeydi ve
-burada Hint övülmelidirkendi bakış açısını, ne kadar
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
zahmetli ve ağırbaşlı olsa da dayattı.
Budizme ve üç büyük Budizm sistemine koşut olarak eski
Vedacılık yine de varlığını sürdürüyordu. Upanişadlar’m Vedacılıgı ile boyun
eğdirilen ama ortadan kaldırılamayan Harappa gelenekleri ve elbette,
genellikle kabilesel olan küçük geleneklerin kaynaşmasından doğan Hinduizm diye
adlandırılan geniş bir inanç kitlesi içinde mevcuttu.27 Bunu hemen
incelemek gerekir: "Hinduizm” teriminin bir betimlemeden çök bir dil
alışkanlığı olduğu konusunda bütün yazarlar hemfikirdir.28 Gerçekten
de, Hinduizmlerden ortak bir inanç gövdesi çıkarmak istenirse, Brahmancıhk,
Vişnuculuk, Şivacılık, Tantracılık, Sakticilik, popüler Hinduizm ve Hindu
mistisizminin çeşitli biçimleri gibi çok sayıdaki akım arasındaki
farklılıkların derin ve sayısız olduğu görülür. Dahası, Hinduizmler, sayısız
yabancı etkiyi içlerine alarak, sürekli yeni dallar yaratarak ve çağımıza kadar
çeşitlenerek zaman içinde değişmiş ve yenilenmiştir. Örneğin, “Dağdaki
Vaız"ın Mahatma Gandi üzerindeki etkisi bilinmektedir, ama ender bir
hoşgörü örneği olarak Hindularm Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlığa geçişe fazlasıyla
hoşgörü gösterdikleri, fakat genel olarak Hıristiyan teolojisini ve
dogmalarını, tam da uzlaşmazlıkları nedeniyle reddettikleri pek bilinmemektedir.
Yine de Hinduizmin, üç büyük ustanın, Şankara, Ra27 Campbell, Primitive
Mythölogy ve “Hinduizm,” Encyclopaedia Britannica.
^Encyclopaedia
Britannica, Hindu sosyolog Mysore
Narasimhachar Srinivas, “Hinduizmin tanımı olanaksızdır” isimli makalesinde,
bir Hindu’nun ne olduğunu tanımlamanın bile olanaksızlığını şaka yollu
belirttikten sonra alçakgönüllülükle ve haklı olarak “Hinduizmin tanımı
olanaksızdır” diye Saptar! Bazdan, gerçekten de, bilim dallarının metinlerin
incelenmesiyle tanımlandığım, diğerleri ise geleneklerin incelenmesiyle
tanımlandığını düşünürler. Hinduizmin, en azından, Hint’e etnik aidiyetle
tanımlandığı olgusu üzerinde ortak bir anlayış vardır, fakat burada da iddia
ılımh olmalıdır, çünkü en azından eski istisnalar bilinmektedir: IÖ II.
yüzyılda Yunan Höliodore, Vişnu öğrencisi anlamına gelen blıagavata sıfatını
aldı ve Samajistler Hindu-olmayanlar dîye kabul edilmek için çabaladılar.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
manuca ve Radhva’nın öğretileri tarafından
belirlendiğini kabul etmek gelenektendir.
Vedacılığın ilk haline en yakın Hinduizm olan Brahmancılıkta
teoloji önce bir tek tanrının varlığını öne sürdü. Bu, bizim tektanrıcılığımızın
başlangıcı olan hem tanrı hem madde Puruşa’dır. Puruşa’dan Tanrıça Viraj doğdu
ve Puruşa da bir kez daha doğdu. Puruşa’nın düşmanı yoktu. Kozmos, Vedacıhkta
kendisini tehdit eden dramları bilmiyordu. Ancak Brahmancılık evrim geçirdi ve
Hıristiyan teolojisinin çarpıcı bir önbelirtisinde Puruşa, insanoğlu Narayana
ve Varlıkların Tanrısı olduğu kadar tüm diğer tanrıların da tanrısı olan
Pracapati olarak yok oldu. Böylece hem Tanrı hem de cisimleşmiş oğlu oldu.
Bütün yaşam biçimlerinden farklılaşarak yaratılmış olduğundan tapınma
töreninde bütünlüğü bozuldu, yeniden bütünleşti ve eridi. Yani tapınmanın
kendisi tanrısallıktı ve tanrısallığın tamamlanması tapınmayı sürdürüyordu.
Brahmancılıkta da, tektanrıcı dinlerin tanımladıkları
şekliyle Kö> tülük, yani hatalı bir davranış yoluyla dünyanın düzenini bozma
istenci yoktur. Mutlak İyilik gibi Mutlak Kötülük de ölümlülerin erişebileceği
bir şey değildir; mutlak iyilik tapınma kurallarına uyulmuş olmasını
ödüllendirirken mutlak kötülük de uyulmamış olmasını cezalandırır; Hinduizmin
bu yanındaki aşırı biçimcilik buradan kaynaklanır. Örneğin hastalık ya da ani
ölüm, ritüel bir ihlalin sonuçlarıdır. Bu ihlal bir kurban töreni protokolünde
ya da bir dua okunmasındaki hata olabileceği gibi bir cesetde dokunmak da
olabilir. Bu durumlarda, tanrı rızası için yeni bir kurban sunulmadıkça,
normalde iyi yürekli, kötülüğü yiyip yutan ateş tanrısı Agni ya da denge
tanrısı Varuna gibi tanrılar, intikamcı tanrılar haline gelirler.
Bu durum önemlidir, çünkü, Vedacıhkta olduğu gibi, art
arda reenkarnasyonlar sırasında dinsel değerlerin kaybı anlamına gelen en kötü
mutsuzluğu önleyebilecek tek şey, tapınma kurallarına titizlikle
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HÎNT
uyulmasıdır. Diğer Hinduizmlerde olduğu gibi
Brahmancılıkta da bir yenilik olan ve Upanişadlar’ın Vedacılığmda zaten var
olan reenkarnasyona inanç gelişmiş ve çeşitlenmiştir. Herhangi bir kimse,
taşıdığı ya da kaybettiği değerlere göre, bir farede (Hindularm ayrıca çok
zeki buldukları bu hayvan karşısındaki saygıları buradan gelir), bir inek ya da
başka bir insanda reenkarnasyona uğramış olabilir. Önemli olan, bir insan
yaşamında birikmiş üstünlükleri kaybetmemektir ve Upanişad’m ya da Bhradaranyaka
denen kutsal kitabın öne sürdüğü gibi bu da ancak yine ritüelin oluşturduğu
kozmik bağlantının bilinmesiyle mümkündür. Bu kitabın1 talimatları
ritüel katışıksızlık, kuşkulu rastlantılardan kaçınmak ve dinsel yasaya, yani
dharmn’ya saygıdır. Bu üç şey, inanan kişiye “kesin” bir dünya, yani loka
ile birlikte sorunsuz bir reenkarnasyon olanağı sağlar.
Vişnuculuk, araştırmacıyı Hinduizmin karmaşıklıklarına
daha dolaysız sokar. Gerçekten de, Vişnu tanrısına ve onun on cisimleşmiş şekline
tapınmanın Batılı bir zihin tarafından anlaşılması, ancak Evrenin Yaratıcısı
Tann’nın, yani Isana ya da diğer adıyla Brahman’ın, Brahma, Vişnu ve Şiva’dan
oluşan bir teslisde, yani Trimurti içinde oluştuğunu bilmesiyle olanaklıdır.
Ama bu noktada, Batılı zihniyet şaşkınlığa düşebilir, çünkü, bazı değişkeleri
içinde, Vişnuculuk, Vişnu’nun ilahi birliğini ileri sürer ve üç büyük
tektanrıcılığa, özellikle Hıristiyanlığa şaşırtıcı ölçüde yakın tektanrıcılık
biçimlerinden birini XII. yüzyılda ortaya atar. Hinduist reenkarnasyon
takıntısını ilk kez aşan ve Tann’nın, yani söz konusu durumda Vişnu Vithoba’mn,
yani evrenin ve her şeyin azledilemez nedeninin kurtuluşun tek kapısı olduğunu
öne süren, Hindu düşünürü ve Hinduist, Hint’in güneyinde baskın olan Srivaisnava
eğilimli Vişnucu Ramanuca’dır. Bundan dolayı, VII1-IX. yüzyıldaki Birci
teoloji uzmanı Şankara’nın kişisellikten uzak teolojisini reddeder ve kendi
öğretisini ve üç büyük yorum yapıtını, kişisel bir tanrıya ilişkin Hıristiyan
olmayan ilk bakış açısı-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ııı kendi manastırında uygular. Aynı vesileyle,
yaratılışın asla mutlak bir şekli olmadığını, Tanrı Vişnu’hun maddileşmediğini,
her türlü maddeden kökten farklı olduğunu ve mükemmelliği içinde bütün canlı
varlıkların, bilinçlerinin ve hatta bunların "üstün” durumlarının, (bir
başka çarpıcı belini olarak bu bakış psikanalitik kuramların belirtisidir)
ruhlarının tümlüğünü oluşturduğunu öne sürer.
Bu Tanrı-Madde ikiliği Hıristiyanlıkta gizliden gizliye
görülen ikicilikle karşılaştırılamaz, çünkü bu görüş Tanrı’nın maddi olmadığını
ve cisimleşmediğini öne sürer; bu haliyle daha çok Hıristiyan ve Yahudi
Gnostiklerine yakındır. Gerçekten de, maddi olan hiçbir şey ilahi değildir,
dolayısıyla kötüdür. Ama Tanrı’nın bir melek, düşmüş bir tanrı ya da başka bir
şey olarak bir düşman olduğunu da ileri sürmez. Vedacılığa bağlılığı içinde
Tanrı’nın Tesniye’nin "kıskanç Tanrı”sı olmadığını, sayesinde insanın
mükemmelce gelişip yanlış olanı reddedebileceği, iyi yürekli bir Tanrı olduğunu
ileri sürer. Başka deyişle, birey ya bilgi tarafından kutsallaştırılmıştır (bu
bilgi, çile dışında, bir lütufla bahşedilir ki, bu tanımının Janseniusçu
lütufla benzerlikleri şaşırtıcıdır) ya da yoktur. Ramanuca’nın öğretisi
yalınlaştırıldığında ya Tanrı vardır ya da hiçbir şey yoktur. Açıktır ki bu
bizi Cehennem’den yöneten her yerde hazır ve nazır bir Kötülük düşüncesinden
Önemli oranda uzaklaştırır.
Ramanuca’nın öğretisinin Vişnuculuk üzerinde önemli bir
etkisi olmuşsa da, eğilimin bütününe bu Gnostik bakış sinmemiştir: Gelenek,
bütün varlıkların hem fiziksel hem de psişik doğalarım oluşturan bir Tanrı’ya
ilişkin geleneksel düşünceyi benimsemiştir. Ayrıca, ritüel yanılgı ve
hatalarının riski kavramım da almış, ama diğer özellik olarak, güçlü erotik
renkleri olan bir mistisizmin tercih edilmesinin dışında, Tanrı Vişnu’nun
özüne katılımı engelleyen günah kavramını oluşturmuştur: Kıskançlık, sahtelik,
ikiyüzlülük (öncekinden farklıdır), küfür ve kibir.
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
Bir Batı zihnini şaşırtmaya hiç kuşkusuz en uygun olan
din Şivacıİlk ya da Hinduist panteonunun çok biçimliliğinin kanıtı olan
Parvati, Prithivİ, Uma, Ambika, Kali ve Durka adlan altında da bilinen eski
Veda Rudra, yıkım tanrısı Şiva tanrısallığı kültüdür. Ölümlülerle ilişkilerinde
kadın kılığına girmeye dek varan Vişnu’nun büyük değişiklikleri, çoklukları
içinde zaten şaşırtıcıdır. Bir de Şiva’nın temel karşıt anlamlılığı iyice kafa
karışıklığına yol açabilir. Yine de Hinduizm, şimdiye kadar boş yere
aradığımız bu Şeytan’m eseri Kötülük’le en doğrudan tartışmaya burada girer.
Oysa “mutluluk getiren" Şiva, hem bütün yaşamın kaynağı hem de yıkım
tanrısı olabilir; O, hem büyük bir kinci hem de armağan dağıtıcısıdır.
Tamamen şaşırtıcı olan Şiva, Vedacılık için doğanın
kaprislerini temsil eden öngörülemez bir tanrı gibidir, ama pek önemli bir
tanrı değildir. Sürü hayvanlarının tanrısı, yani Prasupati’dir, aynı zamanda
cezalandırma tanrısı, yani Aghora’dır, ünlü kötülükçü ve örnek kocadır, kimi
zaman mistik kimi zaman ateşli biridir, uzun cinsel pehrizlerden sonra kendini
dizginsiz bir cinselliğe bırakır (failusu teoloji açısından kayda değer
oranlardadır), sürekli çift kutuplu ve öz olarak çelişiktir. Temel özellik
olarak kendinde bir yandan üstün bir tanrının, yüksek bir tinselliğin, diğer
yandan, kızgın ve kötücül bir gücün özelliklerini barındırması çok sonraları,
Hinduizmin gelişimi içinde olmuştur. Kaprisli ve şiddetli bu unsur, Şivacılık
tarafından mahkûm edilmiş değildir, çünkü o, gerçekten de, bir sezgi parıltısı (Zen’de
bulunan kavram) yoluyla vahye erişilebileceğini ileri sürer. Ama, tinsel
gücüne paralel olarak Şiva’nın etrafında bahtsız ölümlülere acı çektirmek için
bincin sürüsü vardır.
Şeytan’m habercisi olan bizim Kötülük Ruhunun Şiva’da
bulunduğu sanılsa da durum hiç böyle değildir. Çünkü o, hayvanca, yüzünü
korkunç hallere sokan ve kurbanlarının kanıyla kızaran haliyle karşımıza
çıktığı gibi, son derece tatlı, ezeli yaşamın suyunun damla
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
damla belirdiği hilali başında olarak da karşımıza
çıkar. Hint’in dinsel hayal gücünün zenginliğinin ifadesi olan bu mitolojik
olaylardan birinde, Şiva, karısı Sati’nin intihar etmesine neden olan
kayınpederi Daksa’dan nefret ederek düşünceye dalmak için dağa çekilir. Reenkarnasyon
geçiren Sati, yalnızlık içinde, onun yanında kalmaya gelir. Fakat, korkunç bir
cin olan Taraka’dan kurtulmak için dünyanın ona ihtiyacı vardır. Bu durum,
Şiva’nın Şeytan olmadığını da kanıtlar, çünkü ölümlüler tarafından Kötülükle
boğaz boğaza gelmekle görevlendirilen odur. Şiva’yla hiçbir şey yalın
olmadığından dünyanın kurtarılması da bir tehlike riski taşır. Gerçekten de,
aşk tanrısı Kama, Şiva’nın kalbini aşka açık tutmak için onun yanında
uçmaktadır. Altmış milyon yıl bekler ve ona ilk okunu fırlatır (bu da ‘bizim
Cupid’imizin Asyalı kökleri hakkında bilgi vermektedir). Rahatsız edilmesine
kızan Şiva, Kama’yı bir anda öldürür. Bu sırada Taraka dünyamıza karşı
koymaktadır elbette. Ancak nihayet ok harekete geçer, çünkü Şiva daldığı
düşünceden uyanır ve reenkarnasyon geçirmiş Sati’yi fark ederek onun da
sürdürdüğü çileci yaşamdan heyecan duyar; içine arzu dolar. Kumara adlı bir
çocukları olur ve dünyayı sonunda iblis Taraka’dan kurtaracak olan odur.
Demek ki Şiva’nın yüzyıllar geçtikçe daha büyüleyici
olduğu anlaşılıyor ve 1Ö IV. yüzyılda Upanişad Svetasvarata’da, Trimurti’ye
dahil olarak erişebileceği nihai düzeye varır. Büyük Hindu felsefe okulu
Samkhya, beşli doğasının temel yirmibeş elemente denk düştüğü konusunda
güvence verir. XX. yüzyılda, mistik teolog Ramakrişna onu tanrıça-canavar Kali
biçiminde gördü, çünkü Hindu tanrılarının cinselliği, en yüksek tanrısallık
özelliği olarak genellikle art arda değişir. Şiva, tuhaf bir şekilde,
özellikle evrensel yaşamı ritme sokan dansı ve sarhoşluk törenleriyle Dionysos’a
benzer. Fakat Dionysos’un Yunan kökenli değilse de (Girit’ten değil, Trakya ya
da Tesalya’dan gelir), aslında Hindu olduğunu kanıtlayan bir şey yoktur. Dahası
Di-
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT
onysos, ne Şiva gibi merhametsiz ne de onun gibi kimi
zaman eril, kimi zaman dişi, kimi zaman da Ardhanarisvara biçiminde hem eril
hem de dişi olan bir biseksüeldir.
Şİvacı teolojide cinler vardır, ancak bunlar
hayaletlerin soyuna eş bir soydan gelen ikincil kişiliklerdir. Onları
“bizîmkiler”in kardeşi olarak kabul etmek hata olur; cin adı onlara, tektânrıcı
dinlerde günahın esinleyicisi anlamında, Şeytan adına semantik olarak çok
yakın olan iblisten daha uygun düşer. Bunlar daha çok Sokrates’in danışmanı
Daimon’un yeğenleridir.
Şiva gibi her biçime girebilen bir tanrının himayesi
altındaki Şivacı etik apaçık gelişmiştir. Yine açıktır ki Tanrı Şiva’nm
kendisi, kaprislerine uygun bir kötülüğü temsil ettiğinden Kötülüğün Büyük
Ruhu’nü içermez; insanları etkileyebilecek olan Kötülük, ya bilgisizliğin ya
da tanrının öfkesine neden olan erdemsizliğin ürünüdür.
Şiva’da çok belirgin olan ilahi çokbiçimlilik,
Tantracılığa genellikle içinden çıkılmaz biçimde karışmış olan Hinduist okul
Sakticiliğin kavramlarında bulunur. Akımlar ve eğilimler çok sayıda olduğundan
ve iç içe girdiklerinden Sakticiliği derinlemesine tanımlamak bu kitapta konuya
ayrılan yerden daha fazlasını gerektirmektedir. Şöyle özetleyebiliriz:
Sakticilik, Brahman’ın eşi olan ve enerjiyi ifade eden Tanrıça Sakti’ye
tapınmadır. Hinduizmde fazlasıyla bulunan bu türevler oyunuyla Sakti’ye,
Şiva’nm annesi olarak yeniden rastlanır. Aynı zamanda Bengal Saktici
tapınmasında Şiva’nm kişileşmelerinden biri olan canavar, Kali’yle
özdeşleşmiştir ve dolayısıyla kanlı kurbanlar talep eder. Bu, yaratıcı olduğu
kadar kaprisli, kötü huylu bir tanrıçadır; bir eliyle verdiğini diğer eliyle
alır. Sakticilik Şivacıhğa öyle yakındır ki içinde eriyecek gibidir; ama
aslında durum böyle değildir: Çilenin önemli bir yer tuttuğu Vişnuculuktan ve
yumuşatılmış bir biçimde de olsa var olduğu Şivacılıktan da farklı olarak Sakticilikte
cinsellik yasaklar arasında değildir. Tam tersine, cinsel alış-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
veriş ve şehvet -ritüelleştirilmiş olmak koşuluylaruh
ile bedenin, insani olanla ilahi olanın birleşme seremonisi olarak yüceltilir.
Sakticilik evli bir kadınla birleşmeyi önermeye kadar varır, çünkü onu baştan
çıkarmak çok güçtür!
Demek ki kaosu kovmak amacıyla makrokozmos ile kişisel
mikrokozmosu uyumlandırmayı amaçlayan, düşünceye dalıcı disiplin Sakticilikte
ve de Tantracıhkta, kötü yürekli, ısırıcı ya da şehvetperest iblisleri
aramaktan vazgeçmek gerekir. Bizim Aziz Antoine’a akla karavı seçtiren bu
doğaüstü kendilikleri burada aramak boşunadır.
Yukarda tanımlanan, coğrafi olarak şu ya da bu bölgede
egemen çeşitli akımların bir derlemesi olan popüler Hinduizm aslında orijinal
bir akım değildir; o, daha çok, cinlerin bolca bulunduğu, ama Hinduizmi
oluşturan unsurlardan biri olarak Şeytan’m var olmadığı bir kaynama
kazam’dır.
Yukarda sunulmuş olan çok kısa veriler ister istemez
şematiktir, çünkü Hinduist akımlar burada açıklanamayacak kadar çok yorumla
yüzyıllar boyunca yeniden şekillenmiştir. Unutulmaması gereken şey, Hinduizmin
lyi’yi ve Kötü’yü iki yanlı güçlerin tamamlayıcı yanları olarak kabul ettiği ve
sistematik bir-bireysel yükseliş arayışının entelektüel aracı olarak bir denge
metafiziği yarattığıdır. Aslında inananın isteklerini harekete geçirecek olan
İyi ya da Kötü değil tanrısallıkta erime arayışıdır. Bu arayış, bir Kötülük
İmparatorluğu kavramının Hint’te yokluğunu açıklamaya yeter.
İran’da Kötülük ve Şeytan’a ilişkin katı kavramların
ortaya çıkmasına neden olmuş Hint-Ari Vedacılığımn Hint’teki dinlerin kaynağı
olması şaşırtıcıdır. Ama, ilerde göreceğimiz gibi, Iran sınırlı boyutlarda
olduğundan merkezileşmiş bir imparatorluktu ve Hint ne geçmişte bir
imparatorluktu ne de bugün öyledir. Maurya, Andhra, Satavahana, Kalinga ve daha
sonraları Gupta hanedanları ve VIII. yüzyılda Arap istilacılar Hint’i
bütünleştirmeyi başaramadılar. lyi’yle Kötü’yü
KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HINT
ayırdığı için sonunda Şeytan’ı imal etmeye varan katı
bir inançlar birliğini Hint’e dayatmak olanaksızdı. Burada önemli olan Vedacı,
Hindu, Caynacı ya da Budist Hint’te Şeytan’m, her durumda bizim Şeytan’m olmamasıdır.
Hint, Şeytan’m Zerdüştçü istilasından kurtuldu.
Büyük rüzgârların çıkacağı akşamlar, Polonnaruwa’da,
Seylan’da, sayısız böcek, leş yiyen hayvanlardan korunmak için evlere üşüşürler.
Sabahleyin evlerin tabanları bu böceklerin kadavralarından oluşan , yumak
yumak, yaldızlı, neredeyse kristal gibi bir karla kaplı olur. Bu,
batılinançları yok eden ruhun büyük rüzgârlarının sessiz bir parabolü gibidir.
Cinlerin insani bir
yanılsamadan başka bir şey olmadıkları Tibet Budizmi üzerine Tao ve dinsel
kutlamaları Taocü küçümseyiş Konfüçyüs, etik pragmatizm ve Konfüçyüsçü
kuşkuculuk üzerine Şinto, bir armağan olarak yaratılış düşüncesi ve bu
düşüncede lyi’nin ya da Kötü’nün yokluğu üzerine Çin ve Japon dinlerinde Şeytan’ın
yokluğu üzerine Köylü batılinançlarımn ve şeytanlarının dışlanmasında yazının
rolü üzerine.
“Ey, soylu oğlu, iyi dinle. Onihinci gün geldiğinde,
Karma ailesinin Kutsanmış Karma-heruka denen kan emicisi, beyninin kuzey
bölgesinden doğacak ve eşiyle birlikte senin önünde açıkça belirecektir; koyu
yeşil gövdesi, üç başı, altı kolu ve ayrık dört bacağıyla birlikte; sağ yüzü
beyazdır, sol kırmızı ve ortadaki, muhteşem bir koyu yeşil; altı elinden
sağdan birincisi iki ağzı keskin bir kılıç, ortadaki, ucuna üç insan başı
geçirilmiş üç dişli yaba, soldaki bir çan, bir diğeri bir kafatası içinde
yontulmuş bir kupa, sonuncusu bir saban demiri tutar; eşi Karma-Krodhisvari sağ
koluyla vücudunu kucaklar, eli boynunda ve sol eliyle dudaklarına kan dolu bir
kafatası götürür. Ondan korkma, ürkme, şaşırma. Onda kendi ruhunun biçimini
gör. O senin ’yidam'indir
[bireyin aydınlanmasını temsil eden özel tanrısallık), dolayısıyla korkma.
O gerçekten, eşiyle birlikte Kutsanmış Amogh-yasiddhVdir, yürekten bağlılık
hisset. Minnettarlık ve özgürlük eşzamanlıdır.1,1
Tibet Ölüler Kitabı’nda bulunan ve ölecek olanlara hitap eden uyarı böyledir.
Yaşamdân ölüme geçiş olan bardo, yani sıçrayışla çakışan durdurulmuş zamanda,
yukarıda tanımlanan tanrısallığın ortaya çıktığım gören birey, ışığın da
ortaya çıktığını görür ve o zaman Hakikatin Gövdesi’ne, dharmakaya’ya,
Buda’nm mutlak doğasına erişir.
Bardo’ya
erişen bireyin sahip olabileceği tek görü bu değildir. Arada kalmış ruhu
bekleyen sayısız başka görü vardır; sağ elinde gürz yerine bir kadavra sallayan
ve sol elinde kan dolu bir kafatası taşıyan Beyaz Gauri; okuyla bir yay
fırlatan Sarı Cauri; bir deniz cana-
1 The Tîbelaıı Book of the Detıd, Francesca Fremantle ve Chögyam Trungpa’nın çeviri ve
yorumlan, Shambhala Dragon Yayınevi, Londra ve Boston, 1987.
ÇIN VE JAPON
varının flamasını
sallayan Kırmızı Pramoha; sağ elinde bir vaja (çivi dolu, bilye) ve sol
elinde kan dolu bir kafatası tutan Kara Vetali; sağ elinde tuttuğu bağırsakları
sol eliyle yiyen Portakal Sarısı Pukkasi; sağ elinde bir vajra sallarken sol
elinde tuttuğu kan dolu kafatasından kan içen Yeşil Ghasmari; bir bedenin
uzuvlarını koparıp yiyen Sarı Candali; aynısını yapan Lacivert Smasani; dişleri
arasında bir kadavra tutan ve yelesini sallayan şarap renkli ve aslan yeleli
Sinhamuka; sırıtarak dişlerini gösteren dişi kaplan kafalı Kırmızı
Vyagrimukha; sağ elinde bir ustura tutan ve sol elinde tuttuğu bağırsakları
yiyen, tilki başlı Kara Sirgalamukha...
Bunlar bizim için cehennemi görülerdir. Yine de bu
vahşi canavarlar gülünçtür. Tibet Ölüler Kitabı bunları “ruhun bir
yanılsaması" olarak, “bireyin kendi yansımaları" olarak kabul etmeyi
buyurur.
' Çünkü bu cinler aslında yoktur. Ölüler duası bunu
açıkça tekrarla( yıp durur:
“Sevgili dostlarımı terk ettiğimde ve tek başıma
dolanırken, j ve kendi yansımalarımın boş biçimleri ortaya çıktığında, I
Budalar merhametlerinin gücünü bana emanet ettiklerinde t Bardo’nün
saldığı korkular gelmesin diye.
I Bilgeliğin beş ışığı parladığında, korkusuzca
tanıyabilirim kendimi. ■. ”2
I Tek-tehlike insanın kendi imgeleminin yaratıklarına
inanmasıdır. I Ölüm ile yeniden doğuş arasındaki kırk dokuz güne kadar süreri
ara I durum olan bardo’nün ötesinde bir şey yoktur. Geçiş ancak korkak I ruh
için güçtür. .
|. Batılı bir zihin için Hint dinlerinde gezinmek,
sayısız nüanslarınI? dan, çelişik görünümlerinden ve olanak tanıdıkları zengin
yorumlar1 dan dolayı nasıl tehlikeli ise Asya’nın geri kalan bölgelerini
keşfet-
2 The Tibetcm Book of the Dead.
97
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
inek de bir o kadar tehlikelidir. Himalaya sınırı
geçilir geçilmez değişen ve tıpkı bir Avrupa portakalının Afrika’da farklı
tatlarda meyveler vermesi gibi farklı ürünler veren Budizm başta olmak üzere
bu böyledir.
Gerçekten de Kuzey Asya’nın mayası farklıdır. V. bin
yılda, Altay Dağ kolu altında ve bugünkü Moğolistan’ın güneyindeki Gobi Çölü
girişinde Barköl (Şensi) bölgesi Çinlileri kendi hesaplarına tarımı
keşfettiler. Hiç kuşkusuz Hint-Avrupalılar karşısında iki, hatta üç bin yıl
gecikmişlerdi, ama önemli olan, başka teknolojileri keşfetmeleri gibi bunu da
tek başlarına keşfetmeleridir.' Bu durum, çok eski yerlerin işgalinin
kanıtıdır. Ve Hint-Avrupa etkilerinden bağımsız gelişen bir dinin varlığını da
kanıtlar. Yazılı iz olmadığından bu dinin ne olduğu hakkında hiçbir şey
bilemiyoruz. En fazla söylenebilecek şey, mezarların içine yiyecek ve kap kacak
koyduklarından Kuzey Çinlilerinin ruhun ölümsüzlüğüne inandıklarıdır.4
Cinsel organların tasvirlerinin, varlığını kanıtladığı verimlilik
tapınmasında, mevsimlerin bilgisinin yönlendirdiği kozmik döngü kavramında,
bilindiği kadarıyla, bu dönem için istisnai hiçbir şey yoktur. Ne var ki küçük
evleri temsil eden ve hem tabut hem de “ata evi” olan küçük seramiklerin sanat
alanında ortaya çıktığı görülür. Bazı yazarlar, Çinlilerin atalara tapınmasının
en azından II. bin yılda başlamış olduğunu iddia etmektedir. Fakat her halk
kendi mitlerini kendi topraklarında yaratır; örneğin ilk Kuzey Çinlilerin
dinlerinin doğduğu mitler Ganj Hinci ularınınkiyle aynı değildir. Yani, Budist
misyonerler geldiklerinde toprak ne bakirdi ne de Hint’tekine benziyordu.
IÖ 11. bin yıldan başlayarak Hint-Avrupalılar, Batı
Sibirya’ya ulaş-
3 Mircea Eliade, Histoire
des croyances et des idtes religieuses 11. De Gamama Bouddha au triomphe
du christianisme, Pay ot, 1978,.
4 J.G. Anderson, Children
of the Yellow Earth, ve Kwang-Chih Chang, The Archaeoİogy of Aiicie.nl
China, aktaran Eliade, ag.e.
ÇIN VE JAPON
tılar. Arkeolojinin bize belirttiği kadarıyla orada
kalıcı, ancak belli bir yerle sınırlı ve kültürlerini yoğun bir şekilde
yaymadıkları düşünülen merkezler oluşturdular? Yerel topluluklarla ilişkileri
bilinmemektedir? Dolayısıyla Hint-Avrupalılarm dinlerinin unsurlarını yerli
AsyalIlarla ilişkiye sokup sokmadıkları hakkında bir şey söylenemez. Şurası
kesin ki, Şang Hanedanı altında (1751-1028’a doğru) büyük şehirlerin, askeri
bir aristokrasinin, bir krallığın ve yazının ortaya çıktığı görülür. Panteon,
Hint-Arilerinkinden tamamen farklıdır: Ti ya da Şang Ti (Efendi ya da Yukardaki
Efendi) denen, verimlilik ve yağmur kralı, tanrılar kralı ve kral ataları olan
yüce bir tanrı tarafından yönetilir. Onların dinleri neolitik dönemde var olan
dinden türemiş gibidir: Atalara tapınmanın dışında bereket tapınması da
görülür. İnsan .kurban etmeler ritüeldir: Kral mezarlarında hayvan
iskeletlerinin yanında, ‘'hükümdara öte dünyada eşlik etsin diye gerçeğe
uygunlukları bozulmadan öldürülmüş” çok sayıda kurban edilmiş insan iskeleti
de bulunur.7 Ruhun ölümsüzlüğüne duyulan inanç, insani yaşama
saygıya ya da merhamete asla yöneltmemiş tir. Özellikle ruhun ölüm-
3 J.P. Mallory, hıSearchof the
lndo-Europeans~Language, Archaeology and Myth, Thames & Hudson, Londra,
1989. Bildiğim kadanyla günümüze kadarki en
■ tam ve en yakın bu
geniş sentezde Mallory, Andronöv denen kültürden Hint-AvrupalIların bronz <
çağında Batı Sibirya’ya yerleştiklerine inanmamızı sağlayacak bütün nedenleri
ve bütün çalışmalan sunar, fakat günümüzdeki bilginin sınırlarını da ortaya
koyar: Andronov kültüründen bu Hint-AvrupalIların Iranlılarla ve diğer
bölgelerdeki Hint-lranlılanyla ilişkileri bilinmemektedir. Bu “ilk”
SibiryalIların Hint-Avrupa diniyle kültürel ilişkileri tamamen spekülatif kalır.
6 Seksenli yılların, sonundan itibaren, gerçekten de,
günümüz insanının, yani homo sapiens sapiens’in tek bir kaynaktan değil,
Afrika’daki, Doğu ve Asya’daki bağımsız odaklarda ortaya çıktığı kabul
edilmektedir, yani kıtalara özerk şekilde yerleşildigi kabul edilmektedir.
Örneğin Çin’de Hint-Avrupaldann soyundan bağımsız bir soydan gelen topluluklar
vardır. Fakat, bu satırlan yaz■ dıgım zaman geçerli olan yerküreye yerleşime
ilişkin bu düşüncenin daha sonra değişikliğe uğraması da mümkündür.
'1 Eliade, Histoire des croyances et des
idies religieuses.
ŞEYTANIN GENEL TARIHI
süzlüğû salt efendilere verilmişken...
O dönemde, “soylunun aklının fikrinin atalarında
olmasının nedenleri vardı, çünkü yalnızca soylu sınıftan insanlar varlığını
sürdürmeye muktedir bir ruha sahiptiler. Hatta bunların iki ruhu vardı: Biri,
ölümden sonra cesedin etrafında güç de olsa yaşamaya devam eden bir tür hortlak
halini almaya yönelik hayvan soluğundan başka bir şey değilken, diğeri,
vefattan sonra cin biçiminde göğe yükselen, ama beslenmesi atalarının mezarlık
bağışları sayesinde olduğu için orada tutunamayan tinsel ruhtur.”8
Bu gerçeği bilmeyen çağdaş Avrupalı için atalara tapınma, evladın atasına
duyduğu saygının bir örneği olarak hayranlık verici ve etkileyici görünebilir.
Oysa sunu, genellikle basit insanların kurban edilmesi şeklindeydi: Bir “serf,”
bir aristokratın ruhuna eşlik etsin diye öldürülüyordu. O dönemde basit
insanların ruhu yoktu. Ruh, belli ki lüks bir şeydi. Bu da göstermektedir ki,
şu ünlü atalara tapınma geleneğine duyulan hayranlık konusunda temkinli olmak
gerekir.
Son Şang kralı Çu-Hsin zalim ve sefihti. Far West,
öncülerini ya da Akira Kurosawa filmlerini hatırlatan yarı-göçebe şeflerden
biri olan Wou-wang, kralın ordusunu bozguna uğrattı. Yenilgisinin ardından
Çu-Hsin sarayına döndü, Geyik terasına çıktı, mücevherlerini ve yeşimtaşmdan
süslerini takındı .ve kendini ateşe attı. Wou-wang kralın cesedinin kellesini
Büyük Sarı Baha’yla uçurdu ve kendi hanedanı olan Çou hanedanını kurdu. Şang hanedanının
hemen ardından gelen Çin hanedanları arasında en uzun hükümranlık süresine
(1028-256) sahip olan Çou’lar döneminde, 'İyilik, Kötülük ve din kavramı daha
iyi ayırt edilebilir bir niteliğe sahip oldu. T’ien (Gökyüzü) haline gelmiş
olan Ti, Batı’nın tektanrıcı üç dininin Yehova-Tanrı-Allah’ma çok yakın, insan
görünümlü kişisel bir tanrıdır. Büyük Ayı’da ikamet
Rene Grousseı, Histoire de kı Chine,
Fayard, 1942.
ÇIN VE JAPON
eder, her şeyi görür ve her şeyi bilir. Salt kozmik
düzeni sağlamakla kalmaz, insanların ahlaki yasasını da düzenler. O da aşağı
sınıftan insanları ruhtan yoksun mu görüyordu?. Bilmiyoruz, ama tersi şüpheli
görünmektedir.
Şurası bir gerçektir ki, gökyüzünden esin alan bir etik
kavramının en eski tezahürlerinden biri burada bulunur. Olağanüstü hiçbir şey
yoktur?bu, tarihin birçok yerinde ve özellikle bu eserin sonraki bölümünde
İran’da rastlanacak şemadır: Merkezileşmiş bir devlette totaliter bir
iktidarın inşasından İtibaren kral, “gökyüzünün vekili” olarak seçilir ve onun
uyguladığı yasa ister, istemez “Gökyüzü” tarafından buyrulmuştur. Yani,
iktidar lyi’ye ve Kötü’ye karar vermenin mutlak hakkını kendine mal eder.
O halde Mutlak Kötü var mıydı? Kral tarafından buyrulan
yasaya karşı gelen her şey Kötü’ydü.' Dönemin Çin kozmogonisi hakkında pek az
ipucuna sahibiz, ama Gökyüzü’yle Yeryüzü’nü kesin biçimde ayıran ilk “ritüel
hata” kavramına daha o dönemde rastlanıyordu. “Gökyüzüne değen dağ
düzleşniişti.”9 Bu, daha o dönemde Yitik Cennet kavramıydı; Kötülük
kavramı yakındadır, tıpkı bu kavramın temelindeki Şeytan kavramı gibi. Mitik
imparator Yao döneminde ■ “dünya düzen içinde değildi.” Oğlu Yu “yeryüzünü
kazdı, sulan akıttı ve yılanlarla canavarları bataklıklara sürdü.”10
Yılanlar ve canavarlar düzene karşı çıkarlar ve yalnızca kraliyet iktidarının
yenilgiye uğratabileceği Kötülüğün habercisi bir ilkeyi temsil ederler.
Kötülüğün ve İyiliğin iktidar tarafından sahiplenilme
sürecinin eskiliği zaten bilinmektedir: Bu durum ilk merkezi devletler kadar
eskidir. Bu arkaik süreci yenilgiye uğratacak tek şey Hint’te olduğu gibi
kopma felsefeleri ve Yunan’da olduğu gibi, politik olarak, de'mokrasi9
Eliade, Histoire des croyances et des idees religieııses. löMencius,
aktaran Eliade, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ
dir. Geniş feodal topraklardan ibaret Çin, ilk bakışta,
Kötülüğü ve cinleri yeryüzü imgeleminin yaratıkları olarak sunan, insanların
eşitliğini ve hoşgörüyü vaaz eden Budizmin yerleşmesine uygun değildir. Ve
aslında ilerde göreceğimiz gibi, Çin Budizmi, Hindu Budizminden tümüyle
farklıdır. Bu yüzden düşman toprağa uyum sağlamıştır.
Bununla birlikte, Budizm Çin’e, Hint’te oluşumundan
yaklaşık üç yüzyıl sonra, yani 1Ö III. yüzyılda geldiğinde, bu topraklarda
yukarda tanımlanan arkaik ve kanlı bir din yoktu: Çin’in yerli ideolojisi Taoculuktur.
Taoculuk, 1Ö VI. yüzyılda, Doğu’nun ve Uzakdoğu’nun büyük dinlerinin doğmasına
son dçrece uygun bu dönemde ortaya çıktı. Bilge Lao-tzu tarafından kurulduğu
söylenir. Daha sonraları, Laotzu’nun da bir tanrının ve hatta evrenin ilk
soluğunun reenkarnasyonu olduğu söylenecektir. İngilizcede ilginç bir sözcük
olan tranmogrification sözcüğüyle tanımlanan bu tür ölümden sonra
yüceltmeler, gerçekten de evrenseldir. Bugün bilmekteyiz ki Lao-tzu sadece
okumuş biri ve bir din adamıydı.
Tao,
yani “yol” sözcüğünden gelen Taoculuk teriminin anlamı belirsizdir, çünkü hem
bir felsefeyi hem de bir inancı imler. Felsefe bir yüzyıldır birçok İncelemeye
konu olmuştur; din ise XX. yüzyılın yetmişli yıllarına doğru incelenmeye
başlanmıştır. Felsefeyle Hinin birbirine karışması sonucu büyüyle, fizyolojiyle
(solunum denetimi, birleşme sırasında spermin tutulması ve diğer cinsel
incelikler) ve besinle ilgili uygulamalar “taoc-u” olarak nitelendi, oysa ki
bunlar genellikle Taoculuk-öngesi uygulamalardan kaynaklanıyordu.11
Taoculuk bunları kendi felsefesine göre yeniden süzmüş, arındırmış ve kendine
dahil etmişti.
Taoculuk ortaya çıktığında, topluluklar, az çok
folklorik, arkaik dinden miras kalmış geniş bir tanrılar grubuna saygı
gösteriyorlardı.
11
“Histoty of Taoisın,” Encyclopaedia Britannica, 1980.
ÇIN VE JAPON
Ayinleri, bizim
anladığımız anlamda inançtan ve Çin okumuşlarının tartıştıkları ruhsal yücelme
kavramından çok büyüden kaynaklanan kurallara bağlıdır. Bu ayinler bir
şamun’ın, büyücünün, yani doğaüstü güçlerle, geleceğin ve geçmişin söyletildiği
tanrı ve cinlerle ilişkiye geçme güfcüne sahip olduğunu söyleyen birinin
otoritesi altında uygulanır. Kısaca söylersek, bu ayinler şeytan çıkarma ve
büyü yapmadır. Konumuza dönersek; Taoculuk bu panteonun, en iyi durumlarda insanlara
yardımcı, ama genellikle zararlı olan ve sık sık görüşmenin deliliğe ya da
doğru yoldan çıkmaya götürdüğü bir ruhlar grubundan oluştuğunu kabul eder.
Taoculuğa göre Çin halk dininin Tao ile hiçbir ilişkisi yoktur. “Yol"
köylülerin ve kültürsüz barbarların taşkınlığından geçemez. !
Taocular, köylerde ve hatta şehirlerde karşılaştıkları,
aromatik dumanlarla hipnotize olmuş ya da alkollü ya da alkoloit içeceklerle
zehirlenmiş,12 uyuşturucu almış şamanların ve müstehcen esrimeleri,
çılgın ■ el kol hareketleriyle kendilerinden geçmiş elebaşların ardısıra
çılgınca dönen müminlerin ve basit ruhların -genellikle köylülerindinsel
kutlamalarını küçümserler. Bunları yin~su, "kötüye kullanılan tapınmalar”
olarak adlandırırlar ve kınamaları sonucunda yetkilileri bunları yasaklamaya
ikna etmişlerdir.13
Bu tapınmaların yerine ne koyarlar? iki karşıt güç
arasında dengeye dayalı bir .dünya yorumu sistemi; soğuk ve sıcak, gece ve
gündüz, kış ve yaz, kuru ve ıslak... gibi karşıt, ama aynı zamanda tamamlayı-
12İki ünlü mantarbilimci, Mushrooms, Russia and
History, 2 cilt, New York, 1957 yazan R. Gordon Wasson ve Champignons
toxiques et haUucînogtnes, N. Bouböe&Cie, 1963, yeni baskı 1978 yazan
Renö Heim Sibirya ve kuzey Asya’daki Kamçad, Samoyed, loukaghire, Koryak ve
diğer topluluklarda halüsinojen mantarların törenlerde kullanıldığını ileri
sürerler. Bu tüketim, trans haline benzeyen ve erotik taşkınhklann eşlik ettiği
çılgınlık durumlanna sürüklüyordu.
13“History
of Taoism,” Encyclopaedia Britannica.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
cı olan dişil Yin ve eril Yang. Ve insan varlığının,
makrokozmosa bağlı, simgesel sayılar tarafından yönetilen bir mikrokozmos
olarak temsil edildiğini savunurlar: Örneğin gövdenin üçyüz altmış eklemi ritüel
yılın üçyüz altmış gününe denk düşer, aynı tutkunun, gövdenin beş büyük
organına (kalp, ciğerler, dalak, bağırsaklar ve üreme organları) beş yöne, beş
kutsal dağa, ■ gökyüzünün bölümlerine, mevsimlere ve elementlere denk düştüğü
gibi. İnsan mikro kozmosunda makrokozmostaki tanrıların aynıları bulunur.
Kendinde-Kötülük yoktur, yalnızca düzensizlik vardır.
Günümüzde Taoculuk özellikle, kopmayı öğreten bir
mistisizm olarak ortaya çıkar: Bağımsız bir yolla Budizme kavuşan Taoculuk,
bilme arzusu da dahil bütün arzuların dengeyi bozduğunu, bitkisel ve tinsel
özün birliğini tehdit ettiğini ve bunun da ölümle sonuçlanabileceğini
söylerler. Müdahalesizliği, wu wefyi öğütler; derin bilinci dünyanın en üstün
birliğiyle, mutlakla birleştirebilecek tek şey olan mistik esrimeyi önerir.
Taoculuğun üstadlarından biri olan Çuang-tse (IV. yüzyıl sonu-lll. yüzyıl)
zanaatkârlığı ve ticareti de kötülük nedeni olarak mahkûm edecektir:
“ Tenekeler ve ölçekler imal edin, insanlar tenekelerle
ve ölçeklerle çalacaktır.^
Bir çömlek imali bile doğanın düzenini bozar! Kötülüğe
gelince, Taoculuğa göre bu bir yanlış anlamanın ürünüdür: Çüang-tse’ye göre,
doğru ve yanlış gibi iyi ve kötü de, Tüm’ün bilinmemesinin've tanınmamasının
yansılarıdır; yani yine Tao’ya göre:
“ Eğer tartışıyorsan, bilmediğin bir şey var demektir. En büyük Tao’da hiçbir
şey adlandırılmamıştır; en büyük tartışmalar sözsüz cereyan eder... Bilen
kimse susar, Konuşan bilmez." 14“History of Taoism,” Encyclopaeâia
Britannica.
ÇIN VE JAPON
Bu radikal, asosyal, aşırı-dinginci mistisizmden halkın
sadece “ikincil pratikler” diye adlandırılan şeyi, örneğin gizli toplulukları
ya da tıbbi uygulamaları akılda tutmuş olması anlaşılır bir şeydir. Çünkü
Taocu hekimler ve üfürükçüler tedavi sanatını, “havayla beslenme”ye (bin kez
soluğunu tutabilen kimse ölümsüz olacağından emindir) yönelik soluk alma
denetimini, jimnastiği, kâhinliği ve paradoksal-olarak zanaatkârlığı
deneyimleriyle zenginleştirirler.
Çünkü, “katışıksız ve katı” Taocu mistisizm ancak
kültürlü seçkinler tarafından kavranabilir. Bu gerçekte böyle olmuş olsa da
Taoculuğun etkisi geniş olmuştur. Bu etki önce Çin’de, özellikle sanat ve
zanaatkârlıkta (iyi bir zanaatkar nesnelerini “içerden” işlemelidir) görüldü.
Demirciler ve çömlekçiler gibi araba ustaları da, güzellikleri ve incelikleri
hâlâ Batı’nın hayranlığını çeken nesneler yaratarak bundan büyük ölçüde
yararlandılar. Ardından Batı da etkilendi; III. yüzyılda Plotinus ve XV.
yüzyılda Nicolaus Cusanus gibi mistikler, karşıtların birleştiği Taocu mutlak
birlik ilkesini geliştirdiler. Alman Üstat Eckhart, İspanyol Avila’h Azize
Tereza ve XIV, yüzyılda solunum denetimine ve gövdenin organları üzerinde
yoğunlaşmaya başvuran Aynaroz Dağı’ndaki Hesychastesler gibi Avrupalı
mistiklerle Tao■ culuk arasında kabul edilen bağlar vardı.
Taoculuk üzerine bu çok kısa, fazlasıyla kısa açıklama,15
yukarda betimlenen ve totaliter bir iktidar tarafından etik bir sistemin oluşturulup
sahiplenilmesi şeklindeki sürecin, bir saray kültürünün (Laotzu, Çou Hânedanı’nın
saray arşivcisiydi, hanedanın çöküşünü hissettiği için sarayı terk ettiği
söylenir) tersine çevrilme biçimini açıklar. Bu paradoks, VI. ve sonraki
yüzyıllar Çin’inin İki temel özelliğine bağlıdır: Çin’in geniş topraklan ve
sarayın aristokratik evreninin tecrit edilmişliği.
15“History
of Taoism,” Eııcyclopaedia Britannica.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Gerçekten de, Çin de Hint gibi, bir ideolojik
hegemonyanın yerleşebilmesi için fazla geniş bir ülkeydi.16
Totaliter iktidarların kurulduğu devletlerdeki ilişkiler, boyutlarıyla
orantılı olarak, yıldızların faaliyet düzenlerinin hüküm sürdüğü ülkelerle
kıyaslanabilir. 7 Arkaik Çin monarşilerinde cinlerin doğmasına yol
açan hegemonya, bu devletler sınırlı büyüklükte olduklarından olanaklıydı. Bu
devletler, bir ya da iki bölgeye, genellikle şehirleşmenin ardından
“ilkbaharlar ve Sonbaharlar” denen dönemlerde nüfusları artan site-devletlere
eşitti. Küçük krallar arasındaki bitip tükenmeyen savaşların sonucu olan fetihlerle
VI. yüzyıldan itibaren gerçek devletler oluşmaya başladı. IV. yüzyılın
ortasında yaklaşık 1000 km2’lik küçük bir devlet olan Qin krallığı,
Shu, Wei, Zhou, Han komşu krallıklarını, ardından Yan, Zhao, Qi, Chou
krallıklarını art arda kendine kattı ve 111. yüzyılın sonunda yüzölçümü 225 000
km2 oldu.18
İmparatorluk Çin’inin bir diğer temel özelliği,
başlangıcından itibaren, sarayın devlet içinde bir üst devlet olarak faaliyet
sürdürmesiydi: Pekinde Yasak Şehir olarak gözle görülür bir hal alan olgu. Burası,
son imparatorun düşüşüne kadar, az rastlanır bir kültür ortamında, neredeyse
kelebeklerin uçuşunu bile emirleriyle kontrol eden bir protokol tarafından
yönetilen eşsiz bir yerdi. Taoculuk Laotzu’nun hayranlık verici beyninde,
burada doğdu. Taoculuğu önce aristokrasi uyguladı; ta ki politikadan çok
ezoterizme alışkın bakanların doktrinlerini ideal yönetime dayandırmak
istedikleri Han Hsiao Wu Ti (10 141’den 87’ye kadar hüküm sürmüş)
imparatorluğunda ol-
16İletişim araçlarının çok daha sıkı politik denetimlere
olanak tanıdığı XX. yüzyılda bile Maoculuğun, ardından komünizmin “yaygınlık
düzeyi” bir bölgeden diğerine değişiyordu ve hâlâ çok değişmektedir, iktidar
merkezinden, yani Pekin’den uzaklaştıkça bu yaygınlık azalmak eğilimindedir.
17 Örneğin ağırlığı Güneş’in ağırlığının en az beş katı
olan bir yıldızın yerçekimsel çökmesi kara delik oluşmasına yol açabilir.
18C.
Birinden ve M. Elwin, Atlas de la Chiae, Nathan, 1986.
ÇİN VB JAPON
■ duğu gibi politik anlamını kaybedinceye kadar.19
Kuşkusuz, sonraki yüzyıllarda Taoculuğun kurallar
halinde düzenlenmesi,cinlere perilere olan inancın yeniden ortaya çıkmasına
yol açtı: Her kural dikotomiye yol açar. Ancak iş işten geçmişti! Bazı küçük
şeytanlar halk kültürünü istila etmiş olsalar da Şeytan, Çin’deki Taoc.u
topluluklarda yaşama hakkını her durumda kaybetmişti.
Şeytart’ın yaşama hakkını kaybetmesi yalnızca
Taoculuğun değil, aynı zamanda, Asya kültürüne derinlemesine nüfuz etmiş bir
başka düşünce okulu olan Konfüçyüsçülük sayesindeydi de. Çünkü Konfüçyüsçülü'k
de bir etik ve bir dünya yorumu sunar. Peki Konfüçyüsçülük bir din midir?
Taoculuk ve Budacılık için olduğu gibi Konfüçyüsçülük konusunda da farklı
düşünceler vardır. Biz Batıkların kafasında, bir dinin doğaüstüne başvurması
gerektiği fikri öylesine yer etmiştir ki Konfüçyüsçülük bize daha çok bir
felsefe olarak gelir. Kuşkusuz bir felsefedir de, çünkü kendilerini Budist,
Taocu, hatta Hıristiyan kabul eden Asyahlar Konfüçyüsçülüklerini uygulamaya
devam ederler. Avrupa’da hem Hıristiyan hem de H eğele i olunabileceği (ya da
olunduğu samlabileceği) gibi Asya’da da hem Budist hem de Konfüçyüsçü
olunabilir. Ama sonuçta, hangi felsefe özünde dinsiz olmasına rağmen dinsel
yankılar taşır?
Konfüçyüs de her koşulda dindardı. Çünkü dua ediyor,
oruç tutuyor, dinsel törenlere katılıyor, kurban adıyor ve Gökyüzü üzerine yemin
ediyordu. Ancak bu durum, Yin hanedanından ve yukarda betimlenen arkaik
kültürlerden miras kalan döneminin dinsel göreneğini şiddetle, reddetmesini
engellemedi. Bu görenek büyücülük ve gözbağcılık halini alarak yozlaşmıştı.
Konfüçyüs’ün tepkisi Lao-tzu ile aynıydı: Reddetme. Şaşırtıcı bir şey yok.
Çünkü Çüang-tse’nin aktardığı, Konfüçyüs ile ondan yaşça büyük Lao-tzu arasında
geçen bir konuş-
19Felsefe ile politikayı bu kanştırma eğilimi IV,
yüzyılda, tamamen romanesk bir dönemde, Mao Shari’ın Vahiyleri döneminde
yeniden ortaya çıktı.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
mada Konfüçyüs, ustanın bilgeliği karşısında kafası
karışmış bir halde görülür. Fakat Çuang-tse, Lao-tzu’nun esere adım
veren ünlü öğrencisi tarafından kaleme alındığından (yedi çeşitlemesi bulunan)
konuşmanın biraz farklı cereyan etmiş olması olasıdır.
1Ö 551’de, yani Buda’dan yedi yıl önce, benim mesut
dönem diye adlandırdığım çağda fakir düşmüş soylu bir ailede doğan K’ung-FuTzu
ya da Konfüçyüs iyi bir yaşam sürdü. Çok küçük yaşta öksüz kaldığı
bilinmektedir; yoksul bir çocukluğu oldu ve yaşamını parklarda ve devlet
ambarlarında memurluk yaparak kazandı. Kendi kendini yetiştirdi, döneminin en
eğitimli insanı olduğu söylenir, iddia abartılı olsa da, istisnai bir kişiliği
olduğu bir gerçektir.
Kişiliğinin anahtarı feodaller arası savaşların yol
açtığı sefalete, açlığa, vergilere ve bu sözde soyluların dayattığı zorunlu
çalışmaya tepkisinde yatar. Bu tepki merhametti. Duruma çare bulmaya çaba
gösteren Konfüçyüs genç insanlar yetiştirdi. Kuşkusuz, hiçbir otoriter
skolastik bilgi dayatmayarak herkesi kendi doğasına uygun geliştirmeyeçalıştı
ve onlarda sadece samimiyet aradı. “Seçme Yazılanında “erdem insanları
sevmektir, bilgelik onları anlamaktır,” dedi. Ve “Dört denizin arasında bütün
insanlar kardeştir.” Diğerlerinin yanı sıra Hıristiyanların da Konfüçyüsçülüğü
benimsediği anlaşılır. Bununla birlikte, üstadın öğretisinde metafiziğin
önemli izlerine pek rastlanmaz. O, gerçeğin sözcüklerle pek öğrenilemeyeceğini
düşündüğünden metafizik kadar mantığı da küçümsüyordu.
Konfüçyüsçülük Tao’yu kabul etse de ne Taocu ezoterizm
ne de mistisizm onun çizgisindeydi. Belki yaşlı bilge Tao’nun tehlikelerini
keşfetmişti:
“Üstad şöyle der: Üç yüz şiiri söylemeyi bilen bir adam
hayal edin, ona bir yönetim emanet edilir, ancak o bu seviyede değildir;
dünyanın dört bucağına elçi olarak gönderilir, ancak karşılık vermeye yetkin
olmadığı görülür. Bütün
ÇIN VE JAPON
bilgisi neye yaramaktadır?3'20
Ayrıca:
“Üstad şöyle der: 'Azizlere rastlama şansım hiç olmadı.
Şerefli bir insana rastlasaydım daha iyi olurdu. ’ ”21
Çuang-tse hemen imayı anladı ve Konfüsyüsçülüğün övdüğü
kahramanlan ve kâşifleri, aynı zamanda da toplum kurallarını ve usûlleri
öğretmek için araya giren bilgeleri mahkûm etmekte acele etti:
“Tao ve erdemi yok edildi, çünkü iyilikseverlik ve
doğruluk yaratılmak istenmişti.”
Kimi zaman Joseph Prudhomme’un öğütlerini hatırlatan
bir bilgelikle her şeyi istediği gibi yönetme niyetleri içindeki
Konfüçyüsçülük daha doğrudan mahkûm edilemezdi.
Buna karşın, Konfüçyüsçülük resmi felsefe düzeyine
çıktı ve kalıcı bir devamlılığı oldu. Konfüçyüs’ün iki önemli öğrencisinden
biri olan ve 371 ile 289 arasında yaşadığı için tanımadığı kurucusuna sadık
Meng-Tzu, ki ismi. kaimleştirilip Mencius yapılmıştır, göksel ya da cehennemi
güçler üzerine teorik yapılar kurmadı. “İnsanlar nasıl görüyorsa gökyüzü de
öyle görür. İnsanlar nasıl anlıyorsa gökyüzü de öyle anlıyor,” diye yazdı.
Başka deyişle, Gökyüzü ölümlülerden daha fazla bilemez. Her şeyi bilen üstün
güçler için de durum aynıdır. Çünkü, Konfüçyüs gibi, insanların olabildiğince
iyi olmalarına
20Les Entretiens de Conjiıcius, Çinceden çeviren,
sunan ve notlayan Pierre Ryckmans, önsöz d’Etiemble, Gallimard,. 1987 XIII; 5. Önsözde
Etiemble, Konfüçyüs’ün politik anlamını tartışma konusu etmektedir: “Sonlu bir
dünyanın bütün güçlüklerini sadece ahlak yoluyla çözmek istediğinden, Konfüçyüs,
itiraf etmek gerekir ki, politik olarak yenildi: 496 yılında başbakanlık
görevini uygulamanın ona yettiği ve kasapların eti doğru fiyatla satmalarını
sağlamada bile yetersiz bir selefi idam ettirdiği konusunda bizi ikna etmek istemeleri
boşunadır. Bu hikâyeye kanacak değiliz.”
21
Les Entretiens de Confucius, VII; 26.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
yardım ederek yeryüzü üzerinde mutlu olunmasıyla
ilgilenen Mencius’u özne pek ilgilendirmez. Çünkü herkesin gelişmesiyle
İlgilenen bir yaşam gücünün, ch’i denen evrensel bir unsurun var
olduğuna inanır. İnsan ch’i ile dolduğunda göksel doğasıyla yeryûzündeki
doğası birbirinden ayrılmaz: “Yaşayan bütün oh bin şey bizim içimizdedir.”22
Demek ki, var olmuş olsaydı Şeytan da buna dahil olacaktı!
ÎÖ III. yüzyılda yaşamış diğer Konfüçyüsçü Hsün-tzu
şöyle yazar: “insanın doğası kötüdür. İyilik sonradan edinilir.” Bu düşünce,
ilk günah, yani Hata üzerine Sami düşüncelerini yansıtıyor gibi gözükse de öyle
değildir. Hata kimin huzurunda işlenmiştir? Gökyüzü karşısında kesinlikle
değil; çünkü Hsün-tzu kendisine saygı gösterilmesini hiç istemez. Gökyüzü, bir
lütuf kaynağı değildir; kendine yardım edene yardım etmez. Ezeli bir tanrının
oturduğu yer olmadığı gibi insanbiçimli bir tanrının bulunduğu yer de değildir.
Bu reddediş, kuşkusuz, Hıristiyanlığı onaylamamağının yansısıdır, insanın Gökyüzü’nden
bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Gökyüzü, yalnızca kendi hesabına çalışan
mekanik bir süreçtir. Metafiziği bu reddedişte sanki Pindaros’un sesi işitilir:
“Ey ruhum, ezeli yaşama özlem duyma, olanaklı olanın alanını tüket!” Cinler var
mıdır? Hayır, çünkü Hsün-tzu büyüyü, kehaneti, cin çıkarmaları ve diğer batıl
pratikleri şiddetle reddeder. Doğaüstü güçlere -ki yokturlarbaşvurmayı ve dini
reddeder. Onun konusu Yeryüzü İmparatorluğudur; dinleyicilerini, imparatorları
yararsız kılmak için, daha iyi olsunlar diye sık sık kendilerine yetmeye davet
eder. “Her birey, kendine hakim olacağı ve ödevini tamamlayacağı kendi doğru
yerini bulduğunda, imparator, bir toprak yığını gibi gereksiz olacaktı.”
Teorik olarak Budizmin bu bağlamda çok küçük bir eylem
alanı vardır. Ama bu alanı yine de bulur. Gerçekten de Budizm ÎÖ III. yüz22Wıi-chi
Liu, A Short History of Confiıçian Philosophy, Londra, 1955.
ÇIN VE JAPON
yılda Konfüçyüsçülüğe olduğu kadar Taoculuğa da uymaya
elverişliydi. IÖ 321-297 arasında Hint yarımadasında hüküm sürmüş olan23 İmparator
Aşoka, Seylan’da, ardından ilk din değiştirenlerin Hmonlar olduğu Güneydoğu
Asya’da, Birmanya’da, Kamboçya’da, Siyam’da, ardından Güney Çin’de
misyonerlerin işini bitiren ilk kişi oldu. V. yüzyıldan önce Budizm Java ve Sumatra’ya
ulaşmıştı. Gautama’nın öğretisinin Orta Asya’ya nasıl geçtiği hâlâ
bilinmemektedir. Şurası kesin ki oradan geçti ve dil, din, kültür ve kavim
fırtınası demek olan Tarım Havzası’nda biçimlendi ve değişti.24
Tersi zaten şaşırtıcı olurdu. Çünkü Budizm orada Iran
Mazdacılığın, Nesturi Hıristiyanlarının, büyük Hıristiyanlık yayıcılarının,25
yerel dinlerin ve VIII. yüzyıldan itibaren de Islamm etkisine maruz
23Krallığında gerçek bir dharma ya da tamamen
Budizmden esinlenen ideal kural yerleştirmek kaygısıyla bir “sosyal güvenlik”
uygulayan ilk o oldu. Ücretsiz tıbbi tedavilerin insanlara olduğu kadar
hayvanlara da sunulduğunu belirtmek gerekir. x
24“History
of Buddhism,” Encydopaedia Britannica, 1980. .
2jNesturiler sapkın olarak görülüyordu; çünkü başlan olan
Kostantino polis piskoposu Nestorius, Meryem’e Theotokos, Tann’nın Anası
sıfatım vermeyi reddetti, çünkü o bir insandı ve Tann’nın bir insandan doğmuş
olması ola-, naksızdı. Nestorius’a göre, ona uygun sıfat sadece Christotokos’tu,
yani “İsa’nın Anası." Dahası, piskopos, İsa’nın insan olarak özgür ve
eksiksiz bir kişiliğe sahip olduğunu oysa ki rakip ve düşmanlan olan
İskenderiyelilerin onu “basit bir Logos aracı”na indirgemiş olduklarını kabul
ediyordu (“Nestorius-Nestorianisme,” Encyclopedie 'du christianisme ancien,
cilt II, Cerf, 1990). Nestorius ve öğrencileri 451 yılında Kalkedon (Kadıköy)
Konsili’nden -anlaşılamadankovuldular. Tersine, bu onlan İncil yolundaki
çabalanndan alıkoyamadı, çünkü Asya’yı Hıristiyanlaşman onlar oldu; Thomas ya
da Bartholomaeus ve efsanenin tersine Hıristiyanlaştırma kampanyası, bir
yenilgi olan İskenderiyeli Pantainos değil. Gerçekten de dinsel misyonları
sadece Suriye, Emenistan ve Pers’e değil, Seylan’a ve Malabarlar kıyısında o
dönemde dörtyüz bin Suriyeli Nesturi bulunan Hint’e kadar yayıldı; bunla ta
daha sonra “Thomas Hıristiyanlan” denecektir (bu adı taşıyan havari tarafından
dine geçtikleri için değil, VIII. yüzyılın sonunda piskopos Kanalı Thomas’ı
izleyen göçmenlerle sayılan kabarıklaştığmdan böyle adlandınlacaklardır).
Pekin’e bile ulaştılar. *
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
kaldı. Budizm Çin’de, özellikle Han hanedanı döneminde
(Han imparatorlarından biri olan Mtng, altın sarısı ve uçan bir tanrısallığı
Buda’nın ilham kaynaklarından biri olarak yorumladı) çok yaygınlaştı. Ancak bu,
yerel Taoculuğun telafi ettiği ve özellikle yaygın büyü pratikleri tarafından
biçimlenen yozlaşmış bir Budacılıktı.26 Budizmin Çin’de farklı bir
yaşamı oldu; örneğin burada Arık Ülke Budizmi denen yeni bir okulun ortaya
çıktığı görüldü. Buna göre, Amitabha üzerine on kez meditasyonda
bulunulduğunda Arık Ülke cennette yeniden doğma şansına sahip olunabilirdi.
Kuşkusuz biraz kolay: Bu bizim Hıristiyanlığın bağışlama ticaretini can sıkıcı
şekilde hatırlatmaktadır.
Yaygınlaşmanın bedelini ödemek için feda etmesi gereken
silahlar ve bilgi dağarcığı hesaba katılsa bile, bir dinin bu ihraç başarısı şaşırtıcıdır.
Bu başarı ancak yayıcılarının yüzseksen derece fikir değiştirmeleriyle
açıklanabilir: Başlangıçtaki Budizm ruhun var olmadığını ileri sürse bile -bu,
hem atalara tapınma hem de Taocu iki ruh kavramına aykırı düşen radikal bir
düşüncediryeni Budistler ruhun ortadan kaldırılamaz olduğunu öne sürerler.
Nirvana bir Hiç’ti; ölümsüzlük haline gelmişti.27 Buda, tutkuları
dışlamayan Orta Yolu seçmişken onlar tutkuları ortadan kaldırmayı öğretirler,
bu da onları bir kez daha Taoc ularla uyuşturur. Nihayet, iyiliğin ve
merhametin erdemlerine vurguda bulunmaları bu kez de onları Konfüçyüsçülerle
uyum içine sokar. Diğer bir ödün örneği: Bodhisatva ya da “doğacak
Buda” Avalokitesvara cinsiyet değiştirdi, dişi bir tanrı haline geldi ve Çin
ana-tanrıça Kuan-yin’le ve benzeri olan Tibet’teki Beyaz Tara’yla öz-
26Gerçekten de, Han hanedanı'döneminde Buda’nın
Lao-tzu’nun reenkarnasyonu olduğu ve aynı sunak üzerinde yan yana bulunan Buda
ve Lao-tzu’ya birçok imparatorun derin saygı duyduklan öğretilir.
27Kenneth K.S. Ch’en, Buddhismin Chiııa: A Historical
Survey, New York, 1964 ve “Hisıory of Buddhism,” Encydopaedia Britannica,
1980.
ÇİN VE JAPON
deşleşti.' Bunlar' küçük değişiklikler değildi.
Sonra, “Konfüçyüsçüleşmiş" Budizm, Hint
Budizminden farklı olarak pragmatik, hatta bayağı bir hal aldı: “Manastırlar
yağhaneleri ve genel mağazaları yönetiyor, yolların bakımını yapıyor, hatta
ticaret ve ödünç para vermekle uğraşıyorlardı.”28
Fakat İlk Günah’ta Şeytan hiç yoktu: Örneğin T’ien-tai
mezhebi her bir anın ve her bir tohumun içinde tüm evrenin bulunduğunu öğretiyordu.
Her pirinç tanesinde Şeytan’ı aramak mı .gerekiyordu?
T’ang hanedanı döneminde Budizm devlet dini haline
geldiğinde ve Budizmin keşişleri, bir Batı demokrasisinde çalışma izinlerini yenileten
göçmenler gibi hükümet bürolarındaki Konfüçyüsçü görevlilerden papazlık
sertifikası talep etmek zorunda kaldıklarında bile (çünkü Çin’in tuhafbürokratik
alışkanlığı dün başlamamıştır) kimse Şeytan’ı tasarlamadı. Neyin iyi neyin kötü
olduğuna ve .Kötülüğe doğaüstü bir gücün neden olduğuna karar vermekte acele
eden devlet iktidarı aslında bunu istemişti; ama iktidarı ellerinde tutanlar
Taoculardan, Konfüçyüsçülerden ve Budistlerden oluştuğu için bir Kötülük
Şeytanı’na kolay inanamıyorlardı. Bitki ruhlarının, varlığın karşıtı olan
ölülerin ruhlarının onları tedirgin etmekte kararlı olduklarını
düşünen.batılinançlı insanlar orada burada hâlâ vardı. Yani, bunun için altın
ya da gümüş para karşılığı ya da ağırlığınca kurban adayarak, hayaletleri ait
oldukları yere göndermek için dua okumakla görevli şamanlara başvuruyorlardı;
bir şey yapılamıyordu. Cahiller her zaman batılinançhdır ve ayrıca bölge
huzurunu garanti ettikleri ölçüde bu göreneklere hoşgörü göstermek daha
uygundu. Din adamları ve yöneticiler için önemli olan, devrimler! kışkırtmak
değil, bireşimler yapmaktı. Hatta Japonya’da, Ani Aydınlanma mezhebinin aşırılıkları
Zen haline geldiğinde ve XX. yüzyılda California’da belli
28 .
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
belirsiz bir geleceğe yükselip doruk noktasına
ulaştığında bile ufukta Şeytan m görüntüsünden eser yoktu.
Bununla birlikte, Zen Budizm mezhebi, V. ya da VI.
yüzyıl Asya’sından çok sonraları çeşitli yerlerdeki Hıristiyanlara, Şeytan’m
kuyruğu ve çatal ağızlı tahta pabuçlarıyla pek yakında olduğuna inandıracak bu
yoğun cesaretten yoksun değildi. Bu mezhep iki öğretiden türüyordu: Biri, 470
yılında Hint’ten gelip önce Kantona yerleşen, ardından yarım yüzyıl sonra
kuzeye çıkacak bir Budist olan Boddhidharma’nm, diğeri yine V. yüzyıldaki bir
diğer keşiş olan Tao-sheng’in öğretisinden. Bu mezhep, Çincede wu ve Japoncada
satori demek olan Uyanış ya da Aydmlanma’nın, metinlerin kıt anlayışlı
okunmasıyla hiç ilişkisi olmadığını öğretiyordu: Uyanış ya gelir ya da
gelmezdi, hepsi bu; insan kendinde boşluk yaratmayı biliyorsa gelir ve o anda
Hakikat birden oraya dolardı.
Başlangıçta bu şekilde tanımlanan Zen, barışçı bir
mistisizm görünümü altındaydı. Ancak korkunç aşırılıklara eğilim'
gösteriyordu. Boddhidarma’nın kendini soktuğu transın dokuz yıl sürdüğü öne sürülüyordu;
neden sonra Boddhidarma’nın bacakları düştü, ama o bunu fark etmedi. Ve
gözkapaklarının kımıldaması meditasyonunu rahatsız edeceğinden Boddhidarma
bunları kesti. Gerçekten de, bir Zen öğrencisi meditasyonunu ne pahasına
olursa olsun tehlikeye atmamalıdır ve üstad I Hsüan şöyle buyuruyordu:
“Size engel olan herkesi öldürün. Buda size engel olursa
onu öldürün! Efendilerin Efendisi'ne rastlarsanız, arhanlara [Nirvanaya ulaşmış bu ulu kişiler, çilelerini
bitirdiklerinden reenkarnasyondan muaftırlar] rastlarsanız, onları öldürün!”
Kanlı program! Yine de bu tür şiddetin kökeninde Şeytan
ya da cinler yoktu. Çünkü boşlukta ne Tanrı ne Şeytan vardı; hiçbir şey yoktu,
“Bedene mutlak hakim olmak, reflekslere güvenmek, ölümü
ÇIN VE JAPON
küçümsemek için zihin tekniklerinden [Zen
tekniklerinden] elde edilebilecek yaran anlamış olan”29 askeri
sınıfın bazı temsilcileri tarafından Japonya’da, bu şiddet işler hale
getirildi. İşte savaş sanatları böyle doğdu.
Çünkü Japonya, Kore yoluyla gelen Budizmi, önce
kuşkuyla karşıladı; sonra işler hale getirdi. Bununla birlikte, kendi yerli
dini olan Şintoculuğa ya da daha doğru bir deyişle şinto, yani Tao gibi
“yol” ya da dahası “tanrıların öğretisi” demek olan dinine de sahip çıktı. Ama
bu, Budizmin Japonya tarafından iyi niyetle özümsendiği anlamına gelmez. XIII.
yüzyılda kendi mezhebinin kurucusu olan keşiş Niçiren, Zen’i “şeytan işi”
olarak niteledi ve Japonlaşmış olan ve imparatorluk iktidarı tarafından korunan
Zen’in iki biçiminden biri olan Shingon’u “ülkeyi yok etmek”le suçladı. Ama,
Niçiren’in fanatik ve tutarsız biri olduğu da doğrudur.30
Batıkların pek bilmediği Japon dilini kullanmanın
güçlüğünün yanı sıra, Japonya’nın tek ulusal dini Şinto, din düşüncesinin
kendisi de dahil olmak üzere günlük Batılı kavramlara meydan okur. Bir Japonya
uzmanı olan Herbert’in yazdığı gibi,31 bu “diğer dinlere benzer bir din
'değildir. Dogmalardan tamamen yoksun, kutsal kitap olarak yalnızca kısa
metinler ve güç yorumlara dayanan, asla ahlaki kurallar düzenlememiş, hiçbir
ritüel dayatmayan Şinto, Japonyalılar için daha çök kendilerini benzerlerine,
Doğa’ya,. Tanrısallığa bağlayan bağların bilincine varılmasıdır.”
Demek ki bu dinde bizim “Kötülük” diye adlandırdığımız
şeyin 29Rene Sieffert, Les Religions duJapon, Presses
universitaires de France, 1968.
30Rene
Sieffert, Les Religions du Japon, Presses universitaires de France,
1968.
31Jean Herbert, Les Dieux nationaux du Japon,
Albin Michel, 1965. Bu bilgin, pek rastlanmayan bir alçakgönüllülükle, Japon
Şintoculann kendi yorumlan üzerine görüşlerini, ne tamamen hemfikir olasalar ne
de hepsi birden övseler de yayımladı.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
tanımı olmadığı gibi, etik ve dahası kötülüğü
.simgeleyecek karşı-tanrısallık da yoktur. Araştırmamızı demek ki burada
kesmeli ve kendimizi Sintoda Şeytan’m yokluğu koyutuyla smırlamalıyız, ancak bu
biraz baştan savma olur. Gerçekten de Şinto göksel ve yersel uyumsuzluklar
olduğunu kabul eder. Şintocu kozmogonik mitlerin çok sayıdaki çeşitlemelerinden
birine göre, başlangıçtaki iki cin ya da karni (ayrıca sekiz yüzden
fazla vardır), .İzanagi ve İzanami evrenin karşıt eğilimli efendilerini, biri
göksel diğeri yersel olan, Güneş Tanrıçası Amaterasu-o-mi-kami ve erkek
kardeşi Susano-Wo’yu (gerçekte üçüncü bir çocuk da vardır, Ay Tanrısı
Isuki-yomi) doğurduklarında bir çatışma patlak verdi. Okyanus Düzlüğü, yani Su
Yüzüne Çıkmış Topraklar Tanrısı olan Susano-Wo yazgısından hoşnut değildi;
nehirleri ve denizleri kuruttuğunda ağladı. Aşağı Ülke’deki, yani cehennemlerdeki
annesine kavuşmak istedi, bu isteği de babası İzanagi tarafından gökyüzünden
kovulmasına mal oldu. Kovulma buyruğu yerine getirilmeden önce Susano-Wo bir an
olsun kız kardeşi Amaterasu’ya kavuşmak istedi, sonra sonsuza kadâr gidecekti.
Kız kardeş bu kızgın ve taşkın erkek kardeşin gelişinden telaşa kapıldı ve
göksel yaratıklar için elbise dokuduğu salonda nedimeleriyle barikat kurdu. Kız
kardeşin bu sevgisizliği yersel Kami’nin göksel alanlara giremeyeceği olgusuyla
açıklanır, çünkü bu doğaya karşıdır. Bununla birlikte davetsiz Susano-Wo göksel
barınağa saldırdı ve Amaterasu’nun nedimeleri kendilerini tecavüze uğramış
kabul ettiler; bunun üzerine dokuma aletlerini cinsel organlarına soktular.
Amaterasu ise direndi ve bir kayalığa saklanmaya gitti.32
Bununla birlikte, bir ağaç biçimindeki bitkisel yaşam,
kuş biçimindeki hayvansal yaşam, cinsel organım ve göğüslerini gösteren dişi
bir karni tarafından simgelenen üreme yeteneği, mücevherler, yani 32J.-M.
Martin, S.M.E.P., Le Shintoisıne ancien, Jean Maisonneuve, Paris, 1988.
ÇİN VB JAPON
insanın zenginlik ve güzellik üretme yeteneği ve son
olarak da insanın kutsal olanı yansıtma olanağını belirten kusursuz ayna,
Amaterasu’yu sığmağını terk etmeye ve gökyüzüne yeniden ulaşmaya ikna ettiler,
Susano-Wo sonsuza dek yeryüzü alanlarına atandı.
Bu ilk çatışmanın birçok çeşitlemesi vardır;33
ben burada bir bireşim gerçekleştirdim. Genel simgeciliği ortadadır: Uzlaşmaz
olan, göksel ve yersel güçlerin karşıtlığından oluşur. Yersel olan SusanoWo
Kötülükle ya da her durumda bilgelik yokluğuyla bir tutulabilecek karakter
eksiklerini, saygısızlığı, hayasızlığı, ajitasyonu ifade eder. Nihongİ*
çeşitlemesinde, gerçekten de, şöyle denmektedir: “Bu kami’nin doğası sapkındı
ve sızlanmalardan ve kızgınlıktan her zaman zevk alıyordu... Bu nedenle ailesi
ona şöyle dedi: ‘Yeryüzünde hüküm sürmek istiyorsan bunun sonunda kesinlikle
çok yaşam yok olur.’” Gerçekten de, bir başka metin olan Bingo-fudokfde
Susano-Wo’nun tüm insan soyunu yok ettiği yazılıdır, yalnızca erkek kardeşi Som
in ve onun, karısı ve çocuğunun canını, bir gece kendisini barındırdıkları için
bağışlamıştır. Yine de Asya’nın diğer tanrıları gibi karşıt yanları vardır,
çünkü ev sahibine tarım tekniklerini öğreten de odur. O bir iblis değil,
dünyanın karmaşıklığının Asyalı anlamını yansıtan çelişik bir cindir. Her
durumda o, Japonya’da Şeytan olarak görülmemiştir çünkü bazı tapmaklarda ona
tapılır.
Dünyayı oluşturan ikiliğe Şinto, kuşkusuz, cinlerin ya
da karnilerin ikiliğini de ekler, çünkü bunların iyileri ve kötüleri vardır.
Bu şunu gösterir ki, bakan, klan şefi, kültürün efsanevi cisimleşmesi ve şair
Miçizane Suguwara bir adaletsizliğin kurbanı olarak 903 yılında öldüğünde
hayaleti imparatorluk sarayını ve ülkeyi dehşete düşürdü. Düşmanları ve hatta
imparatorluk prensi kısa aralıklarla öldüler.
î3Bunlar Herbert’in önceden belirtilen eserinde ayrıntılı
olarak bulunur.
*720 yılında
yazıldı;,712’de yazılmış olan Kojikî ile birlikte Şinto’nun belli başlı
kutsal metinlerinden biridir. Yedi yorumu vardır.
-................
.................................... r~
..... " -- ----------
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
İnatçı kızgınlık; çünkü 947’de Miçizane, hizmetinde
yüzaltmışsekiz bin iblisi olduğunu bir çocuğun ağzından açıkladı. Nihayet
kendisine, imparatorlara bile verilmeyen Tenjin, Göksel Kami sıfatı verilerek
yatıştırıldı. Demek ki iblisler vardır. Ancak bunlar, göksel Karnilerin
karşıtı yeryüzü Karnileridir. Ele avuca sığmazlıkları yersel olan yaşamın da
ele avuca sığmaz olmasından kaynaklanır.
Şinto’nun Yaratıhş’ı erdemsiz kabul ettiği, böylece
Samilerin ilk günah kavramına yaklaştığı söylenebilir mi? Hayır: “Şinto,
yaratılışı, insanlığın son derece minnettar olması gereken bir olay olarak
kabul etmesi gerektiğini düşünür ve dünyamızın gelecekteki yok oluşuna dair
hiçbir imada bulunmaz.” (Herbert) Dünyada Kötülüğün varlığı ne dünyanın kötü
olması ne de Kötülüğün lyilik’ten sonsuza dek ayrı kalması demektir; Kötülüğün
belirli bir yerde bulunması demek hiç değildir. Aşağıdaki hikâyenin gösterdiği
gibi, Kötülük, tanrıların öfkesinin sonucudur: İmparator Sujin döneminde
salgın hastalıklar ülkeyi kırıp geçiriyordu ve çok sayıda kurban oldu. “Bir gece,
Mikado sarayındaki aile tapınağında üzüntü içerisinde uyumuştu ki tanrı O Mono
Mushi düşünde göründü ve şöyle dedi: ‘Olanlar benim irademin sonucudur. Benim
karşımda bakan O Ta Taneko’ya matsuri’ler [dinsel kurbanlar] sundurursan
öfkem yatışır ve ülke huzur içinde olur.
Tek bir Şeytan’ı hayal etmekten yoksun olan Asya, hiç
kuşkusuz, kötü tanrılara ya da bir iyi bir kötü olan tanrılara inanmıştı. Tüm
Uzakdoğu kavimler indeki iyi tanrı ve kötü tanrı düşüncelerinin dökümünü
çıkarmak için ciltler gerekir; burada birkaç örnek yeterlidir. Örneğin: “Kuril
ve Hokkaido Aynuları... kötü • tanrıların varlığına inanırlar, ancak bu
tanrıların dünyanın yönetiminde hiçbir payları yoktur; sadece iyi tanrılar
dünya üzerinde yargılama yetkisine sahip-
Martinin belirlilen eserinde bu öğüdün değişik
biçimleri vardır.
ÇİN VE JAPON
tir.”36 Çukçeler ve Koryaklar ise iyi ve
kötü tanrıların var olduğuna inanırlar, ama kötü tanrılara ilişkin oldukça
hayvani bir fikir oluşturmuşa benzerler, çünkü bunlar sanki kurt ya da tilkiymiş
gibi davul sesinin onları korkutmaya yettiğim düşünürler. Ayrıca davul “şaman
törenlerinde temel bir rol”, oynar. Korelilere göre, “tanrılar, doğada hemen
hemen her yere yayılmış ruhlar gibi düşünülür; onlardan korkulmamalıdır, yine de onları hoşnutsuz etmekten
kaçınılmalıdır.”
Bununla birlikte ve işin özü de sanıyorum budur,
cinlere inanç Asya’da toplumsal basamaklar yükseldikçe azalır. Pek şehirleşmem
iş ilkel halklar ve köylüler için iblisler hayvana çok yakın kaba varlıklarla
bir tutulur; ancak toplulukların okumuş tabakalarındaki dünya kavrayışı,
cinleri hissedilir görüngülerin hatalı yorumları olarak bir kenara atar.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, batılinanç toplum seviyesinde yayılır. Bu
durumdan, cehennemi yumurtaya düşük yaptırmış olanın okumuş aristokrasi
olduğu, sonucu çıkarılabilir. Bu sonuç yanlış olmaz, ancak okumuş bir
aristokrasinin var olduğu başka kıta ve ülkelerde bu durum görülmediğinden akıl
yürütme eksik kalır.
ilk bakışta bütün Asya, Şeytan’ı dünyaya getirecek
dinlere sahipti: Arkaik dinler ve devletlerin otoriter hegemonyaları tarafından
sürdürülen yerel ilkel toplulukların batılinançları Fakat iki önemli olgu bunu engeller.
Birincisi, sınırları sık sık değişen toprakların genişliğidir; Hint bir
ülkeden fazladır, bir kıtadır ve Çin’in tarihi özellikle kırk yüzyıldan fazla
süren sınırların sürekli yeniden biçimlenmesiyle iç içedir. G.B. Shavv’ın önemli bir sözünü açarsak, bir süre için tüm bir kıta
yönetilebilir ya da bir ülke (görece olarak konuşursak) daima yönetilebilir, ama
tüm bir kıta daima yönetilemez. Her işgal, her fetih gibi, egemen ideoloji
için can sıkıcı kültür şoklarına neden oîur.
İkinci olgu, Asya’nın iki büyük dininin (üçüncü büyük
felsefe olan
Martın, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Konfüçyüsçülüğü saymıyoruz), Budizm, ve Taoculuğun,
yeryüzü toplumlarımn yansıması olan etik ile Budizmin de Taoculuğun da insani
özellik atfetmeyi reddettikleri ve hatta Buda’nın Hiçlik’le bir tuttuğu en yüce
bir kendilik arasında hemen ayrım yapan iki yüksek tin tarafından (hemen hemen
aynı anda) kurulmuş olmalarıdır. Peygamberler varolan inançları, güçlendirmek
için aştıklarında, aynı dönemde Zarathoustra örneğinde olduğu gibi, her
parçadan yeni bir düşünce sistemi yarattılar. Köylüleri ve okur yazar
olmayanları korkutan ve şamanların kehanet ve mucizeleri sayesinde uzak tutulan
kırların müdavimi küçük cinler varlıklarını sürdürdüler kuşkusuz, fakat asla
yetişkin durumuna, bizim Şeytanımızın durumuna doğru evrilmediler.
Sanki yazıyla birlikte'Cehennem’den ve yüzlerini
korkunç şekillere sokan, kin dolu cehennem sakinlerinden kurtulmuşuzdur. Bu sonuncular,
bu bölümün başındaki ölülere uyarı gibi, ölümlülerin fantazmları, güçlü ve
doğru bir ruhun çaba sarf etmeden reddetmesi gereken geçici
halüsinasyonlardır.
Kitabın bu noktasında cinlere ve daha çok da Şeytan’a
bu elvedayla Asya’dan ayrılmayı diliyorum. İlk Batılı seyyahlar bu kıtadan ateş
püskürten canavar imgeleri aktardılar; kuşkusuz, Endonezya açıklarındaki
Komodo Adaları’nm dev kertenkeleleridir bunlar. Ancak sonunda, bir şey
kesindir: Asya Şeytan’dan kurtulmuştur. Asya’nın canavarları, harika dekoratif
motiflerden ya da özsaygılarına saygı duymak gereken yeraltı cinlerinden başka
bir şey değildir. Bu nedenle, Hong Konğda bin bina inşa edildiğinde bir yeraltı
cininin rahatsız edilmediğini bilmek gerekir.
Çin Bankası’mn görkemli gökdeleni bu protokolü ihmal
etmiş gözükmektedir. Geç kalınmış olunsa bile yeraltı cinine kurban sunulmuş,
ancak bu biraz pahalıya mal olmuştur...
VE ŞEYTANIN GERÇEK DOĞUMU
İran’daki uygarlığın çok eskiliği üzerine İlk
Hint-Avrupa krallığının merkezileşmiş yapısı ve güçlü bir dinin gerekliliği
üzerine Ari Vedacılığı üzerine IÖ VI. yüzyılda Zerdüşt devrimi üzerine İkici
gökyüzü ve cehennem düşüncesi üzerine Dinler tarihinde tektanrıcıhğın ilk ortaya
çıkışı üzerine Zerdüşt ve kişiliği üzerine Aristokratların gözdesi kanlı kurban
törenlerine tepkisinin nedenleri üzerine Gathaların “Incilvari” niteliği
üzerine Kutsal Ruh’un, yedi temel günahın ve kıyametin anlamının ortaya çıkışı
üzerine Cinbilimin icadı üzerine Zerdüşt ve Mani mirası üzerine Mecusi din
adamlarının politik eğilimleri ve teokratik darbe girişirçıleri üzerine Darius’un
din adamlarına olan tepkisi, ama yine de Mecusiliği benimsemek zorunda kalması
üzerine.
Bugünkü Rusya’nın güneyinden, Dinyeper ve Don havzasını
içeren geniş bir bölge olan aşağı Volga vadisi ve Kazakistan steplerinden dört
bin yıl kadar önce gelen atlılar, İran’a yerleşmek için Kafkasya Vadisi
üzerinden İran’ın bereketli ovalarına akın ettiler. Böylelikle Karadeniz ve
Azak Denizi kıyılarının yerine Hazar ve Basra Körfezi kıyılarını
geçiriyorlardı; fakat başka kabileler Yunanistan ve Anadolu’ya doğru yola devam
ettiler; daha başkalarıysa İskandinavya’nın ve Finlandiya’nın güneyine doğru
gittiler ve 1Ö 2000 yılma doğru Britanya Adaları’na ulaştılar. Ayaklarında sıkı
potur, başlarında bizim dağcı başlıklarımızı hatırlatan bereler, küçük atlara
binmiş, peşlerindeki kadın, çocuk ve eşya yüklü at arabalarının tekerlek
gürültüsünü bastırmak için gırtlaklarını yırtarcasına bağırırken düşünebiliriz
onları.
Eşyalar arasında sandıklar, heybeler, çömlek ve
sepetler kımıldamadan duruyordu. Asla hayal edilmemiş en güçlü patlayıcı çok
sonraları fark edilecektir; başlangıçta neredeyse bir hiç olan, küçük heykeller
ve muskalar biçiminde simgelenen kimi inançlar, kuşkusuz aslında Şeytan’ın
tohumuydu. Bu savaşçı ve "Kurgan insanları” ("tümsek” anlamına gelen
Rusça sözcükten gelir) denen çoban göçmenler, gerçekten de, dünyada tek bir
Tanrı’nın karşısına tek bir Şeytanı çıkaran ilk dini kurmaya gidiyorlardı.1
Tarihçiler tarafından
ortak olarak kabul gören Marija Gimbutas’ın. tezini, 1963Te sunulduğu haliyle
burada tekrar ele alıyorum (Marija Gimbutas: “The Indo-Europaens:
Archaeological Problems,” American Anthropologlst, cilt LXV). III. ve
II. bin yıl arasında meydana gelen Hint ve Avrupa arasındaki kaynaşmanın
muammasını aydınlatmak gerekiyor. Dar dilbilimsel açıdan, Hint-Avrupa
dillerinin birçok dala bölündüğünü burada hatırlamak gerekir, Hint-lran grubu
Hint-Ari kolunu yaratmıştır.
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU
Önceki dönemlerde de başka güzergâhlar üzerinden
tekrarlanmış bu ışıl ışıl geniş işgal, birçok açıdan insanlık tarihinin en
önemli olaylarından biriydi. Konuştukları dillerin Sanskritçeyle olan ilişkisi
dolayımıyla Hint-Avrupalı diye adlandırılanlar insanlardı bunlar. Avrupa
dillerinin hemen hemen tamamı, Yukarı ve Aşağı Almanca, Latince, Yunanca,
Fransızca ve İngilizce, Ermenice, Norveççe ve Litvanyaca, gerçekten de
Sanskritçeden türemiştir. Çünkü Vladivostok’tan Paris’e, Roma ve Atina’dan Los
Angeles ve Rio’ya uzanan ve bugün bize ait olan kültürün kaynakları
Hint-Avrupa işgaliyle kuruldu. Batı denen dev kültür ve inançlar bloğu bu
kolonizasyon sonucu oluştu. “Kurgan insanları” Yakın ve Ortadoğu’nun,
Avrupa’nın hemen tümünü ele geçirmemiş olsaydı, tanrısallık dahil, Evreni
yorumlayış sistemlerimizin büyük bir bölümü bugün var olmazdı.
Bugün bunu unuttuk, ama neyi unutmadık kil Yine de
Yunanlılar, her şeyin bu yörelerde başladığım biliyorlardı. Prometheus’un tanrılara
meydan okuduğu ve göksel ateşi çaldığı için zincirlendiği dağı, Rion Vadisi’nde
Kolkhis’e yerleştirmişlerdi ve Altın Post’u ele geçirsinler diye Argonautları
gönderdikleri yer de orasıydı.
Kabile örgütlenmelerine rağmen Kurgan insanları çoktan
yapılaşmış toplumsal bir sisteme, bir tekniğe ve bir dine sahip olarak gelmişlerdi.
Politik olarak, kralın iktidarı, hakiki modern devletlerdeki, parlamentoların
önbelirtisi olan aristokratik, bir meclis tarafından denetleniyordu.
Teknolojik olarak, sadece tekerleği ve nehir gemiciliğini değil sabanı da
biliyorlardı; un yaptıkları tahılı yetiştirmek için toprağı işlemeyi de
biliyorlardı. Felsefi olarak, ruhun ölümsüzlüğüne ve öbür dünyadaki yaşama
inanıyorlardı; orada, elinde bir balta ya da bir çekiç taşıyan ve ölülerini
emanet ettikleri erkek bir tanrı hüküm sürüyordu. Hiç kuşkusuz ülkenin önceki
işgalcilerinden mirası kalan bir ana tanrıçaya tapıyorlardı; güneş ve kutsal ateş,
at, yılan,, yabandomuzu Kurgan insanları için sihirli özelliklere sahipti.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Hint dinleriyle kaynaşmanın ne zaman başladığı da ne
şekilde olduğu da bilinmemektedir; ama kaynaşmanın olduğu kesindir: II. bin
yılın son çeyreğinde Ortadoğuya yerleşen Hindular vardı; ÎÖ 1380’de Hitit kralı
Şuppiluliuma’yla yaptığı anlaşmada Mitanni kralı Mattivaza’nın belirttiği
tanrıların listesi bunun kanıtıdır; bunlar aynı zamanda Hindu panteonunun
tanrılarıdır: Mitra-Varuna-lndra teslisi ve Nasatyalar. Demek ki Hint ve İran
uzun süre aynı tanrıları paylaştılar; Vedalar denen kutsal yazılarda belirtilen
Veda tanrılarıydı bunlar.
Demek ki, Hint-Avrupalılar demir çağından önce, IÖ iki,
belki üç bin yıllarında hakiki bir uygarlık kurdular; belki de uygarlık adına
layık ilk uygarlığı kurdular. İran’a, yüksek yerlerde, yansı yeraltına kurulmuş
köylerle tahkim edilmiş şehirler kurarak hakiki modern yöneticiler olarak
yerleştiler. Oradan yalnızca Doğu üzerine değil, uzak dünya üzerine de ışık saçtılar:
Sadece politik olarak değil, entelektüel olarak da.
Gerçekten de, Hint-Avrupa odağı -tarihçilerin genel
kabulü olarakeski dinlerin oluşumunda en etkili odaktır. Coğrafi konumunun ve
güçlü politik örgütlenmesinin sağladığı parlamayla Ortadoğu’nun ve Doğu
Akdeniz’in büyük bölümünü yüzyıllar boyunca belirlemiştir. Med savaşlarıyla
yoğunlaşan Helen askeri direnişi Hint-Ari odağı için gerçek bir engel
oluşturmadı, çünkü örneğin Yunan Orphikçiliğinde Hint-Ari etkileriyle tekrar
karşılaşılacaktır. Yahudi ve Hıristiyan Gnostisizminin çeşitli akımları,
.Sürgün sonrası Yahudilik, Hıristiyanlık gibi Islamın Şii mezhebi de az çok
onun derin izlerini taşır. Tektanrıcı teolojilerin büyük bölümünün, özellikle,
modern kültürleri kurmuş olanların İran’ın döl yatağında oluştukları ileri
sürülebilir. Bizim Yahudi, Hıristiyan, Müslüman melek ve başmeleklerimiz ve
Şeytan’ımız orada doğmuştur. Örneğin İslam, Çennet’inin imgesini ondan ödünç
almıştır: Daha Avesta’da, daha sonra Müslüman Cennet’inde olduğu gibi, seçilmiş
ruha, ölmüş olanın gerçekleştirdiği bü-
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU
tün iyi eylemleri temsil eden bir genç kız eşlik eder.
Dolayısıyla, İran dini özel bir dikkati hak eder. Ve bu geniş etki nedeniyle
kaynaklarının çözümlenmesi kendini bir zorunluluk olarak dayatılır.
Hint-Avrupah istilacılar bomboş bir ülkeye gelmediler.
Gerçekten de Iran’.m tarihi çok uzundur,' istisnai olarak uzundur. Ülkeye, bir
buz çağından ötekine, neredeyse sürekli olarak yerleşilmiş gibidir; ki bu,
kuşkusuz dünyanın geri kalanının durumundan farklıdır. En azından üst
Paleolitik dönemden itibaren, yani otuzbeş bin yıldan beri, orada insan vardır.
Aslında Zagros Dağlan’nda otuzlu yıllardan itibaren yapılan keşiflerin
kanıtladığı gibi orta Paleolitik dönemden ya da Musterien dönemden, yani yüz
bin yıldan beri burada insan vardır ve aşağı Paleolotiğe, yani yüzelli bin yıla
uzanan insan varlığının izlerinin bile bulunduğu dışlanmamaktadır. Demek ki
burası gelişmiş bir toplumsal anlamın binlerce yıldır var olduğu bir ülkedir.
Dahası, Hint-Avrupahlarm burada karşılaştıkları
topluluklar Asya’da olduğu gibi dağınık değildi, yaylalarda toplanmışlardı.
Tarıma, bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirilmesine dayanan ilk yerleşik
köyler de burada ortaya çıktılar. İran, dünyada Neolitik devrimin ortaya
çıktığı ilk bölge değilse de, her durumda ilk bölgelerden biri oldu; Batı’daki
Guran, Asiyab, Ganj-e-Dareh, Ali Kuş kentleri, Huzistan Horramşahr ve Zavi Semi
Çanidar gibi şu anki Iran sınırındaki doğu kentleri bunun kanıtıdır. 1Ö VIII.
bin yıldan itibaren gelişmiş ve düzenli bir tarım vardı. Tarihsel uygarlığın
temelleri atılmıştı. Köyler yaylalarda ve aşağı Huzistan’da çoğaldılar.2
2 10 III. bin yılda İran’ı işgal eden Hint-Avrupa
halklannın aslında VIII. bin yıldan bu yana orayı işgal eden ve bu arada başka
yere göç etmiş ilkel toplulukların soyundan geldikleri varsayımı hiçbir şey
çürütemedigi gibi doğrulamamaktadır da. İlk işgalcilerin uzak akrabalan
tarafından toprakların yeniden işgal edilmesine dayanan bu şema, gerçekten de,
Keklerle birlikte görülmüştür (bkz. s. 169). Bununla birlikte, böyle bir
varsayım ancak, yapılmayı bekleyen arkeolojik keşiflerle doğrulanabilir.
Bununla birlikte, 1947-1949’da
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Bu köylerde yaşayanların bir dini vardı; bu dini bildiğimizi
ileri süremeyiz, Okyanusya dinleri bölümünde tarihöncesi dinler konusunda bunu
açıkladım. Bu dinin çoktanrılı olduğu, köyden köye değiştiği varsaylabilir.
Eliade, Ortadoğu’nun her yerinde simge olarak boğaya tapıldığını ileri sürer,3
bu olasıdır, ama kanıtlanmamıştır ve her durumda boğayı eril bir ilkeye
tapınmanın kanıtı olarak yorumlamaktan kaçınmak gerekir. Örneğin Anadolu’da
tarihi VIII. bin yıl öncesine uzanan bir kent olan Çatalhöyük’te, boğa
"tapınması” tezini doğrulayan öküz başları bulunduğu doğru olsa da,
simgeler konusunda çoğul okumaya açık olmak gerekir. Gerçekten de, boğanın
boynuzları ile hilal ve rahim (fallop boruları ile birlikte) arasında temel bir
benzerlik vardır. Amerikalı Cameron bu yorumu sistematize etmiştir/ Simge ikilemesinin
anlamlı örneği olan Hathor, Mısır bereket tanrı. çası, inek başındaki
boynuzların arasında bir hilalle simgelenmiştir. Her durumda, eski dinlerin güç
İle doğurganlığı birleştiren eril-dişil bir simgede boğayla verimliliği
birleştirdiklerini düşünmek olasıdır. Hem ineğin hem de kadının gebeliğinin
dokuz ay sürüyor olması -ilk tarımcıları şaşırtan bu çakışmabu düşünceyi
güçlendirir.
§u da açıklayıcı bir durumdur ki, Bereketli Hilal
merkezlerinden biri olan Elam ülkesinde, en önemli tanrıça olan Kiririşna bir
bereket
kaleme
alınmış Enstitü üyesi Roman Ghirshman’ın eseri Viran, des origines â
l'islum’da {Kuruluşundan İslama dek İran] (Albin Michel, 1976) şu belirtilir:
“Bu vahalara en eski yerleşen insanların [Hint-Avrupalılardan önce gelen III. bin
yılın hanlıları] kemiklerinden yapılan antropolojik incelemeler çok homojen
bir ırkın varlığını kanıtlamaz ve bilgilerimizin şu anki durumunda, orada
karşılaşılan iki tür Dolisephal insanın sonradan gelip gelmediği ya da tersine,
Akdenizli adı altında belirtilen ve tarih-öncesi dönemde, Akdeniz’den Rusya
Türkistan’ına ve İndus Vadisi’ne uzanan aynı grubun özelliklerini taşıyıp
taşımadığı bilinmemektedir.”
3 Mircea Eliade, Histoire des croyances et
des idees religieuses, c. II, Payot, 1973.
4 Dorothy Cameron,
Symbols of Birth and Death in the Neolithic Era, KenyonDeane,
Londra, 1981.
ZERDÜŞT VE ŞEYTANİN
GERÇEK DOĞUMU tapınmasının resmi
işaretleri, olan çömelmiş, doğurma pozisyonunda ve göğüslerini tutarken temsil
edilmiştir, ama beklenenin aksine, Kiririşna’nm eşi olan tanrı Inşuşinak
boğa’yı çağnştırmamaktadır.
Demek ki İran yaylaları, toplumsal bir bilincin
Ötesinde hiç kuşkusuz dinsel bir bilincin ortaya çıktığı ilk yerlerdir. Yine
de, III. bin yılın ortalarına kadar bu yaylalar görece tecrit edilmiş
kaldıklarından Iran dini gerçek anlamıyla burada değil, Huzistan’ı ve komşu
dağların bir bölümünü kapsayan ve dört şehirden oluşan -en ünlüleri, krallığın
federal başkenti Sus’turElam’da gelişti. . .
Elam krallığı çok eskidir; IÖ 2700’e kadar uzanır. Katı
hanedanlık kurallarına tabi olarak, kesin stratejik kısıtlamalara da boyun
eğiyordu, çünkü bir yandan yaylaları ve diğer yandan, Doğu’nun ilkel topluluklarının
yayılmacı atıhmlarım denetliyordu. Aslında IÖ IX. yüzyıl ortasında Med
krallığının kurulmasına kadar Elam tarihi Ur, Babil ve Asurlulara karşı
seferlerin olduğu art arda köleleştirmelerin ve fetihlerin tarihidir. Ligare,
yani "bağlamak”, sözcüğünden geldiğini gördüğümüz religio
sözcüğünde semantik işlevini de yerine getiren din, politik bir işleve
sahiptir. Medler, ardından Persler geldiklerinde, günümüze kadar
belirlenememiş topluluklar arasında, özellikle Hint-Ari olmayanlar arasında5
güçlü ve eski, hem politik hem dinsel yapıların bulunduğunu gördüler.
Dolayısıyla, Hint-Avrupa işgallerinden çok önceleri
Iran, merkezileşmiş bir ulus-devletin gelişimine istisnai olarak uygun ve
geleneksel olarak güçlü bir iktidara elverişli bir alan teşkil ediyordu. Gerçekten
de, yalnızca İran’da değil, bütün eski uygarlıklarda zorba hükümdar hemen her
zaman “yazgı işareti” diye adlandırılabilecek şeyin
Sorunu saptayan
bicydopaedia Universalis şöyle yazar: “Başkent Sus’u çevreleyen yaylalarda ve
kuzeye ve doğuya uzanan Elam Kralhğı’nda yaşayanların etnik kökenlerinin ne
olduğu bilinmemektedir; ne Sümerdiler ne Sami; ve Sümer, Akad, Babil ve
Asurlularla sürekli savaş halindeydiler.”
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
izleriyle çevrilidir: Seçilerek gelmiş olsa da onu
seçen yazgıdır; başka deyişle, erişilmez tanrısallıklar tarafından seçilmiştir
ve onların yeryüzündeki vekilidir. Dolayısıyla, hem onlara tapınmanın kefilidir
hem de iradelerine saygının ve iradelerinin sözcüsüdür. Dumezil’in önerdiği6
ünlü savaşçı-rahip-çiftçi üçlüsü burada bazı küçük farklılıklar gösteriyor
gibidir, çünkü kral birçok durumda hem en yüksek papaz hem de askeri şeftir.
Firavunlar ve Yahudi krallar bunu kanıtlayan örneklerdir.
Her durumda, yalnızca tanrılara değil krala da kutsal
diye tapınılır. Kral panteon üzerinde egemenliğini yitirmeye ■ hoşgörü gösteremez
(ama, Keyhüsrev ve Darius döneminde, krallık iktidarının tartışmasız olduğu ve
ikbalin zirvesine çıktığı için hoşgörülü davranacaktır). Hiyerarşide yer
almayan, birbirine rakip birçok tanrı, kralın sahip olduğu iktidarı tartışma
konusu edebilir.
Böyle bir politik sistem, ortak zihniyete hakim
olabilmek için, anlatı ve simge bakımından yeterince zengin, güçlü bir ditıi
gerektirir. Bu da, kutsal yazılar olan Rigvedalar’a dayanan Vedacıhk oldu.7
Vedacılık, Medler geldiğinde Iran halklarının tümü tarafından paylaşılıyordu.
Tam bir hükümdar diniydi; Hint’ten gelen, çok sayıda at ve öküzü kurban eden,
daha ilerde göreceğimiz gibi, uyuşturucu almış kutlayıcıların kendilerini
cinsellik ve şiddet âlemlerine bıraktıkları vahşi tören yandaşı Aryalar ya da
Ariler. Nihayet bu, Iran halklarına dayatılan din oldu.
O dönemde “İran halkları” denince ne anlaşılıyordu? Bu
tanım yalnızca, özellikle Hint-Avrupa kökenlileri değil -bunlar ilk kez 10 111.
bin yılda ve ikinci kez 1Ö 1700’e doğru gelerek yaklaşık olarak şu anki İran
topraklarını işgal etmişlerdiek olarak Hazar Denizi’nin
6 Georges Dumezil,
Les Dieux souveraines des Indo-Europtens, Gallimard, 1977.
7 Sanskritçe kaleme
alınmış kutsal kitaplar olan Rigvedalar 1Ö 1200 ile 900 arasında yazılmıştır.
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN'IN GERÇEK DOĞUMU
her iki kıyısındaki İşkiller ve Sarmallar ile Don ve
Ural arasında Sarmallar gibi göçebe yaşayan Alanları da içeriyordu. Iran
dininin güçlü yapılanmasına katkıda bulunan site-devletlerin bu dinin etkisini
komşu topluluklara da yaydığı varsayılabilir; genel olarak Doğu’ya, Sogdiane
(Sogd bölgesi), Baktriane (bugünkü Afganistan), Sakas, Arachosie, elbette güney
dahil, Carmanie (bugünkü İran Belücistam’na denk düşer), ayrıca Sarmallarla
îranlılar arasında (bugünkü Türkmenistan’ın bir bölümü) yaşayan Pardılar, Asur
ve Babil (Fırat ve Dicle arasında) ve nihayet aşağı yukarı bugünkü Irak’ın
yerinde bulunan Kassit krallığına,
Böylece Medler geldi. Övünç dönemi de geldi.
Herodotos’a göre IÖ 728’de (ancak görünüşe bakılırsa
bir yüzyıl önce) Deiokes tarafından kurulmuş olan ve Hint-Avrupa işgallerinden
yaklaşık on yüzyıl sonra yeni İran İmparatorluğunun çekirdeğini oluşturan Med
krallığı, kuşkusuz, savaşçı ve -VII. yüzyılın yarısından VI. yüzyıl sonuna
kadar süren İskit ara dönemi bir yana bırakılırsamuzaffer bir krallıktı. IÖ
VI. ve V. yüzyıllarda, Akamanış döneminde, tarihin en büyük
imparatorluklarından biri oldu; Libya’dan Hint’e, Karadeniz’den Hazar ve Aral
Denizi’ne, Etiyopya’ya kadar uzanıyor, Basra Körfezi’nin ve Arap Denİzi’nin
doğu kıyılarının tümünü kapsıyordu. Bir Yedi Denizler imparatorluğuydu:
Akdeniz, Kızıldeniz, Karadeniz, Hazar, Aral Denizi, Basra Körfezi ve Arap
Denizi. Tüm tarihin en geniş imparatorluklarından biriydi ve imparatorluğun
hemen hemen tümünü fetheden İskender tarafından bozguna uğratılacaktı.
Med imparatorluğunda birçok dil konuşuluyordu.
Öncelikle, imparatorluğun neredeyse tümünde konuşulan Aramca -çünkü bu imparatorluk
bürokrasisinin diliydisadece Elam bölgesi haline gelen yer hariç, eski Perçe, Babil
dili ve nihayet Elam dili konuşuluyordu.
600 yılma doğru dinsel bir kopma oldu. Bu, şaşırtıcı
bir olay olan Zerdüşt reformudur. O zamana kadar Veda çoktanrıcıhğı hüküm
ŞEYTANIN GENEL TARlHI
sürmüştü. Zerdüştlük ya da öncesi İran’ında din ve
dinsel örgütlenme üzerine Rigvedalar’dan başka pek az metne sahibiz; her
durumda Veda dininin doğaüstü iki büyük güç grubunun hükmü altında olduğu bilinmektedir:
Ahumlar, üst tanrılar ve daeva’lar ya da alt tanrılar. Bunların
her ikisi de, Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların seyrini yöneten iki temel tanrı,
Ahura Mazda ve Mitra tarafından yönetilir. Şeytanla kıyaslanabilecek önemli bir
karşı-tanrı ya da cin bilinmemektedir.
Ancak dinler tarihinde tamamen yeni bir kavram ortaya
çıkmıştır: Ahiret mutluluğu kavramı. İran dininin temel teması, gerçekten de,
Zerdüşt reformundan çok önce, bireysel ve kolektif, ahiret mutluluğuydu. Hemen
söylemek gerekir, Şeytan, burada, bir Ağar kültüründeki streptokok kolonileri
kadar oluşmaya hazırdı. Çünkü “ahiret mutluluğu”ndan kim söz ederse “cehennem
azabı”ndan da söz eder ve her kim ki “cehennem azabf’ndan söz eder “Şeytan”dan
da söz etmiş olur. Ölenin ruhunun çaresiz yargılanmasının ilk kez gündelik Sarmal
ve Alan (Iskitlerinki pek bilinmemektedir) teolojisinde ortaya çıktığı görülür:
Osetlerİn uyguladıkları cenaze töreninde, bahfaldisyn, Nart denen
kahramanların ülkesine atla gitmiş olan ölenin ruhuna, Dilek Sahibi Köprüsü ya
da Shinvat Peretu denen dar bir köprüyü geçmesi gerektiğini hatırlatmak
için, biri söz alır; eğer ruhu doğruysa geçecektir; değilse, onun ve atının
altındaki köprü çökecektir. Bu geçişin çeşitli biçimleri vardır. Zaman ve
yazgı tanrısı Zurvan’m adından dolayı Zurvani denen Med mezhebine göre bu
köprü, üzerinden suçlu geçerken -yaygın imge olarakbir kılıç ağzı gibi
keskinleşir.
Suçlu nereye gider? Ruhun yazgısına karar vermekle
görevli tanrı Rashnu’nıın yargısı olumsuzsa, günahkâr, yakıcı ve pis kokulu
cehennemi bir yere, hamestagan’a gidecektir. Bununla birlikte, Zerdüşt
reformundan sonra bile bu cehennem geçicidir, çünkü Kıyamet Günü tüm bedenler
dirildiğinde yok olacaktır; Hıristiyanların alışkın oldukları bir temadır bu.
Dolayısıyla, bizim sonlu Cehennem’imizden
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU
çok Hıristiyan Araf'ına
daha yakındır. Ancak kuşkusuz, ahiret mutluluğu kavramı, günah kavramını zaten
içeriyordu.
Ahiret mutluluğu teması Zerdüşt öncesi Mitra mitinde
daha güçlü olarak ortaya çıkmıştır. Bizimki gibi, peygamberler tarafından bildirilmiş
ve doğumu, yine İsa gibi, bir mağarada, mucizevi küçük bir çocuk biçiminde olan
ve istisnai bir yıldızın ortaya çıkışıyla belirtilen Mitra, evrenin yöneticisi
karşıt tanrılar olan ve kimliği akımlara göre değişen farksız bir Demiurgos’tan
doğmuş Ahura Mazda ve Ahriman ya da Angra Manyu, iyi ve Kötü arasındaki göksel
aracıdır. Örneğin özellikle Iranlı akıma göre bu, kendi kendine gebe kalmış
olan ■ Ahura Mazda’dır. Zurvani akımına göre ise, Ahura Mazda veAhriman’a, yani
iyi ile Kötü’ye birlikte gebe kalmış olan çiftcinsiyetli tanrı Zurvan’dır.8
Her durumda burada Mitra, Vişnu’nun yerini doldurur; Vişnu, Zerdüşt öncesi
dinde dünyanın Kurtarıcısıdır: Tanrılar ve iblisler evreni ateşler içine atarak
savaşa tutuşurlarken ve -dönem için olağanüstü metafizik kavramuzamı yok
etmekle tehdit ederlerken Vişnu yayılabilen gövdesiyle uzamı kapsadı ve dünya
yeniden doğabildi.
Geriye bir olgu kalır: 10 III. yüzyıla, yani Parth
dönemine kadar i aralıksız varlığını
sürdürmüş olan İran dini, Şeytan’m şekillenmesinî de tüm dinlerden daha fazla rol oynamıştır.
8 453’e doğru Şam’da (Damas) doğmuş ve 533’e
doğru ölmüş Yunan filozof i Damaskios ya da Damaskius, Atina Felsefe Okulu’nun
son temsilcisi, ilkeler Üzerine Kuşkular ve Çözünıler’de, bir öncülü olan 300’den önce yaşamış Rol doslu Eudemos’un sözlerini belirtir:.“Müneccimlerin
[Bağdaştırmacı bir akım ■ kurmuş olan, Iran dininde büyük bir rol oynamış olan
Med müneccimleri] bazdan, Tüm Birleşik Zaman diye, diğerleri Uzam diye
adlandırırlar. Bunun j sonucu bir İyi Tanrı
ile bir Kötü Cin, yani aydınlık ile karanlık arasındaki
i farklılıktır. Ve aynıları, bölünmez doğayı
böylece paylaştıktan sonra, en
önemli elementlerin
ikili bir sınıflandırmasını yaparlar ve birinin yönetimini i Oromazes’e
lOrmazda ya da Ahura Mazda], digerininki Areimanios’a [Ahriman] verir.” Encyclopaedia
Britannica, “Iranian Religiöns.”
İran dininin nihai ] akımını temsil eden Maniciliğin açıkça oluştuğu burada
görülür.
İ 131 ■
ı
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Burada tanrısallığın bürünebileceği toplumsal rolün
belki de eşsiz bir netlikle belirdiğini saptamak gerekir. Tanık Aryaman: Mitra
ve Varuna ile sık sık bağdaştırılan, Bhaga ile birlikte Mitra’nm temel
“yardımcısı” kabul edilen Aryaman’ın adı “dost” anlamına gelir; “Arya
toplulukların üyelerini birleştiren bağların sağlamlığına göz kulak olur,” diye
yazar Dumezil. Aynı zamanda, konukseverlik ilişkilerine, yollarda serbestçe
dolaşmaya (salt yeryüzünde değil, öbür dünyada da), evliliklere, ritüel
faaliyete, karşılıklı hediye alıp vermelere ve yardımlara da göz kulak olur; bu
tür toplumsal işler bakanlığının temel doğaüstü faaliyeti “Babalaf’a da göz
kulak olmaktır. Dumezil’in belirttiğine göre bu terim, ataların bir bölümünü ve
önemsiz cinler topluluğunu da belirtir.9 Tanrısallığın bu yanı
anlamlıdır, çünkü Aryaların, ilk hakiki Arilerin kendi tanrılarını ve her
durumda Aryaman’ı kendi toplumlarına göre özel olarak ve doğrudan şekillendirdiklerini
belirtir, kanlılara göre tanrılar yeryüzü işlerini yönetmek için vardırlar.
Zerdüşt re fo m undan sonra bile, Aryaman, tanrısallık
katını kaybettiğinde ve Sraosa adı altında dirildiğinde, “kan vatanının
tanrısı” aşağı yukarı aynı İşlevlere sahiptir ve hatta yeni işlevler yüklenmiştir:
Bu, tam olarak Hıristiyanlığın koruyucu meleğinin habercisidir; “öncelikle
kendi cesedinin başucunda duran, sonra bu dünyadan ötekine geçmek için
atnjıosferi aşan ruhu [ölümü takip eden üç gün boyunca ruhu] cehenneme
götürmek isteyen İblislere karşı koruyan” Srao-
9 Dumezil’e göre, panteonun bu yeniden
düzenlenmesi tarihin doğrudan sonucudur: “Davranıştan, farklı olduktan için
reform için tehditkâr idealleri, şiddete dayalı ve taşkın bir aristokrasiyle
bayağı ve açgözlü bir köylülüğün ■ ideallerini garanti eden diğer düzeylerden
tanrılar [yani Indra' ve Nasatyalar] reddedildi, mahkûm edildi ve rezil
edildiler.” Bu şema, Fransa’da isyancı yerel derebeyliklere ve ayaklanmaya her
zaman müsait köylülüğe karşı krallığın inşasının şemasına çok benzemektedir.
Hint tarihinde, her durumda, Gök; yüzünün Yeryüzü’nünkinin yansısından başka
bir şey olmadığı yine de soylenebiîir. Dumözil, Les Diex souverains des
hıdo-Europeens. 4
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU
sa’dır, diye yazar
Dumezil (Zend Avesta'yı bizzat yorumlamış olan J. Darmesteter’den
aktarır). İlk hakiki tektanrıcılığm yakın olduğu görülür.
Demek ki İran’ın
görünüşteki çoktanncıhğı, yeryüzü yönetiminin göksel bir yansısı olan
merkezileşmiş göksel yönetim sistemine göre kurulmuştur. Yeryüzü yönetimi gibi
iyi ve Kötü arasındaki geçici bir dengeye dayanır ve bunun gibi, kötülüğün,
lyi’nin nihai zaferiyle, varsayımsal bir gelecekte yok olacağını vaat eder. Bu
da .İran’daki gibi, özellikle Akamanışların muhteşem döneminde, bir fetih
yönetimidir. Vedacılık imparatorluğun politik,, kraliyetle ilgili ve
aristokratik yapısını yansıtır.
Sonuçta Zerdüşt gelir.
Eski Farsçada
Zarathustra, modern Farsçada Zarthosht, kuşkusuz 628’e doğru doğdu ve 551’e
doğru öldü. Adının anlamı belirsizdir. Platon onu “Oromazdes’in oğlu”10
diye adlandırır. Bu hiç kuşkusuz bir imgedir, çünkü Oromazdes, Vedacı panteonun
iki büyük tanrısından biri olan Ahura Mazda’dan başkası değildir. Fakat, ÎS I.
yüzyılda, Plutarkhos’un da ona tanrılarla bir akrabalık atfettiği doğrudur.11
Plinius, daha doğduğu gün güldüğü konusunda teminat verir.12 Tüm i
bunlar onun Yunanlılarda tanrı oğlu ya da yarı-tanrı kabul edilen efsaİ nevi bir kişilik olduğunu gösterir. Dion
Chrysostomos’a göre, bir
? dağa çekilmişti, ateşler dağı yakıp kül etti, peygamber sağ salim
kur-
> tuldu ve halka hitap etmeye başladı.
; Tek başına kişiliği
bile dikkate değer; gerçekten de, bir reformcunun karakterinin reform kararında
belirleyici olmadığını düşünmek güçtür, tıpkı bir reformun uygun bir tarihsel
koşula denk düşmediği-
10Piaton, Alcibiade, The Loeb Classical Library, Harvard Universıty
Press, ;• Cambridge, Mass. ve William Heinemann, Londra, 1923.
-■ HPlutarkos, Muma, 4, “Ünlü Adamların Hayatları,” La
Pleiade, Gallimard, 1956. ı ' 12Pline, Histoire naturelle, VII, 15, XXX.
J 133
ŞEYTANIM GENEL TARİHİ
ni düşünmenin güç olduğu gibi.
Avesta’nın13 onüçüncü kitabı olan ve
Zerdüşt’ün biyografisine ayrılmış Spend Nask kaybolmamış olsaydı
kuşkusuz daha fazla şey bilirdik. Gerçekten de, Avesta’ların geri kalanından
yaşamı üzerine tarihsel olarak pek bir şey öğrenemeyiz: Avestu’lardan biri
olan Yasht, Zerdüşt ortaya çıktığında tüm doğanın bayram ettiğini ve
tanrılara kurban sunan bir rahip ve bir ozan, Sanskritçede hotar,
olduğunu belirtir. Bu sonuncu nokta önemlidir, çünkü Zerdüşt özellikle öküz
kurban eden insanlara öfke duyuyordu. İkinci çözümlemede, Avesta’larda bulunan
kişiliğinin bazı özellikleri sanıldığından daha açıklayıcıdır.
Isa’nın çölde baştan çıkarılmasının altı yüzyıldan daha
fazla bir süre önceki habercisi olan Avestn’ların diğer kitabı Vendidad,
Şeytanın inancından vazgeçmeye kışkırtmak için ona yaklaştığım aktarır ve Yasht
ise cinlerle çatışmadan sonra zafer kazandığını ve onları yeryüzünden
kovduğunu belirtir. Zerdüşt’ten söz eden daha ileri tarihli diğer kitaplar
olan Dinkard, Şehname, Zerdüştname olağanüstü olaylar ve mucizevi
tedaviler aktaran övgülerle dolu biyografilerdir. Hiç kuşku yok ki Zerdüşt
kendi döneminde ve sonraki yüzyıllarda salt bir peygamber olarak değil, dahası
doğaüstü bir kişilik olarak görülür. Bu, tıpkı bazı tarihçilerin İsa’nın
varlığından kuşku duymaları gibi,
1JZerdüşt öğretisini, Zend-Avesta da denen Avestn’lardan öğreniyoruz. Bunlar, çok daha
yaygın gibi gözüken ve İskender’in İran fethi sırasında yok edildiği ileri
sürülen kozmogonik, yasa koyucu ve dinsel bir corpus’un tek kalıntılarıdır.
Bize ulaşan Avesta’lar
ilk çeşitlemenin parçalarından yola çıkarak, İS 111. ve IV. yüzyıllarda, Sasani
kralları döneminde yeniden oluşturulmuştur. Beş bölümden oluşur, Gathalar
merkezi bölüme aittir; Yasna dinsel kurallardır ve kutsal içecek lidoıncı’nın
hazırlanmasının ve tüketilmesinin kurallarını belirtir . (bkz. dipnot 19).
Gathalar Zerdüştçü ezgilerdir ve Zerdüşt’ün yazdığı şekliyle aktarıldıkları
ileri sürülür. Diğer dört bölüm, Zerdüştçü din şeflerine saygıdan ibaret olan
Visp-rnt; dinsel ve sivil Zerdüşt yasasını içeren Veııdiıtad’lar ya da
Vidçvdud’lardır; Yasht’lar, çeşitli kahramanlara, yani meleklere ya da yazata’lara
yönelik yirmibir ezgiden oluşur ve Khurda Avesta küçük metinlerden ibarettir.
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU .
bazı İran uzmanlarının da onu tarihsel tözü olmayan bir
mit olarak kabul etmelerine yol açmıştır. Birçok peygamberin yazgısıdır bu14...
Burada Zerdüşt’e karşı ölçülü davranmak daha akla yatkın olur, çünkü belirli
bir dönemde Vedacılıkta reform yapan etten kemikten bir insandır o.
Kuşkusuz Zerdüşt’ün de bir doğum yeri vardır. Bazı
tarihçiler Baktriane, başkaları Media ya da Pers derler. Avesta’mn iki kitabı Yasna
ve Vendidad’a göre, doğduğu yer olan babası Purusaspa’nın evi
("benekli attan") Airan Vej bölgesindeki Dareja Nehri kıyısmdadır.
Bir başka eski metin doğum yerinin Atropatene yönünde olduğunu belirttiğinden
bunun eski Media’nın15 kuzeybatı sınırında, kısmen Ermenistan
sınırı ve Hazar Denizi kıyısında, Araks Nehri kıyısındaki Aran çevresi olduğu
sonucu çıkarılabilir. Demek ki müneccimler ülkesinden geliyordu ve o da
müneccimlerden biriydi. Evli olduğu kesindir; çünkü küçük kızının adının
Purucista olduğu bilinmektedir. Yine Yasht’tan öğreniyoruz ki, at yetiştiricisi
bir kabileden geliyordu: Spitama kabilesi, “parlak saldırı.” Tam adı Zarosht
Spitama’dır.
Kısa sürede düşmanlar edindi. Yoksuldu. Ahura Mazda’ya
yakarmasında bunu oldukça sık ifade eder: “Ey bilge, niçin güçsüz olduğumu
biliyorum, az sürüm ve az insanım olduğundan." Onu horgören zengin bir
grup genç savaşçının düşmanlığını kazandı; bunlar gizli bir erkek dayanışma
topluluğunun üyesiydiler ve sloganları aesma idi, yani “büyük öfke,” kısacası
bunlar günümüzde kendilerine “şama-
14Eliade, Histoire des croyances et des idĞes
religieııses'de (Payot, 1973) “Zerdüşt
ve İran Dini” bölümünde, Mazdacılığın bazı tarihçilere göre İran dininin sadece
bir parçasını oluşturduğunu, dolayısıyla reform olmadığım ve bu bakış açısına
göre reformcu da olmadığını belirtir. Bu eleştirel radikalizm, çalışmaların ve
kaynaklann yeniden incelenmesini gerektirmesine rağmen, bu sayfalarda elbette
benimsenmemiştir. Zerdüşt reformunun kanıtları ciddi biçimde tartışmak için
yeterince çok gibidir.
15“Zoroaster,” Encydopaedia Britannica, 1962.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
tacı” denilen insan grubundandılar. ikisinin adı
bilinmektedir; çünkü Zerdüşt bunları, müritlerinin önünde lanetle miştir.
Birinin adı Bandva’dır, digeri de sert bir kış günü soğuktan titreyen Zerdüşt’ü
ve hayvanlarını misafir etmeyi reddeden “küçük Vaepya prensi.”
Şimdiden bir portresi olmuştur: Yoksul ve coşkulu bir
şair, aynı zamanda şiddet-karşıtı biri, kuşkusuz bir müşfik, bir meczup, belki
bir şaman, ama aynı zamanda kinci biri. Gerçekten de, kendilerini kanlı
tapınmalara verenlere amansız bir şiddetle saldırır. Oysa Eliade’ın ortaya
koyduğu gibi, bu tapınmalar tam da erkek kültlerini niteleyen şeylerdi. Bir at
yetiştiricisinin oğlu olan Zerdüşt’ün bu hayvanların kurban edilmesinden
tiksinti duyduğunu düşünmek oldukça çekicidir. Çünkü bu görkemli hayvanlarla
yaşamış herhangi bir kimsenin onlara karşı neredeyse kardeşçe bir bağlılık
duymadığını, ve tanrısallığı tatmin ettiği sanılan böyle bir katliamdan
tiksinmediğini düşünmek son derece güçtür. Daha çekici olan şey, Zerdüşt’ün
hayvan kurban etmek konusundaki tiksintisinin, Gathaların düşündürttügü gibi
kurban edenlerin gaddar ve kibirli kişiliğinden dolayı güçlendiğini
düşünmektir. Ancak nihayetinde, bu çözümlemeyi yirmialtı yüzyıl sonra daha
ileriye götürmek macera olur. Kesin olan tek şey, peygamberin bu zalim
aristokratlar karşısında hissettikleridir.
Bu, kuşkusuz, Zerdüştçülüğün, at ve öküz kurban eden
zengin kurban ediciler karşısında Zerdüşt’ün kişisel kininden doğduğunu ileri
sürmek anlamına gelmez. Bu, yukarda belirtilen ayrıntılardan anlaşıldığı üzere
Zerdüşt’ün karakterinin şiddete dayalı ve çok daha dünyevileşmiş aristokratik
bir dinin reddine denk düştüğünü gösterir.16
16Bu
konuda, Vedacılıktan türemiş olan Brahmancıhğın bunun iç mantığını açıklamış gözüktüğünü
saptamak gerekir, çünkü kast sisteminin inşasına ve brahmanlarm ezici yararına
brahmanlar tarafından yönetilen bir toplumun inşasına yöneltmiştir.Tersine,
Hint’in ineklere mutlak saygıyı Zerdüşt’ün ve Zerdüştçülüğün etkisine borçlu
olup olmadığı sorulabilir. Konu, ne yazık |d, Şeytanın kökenleri üzerine bu
araştırmada ele alınmayacak kadar geniştir.
ZERDÜŞT VE ŞEYTANİN GERÇEK DOGüMÜ
Güçlülerin dini olan Vedacılık İran’da halkı gerçek
tinsel yardımdan yorsun bırakıyordu. Oysa Zerdüşt de bir müneccimdi. Böyle bir
eksikliğe ilgisiz kalamazdı. Gathalarının tinsel öfkesi, acıları ve lirizmleri
çoğu zaman merhametle de zenginleşiyordu. Zerdüşt, halka karşı büyük bir şefkat
ve ilgi besleyen büyük peygamberler soyandandır. Ve dönem Zerdüşt için uygundu.
Gerçekten de Zerdüşt’ün ortaya çıkışı, II. Nabukadnezar
ve Kyaksares dönemlerinde Asurluların bozguna uğratılması ve komşu ülkelerin
kökleştirilmesinin ardından büyük İran Imparatorluğu’nun kurulmasıyla aynı
zamana denk düşer. O dönemde imparatorluk düşmanlara karşı, güçlendirilmiş,
merkezileşmişti; başkenti Persepolis ışıl ışıl parıldıyordu. Sus’ta,
Ekbatana’da ve diğer şehirlerde egemen kasta ayrılmış şatafatlı bahçelerle
çevrili olağanüstü saraylar ve tapınaklar yükseliyordu,. Çalışanların, zengin
kastlar tarafından sömürülmelerini engellemek amacıyla çalışma saatlerinin
belirlendiği fermanının gösterdiği gibi Darius, toplumsal bir bilincin
belirtilerini sergilemiş olsa da, halk, büyük kült törenlerinin dışında
kalıyordu.
Bu genç imparatorluğun ölçülerine uygun bir dinin
ihtiyacı o zaman hissedildi. Gerçekten de imparatorluğun boyutları ve
uygulanan dinlerin çokluğu din adamlarını çöküşle tehdit ediyordu; müneccimler
kabilenin diğer kastlarından birini oluşturuyorlardı, ki Babil müneccimleri
gibi bazıları açıkça şarlatan olarak suçlanmıştır. Med müneccimlerinin
dinlerinin kesinliği ve basitliğiyle yürürlükteki çoktanrıcılıktan
farklılaşması gerekiyordu. Bu din görkemli tapınma kurallarıyla, kurbanlarıyla
ve yandaşlarının gücüyle değil, birey üzerindeki iç nüfuzuyla, kaçınılmaz bir
aciliyetin ve müthiş bir hedefin duygusuyla kendini dayatacaktı: Gökyüzü’nün
kazanılması ya da kaybedilmesi, ahiret mutluluğu ya da ezeli güçsüzlük;
Peygamber işte o dönemde ortaya çıktı; konuştu ve Vedacılık temelleri üzerinde
kurduğu din bir kalıntıdan başka bir şey olmasa da sesinin yankıları titreşti
ve
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
hiç kuşkusuz yüzyıllar boyunca da tilreşecektir.
Doğumundaki efsanenin kanıtladığı gibi İsa’nın
prototipi olan Zerdüşt, bir reformdan daha fazlasını yapmıştır; Avesta’daki Gatha
denen “incilvari” ilahilerinin belirttiği, Pehlevi kitaplarının ve Yunan
tarihçilerinin doğruladığı gibi ilk tektanrıcılığın gerçek kurucusudur.17
Öğretisinin çoktanrıcı görünümleri, yukarda kısaca betimlenen ve yok etme
iddiasında bulunmadığı eski dinin kalıntılarından başka bir şey değildir.
Zerdüşt, dininin bir anda ortaya çıktığım ve
müneccimin, tamamen silahlı, tam ve değişmez bir dinsel sistemle ortaya
çıktığını düşünmekten kaçınmak gerekir. Tersine, Zerdüşt ilahileri olan Gathalar,
ağır bir evrime işaret ederler.18 Ateş öncelikle Kutsal Ruh’la özdeşleşmiştir,
ardından Tanrı’nın görünür biçimi olan Güneş’le, nihayet tanrıların en yükseği
olan Ahura Mazda’yla. Vedacılığın yeniden yapılanması aşama aşama
gerçekleştirilir ve öncelikle kurban törenlerine ve haoma içmeye eşlik
eden sefih aşırılıkların ihbarıyla sınırlanır.19 Gerçekten de, kan
seyriyle şiddetlenen, şiddete dayalı halüsinas-
17 Bunlar, esas olarak, Herodotos’un Tarihler’i,
Photius’un seçmeleri aracılığıyla bize ulaştığı şekliyle Ctesias de Cnide’in
Persitjues’i,'Ksenophon’un Anabasis ve Helenikler’i ve belli ölçüler içinde,
eski İran üzerine bizi bilgilendiren Berosos’un Babil
Tarihi’dir. Bkz. R. Henry, Ctfoias,
la
Perse, l’Inde et les 5mnmaires.de
Photius, 1947.
18Bkz. Eliade, Zarathoustra et la religion iranienne, s. 336-338.
19Bunun spemıatik nitelikteki kutsal içecek olan ve
tüketimi, Zerdüşt tarafından gözler önüne serilen, sefahat taşkınlıklarına yol
açan haoma olduğu bilinmemektedir. John Allegro’nun Le
Champignoıı sacre et h
Croix (Albin Michel, 1971) adlı incelemesi, Güney
Asya kabilelerinin soma’sına benzer gözüken haoma’nın, kuşkusuz çok açık
simgesel nedenlerle, en zehirli mantarın sıvısından hazırlanmış olduğunu
düşündürtür. Fakat V. Pavlovna ve R. Gordon Wasson’un Muslırooms, Russin and
History, Cambridge, Mass., 1957
ve Roger Heim’in, Enstitü’den, Les Chmnpignons toxiques et halltıcinogenes (Boubee, 1978) adlı çalışmaları, söz konusu olanın
yalancı altınmantar olduğunu düşündürtür daha çok. Yalancı altmmantann,
doğurduğu şiddetli saplantılar nedeniyle neden olduğu şeytanca anlamı Watson
mükemmel tanım-
ZERDÜŞT VE ŞEYTANİN GERÇEK DOĞUMU
yonlar Veda törenlerine katılanları, hiç kuşkusuz,
Zerdüşt’ü isyan ettırten cinsel ve ölümcül taşkınlıklara sürüklüyordu. Zerdüşt,
gençliğinde, komşu ülke İskit’in şamanlarının vecd törenlerine katılmış ve bü
törenlerde hazır bulunan kimse bir ocağın üstüne serilmiş kenevir tohumundan
sarhoş olmuş olsa da, bunlar, Vedacılığm sefih törenlerinin çılgın öfkesinin
yanında zararsız gözükür.
Dolayısıyla peygamber sözcüsü müneccimin Vedacılığa
müdahalesi bir reform olmaya başlar; öncelikle, dunlaştırıcı ve uzlaştırıcı
olarak kendini gösterir. Yolun sonunda, son Gathalarda, usulüne uygun bir
devrim olarak ortaya çıkar.
Her
ne olursa olsun, bu yolun sonunda tektanrıcılık vardır: Dumezil’in belirttiği
gibi, bir yandan Varuna ve Mitra çiftinden ve diğer yandan İndra’dan oluşan
eski teslis kaybolmuştur. Tapınmaya layık olan Tek Tanrı yalnızca Ahura
Mazda’dır. Eski tanrı İndra, cin düzeyine indirilmiştir; tıpkı iki Nasatya’nm
reform öncesi “ikincil” tanrıları olması gibi. Gathalara göre, Ahura Mazda,
gökyüzünün ve yeryüzünün, maddi ve tinsel dünyanın yaratıcısıdır. Yasa Koyucu
hükümran, En Yetkin Yargıç, günün ve gecenin Düzenleyicisi, doğanın
lamıştır. Watson’un
çalışmalarını yorumlayan Heim şöyle yazar: “Veda metinlerinin dar yorumuna
dayanan bu teori birçok değerli Hint uzmanının sempatisini kazanmıştır. Doğru
olduğu ortaya çıkarsa, yalancı altınmantar tapınmasının en azından üçbin
beşyüz yıl boyunca Hint-Avrupahlar tarafından uygulandığını ve sonuç olarak,
halüsinasyon yaratıcı mantarların etkisine ve bunların yol açtığı pratiklere
bağlı çok eski dinlerin kökeninin Orta Amerikalılara değil Küçük Asya’ya bağh
olduğunu kabul etmeye yöneltir.” Mott T. Greehe’in Natural
Knovdedge in PrecUıssical
Antiquity, The John Hopkins Universiıy
Press, Baltimore ve Londra, 1992 eserinde konunun derin bir incelemesi,
halüsinasyon yaratıcı etkileri Vedacı rahipler tarafından kullanılmış olan
bitki türleri katoloğunu önemli oranda genişletir; bunun, güçlü bir halüsinasyon
yaratıcı olan ve önce XVII.. yüzyıldaki ünlü “Loudun Şeytanları” olayında
Loudun rahibeleri arasında neden olduğu histerik taşkınlıklar nedeniyle,
ardından altmışlı ve sonraki yıllarda katışıksızlaştırılmış LSD 25 biçimi
altında bazı “iç egzotizm” meraklıları arasındaki ünü nedeniyle Batıkla bilinen
çavdar sapı olduğu sonucunu çıkarır.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Merkezi ve ahlak yasasının Kâşifi’dir. Sonraki
tektanrıh üç dinin Tanrısı bundan daha iyi tanımlanamaz. Çünkü Mazdacılık ile
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki bağ açıkça ortadadır.
Abura Mazda-Tanrı kesinlikle erkektir ve eşi yoktur.
Ataerkil. sistem, gerçekten de, iktidarın bir kadın ya da dişil bir varlık
tarafından paylaşılmasını ya da ona devredilmesini tasarlayamaz.
Sonraki AvesM'lar Tanrı’nın, Ameşaspend denen
yedi Ölümsüz Yardımsever’le çevrili olduğunu belirtir. Bunların birincisi
eskiden Ateş denen Kutsal-Ruh’tur; diğerleri ise Adalet, Düşünce Doğruluğu, İbadet,
Arzu Edilir Alan, Tümlük ve Ölümsüzlük’tür. Bununla birlikte, bu varlıklar da
Tanrı yaratıklarıdır ve Ahura Mazda’nın insan müridi, nshavcm’larla aynı ahlak
yasasını izlemek zorundadırlar.
Bu Ölümsüzlerin dördüncüsüne özellikle dikkat etmek
gerekir, çünkü bunda kıyamet düşüncesinin ve Yahudİ-Hıristiyan eskatolojisinin
çekirdeği vardır; Arzu Edilir Alan ise gelecekteki Krallığı temsil eder.
Ve Şeytan İlk kez İran’da ortaya çıkar. Gathalar,
dünyanın başlangıcında özgür seçim yapabilen iki ruhun karşılaştıklarını
öğretirler. Birincisi, Ahura Mazda; doğru tercihi yapmıştır ve O bizim iyi
Tanrımızın açıkça öncüsü olan “Bilge Tanrı”dır. İkincisi, Ahriman, Angra
Manya,, Kötü Ruh, kötü tercihi yapar ve O Kötü Tann’dır. O’nun peşinden
gidenler “yalanın takipçilerindir» dregvant'hr, yani yalan ya da druj
tarafından yoldan çıkarılanlardır.
Ahriman, eski tanrıları ve özellikle dnevn’ları
bünyesinde toplar; İndra (Ölüm tanrısı Indra-Vayou olur), eski • Vedacı Nasatya
tanrılarından Saıırva (ölüm ve hastalık cini), Akoman (Kötü Ruh), Tamu, Aeshma
(kuşkusuz Incil’de yeniden karşımıza çıkacak olan Asmodaios’un “babası,” ve
şiddet, öfke, suç güdüleri cini), Az (tensel istekler cini), Mitrandruj (Mitra’ya
yalan söyleyen, sahtelik cini), Jeh (insan soyunu küçük düşürmek için
Ahriman tarafından sonradan ya-
ZERDÜŞT VE ŞEYTANİN GERÇEK DOĞUMU
ratılan, fahişe cin) ve
hatta, Vedacı tapınmanın törensel içecekleri olan haoma ya da somanın
içimine eşlik eden tanrı Zairi. Bu, Vedacılığın sefih pratiklerine son darbenin
indirilmesi ve tektanrıh üç dinin uz bir dille habercisi olan ağırbaşlı ve
tinsel bir yaşam dininin doğrulanmasıdır.
Temel bir nokta daha o
zamanda belirir: Karşıtlık içermeyen özel bir Kötülük Tanrısı ilk kez ortaya
çıkar; Ahrİman’dır bu. tkiz kardeşi, iyilik Tanrısı Ormazd’m eşitidir ve bu
ikisi acımasız bir mücadeleye girişeceklerdir. Pehlevi metinlerinde yansısına
rastlanan Avesta’ların kayıp bazı cehennemi metinlerinde, bir Büyük Savaş vuku
bu: lacaktır ve bunun sonunda
Gökyüzü bîr Büyük Kral20 gönderecektir;
j Mitra’dır bu: Ancak
yeryüzündekî yaşamının sonunda reenkarnasyon ; geçirmiştir.
Kurtarıcı Mitra, Kötülük güçlerini ateş ve keskin kılıçla
J yok edecektir. Dinler tarihinde İlk kez, peygamberlerin
getirdiği tek-
ı tanrılı dinlerin büyük temaları ortaya çıkmıştır; iyi
ve Kötü aşkın İlkeler olarak kurulmuştur. Varlığın pragmatik yorumundan esinlen|
miş iki anlamlılıklar ortadan kalkmıştır.
I Ahriman’ın uğursuz ordularında ıssız yerlerin cini olan
ve Günah
' Keçisi’nde cisimleşen
Azazel -ki, hemen hemen aynı şekilde Yahudiliğe aktarılacaktırkaos cinleri
Leviathan ve Rahab ve yine Yahudiliğin devralacağı efsanenin Adem’in ilk karısı
olduğunu doğruladığı içli Lilith -ne yazık ki kısırdır ve ilk erkek tarafından
terk edilmesinin inti: kamım almak
için geceleyin ortalığı kırıp geçirir21de bulunacaktır.
i . 2°Bu temanın, din değiştirmiş bir Yahudi olan
Nostradamus’un Yüzyıllıklarında yeniden karşımıza çıkması ilginçtir. Belki,
orjinal metinlerin Hıristiyan ve Yahudi transkripsiyonlan dolayısıyla bunlan
biliyordu.
“ Gerçekten de, Isaie bunu Edom Krallığı’nın sonunu ve
dünyanın başlangıçtaki kaosa düşüşü tanımlarken zikreder: “Vahşi kediler
sırtlanlara rastlayacaklardır ve satirler oraya çağrılacaktır; Lilith sükûnet
bulmak için orada da saklanacaktır.” (XXXIX, 14). Lilith miline dair önemli
incelemesinde (Lilith ou İti ııı^re obscure, Payot, 1981) Jacques Brill, Lilith’in Kudüs Incili’nin
Eyüp, XVIII, 15’inde de karşımıza çıktığını gösterir.
141
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Hâlâ bu mirası yaşıyoruz. Yahudi, Hıristiyan ve
Müslümanların hepsi bu cinleri çok iyi bilirler.
Yedi temel günah geniş ölçüde tasarlanmıştır: Tensel
istekler, çekemezlik, öfke, yalan, cinayet...
Görünüşte, ama sadece görünüşte, Zerdüşt, kökten
yenilik yapmamıştır; Ahura Mazda ile Ahriman arasındaki karşıtlık Veda
mirasında öâttık biçimde de olsa zaten vardı; reformcu, panteonu sadeleştirmekten
başka bir şey yapmadı; sonradan eklenmiş tanrıları kovdu ve özellikle reformdan
önce Ahura Mazda’nın simetrik tanrısı olan Ahriman’a ve Cehennem’e, Ahriman
saflarına gönderilmiş olan eski Veda’daki ikincil tanrılar olan dueva’lara
yapılan kurban törenlerini yasakladı. Ama aslında müdahalesi son derece
radikaldir: İki anlamlılığı tanrıların arasına göndermiştir; ilk kez iyi
iyidir, kötü de kötü, ikilik resmileşmiştir. Zerdüşt, aynı anda, cinbilimi de
icat etmiştir.
İS III. yüzyılda bir başka kanlı, Mani, Zerdüşt
düşüncesini kendi tarzında tamamlayacaktır: Yaşam, insan varlığının Kötülüğün
saldırılarına sürekli maruz kaldığı bir sınavdan başka bir şey değildir; bundan,
bizi alçaklığa karşı dayanıksız kılan şeyin ye ry özündeki varlığımız olduğu
sonucu çıkar. Kötülük ancak maddiyattan kaynaklanabilir; biz tenden ve mizaçtan
oluştuğumuz için cinlerin üzerimizde etkileri vardır. Bir kez ruhani alana
girdiğimizde Kötülükten uzak oluruz. Demek ki madde kötü, ruh temizdir.
Gnostisizm, bu kavramlarda rüşeym hâlinde bulunuyordu. Bu, daha sonra
göreceğimiz bir şeydir.
Tarihsel olarak, Zerdüşt’ün kısa biyografisinde bir
ayrıntı öne çıkar: Kırk yaşında, yani IÖ 588’e doğru bir kralı, Vishtashpa’yı.
kendisine inandırmıştı; bu kral 1. Darius’un babasıydı büyük bir olasılıkla ve
Aral Denizinin güneyinde bir bölgede, Horazmie’de hüküm sürmektedir. Bu
ayrıntının önemi ilerde görülecektir. Vishtashpa, tüm yaşamı boyunca Zerdüşt’ün
koruyucusu olarak kalacaktır.
Şu an için önemli olan Zerdüşt’ün içkin, önceden var
olan ve an-
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU
cak zamanın sonunda yok olacak İyilik ve Kötülüğü icat
etmiş olmasıdır. Dünyaya ilişkin teolojik düşüncesi Hıristiyanlığınkiyle öyle
sıkı sıkıya özdeşleşmiştir ki Kilise Babaları’mn Gathaları kopya etmemişlerse
de okumuş oldukları kimi zaman düşünülebilir:22 Yaşam, her bir
düşüncenin, her bir sözün ve her bir eylemin bireyin öte dünyadaki yazgısını
hazırladığı bir geçişten başka bir şey değildir. Orada, İyi Tanrı kötüleri
cezalandıracak ve iyileri ödüllendirecektir. Zamanların sonunda Ahriman, insan
biçiminde cisimlenmiş Mitra tarafından yenilgiye uğratıldığında ölüler
dirilecek ve Kıyametteki yargı günü kötüleri yeniden cehenneme gönderecektir.
İyiler sonsuza dek Cennet’te yaşayacaklardır. Ana harlarıyla bu çerçeve,
tektanrılı üç dinle aynıdır. Bu nüfus cüzdanını îranlı bir rahibin imzaladığı
bizim $eytan’ımızdır.
.Kolaylıkla anlaşılır ki Zerdüşt’ün girişimi
tarihçilerin kafasını karıştırmaya devam etmektedir. Önce şöyle açıklandı:
Hayvan kurban etmenin yasaklanması aynı zamanda’ bu kurbanların adandığı
tanrıların da -ki bunlar genellikle utanç verici, sefih tanrılardıreddini beraberinde
getiriyordu. Ancak Zerdüşt’ü basit bir erdemci olarak hayal etmek kolay
değildir; reformunun hedefi apaçıktır, bu, esritıci törenlerin reddinden ve
panteonun yalınlaştırılmasından daha fazla bir şeydir; bu, ayrılmaz bir
parçası olan eski tanrı ve törenlerin yasaklanmasıyla birlikte bütünlüklü bir
revizyon ve ilahi hiyerarşinin radikal olarak yeniden örgütlenmesidir. Bununla
birlikte, tarihçilerin farklı
22Bu yakınlık elbette birçok kez yalanlanmıştır ve
Mazdacıhkla Yahudi-Hıristiyanlık arasındaki “ortaklıkların Mazdacılık
üzerindeki bir Huistiyanhk-sonrası etkisinden, hatta (15 II. yüzyılda başlayıp
VII. yüzyılda sona eren) Sasani ■ dönemi kadar gecikmiş bir etkiden kaynaklandığı
bile kimi zaman ileri sürülmeye çalışılmıştır. "Bu girişimler,” diye
yazar Encyclopaedia Britannica,
“gözden düşürülmüştür.” Metin yorumlama biçimseldir, bu benzerliği aktaran
metinler Hıristiyanlıktan çok öncedir. Mazdacılığı belirleyen Hıristiyanlık
değildir, tersi doğrudur.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
düşünceleri vardır. Dumezil burada neredeyse “basit”
bir tanrı ikamesi görmektedir,23 Mole bir teolojinin yaratılışı
sonucünu çıkarıyor gibidir.24 Menasce^ burada, kendi açısından,
kaybolacak kadar düzensiz hale gelmiş dindeki kurban etme pratiğinin Zerdüşt
tarafından reddedilişini görür. Ancak bu farklılıklar, bir kez daha, olayın
düğümünü unutturmazlar; yani Tann-Şeytan İkilisinin ve yine öncesi olmayan
lyi-Köttı etik ikiliğinin öncesi olmayan yaratılışını. Hiç kuşkusuz, Savonarole,
ardından da Luther’in henüz olgunlaşmamış hali olarak Zerdüşt’ün İran dinini
Protestan anlamında “reforme” edebildiği varsayımı akla yatkındır, ama tümüyle
tatmin edici değildir.
Gerçekten de, Zerdüşt’ün reform girişimini niçin o
dönemde ve yeterince canlı gözüken bir muhalefete karşı gerçekleştirdiği pek
anlaşılamamaktadır; bu muhalefete Zerdüşt’ün reformunu ılımlılaştırmak ve bazı
eski tanrıları ve kurban törenlerini kabul etmek zorunda kaldığının.
öğrenildiği Gatha metinleri tanıklık ederler. Ve müneccimlerin, bir çıkar
bulamadılarsa sonunda niçin Zerdüştçülüğe dahil oldukları ve lyi-Kötü
ikiliğini benimsedikleri de güç anlaşılacaktır.
23Dumezil, Les Dieux souverains des İndo-Europtens.
24M. Mole, La Legende de Zoroastre selem ks textes Pehkvis, P.U.F., 1967.
25Jean
de Menasce, “Zoroastre," Encydopaedia Universalis. Eliade gibi Menasce da Zerdüşt tarafından
gerçekleştirilen tersine çevirmenin görüldüğü -kadar radikal olmadığını ve
yaptığı reformun özünde ikici olmadığını ileri sürer. Fakat bu Zerdüşt’ün
ayrıksılığını güçlendirmekten başka bir şey yapmaz. Çünkü, bu ikicilik daha
önce değil, Zerdüşt’ten itibaren ortaya çıkar ve sonunda kendini dayatır. Bu,
gerçekten de, Dumezil’in gösterdiği gibi,'Vedacılığm eşsiz ve açmlayıcı
serüvenlerinde açıkça görülür, oysa ki, Vedalar’da, başlangıçtaki taunlar,
hiyerarşik düzene göre, Varuna-Mitra ikiliği, ardından İndra, ve nihayet iki
Nasatya’dır, Zerdüştçülüğün teolojik yeniden düzenlenişi sırasında İndra ve
Nasatya’ların iblisler safına geçtikleri görülür. Veda panteonu basitleştirilmiş
ve “ radikalleşti rilmiştir": tıpkı Sovyet “panteonu”nda Stalin’in iktidarı
alışının ardından eski “tanrı” Troçki’nin, tek kutsal üçleme olan EngelsMarx-Lenin
yararına, iblis düzeyine indirilmesi gibi Mitrâ-Varuna çifti de gökyüzünde tek
kalır ve diğer tanrılar uzlaşmaz hal alırlar.
ZERDÜŞT VE ŞEYTANIN GERÇEK DOĞUMU
Oysa bir çıkar buldular, çünkü teoloji reformun tek
kapsamı değildi. Rahip ve müneccim Zerdüşt, hiç kuşkusuz ve ilkkez, kendi
kastı için tanrıların iki anlamlılığına, iradelerinin çözülemez doğasına ve
belki de -ancak bu sadece varsayımdırdini yeryüzü toplumlarının çok sadık bir
yansısı yapmaktaki tehlikeye bağlı riskleri ölçmüştü: Ondan önceki rahiplerin
cin çıkarma ve büyü yapması, kehanet, ona tam bir şaklabanlık olarak gelmiş
olmalıdır, hükümdarlar kanmış gibi yapsalar da bunların yararsızlığının
farkındaydılar. Din ancak sarsılmaz temellere, yani lyi’nin ve Kötünün
-yeryüzündeki yöneticisi din adamlarıdıraşkın tanımına dayandığı sürece
iktidara sahip olabilirdi. Rahiplerin iktidarı ancak böyle
sağlamlaştırılabilirdi.
Dahası, müneccimlerin iktidarı, dinin halkın dini
olduğu ve ancak halkın uyrukluğuyla değer kazanacağı ileri sürülerek
sağlamlaştırıldı. Bu demagojinin başlıca değeri, din adamlarının iktidarım
yalnızca tinsellik, yani İyi ile Kötü’yü niteleme gücü üzerine değil, politika
üzerine, yani halkın iradesi üzerine dayandır maşıydı, Böylece Mazdacılık,
krala boyun eğmek zorunda kalmayan hakiki bir. paralel iktidar kurdu; o zamana
kadarki uygarlıkların tarihi içinde eşsiz bir reformdu bu.
Rahipler ya da müneccimler kastı kuşkusuz güçlü olduğu
ölçüde bu varsayım yerindedir, ancak o dönemde insan belleğinde eşi olmayan
dünyevi bir iktidarın varlığı karşısında bu kast kendini tehdit edilmiş
hissetti. Dumezil’in yasa koyııcu-savaşçı-rahip üçlü tezi kabul edilirse
rahipler kastı, zaferden zafere koşan ve ilk Pers imparatorluğunu kalkanların
ve trompetlerin gürültüsü içinde kuran Keyhüsrev ve generalleri kadar parlak
savaşçılar kastı karşısında ağırlık oluşturamamaya başlıyorlardı. Zerdüşt
reformu ise rahiplere dünyevi iktidarların ötesinde bir meşruiyet veriyordu.
Kuşkusuz bu meşruiyeti biraz fazla ciddiye aldılar, IÖ 522’de, Pers kralı
Kambyses Nübye’de (bir Yahudi kiralık askerler alayıyla birlikte) fazla başarı
kazanamadan
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
savaşırken ülke ona karşı isyan etti: Kendini, kralın
öz kardeşi Bardiya yerine koyan bir sahtekâr, ülkede olmayan hükümdara, ama
aslında Akamamş iktidarına karşı bölgeleri ayaklandırdı. Müneccimler onun
tarafını tuttular (Bardiya -eski bir hileye başvurarakvergileri düşüreceğini
vaat etmişti.) Tahta çıkmasında katkıda bulundukları bir kralın kendilerine
daha saygılı davranacağı umuduyla Akamamş hanedanına da kuşkusuz ihanet
ettiler; yani eylemleri güdüleyen temelde politik ihtirastı. Hanedan için bir
talihsizlik daha gerçekleşti; Kambyses tam bu anda öldü. Dolayısıyla iktidar
bir sahtekârın eline geçmek üzeredir. Tahtı kurtaran, iktidarı alan, sahtekârı
öldüren ve müneccimleri yere seren bir Chorasmie prensi oldu ki bu, daha sonra,
1. Darius adı altında tanınacaktır.
Olay, üzerinde daha fazla durmayı hak eder; çünkü
Şeytan’ın keşfinin anahtarı burada yatmaktadır: Sahtekârın adı aslında Gaumata
idi ve aslında bir müneccimdi. Çağımızdaki Ayetullahların Şah’a karşı
yaptıkları gibi müneccimler bir tür hükümet darbesini dinsel bir halk iktidarı
adına tezgâhladılar. Tahtta bir dalavere ortağıyla dünyadaki ilk teokrasiyi
yerleştirebilirlerdi; kısmen de başardılar. Bu, XX. yüzyılın moda bir
jargonunu kullanırsak, bir “popüler teokrasi” olacaktı, çünkü Zerdüştçü olduğu
sanılan Gautama, başka densizlikleri yanı sıra, soylulara tahsis edilmiş
sunakları da yıktırdı, yani soyluların dinsel imtiyazlarını ortadan kaldırdı,'
gördüğümüz gibi Zerdüştçülük halkın bağlılığına dayanıyor ve Pers’te
alışılmamış bir demokrasi uyguluyordu. Büyük yanlış; çünkü birçok satrap
sahtekârdan yana tavır almış olsalar da, aristokrasi imtiyazlarını koruyordu ve
hanedanlık kendini muzafferane bir şekilde savunuyordu.
Darius, ayrıca, hanedanlığa dayanıyordu ve hanedanlığın
altı prensinin yardımıyla birlikte sahte Bardiya’nın göğsünü kendi mızrağıyla
delip geçti, kellesini kesti ve halkın önünde sergiledi. Ve bu nedenle,
mücadeleyi kazanmış olarak, soyluların sunaklarım yeniden yaptırdı,
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU
Ah ura Mazda’ya
tapınmayı öğretti, fakat tabii ki yarım ağızla,^6 çünkü daeva’lara
tapınma sürüyordu. Bu arada belirtelim ki, aşağılanma Zerdüşt müneccimlerinin
kendi dinlerini tek din olarak dayatmalarnın nedeni değildi, çünkü Darius’un
oğlu Kserkses bütün imparatorlukta, iblis haline gelmiş eski tanrılar olan
daeva’lara tapınmayı yasakladı. Ancak şunu da belirtelim ki, zafer kısa süreli
oldu, çünkü Kserkses'in halefi II. Artakserkses, tek tanrı Ahura Mazda’nın
yanında Mitra ve Anahita’yı da kapsayan, gözden geçirilmiş eski Veda teslisini
yeniden kurdu. .
Şurası bir gerçek ki, Darius, zaferinden sonra, heyecan
verici olduğu kadar anlamlı bir davranış olarak, başarılarının hikâyesini Zagros
Dağlarındaki Behistun falezinin kaya yüzlerine kazıttı. Ve bilmeyen kalmasın
diye üç dilden kaleme aldırdı: Eski Farsça, Elam dili ve Akadça. Hükümdar
orada, müneccimlerin elinden aldıklarını ileri sürdükleri yasa koyucu ve
düzenleyici rolünü kesin olarak üstlenir. Oysa istek tuhaftır, çünkü açıktır
ki, hükümdar tanım gereği yasa koyucudur. Darius, imtiyazı üzerinde bu kadar
ısrar ettiyse tartışıldığı içindir.
Ve, gerçekten de tartışılmıştır, çünkü Zerdüşt
rahipleri yasama gücünü her zaman talep etmişlerdir. Bizzat Zerdüşt tarafından
yazılmış Avesta’larm beş kitabından biri olan Vtdevdnd’lar sadece dinsel
yasayı değil, medeni yasayı da ortaya koyma iddiasındadırlar. Eğer müneccimler
darbelerinde başarılı olmuş olsalardı, Şeytan Ahriman’a dünyada ilk medeni hal
kâğıdını vermiş olacaklardı. Dinsel hiyerarşide yer alanların eski düşü olan,
dinsel yasadaki her kusurun din dı-
^W.B. Henning, Zoroaster,
Politician ar Witch Doctor,
Oxford University Press, 195i. ‘‘İran Tarihi,” XXX. Gerçekten de Darius, halefi
Keyhüsrev gibi, yoz bir Zerdüştçülük uyguladı, çünkü Zerdüşt’ün buyurduğu gibi,
iblis haline gelen eski tanrılar dcıevhlara tapınmaya karşı çıkıp, bir “Büyük
Tann” olan Ahura Mazda’ya tapınmayı teşvik etmekle kendini sınırlandırmadı.
Babil gibi fethettiği bölgelerde Ahura Mazda’ya tapınma dışındaki tapınmaları
yasakladı.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
şı otoriteler tarafından cezalandırılması
gerçekleşecekti. Bir tek Tanrı nın ve bir Şeytan’m belirtilmesiyle başlamış
olan Zerdüşt macerası dolayısıyla politika arenasında tamamlanacaktı. Bu ancak
ertelenmiş karşılaşmaydı, çünkü teokrasi yine de, inancın “koruyucusu"
imparator Constantinus’un yükselişiyle birlikte, yaklaşık sekiz yüzyıl sonra
tekrar gün ışığına çıkacaktır. Her durumda, Şeytan’ı doğurmuş olan politikaydı
ve demek ki Şeytan politik bir icattır.
Halk iktidarına dayanan müneccimlerin demokrasinin
habercileri oldukları söylenebilir mi? Olabilirlikten tamamen uzak bir
varsayım, çünkü bu öncelikle İran’da vaktinden çok daha önce eleştirel bir politik
düşüncenin olmasını ve bunun sözcüsü olacak müneccimlerin politik bir parti
kurmuş olmalarını gerektirir. Saçma bir aşırılık: Durum böyle olsaydı, Büyük
Keyhüsrev başta olmak üzere krallık iktidarları tarafından saman çöpü gibi
süpürülmüş olmalarından pek kuşku duyulmazdı. Gerçekten de, Akamanış Pers’inde
modern anlamda örgütlü bir politik karşı çıkış hayal edilemez’. Dahası yasa
yapanların rahipler olduğu bir rejimi “demokratik” diye adlandırmak tehlikeli
olur. Her durumda, dönemin Pers tarihine eğilindiğinde, imparatorluklara
sızmış Helenik anlamdaki bir demokrasi fikri oldukça tuhaf görülür. Hayır, eğer
müneccimler, iktidarlarına oturmak için halka dayanıyorlarsa, bu, demagoji yoluyla
olmuştur. Kuşkusuz, Zerdüşt Usta için durum farklıdır.
Gerçekten de, Mazdacılığm görünürdeki
“demokrasisinin" açıklaması bunun, yukarda hatırlatılan, çok başka bir
görünümünde yatar: Dinin imparatorluk yurttaşına değil bireye hitap
edebileceği, etmesi gerektiği şeklindeki Zerdüşt’ün dâhice sezgisinde yalar.
Ruhun esenliğini vaaz ederek, yani bu dünyanın mutluluğunu bir başka dünyaya
taşıyarak dinden, öncelikle, eski çoktanrılı dinlerin kutlamalarının gökyüzünden
beklenen ve zaten geçici olan armağanlar bir tanrı tarafından bahşedilip
diğeri tarafından reddedilebiliyorduolağan işlerini
; ZERDÜŞT
VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU
söküp alıyordu.
Gerçekten de, ahret mutluluğu, eğer varsa, ancak bir 1. otoriteye ve cehennem azabı da bir başkasına bağlı olabilirdi.
Ancak
ı ardından bireyi, Gökyüzü üzerinde hiçbir otoritesi olmayan,
ahiret
mutluluğunu bahşetme ya da reddetmenin herhangi bir
aracına sahip
! olmayan dünyevi güçlerin nüfuz alanından çıkarıyordu.
■ Demek ki Zerdüşt,
tarihin ilk tinselci dinini, tektanrıh üç dinin • döl yatağını kurmuştu. Esin
ona nereden geldi? Çünkü, maddi dünya; nın
ruhun büyük alanlarının bekleme odası olduğu,düşüncesinde Bu-
’ da’dan bir yüzyıl önce geliyordu. Daha çok bu dünyanın örtük kü
çümsenmesini Buda’nın ona ödünç verdiği varsayılabilir.
Aslında her ikisi de Hint temeli üzerinde yetişmişlerdi, çünkü Zerdüşt
Vedacılıktan geliyordu. Ve doğanın dev akımları tarafından oldum olası kırılıp
geçirilmiş bu temelde, ölümün her yerde her zamanda mevcudiyeti, İ dünyanın
geçici doğası üzerine meditasyonu teşvik etmekten başka ; bir şey yapmamıştır.
Buda için de Zerdüşt için de bu böyledir.
J Bundan böyle, din adamları,, imparatorluğun
sınırlarına, hatta daî ha ötesine kadar uzanmaya elverişli, kraliyet
iktidarının üstünde kendini dayatan yüksek bir güç edinmişlerdi. Dinsel
nüfuzun mutlak olması için bir tek, günah çıkarma ve vaftiz gibi dinsel
işlemler eksikti. Yaklaşık yedi yüzyıl sonra, teokratik iktidarın bu
tamamlayıcısı ; zaten ortaya çıkacaktır. Zerdüşt reformu önseziliydi: Gerçekten
de yeni İran dini, Hıristiyanlığın habercisi olan geç-Yahudîliği belirleye?
çektir. ‘
Böylece, Darius tarafından şiddetle baskı altında
tutulmuş olsalar i da müneccimler, ilahi içkinliğin temsilcisi olarak ve hiç
kuşkusuz •halkın da desteği sayesinde varlıklarım sürdürdüler. Dolayısıyla, kısmen
mücadeleyi kazanmışlardı, özellikle Zerdüştçülüğün yayılmasından ve Darius’un
onlara en azından görünüşte saygı göstermek zorun: da kalmasından
sonra. Bu hükümdarın, bizzat Zerdüşt’ün etkisiyle din değiştiren (bu, kesin
değildir, çünkü dönemin ne olduğu pek belli de149
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ğildir ve dahası, Darius’un, Kambyses’in bir kuzeni
olduğu da ileri sürülür) kral Vishtashpa’nın oğlu olduğu ileri sürülür. Bu
durumda, babasının örneğini inkâr edemedi, ancak kendisiyle tartışan rahiplere
iktidarı isteyerek vermekte kararlı olmadığı da anlaşılır. Darius Zerdüştçü
kaldı, ancak gördüğümüz çekincelerle birlikte.
Darius’un Pers geleneği olan kraliyet dinsel
hoşgörüsüne teslim olmuş olması daha olasıdır. IÖ yaklaşık 550-539 arasında
hüküm sürmüş Keyhüsrev döneminde gerçekten de bütün dinlerin, Babil dini ve
Yahudilik de dahil27 Pers ülkesinde yerleşme hakkı vardı. Zerdüştçülük,
saray tarafından uygulanıyor olsa da, diğer dinler arasında bir dindi.
Keyhüsrev’in Zerdüştçü olduğu görülür, ancak Zerdüştçülüğünün rahiplerin
dilediği kadar “katışıksız ve katı” olduğu kesin değildir ve bunun iki nedeni
vardır: Birincisi, eğer böyle olsaydı, hükümdarın Zerdüşt’ün tekelci
öğütlerini benimsemesi ve Ahura Mazda dışındaki tanrılara kurban, sunulmasını
yasaklaması gerekirdi; İkincisi, bu şekilde reformun kendisi, onu daha az katı
kılacak çeşitli düzenlemelere maruz kalırdı.28
Bu kraliyet hoşgörüsü, demek ki, kendileri de Zerdüştçü
olan müneccimlerin rızasıyla olmamalıydı, çünkü bu hoşgörü onların iktidarım
(ve kuşkusuz gelirlerini) azaltıyordu. Reforma uğramış Ahura
27“His(oty of İran,” Encydopaedia Britannica, 1983.
28
kanlı hükümdarlar
Zerdüştçü gözükseler de hanlı hoşgörüsü önemliydi. Babil’e sürülmüş mahkûmlar
olan İbranilerin Kudüs’ü yeniden inşa etmek için oraya geri dönmelerine izin
veren Keyhüsrev oldu. Darius da Kudüs tapmağının yeniden inşasına izin verdi
ve Yahudiliğin kurulmasına izin vermiş olan, Ezra ve Nehemiah’m koruyucusu 1.
Artakserkses oldu. Bilindiği gibi bu hoşgörü karşılıklı değildi. Fakat bu
hoşgörüden sadece Yahudiler yararlanmadı, çünkü bilinmektedir ki, Darius,
Meandre üzerindeki Magnesie bölgesindeki ya da ptıraıııtıiııos’undaki satrap
Gadatas’a yerel Apollon tapmağının imtiyazlarına titizlikle saygı göstermeyi
emretti, Her durumda, Yunan mabetlerine imparatorluk topraklarının tümünde
tamamen saygı gösterildi. ‘'Persia,” Encycloptıedin Brikınnicn, 1962.
ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU
Mazda tapınmasını dayatan Darius, yine de müneccimlerin
aşağılamalarına maruz kalmadı. Müneccimler maruz kaldıkları baskıya rağmen,
önemli bir işe koyuluyorlardı, çünkü bağımsız bir dinsel iktidar olarak
varlıklarını sürdürüyorlardı.
Geriye, en ünlü temsilcileri Şeytan’ı keşfeden, bizim
Yeni Ahit’imize kadar ayakta kalıp İsa’nın doğumunda hazır bulunan bu müneccimlerin
kim olduklarım bilmek kalıyor. Herodotos’a göre Med olmalıydılar. Babadan
oğula geçen bir rahipler kastı oluşturuyorlardı, Zerdüşt’ü fazlasıyla öfkelendiren
beyaz atların kurban edilmesi vesilesiyle kehanette bulunan kâhin ve
peygamberlerdi bunlar. Görünüşte 10 IX. yüzyılın ortasına doğru Med işgaliyle
birlikte geldiler ve krallığın kurulmasında, kuşkusuz, astroloji yoluyla
kâhinlik kapasiteleri ve şamanlık güçleri aracılığıyla önemli bir rol
oynadılar. Dayanıklıydılar, çünkü Akamanış egemenliği dışında Parth, Selefki
ve Sasani egemenliği altında da onlara rastlanır. Yüzyıllar boyunca prestijleri
artıyordu. Dinsel prestij sadece onların elindeydi, çünkü Babil müneccimleri
her zaman sahtekâr olarak görülüyordu.
Burada, bu kitap bitiyor gibi görünüyor; Demek ki,
Şeytanın IÖ VI. yüzyıla doğru İran’da doğduğu; onu vaftiz kurnalarının üzerinde
tutanların müneccimler olduğu; bu keşfin politik bir keşif olduğu söylenebilir.
Çıkarılacak ders açıktır: Dinsel iktidar, göksel de olsa, çoğulluk ve
demokrasiyle çatışkılıdır.
Gerçekten de, aşırı kalabalık panteonlar, ölümlülerin
gürültü patırtısına, ardından da ölümsüzlerle alay etmelerine izin verir. Örneğin
Yunanlılar tanrılarını yenmekten geri kalmazlar, Keltler de öyle. Çoktanrılı
dinlerde de din adamları bütünlükten yoksundurlar; Apollon rahibi hangi hakla
Afrodit ya da Hermes rahibinden daha üstün olduğunu söyleyecektir? Her biri
kendi için ve Zeus herkes içindir. Hıristiyanlık kadar kural olarak
merkezileşmiş bir dinde bile düşmanlıkların acımasızlığı görüldü, örneğin
Pavlus sünnetşizleri vaftiz
ŞEYTANİN GENEL TARIH1
etmek için araya girdiğinde, Kudüs’te kalan. Petrus,
Küçük Yakup, Filipus ve Yuhanna gibi havarilerin öfkesini çekti. Antiokheia ve
Kudüs arasındaki ve daha sonra Antiokheia ve İskenderiye arasındaki acımasız
düşmanlık da başka bir örnektir. O halde Zerdüşt’ün çoktanrılı bir dinde, tıpkı
seçim bölgelerini yeniden düzenlemek isteyen bir içişleri bakanı gibi, İran
panteonunda reform yapmaya karar vermesinin nedeni sürekli büyüyen bir politik
iktidar karşısında dinin çok zayıf kalmasıdır. Kültler dağınık ve kurallar
düzensizdir.
Burada bir karşılaştırma gerekir: Bu müneccimler
aslında bugünkü Ayetullahların atalarıydı, Güçlü bir devletten doğan,
Zerdüştçü tepki ve reformla güçlenen müneccimler, dindışı iktidara kıskanç
gözle bakmaktan ve din ile politika arasında bir bağlantı kurmayı denemekten
geri duramazlardı. Dumezil’in üçlemesi tehlikedeydi, bunu bu arada belirtelim,
çünkü aynı kişilik o dönemde hem hükümdar, hem de savaşçı ve yasa koyucu
rollerine yargılıydı.
Fakat burada, müneccimler mücadeleyi kaybetmişti.
Şeytan’ı yaratmışlardı, ama onu politik karşı-iktidar olarak yerleştirmeyi başaramamışlardı.
Bu keşfi başaracak olan Hıristiyan Kilisesi olacaktır. Bununla birlikte,
Faust’un işkencecisinin bu atası sonsuza dek sürüp gidecektir. Fİ er durumda
müneccimler düşüncelerini yaydılar.
Şaşırtıcı olan şey, bölgede durumun başka türlü olduğu
ve uzun süre boyunca başka türlü olacağıdır.
Mezopotamya
uygarlıklarının çok eskiliği üzerine Mezopotamya’nın bir İran bölgesi oluncaya
kadarki yazgısı üzerine Aşırı panteonları üzerine Kozmogonileri ve mitik
kahramanları üzerine Suçlusu kadın olan Günah’m onlarda ilk kez ortaya
çıkmasının nedenleri üzerine Metafizik kötülüğün keşfi ve günah çıkarma kurallarının
ortaya çıkışı üzerine Bütün dinleri kapsayan bir selametin ortaya çıkışı
üzerine Bu olguların nedenleri, sınırlı bir-topraktaki teokratik tiranlık ve
bireyin değersizliği üzerine.
Bugünkü Irak’ta, yaklaşık olarak Dicle ve Fırat
arasında yer alan Mezopotamya’nın ya da “iki nehir arasf’mn tarihsel imgesi,
birçok insan için, bu toprakların büyük bölümü gibi bataklıktır. Bani Lam’dan
kuzeydoğuya ve batıdaki Nasirya’dan Basra Körfezi’ne akan Şattülarap kanalıyla
yarılan güney ucuna kadar bu bölgeler, gerçekten de, XX. yüzyıl sonuna kadar
insanın talancı dehasına salta durdurtan geniş bataklıklardır. Yalnızca
kıyıdaki ilkel toplulukların tarada ve balam’ları -hançer ağzı gibi ve
saygınlık alameti gibi uzayan pruvalı ve planı yüzyıllardan beri değişmeyen,
deyim yerindeyse, gondola benzer oyma kayık türleribu bataklığı aşabilmiştir.
Birkaç ender istisna dışında Batılı oraya pek seyahat
etmedi ve modern İraklı da, bu XX. yüzyıl sonunda bölgeyi sarsan gülünç gürültü
patırtıya kadar, kredi kartıyla çalışan telefonların tamamen münasebetsiz
kaçtığı bu bölgeler karşısında bazı tereddütler hissediyordu. “Kültürel”
bilgiye gelince, kavramlar kısmen daha dayanıklıdır. Dün Mezopotamya, bugün
Irak; bölge, antikçağ haritacılarının hiçbir şey bilmediği ve Latince üç
sözcükle, Hic sunt leones, “orada aslanlar var,” yani “aldırmayın!” diye
tanımladıkları alanların yazgısını paylaşarak, dünyanın bilinçdışında kalır.
Bugün orada kendini tehlikeye atan yolcu, sazların dikine yerleştirildiği ve
tan vaktinin kan denizine çevirdiği bu düzlük yörelerde, Babil, Asur, Sümer
gibi parlak imparatorlukların yükseldiğine inanmakta güçlük çekecektir. Ve dahası,
Batı’nın tinsel yazgısının bu bölgede hazırlandığına inanmakta da güçlük
çekecektir. Çünkü anlaşılır ve parlak Yunan bile; bizi sonunda hummalı düşlerin
ve miyasmaların magması Doğu’nun bulanıkhğın-
MEZOPOTAMYA
dan kurtardığına inandığımız Yunan bile bu çırkef dolu
yörelerin etkisine maruz kalmıştır.
Yine de doğrudur; kuzevde As ur, güneyde Babil ülkesi
ve bunun kalbinde, kuzeyde Akad ve yine güneyde Sümer; bu yankılar uyandıran
imparatorluklar iki nehrin kudurgan çiğliğine adanmış bu bölgelerde önce
Doğu’nun, ardından da Batı’mn yazgısını değiştirdiler. IÖ 6300’e doğru orada
ilk dokumacılık mesleği ortaya çıktı ve yine orada, iki ya da üç yüzyıl sonra,
vahşi sığırlar evcilleştirildi ve insan süt içmeyi öğrendi. 3700’e doğru
Sümer’de ilk site-devletler kuruldu. Ardından birey ilk imza ile kendini
gösterdi: Mühür, bundan böyle, betik ustalarını niteler. 3400’de, tüm
zamanların en büyük keşfi kendini dayattı; tekerlektir bu. 3100’e doğru, insan
zekâsının en eşsiz ürünü, sözcükleri ve kapsadıkları bilginin ölümsüzleşmesini
sağlar: Sümer’de yazı doğar.1 Bronz çağı henüz sona ermemiştir ki, Gılgamış
Destam’nın üç bin satırı Ninova’da, Sennakherib ve Asurbanipal kraliyet
kütüphanelerinde bulunan oniki tablete kaydedilmiştir. Böylelikle, yaklaşık
dört bin yıl boyunca tüm insanlık, yani tozlu kütüphanelerdeki birkaç okumuş,
yalnızca dostu Enkidu’yu seven yarı-tanrı Babil kahramanı Gılgamış’m, kendisine
âşık olan tanrıça Iştar, yani Sabah Yıldızı’nın ısrarlarını reddettiğini
bilmektedir. Enkidu öldüğünde büyük Gılgamış’m acısı patlak verir:
“Enkidu, dostum, küçük kardeşim, çöl panteri,
Benimle birlikte aslanları öldüren dostum,
Benimle birlikte güçlüklere göğüs geren dostum,
Yazgısı
onu yakaladı;
1 Bizim bildiğimiz haliyle yazının keşfinin
birçok evrede gerçekleştiğini, en yakının Fenikeliler tarafından 1Ö II, bin
yıla doğru yapılmış olan alfabe taslağı olduğunu ve bunun, alfabenin'gerçek
yaratıcısı Yunanlılarca tamamlandığını burada hatırlamak uygun olur. V.E.
Puech, “Alfabenin Kökeni” -II. bin yılın lineer ve çivi yazısı alfabe belgeleriRevue
biblique, no 93, 1986, ve Françoise Briquet-Chatonnet, “Alfabenin Doğuşu,” L’Histoire, no 156, Haziran 1992.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
onun üzerinde altı gün altı gece ağladım...”
Ve
kahraman, Ölüler Okyanusu nehri üzerinde bizzat Ölüm’le karşılaşmaya karar
verir. O zaman, kutsal meyhaneci Siduri Sabitu onu, aklını başına toplamaya
yöneltmeye ve insan varlığının sınırlarını ona göstermeye çalışır. Boşunadır bu
çaba; Gılgamış, insan dayanıksızlığının bilinciyle geri döneceği Öte Dünya’ya
doğru yola çıkar.2 Ölüler Okyanustı’nun ötesinde, Mutluluk
Adası’nda, yerlerin efendisi UtanapişLim, Gılgamış’a kahramanca
ayrıcalıklarının tanrıların katışıksız bir bağışı olduğunu, ne bir fetih ne de
yeteneğin ödülü olduğunu öğretecektir. İlahi adaletsizlik birkaç dizede
anlatılır: Güçlüler güçlerini şansa borçludurlar ve diğerleri de
şanssızlıklarına.
Üstünlük bildiren sıfatlar Gılgamış Destanı’na hücum
etmiştir, özellikle çağdaş dönemde ve belki de haksız değillerdir: Başeğmez erkekliğin
bu kutlanması insanlığın tanıdığı ilk büyük şiirdir ve Homeros’un, insanın
yazgısına meydan okumasını tanımlamak için kıyaslanabilir vurgular bulduğu tek
şiirdir. Ölüm anlamına gelen Kötülüğün varlığı, bu destanda, umutsuzluğun
çarpıcı bir tanımını esinler. Fakat Mezopotamya’nın, daha o zamandan üstün
güçlerin oyuncağı olduğunu bildiği doğrudur, çünkü Gılgamış’a Utana piştim’in
anlatacağı, tanrıların deliliğinin unutulmaz göstergesi Tufan’ı görmüştür.
2000 yılı civarına denk düşen çiviyazısı metinlerde
anlatılan bu felaket, eski yerleşim tabakalarının üstünde arkeologlar
tarafından saptanan, sellerin bıraktığı balçıkların gösterdiği gibi gerçekten
olmuştur. Güvenilir tarihler yoktur.3 Dönemin topluluklarına göre,
ar-
2 The
Babylonian Gilgamesh Epie,
Oxford University Press, 1993, Andrew George yönetiminde basılmış,
yayımlanmamış bölümler içeren eser. Gılgamış Destanı’mn iki çeşitlemesi
vardır, Babil çeşitlemesi de denen eski çeşitlemesi ve Ninova çeşitlemesi.
Bölümlerin kimliği, sayısı ve değeri üzerine Jean Bottero’hun.L’Epop^e de
Gilgamesh, Gallimard, 1992 eserine
başvurulacaktır.
3 İlk Sümer Tufan
hikâyesi IÖ 2000’lere kadar uzanır. Bu tarihten önce de balçık ve kum yığınları
bulunmuştur ancak, diye aktarır Encydopaedifl. Britan-
MEZOPOTAMYA
dından hikâyeyi eskatolojik hedeflerle yeniden
düzenleyen IÖ VIII. ve VI. yüzyıl İbranilerine göre felaket evrenseldi, çünkü
Mezopotamya’nın çok büyük bölümünü etkilemiş gibidir. Buna, 1954’te meydana
geldiği gibi Dicle ve Fırat’ın istisnai taşmasının neden olduğu kolaylıkla
anlaşılır. Ancak su yüzüne çıkmış topraklar efsanede olduğu gibi asla sular
altında kalmaz.
Tufan ya da tufanlar Mezopotamya’da yaşayanlara,
tanrıların insan soyunun dostları olmalarının zorunlu olmadığını öğretmiştir.
Yine de çok eski bir dönemde4 Mezopotamya’ya girmiş Samilere göre,
tanrısal düşmanlık düşüncesi, özellikle Mezopotamyalıların tasarladığı
şekliyle hiç kuşkusuz, hoşgörülemezdi; bu nedenle İbraniler bunu, bir Akit
teolojisine -uzaktan daha katlanılır olan, ancak yine de kıskanç ve kinci bir
Tanrı imgesini silmeyen bir teolojidahil edecek şekilde yorumladılar. Bu
bölgelerde Tanrı asla Yunandaki Zeus gibi sevimli olmadı.
İran gibi Mezopotamya da her zaman işgal altında
gibidir. Ama gerçekte kimin işgali altında olduğu bilinmememektedir. Konu iro
nim (“Flood in Religion and Myth”) bunlar
katmanbilimsel olarak birbirlerine denk düşmezler, deprem sonrasından kalma
olabilirler. Ur’da, 3,7 ile 2,7 metre derinlikteki bir kil yığını 111.-IV. bin
yıla uzanıyor gibidir, oysa Kiş’te benzer bir yığın 0,30 metre derinliktedir ve
IÖ 2800’e uzanır. Ereç ve Şuruppak’ta yığın aynı döneme uzanır, fakat 1,55 ile
0,60 metreler arasında değişen derinliklerdedir, Ninova’da, 21,1 ile 21,3 metre
derinlikler arasında 13 yığma rastlanmıştır. Encydopaedia Britannica’nm aktardığı ve bugüne kadar genel kabul gören çözüme
göre, kuşkusuz iklim değişikliklerinin ardından, bir değil birden çok tufan
olmuştur. İçlerinden biri, büyük bir olasılıkla, öylesine şiddetli olmuştur ki
hayal güçlerini derinlemesine etkilemiştir.
Bölgede Sami varlığının ne zaman başladığı
bilinmemektedir; Sümerlerin varlığından önce gibi gözükmektedir (“Babylonia
and Assyria,” Encyclopnedia Britannica). Sırayla Doğu Anadolu’ya, Arabistan’a
ve hatta Mezopotamya’ya yerleştirilen Proto-Sami dillerin merkezinin nerede
bulunduğu hâlâ bilinmediğinden sorun çözülmeye hazır gözükmemektedir. Bilinmeyen
bu durumlar Georges Roux tarafından ustaca kaleme alınmıştır: La Mfeopotanıie Essai d’histûire politique, economique et
culturelîe (Le Seuil, 1985).
157
ŞEYTANIN GENEL TARIHI
niktir: Otomobil sürücüsü, Resmi Gazele
başyazarı ve köpeğini gezdiren kadın kadar, İyi hamur pişiren fırıncı ve
tekstil sanayicisi de atalarından hangisinin tekerleği ve yazıyı keşfettiğini,
buğday yetiştirdiğini, hayvan cinslerini evcilleştirdiğini ve giyinmek için
kenevir ve keten dokumayı icat ettiğini bilmez. S amerlerin kökenleri de bilinmemektedir;
tamamen karanlık bir geçmişten ortaya çıkarlar. En fazla Fırat’ın doğu
yakasından geldiklerini düşünebiliriz, çünkü efsanelerinde kayıp bir şehirden
söz ederler, Der in Ashunak; bu şehir gerçekten de var olmuştur, çünkü Bağdat’ın
kuzeydoğusuna kırk kilometre kadar mesafedeki bugünkü Asmar yakınlarında
izleri bulunmuştur.
Dillerinden de daha fazla bir şey öğrenilememektedir:
Hİnt-Avrupa değildir ve bu, hâlâ bir tartışma konusudur? Bu karanlık noktalar
kuşkusuz can sıkıcıdır, çünkü Mezopotamya inançlarının ve tekniklerinin
gerisine doğru adım adım gitmek eğitici olurdu; belki ilerdeki keşifler bunu
sağlayacaktır.
Bu sayfaların konusu Mezopotamya tarihini yeniden
okumak değildir. Zaten bu tarih şaşırtıcı biçimde karmaşıktır. Kısa bir genel
bakış bu tarihin ana hatlarını kısmen belirtecektir. Ur krallarından Mezopotamya’yı
bir eyalete indirgeyen İran hakimiyetine kadar hanedanlar birbirini izlerken
sınırlar da değişti. Sümer hanedanının ardından, gerçekten de, bir Sami
hanedanı olan Akadlar geldi; ardından Akad imparatorluğunun yıkılmasından sonra
Guti hanedanı egemen oldu,
5
Jean Boltero, Misopotanüe L’ecıitııre, la
raison, les dieux,
Gallimard, 1987. Bilinen ilk yazı “bilinen tüm diğer dillerden ya da dilbilimsel
ailelerden ... tecrit edilmiş (bir dildeydi] ve Tibet dili Fransızcadan ne
kadar farklıysa Akad dilinden de o kadar farklıydı." Asurbilimi
folklorunda iki saygın akademisyenin enstitü koridorlarında şemsiyelerle kavga
etmeye vardıklarını Bottero nakleder... Üniversite dışı dünyada oldukça yaygın
olan bazı yanılsamalara rağmen Yakın ve Ona Doğu’nun antik dillerini hâlâ
dikenli bir alandır. Çevriyazı ve Dilbilgisi Akademisi’nin, Enstitü’nün üyesi
Emmanuel Laroche’un tebliği buna tanıktır: “Küçük Asya’da Diller ve
Uygarlıklar," s. 407-412, Annutrire du Collöge de France, 74. Yıl, 1974.
MEZOPOTAMYA
ardından III, Ur hanedanı denen yine bir Sümer hanedanı
geldi; sonra krallık yeniden ikiye bölündü, Ur imparatorluğu çöktüğünden Sami
kralları Babil ülkesine, Asurlular Asur’a yerleştiler. Babilli Hammurabi
imparatorluğu birleştirdi; ardından hanedanı yok oldu ve Asur ve Babil
düşmanlığı yeniden başladı. Kimi zaman biri büyüdü, kimi zaman diğeri, her
biri komşusunun gölgesini taşıdı, Medler Asur’u fethettiklerinde Asur hanedanı
nihayet zafer kazanmış gözüktü. Eski imparatorluk, Medler ve bir Kaide
hanedanı arasında parçalandı ve Incil’deki Nebukadretzar adıyla daha iyi
tanınan II. Nabu-kudurri-usur bu hanedanın en ünlü temsilcisi olacaktır. Babil,
bir Pers eyaletinden başka bir şey değildir ve ÎÖ 330’da İskender oraya
girdiğinde Babil’de, bir yüzyıl önce Herodotos tarafından anlatılmış büyük
ziguratın harabelerinden başka bir şey bulamadı. Kıyamet bedduaları gerçekleşmişti,
fakat dört yüzyıl önceki "Büyük Babil, dünyanın tüm fahişelerinin ve
çirkinliklerinin koruyucusu,” Tanrı halkının kanıyla sarhoş Babil artık çölden
başka bir şey değildir.
Kıyamet yaratıcısının öfkesi bugün şaşırtıcıdır, çünkü
Musa, Hıristiyanlık tarafından yeniden ele alınan On Emir’in esinini Babil’de,
Hammurabi yasalarında bulunur. I. yüzyılda, yani Yuhanna’nın kinci ve kehanet
içeren şiirini yazdığı dönemde Babil, bir hayaletten başka bir şey değildi ve
bu kadar alçakça davranışı kuşkusuz hak etmiyordu. Ancak Yahudiler ebediyen
hatırlarlar ki, IÖ 598’de Nabükodonosor, Kudüs kuşatmasını zaferle
gerçekleştirdi ve Yahuda kralı Yekoyakim’i Babil’e tutsak götürdü, onun tahtına
kukla Sedekias’ı geçirdi. Yine hatırlarlar ki 587’de Sedekias da isyan etti ve
Babilliler geri geldiler ve bu kez çok daha fazla sayıda Yahudiyi savaş esiri
olarak Babil’e götürdüler. Bunu hatırlıyorlardı çünkü iki tutsaklık Yahuda
krallığının sonunu getirmişti. Canlı hatıra! Yahudiler bu dönemden sonra
Akdinhâlâ yürürlükte olup olmadığım ve Tanrının kendi halkını hâlâ hatırlayıp
hatırlamadığını kendilerine sormaya başladılar.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Ancak Bahirin Yahudi lanetini kışkırtacak
özelliklerinin olduğu doğrudur: Birçok tanrıya tapılıyor olması iğrenç bir
suçtur. Hangi tanrılar? Bîr Mezopotamya uzmanı olan Georges Roux, “Mezopotamya
tanrılarının ‘rasyonel’ bir sınıflandırılması pratik olarak olanaksızdır,
çünkü bizim mantığımız eskilerinkiyle aynı değildir,” der. Dahası bu yazar, bu
tanrılar arasında “zaten oldukça belirsiz olan katman türleri”6
ayırt etmeye rıza gösterir. Panteonu yöneten belli başlı tanrılar şunlardı:
Öncelikle Gökyüzü nün efendisi ve diğer tanrıların babası Anu; ana tanrıça
olmasına karşın bekâr olan Nintud; göksel bakire Innina; yeryüzü tanrısı Enlil
ve eşi Ninlil; Sümercede Enki denen su tanrısı E a ve eşi Damkina; yani üç çift
ve bir anlamda bir yönetici. Yine de bu tanrıların adları, sıfatları ve
tercihli tapınma yerleri ve hatta kimlikleri değişkendir. Nintud’un kırkbir
kadar değişik adı vardır: Belit ilam ya da “tanrıların anası;” aynı
zamanda Makh, Ninhursag ya da “dağ kraliçesi” adıyla da anılır; bu Sümerler
için “yeryüzü kraliçesi,” Babilliler içinse “ölüler ülkesi kraliçesi”
demektir. Ancak Artını ya da “hamilelik tanrıçası," daha basit olarak ise
Mama da denir ona; dişil bir yaratılış ilkesinin antik örneği olan Mama,
anaerkil bir toplumun yansısı olan bir anlayışın sonucu olarak erkeği kilden
yaratmıştır/ Aslında bütün bunlar Mezopotamya hükümdarlıklarını,
uygarlıklarım,, dillerini ve dinlerini kat edecek yedi tanrı, daha doğrusu yedi
tanrı arketipidir.
“Tanrıların sayısı zamanla kayda değer bir şekilde
azaldı,” diye yazar Bottero. “Yaratılış Destanı, IÖ 1200 yılına doğru ‘altı
yüz’den fazla tanrı saymaz.”8
Bir tek Şeytana bile rastlanmaz. Enki, yani yeryüzünün
yüzeyin-
Roux, La Mtsopotamie.
7 Bottero, Mdsopotamie L’ecriture, la raisoıı, les dieux.
8 Manfred Lurker, Lexikon
der Götter and Damonem
Alfred Kramer Verlag, Münih, 1984.
MEZOPOTAMYA
den cehenneme kadar uzanan dünya olan “Ki Efendisi,”
anlaşıldığı anlamıyla cehennemi değildir. Çünkü o aynı zamanda su tanrısıdır
ve Mezopotamy ahlar için Yeryüzünün Donuk suyunun tanrısıdır.
Tıpkı Antik dinlerde olduğu gibi tanrıların kimlikleri
birbirine karışmış ya da üst üste binmişti: Örneğin Nintud ve Innina aynı öznitelikleri
paylaşıyord u; insanlık günah işlediğinde ve tanrılar insanlığı kötü muameleyle
tehdit ettiğinde bu iki tanrıça aracılıkları yoluyla onları cezadan
kurtarıyorlardı. Günah kavramı bile şimdiden bağışlamayı içeriyordu. Ve
yeryüzü yaşamında olduğu gibi bağışlama kadınların işiydi. Ezeli olarak suçlu
bir İnsanlığı kurtarmak için aracılık eden tanrıçalarımızın işleri'zordur.
O halde hangi tanrının nezdinde aracılık ederler?
Marduk; başlangıçta Sümer tanrısı Amar-Utuk, yani “Güneş-Tanrı’nın Kalçası,”
İbranilerin Merodach’ı, Babil’şehrinin ve ardından tüm Babil imparatorluğunun
vasisi olan ve Yargı ve İlkbahar Işığı tanrısı da olan Marduk, simgeleri bizim
Jüpiter dediğimiz yıldızve ejderha-yılan Mussussu’dur. Çünkü, fetihler ve
tutsaklıklar boyunca tanrılar bir ülkeden diğerine geçerler ve bunu yaparken,
bazı özniteliklerini bırakıp başkalarını kazanarak bir dinden diğerine
geçerler.9
Tanrıların ve adlarının çokluğuna rağmen Mezopotamya
dinlerinin kaosta olması eksik olmuyordu. Ve barbar adlar taşıyan kaçık
kahramanlarla dolu mitler dizisine indirgendikçe çok daha fazla kaos oluyordu.
Çünkü, Mezopotamyalıların epik soluğu, Eski Ahit’teki Yaratılış’ın bir “taşaron
haftası” görünümü aldığı bir genişliktedir. Daha sonraki çeşitlemeleri bile
çarpıcıdır. Marduk doğduğunda, yüce Evren tanrısı Anu’nun torunu ve evrende
düzeni inşa etmesi gereken kahramanın -Gılgamış, Herkül ya da Isaprototipidir.
Anu, tahtını kaybettiğini hissederek öfkelenir. Böylece, dört rüzgârla dişi
deniz ej-
9 Marduk’un Babil’de bu yükselişi Ereç, Nippur, Larsa, Er, Kiş gibi
Sümer sitelerindeki diğer teolojik merkezler tarafından kabul görmemiştir,
ŞEYTANÎN GENEL TARİHİ
derhası, tüm yaşamın yaratıcısı ve cehennem ırmağının
tanrıçası Tiamat’ı bu isyankâra karşı kışkırtır:
“Karşı konulmaz silahlar yaptı, dev-yılanlar doğurdu
Sivri dişli, acımasız çeneli; .
kan yerine vücutlarını zehirle doldurdu,
öfkeli ejderhalara korku giydirdi,
Onları ihtişamla taçladı ve onları tanrılara eş kıldı;
Kim görse onları korkudan düşüp kalır!
En ön safta, geri çekilmekten sakınırlar!
Yedi Başlı Yılan Bashma’yı, Kızıl Ejderhayı ve
Lahamu’yu o yarattı,
Dev aslanları, ateş püskürten köpekleri ve akrepdnsam,
Fırtınaların kötü yürekli iblislerim, bahk-insam ve Kusarikku’yu.”
Çünkü, Sümerler ya da dengi Samiler, Mezopotamyalılar
kendi tanrılarını bir korku imgesi haline getiriyorlardı, hiç kuşkusuz bütün
dinlerin en ürküncüdür bu. Yahudi tanrısı, ne epik Babil soluğunun etkisinden
ne de onu işitenlerde yarattığı kutsal korkudan kaçabildi. Yahudi tanrısının
kendi On Emir’i haline getirdiği Hammurabi Yasalarımdan başka, kitaplarının
ilki olan Yaratılış’ta Her Şeyin başlangıç hikâyesini de, Yaratılış, yani kaosa
karşı mücadele şiiri olan Enuma Eliş’teki haliyle aldı. Aşağıdaki
karşılaştırmayı Bernard Teyssedre’den alıyorum:10
Enuma Eliş I,
1-16
Yukarda Gökyüzü yokken, aşağıda Yeryüzü
adlandırılmamışken, tanrıların doğacağı esas Apsu, doğurgan-Mummu ve onların
hepsini doğuracak olan Tiamat, bütün sularını tek bir suda
birleştiriyorlardı...
10Bernard TeyssMre, Naissaııce du Diable, Albin Michel, 1985. Teyssâdre, "EskiEski”
Ahitlerle Babil litürjiierinin metinleri arasındaki anlamlı karşılaştırmayı
daha öteye götürür.
MEZOPOTAMYA
Yaratılış I,
1-2
Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı. Ve yer
ıssız ve boştu; ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı; ve Tanrı’nın Ruhu
suların yüzü üzerinde hareket ediyordu...
XX. yüzyılda iyi bilinmeyen bu tanrıları küçümsemek
oldukça yanlış olur, çünkü insanlık tarihinde ilk kez Mezopotamya’da tanrılar
insanlara hizmet edecektir; ne Okyanusya’da, ne Hint’te, ne Çin’de, ne Mısır’da
asla böyle hizmet etmemişlerdir. Ancak bu bölgenin çalkantılı tarihi boyunca
bu tanrıların izlerini takip etmek güçtür. Bir tanrının herhangi bir devlet ya
da site tarafından benimsenmesi kuşkusuz beraberinde ad, kimi zaman da cinsiyet
değişiklikleri getirir. Yukarda belirtilen çoğul kimliklerden başka,
gelecekteki Astarte, ardından Afrodit olacak olan îştar’ın başlangıçta niçin
erkek bir tanrı olduğunu; Venüs gezegeni tanrısı Arap Açtar’m Arabistan’dan
Mezopotamya’ya geçerken niçin dişi olduğunu kimse bilmemektedir. Sapkın eşdeğerlikleri
de akılda tutmak gerekir, örneğin Sami Güneş Tanrısı Şamaş Sümerlerin
Utu’sundan başka bir şey değildir, bizim tarafımızdan zararsız Babbar adıyla da
bilinir.11 Dahası, Sümer, Samı, Babil ve Asur dinleri arasındaki
karşılaşmalardan doğan zorunlu bagdaştırmacılıklar, günümüzde, Mezopotamya’nın
yaklaşık dört bin tanrısının kimliklerini deşifre etmek için bir bilgisayar
gerektirir. Örneğin savaş tanrısı Ninurta eski Ninib’den başkası değildir, ama
ateş tanrısı Nusku ile birleşir. Babil’in Marduk’u Borsippa’nm Nabu’suyla
aynıdır ve su ve ateş karşıtlıkları sevinçle uçuşurlar, çünkü ateş tanrısı
Gibil, Nusku’nun diğer adı, su tanrısı Enki’den ayrılamaz, aynı şekilde Marduk
ve Nabu’dan da...
Mezopotamya panteonlarının akrabalık, yakınlık ve
özdeşliklerini
11 E, Cassin, La
Splendear divine Introduction d lYtude de la mçntalite babylonien-, ne, 1968.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
tanımlamaya tüm bir almanak yetmez. Örneğin Innina’mn
bir kız kardeşi vardır, Ereşkigal; cehennemlerde hüküm sürer, ancak cehennemler
Nintud’un da alanıdır; bu da înnina ve Nintud’u kardeş yapar. Mezopotamya
teologlarının altı yüz tanrıdan -Igigi’leroluşan ve göksel oldukları için
yüksek ve üç yüz tanrıdan oluşan -Annunaki’lerdünyevi ve cehennemi
olduklarından aşağı bir panteon oluşturdukları ve Babil ve Asur dinlerinin
yaklaşık dört bin tanrıdan ibaret olduğu bilindiğinde teologların tam gün
çalıştıkları seve seve kabul edilir.
Yeri belli olmayan Keş
şehrinde, aynı zamanda kuzeydeki büyük şehir Kiş’te (Keş olmadığı
sanılmaktadır) Nintud’a tapıldığı öğrenildi; ğinde yorumların karmaşıklığı daha
da artar. Anu ve Innina’nın tapınakları Ereç’te, Enlil ve Nihlil’inki
Nippur’da, Ea ve Damkina’mnki ise Erid’u’da, Fırat’ın ağzındadır. \
Bununla birlikte iki büyük mit bu teolojik mozaiğe
egemen gö; zükmektedir; bunun içinde her ilke kendi karşıtına bağlıdır, tıpkı
yukarda belirtilen su ve ateş bağının gösterdiği gibi. Birincisi, yukarı :
dünyadan bir tanrının, yaz ve sıcaklık yöneticisi Nergaîin, aşağı düni yadan
bir tanrıçayla, cehennemlerin tanrıçası, yani ölüler ve soğuk j kraliçesi
Ereşkigal ile evliliğidir; tabii eğer burada sıcakla soğuğun < birliğini
daima tanımlayan Afrika mitolojilerine başvurmaya izin vej rilirse. Bu elbette
gürültüsüz bir evlilik değildir, hafif meşrep bir ; sahne ise hiç değildir:
Tanrıların emri üzerine yeraltı dünyasına inmiş Nergal’m bir ziyaretini izler,
bir şekilde kızdırdığı Ereşkigal’dan ; özür dilemeye gelmiştir, ama
sonunda cehennemi bedeninin güzelliğiyle baştan çıkarak kendini onunla,
“erkeklerin ve kadınların yaptıkları şeyi” yapma arzusüna kaptırır. Kuşkusuz
bu işte iyidir,, çünkü, o gittikten sonra baştan çıkarıcı Ereşkigal iki gözü
iki çeşme ağlar:
"Nergal, zevklerimin sevgilisi!
Onunla birlikte zevk alacak kadar yeterince boş zamanım
olmadı!”
MEZOPOTAMYA
Bu madrigal tonunun “Nergal ve Ereşkigal” şiiri boyunca
egemen olması, çapkınlık tonunu ilk kullananın XVII. yüzyıl Fransızcası olmadığını
gösterir. Aşktan deliye dönen Ereşkigal, Nergal’i yakalamak ve tekrar
kucaklayabilmek için cehenneme getirmek üzere tanrılara bîr haberci -Namtar’ıgönderir.
“Git, Namtar, Anu, Enlil ve Ea ile konuşmalısın!
Anıt, Enlil ve Ea’nın kapısına sür yüzünü,
De ki onlara, çocukluğumdan beri ben,
Diğer kızların tanıdığı zevki tatmadım,
Çocukların oyununu bilmedim.
Bana gönderdiğiniz ve beni hamile bırakan tanrı, yemden
yatsın benimle!
Geri gelsin bu tanrı ve geceyi geçirsin benimle
sevgilim olarak!”
Otuz yüzyıl sonra Richard Strauss’un kadın
kahramanlarına yaraşır bu şaşırtıcı, ateşli aşk söylevi, gözyaşı döken yaşlı
bir kızın değil, kinci bir gücün söylevidir. Çünkü haberci Namtar şu mesajla da
görevlidir: Eğer Nergal, Ereşkigal’in yatağına girmeye gelmezse:
“Ölüleri dirilteceğim ve canlıları kemirecekler,
Yeryüzünde ölüleri canlılardan kalabalık kılacağım!”
G ılgamış Destanı’nda, güzel Gılgamış kurlarına
direndiğinde bir başka çılgın âşığın, Iştar’ın savurduğu aynı korkunç
tehdittir. Gılgamış direndi, ama Nergal büyük öfkenin isteklerine boyun eğmek
zorundadır. Bu yüzden Gökyüzü’nden Cehennem’e götüren merdivenden iner;
görünüşte çok kötü bir ruh hali içindedir, Yedi Kapı’nın bekçilerini birbiri
ardına yener, taht salonuna erişir, Ereşkigal’i görüverir, kahkahadan kırılır
ve onu saçlarından yakaladığı gibi tahttan aşağı atar ve sürükler, o sırada
Ereşkigal ağlamakta ve evlenmek için yalvarmaktadır.
“Benim eşim olabilirsin, ben de senin eşin,
ŞEYTANIN GENEL TARIHI
Sana bırakacağım '
Büyük toprakların
krallığım! Eline vereceğim >
Bilgelik tabletlerini! Efendi olabilirsin,
Ben de Efendi!”'2
Nihayet Nergal tükenir, karanlık âşığını kucaklar ve
tahtını onunla paylaşmayı kabul eder. Oysa Richard Wagner’in pek sevdiği büyük
mitlerle şaşırtıcı bir yakınlık gösteren bu şiddetli aşk hikâyesi bir
simgecilik taşır ve bunları çözmek için terimleri zorlamaya pek gerek yoktur:
Canlılar dünyası ölüler i nkine sıkı sıkıya bağlıdır ve Cehen-, nem’in gücü
gökyüzününkinden daha büyüktür. Çürüme, canlı maddenin kalbinde bulunur. Ölüm
ve Kötülük, Ereşkigal’in dişiliğiyle temsil edilmiştir. İlk Günah kavramı
burada rüşeym halinde mevcuttur; tümü de ataerkil sistemlerden türeyen vahiyli
dinlerin temelinde; ki kadın düşmanlığı gibi cinsellik Günah’m
taşıyıcısıdır ve Ereşkigal, ; ilk büyük baştan çıkarıcı, daha o zamandan hem
Havva’nın atasıdır ; hem de Adem’in ilk gerçek karısı olan.Lilith’in atasıdır. j
Gerçekten de, Mezopotamya dininin temeli Günah ve
Varlığa içkin | Kötülük kavramına dayanıyor olmasıdır. I
Anlamlı ikinci mit, insanın yaratılış mitidir: İnsan
eski bir tanrı1 nın, Kingu’nun kanından doğmuştur; Kİngu başcin olmuş ve
evrende 1 düzensizlik tohumları ektiği için Marduk’un emriyle ölüme mahkûm I
edilmiştir. Oysa Kingu ikilik taşımayan bir cindir: Kötüdür; salt kötüdür,
tıpkı bizim Şeytan’ımız gibi; ondan hiçbir yardım dilenilemez, : örneğin
Mısır mitolojisinde Ra’nın Katlanılmaz Seth’den aldığı türden | bir yardım
dilenilemez. Bu, Kingu’nun oğlu insanın temelde kötü ve j şeytansı olduğu
anlamına gelir; Kötülük onun tenindedir.13
i2Lurker, a.g.e. ve “Babylonian and Assyrian religion,” Encyclopaedia
Britannica. 'ı
13 !
Aktaran Hennetla McCall, Mesopotmniaıı Myths, Brîtish Museum Publications, Londra, 1990. Buradaki
Amarna versiyonudur, çünkü Mısır’da, Teli al■■
166 1
. MEZOPOTAMYA
i
Şiir ve mizah, dünyanın
ve insan doğasının bu olumsuz görüntüsünü saklamayı tam anlamıyla başaramasa
da, ikisi de Mezopotamya kültürlerinde fazlasıyla bulunurlar. Birincisi,
Yaratılış anlatısından beri mevcuttur, metinleri, -ne ironi!Asurbanipal’m
sarayının harai belerinde
bulunmuştur. Demiurgos, Güneş ve Babil tanrısı Marduk
! orada dişi bir ejderhayla karşı karşıya gelir; Tiamat’la Tiamat’m
Her
i. Şey’in de anası, tuzlu su tanrıçası ve tatlı
su tanrısı Apsu’nun eşi ol-
1 duğunu belirtmek ilginçtir. Tiamat ve Apsu, gerçekten
de, tanrılar
İ doğurmuşlardır ve bunların gençliği gürültü patırtı içinde
geçmiştir;
Apsu, eşine şikâyet ediyordu: “Davranışları katlanılır
gibi değil. Ne j gündüz dinlenebiliyorum ne de gece uyuyabiliyorum. Bu
gürültüye ; son vermek için onları yok etmek istiyorum ki sonunda sükunet egeJ
men olsun da uyuyabilelim!”14
Bunun ardından, hem
burjuva hem de canice, şaşırtıcı bir tartışma gelir: Bir cumartesi akşamı
çocuklarının hırgüründen sinirleri bozulan banliyödeki aileler gibi, çabuk
öfkelenen Apsu’nun talep ettiği ço1 cuk
öldürmeyi tartışırlar. Bu durum tanrıların kulağına çalınır.
1 Tiamat’la boğaz boğaza gelmek ve göksel güçlerin
davasını savunmak
; için seçilmiş Marduk,
savaş arabasıyla yola çıkar.' Cadaloz kadının İ oniki müttefiki onun geldiğini
görünce kaçarlar. Marduk, düşmanı ; dişi ejderhayı ışıktan bir ağla yakalar,
ağzından fırtına saçar ve oklaî rıyla
onu deler. Cadaloz öldüğünde bedenini uzunlamasına parçalara
: böler ve benekli sırtını yukarıya doğru fırlatır böylece
gökkubbeyi
yaratır. Sonra, karnını aşağıya doğru fırlatır ve
yeryüzüyle okyanus; lan yaratır. Annesi Tiamat tarafından yardımına gelsin diye
gönderilen Kingu bu devlere yaraşır bir kavga sırasında Marduk tarafından
14 Garelli ve Leibovici çevirilerinden uyarlanma: La
Naissance du monde selon Akkad. Aktaran Eliade.
ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ
öldürülecektir.
Ana katilliğine dayanan bu kanlı kozmogonide, erkek
kahramanlığı dehşeti gerektiği kadar gizleyemez ve simge meraklıları erkek
ilkede dişi ilke arasındaki, dişinin ölümüyle sonuçlanan bu düellonun anlamını
çözmekle, kuşkusuz, uğraşacaklardır. Kötülük, söylediğimiz gibi, Kadındır. Eğer
isterseniz, erkeğin içsel yazgısının “Ödipyen” yorumlarının dayanıksızlığını
ölçebilirsiniz.15
Mizah duygusu, çirkin insanların yaratılış hikâyesinin
bulunduğu bir başka kozmogonide de kendini gösterir. Burada, soğuk su tanrısı
Enki -yukarda gördüğümüz gibi Marduk’un babası olacaktırderin sular tanrıçası,
annesi Nammu tarafından uyandırılır. Naramu tanrılara dayatılan zahmetli
çalışmadan şikâyetçi olur. Bunun üzerine Enki, onların yerine çalışacak
kuklalar yaratmalarını önerir. Öncelikle, der, yeryüzü ile derin sular
arasındaki ara bölgeden getirilmiş kil gerekiyordu. Nammu’nun bedeninden
çıkarılması gereken bu kil, kuklaların kalbini yapmaya yarayacaktır. Sekiz
tanrı daha göreve katkıda bulunurlar ve insan soyu böyle yaratılır.
İş burada bitmez. Enki, başarısını kutlamak için bir
şölen düzenler. Şölende çok bira içilir. Enkfnih karısı Ninmah çakırkeyf
olur.' Yaratılışın başarılması onu hiç kuşkusuz kuşkucu kılmıştır, ki Enki’ye
şöyle der: “İnsan bedeni neye değer? Ben rahat rahat yaparım onu! ” Bu sarhoş
meydan okumasını, "Yapın o halde, sizin yaratacağınız her insan varlığına
bir yer bulacağıma söz veririm," diye yanıtlar kocası. Ninmah, işe
koyularak bir hadım, bir kısır kadın ve dört sakat yaratır. Enki onlara toplumda
rol verir. Hadımı bir memur, kısır
15Freudcü “Oidipus kompleksi,” Freudcûlara göre “kurucu”
kompleks teorilerini bu parlak yalanlama konusunda ve ilave olarak,
psikanalizin bugüne kadar antropolojinin ve dinler tarihinin katkılarından pek
yararlanmışa benzemediğini belirtmek belki yararlı olur. Böylece, Malinowski
tarafından bu teorinin geçersiz kılınması, ünlü "kompleks” yanlılannca
hâlâ geniş ölçüde -ve kasıtlı olarakbilmezlikten gelinmektedir.
1.68
MEZOPOTAMYA
kadım nikâhsız yaşayan bir eş yapar; sakatları ne
yaptığı bilinmemektedir. Sonra oyuna dahil olup, bir kaynağa göre, “rolleri
değiştirerek devam etmesi için Ninmah’a meydan okur. En tuhafı o yaratacak ve
bu yaratıkların yerlerini de Ninmah bulacaktır. Ninmah meydan okumayı kabul
eder. Enki, önce, ‘doğalı çok olmuş’ bir adam yaratır, bu ilk yaşlıdır. Adam
Ninmah’m. karşısına çıkar. Ninmah adama bir parça ekmek sunar, ancak yaşlı
adamın ne dişleri vardır ne de ekmeği tutacak gücü. Ninmah bu zavallıya ne
yapacağını bilemez. Adamakıllı sarhoş olan Enki, zaferini tamamlamak için, her.
biri birbirinden biçimsiz ve musibet beş erkek ve kadın daha yaratarak
tanrısal eşinin elindekini avucundakini alır. Ninmah onlara hiçbir iş bulamaz.
Gece gürültü patırtı içinde son bulur.”16
Burada, Mezopotamyalılarm, tanrıları karşısında,
Yunanlılardan ve Keklerden daha saygılı olmadıklarına inanılabilir. Ancak
benzerlik yalnızca yüzeyseldir. Ciddiyetle başlamış Yaratılış’ın bir içki
âlemiyle şiddetlenmiş acımasız bir toplumsal oyunla tamamlandığı bu hikâyede
tanrıların acımasız güçler olarak gösterildiğini görmek gerekir. Kötülüğün
ürünü olmadıkları zaman insanlar yalnızca tanrılara ev işlerinde hizmet etmek
için yaratılmışlardır.
Asurlunun kendi kölelik duygusundan oluştuğunu söylemek
gerekir; imparatorlara özgü olan güçlü olmak hariç. Aşağıdaki bölüm bunun
kanıtıdır. Efendiyle kölesi arasındaki bu diyalog Moliere’in (ya da Brecht’in)
habercisi gibidir ve Karamsarın Diyalogu adını taşır:
- Hizmetçi, itaat
et bana!
- Evet, efendim,
evet!
-Evet, sev, efendim, sev. Bir kadım seven bir erkek
acıyı ve sıkıntıyı unu-, tur.
16Alexander Eliot, Mircea Eliade, Joseph Campbell, Detlef I. Lauf, L'Uııivers
fantastique des
nvythes, Presses de la Connaissance, Paris, 1976.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
- Hayır, hizmetçi,
kadm sevmeyeceğim.
- Sevme, efendim,
sevme. Kadm bir tuzak, keskin bir kılıç, sicimdir yani! Bir erkeğin boynunu
uçurur.”'7
Bu metinlerde, özgürlüğü en yüksek şey olarak belirtmiş
Helen dini ve kültürünün en küçük bir yansıması bile bulunmaz. Sümer, dinsel
özgürlüğü asla dikkate almamıştır; özgürlük zaten Yunanlılara özgü bir
keşiftir. Litürjileri sadece Yahudi ve Hıristiyan usûllerinin habercisi olmakla
kalmayıp Bizans kökenli ayinlerde rastlanan türden Doğu’nun varoluş
sıkıntısının en karanlık tezahürlerinin de habercisidir. Bunlar tanrılara,
özellikle Enlil’e yönelik bitmez tükenmez “monodik” kutlamalar olan, flüt
eşliğindeki ve bitkinlik şarkılarıyla -Jıishubskesintiye uğrayan
ershemma’lardır. Tanrıların giyimine, beslenmesine, evliliklerine (“baş başa
bırakmak için 'zifaf odalan’na götürülmeden önce süsleyip püsledikleri
heykeller aracılığıyla” yapılır18) ve tapınmalarına eşlik
ediyorlardı.
Son Ur hanedanı ve Larsa ve İsin kralları dönemindeki
Büyük Sümer yenilenmesinin klasik dönem din adamları, ershemma’lann ve
kishub’lann düzenlenmesinin “en iç karartıcı ve istiğfarla ilgili” büyük
teolojik temaları sergilemeye yaradığı karmaşık ayinler derlemişlerdir.19
Her litürji, hitap ettiği tanrının “Öfke Sözü” ilahisinden ibaretti. Burada bizim
Dies irae’mizin kökeni kolayca görülür. Katolik litanilerin kökeni de
buradadır: Çünkü bu litürjilerde, tanrıların adlarını sayan uzun yakarıları bir
cenaze nakaratı izler. Bu yürek parçalayıcı seremoniler Katolik kutsal
Cumasında olduğu gibi istiğfar yakarısıyla noktalanır.20 Dahası,
"inanılmaz sayıda olumlu ve özellikle olum-
17"Babylonian and Assyrian Religion,” Ene. Britaıı.; S.
Langdon, Babylonian Peııitential Psaims, Paris, 1913; Sumerinn Liturgies
and Psaims,
Philadelphia, 1919, 18 n
19“Babylonian and Assyrian Religion,” Encydopaedia Britannica, 1962.
20 A
MEZOPOTAMYA
suz talimatlar [vardır]... Ant içmek için kaldırılan el
yıkanmış olmak zorundadır, çapa sallarken kutsal bir ad ağza alınamaz; ne
pişmemiş kil bir kupadan içilebilir; ne stepten çalı çırpı ne de kamışlıktan kamış
koparılabilir...”21
İşte daha şimdiden kısmen Bizans’tayız; çünkü litürjik
takvim modeli çoktan çizilmiştir, tamdır, uyarlanmaya hazırdır: Her ay uygun
litürjileri, rahipler tarafından bazı günlerde söylenen düzenli ayinleri ya da
gala’ları içerir. Litûrjiler kötü kehanetleri savmaya yöneliktir; ritüeller
herhangi bir vesileyle kutlanacakları yerleri belirtirler. Ökümenizm de
[Evrensel kilise anlayışı, çn] mevcuttur, çünkü, dinler tarihinde ilk kez, insanlığın
bütününü tehdit eden felaketleri uzaklaştırmak ve tanrıların gazabını
savmak için ayinlerin ortaya çıktığı görülür. Ancak, Encyclopaedia
Britannica, “bu müzikli ayinlerde büyülü anlamda hiçbir apotropaik şey
yoktur,’’22 der, yani bunlar, uğursuz karakteri temeldeki umutsuz
üslubu bağışlatan büyülü bela savmalar değildir: “Bunlar, tanrıların şerefine
söylenen -arada, yaşamın iğrenç sefilliğini anlatan insan ıstıraplarının
karamsar betimlemeleriyle kesilenkuru ilahilerdir.” Dev tapmaklarda, bitip
tükenmez ıstırap ayinlerini aşırı titiz bir maharetle yerine getiren karanlık
bakışlı ve kara sakallı rahipler kortejinin ilerlediği kolaylıkla, fakat geriye
dönük bir acıyla hayal edilebilir.
Kamusal ibadetlerin yetmediği yerde, Sümer dini, özel
olarak söylenecek bir pişmanlık duaları toplamı öngördü: Sümer dininin köklerine
uzanan ve derin izler bırakacak olan diğer bir yenilik olan özel istiğfar
mezmurlan. Fakat bir başka uygunluk daha vardır: Sonraki bir icat olan, bir
rahiple birlikte söylenen övgü, günah çıkarma ve şefaat mezmurlan.
Günah çıkarma töreninin de ilk kez ortaya çıktığı görülür. Bu metinlerin
tabletlerini bulan arkeologların, Sümer dili
21Bottero,
a.g.e.
22
A.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
geçerliliğini yitirmişken bile litürjinin her zaman,
tıpkı Roma Katolik kilisesindeki litürjilerin Latince söylenmesi gibi, Sümer
dilinde söylendiğini keşfettiklerinde düştükleri şaşkınlık hayal edilebilir.
Kıyamet yaratıcılarının Babil karşısındaki öfkelerinin
nedeni bir kez daha sorulabilir: Ünlü “fahişeler anası” bizim ölü ayini
törenlerimizin sevimli opera türevleri olarak görüleceği bir yerdi. Dünyada
hiçbir şey Sümer dini kadar korkunç değildir ve burada ileri sürüyorum ki
umutsuzluk, yazıyla aynı zamanda ve aynı yerde, Sümer’de doğmuştur.
Fakat, Sümer dininin vahiyli dinlerle ve özellikle
Yahudilik ve Hıristiyanlıkla çarpıcı benzerliğini sorgulamak daha yerinde
gözüküyor. Bu dinlerin teolojilerine kadar uzanan bu Günah anlayışının kökenlerinin
ne oldukları sorgulanabilir. Ve, ana hatları İran’da çizilen Şeytan’m
yaratılışının daha kesin biçimde ifade edilen temel şeması burada
bulunacaktır.
Teolojik olarak, Sümerler ve Sam iler başlarına gelen
felaketlerin büyük kısmının iblislerin suçu olduğunu kabulediyorlardı. “Iblisbilim,
dinlerinin çok önemli bir yanıydı,” diye yazar Encyclopaedia Britannica.23
Gerçekten de, Iranlı komşuları tanrısallığı ve karşı-tannsallığı
merkezileştirmişken, Mezopotamy ahlar hâlâ iblislerle dolu çoktanrıcıhğı
uyguluyorlardı. Yedi iblisleri vardı; aslan, panter, köpek, koyun, keçi, kuş ve
yılan gibi hayvan başlı, yarı insan canavarlar.
Bu korkunç yedili iki iğrenç keşifle süsleniyordu: Dört
kanatlı, yarasa başlı, akrep kuyruklu, güneydoğu rüzgârlarını temsil eden iblis,
Asurlu Pazuzu; ve loğusalık ateşinin dişi şeytanı, Sümer Dimine’nîn
reenkarnasyonu, genellikle bir memesiyle bir köpeğe, diğeriyle bîr domuza süt
verirken temsil edilen dişi kâbus Lamaştu.24 23“Babylonian
and Assyrian Religion,” Encyclopaedia Britannica.
24Lurker,
a.g.e.
MEZOPOTAMYA
Burada, Veda tanrılarında görüldüğü gibi, çok fazla
belirsizlik vardır, çünkü Gökyüzünün Efendisi Anu’nun öz kızı Dimme, HintIranlıların
zalim Ahriman’ımn kızkardeşiydi aynı zamanda. Her durumda, pek de iyi olmayan
bir erkek kardeşi vardı ve tek bir iyiliğini bile belirtmekte güçlük çekilirdi,
Utukku Limnu da Anu’nun oğludur ve iblislerin başıdır. Mezopotamyalılara göre,
tanrıların çiftleşmeleri pek mutluluk getirmezdi, çünkü üçüncü bir iblis, yazgı
iblisi Namlar, Yeryüzü’nün Efendisi tanrı Enlil ile Ereşkigal’in habercisi,
yukarda gördüğümüz ve insanlara ölüm getirmekle görevli Cehennemlerin Dişi
Efendisi’nin oğluydu.25 Bu tüyler ürpertici tanrısal evlatlar “tanrıların
acı zehiri” diye adlandırılıyor ve yeraltı dünyasında doğuyorlardı.
Cehennemler giderek daha net bir şekilde vahiyli dinlerin Cehennem’inin rengini
-Yahudi Gehenne’den başlayarakalıyordu; her şeye kadir tanrılar en ürkünç
çocuklarım burada doğuruyorlardı.
Varsayılanın tersine, günah kavramı vahiyli dinlerden
çok öncedir, çünkü ilk kez Sümer dininde ortaya çıkmıştır; Nergal ve Ereşkigal
tarihlerinde açığa çıkarılan ilk Günah’m ilk ürünlerinden çok daha önce.
Sümer’de iblislerin lanetinin sonucu olarak kabul edilmiştir. İblislerin
insanlar üzerindeki iktidarları insanlara ahlaki ve dinsel .buyrukları ihlal
ettirir ya da tabu (terim gerçekten de Sümer’den gelmektedir) bir
nesneye dokundurtur. İlk günah kavramı da ana batlarıyla belirtilmiştir, çünkü
etik ya da ritüel günahları sayan Akad (yani Sami) metinleri olan Şurpu
ve Muhlu’larda dilek sahibinin kendisi tarafından değil, atalarından biri
tarafından işlenen günah temasının ortaya çıktığı görülür.
Ve, cinlerin sadece günahkârların kafasını karıştırdığı
ve bir insan cinliyse muhakkak bir' günah işlemiş olduğundandır şeklinde
formülleştirilen, Asur ve Babil dinlerinin değişik biçimlerinde güçle25A.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
necek ve Yahudilik aracılığıyla tüm Hıristiyanlık
tarihi boyunca sürüp gidecek olan anlayış burada belirginleşir. Tarih çok
önemlidir, çünkü yeryüzü etiği ilk kez gökyüzüne demir atar: Veda ve Zerdüşt
müneccimleri gibi Mezopotamya din adamları da yasa koyucunun yetkesini
kendilerine mal ederler, çünkü hak etikten gelmelidir.
Ahiret mutluluğu [selamet], gerçekten de, din
adamlarının, yani büyücülerin ya da aşipu’ların müdahalesine bağlıdır. Burada
“selamet”! Hıristiyanlıktaki anlamıyla anlamak gerekir; yoksa bu, büyücü,
hekim ya da şamanın cin çıkarmasının eskatolojik hiçbir anlamının olmadığı
Okyanusya, Afrika ya da Asya’daki diğer uygarlıklarda olduğu gibi bir
“iyileşme” değildir. Sadece Babil müneccimi, davetsiz misafiri kovmaya yarayan
lanetleri söyleyebilecek durumdadır. Büyülü ritüellerle, şeytani dalaverenin
tanımlarıyla ve iblis adlarının okunmasıyla dolu uzun bir seremonidir bu,
çünkü suçlunun kimliği bilinmemektedir ve bu iblis adları sayılarak suçluyu
kovma olanağı vardır. Sonra hastanın bedenine su, hamur, otlar, tuz ve diğer
maddeler uygulanır; büyülü sözler iblisi oradan başka yere gitmeye zorlar, bu
maddeler o zaman yok olacaktır. Hastanın yatağına renkli kurdeleler .bağlanır,
sonra, iblisin bağının koptuğuna işaret etmek için kurdeleler koparılır. Bu kuppurıı
seremonisidir, yani pişmanlık seremonisi; bu da dinler tarihinde ilk kez ortaya
çıkmaktadır ve buradan Yahudiliğe geçecektir.
İş uzundur ve cin çıkarma kimi zaman etkilidir, çünkü
kutsal olmayan, ne dinsel ezgiler düzen, ne büyücü, ne peygamber, ne kâhin
olan bir rahip, asft gönüllü olarak müdahale eder. Günümüzde eczacı, cum,
doktor diye adlandırılan budur; ve sanatının önemli bir bölümü batılinanç
pratiklerinden oluşsa da, sonradan bulunan metinler, Mezopotamya doktorlarının
bazı bitki ve minerallerin bilgisine sahip olduklarını gösterir, [yi bir
kusturucu, bir ateş düşürücü, bir mikrop öldürücü ya da kan boğmasını giderici
bir damla bedenleri işgal eden
MEZOPOTAMYA
“cin”i doğru yola getirebilir elbette ve din, kuşkusuz,
galip gelir. Tüm Doğu, günümüzde bile, bu türden numaralara yatkındır.
Asur ve Babil dinlerine göre insanlar iblislerin ezeli
ikametgâhını oluştururlar. Her insana, doğumundan itibaren koruyucu bir tanrı,
daha sonra “Falancanın Tanrısı” diye adlandırılacak ve erdemi Ölümlüyü aşacak
özel bir tanrı verme zorunluluğu buradan gelir. Bu tanrı ölümlüde yaşayacaktır,
fakat günah işlediğinde onu terk edecektir, böylece yeri iblislere
bırakacaktır. İşte bizim koruyucu meleğimiz!
İşte özellikle din tarafından kuşatılmış insan! Ne
sağdan ne soldan, ne aşağıdan ne yukarıdan hiçbir çıkış yok: Ya mutlak itaat
ya da tanrı yojundan ayrılma var. Hayat dar ve tehlikeli bir yoldur, en ufak
yanlış adım yolcunun ezeli lanetine mal olur. Ne Asya’da, ne Afrika’da, ne de
daha önce başka bir yerde meydana gelmemiş bu mucize nasıl gerçekleşti?
Öncelikle olayın geçtiği yerin darlığını dikkate almak
gerekir:, Mısır kadar olması için on tane Mezopotamya’nın, Baktriane kadar
olması için elli tane Mezopotamya’nın yan yana getirilmesi gerekir. Bir tufan,
kökten bir tufan, onu tümüyle Basra Körfezi’ne sürükledi. Pontus ve Hazar
etrafında dönüp duran îskitler, Daçyalılar, Getler, Sarmatlar, Massagetesler
çok daha geniş topraklar işgal ediyorlardı ve İskender’in halefleri burayı
Selefki Imparatorluğu’na kattıklarında haritalarda şaşkınlıkla arandı; bu boyu
eninden uzun tohum yumağı, engin Yunan hamur teknesinde kaybolmuştu. Bu çok
küçük topraklarda iktidar, en köktenci biçimde işlemekte hiç güçlük çekmedi.
Gerçekten de iktidar güç kullanarak işledi. Ur, Asur,
Akad, Babil kartal yuvalarıdır. Endişeli zorba hükümdarlar,-örneğin çok sonra
doğacak olan, kuşkusuz saygısız fakat kendine yeterli, günlük hayatın keçi
peyniri, zeytin ve incirden, şarap ve şiirden, aynı zamanda da ironiden ibaret
olduğu küçük köyler olan Helenik Yunan siteleriyle hiçbir benzerlikleri olmayansite-devletlerin
ticaret ve silah münave-
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
besi sayesinde oraya yerleştiler. Mezopotamya kralları
zengindir: IÖ III. bin yıldan itibaren, Mısır ne yapacağını bilemezken ve Yunan
belirsizlik içindeyken, bölge tüm dünyayla ticaret yapmaktaydı ve ördek ya da
aslan biçiminde sayısız kurşun, ağırlığın kanıtladığı gibi malı tartmayı
bilmektedirler. Ne ticareti yapılmaktadır? Altın, bakır, kalay, mücevherler ve
değerli taşlar, fildişi, mercan, baharat, tıbbi otlar, kürkler ve daha sonra
da, cam eşyalar, porselenler, halılar, ipekliler, sanat eşyaları. Yunan
sanatına Romalılarla birlikte ilk bizim değer verdiğimize seve seve inanıyoruz,
ancak IÖ V. yüzyılda, bölgenin zalim hükümdarları ondan bizim kadar zevk
alıyorlardı. Örneğin Küçük Asya’daki kolonilerde gereksinimlerini oradan
sağlıyorlardı.
Ülke tarım yönünden de zengindi: Bağları işletmek
bilindiğinde sayısız balçık istisnai ürünler verir. Bunu biliyorlardı, çünkü
111. bin yılın sonundan itibaren Ur kralları, krallık angaryası gücüyle sulama
kanalları inşa ettirdiler ve Mezopotamya'nın art arda gelen hükümdarları ülke
zenginliğinin tatlı su tanrısı Apsu’nun köleleştirilmesinden kaynaklandığını
asla unutmadılar.26 Yüzyıllar boyunca, tarım kanalları yüksek su
yolları düzeyine erişti ve Sennakherib, Ninova’daki sarayını süsleyecek taştan
dev boğaları kayıklarla bu yollardan getirtti. Arapların gelişinden sonra
Mezopotamya’nın su yolu ağları önce ihmal edildi, ardından terk edilerek
batağa dönüştü ve iki nehir, ülke üzerinde bugün hâlâ korudukları etkilerine
yeniden kavuştular.
Bu bolluk, III. Ur hanedanına, yani IÖ 2030’a kadar
devlet tarafından denetlenecek ardından da özel kapitalizmin egemenliğine
girecektir. Son Ur kralı ibişin, küçük bir kraliyet çiftliğini yönetiyor ve dış
ticareti olduğu kadar iç ticareti de denetliyor olsa da Samilerin gelişiyle
birlikte her şey değişir: Serbest girişim zafer kazanır; sonra
26John Boardam ve diğerleri, “The Assyrian and Babylonîan Empires
and Other States of the Near East, from the Eigth to Sixth Centuries B.C.,” The
Cambridge Aucient History, c. 111, Cambridge University Press, 1992.
MEZOPOTAMYA
kraliyet tebasınm serveti üzerindeki vergileri
kaldırarak iktidarı yeniden kazanır. Tüm Mezopotamya krallıklarının tarihi
birbirinden görkemli saraylar, freskolarla süslü kaleler, anıtsal alçak
kabartmalar, heykeller, okçuların koruduğu ve hovardalarla rahiplerden oluşan
bir kalabalığın doldurduğu cennet benzeri, bahçelerin resmi geçidi gibidir.
Tüm bu krallar, antik Ur döneminde kral-tanrılar olduktan sonra artık
güneş-tanrılardır da.
Fransız Botha’nm 1843’te Horsabad’da, Amerikalı
Mallowan ve Oates’m ise Nemrud’da yaptığı kazılar sayesinde değişik Mezopotamya
saraylarına ilişkin bilgilerimiz gittikçe zenginleşmiştir: Asur, Tukultininurta,
Dur Şarrukin (“Sargon Sarayı”), Til-Barslip, Arslan-Taş, Ninova (“Sennakherib
Sarayı”) saraylarının yeniden inşası arkeolojinin ve mimarinin katışıksız
alanım aşar. Bu inşalar öncelikle, bu iktidar merkezlerinin koskoca,
şatafatının dünya tarihinde emsalsiz olduğunu gösterirler: Teb, Menfis ya da
Karnak onlarla ancak kısmen boy ölçüşebilir. Çok daha geniş halklara hükmeden
Çin imparatorları ya da Hint imparatorları bile böylesine görkemli bir kibre
tanıklık etmemişlerdir. Mezopotamya’nın Yunanı etkilediği ise son derece
açıktır. Her ne kadar biz -ya da en azından içimizden bazılarıYunan mucizesinin
sadece sevecen gökyüzü ile lâl rengi denizin karşılaşması olan Attika sayesinde
doğmuş olduğuna inanmak istesek de bu böyledir. Yunan da Mezopotamya’ya
borçludur.27
Bu yeniden inşa etmeler, özellikle, bu inanılmaz binaları
(Sargon sarayının iki yüz dokuz salonu için on hektar) inşa ettirmiş olan hükümdarların
dev gücünü hayal etmemizi sağlar. Bu insanların fetihten başka hayalleri yoktur
ve Mezopotamya tarihi baştan sona yalnızca fe-
27Bu saptama Georges Roux’nun çalışmasının sonucudur,
a.g.e. “Mükemmelliği reddedilemeyecek olan ‘Yunan mucizesiyle uzun süre gözü
kamaşan klasik anükçağ tarihçileri Helenik düşünce ve sanat üzerinde Doğu
etkilerinin tüm izini şimdi kabul etmektedirler.”
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
tihtir: İskender gibi bize daha yakın fatihlerin
yararına zamanın örttüğü bir cesaretle sürdürülen bir dizi savaşın belirlediği
bir tarih. Örneğin annesi tarafından bir sandık içinde ırmağa bırakılan (tıpkı
Musa gibi)28 S argon, IÖ XXIV, yüzyılda tahtı ele geçirdi, Taurus’a
ulaştı, Anadolu yaylalarını aştı, tüm Ur Krallığı’nf fethetti ve Basra Körfezi’nde
"silahlarını yıkamaya” indi, ardından Akad’m mükemmel başkentini inşa
etti. IÖ VII, yüzyılda, Asarhaddon Mısır’a inecek kadar cesaret gösterdi,
Mısır’ı fethetti ve ülkeyi Asurlu memurların yönetiminde yirmiiki bölgeye
ayırdı; genç oğlu Asurbanipal ise isyan içindeki ülkeyi yeniden fethetti,
firavunu rehin aldı, Teb’i yerle bir etti ve ganimet olarak iki dikilitaşı
Ninova’ya götürdü,
Sümer’den Asur’a Mezopotamya rejimleri, görüldüğü gibi,
zorba rejimlerdi. Kesin bir ritüeller ve törensel davranışlar toplamı, kraliyet
yönetimi üyelerinin kendi aralarındaki raporlarından mektuplaşmalardaki görgü
kurallarına kadar imparatorluktaki tüm davranışları düzenliyordu. Her sözcükte
kraliyetin her şeye kadirliği okunur. Örneğin Sargon’a hitap eden bir
mektubunda bir vasal kendini şöyle tanıtır: "Ben, evde doğmuş bir köle,
efendim kralın bir hizmetçisiyim! Gördüğüm ve işittiğim her şeyi efendim krala
rapor ederim, efendimden hiçbir şey saklamam.”29 Oysa söz konusu
olan bir taşra valisidir, Kâhinlere ne demeli! Kurbanların bağırsaklarını
inceleyen bir kâhin olan Marduk-Şumu-Usur Asurbanipal’a, tahta çıkışından kısa
süre sonra şöyle yazıyordu: “Bir düşte Asur efendimin bilge büyük babasını
çağırdı. Kral, kralların efendisi bir bilgenin ve Adapa’nm soyundandır. Sen,
Apsu’nun ve tüm derin bilginin bilgeliğini aştın.”30
28Yüzyıllarca mesafeden Sargon ile Musa’nın, iki insan yöneticisinin
kökense! mitlerinin sıkı benzerliğini ortaya çıkarmak iştah kabartıcıdır.
29 C.N.R.5,’de
araştırma görevlisi Cöcile Michel, “Saray Yönetimi ve Arşivleri,” Les Dossiers
d’archtfologie, no 171, Mayıs 1992.
MPierre Villard, “Çapkınlar," Les
Dossiers d’archtologie, no
171, Mayıs 1992.
MEZOPOTAMYA
“Ben, efendim kralı kutsayan köpek...,” der mektubuna
girişte bir diğer dalkavuk. Çünkü Mezopotamya krallıklarının mutlak
teokrasisinde birey küçümsenecek bir nicelik, ilahi iradenin bir alt-ürünü,
dünyanın yüzündeki bir pisliktir. Sadece kral vardır, o da sadece kendi
memurları ve tebası üzerinde değil, onların çocukları üzerinde de hüküm sürmek
ister: “Oğullarınızı getirin banal Çevremde dursunlar!” diye emreder
Asurbanipal, Ninova’mn büyük ailelerinin reislerine.31
Antik dünyanın en gelişmiş, son derece büyük
bürokrasisi aracılığıyla uyguladığı otoritenin ötesinde, bu sistemde
hükümdarın tebası üzerindeki otoritesi, aynı zamanda dinsel lider de olduğundan
sınırsızdır: “Ritüelleri okurken, Asur kültünün en önemli kişiliğinin o olduğu
izlenimi edinilir, çünkü ya kült edimi onun huzurunda cereyan eder ya da ‘büyük
rahip’ diye çevirdiğimizden daha fazla bir sıfatla o kültün esas amilidir,”
diye yazar Durand32 ve daha ilerde şunu ilave eder: "Zaten bazı
krallar kendilerini falanca' tanrının ya da tapmağın rahibi olarak
atamışlardır.” Kral, iki krallığında -Asur ve Babil’debir şehir ve tapmaktan
diğer şehir ve tapınağa koşar. Mezopotamya dini boş bir sözcük değildir; kral
üzerinde olduğu kadar en küçük köylü üzerinde de aralıksız nüfuz uygular.
Sir James Frazer ünlü eseri Altın Dal’da, hiç
kuşkusuz bilinçdışı, fakat yine de alçaklığa yakın şaşırtıcı yanlı sayfalarda,
başka şeylerin yanı sıra Babil zorbalığının savunmasını üstlenir: “Bu ilkel
dönemde despotizmin insanlığın ve ne kadar paradoksal gözükse de özgürlüğün en
iyi dostu olduğunu söylemek pek abartılı olmaz. Çünkü yine de, bireyin bahtının
beşikten mezara miras aldığı alışkanlıkların sarsıl-
ilJean-Marie Durand, yüksek öğretim pratik okulunda (IV.
bölüm) eğitim müdürü ve C.N.R.S.’de laboratuvar müdürü, “Sarayındaki Asur
Kralı," Les Dossiers
d’archtologie, a.g.s. Dumezil’in üçlü şemasından net bir şekilde
aynlan savaşçı rolleri ile sivil ve dinsel yasa koyucu rollan arasındaki
kaynaşmayı gözlemlemek belki ilginç olur.
32Cecîle Michel, age.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
maz cenderesinde akıp gittiği vahşi yaşamın görünüşteki
özgürlüğündense en mutlak despotizm, .en baskıcı zorbalık koşullarında bu
sözcüğün en iyi anlamıyla -kendi düşüncelerimize sahip olma ■ ve yazgımıza
biçim verme özgürlüğüdaha fazla özgürlük vardır.”-33
Britanya împaratorlugu’nun baron bozması Frazer’in,
üzerinde güneşin henüz asla batmadığı bu imparatorluğun en güzel dönemlerinde
yazdığı ■ (eseri 1922’de yayımlanmıştır) ve Tacın iyilikleri olmasaydı
kolonilerde olacak olan “vahşi durum”dansa Britanya zorbalığının daha iyi
olduğu duygusunu yurttaşlarıyla paylaştığı kuşkusuz doğrudur. Diğer
zorbalıkların deneyimi ve geçen zaman, Frazer’in bu konudaki teorilerinin
çılgın boşunalığını olduğu kadar “vahşi durum” üzerine düşüncelerinin aşikâr
yanlışlığını da kanıtladı. Frazer, insan varlığının “ilerleme”sine
inananlardandır; bunlar, Brezilya Yanomami’siyle elektronik dalgalarla ve
konforun otomatizmiyle çepçevre kuşatılmış olsa da bizim megapollerimizin
“Yerli”si arasındaki tıpatıp benzerliği bilmezler ya da bilmek istemezler.
Londra, Lyon ya da Los Angeles kenar mahallelerindeki nasipsizlerin
ayaklanmaları, genel oyun ve ücretli tatillerin varsayılan “ilerleme”lerinin
sahte doğasını, politikanın ötesinde, kanıtlamıştır. Olgular üzerine teorileri
şişirmeye maruz kalmanın tehlikelerini de zaman ve deneyim kanıtlamıştır.
“Soğuk” antropoloji
yapıldığına inanmak, her durumda, tam bir yanılsama ve küstah bir
ikiyüzlülüktür. Malinowskfnin günlüğü, j “yerliler"e duyduğu derin
tiksintiyi, onun yerlilerin hayatlarım arşeJ nik haplarından ve küçümsemelerden
destek alarak, istemeden incele:diğini birçok yerde kanıtlar.34 ' -j
33Sir James George Frazer, The
Golden Bough, MacMillan Co., New York,
1992. 34Ünlü ve özenli antropolog, modern etnolojinin kurucusu
Malinowski
1917’de şöyle yazıyordu:
“Etnolojiye gelince, yerlilerin yaşamını tamamen il. giden ve önemden yoksun
görüyorum, bir köpeğin yaşamı kadar bana yaj bancı bir şey." (Journal (Tethnographe, Recherches anthropologiques, Le Seuil, 1 1985, s.
172). Aynca: “Doğruyu söylemek gerekirse, Nigger’lerden tüm içten;;
MEZOPOTAMYA
Mezopotamya krallıklarının, Sümer’den itibaren ve dar
anlamda politik nedenlerle, birey bilincinin özel alanında bile kölelik ve
aşağılanmayı vurgulayan dinleri ürettiklerini saptamak gerekir. Mezopotamya’daki
uygarlıklar dışında hiçbir uygarlıkta bireyin bu noktaya indirildiği görülmedi.
Temel amaç, bireyi cismani ve tinsel olarak en aşağılık tabiyetİiğe indirgemektir.
Bir Frazer’in, fakat daha yakın dönemdeki birçok antropologun da laflarından
alttan alta anlaşılan köleliğin “ilerleme”nin bir bileşeni olmasının ötesinde
kölelik kaçınılmaz değildi: Kekler ya da Yunanlılar örneği birbirleriyle
yarışırcasına bunu kanıtlarlar. Mezopotamya krallıklarının, ilk Günah
kavramında özetlenen, yine Keklerin ve Yunanlıların hakaret etmeden, ne
esriklik ne de çılgınlık geçirdikleri metafizik Kötülüğü de keşfettiklerini saptamak
gerekir. Oysa bu Günah’ın tanımı bunun dayatıldığı insanlara eşit insan
varlıklarının ürünüdür: Bu Machiavelli’in hesaplarını otuzbeş yüzyıl önce gören
kaba bir teokrasinin çatık kaşlı memurlarının politik hayal gücünün ürününden
başka bir şey değildir.
Mezopotamya bireyi ezmek için ve daha kötüsü birey
kendi ezilişini doğrulasın diye Günah’ı keşfetti ve İran bireyi korkutmak için
Şeytan’ı icat etti. Bizim “şeytansılaşmış” tektanncılıklarımızın yatağı
hazırdı. Geriye kalan tek şey o yatağa yatmaktı.
ligimle
nefret ederek Kiriwina’dan uzakta, çok uzakta yaşıyorum.” (A.g.e., s. 259),
Daha ilerde: “Yerliler beni hâlâ sinirlendiriyor, özellikle de Ginger, seve
seve gebertebilirim. Belçikalılann ve Almanlann tüm sömürgeci acımasızlıklarını
anlamaya başlıyorum.” (A.g.e., s. 272). “Vahşiler” üzerindeki Batılı bakışın
insanileşmesi için Mötraux ve Lövi-Straussün beklenmesi gerekti.
YA DA ŞEYTANSIZ OTUZBEŞ
YÜZYIL
Keklerin Hint-Avrupa
kökeni üzerine Keklere verilen eski tanımlar üzerine Atalarının eski dininden
farklı bir din yaratmaları olgusu üzerine-Bu din, dört yüz tanrıları ve Büyük
Tanrıça üzerine Kek dininde cinlerin varlığı ve şeytan’ın yokluğu üzerine Zirzop
tanrı Loki’nin kişiliği, Polichinelle’in yeğenleri diğer trickster tanrılar
Evnissyen ve Syrdon’le benzerlikleri üzerine Keklerin bir sefahat, kötülük ve
zayıflık tanrısına sahip olamamalarının politik ve tarihsel nedenleri
üzerine.
XX. yüzyılın altmışlı yıllarında, antropologların çoğunluğu
insanın Afrika’da ortaya çıktığını, belirsiz bir dönemde oradan diğer kıtalara
doğru göç ettiğini İleri sürdüler. Daha sonra, göçün Ortadoğu’ya ulaştığını ve
orada en azından iki büyük akıma bölündüğünü, birinin Avrupa diğerinin Asya
nüfusunu oluşturduğunu varsaydılar. Buradan, doğmakta olan insanlığın bir
bölümü, kuşkusuz düşman topraklarda güçlükle ilerleyen sürüler, Bering
Boğazı’ndan Amerika kıtasına, diğeri ise deniz yoluyla Okyanusya adalarına
erişti. Hepimizin anası “Afrikalı Havva” olmalıydı.
Otuz yıl sonra bu hipotez çöktü. Gerçekten de Asya’da
çok başka bir şeye işaret eden kemik kalıntıları bulundu: İnsanlaşma, yani dik
yürümeye alışkın, sözcüğün gerçek anlamıyla ilk insan varlıklarının ortaya
çıkışı yine Asya’da meydana gelmiş olabilirdi, ama. belki de başka yerde,
örneğin Avrupa’da meydana gelmişlerdi. Yeryüzünün nüfuslanmasımn kronolojik
akışına ilişkin hipotezler temkinlilikle ele alınmalı ve Anglosaksonların
alaycı bir şekilde famous laşt words diye adlandırdıkları şeye bel bağlanmamalıdır.
Gerçekten de, 1980’li on yılın başına kadar, Amerika kıtasına yerleşimin
yaklaşık oniki bin yıl önce meydana gelen son buzlanmadan önce olamayacağı
öğretiliyordu ve ben bile uzmanların tanıklığı üzerine eskiden bu kanıyı
benimsemiştim; zaten o zamanlar konuya ilişkin başka bir görüş de yoktu. Daha
sonra, 1980’li on yılın başında, öncelikle, özellikle Amerikan arkeoloji okulu
tarafından açık bir düşmanlık demesek de belirgin bir kuşkuculukla karşılanan
yeterince olağanüstü bir keşif yapıldı. Fransız arkeologlar, gerçekten de,
Brezilya’da, Piedra Furada, yani Delikli
KELTLER
Taş denen kazı bölgesinde, önceden belirtilmiş
tarihlerden çok daha eskiye giden, yani karbon 14 yöntemiyle yapılan tarih
saptamalarının kanıtladığı gibi en azından otuz bin yıla, belki daha fazlasına
doğru uzanan bir insan varlığına tanıklık eden mağaralar buldular. 1990’lt on
yılların başında, Amerika kıtasında söylenenden önce insan bulunduğu hipotezi
bir olgu haline geldi.
Geriye bu kadar farklı kavmin naSıl oluştuğunu bilmek
kaldı: Örneğin iri ve sarışın Keklerle ufak tefek ve siyah saçlı mongoloid AsyalIların.
Bu, gerçekten de, sizin Şeytan imgenizi değiştirebilir.
Bu konu açıldığına göre, ilerde söyleneceklerin
anlaşılması için antropologlar tarafından genel kabul gören bir hipotezden söz
etmek yararlı olabilir: Bu hipotez, görece tecrit edilmiş, nüfus gruplarının
tekrarlanan melezleşmesinin, genlerin katlanarak tekrarlanan aktarımı yoluyla
çekinik ve baskın genleri, örneğin (fakat işleyen tek mekanizma bu değildir)
bazı fiziksel karakterlerin ortaya çıktıkları genetik “havuzlar”ı
yarattıklarıdır. Böylece, Kuzey Avrupa’nın sarışın toplulukları, yani Keklerin
sarı saçları ve mavi gözleri çekinik genlerin ağır basması sonucunda
oluşmuştur. Ve yine örneğin mongoloid toplulukların bireyleri genetik miras
yoluyla belirlenen özelliklerden tanınır: Kulak kirinin bileşimiyle ve hemen
hemen düz saç telinin ovalleşmiş bölümüyle, saç bölümleri yuvarlak olan
Afrikalılardan ve kulak kirleri çok daha akışkan ve saç bölümleri neredeyse
kare şeklinde olan, ortak olarak Kafkasya soyundan geldikleri söylenen beyaz
topluluklardan ayrılırlar. Bu özellikler, günümüzde terk edilmiş olan insan
“ırkları” kurgusuna yol açmıştır; herhangi bir genetikçi deney yoluyla
bilmektedir ki, “soyu sağlam” bir Parisli ya da New Yorklu, genetik olarak
Trobriand Adaları’ndan bir Melanezyalıya kapı komşularından çok daha yakın
olabilir. Irk konusunda bir ve bölünmez tek bir insan ırkı vardır.
Batı’nm kolektif hayal gücünde Etrüskler ve “Yunanlılar”la
birlikte
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
en ünlü Avrupalı topluluklardan biri olan Keklerin
kökenleri hakkında, Hint-Avrupa denen geniş topluluklar bütününe ait olmaları
dışında pek az şey bilinmektedir. “Kelt” terimi bile anlam belirsizliklerine,
yorumlara, spekülasyonlara ve açıkçası, rahip, taşanıt, doğaüstü bilgiler
şeklinde -hepsi de basit düşünceyle yıkılmışçılgınca fantezilere yol açmıştır.
Eski bir romantik önyargı hayal gücünün gerçekten daha zengin olduğunu ileri
sürer, fakat bilime yapılan biraz kibar, yani sakınımlı her başvuru tamamen
tersi olduğunu gösterir. Kısacası, birçok noktada zaten övgüye değer tarihsel
bir kesinlik olan “Galyalı Asteriks,” masalsı “Kelt bilgisi” üzerine
bazı'mistik gevişlerden daha fazla şey öğretir.
Keltoi
terimi, ilk sözünü eden Yunanlılardan geldiğinden, Keltler hakkında onların
bize sundukları tanıma en azından saygı gösterelim: Bunlar, iri yarı ve
sarışın, mavi ya da gri renk gözlü, Alplerin kuzeyinde yaşayan insanlardı.
IÖ l. yüzyılda, bir hikâye derleyicisi ve kulaktan
kulağa aktarıcısı olan Sicilyalı Diodoros, “Galyalılar”m -çünkü “Galyalı” ve
“Kelt” terimleri birbirlerinin yerine kullanılabilirçok kaba ve boğuk sesleriyle
korkunç görünüşleri olduğunu; sınırlı bir söz dağarına sahip olduklarını ve
bulmacalarla konuştuklarını, konuşurken şeylere imada bulunmakla yetindiklerini
ve birçok şeyi keşfedilmeye bıraktıklarım; kendi değerlerini yüceltmek ve
başkalarını aşağılamak için abartıya başvurduklarım; bunların, abartıyı bir
tehdit olarak kullanan övüngenler olduklarını, fakat yine de canlı ve hızla
öğrenmeye muktedir olduklarını aktarır; “Bard adım verdikleri lirik şairleri de
vardır. Lire benzeyen enstrümanlar eşliğinde kimi zaman içli şiirler kimi zaman
da hicivler söylerler. Özel önem verdikleri filozofları ve teologları da
vardır ve bunlara druid derler.”
Kısaca, kötü yürekli ve kuşkusuz duygusal, alaya
duyarlı zırlaklar. I. yüzyılın başında Strabon, onları bir yandan çılgınca
kavgacı,
KELTLER
cesur ve dalaşa yatkm fakat diğer yandan dürüst ve
kötülükten uzak bulur. Güçlerinden ve cesaretlerinden başka bir şeyleri olmasa
da, her zaman tehlikeyle karşılaşmaya hazırdırlar.
Keltler gözü karalıkları ve dil yoksulluklarıyla
farklılaşsalar bile, birlikte şiir okuma zevkleriyle ve özellikle kahramanlardan
oluşan topluluklarıyla Yunanlıları fazlasıyla çağrıştırırlar.
Onlara Kuzeyde, Norse denir ve önce üç gruba
bölünrnüş gibidirler: Kartal burun, uzun kafatası (dolikosefal) ve çok açık
renk saçlarla Yunanlıların tanımına tamı tamına denk düşen Iskandinavlar; Güneydoğu
Fransa’da, Savoie’da, İsviçre’de, Po Ovası'nda, Tiroller’de, Auvergne’de,
Bretagne’da, Normandiya’da, Bourgogne’da, Ardenne’de, Vosges’da rastlanan ve
kafalarının yuvarlak, burunlarının iri, boylarının kısa, fındık gözlü ve kestane
saçlı olmalarıyla vücut hatları öncekilerden farklı olan Alpliler; ve orta
boy, ince, uzun yüzlü, koyu renk saçlı, koyu renk gözlü Akdenizliler. Bu tanım,
»Eski Kıta’nm nüfusunu oluşturan büyük istilaların ikinci dalgasını oluşturan
topluluklara denk düşüyordu.1 Birincisi, doğudan batıya, 1Ö yaklaşık
üç bin yılda Hint’ten gelen Hint-Avrupa topluluklarmkiydi; hakkında daha geniş
1 “Celts,” Encyclopaedia Britannica. Sözcüğün tam
anlamıyla Keklerin belirli sayıda “dalgayla” akın akın hücum ettikleri
düşüncesinin, XVII. yüzyılda ve bu yüzyılın başına kadar, Edward Lhwyd’den bu
yana tarihte egemen olan bu düşüncenin terk edildiğini konuya girişte belirtmek
bana gerekli gelmektedir. Archaelogy and Language: The Puzzle of
Indo-Europeans Origlns
(Cambridge University Press, New York, 1987)’de Coiin Renfrew’in yazdığı gibi,
“Kelt” terimi sekiz anlamda anlaşılabilir: Romalıların anladığı anlamda,
kendilerini Kelt olarak adlandıranlann anladığı anlamda, dilbilimsel bir grup
anlamında, Avrupa’nın ortabatısındaki arkeolojik bir kompleks anlamında,
sanatsal bir üslup.olarak, bir ruh hali olarak, Ortaçağ İrlanda’sı olarak ve
Kelt mirası olarak... Dolayısıyla, “dalgalar” kavramına bağlı kalırsak neden
söz edildiği kesin olarak bilinemez. Ve Renfrew, Romalılardan çok önceki
arkeolojik dönemlerdeki insanları bugün aynı gruba dahil etmek zorunda
olduğumuzu belirtir. Benim burada benimsediğim taraf budur, mevcut
bilgilerimize dayanarak, “ölülerini yakan” halklar, Proto-Keltler ve
geleneksel -belirsizanlamda Keklerin aynı kökenden olduğusöylenebilir.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
bilgilere sahip olduğumuz İkincisi batıdan doğuya ve
kuzeye, kuşkusuz 1Û VIII. yüzyıla doğru Orta Avrupa’dan gelmiş
topluluklarınkiydi ve çeşitli Kelt kavimlerinin önceden oluşmuş krallıklara
ortaçağda yerleşmesiyle tamamlanan üçüncüsü V. yüzyılda başladı.
Üç istila dalgasından toplulukların ortak bir soydan
geldikleri hipotezi büyük oranda genel kabul görür. Gerçekten de, “Keklerde
kıtanın ilk .Hint-Avrupa istilacılarının soyundan gelenler görülür.”2
Bu hipotezi destekleyen olgu, Kar patlarla Ural arasında “bir yerde” yaklaşık
dört bin beş yüz yıl önce kök salmış olan Hint-Avrupa dil ağacına mensup Kelt
dilidir. Kekçe, gerçekten de, Latincenin olduğu kadar Slav dilinin, Hinducanın
olduğu kadar Yunancanm akrabasıdır.
Kekler dalga dalga yayıldıklarında boş alan
bulamadılar. Ataları, “ölülerini yakan” halklar ve Proto-Keltler onlardan önce
gelmişlerdi; Titizlikle hazırlanmış bazı soyağaçlarına rağmen, ikinci ve üçüncü
dalga Kekler, kökenlerini bilmezlikten gelmişe benzerler. Buna şaşmamak
gerekir, çünkü sözlü geleneğe ayrıcalık tanıyorlardı. Tüm Kek edebiyatı -zaten
geç dönemlidirbunu kanıtlar, eğer sözcükler şiir değilse yararsızdırlar ve
geçmiş ya olağanüstü ya da sıkıcı bir hikâyedir. Keklerin kökenlerine gönderme
yapan efsaneler hayal gücünde iç içe girerler. “İstilalar kitabı der ki,
İrlanda’nın ilk istilacıları, elli bir kadın ve üç erkek, Nuh soyundan
geliyorlardı ve hepsi, tek bir erkek hariç Tufan’da öldüler. Hayatta kalan o
adam, Fintan, büyü yeteneğine sahip olduğundan, dalgalar arasında yüzebilmek
için
Duncan Norton-Taylor,
The Celts, Time-Life, 1974. Örneğin günümüzdeki Belçika’ya denk düşen
bölgelerde bulunan ilkel toplulukları belirten Fir Bolg terimi, Belgae
teriminin kökeninde bulunur ve IÖ IV-III. yüzyılda ikinci Kelt istila
dalgasıyla karşılaşan Fir Bolg’lar selefler ve “atalar”dı. Proto-Keltler daha
genel olarak çeşitli akımları niteleyen kültürlerin adıyla anılırlar, savaş
baltalı halklar, çan kupalı halklar (kilden kupalarının çan biçiminde olması
nedeniyle), ölülerim yakan halklar (ölülerin küllerini şişelere koyup
nekropollere yerleştirmeleri nedeniyle).
KELTLER
somon balığına dönüştü. Sular çekildiğinde, kartal
oldu, ardından atmaca; atmaca olarak ülkenin çok yükseklerinde uçtu ve su
çekilirken ortaya çıkan dağları ve ovaları gözledi.”3
Tez şaşırtabilir, çünkü Yunan tarihçileri tarafından
tanımlanan sarışınlık, örneğin îranhlarda hiç yoktur. Fakat genetik bilimi
öğretir ki, gördüğümüz gibi, çekinik genlerin üstün gelmesini sağlayan bir ırk
karışımı meydana gelmiş olabilir.
Bu nokta önemlidir, çünkü Kekler dahil Avrupa istila
topluluklarının tümünün kökeninde Vedacılığa ve Zerdüştçülüğe yol açmış top-'
luluklarla aynı inançlar vardır. Bu da önemlidir, çünkü bu topluluklar hiç de
Hint-Arilerle aynı dinleri yaratmamışlardır. Aynı ağacın dalları, demek ki,
farklı meyveler vermektedir.
Sözcüğün tam anlamıyla Kekler hakkında bilinen her şey,
ikinci istila dalgasını oluşturanlara adanmış terime göre, köken olarak Orta
Avrupalı gözüktükleri ve IÖ V. yüzyılda başlayan La Tene4 denen dönemden
itibaren kayda değer biçimde yayıldıklarıdır: Britanya adalarını, Ispanya’yı,
Yunanistan’ı, Rusya’yı almışlardır. Kabile halinde yaşamışlar ve seçmiş
oldukları topraklara göre farklılaşmışlardır: Kimileri kendilerini İrlandalI
olarak tanımlarlarken, diğerleri de Galyalı, Damimarkah, Norveçli olarak
tanımlamışlardır... Aynı dönemde, Germania ve Bohemya’dan gelen bu göçebe
soylular Galya’yı işgal ettiler. Pireneleri aşıp Ispanya’ya ulaşmak için
onlara elli yıl gerekti.5 Hiç kuşkusuz Makedonyah İskender bir
Kektir; tıpkı Vercingetorix ve on yüzyıl sonra Amerika’yı keşfedecek Vikingler
gibi.
Romalı tarihçiler tarafından telkin edilen ve onlar
açısından uy-
3 Frank Delaney, Legends
of the
Celts, Grafton Books, Londra, 1991.
4 Neuchatel Gölü kıyısındaki bölgenin adından
gelen Tene sanatı, zenginliği ve dekoratif özellikleri, Asya ve Doğu sanatlannı
çagnştıran kıvnm ve arabeskleriyle şaşırtıcı derecede özgün bir estetiğin en
katışıksız ifadesini temsil eder.
5 John Sharkey, Celtîc
Mysteries,
Thames & Hudson, Londra, 1985.
189'
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
günsüz önyargı kuşkusuz
kesin olarak doğrulanmamıştır: Bu halklar ileri bir metalürji miras almışlardı,
1Ö III. bin yıldan beri tekerlekli '
araçları’ kullanan
Proto-Keltlerin ‘mirasını. Barbar olmaları da bakış :
açısına bağlıdır, çünkü
“ölülerini yakan” halklar, aynı dönemde, etlerini zaten küçük bronz kazanlarda
pişiriyorlardı; mücevheratlarının ve giysilerinin (günümüz Balkan köylülerinin
giysilerine oldukça ! benzer) tanıklık ettiği gibi gelişmiş bir estetik
duyuları vardı. Ve Vi~ j
kingler gemi inşa etmeye
başladıklarında, “drakkar” denen ve Ko- î
lomb’un karayellerinden
beş yüzyıl önce Amerika’ya kadar okyanusları aşabilen denizcilik dehasının bu
başyapıtını gerçekleştirdiler. •
IÖ 279’da Keltler yeniden Makedonya’yı, Trakya’yı ve
Teselya’yı, \
dolayısıyla Yunanistan’ı
istila ettiler. Kelt paralı askerleri III. yüzyılın ;
Helenik savaşlarında
çarpıştılar; Roma tarafından Yeni Ahit’in ünlü ;
“tetrark”ı Herodes
Antipas’a hediye edilen dört yüz Galyalıdan oluşan •
özel muhafızlar da yine
Kelt idi. İçlerinden yirmi bin kadarı bu kez :-
de Küçük Asya’yı işgal
etmek için yola çıktılar ve Galatia’ya yerleşti- ;
ler. Britanya’da olduğu kadar Türkiye’de de, Ispanya’da
olduğu kadar Rusya’da da Keltler vardı: Bilinen dünyanın sınırlarının üzerinden
her ■ yönde ve hatta, daha sonra, denizlerin ötesinde akan iğrenç altın sı
vısı leke. Ünlü “Galyalı
atalarımız” Kelt idi. i
Kekler hakkında konuşmak ya da Mutlular Adası, Lyonesse
(Bü
yük Britanya ve Fransa
arasında, kuşkusuz Jersey ya da Guernesey 1
Adası olmalıdır) gibi
efsanevi adaların Uzakkuzeylerinin [hyperborlu- :|
lar] kim olduğunu
saptamak oldukça zordur. İrlanda’nın güneybatı- 1
smda Hi Brazil Adası
gibi en kuzey bölgelere kadar varan Keltler ho- |
mojen ve farklı bir
bütün oluşturmazlar. Avrupa’nın her yerinde Kelt- ■
ler vardı, ama birkaç
yüzyılın sonunda artık aynı değillerdi: Örneğin 1
Vikinglerle Galyahlar
arasındaki farklılıklar ortadadır. Yüzyıllar için- ;
de görenekleri de inançları da farklılaşmıştı.
Ne var ki inançları ortak bir gövdeden geliyordu ve
püristleri ya"l
190 ?
KELTLER
lanlasa bile burada bunları yüzyıllar ve ülkeler boyunca
anlatacağım, bu inançların yerleşimler ve zaman boyunca farklılaşmış olması
olgusuna rağmen Arverni ya da Viking olmaları olgusu üzerinde aşırı
durmayacağım.
Bu inançların başlangıçta, bronz çağında, ardından
demir çağında nasıl olduklarına dair hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Kekler
hakkında bildiklerimiz XIII. yüzyılda yaşamış Snorri Sturluson adlı İzlandalI
bir bilginin çalışmalarından kaynaklanır. Bu bilgin Kek efsanelerini, sonraki
bütün çalışmaların ana temelini teşkil edecek bir yapıtta topladı: Düzyazı
Edda’lar'(böyle adlandırılırlar, çünkü belirsiz bir tarihte derlenmiş olan
aynı adlı şiirlerden ayırt etmek gerekir).1 Proto-Keklere gelince,
onlar hakkındaki kullanılabilecek birkaç parça şey dinlerini yeniden tasarlama
olanağı vermez. Sanat ve metinlerinin geniş ölçüde gösterdiği gibi kesik baş
kültleri vardı;. IÖ III.-II. yüzyıllara kadar uzanan Bouches-du-Rhöne’daki
Roqueperteuse Tapmağı’mn tüyler ürpertici sütunu yığınla örnekten biridir ve
Papua’nın en korkunç el yapımı ürünlerinden hiç aşağı kalmaz: Bu, taşlar
arasına yerleştirilmiş hakiki bir kafatasıdır. Çünkü Kekler ellerine geçen her
kesik başın onları doğaüstü güçlere karşı koruduğuna inanıyorlardı.7 Buradan
yola çıkarak bir dini yeniden oluşturmak şairlerin alanına giren büyük bir
adımdır.
Kelt efsanelerinin ve Özellikle kafasını uçurmadan
herhangi bir kimseye kendini .ifade edemeyen yeniyetme ve terbiyesiz kahraman
Cuchulâinn’in zaferlerinin tanıklık ettiği gibi bu kafa takmağı sürekli-
6 Kopenhag
Kraliyet Kütüphanesi’nde korunan Edda şiirlerinin XIII. yüzyılın ikinci
yansında yazıldığı kabul edilir. Bu şiirlerin sonuncu özel sahipleri olan
İrlandalI piskopos Brynjolf Sveinsson onlann XII. yüzyıldaki İzlandak bilge
Saemund Sigfusson tarafından yazıldığını ileri sürer. Fakat şiirlerin üslubu
daha ileri bir tarihe işaret eder.
7 Sharkey, Celtic Mysteries, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
lik arzeder.8
Taptıkları ana tanrıçanın kutsal renginin mavi olduğu
inancı onları gövdelerini boyamaya yöneltiyordu; örneğin Romalılara akla karayı
seçtiren Pictlerin, Relilerin (belki de Proto-Keltlerin), îskoçyalıların adları
buradan kaynaklanır. Onları yamyam olarak niteleyen Romalı yazarların onlara
yükledikleri korkunç ün de buradan kaynaklanır. Kuşkusuz, dönemin en uygarları
olan Romalılar için, çığlıklar atarak, çırılçıplak, boyalı bedenleriyle hafif
at arabaları üzerinde savaşa atılan bu insanlar korkunç bir barbarlığı temsil
ediyorlardı.
Galler ile Anglesey Adası arasında Menai Boğazı’ndaki
kıyı üzerinde Romalıları bekleyen görüntüyü Tacitus anlattığında aktarmaya çabaladığı
korku anlaşılır (o dönemde henüz küçük bir çocuk olduğundan kavgaya kuşkusuz
tanık olmadı): Kara çarşaflı, ellerinde alevler alev yanan meşaleler taşıyan
kadınlar, Roma lejyonlarının üzerine büyük bir öfkeyle atlarlarken beyaz
elbiseli bir grup druid de lanetler okuyorlardı. Romalılar bu tür bir
çılgınlıkla daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Üstelik Keklerin şenlikleri
sırasında ortalık yerde sevişmeleri de Romalılara göre pek hoş bir şey
değildi.
Fakat yine de bir panteonları vardı. Mommsen, “bu Kelt
Olympos’unu dolduran acayip ve fantastik yeryüzü eşyalarfna hayran kalır, ancak
başka bir yerde onları, “güzellikten ve katışıksızhktan yoksun” bulur. Ayrıca,
“spekülasyonun ve hayal gücünün garip bir şekilde birbirine karıştığı Kelt
rahiplerinin (druidlerin) öğretisi hakkında kesin bir fikir belirtme
isteğinin” boş bir çaba olduğu konusunda da.güvence verir.9 Ancak
Mommsen’in Kelt dinini, kuşkusuz
8 Delaney’in Legends
of the CeJts adlı yapıtında, başka
şeylerle birlikte değerlendirilebileceği gibi, Keli efsaneleri, genellikle,
uzun bir zaferler dizisidir. Çağdaş sinemanın bazı kişiliklerinin habercisi
olan Yalancı Pehlivan Cuchulainn gibi, “ahin saçlı” kahramanların erkekliğinin kanıtı
olarak kelle uçurmalar boldur.
9 Theodor Mommsen, Histoire
romaine, L. VI, Les Provinces Gauloises.
KELTLER
ruhu tatmin etmeye daha uygun bulduğu Greko-Romen
diniyle karşılaştırdığı unutulmamalıdır; bu, yukarda gösterilmiş olan, XIX.
yüzyılın bakış açısı yanılsamasıdır. Kelt panteonunda, “en az dört yüz tanrı”
sayılmıştır.10 Burada bir Büyük Tanrıça Danu vardır, İrlanda Kekleri
onun soyundan geldiklerini söylerler: Tuatha De Danann, Danu’nun
oğulları. Büyük Tanrıça’nın soykütüğünü belirlemek olanaksızdır: Çatalhöyük
gibi kimi zaman ÎÖ VIII. bin yıla kadar uzanan bu işaret noktalarını
belirtmekle yetinirsek, Çatalhöyük’ten LepenskiVir’e ve Etrüsklere kadar
sayısız eski uygarlık ona tapmıştır; Keklerin Hint-Ari kökenleriyle
yakınlığının kesin bir şemasını oluşturmak rastlantıya kalmış bir iştir.
Tarımın başlangıcından itibaren, öncelik' le hayatta kalmanın garantisi, sonra
da zenginlik kaynağı olan toprağın ve sürülerin verimliliğinin, tohum ekmeyi
ve boynuzlugilleri, ardından da vahşi koyunları evcilleştirmeyi öğrenmiş tüm
halklar tarafından kutsallaştırılmış olduğu hemen hemen doğrudur. Verimlilik
ve bunu sürdüren cinsellik, Kek el yapımlarında neredeyse takınak halindedir:
Fallus-taş anıtlardan vajinalarını iki elleriyle ayırarak duran tanrıça
temsillerine, küçük tepe yamaçlarındaki yumuşak kireç kayalarda ereksiyon
halindeki erkekleri tasvir eden dev gravürlere kadar liste oldukça uzundur.
Keklerin hayal gücü cinsellikle ölüm ku, tupları arasında, müstehcenden
ölümcüle salınır gibidir.
Her durumda, Danu tek
ana-tanrıça değildi: “Kelt panteonunun tanrıçaları, genel olarak sıfatları aile
yaşamını temsil eden ana-tanrıçalardı. Gerçekten de, kollarında çocuk, meyve ya
da ekmek somunu tutarlar.’’11
: Göksel soykütükler oluşturmanın bu güçlüğü erkek tanrılarda da
; görülür. Örneğin Lug -adını eskiden Lugdunum denen
bugünkü
■ Lyon’a vermiştirİran
ve Yunan panteonlarının sentezine benzer:
i 10Norton-Taylor,
The Celts.
■ ııA
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Hem savaş tanrısı, hem de büyü, güneş, şimşek ve sanat
tanrısıdır;12 Ares, Hermes, Helios, Zeus ve Apollon tek bir erkekte
bir aradadır.
“Yakın dönem.” tanıklıklarına, yani ikinci Kelt istila
dalgasından kaynaklanan tarihsel tanıklıklara başvurulduğunda bile Kelt
inançları ancak kısmen yeniden oluşturulabilir. Bunların hemen hepsi çokbiçimlidir;
bir kabileden diğerine değişirler. Keklerin doğaüstüne inanma istekleri vardı,
ama görünüşte hepsi her zaman aynı şeye inanmıyordu. Yine de uygulama ve
törenleri hakkında çok şey bilinmektedir. En büyük şenlikleri olan ve bizim 1
Kasımımızın arifesinde kutlanan Samhain, düzen karşısında kaos yok olduğunda
dünyanın yaratılışını kutluyordu. Ölülerin ruhlarının Yeryüzü’ne musallat
olmak için geri döndükleri bu korkunç dönemde, dönüşlerini engellemek için
kurban sunuluyordu. Hıristiyanlık ise ölüleri kutlamak için sadece bir gün
kaydırmıştı: 2 Kasım.13 Demek ki Kekler ölülerin ruhlarına, yani
ruhun dirilişine inanıyorlardı. Onları çağırmak için druidleri vardı; bunlar,
II. yüzyılda Strabon’un naklettiğine göre, bir insan kurban ederek kehanete
girişiyorlardı. Romalı tarihçi Justinus, Trogus Tarihlerinin Özeti’nde, III.
yüzyılda Keklerin kehanet sanatında çok başarılı olduklarını belirtir. Kek
dini, günümüzdekilerden çok başka, birçok batılinanç pratiği içeriyordu.
Cinlere ve ölülerin ruhlarına da inanıyorlardı; örneğin
Draugr, bu öfkeli ruh kurganlarda dolaşıyordu;14 fakat Keklerde, tek
bir Yaratıcı’nın karşıtı olacak tek bir Şeytan’ın izine rastlanmamıştır.
Boynuzlarla temsil ettikleri (kimi zaman Buda duruşuna
benzer biçimde oturan), adı “Boynuzlu” anlamına gelen Cernunnos, kuşkusuz
UManfred Lurker, Lexikon des Götter und Danıonen, Alfred Kramer Verlag, Smttgart, 1984.
13Norton-Taylor, The Celts.
14H.R. Ellis Davidson, Gods and Myths of Northern Europe, Pelican Books, 1964, Londra.
KELTLER
cehennemle ilişkilidir, ama aynı zamanda, cehennemler
tanrıçası Proserpina gibi bereket, şans ve hasat tanrısıdır.15 Eğer
bu “geyiklerin tanrısı” bir şeytan idiyse -bizim Şeytan’ımız boynuzlarını ona
borçluduraynı zamanda da iyi bir tanrıydı. Bütün tanrısallık işaretleri iç içe
girer; Cernunnos hem tanrı Pan’ın hem de bizim Aziz Hubert’imizin kuzenidir,
çünkü aynı zamanda avcıların koruyucu tanrısıydı. Uzun süre yaşamış bu tanrının
II. yüzyıl tarihli gecikmiş bir tasviri, Buda duruşuyla ve Roma işgalinin
dayattığı Apollon ve Merkür’le çevrili olarak Reims Müzesi’nde görülebilir.
Orada, Pan’a benzer ve pek endişelendirmez. Fakat yine galloromen parçası olan
Cluny Müzesi’ndeki resmi incelendiğinde bir tür kötülük ortaya çıkar: Keçi boynuzları
ve sabit bakışlarıyla bizim ortaçağ Şeytan’ımıza son derece benzemeye başlar.
Bu, Val Canonica’da, IÖ IV-III. yüzyıllara kadar gelen tasvirleri bulunan eski
bir tanrının en son ve en kötü temsilidir.
Başka tasvirler bizi kararsız bırakır;
Bouches-du-Rhöne’da, Noves şehrinde bulunan ve IÖ III. yüzyıla tarihlenen Noves
canavarı gibi, iri dişli ve iri pençeli, ağzında yarı yarıya yenmiş bir insan
kolu bulunan, ayakları iki kesik baş üzerinde duran, fallusu ereksiyon halindeki
bu canavar, ilk bakışta,, kesin biçimini almamış Hıristiyan $eytan’mm en
mükemmel tasvirlerinden biridir. . Kesin olarak, Romalı ve ardından Gotik
sanatçılar, Büyük Kötülük'ün en karakteristik çizgilerini belirlemek için bu
türden figürlerin geniş dağarından yararlanmaktan başka bir şey
yapmamışlardır. Ancak bu canavar Tanrı Crom Cruach’tır: Yani Tepenin
kamburu. Keklerin insan kurban ettikleri ve julius Sezar’m belirttiğine
göre yedikleri kanlı törenlerde hazır bulunan doğaüstü figür.
Crom Cruach’tan bize sadece taş resimler kalmıştır,
fakat XI. yüzyılın adı bilinmeyen bir keşişinin metninin aktardığı gibi, altın
15Sharkey, Celtic Mysteries.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
işlemeli resimleri de vardır; Leinster Kitabı’nda.
şöyle denir:
"... Kötü davranırlar,
Ellerini çırparak, bedenlerim döverek,
onları zincire vuran canavarın yanında ağlaşarak,
Gözyaşları yağmur gibi dökülerek.
Taştan on İki put diziliyordu;
Fakat Crpm’unki altındandı."16
Crom önemli bir tanrıydı. Efsane buna tanıktır.
Efsaneye göre, yine efsanevi bir tanrı olan Iskoçyalı Tiernmas döneminde, IÖ
XVI. yüzyılda, bütün klan şeflerinin ilk doğan çocukları Tapınma Ovası olan Mag
Slecht’te ona kurban ediliyordu.
İkinci olarak, bereket ile ölümün her birliği, yararlı
oldukları kadar gaddar da olan doğaüstü güçlerin anlam belirsizliğini
yansıtır. Burada şeytansı bir resim gören bizleriz, yani iki bin yıllık Hıristiyan
ikonografisinin koşullandırdığı XX. yüzyıllılar. Çünkü, eğer Crom Şeytan’sa,
yararlı ve verimli güçleri de Şeytan’a atfetmemiz gerekir ki, durum böyle
değildir.
Şeytan’ın Kelt atası sıfatına daha uygun bir aday
olabilir gibi gözüken bir başka tanrı vardır: Loki. Dumezil tüm bir çalışmasını
ona adamıştır ve daha başlangıçta, “İskandinav tanrıları arasında en eşsizlerinden
biri” diye yazar.17 Loki kuzey ülkelerinin, İskandinav ve Germen
panteonunun kurnaz soytarısıdır; tanrıya düşman güçler olan Kurt Fenrir’in,
Hel’in, cehennemler tanrıçasının, yılan Midgard’ın babası ve komutanıdır.18
istediği biçimi alabilen bir tanrıdır ve Kelt efsanelerinde sekiz bacaklı at
Sleipnir’in babası olarak geçer. 9 “Halk
16 A
17 Georges Dumezil, Loki, Flammarion, 1986.
löLurker, Lexikon.
19A.g.e.
I
KELELER
etimolojisi," diye yazar Lurker,20
“adım log sözcüğüne yaklaştırır (Almancada lohe vahşi
alevler)."
Kimi zaman görünüş değiştirse de, genellikle ufak
tefek, neredeyse cüce bir insan görünümüyle ortaya çıkar. Loki gerçekten bir
şeytan mıdır? Dumezil onu yalnızca bir soytarı, bir trickster olarak
görmek istemez; trickster birçok dinde rastlanan ve kralın delisiyle, jokerle
karşılaştırılabilecek mitik bir kişiliktir; kralı, tanrıları sinirlendirebilir,
ama saraydaki yerini asla kaybetmez. Şunu belirtmek gerekir ki, çağdaş iskambil
oyunlarımız da dahil bütün ikonografilerde ona sözcüğün zararsız anlamıyla
kötü yürekli bir görünüm verilir; bir operadaki küçük şeytan görünümü. Bu
tanrı tipinde en ilginç olan şey görünürde birbiriyle ilişkisi olmayan dinlerde
rastlamlmasıdır; Batı Afrika’nın büyük kavmi Yoruba panteonunda Eshu’dur, bütün
tanrıların habercisi, bu dinde Hermes-Merkür’ün karşılığıdır. Yine de Dumezil,
Loki’de gerçek bir Kötülük cini görme eğilimindedir.
Ne var ki Loki, tanrı Odin’in hizmetindedir. Loki, Odin
ve Thor dışında hiçbir Kelt tanrısında olmayan bir özelliğe,sahiptir; eşi
vardır ve' bu onun toplumsallığıdır. Hatta devler ve canavarlarla da yakındır.21
Ne yazık ki, efendisine ve diğer ölümsüzlere kötü, hatta çok kötü oyunlar
oynama fırsatını hiç kaçırmaz, örneğin tanrı Balder’in ölümüne neden olur ve
neredeyse dünyanın mahvına neden olacaktır.
Germen mitolojisinde Loki, gelecek olan Kıyamet’in ya da
Ragnarök’iın failidir: Gelecekteki Baka ve Kılıç döneminde insanlar
bütün dünya yanana kadar dövüşeceklerdir. Bunun üzerine tanrılar, Kötülük
güçlerine karşı son bir-savaş için sjlahlanacaklardır: Devler Ymir’in
komutasında, Muspell’in oğulları Loki’nin komutasında ve Surttır ateşle
birlikte. Kurt Fenrir büyük tanrı Odin’i yutacak, bunun üzerine
20 .
21 Eliis Davidson, Gods
and Myths
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Odin’in oğlu Vidar, Fenrir’i öldürecektir. Diğer
yandan, Thor, yılan Mİdgarçl’ı yenecektir, ama onun zehirli soluğuyla kendisi
de can verecektir. Freya, ateş tanrısı Surtur tarafından yenilgiye
uğratılacaktır ve o zaman dünyayı ateşe verecektir. “Güneş karardı, toprak
deniz tarafından yutuldu ve parlak yıldızlar gökyüzünden düştüler.”22
Hiç kuşku yok ki kıyametler birbirlerine benziyorlar!
Demek ki Loki, Hint-Ari Agni’den türeyen -şu farkla ki
Loki’ye tapılmazateş tanrısı olacaktır.. Bununla birlikte, Norveç, İskandinavya,
Danimarka, Ferde, İzlanda köylülerinin geleneklerinde hâlâ yaşamaktadır:
“Atasözlerinde, bazı hikâyelerde onun adı vardır,” der Dumezil. “Telemarken’de
... sütün kaymağı ‘Lokje için’ diyerek ateşe atılır,” bu, Loki olmalıdır ve
“İsveç’in birçok bölgesinde ve halta yerli Finliler arasında bir dişi düşen
çocuk onu, ‘Loki, bana kemik bir diş karşılığında altın bir diş ver!’ diyerek
ateşe atar.”
Fakat Loki’nin ateş tanrısı olduğundan emin miyiz?
Dumözil, “doğalcı okulun ilk yandaşlarının hipotezini buna bağlar; belki bu,
Lurker’in belirttiği ve açıklayıcı etimolojiyi belli bir küçümsemeyle ihmal
etmektir. Günümüzde “doğalcı okul”un terimleri “din-karşıtı,” “bilimci” ya da
“özgür düşünceli” olduğu kadar yakışıksız ve geçersizdirler. Ne var ki Loki
genellikle ateşle birlikte anılır. Bu onun “cehennemi” doğasının kanıtıdır.
Başka uzmanların onda bir su tanrısını, bitkilerin, cehennemi güçlerin
tanrısını, • hatta dünyanın sonunu getiren “joker”! gördükleri doğrudur. Bu
sonuncu yorum Yaratılış’tan itibaren insanlık tarihi -son taç giymeler,
suikastlar ve kraliyet evlilikleri(elmayı Havva’ya uzatırken kalçalarını
kıvıran bir aktörle) anlatıldıktan sonra beliren grotesk kostümlü bir cücenin,
gülünç olduğu için hikâyenin bitmesi gerektiğini duyurup perdeyi indirdiği bir
ortaçağ oyununun kinizmini anımsatır.
22L'Universfantastique
des mythes,
kolektif eser, Presses de la Connaissance, Paris, 1976.
KELTLER
Hikâye, kuşkusuz, gülünçtür ve Loki hakkındaki görüş
eğer böyleyse ve eğer Loki şeytansa bunun kabul edilmesine çalışılır. Fakat
sonuçta, burada belirlenmesi gereken şey Loki’nin doğasıdır: Şeytan mıdır değil
midir ya da yaklaşık olarak, Pers Ahriman’m yeğeni midir? Bu-pek kesin
değildir, çünkü o bir Ase’dir,23 diğer yarı-ölümsüzler olan O din,
Thor, Tyr, Balder (Loki yüzünden ölecektir), Herimdall ve tanrıçalar Frigg,
Nanna ve Sif ile birlikte Kuzey Olympos’unda, Asgard’da oturan tanrıların ya da
Aesir’lerin soyundandır. Bu olguda onun bir şeytan ya da tek Şeytan olduğu
hipotezini içeren hiçbir şey yoktur, çünkü cehennem ruhuyla göksel ruhun aynı yerde
oturduğu pek görülmez. Yine de devam edelim.
Bitki tanrısı Loki hipotezinin elenmesi gerekir
gibidir: Loki’nin kötü oyunlarından biri güzel tanrıça Şifin altın saçlarını
kesmesidir. Sif,'tanrı Thor’un karısıdır; Thor ise -eski Saksoncada Thunar, çağdaş.
Almancada Donnerbüyük Odin’in öz oğlu olup fırtına ve bereket tanrısıdır.
Şifin altın saçları meltemle dalgalanan buğday tarlalarının şiirsel bir
tasviriydi, ki bu, Kuzey Kybele’si, hasat ve bitki tanrıçası Şifin işlevine
tamamen denk düşer. Eğer korkunç Loki bitki tanrısı olsaydı öncelikle yüce
Thor’u gereksiz yere tekrarlamış olurdu, sonra da zavallı Şifin kafasını
kazıyarak kendisine karşı bir suç işlemiş olurdu. Hasat tanrısı sahneden
çekilir. Loki bir başkasıdır.
23Filolojik yazışma meraklılanntn zevki için,
Palmyra’daki ve diğer bazı kazı bölgelerindeki yazıtlarda rastlanan eski Arap
binicilik tanrısının adı Aesir’dir: Oysa Loki, “ase,” masal atı Sleipnir’in
babasıdır. Pegasus’un kuzeni olan bu at anılmaya değer. Lurker’e göre o,
Loki’nin hem oğlu hem de atıdır, fakat L’Universfantastique des mythes'e. göre, Loki’nin binek hayvanı, Loki’nin öz oğlu olan
kurt Fenrir’dir, Sleipnir, Germen panteonunun efendisi Odin’in binek
hayvanıdır. Bu, Kelt mitlerinin sayısız çakışmasından ve çeşitlemesinden
biridir. Sekiz bacağı Sleipnir’in olağanüstü hızlılığına işaret eder; bunların,
binicisi Odin’in şamanizminin simgesi olduklan Eliade’nin bir varsayımıdır ve
dünyada olup bitenden haberdar etmek için krala her yerde eşlik
■ eden İki karga bunu doğrular.
Dolayısıyla Odin, her yerde, şimşek hızında yer değiştirebilir ve en uzaktaki
olaylardan bile haberdar olabilir.
ŞEYTANIN GENEL TARlHl
Bu arada, açıklayıcı olduğundan, Loki’nin kurbanı, olan
tanrıların zararlı tepkilerini belirtelim: “Porr [Edda’da Thor’un diğer adı24]
bunu öğrendiğinde, Loki’yi aldı ve eğer Loki, Siyah Hava Perileri’ne Sif için,
doğal saçlar gibi bitme özelliğine sahip altın bir saç yaptırmaya yemin
etmeseydi bütün kemiklerini kırardı.” Kısacası, hakarete uğrayan kadının kocasının
korkunç ellerinde hapsolan Loki, bir peruka vaat eder. Hiç kuşkusuz Kekler de,
Yunanlılar gibi, tanrılarının öfkesini övgüye değer bir fikir haline
getirmezler. Çünkü aslında Loki, bir peruka aracılığıyla hayatını kurtarır!
Demek ki bu bölüm bir farstır.
Bütün bunlardan şu çıkar ki, Loki, güzel saçlarından
kuşkusuz çok gurur duyan Şifin saçını kazıma arzusuna dayanamamıştır, ama
Thor’un ö firesi onu pişman etmiştir. Oysa bu, Loki’nin kötülüğünün tek örneği
değildir: Bir başka sefer, bu soytarı,'tanrıça Freya’nın dört cüce tarafından
yapılmış bir kolyeyi ele geçirmek için can attığını öğrenir. Cüceler, her
biriyle bir gece sevişmesi koşuluyla bunu ona vermeyi kabul ederler: Pamuk
Prenses’in uçkuruna düşkün çeşitlemesi. Loki bu pazarlıktan tanrıçanın kocası
Odin’i haberdar eder, o da Loki’yi kolyeyi çalmakla görevlendirir. Bu arada
belirtelim ki, bu vodvilvari bölümler ilginç bir şekilde Yunan mitolojisinin
grotesk hikâyelerini hatırlatır; örneğin karısını Ares ile yatakta yakalayan
Hephaistos âşıkların üzerine bir ağ fırlatır ve onları bu şekilde Olymposlularm
önüne getirir, onlar da elbette gülmekten kırılır. Mitoloji’ lerde bu tür
gülmeceler es geçilemeyecek kadar azdır. Özellikle Keklerde egemen olan insan
özgürlüğünün anlamını açığa çıkaran doğaüstü güçler nezdinde bir ironiye
tanıklık ederler. Bu kötü yürekli, kaçınılmaz bir şekilde, jandarmanın ve
sahte kahramanlarım ezeli düşmanı Afacan Till’i, hatta Polİchinelle’yi
hatırlatır.
u Dumezil, a.g.e.
KELTLER
Loki’nin diğer, yorumlarına da bir göz atmak gerekir.
Su tanrısı olduğu söylenir. Oysa bu tam da, Veda ateş tanrısı ve aynı zamanda
da su tanrısı Agni’nin durumudur, “suyun içinde sönmüş ateşin ruhu
bulunur." Dumezil Loki’yi, yeraltı güçlerinin tanrısı diye de adlandırır:
Çok basit benzerlikler yaptığıma üzgünüm fakat bu da Agni’nin durumudur: Bu
Hint-Ari tanrı da Yeryüzünün derinliklerinden doğmuştur.25
Dumezil’in bir gözleminden yola çıkan Eliade, Loki’nin
Şeytan olduğuna ikna olmuştur. Gerçekten de, Dumezil, Loki’nin şeytansı bir
kişilik olan ve “çağımızın iblisinin en üstün cisimleşmesi" Duryodhana’nın
benzeri olduğunu belirtir.26 Oysa Eliade abartmaktadır. Benzerlik
kesindir, fakat Duryodhana, Mahabharata'da Şeytan değildir,27 dünyanın
sonunun sorumlusu ise hiç değildir. Kuşkusuz tiksinti verici bir karakterdir;
yaptığı en büyük haksızlık prens Yudhisthira’nın bütün servetini zarda kazanmış
olmasıdır, fakat sonuçta Yudhisthira,
25Dumözil Keklerin, Gelinenlerin ve Osetlerin ya da
İşkillerin efsanevi temaları arasındaki önemli benzerliğe şaşırır (ya da
şaşırmış gibi yapar), böylece okuru Hint-Ari akımının değişik dallannın
yüzyıllar boyunca ve tüm farklılıklarla, pek az değişmiş eski temalan
korudukları varsayımını kabul etmeye yöneltir. Kuşkusuz, İşkillerin Keklerden
farklı bir tarihleri vardır, fakat akrabalıklar sürmektedir.
26Mircea Eliade, Histoire
des croyances et des iâğes religieıışes, 11: De Gamamı Bouddha an triomphe da christianisme, Payot, 1978.
27Mahabharata, yani “Bharata’ların büyük şiiri,” ya da “Bharata
prenslerinin büyük şiiri” (bharata Sanskrîtçede “oyuncu” anlamına da gelir), Hint’in iki
büyük epik şiirinden biridir, diğeri İse Yamayana'dır. Onsekiz kitaba bölünmüş yüz bin dizeden oluşur, Uyudu
ve Odyssein’nm bir araya gelmiş ciltlerinin sekiz katını
temsil eder ve düzenlemesi Visatya’ya atfedilir, 1Û IV. yüzyıldan bu yana var
olduğu sanılmaktadır. Tarihsel, olgulara, kuşkusuz Kurularla Pandular
arasındaki savaşa dayanmaktadır. Dinsel mezheplerin etkisi akında, görünüşte
birçok kez yeniden düzenlemeye uğramıştır ve sonuçta, hüküm sürmüş olan
prensler Hastinapura, Dhiritarashtra, Pandu ve Vishna destanından başlayarak
anlatılan olayların büyük ölçüde mitleştirilmesine varmıştır. İS V. yüzyılda,
otoritesi, yargı görüşü bildirecek kadar artmıştır.
201
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
göksel güçler köpekleri kabul etmediğinden, köpeğiyle
birlikte gökyüzünün kapılarından geçmeyi reddettiğinde onun ruhunu çalmayı
denemez bile.
Ardından, burada Şeytan düşüncesinin ana bir teması söz
konusu olduğundan, dünyanın selameti ve yazgısı, yani yine nihai amaçlar ya da
eskatoloji söz konusu olduğundan, dinlerin evriminin kaçınılmaz biçimde
Hıristiyanlığı hazırladığı şeklindeki moda bir düşünceyi incelikleriyle
belirtmek belki yararlı olur. Kelt Ragnarök’ü kuşkusuz dünyanın bir
sonudur, fakat lektanrılı üç dinde sunulduğu şekliyle dünyanın sonu, evrenin
nihai sonu değildir. Gerçekten de, yukarda betimlenen korkunç kavgadan
sonra, “hiç olmadığı kadar verimli, yeşil, güzel, yeni bir toprak ortaya çıkar.
Öncekinden daha parlak, yeni bir güneş gökyüzünde dönmeye başlayacaktır,” diye
yazar Eliade. Sırası gelmişken inceleyelim, bu düşünce Yeni İmparatorluk
koşullarında Antik Mısır’da geçerli olan fikirle hemen hemen aynıdır.29
Söz konusu dünyanın sonu büyük bir döngünün
tamamlanmasıdır; ardından bir başka döngünün başlangıcı gelir. Eğer Loki burada
baskın bir rol, aslında kavgacı bir provokatör rolü oynuyorsa bunun nedeni,
“Germen mitlerinin bir kahraman tanrılar miti aktarmalarıdır. Bu mite göre,
kavga dünyanın düzenini sürdürür ve yeni bir evrenin şafağından önce onu yok
eder.” Bu, kavga etmenin iyi olduğu anlamına gelir, çünkü kavga güçler
dengesini korur ve aynı zamanda dünyanın yenilenmesini sağlar. Bu inancın
yankısı bir Orta-Amerika geleneği olan potlatch’da görülür; bu gelenekte herkes
yenilerini edinmek için belirli tarihlerde sahip olduğu bütün çanak çömleği
yok eder.
Dolayısıyla Loki’de Şeytanın bir habercisini görmekte
ısrar etmek
28Eliade, a.g.e.
29Bkz. bölüm 10.
KELTLER
boşunadır. Sonuçta Loki, ilk bakışta soğuk şakalar
yapan biridir,30 ikinci olarak tıpkı öncedenbelirtilmiş olan
Yorubalann dinindeki meslektaşı Eshu gibi, dünyanın düzeni için gerekli bir
güçtür.
Zaten Keklerin bu tür kişilikler yaratmada benzersiz
bir dehaları vardı. “Zehirli dilli” Br'icriu buna örnektir. Tanrılıkla hiç
ilgisi olmayan Bricriu, .efsanevi kral Conor Mac Nessa’nın yönetimindeki
Ulster kabilelerinden birisinin efsanevi şefidir. Övüngen biridir, bütün konuklarının
konukseverliğinden övgüyle söz etmelerini ister; kaba biri olsa da, her tarafta
taklit edilen olağanüstü bir kale inşa ettirmiştir. Fakat aslında, der
“Şampiyonun Payı”31 adlı hikâye, o kargaşa yaratan biridir. Örneğin
bütün Ulster şeflerini evine davet eder ve her birini tek tek, kralın şampiyona
vereceği hediyeyi kazanacağına ikna eder. Şölen günü geldiğinde doğal olarak
rekabet kötü bir biçim alır, herkes ünlü hediyeyi istemektedir. Daha kötüsü,
her birinin karısını, hepsinin en çekicisi olduğu konusunda ikna ederek baştan
çıkarmayı dener. Fitne tohumları ekmekten büyük zevk alır.
Bununla birlikte bir Şeytan değildir, anlayışlı hatta
peygambervari biridir'32 ve ileri dönem belgelerinde, diye belirtir
Dumözil, “genellikle bir ollam, yani bilge olarak gösterilmiştir."
Eğer kötü yürekliyse bu, ne dilini ne de bir sırrı tutabildiğindendir, yoksa
alnında yumruk gibi büyük bir kan çıbanı çıkar.
Diğer bir hayta örneği, Evnissyen’dir. Birbirleriyle
iyi anlaşan in-
^Jan de Vries, Loki’nin
edebi kaynaklarının incelenmesine geniş bir araştırma adamıştır ve. Loki’nin
kişiliğinin ileri tarihlerde alçaltıldığım, başlangıçta Loki’nin Öncelikle bir
hırsız olduğunu belirtir: Tanrılardan gençlik elmalarını (Herakles’in ele
geçirdiği Hesperidlerin bahçesinin altın elmalanna benzetilir), Thorün kemerini
ve eldivenlerini, Freya’mn kolyesini çalar. Dumözil’e göre, bu hırsız prototipi
ilk Hint-Avrupa mitolojilerine kadar uzanır,bunun bir kolu Helenlerin
hırsız-tanrısı Hermes mitini yaratmıştır.
31Delaney, a.g.e.
32Eliade, a.g.e.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
sanları birbirine düşüren, kimi zaman çekilmez biridir;
üvey kız kardeşiyle evlenen İrlanda kralına verilen atları vahşice sakatlar,
böylece savaşa neden olur, fakat başka vesilelerde, barışın kutlandığı şölen salonunda,
çantaların içine savaşçıları saklamış olan Irlandahların kurnazlığını
anlayışlılığı sayesinde bozar?3
Dumezil, bir başka mitik kişilik olan Sydron’u da Loki
ve Bricritı’ya benzetir. Sydron, kayıp bir “ırk” olan Nartlara atfedilen efsanelerden
çıkmıştır ve birçok Kafkas kabilesi bu geleneği sürdürür: İskit, Sarmat, Alan
ve Roksolan kabilelerinin soyundan gelen sonuncular Osetler, Tatarlar, Doğu ve
Batı Çerkezleri, Çeçenler ve Inguşlar?4 O da “kötülük yapmaktan
zevk” duyar, ve “Nartların baş belası” diye adlandırılır. Bilinçsiz ve sefih
biridir, mutsuzlar ve can çekişenlerle alay eder ve kötü oyunlar oynar. Ayrıca,
şeytansı ataları olduğu da varsayılır; Doğumuna ilişkin bir yoruma göre bir
şeytanla güzel bir Nart’m'Oğludur; bir başka yorumda, bir lanet sonucu hamile kalmış
dişi bir şeytanın oğludur.
İşte, ilk bakışta, Şeytan rolü için akla yatkın bir
başka aday. Ne yazık ki, Nartlar onu genellikle anlaşmazlıklarında hakem olarak
seçerler, çünkü çok akıllıdır ve kötü yürekliliğine rağmen onlara hizmet
eder, örneğin Nardan esir almış devlerin tuzaklarım bozmuş ve onları ökseye
batırılmış koltuklara oturtmuştur; burada, dayanılmazbir şekilde, Polyphemos’un
tutsağı olmuş arkadaşlarını kurtarmak isteyen Odysseus’un kurnazlıklarını
hatırlatır. Dahası, Syrdon, Nartlar için av hayvanı bulur. Bu pek şeytansı bir
şey değildir. “Nart Uryzmaeg ve Uaerp ve Aeldar” hikâyesinde?5 cesur
bir rol bile oynar, çünkü ününü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan ünlü
Uryzmaeg’i kadın düşkünlüğünden vazgeçirir. Aynı hikâyede, “Tanrı
33 Delaney, a.g.e.
34G. Sanajev, aktaran Dumezil, a.g.e.
35Bra!iweıı, the Daughter of LLyr, aktaran Delaney, a.g.e.
KELTLER
[Syrdon’u] Nartlar kesin olarak onsuz yaşayamasmlar
diye yaratmıştır,” diye eklenir. Bu, bizim Şeytan’ımızın rolüne ve onun Tanrı’yla
ilişkilerine pek uygun bir şey değildir.
Bundan çıkan sonuç Syrdon, Evnissyen, Loki, Cuchulainn
ve Bricriu’nun Kelt karakterinin bir yanını temsil eden kişilikler olduklarıdır;
kavgacı, övüngen, vahşi, kurnaz, ama zeki ve özünde halkları onlara ihtiyaç
duyduğunda iyi ve fedakâr olan çocuklardır. Nasreddin Hoca’nın ve Afacan
Till’in kuzenleridirler, hatta gece toplantılarında şaklabanlıkları ve
marifetleriyle güldüren kurnaz tiplerin, bizim Polichinelle’imizin, Türklerin
Karagöz’ünün ataşıdırlar. Göksel gücü temsil ederek jandarmayı kandırdığında
alkışlarız, fakat dayanılmaz biri olduğundan, jandarma tarafından pestili
çıkana kadar dövüldüğünde de güleriz. Sürüleri çalan Hermes’in işlediği
suçlarda onun iziyle karşılaşırız. Oysa Hermes, Şeytan değildir.
Demek ki Keklerde Şeytan yoktur. Tıpkı tüccar ve
korsan, güçlerinden gurur duyan, öncelikle cesarete değer veren Yunanlılar
gibi saygısız, maceraperest, batılinançlıdırlar kuşkusuz, fakat zekâyla tanrıların
öfkesinin caydırılacağına da inanırlar, toplumların kabile yapılarını .
koruduğu küçük krallıklar halinde sağa sola dağılmışlardır, merkezi ve
merkezileştirici bir iktidar asla kurulmamıştır.
Şeytan’ı doğal olarak' yaratan hanlılarda gördüğümüz bu
evreye Kelt dininin nasıl asla erişmediğini bilmek kalır geriye. Kökleri yine
de ortaktır ve III. bin yılda Avrupa’ya vardıklarında, hiç kuşkusuz, hanlılara
Ahrimanlarını yaratmalarını sağlayan aynı özü taşıyorlardı.
Keklerin Şeytanlarının “olmaması” dinsel yapının hatası
mıdır? Pek öyle gözükmemektedir: Diodoros’un “filozof ve teolog” olarak
nitelediği Kelt rahipleri (druidler),30 Kelt toplumlarında han münec30
Yunanlılar ve Romalılar bunlara önceleri druidai,
dnıides, drysidae, dryadae adını vermişlerdi. Norton-Taylor şöyle yazar: “İS I. yüzyılda
Galiçya’da dava vekili mevkiini işgal eden Yaşlı Plinius, “meşe” anlamına
gelen Yunanca
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
cimleriyle aynı rolü oynamış gibidirler. Gördük ki,
bunlar korkak din adamları değillerdi; savaşların ortasında yer alıyorlar,
kendi taraflarının savaşçı coşkusunu körüklüyorlardı. Ayrıca, oldukça ilginç
bir şekilde, İskenderiye’nin Yunan bilginleri onları Hindu müneccimleri ve
brahmanlara benzetmişlerdir; hak ettikleri prestij ve yetenekten daha
fazlasının bahşedildiği sanıldı; durum bu değildir. Julius Sezar onlara dinsel
bir rolün dışında, hukuksal bir rol de atfediyordu: “Yargı bildiriyorlar ve
cezai ve hukuksal durumlara bağlı zarar ziyan bedellerine ve cezalara karar
veriyorlardı, aynı zamanda miras ve sınır anlaşmazlıklarında karar
veriyorlardı...” Mahkemeler yılda bir kez, Charles yakınlarında, Carnutes
topraklarında toplanıyorlardı. “Anlaşmazlık içinde olan herkes, dört bir yandan
bu mahkemelere başvurmaya geliyordu.”37 Oysa “İrlanda yasalarının
eski metinlerinin belirtiği gibi, Kelt yasasına göre, sadece suçlunun kendisi
değil, tüm yakın akrabaları da işlenen suçtan sorumlu tutulabileceğinden tüm aileleri
davaya dahil eden” bu yargılar hiç de basit değildi. Örneğin sürüsünü
komşusunun tarlalarına salan biri bütün bir mevsim boyunca tarlalarını
komşusunun kullanımına verme emri alabilirdi.”38 Demek ki işlevleri
aynı dönemdeki hahamlarınkine benzemektedir.
Rahiplik rolünün yasa koyucu rolüyle böyle
özdeşleştirilmesi te-
sözcüğün
drus olduğunu fark edince onlann adlarının belki de bu ağacın adından türemiş
olduğunu ileri sürdü..." Birçok Avrupa dilinde, diye devam eder bu
tarihçi, dru terimi “güçlü" anlamına gelir (Fransızcada olduğu gibi), oysa
ki “wid” ve bazı değişkeleri genel olarak “bilme’’ye denk düşer. Dolayısıyla,
Kelt rahiplerinin [druidlerj hem bilge olduğunu hem de kurallarından bazılarını
meşelerin altında gerçekleştirdiklerini öne süren benzerliğe bağlı olarak
sözcüğün etimolojisini belirlemek güçtür.
37Norton-Taylor, The Celts; “Mesela Ülad,” Mediaeval and Modern Irish Series, XIII, Dublin, 1941.
38Jules Cesar, Commentarii de bello gallico, yayına hazırlayan Maurice Rat, Flammarion, 1964.
206
KELTLER
okrasitıin tipik özelliğidir;39 Iran
teokrasisinde bu daha karakteristiktir. Darius örneğinde gördüğümüz gibi sadece
kral yasa koyucudur. Gerçekten de Kekler, toplumu, müneccim ve yasa koyucu olan
rahiplere, savaşçılara ve özgür insanlara, yani inek sahiplerine bölüyorlardı,
diye yazar Eliade.40 Dolayısıyla rahipler, Kelt toplumsal piramidinin
en. tepesinde yer alıyorlardı, çünkü hukuksal iktidarlarının gücünü gördük; bu
iktidar onları, kabile şeflerinden daha yüksek bir sıraya değilse de, onlarla
aynı sıraya yerleştiriyorlardı. Dolayısıyla, Iran müneccimlerinin yolunu hangi
olgudan dolayı izlemedikleri ve bir tek Tanrı’nın ve onun karşısında da bir tek
Şeytan’ın resmen ilanına varan panteonun merkezileştirilmesine -ya da daha
doğrusu, birden fazla Kelt merkezi dikkate alındığında merkezileşmelereyol açmadıkları
sorulabilir.
Bu durum ancak belli sayıdaki faktör bir araya
geldiğinde anlaşılır. öncelikle, Kelt toplumu, Eliade’ın söylediği kadar katı
değildi. Yapılar (toplumsal hiyerarşiyi koşullandıran ekonomik yapılar) bir
kraliyet yönetimi ve yerleşik bir rahipler gövdesiyle iyi tanımlanmış olsa da,
büyük bir toplumsal hareketlilik de gösteriyordu, çünkü savaşçılar, seçkinleri
oluşturan bilgeler ve hatta zanaatkarlar “başarılarına ya da talihsizliklerine
bağlı olarak kralın iyi niyetine tabiydiler.”41 Demek ki, bu yapı
esas erdemin, feodal bir toplumda hayal
39Dumezil’in ünlü üçlemesini burada da aynntılanyla
belirtmeye1 çağıran özdeşlik.
40Eliade, a.g.e. Aslında Norton-Taylor, The
Celts’de şöyle belirtir: “Eski
yasa metinlerine göre, tipik bir özgür insan yedi ineğe, bir boğaya, yedi
domuza, doğurgan bir dişi domuza, yedi koyuna, bir ata ve yılda yedi inek
yetiştirmek için yeterince geniş otlaklara sahipti.” Aynca: “Diğer üç çiftçiyle
birlikle bir sabana, bir saban demirine, bir öküze, bir üvendireye ve bir
yulara sahipti; yine onlarla birlikte bir fınn, bir değirmen ve bir tahıl
ambarını paylaşıyordu.”
41 Norton-Taylor, The'Celts. Rollerin bu paylaşımı, Dumezil’in bütün eski toplumlara
atfettiği savaşçı-rahip-çiftçi üçlemesine, eksik olarak, bir kez daha denk
düşer. Bu şemayı bütün Hint-Avrupa toplumlarına uygulamanın güç-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
edilebilecek olan şeyin tersine, kişisel cesaret, yani
bireysellik olduğu bir “meritokrasi”ydi.
Kelt soyundan gelenler, Hıristiyanlaştırıldıklannda
bile, efsanelerinin üne kavuşturduğu, savaştaki şaşırtıcı vahşiliklerini
korurlar. Vikinglere Hıristiyan bağışlayıcılığı öğretildikten çok sonra derlenmiş
kahramanca mücadele ve savaş derlemesi olan Feroienlerin Sagası’nda,42
kaybolan savaşçıların intikamını almak ya da kişisel anlaşmazlıkları
çözümlemek için temel retorik unsuru olarak balta ve kılıç görülür: İnsanlar
başları koparılmış, kolları kesilmiş, delik deşik edilmiş, ya da ikiye bölünmüş
halde sinekler gibi öldürülürler. Kelt kültüründe başat olan kahramanlar kültü,
İran toplumlarındakiyle karşılaştırılamaz biçimde güçlüdür. Dolayısıyla
tanrılar güç tanrısıydılar ve zayıflık tanrısı asla olmadığından bu eksikliği
temsil' eden karşı-tanrı da var olamazdı. Hakiki teorik güç olan Şeytan, eğer
cesarete, zekâya ve kurnazlığa sahipse bir düşman olamazdı?3
Ayrıca, Kelt toplumlarının hepsi kabile toplumlarıydı,
yani merkezileşmiş bir din adamları sınıfının' emrindeki birleşik bir dini -gerektiren
merkezileşmiş bir devlet oluşturmuyorlardı. Asla büyük bir devlet ya da büyük
bir Kelt metropolü olmadı. Her kabilenin komşu kabileden bağımsız kendi
rahipleri vardı. Roma imparatorluğunun sonuna kadar Kekler sürekli değişen ve
hareket halinde bir mozaik oluşturdular, Jütler, Angıllar ve Saksonlar
İngiltere’yi fethederek orada yedi küçük devlet kurdular ve kendi paganizmlerini
oraya ithal et-
lüklerine ilişkin
Renfrew’in Archaeology
and Language’daki açıklamasına da dikkat çekelim.
42Jean Renaud’nun çevirisi ve sunuşu, önsöz Rögis Boyer, La
Sağa des Feroiens, Aubier-Montaigne, Paris,
1983.
43 XIX. yüzyılda romantizmin getirdiği bireyciliğin
zaferinin, klasisizmin uyguladığı Greko-Romen uygarlığının kuralları
tarafından uzun süre gölgede bırakılan Kelt kültü ve mitlerinin yeniden
keşfinin bir sonucu olduğu ileri sürülebilir.
208
KELTLER
tiler. Franklar, Vandallar, Alamanlar, Ostrogotlar,
Vizigotlar ve sayısız başka halk, kıtada, güvenlik içinde yerleşecekleri bir
yer aradılar.44 Hk Avrupa krallıkları yavaş yavaş biçimlendikten
sonra bile Hebrides Adaları’nı, Orkney’leri, Shetland’ları, Man Adası ve
Dublin’i yöneten Vikingler göçebeliklerine, talan ve fetihlerine devam ettiler,
fırsat buldukça akınlarını, talanlarını, yıkım ve fetihlerini kıta üzerine,
Paris ve Hamburg’a kadar yaymaya kalkıştılar. İsveç Vareglerini Novgorod’a
kadar püskürten Vikingler 896 yılında Seine ağzına yerleştiler ve daima pagan
kaldılar.45 Vikinglerin Hıristayanlaştırılmasının yaklaşık olarak
1000 yılına kadar uzandığını hatırlamak gerekir. İlk Viking devleti, 600
yılında Ynglingler hanedanından Uppsala kralları tarafından birleştirilen
İsveç’tir. ve Vikinglerin korsanlıktan ilk vazgeçişleri 911 gibi geç bir
tarihte Seine Vikingleri ile Frank kralı Basit Charles arasındaki
Saint-Clair-sur-Epte Anlaşması’yladır.40
Nihayet ve paradoksal olarak, Kelt halklarında ulusal
bilinç asla olmadı: Örneğin 450 yılında Kelt Bretonları Galler Ülkesinden çıkarmak
için onlara karşı savaşanlar Kelt kökenli Jütler, Angıllar ve Saksonlardı ve
862 yılında Northumberland ve Doğu Anglia'yı almak için Kelt Angıllar ve
Saksonlara karşı savaşanlar da yine Kelt, Danimarka Vikingleriydi. Her Kelt
kabilesi diğer Kelt kabilelerinin mal varlığını kıskanırdı. Bu koşullarda
örgütlü bir din oluşturmak olanaksızdır.
O dönemde Normanlar denen Kekler yerleştikleri
yerlerde, İngiltere ve Normandiya, Apulia ve Sicilya krallıkları gibi
devletler kur-
hH.R.
Ellis Davidson, a.g.e.
^Grand Atlas historigue,
editions du Livre de Paris-Stock, 1968.
^Grand Atlas historique.
Yine de İngiltere, VII. yüzyılda kısmen Hıristiyanlaştırıldı ve üç kilise
vardı: Galler ülkesinde Breton kilisesi, Irlanda-lskoçya ve Anglosakson
kilisesi. Bir tanesinin, Papa Büyük Gregorius tarafından gönderilen ilk
Canterbury piskoposu Theodore de Tarse sayesinde Roma kilisesiyle sıkı
ilişkileri vardı.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
duklannda ya da Kiev İmparatorluğu’nda, Polonya
Dükalığı’nda ve Macaristan Kralhğı’nda olduğu gibi devletlere katıldıklarında,
kıtaya güçlü bir şekilde nüfuz etmiş olan Hıristiyanlığın etkisi altına girerler.
Dinleri, yeniden örgütlenemeden yok olur, birkaç tören ve efsanesi
Hıristiyanlığa kalır. Kültürel etkileri XIX. yüzyıla kadar yitip gider; bu
yüzyılda, bireycilik ve kahramanlık kültlerinden yana, özellikle Anglosakson
edebi nostaljilerde yeniden dirilir. Son büyük göçebeler'olan Vikinglere
gelince, onlar yerlerini, daha önceleri başka Kekler tarafından kurulmuş
krallıkların etkisine bırakırlar. Regis Boyer’nin yazdığı gibi, eğer “her şey
ölçülmüş olsaydı, Viking etkisi Orta ve Güney Avrupa için belirleyici olmazdı,”
ve “Doğu Avrupa’da kısa sürede ortadan kaldırılır ve nihayet Batı Avrupa’da pek
kalıcı olmazdı,”47 istikrarlı ve güçlü dinsel ve politik rejimlere
çarpardı.
Göçebeliklerin ve gürültü patırtının sonunda Şeytan
devreye girer; Kelt gözü pekliğinin üstesinden gelmesi için sonunda Şeytan’a
yaklaşık otuzbeş yüzyıl gerekti.
47 Regis Boyer,
Yggdrasil, in religion ctes cmcieııs Setindincıves, Payot, 1992.
21.0
8.
YUNAN
YA
DA
DEMOKRASİ
YOLUYLA
KOVULAN
ŞEYTAN
Yunan’a ilişkin sıradan düşünceler üzerine Yunan
tanrılarının tuhaf kökenleri ve düzensiz davranışları üzerine Olympos’ta
Şeytan’ın yokluğu üzerine Yunan’ın Tanrıları karşısında kahramanca
saygısızlığı ve özgürlük duygusu üzerine Helenik ve helenistik dünyalarda
batılinançlar üzerine Platon’un özel olarak büyücülük ve genel olarak din
hakkındaki bulanık düşünceleri ve mistisizmi üzerine Yunanlıların iç sıkıntılarıyla
ve Dionysik, Eleusiyen ve Orphikçi sırlarıyla başa çıkma biçimleri üzerine Yunan
demokrasisinin Şeytan’a karşı koruyucu rolü üzerine.
Yunan’da Şeytan’ı aramak ilk bakışta tuhaf gelebilecek
bir fikirdir: Yunan’da Şeytan’m olmadığını biliyoruz. Bunu nereden biliyoruz?
Çünkü; Şeytan’a inanmak insanlara can sıkıcı bir görünüş verir. İnsan derken
sanatı kastediyorum, çünkü geçmiş çağların insanları kendileri hakkında bizde
bu imgeyi bırakmışlardır. Gotik sanatın kişileri, Bizans kişilikleri gibi,
kısmen hasta görünüşlüdürler; bir deri bir kemiktirler ve yüzleri kırış
kırıştır. Ünlü Reims Gülümsemesi neredeyse tüm gücünü yitirmiştir ve yüce
İsa’nın İstanbul Ayasofya’daki donuk yüzü kuşkusuz tanrısallığın sevincine
kanıt değildir.
Tüm Hıristiyan sanatı, Rönesansm getirdiği canlanmaya
kadar, gülümsemeyi ve bedenlerin güzelliğini bilmezlikten gelir. Gülümseyen
ilk kadın -La Jacondeyine de kısmen yas içindedir; bu saygısızlığıyla
şaşılacak bir üne erişmiştir. Gülümsemesi gizemli olduğundan değil, gülümsediği
için! Ya da daha doğrusu, Yunan sanatının arkaik gülümsemesine, houroi’lerin
hafifçe alaycı ve muzafferane gülümsemesine yeniden kavuşmuştur.
Başlangıcından itibaren, Helenistik pathos’a, yani doğunun etkisine kadar,
“Laokoon ve Oğulları”na ya da Bergama’daki büyük sunağa gelip kararmadan önce,
Yunan sanatı uyumlu mimarisinden resimli vazolarındaki kişilere kadar gülmeye
devam edecektir. Bunun nedeni basittir: Çünkü tanrılarının düşmanı olmamıştır.
Tanrısallık muzaffer olduğundan insanlık da huzur içindedir, Ya da tam tersi.
Demek.ki, araştırma, Yunan’da niçin Şeytan yok sorusuna
yanıt verme dışında boşunadır. Şeytan’m yaratıcısı Irsfn Hint-Avrupahlarına
zaman ve mekân içinde bu kadar yakın olan Yunan nasıl olmuş da bu
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
akımın dışında kalhııştır? Tanrılarında, yani
insanlarında -çünkü tanrıları kendi imgelerinden yaratanlar insanlardırbu
kadar özel olan nedir?
Yunan tanrılarından söz edildiğinde, genellikle hafif
giyimli, bencil bir yaşam süren ve insanların işlerine ancak kendi kavgaları
yararına karışan kahramanlar temsil edilir. Bu anlayışın, bireylerin ve
toplulukların edimlerini, Sodom ve Gomorra örneğinde görüldüğü gibi dengelemek
pahasına sürekli. ve kıskançça gözlerle gözetleyen tanrısallık anlayışlarıyla
ve Essenlilerin uç örneğinde ya da Hıristiyan dinsel tarikatlarında olduğu
gibi her edimin tek Tanrı’ya tapınmaya adandığı kabul edilen tektanrıh
dinlerle kıyaslanacak hiçbir şey yoktur.
Tektanrıh dinler açısından bu tanrılar gülünç değilse
bile, ciddiyetten uzak görünürler. Bu tanrıların hiçbiri, günümüzde egemen
olan tektanrıh dinlerin tanrıları olan Yehova, Tanrı ya da Allah’ın çağırdığı
varlığın fışkırmasına; bireyin döküntülerini yakıp kavuran ve onu inanç
aydınlanmasına doğru yöneltmek için olumsallıklarından arındıran aşkın
kaynaşmaya yol açamaz. Bir durumdan diğerine geçişte ilerleme kaydettiğine sık
sık inanan insan ruhunun doğuştan küçük bu kusuruna, “tarihin ilerlemesi”
yanılsamalarının yansısına boyun eğilirse, tanrısallığın tektanrıh tasvirinin
Olympos’un hakimi Zeus’unkilerle kıyaslandığında daha geniş, daha derin, daha
dinamik olduğu sonucu çıkarılabilir.
Bu durumda Yunan ve Roma dinlerinde Şeytan’ı ve önbelirtilerinİ
bulmaya yönelik tüm aramalar gülünç olacaktır, çünkü tektanrıh dinlerin
Şeytan’mın soykütüğünde gerektiğinde yer alabilen yolunu şaşırmış bazı
canavarlar Yunan mitolojisinde yer alsa da, bunlar Arlesli Tarasque’dan daha
ilginç olmayacaklardır. Gerçekten de, herkes ancak hak ettiği düşmanı bulur.
Eğer böyle olsaydı Yunan, insan ruhunun tarihinde garip' bir andan, ürünleri
en fazla müzeler ve uzman
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
kitapları için yararlı olabilecek arkaik bir
rastlantıdan başka bir şey olmazdı.
Oysa -ve uzun zamandır bilindiği gibiher şey çok başka
türlüdür. Ne Yunan ne de Roma olmadan tarih tasarlanamaz.
Önce Rönesans’la, a'rdından XVIII. yüzyılda, toprak
araştırılmaya ve Yunan uygarlığıyla biraz daha bilimsel olarak ilgilenilmeye başlandığında
art arda yapılan keşiflerinden bu yana algıladığımız haliyle Yunan, .gerçekten
de, bu “rastlantı”dan çok daha fazlasını oluşturur: Burası, her insan için
tektanrılı dinler tarafından yerleştirilmiş olan “Şeytan yoksa Tanrı da
yoktur!” eski düşüncesi ile özgürlük arasındaki düellonun cereyan ettiği,
cereyan etmesi gereken arenadır. Şeytan m yokluğunda insan varlığının
dinsizliğe teslim olacağı düşüncesini sadece bu ölümcül kavga boşa
çıkarabilir.
Sonuçta bu Theseus’un Minotauros’a -ondan boynuzlarını
almış olan bizim Şeytanla uzaktan karşılaştırılabilecek tek Yunan canavarıkarşı
mücadelesidir. Kadın ve korkunun garip ve kaçınılmaz birleşimiyle Minotauros
simgesel olarak Ariadne’ın üvey kardeşidir! Yunan’ı incelemek, dibinde
canavarın sinip saklandığı labirente girmek ve ardından, sonunda bize
denizlerin özgürlüğünün sunulduğu metafizik boğa güreşine katılmaktır. Tuzlu
nefes Hayvan’ın soluğunun canavarca anısını yok eder, denizin köpüğü de onu
kandan, salya ve terden temizler.
Yunan’a hayranız, çünkü Şeytandan kurtulmuştur.
Fakat hangi Yunan? Uzun süre boyunca sövüp sayılmış ve
XVIII. ve XIX. yüzyılların teorik tasvirlerinden ödünç alınmış ve daha genel
olarak Yunan ve Latin Dili ve Edebiyatında “Perikles Dönemi” diye adlandırılan
döneme, yani yarım asra dayanan Yunan. Oysa Attika dönemi, XIV. Louis
döneminin Fransa’yı özetlemesinden daha fazla Yunan ruhunu ifade etmez. Yunan,
deha tarafından bir çırpıda yontulmuş yekpare bir mermer değildir ve Romalılar
da, hâlâ öğretildiği gibi,
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
bu dehayı Avrupa’nın geri kalanına aktarmaya elverişli
hale birdenbire gelmemişlerdir. Yunanlıların gökyüzü, uyumlu renklerle boyanmış
ve istikrarsız tanrıların doldurduğu bir dekordan ibaret değildir. Helen ve
Helenistik Yunan, tüm Akdeniz havzasına yayıldı; Asya sınırlarına bile uzandı
ve İskenderiye’den kovulan Yunan Atina’ya ya da Korinthos’a olduğu kadar oraya
dahil olmayı da, en azından, hak eder. Başlangıcından çöküşüne, IÖ II. bin
yıldaki Mykene ve III. yüzyıldaki Dor istilalarından VII. yüzyıldaki BizanslI
Heraklitlerin tahta çıkışlarına dek Yunan ruhu yaklaşık otuz yüzyıl yaşadı;
“Çin” uygarlığı hariç hiç kuşkusuz başka hiçbir uygarlığın tanımadığı değişimlerden
geçti.
Yunan, Zeus’un kafatasından Athena’nın doğmasını
andırır biçimde bir güneş gibi doğmadı: Öncelikle, Homeros döneminde,
genellikle küçük kralların iktidarına tabi olan ve Thucydides’in Peloponez
Savaşı’nın başında belirttiği gibi vurgun ve korsanlık dolu savaşlara teslim
olmuş sınırlı boyutlarda bir sürü site-devletlerden ibaretti. Din, kuşkusuz,
daha bronz çağından, ardından demir çağından beri vardı, fakat ülke yapıları
gibi, dokusu gevşek ve karmaşıktı. Insanbiçimli kahramanları ve Rüzgârlar gibi,
henüz doğru dürüst tanımlanamamış kahramanları işleyen mitler ve efsaneler
dizisinden ibaretti.
Bu kuşkusuz bir folklor değildi, fakat kurallar getiren
bir din de değildi. Tanrılara yapılan ibadet “gelişmiş kurallar içermez ve bir
din adamları sınıfının varlığını gerektirmez. Şereflerine bağışlarda bulunulur,
içmeye hazırlanılan kupalardan yere dökülen şaraplar ya da tüm bir sürünün
kurban edildiği hekatomb törenleri yapılır.”1 Bu özellikler son
Helenistik ateşlerin sönmesine kadar varlıklarım sürdürdüler: Yunan,
tanrılarıyla doğrudan ilişki kurar, tapınakların muhafazası ve bazı
ibadetlerin yerine getirilmesiyle görevli olan ve daha
“Homeros Uygarlığı,” Encyclopaedia Universalis.
215
ŞEYTANIN GENEL TARİH!
sonra ortaya çıkacak papazlar, Mısır ya da İran
uygarlıklarında olduğu gibi kendilerine emanet edilmiş iktidara asla sahip
olmayacaklardır. Yunan panteonu yüzyıllar boyunca belirginleşecek ve
zenginleşecek, ama asla karakter değiştirmeyecektir: Hayranlık ve korku duymaya
layık bir kahramanlar toplumudur, fakat bunların hiçbiri Mutlak İyilik ve
Kötülüğün metafizik boyutlarına erişememiştir.
Yunan denen ve dünyada eşi olmayan insani sorunların bu
çözümünün garipliğinin başlangıçta “Yunan” olan hiçbir yanı yoktu. Bu bir
mozaiktir. Bizzat Herodotos’un söylediği gibi, dili Fenikelilerden, dini
Doğudan, geçmişi Ege’nin kaba uygarlıklarından gelir. Ve büyüklüğünün önemli
bir bölümü de hiç Yunan olmayan bir kahramandan, bir MakedonyalIdan, yani
Yunanca bile konuşmayan yarı-göçebe bir halktan çıkmış olan bir barbardan,
İskender’den gelir. XX. yüzyılın sonuna kadar Yunanistan Makedonya’yı
istemiştir, tıpkı geçmişte İtalya’nın Savoie’yı ve Nice kontluğunu istemesi
gibi ya da Almanya’nın Alsace’ı ve Lorraine’i istemesi gibi.
Tarihsel olarak ve harfi harfine söz edersek bizim
Yunan ve Latin kültürümüzün “Yunanistan”!, “Akropol’de ibadet”in ve “Genz
Park’ın beyaz Yunanistan”ı, tıpkı Racine’in, Poussin’in, Stefan Georg’un ve
Hölderlin’in Yunanistan’ı gibi, Britİsh Museum’un Elgin mermerlerini satın alan
XVIII. yüzyıl İngiltere’si de dahil olmak üzere, gerçekten de tam anlamıyla
edebi bir kurgudur. Batı üniversite geleneğinin pek sevdiği Helenler,
Winckelmann’m bilgiçliklerinden, Goethe’nin verdiği değerden bu yana,
hatırlanamayan zamanlardan beri Yunan’ı işgal ettiğine seve seve İnanılan bu
Helenler, Homeros’un döneminde, küçük bir Teselya kabilesinden başka bir şey
değillerdi! ■
Düş ve cehalet ürünü olan bu Yunan, üç bin yıl boyunca
Akdeniz’i çalkalayan bir su taşkınının köpüğüdür ve bazı akımları VII. bin yıla
kadar bile uzanır. Çok sonraları “Klasik Yunan”-halini alacak olan uygarlığın
ilk taşlarını koymuş olan Mykene uygarlıkları, Girit etrafın-
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
da toplanmışlardır, buradan adım adım Kykladeslere ve
birkaç başka adaya doğru yayıldılar. Oysa dört bin yıl önceden, yani taş çağı
ve neolitik sonundaki Girit’ten daha az Yunan olan bir şey yoktur. İlk
Giritliler Anadolulular ya da Kuzey Afrikalılardır,2 hatta ikisi bir
aradadır, Büyük Tanrıça kültünü sürdürürler. Kuzey’den çok Güney’le ib
gilenenler daha çok Doğululardır. Mısır’la ilişkileri gerçek olduğu kadar
yaygındır da: Knossos sarayı Mısır’ın devasa tapınaklarının izini taşır. Taş
vazoları bile Mısır vazolarının taklididir. Mısır’la ilişkiler ancak 11. bin
yılın sonunda, XIX. Mısır hanedanı döneminde, Mykene İmparatorluğu kralları ve
firavunlar birbirlerini kıskanç gözlerle süzmeye başlayacak kadar güç ve
özerklik kazandığında soğuyacaktır. Fakat yine de tanrıların kralı Zeus,
müstakbel Kybele olan Büyük Tanrıça’nm gücünü dengelemek için yabancı
topraklarda, Psychro yakınlarındaki bir mağarada doğdu.
Mykene uygarlığı IÖ 1250’ye doğru doruk noktasına
ulaştı. Sadece Kykladesleri ve Sporadesleri değil, “bizim” Yunanistan’ımızı
da, Messenia’yı, Peloponez’i, Kefalonya’yı, Attika’yı, Euböia’yı, Etolya’nın ve
Teselya’nın bir bölümünü de işgal etti. Atina, Korinthos, Thebai, Delphoi,
antik tragedyanın ve çağdaş imgelemin ünlü yerleri Doğulu fatihlerin sultası
altındadır.
Mykenelilerin Yunan’ı bu dönemde kurdukları hayal
edilebilir. Fakat böyle değildir. Bilinmeyen nedenlerle, Küçük Asya toplulukları
2 Bu, Cplin Renfrew’un Archaeology&Language: The
Puzzle of Indo-European Origiııs,
Cambridge University Press, New York, 1985’te, en uç sonuçlarına kadar
götürülmüş tezidir. Dilbilimsel örneklere dayanarak Anadolu’dan gelmiş
Hint-Avrupaldann IÖ VII. bin yılda Yunan’ı işgal ettiklerini ileri sürer. Bu
tez, J.P. Malloıy tarafından ıhmlılaştınlnuştır (in Search
of the Indo-Europeans Language, Archaeology tıııd Myth, Thames & Hudson,
Londra ve New York, 1989). Mallory, Yunan’ın Renfrew tarafından belirtilen
dönemden itibaren Anadolu işgali altında olduğunu kabul eder, fakat başka
çalışmalar temelinde, Yunan’m Anadolu işgalinin Balkanlardan yola çıkarak
yeniden yapıldığını da ileri sürer. Aynca bkz. “Crete,” Encyclopaedia
Britannica.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ani bir yayılmacı atılıma maruz kalırlar, Proto-Kelt
olan Illyria ular ve Daçyalılar Balkanlara nüfuz ederler, o sırada
Trakya-Frigyalılar ters yönde Anadolu’ya doğru ilerlerler. "Klasik
Yunanlılar" diye adlandırılan Dorlar, Eolisler, loniahlar bu dönemde
Helen yarımadasına saldırıya geçerler, Mykenelileri geri püskürtürler ve
nihayet Yunanın öncüllerini kuradan Bu işgalciler kimlerdir? Yabancı, barbar
kabileler, Girit kökenli Dorlar, Asyalı loniahlar5 ve yine Asyalı
olan, daha sonraki Frigyalılar ve Eolisler (Eolisler aslında Eolie Adaları’nı,
bugünkü Lipari, kolonileştirmiş olan Knidoslulardı). Tümü de tornalılar ve
Eolisler gibi yabancı kanıyla, Perslerle karışmış insanlardır.4
Hepsi, az çok yakın tarihli, mitlere düşkün Hint-Avru
pahlar olan bu topluluklar, bu mitler aracılığıyla Yunan zevkini yayacaklardır.
Çünkü Yunanlılar, masallara ve büyük anlatılara, trajik seyirlere, hatta
komedilere hayrandırlar. Sophokles, Aiskhylos ve Euripides’in Yunan olması ve
Romalıların asla onlara rakip ye t iş ürememiş olması bir rastlantı değildir.
Bu arada, işgalcilerin hakkını verelim: Komşularını şaşkınlığa uğratan İbadet
törenleriyle bu önemli tanrıları, Apollon’u ve Herakles’i Yunan’a sokmuş olan
eski Mykeneliler, yani Dorlardır.
Demek ki şaşılacak şey, her şeye rağmen bir Yunan’m var
olmasıdır. Bu bitip tükenmeyen istilalardan ve birbiri ardına gelen bu melezlerin
melezleşlirilmesinden özel bir kültür doğmuştur. Çünkü bir Yunan panteonu
vardır, hemen hemen ezbere bilinir. Oysa örneğin Hindu panteonu kadar
paradoksaldır. Bizim güzellikle, ışıkla, ilahi parlaklıkla, yani ışıl ışıl bir
gönül yüceliğinin bütün erdemleriyle özdeşleştirdiğimiz Apollon, korkunç bir
kıskançlık krizi geçirerek, kendisinden daha iyi flüt çalan satir Marsyas’ın
derisini canlı canlı yüzer.
3 Herodot, 1; 146.
4 Georges Roux, La M&opotamie, essai d’histoire poli lique,
ecoiiomique et aılturelle, Le Seuil, 1985.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
Hükümdar Zeus, Hera’yla evli olmasına rağmen, dur durak
bilmeden çapkınlık yapar, Antiope’yi, Alkmene’yi, Leda’yı, Europa’yı baştan çıkarır,
fırsat bulduğunda da darkafalı davranır, çünkü güzel Ganymedes’i de kaçırır
(daha az da olsa bir başka güzel oğlanın adı da geçer, Phaenos, sonunda göğe
kaçar.) Denizler tanrısı Poseidon, Atinalılar Athena’yı ona tercih ettiler diye
öfkelenerek su baskınlarına yol açar. Yine bir tanrı ve aynı zamanda topal bir
demirci de olan Hephaistos’un eşi Afrodit onu Ares’le aldatır ve ıstırap ve
zevk için kendini suçüstü yakalatır. Ruhları Cehennem’deki ikametlerine götüren
Hermes, en iddialı dinlerden birine koruyucu olarak hizmet eden Hermes,
Apollon’un sürüsünden elli inek çalar... Yunan tanrılarının çok insani
zayıflıkları, cinayetleri değilse de suçları saymakla bitmez. Anakronizmler ve
saygısızlıklar için pek az istek duyulsa da taşkınlıklarının Offenbach’ın
müziğinden daha soylu bir şeyle eşlik edilmeyi pek hak etmediğini kabul
edebiliriz.
Baştan çıkarıcı, hırsız, sadakatsiz, gaddar, katil,
öfkeli, sinsi; işte, hakikatte, güzel tanrılar'. Bu kadar az çekici imge
nereden kaynaklanır? Öncelikle, Olympos güçlerinin sonuçta insan zekâsının
ürünü olduklarını hatırlamak gerekir. Yine de, insan soyunun sözcüsü olduğunu
öne süren ve göksel ateşi çalıp yeryüzüne getiren Prometheus’un yazgısına maruz
kalmamak için temkinli olmak yerinde olur; bu, Prometheus’a, sonsuza dek kayaya
zincirlenip Zeus’un kartalının karaciğerini deşmesine mal olmuştur. Bu güçler
gerçekte kincidirler ya da en azından böyle kabul edilirler. Kuşkusuz
güçlüdürler, fakat ahlaklılıkları olsa olsa şüphelidir; çünkü bu tanrılar
genellikle sefahat düşkünüdürler. Yunanın ahlaki olduğu, ama ahlakçı olmadığı
doğrudur.
Roma’nın çöküşünü ve Barbarların iktidara gelişini
izleyen yıllarda Yunanlıların tanrısallığın gelişiminde hiçbir katkıları olmamış
mıdır? Tanrısal ilkeden yüksek hiçbir erdem tasarlamamışlar mıdır? Kuşkusuz,
Hesiodos’un kozmogonileri doğaüstüne fazlasıyla çağrıda
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
bulunur, fakat Yunan tanrıları ölümlülerin eleştirel
bakışma tabi kalırlar: Onlara karşı pek iyi niyet beslenmez ve etik de
onlardan kaynaklanmaz. Her zaman ve zorunlu olarak iyi yürekli değillerdir. Örneğin
Athena, annesi Klytemnestra’yı öldüren Orestes’i koruması altına alabilir ve
Bilgeler Kurulu’nu topladıktan sonra, teraziyi ondan yana eğebilir, yine tıpkı
Ilyada’da olduğu gibi, Diomedes’in safında dövüşerek taraf tutabilir:
ölümlüler için şefkatin (ve başkalarını küçümseme ya da düşmanlığın) iyi
kanıtları. Fakat tanrılar, Pandora’nıri kutusunun kanıtladığı gibi, doğaları
gereği iyi değillerdir: Bu kutu, Pandora’nın kocası, Prometheus’un erkek
kardeşi Epimetheus’a Zeus’un hazırladığı zehirli bir hediyedir. Bir gün,
meraka kapılan Pandora kutuyu açar ve bütün ıstırap ve hastalıklar, bütün
mutsuzluklar insanın üzerine çökmek için dışarı çıkarlar.
Yunanlıların tasvir ettiği biçimiyle tanrılar
insanlığın ne dostları ne de düşmanlarıdır. Tanrısal işler insanlarla ilgili
değildir. Birçok yerde ölçülürler. Euripides’in Herakles tragedyasında
anlattığı gibi, Zeus’un evlilik dışı oğlu Herakles bir çılgınlık krizine
tutulup babası sandığı Amphitryon’um sarayında öz evlatlarını öldürdüğünde ve
ardından aklı başına gelip, umutsuzluk ve vicdan azabı içinde kendini öldürmek
istediğinde Theseus onu sakinleştirir: "Ölümlü varlık tanrısal olan hiçbir
şeyi lekeleyemez.” Ve daha ilerde, öfkeli Herakles, "tanrılar küstah, ben
de onlara karşı küstahım” diyerek kendisini deli eden tanrılardan öç almak
istediğinde Theseus yine ona itiraz eder: "Tanrıların senin tehditlerinden
korktuklarını mı sanıyorsun?"'5 Oysa klasik dönemin ortasında,
IÖ 424’e doğru Euripides, Yunan seyircisine tanrıların bu gözü açılmış
imgesini gösterir. Ve bu imge, tarihinin başından sonuna kadar Yunan dinine
egemen olur.
Ölümlüler tanrıların yıldırmasına da izin vermezler.
Aşil kılıcını
5 Euripides, c. 111, Herakles, 1230 ve 1240, Les Belles-Lettres, 1976.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
Agamemnona saplamaya hazırlandığında, saçlarını bir
elin tuttuğunu hisseder, ardına döner ve bu hareketiyle onu sakinleştirmeye
gelmiş olan, sevgi dolu ve sevimli Athena’yı görür. Hâlâ öfke dolu olarak
haykırır: “Pallas’m kalkanını tutan Zeus’un kızı, ne yapmaya geldin?” “Atreus
oğlu saygısız Agamemnon’u görmeye mi geldin?”6
Demek ki Yunan tanrılarını anlamak uzak ataları
Hint-Ariler kadar olanaksızdır. Neye alınacakları ve neyin onlara iyilik ya da
kötülük telkin edeceği asla bilinemez, Bu durumda hangi dinsel duygu onlarda
etkili olabilir? Burada, öncelikle, Antik Yunanda saygı duyulduğu sanılan
tanrıların doğası karşısında,, dinin ne olduğunu sormak gerekir. Soru,
Yunanlılar kadar eskidir. Din terimi, burada, her durumda, bizim tektanrılı
dinlerimizde olduğu gibi anlaşılamaz; yani, tek başına vecd içinde
gerçekleştirilen ve mümini aşkmhğa götürdüğü varsayılan bireysel bir pratik
olarak anlaşılamaz. Bunu kavrayabilmek için sözcüğün etimolojisini yeniden ele
almak gerekir: batince ligare’den, yani “bağlamaksan gelir ve Yunan dini
aslında şudur: Müminler arasındaki bir ilişki ya da daha kesin olarak, Site’de
oturanlar arasındaki bir bağ. Belki tüm diğer uygarlıklardan daha fazla Yunan
Sitesi’nde oynadığı rolü, yani politik rolünü dikkate almazsak Antik Yunan dinini
anlamamız olanaksızdır.
Bu din, gerçekten de, devletin birleştirici hamuruydu
ve tanrıları, tüm tanrılar gibi, kurucu mitlerin ağırlığıyla yüklü
kahramanlardı. Dolayısıyla, onlara yapılan ibadet metafizik bir macera, bireyin
yukarda anlatılan aşkınlığa doğru bir atılımının ritüelleştirilmesi değil,
Site’nin özüyle özdeşleştirilen ve fırsat olduğunda isyanlara ve savaşlara yol
açmaya uygun bir erdemin kutlanmasıydı. Yunan demokrasisi, bu şekilde,
tanrıların temsil ettiği medeni ideallere sıkı sıkıya bağlı bulunur. Roma
panteonunun kendine dahil ettiği Yunan tanrıla-
6
llyada, I,
202-203.
ŞEYTANIN GENEL TARIHl
rı, imparatorlar zorbaca taşkınlıklarıyla onları
gülünçleştirmek için kendilerine uydurduklarında önemlerini yitireceklerdir.
Yunanlılar tanrıların yardımıyla zorbalarım devirirler, Romalılar ise zorba imparatorları
aracılığıyla tanrılarını devirirler. Fakat Yunanlıların hakiki tanrısı
polis’tir.
Paralel olarak, Yunan ruhu, parlak çeşitliliği içinde
-çünkü hiçbir şey bir MakedonyalInın bir Atİnalıdan farklı olduğu kadar farklı
değildirörneğin belki dinler tarihinin bütününde eşi benzeri olmayan, insan
onuru açısından büyük bir eleştirel özene çok erkenden tanıklık eder; kurucu
bir mit, kuşkusuz, yurttaşlık onurunun maddi olmayan kanıyla doludur, fakat
eleştirel aklın aydınlığına tabi değildir, aynı zamanda özgür bir insanın da
onuru olan bu yurttaşlık onuruyla bağdaşmayan zorba ve boş bir kurgudan başka
bir şey .olmama riski taşır. Demek ki Yunanlıların paradoksal dehası, sırası
gelmişken, tanrıları tasarlamak fakat zorbalıklarını reddetmektir. Çünkü
zorbalık, tek bir kişinin ya da birkaç kişinin mutlak iktidarı, Yunanla
bağdaşır bir şey değildir. Thebaili bir haberci Atina’ya gelip kralı aradığında
Theseus ona şu cevabı verir: “Söylemin, yabancı, bir yanılgıyla başlıyor, asla
tek bir kişinin iktidarından olmayan bu şehirde bir kralı boş yere arıyorsun:
Atina özgürdür...”7 Bu nedenle tanrılar sorgulanmış ve mitolojiler
onlara kötü alışkanlıklar, zihihnsel sarsıntılar, kötülükler ve bizim lektanrıh
dinlerimizin yandaşlarını elbette rahatsız eden ahlaksız maceralar
atfetmişlerdir.
Yunan, tinsel tarihte de eşsiz bir dönemi temsil
etmiştir; zekânın kendi yarattığı mitleri, kumlar üzerinde bekleyen bir deniz
yıldızının gülünç durumuna indirgediği bir dönem. Gerçekten de, 10 V. yüzyıldan
itibaren Kinizm dinin, şairlerin, oyun yazarlarının ve geleneğin yaratmış
olduğu bu büyük masallar mağazasını yağmalamaya başla-
7 Euripides, c. 111, Ycıkcıranlar, 400.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
mıştır, böylece özgürlüğün temeli olan saygısızlığın en
etkileyici örneklerinden birini vermiştir. Bu okulun kurucusu Diogenes,
Oidipus hakkında şunu ileri sürer: “O, Delphoi’ye, mucizeye tanık olmak için
gitmemiştir, Tiresias’a rastlamıştır ve cehaleti nedeniyle bu sefil kâhinin
kehanetlerinden büyük belalar gelmiştir başına. Gerçekten de, öz annesiyle
evlendiğini ve ondan oğulları olduğunu öğrenmiştir; ardından, hiçbir şey
söylememekle ya da en azından Thebaili insanların gözünde olayları
meşrulaştırmakla belki iyi yapardı: Fakat, tam tersine, önce herkese duyurdu,
sonra kendinden tiksindi ve çocuklarının hem babası hem de ağabeyi, aynı
kadının hem eşi hem oğlu olduğunu bağıra bağıra ilan etti.” Bunun üzerine,
muhatabı karşılık verir: “Söyle bakalım, Diogenes, Oidipus’u, insan soyunun en
aptal varlığı olarak tasvir ediyorsun! Tersine, Yunanlılar onun, şanssız bir
insan olsa da, insanların en uyanığı olduğuna inanırlar.” Ve Diogenes gülmekten
kırılır ve aptallık simgesi Sphinks’le karşılaşma bölümüne kadar Oidipus’u bir
aptal olarak betimlemeye devam eder?
Bilinen saygısızlıkla İskender’e cevap vermiş olan
(kendisine ne hizmette bulunabileceğini soran kahramana “gölge etme!” diye
cevap verir), Platonla alay eden (Devlet’ten sonra, sanki devletin yasaları
yokmuş gibi, Yasalar'ı yazmayı niçin gerekli gördüğünü sorar), Flerakles’in
kahramanlıklarının içyüzünü ortaya çıkaran, kısacası, sonraki yüzyılların,
özellikle XIX. ve XX. yüzyılın büyük bir ciddiyetle baktığı tüm karmakarışık
yığını yerle bir eden bu Diogenes’dir.
Oysa Diogenes ve diğer Kinikler, Monime, Onesikritos,
ardından Demetrios, Demonaks, Herakleios da Platon, Aristoteles, Sophokles,
Aiskhylos ve Phidias kadar Yunan’ı temsil ederler. Kuşkusuz Platon’un
adlandırdığı gibi bu “kendinden geçmiş Sokrates"ten Hint bilgeleriyle ve
özellikle “gymnosophistes”lerle -bunlar da, üstelik ilk
8 Dion Chıysostome, IX. söylev, aktaran Leonce
Paquet, Les Cyııic/ııes grecs, Livre de Poche, 1992.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
defa olmak üzere, tam feragati ve yoksunlaşmayı vaaz
ediyorlardı (hâlâ da ediyorlar)özel bir benzerlik çıkarılabilir. Büyük bir
olasılıkla yine Hint-Ari etkiler, çünkü Yunanlılar, gerçekten de, Hindu
“gymnosophistes”lerini biliyorlardı, ama. bunları Helenik ironisiyle uygun
şekilde özümlediler.
Bu durumda kolaylıkla anlaşılır ki, tanrıların her
zaman büyük bir prestiji olmadı, cinlerin daha da az. Çok sonraları bu,
İmparator Julianus’u kızdıracaktı. Kinikleri saygısızlıkla suçladı ve
Diogenes’e atfedilen tragedyaların (bunlar kayıptır) aşırı iğrençlikleri
nedeniyle tiksinti uyandırdığını düşündü; “sapkınlığın en yüksek
derecesi," “alçaklığın alçaklığı” Oenomaos’un tragedyalarının sözü bile
edilmez,9 Bilindiği gibi, tanrılarla zorba hükümdarların
ortaklıkları vardır. Günümüzde Şeytan’ın varlığı İnkâr edilmektedir ve polis
bundan endişe duymaktadır; bu sayfaların sonunda görülecektir. Çünkü polis’ten
polise giden yol düzdür.
Fakat bir imparator her zaman şaibelidir ve Yunan’a
âşık olan Julianus bir Romalıydı ve öğrenimini Hıristiyanlıkta yapmıştı. Yunanlılar,
özellikle klasik dönem Yunanlılar, bilicilerin kehanetlerine ve diğer
falcılıklarına inanmıyorlardı. Theseus, Phoibos’taki Apollon kahinini
dinleyerek kızlarını meçhul kişilerle evlendiren Kral Adrastos’u bir kez daha
azarlar: “Phoibos’ıın yaydığı kehanete boyun eğerek, şaşkın bir şekilde
kızlarını yabancılara veren o insanlardansın sen de!”10 Bu demektir
ki, kehanetler Atina’da pek dikkate alınmıyordu Ve düşüncesizliğiyle ünlü
dönek Julianus, bir Romalı gibi düşünüyordu,, yoksa bir Yunan gibi değil.
Yine de Yunan’ı, kendi tarihinin onüç yüzyılı boyunca,
din duygusundan ve varoluş sıkıntısından tamamen kurtulmuş saygısız kahra-
9 Paquet, a.g.e.
10 Euripides, Yaka
rai ila r,
215.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
manlar uygarlığı olarak düşünmek gerekir. Her durumda, deisidaimonia,
5eTOT0a:|UODia mevcuttur. Yunanistan ve sonra Magna Graecia ve Roma dünyasının
Yunanları, 1Ö V. yüzyıldan itibaren, kendilerini karanlık pratiklere adadılar;
bu pratikler müneccimlerin, büyücülerin, keramet sahiplerinin, göz bağcıların -magoi,
geotoi, pharmakoi"aracılığıyla gerçekleştirilir, bunlar yukarda
bahsettiğimiz reçeteleri uygularlar ve o dönem için bizim kırlarımızdaki
büyücülerin işlevini yerine getirirler: Resmi statüleri yoktur, ancak yarı
resmidirler.
Deisidaimonia
sözcüğü üstünde durmak gerekir; bu sözcük her şeyden ve bildiğimiz herhangi
bir şeye karşı duyulan batılinancı değil, daimon denen tanrılara karşı duyulan
aşırı endişeyi belirtir. Çünkü, sırası gelmişken, kimi zaman Sokrates’e esin
kaynağı olmuş olan ünlü “iblis” üzerine Hıristiyan teologlarının tüm
söylemleri sözcüğün tamamen yanlış ve anakronik bir yorumundan kaynaklanır:
Sözcük sadece “tanrı” anlamına gelmektedir, ek olarak “ruh” ya da “cin” demektir
ve bu konuda ikna olmak için Bailly’nin Yunanca-Fransızca sözlüğünü incelemek
yeter. Epikastes diye biri komşusunun kem gözünün kızı için ayarladığı güzel
evliliği suya düşürmesinden korkar, bunun üzerine sadece bir eczacı değil,
Sophokles’e göre bir zehirleyici ve Platon’a göre bir büyücü de olan bir
pharmakos’a gizlice danışır. 0, korkunç hammaddeler yardımıyla bir hamur
hazırlar ve yine korkunç formüller söyleyerek üç ayaklı bir masa üzerinde bu
hamuru yakar, böylece komşunun kötülüğünü etkisizleştirir.
Bu şarlatanlar, küçümsenselerde, yurttaşların özel
hayatına şaşırtıcı bir sıklıkla müdahale ederler. Çünkü Yunanlıların ve
özellikle. Helenist dönem Yunanlılarının gündelik yaşamı lanetlerle, büyü ve büyücülükle
belirlenir hale gelmiştir. Artemis’in diğer yüzü Kükürtlü Hekate, Pluton,
Persephone, Hermes ve başkalarının adı geçiyordu, ki
11 Andre Bemand, Sorciers
grecs,
Fayard, 1991.
şeytanin
genel tarihi
ileri yaşlarda, lavolh diye adlandırılan İbranilerin
tanrısının değişik türleri bile, herhangi bir eve geçimsizlik taşımakla ya da
herhangi bir kimsenin -deyim yerindeysecinsel ilişki için en ufak bir rıza göstermesini
engellemekle görevlendirilmişlerdi.
Andre Bernand, tatlı bir renklilikle, birçok büyücülük
metni aktarır?2 “[Bu büyüyü] size emanet ediyorum, size, yeraltı
tanrıları ve tanrıçaları, Pluton Uesmigadoth ve Kore Eroschigal, Barbaritha ve
yeraltı Hermes’i de denen Adonis, Thoth ve Aroubis, sonra Hades’in
anahtarlarını elinde tutan Pseriphta ve sizlere yeraltı ruhları, vaktinden
önce ölmüş oğlanlar ve kızlar, genç erkekler ve genç kızlar, yıl be yıl, ay be
ay, gün be gün, gece be gece, saat be saat. Bu yerde bulunan bütün ruhlara
ant. içerim: Buradaki ruha tanık olun. Ölüm ruhu, kim. olursan ol, kadın ya da
erkek, benim için uyan ve her yerde, her mahallede, her evde hazır bulun, ki
Heronous, Thsenoubasthis’i doğurmuş olan, ne vajinal birleşmeyi, ne anal
birleşmeyi bilsin, ne de benden başka herhangi bir erkekten zevk alsın.”
Yeraltı ruhları onun saçmalıklarını işitirler!
Saçma değilse bile tamamen egzotik olan çok sayıdaki
tanrının ötesinde, Barovchambra’lar, Barbaramcheloumbra’lar, Abrathabrasaks’lar,
Sesengenbarpharages’ler ve Fenikelilerden, AsyalIlardan ve Sicilya’nın ya da
Malta’mn içinden çıkılmaz aşağı tabakalarından, halta bizzat büyücülerin
serbest bırakılmış imgeleminden alınan diğer Pakeptoh’lar, demek ki, resmi
Yunan tanrılarıydı ve bunlarla esas olarak bu işlerle görevli büyücüler
“çalışıyordu;” bunun anlamı, bu tanrıların her zaman geçmişin hümanizmasının
temsil etmek istediği aydınlanmanın yüzleri olmadıklarıdır. Fakat, diğer
yandan, bu tanrıların karanlık bir yanları da vardı ve ayrıca,
batılinançlıların zevkine göre yeterince tehditkâr olmadıklarında, bizim
diplomalılarımız yine
UA.g.e.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
tamamen resmi, fakat yabancı olan Thoth ve Anubis gibi
başkalarını arayacaklardır.
Büyücülerimiz, kötü yürekli ya da terk ettikleri bir
dünyanın işlerine karışmakta acele eden patavatsız ölülerin ruhlarıyla da
çalışıyorlardı, çünkü Yunanlılar, başkaları, örneğin Melanezyalılar gibi, zor
kullanılarak, acı çekerek ya da şanssızlıkla ölüme götürülen insanların
yaşayanlara diş bilediğine inanma eğilimindeydiler. Dolayısıyla her zaman aşağı
işler için çağrılabilirler ve böylece hırçınlıklarını ifade etme olanağı
bulabilirler. Başka deyişle, Yunanlılar diğerleri gibi batılinançlıydılar, kem
gözden, korkunç phtonos’tan sürekli korkmaları bunun kanıtıdır; daha az
talihli olanların daha çok talihli olanlara duydukları şu tiksinti verici
kıskançlık ifadesi.
Fakat burada da, yakarışların ayrıntılı İncelenmesi
merkezi bir Şeytan’a referans bulmayı hiç de sağlamaz. Dahası, Helenistik büyücülüğün
büyük işinin, sonuçta tensel aşk ya da aşağılık tartışmalar olmasıyla etkileniriz.
Genellikle tanrıları ve ölüleri sadece şehvetperest amaçlarla seferber etmekle
uğraşılır, bunlarda karanlık ya da kurbanı olduğu sanılan bir haksızlıktan
intikam alacak, yani kendi “phtonos”unu tatmin edecek hiçbir şey yoktur.
Anlaşılması çok güç bu yakarışlar, XIX. yüzyıl îngilizlerinden çok önce XVII.
ve XVIII. yüzyılının Fransız, dekadan ruhlarının gözdesi kara ayinler kuşkusuz
değildir, fakat bu yoksun bırakılmış âşıkların çağdaşlarım güldürüp güldürmedikleri
ilk akla gelen sorulardır. Sonuçta, bir XX. yüzyıl gözlemcisini bile bunların,
göz dikilen nesnenin buna göz diken kimsenin kalbinde arzuyu kökleştirmeyi
hedefleyip hedeflemediklerini sormaya kışkırtır.
İlk bakışta, bu batılinanç pratiklerini dinle paralel
pratikler olarak koymak aşırı görünebilir. Onların evrenleri öyle sınırlı ve
amaçları öyle küçümsenecek bir şeydir ki sadece önemsiz işlerle uğraşan ruhlar
ya da kategorik teorisyenler -daha ilerde görülecektirbundan ra-
ŞEYTANIN GENET TARİHİ
hatsız olurlar. Fakat, İkinci düzlemde olay
açıklayıcıdır. Gerçekten de, bu düzlem sözde-dinsel bîr pratiğin, daha sonra
Kötülük olarak adlandırılacak olumsuza doğru kaymasını ifade eder. Bizim
ortaçağımızda olduğu gibi, korku ve aptallık Şeytan’ı yaratacak olan ikinci sınıf
bir tür din örecektir. Çünkü Şeytan asla soylu biri değildir, her zaman utanç
verici, ter içinde bırakacak bir korkutuculuğun ve cehaletin yaratığı, zavallı
ve üstelik hırçın bir Şeytan’dır.
Yakarışların okunması, bizi batılinançhların
motivasyonları konusunda son derece bilgilendirir: Kişisel bastırma ve kötü
yüreklilik. Din sadece polis erdemlerinin güçlendirilmesi olan temel işlevini
yitirmekle kalmadı; dahası, Site’nin temellerini de dinamitledi, çünkü bir
bireye karşı bir diğerine hizmetten başka bir şey yapmıyordu; hem de
-gördüğümüz gibiyasadışı bir biçimde. Çünkü, daha sonra Fransa’da söyleneceği
gibi, kötü ruhlar gün ışığında dua etmezler. Müneccimlerin, büyücülerin ya da
diğer gözbağcılarm, kısacası her türlü şarlatanın karanlık tezgâhlarında dua
ederler. Dahası, bunlar büyük tanrılar diye adlandırılan Zeus, Apollon,
Dionysos, Athena, Afrodit değil, Pluton gibi “ikincil” tanrılar ya da yeraltı
tanrılarıdır, Artemis’in ikizi Hekate gibi büyük tanrıların karanlık biçimleri
ya da ölülerin ruhlarıdır. Daha doğrusu yukarda gördük, bunlar genellikle yabancı
tanrılardır.
Tektanrılı dinlerde görülen değişmez özellik kötücül
güçlerin yabancı olarak kabul edilmesidir.
Yunan batılinanç pratiklerinin meydana getirdiği
Hıristiyan büyücülüğünün bu Şeytan’sız önbelirtisi, demek ki, son derece
anlamlıdır: Kınanması gereken işlerle kişisel istekleri yerine getirmek söz
konusu olduğunda karanlık güçlere başvurulur. Böylelikle, kötü niyetli ruhlara
en fazla inananların bundan en fazla kâr elde etmek isteyenler oldukları
anlaşılır: Bu boynuzlu şeytanlar kendileridir!
Bu karşı-dine ilişkin filozofların sert sözleri de
şimdi daha iyi an-
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
laşılır: Platon’a göre, magganeia, yani büyü,
“büyücülük yoluyla aldatma”dır.13 Namuslu bir yurttaşın tanrılardan
aşırı ölçüde korkması gerekmez. Ve Sokrates “ğoete”in şarlatan olduğunu
belirtir.14 Bu insanlar, kişisel amaçlarla ölülerin ruhundan
yararlandıklarını ileri sürerek Site’yi karıştırırlar, Yine de, resmi dinle
batılinanç arasındaki çatışmayı yerli yerine oturmak için, Sokrates’in ve
Platonun, usta ve öğrencisinin -her zaman öyle görülmeseler dekısmen totaliter
bir toplumun yandaşları olduğunu unutmamak gerekir. Devlet’te bulunan
ideal site tanımı insanın kanını donduran bir ütopyadır.'5
Bu açıdan, Platon’un özellikle dinsel duygusu
sorgulanabilir. Büyücüleri, sırlara vakıf olanları ve yandaşlarını dinin
karşısında çıkarırken bile sözleri kuşkuludur: “Vahşi hayvanlar gibi
tanrıların varlığım inkâr etmekten memnun olmayarak ya da ister umursamaz
olsun ister ayartıcı, onlara inanarak, ölülerin ruhlarını çağırabileceklerini
ileri sürerek ya da kurbanlarla, dualar ve büyülerle büyüleyerek tanrıları
bile baştan, çıkarmayı vaat ederek canlıların önemli bir bölümünün ruhlarım
ele geçirecek kadar insanları aşağılayanlara gelince; baş-
13Platon, Yasalar, 908 d, Garnier.
14Platon, Phaidon, 81b.
13Amerikalı tarihçi lıving Stone, Sokrates’in tiranlık
kurmayı hedefleyen İki hükümet darbesine katıldığını gösterdi ve filozofu
yargıçlar karşısına çıkaran üçüncü bir komploya katılmadığına ilişkin
yurttaşları gözündeki haklı kuşkudur. Sokrates nasıl bir tiranlık hayal
ediyordu? Örneğin öğrencisi ve gözdesi Alkibiades’in katıldığı -ki, açıklayıcı
bir olaydırbir hükümet darbesinin dayattığı Dört Yüzler yan-tiranlığmdan sonuç
çıkanlabilir. Bu, kuşkusuz, iktidarın ortak bir din adamları kurulunun elinde
olduğu bir Uranlıktır. Irving Stone, The Trial of Socrate, Liftle, Brown & Co., Boston & Toronto, 1988.
Özellikle Platon’a göre Devlette betimlediği İdeal Site aslında, Bentham’a kadar
ütopistlerin hayal ettiği otoriter bir rejime tabiydi. Demek ki, öğrenci için
olduğu kadar ustası için de, İrrasyonel, bireysel, ortak yasaya tabi kılınması
olanaksız olan ve büyücülüğün ortaya koyduğu gibi güçlere başvurmak bir
bayağılıktır. Dolayısıyla, Sokrates ve Platon batılinanca karşı değil, dinin bireysel
bir pratiğine karşı başkaldınrlar.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
tan aşağı özel kişileri bütün aileleri ve siteleri para
aşkıyla mahvetmeye can atanlar; bu suçlara kim kanarsa mahkeme onu yasaya göre
merkez cezaevinde hapse mahkûm edecektir ve hiçbir özgür insan ziyaretine
gitmeyecektir...”
İşte, çok kesin olan şey! Yine de insan kendisine
Platon’un hangi dönemde yaşadığım sorar; çünkü bir yandan tanrınınvarlığım
inkâr eden diğer yandan onlara kurbanlar sunan ayin yöneticileri güçlükle hayal
edilir; bunlar Platon’un belirttiği gibi yıkılmaya yüz tutmuş kurbanlardır ve
düşüncesizce bu işe girişmek kimsenin akima gelmez. Dahası, “vahşi hayvanlar
gibi...” olanlara yapılan ima,Dionyso s’l a geleneksel olarak eş tutulan
pantere değilse de, zımnen, fakat doğrudan doğruya Bakkhos törenlerini
kutlayanlara -bunlar, gerçekten de panter derisine bürünürlergöndermedir.
Demek kİ Platon bu dönemdedir.
Dahası, tanrılarını kesin olarak bilen Platon, onların
kendi söylediği şey olduklarını da iyi bilir, kaprisli, zorba ve tarafgir
olmanın ötesinde hem umursamaz hem de ayartıcıdırlar (bunun kanıtı, dişi
ölümlülerin ya da erkek güzeli ölümlülerin peşinden gittikleri buyurgan
buluşmalardır). Gerçekte ve büyücüleri kötüleme bahanesiyle Platon dolaylı
olarak, sadece dinsel ateşliliğin aşırılıklarına değil, tanrılara da saldırır.
Bu, başka eserlerin yanı sıra Eutyphron'da,17 bu addaki
teologu Sokrates’in huzuruna çıkardığında ve sofuluk üzerine bir söylev
başlattığında görülür; bu Eutyphron aslında vasat bir zekâdır, Sokrates’i
anlamaktan yoksun biridir. İdeal devlette kuşkusuz ancak bir memur olacaktır.
Aslında, ve Timaios ile Eulyphran’da da açıkça
görüldüğü gibi, Platon bir Pythagorasçıdır; adeta, biraz kaba bir örnek
kullanırsak
16Platon, Yasalar, 909 a-b.
17Platon, Eutyphron, 3 b-c.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
vekâlet verilmiş bir Batılıdır. O, Attika ruhundan çok
Zerdüşt’e ve Orphikçilere daha yakın bir mistiktir. Gerçekten de, Pythagorasçılar
ruhgöçüne inanırlar; bu, onların Hindu Vedacılığmdan. doğrudan miras aldıkları
bir düşüncedir; ve ruhun hayatta kaldığına inanırlar, bu da açıkça Phaidon’da
ve özellikle Çölen’de rastlanan bir düşüncedir; bu eserde Platon insanlarla
tanrılar arasında aracılar olduğunu ve bunların, esas olarak iyi olan, ünlü
daimon’lar olduklarını ileri sürer (paradoksal olarak, Hıristiyan yazarlar
iblislerin etrafımızdaki havada yaşadıkları fikrîni Platondan ödünç
almışlardır). Bu temayı daha sonra Hıristiyan skolastiği uygulayacaktır.
Ayrıca I. yüzyılda, yeniPythagorasçı öğreti Platon’un
öğretisi içinde eriyecektir: Her ikisine göre de, dünyada yüce bir düzen, tdea
barınır. Jacqueline de Romilly bu durumu şu terimlerle açıklamıştır: KO
[Platon’un, dünyanın tümünü tabi kılmak istediği ideal aydınlık ve anlatılamaz
bir varoluş edinmek ister: Gerçek olduğunu sandığımız her şey bozulmuş bir
kopyadan başka bir şey değildir,”18 Gerçek dünyanın bir yanılsama
olduğu düşüncesine burada da rastlanır, Gnostisizın bu düşünceyi, maddi olan
her şeyin kötü olduğunu ileri sürmeye kadar götürecektir. Yani, Platon’un dini
Yunan değildir; bu en açık ifadesini Devlet’te bulur: Platon, mutlak, tam,
bilinebilir ve kavranabilir. İyi ilkesini öne sürdüğünde ve yücelttiğinde,
diğer diyaloglarda itiraf etmeye cesaret edemediği ya da ikili bir dil ve
retorik bir yaldız altında sakladığı, Yunan panteonu ve bütün Helenik dinsel
pratikten duyduğu tiksintiyi kem küm etmeden dile getirir. Yunan kültürüyle
sert bir şekilde.çatışanve nesne ile özne arasındaki diyalektik ilkesine
dayanan bu dinsel totalitarizm, sonuçta Platon’u -olgulardan çok öğretiler
sayesinde, neredeyse münasebetsiz, eşsiz bir yer işgal ettiği— Helenik tablodan
dışlar. Çünkü, Devlet’te yüceltilen Mutlak İyi; Mut-
18Jacquelİne de Romilly, Pourquoi
la Grece?
Editions de Fallois, 1992.
ŞEYTANİN GENEL'TARIHl
lak Kötü’yü, yani Yunan ruhuna tamamen yabancı olan
Şeytan’ı içerir. Olympos’un pek yakında boşaltılması ve tanrılarının sürülmesi!
Böyle bir tavır Gnostisizmin ve hatta Hıristiyanlığın habercisidir ve bu
nedenle., Platonculuk Platoncu Hıristiyanlık tarafından kolaylıkla alınacak ve
benimsenecektir. Daha sonra, Fransız Devrimi koşullarında birkaç sözle, aniden
yeşerecek olan yaygın duygu olan tanrıcılık biçimlerinde yeniden ortaya
çıkacaktır. Sanki Platon Şeytan’m çok yakınından geçmiştir.
Platon’un öğrencisi Ksenokrates, Aristoteles gibi,
hakiki sistematik bir iblisbilim kaleme alacaktır: Ona göre, daimon'lar,
bedenlerde cisimleşmeden önce var olan ve bedenler öldüklerinde hayatta kalan,
yüzer gezer ruhlardır. Ksenokrates iyi ve kötü daimon’ları da birbirinden
ayırır.
Özellikle büyücülükle ilgilenen Aristoteles arzuyu,
büyücülerin güdüsü yapmıştır. Arzu, Yunan dünyasının mutlak ideali olan
Site’nin uyumunu bozacak, bayağı bir duygu olduğundan büyücülük ancak bu ideale
karşıt olabilir: Karanlık işlerin tezgâhlandığı yerlerde yasadışı bir şekilde
uygulanır, oysa ki din, törensel bir şekilde halka açık olarak kutlanır.
Bernand, açıkça göstermiştir ki,19 arzu, yukarda belirtilen phtonos,
çok sayıda Yunan düşünürü tarafından geçimsizliğin ana : nedenlerinden biri
olarak görülür; dolayısıyla, bunun aracı olan büyücülük-düzeni kurmakla
görevlidine karşıdır. Ancak Aristoteles, arzuyu mahkûm ederken onun Kötülüğün
biçimlerinden biri olduğunu ileri sürmez: Ona göre bu bir “eksiklik”tir.
Doğudan ve kuşkusuz İran’dan etkilenen Plutarkhos da,
II. yüzyılda, Isis ve Osiris Hakkında ve De defectu oraculorum
adlı iki yapıtında dmmon’ları ele almıştır: Ksenokrates’in düşüncelerinin bir
bölümünü ele alarak dnimon’ları, tanrı olabilecek ya da insanların, safına
düşebi-
19Bernard, a.g.e.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
lecek aracı ruhlar olarak tanımlar. İyileriyle
kötülerini birbirinden ayırır ve bu açıdan kafası oldukça karışık olan
Plutarkhos, kötüleri, tanrıları olduğu kadar insanları da kötü eylemlere teşvik
etmekle suçlar; iyi daimon’lar ise tanrıları ve insanları iyi eylemlere teşvik
eder. Bu söylemde Gnostisizm apaçık ortadadır: Demek ki, hem Kötülük ruhları
hem de İyilik ruhları vardır. Hıristiyan savunuları burada görülür: Kötü
duimon’ların varlığı tanrıları kötü eylemlerin sorumluluğundan kurtarır. Bu,
pek Yunan bir düşünce değildir, çünkü bu düşünce insanları ve tanrıları
doğaüstü güçlere boyun eğdirerek özgürlüğü yadsır. Kuşkusuz Şeytan’a sahip
değiliz, fakat sonuçta Şeytan’dan çok uzak da değiliz, çünkü, İyi ve kötü daimonlar
arasında ayrım yaptığımızda ikilik ortaya çıkar ye böylece aslında meleklerle
iblisler arasında ayrım yapılır.
Demek ki Yunan filozoflarında Kötülük güçlerinin tek
bir yansısına pek rastlanmaz, çünkü onlarda İyilik tanrısının da tek yansısı
pek bulunmaz. Bununla birlikte, Yunan uygarlığından doğan Yunan felsefesini,
Yunanlıların günlük gerçeğine ve inançlarına yabancı, katışıksız entelektüel bir
yapı olarak kabul etmek saçmadır. Kojeve çok doğru bir-şekilde göstermiştir:20
Stoacılar Helenistik dönemde Aristoteles’in felsefesini yüceltirler, bu
felsefe de köken olarak Platoncudur; esas olarak kozmosun özdeşleşebileceği
tanrısallığın onun sürekli oluşumu olduğunu ve bu tanrısallığın ortaya çıktığı
kozmosun değirmi ve döngüsel bir hareket izlediğini ileri sürer. Burada, bütün
Yunan edebiyatının ilgisiz kaldığı, hem alaycı hem de endişeli kuşkuculuk
(Septisizm) kendini gösterir. Her şey, hiç durmaksızın aynı noktaya
geldiğinden, bir ilkenin diğeri' üzerinde “zaferi” yoktur; yani Yunan felsefesi
modem, Hegelci anlamda bir tarih kavramını reddeder. Gecikmiş Yahudiliğin
getireceği kıyamet kavramım da reddeder.
20Alexandre Kojeve, Esscıi d’une histoire raisonnte de lu philosophie paienne, 111, Ea philosophie hellenistique et les neo-plutoniciens,
Gallimard, 1973.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Hiçbir şey ilerlemez, Zenon paradoksunun ifade ettiği
gibi her hareket bîr yanılsamadır. Dolayısıyla, Helenistik dönemde, şeylerin
akışını özetleyen imge olarak kendini açıklayan Yunan felsefesi; ilk ezeli
yeniden başlamayı ileri süren Herakleitos tarafından başlatılan halkayı
böylece tamamlar. İnsan düşüncesi de kozmos gibi ilerlemez.
Bu durumda, Kojeve’in dediği gibi ne Mutlak iyi ne de
Mutlak Kötü var olabilir.21 Sonuç olarak ne İyilik Tanrısı vardır
ne de Kötülük Tanrısı. Tyanaeus’lu Apollonius gibi Stoacılığın etkilediği
sonraki Helenistik düşünürler ve hatiplerin devamında Gnostisizmin bu temayı
tekrar işlediği görülecektir; Gnostisizme göre yaratılış îyi’nin ve Kotu nün
ötesindeki bir Demiurgos’un ürünü olacaktır, Yahudi-Hıristiyan Tann’sı ve
Şeytan’ı ise ancak ikincil ve geçici tanrılar olacaktır.
Görüldüğü gibi, “Yunan filozofu’’nun -burada bu terimi
en geniş anlamıyla ele almak gerekir, çünkü örneğin bir Herakleitos’la bir Kinik’ten
daha farklı hiçbir şey yokturHelen ve Helenistik pratikten farklılaştığı
doğruysa, bu filozof bütün İnsan varlığı için doğa karşısındaki sınırlarının
ve dayanıksızlığının bilincinin İçerdiği sıkıntıya pek yer vermez; kutsallık
duygusunu ele almaz. Ama Yunan dinsel pratiği devlet dinini aşabilir ve dışına
çıkarabilir, hem de sadece batılinançta değil: Dinsel oyunların belirttiği
budur. Varoluş sıkıntısının doğurduğu canavarlarla Yunanlıların başa çıkma
tarzını başka yerde aramak gerekir.
Örneğin çok sonralara kadar süren insan kurban etme
pratiğinde bu görülür. Yunan’da böylesi bir kurban etme fikri insanı sarsar;
ama Phıtarkhos’un (yaklaşık 50-125) tanıklığı bunu doğrulamıştır. Doğduğu
şehir olan Khaironeia’da en yüksek yargıç mertebesine yükselen
Stoacılar aslında
sözcüğün tam anlamıyla hiçbir etkileşim ya da ne (kozmik) Gökyüzü’nde ne de
İlk Ateş’te (Kozmos’un yokluğu sırasında) (“zıtlar” arasında) indirgenemez bir
karşıtlık kabul etmezler...,” Essni (Tüne histoire misillinde de kı philosophie pcıieıme, 111, a.g.e.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
Plutarkhos “açlığın kovulması” törenine başkanlık
ediyordu: Bu tören, özel bir ağacın (Roma dilinde Agnus castus, bazı
sihirli özelliklere şahip bir ağaçtır) dallarıyla bir köleyi dövme
şeklindedir, ardından bu köle siteden kovulurken törene katılanlar törensel
olarak, “açlığı kovalım, refah ve sağlık gelsin!” diye bağırırlar.22
Fakat kurban etme, Frazer’in belirttiği gibi, her zaman simgesel değildir: En
zengin ve en parlak Yunan kolonilerinden biri olan Marsilya “veba” salgınına maruz
kaldığında genellikle en yoksul sınıflardan bir erkek kurban olarak
sunuluyordu; site masraflarıyla beslenen erkek, bir yılın sonunda tören giysileri
giymiş olarak, başında kutsal dallarla şehirde gezdirilirdi, o dolaştırılırken
şehir sakinleri şehirlerindeki bütün kötülüklerin onun başına düşmesi için dua
ediyorlardı. Kurban da siteden kovuluyordu ve duvarların dışında taşa
tutularak öldürülüyordu.
Küçük Asya’da, yine salgın ya da deprem gibi bir
felaket durumunda, bu amaçlar için önceden seçilmiş çirkin ya da sakat biri
topluluğun bütün kötülüklerini yükleniyordu, flüt sesi eşliğinde cinsel
organlarına vuruluyor ve sonra da bir odun yığının üstüne atılıp yakılıyordu.
Böyle bir kurban etme her zaman istisnai olmuyordu, düzenli de olabiliyordu.
Önceki yüzyıllarda, mayıs ayında Atina’da düzenlenen Thargelie'festivalinde
-yine Frazer belirtirbir erkek ve bir kadın şehir dışına götürülür ve taşlanarak
öldürülürdü. Trakya’daki Abdera’da kefaret kurbanı olarak hali vakti yerinde
bir yurttaş kurban ediliyordu. Leukas’larda, dalgalar tanrısı Poseidon’a borç
ödemek için her yıl bir erkek denize atılıyordu.
Tanrıların da insanlar kadar kendini beğenmiş ve
tamahkâr olduklarına ve olası gazaplarını dizginlemek için kurbanlar
istediklerine dair evrensel inancı sürdüren Yunanlılar böylece siteyi
temizlediklerini sanıyorlardı. Temizlik kavramı da temiz olmamayı içerdiğine
22Sir James Frazer, The Golden Boııgh, MacMillan, New York, 1973.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
göre, demek ki, Yunanlıların maddi olmayan bir kötülük
kavramı vardı; panteonlarının tanrılarından herhangi biriyle pazarlık yaparak
bunu önlemek olanaklıydı. Fakat bu kötülük özel bir tanrısallık tarafından
yönetilmiyordu; bu, kurbanın sunulduğu tanrısallığın olumsuz bir ifadesiydi.
Leukas’larda genç erkeğin denize atılmasında amaçlanan tanrı Poseidon olduğu
kadar Apollon da olabilirdi ya da her ikisi birden.
Bu kurban etmeler, demek ki, ritüel biçimde
uygulanıyordu; ancak törenlerin tümü bunlardan ibaret değildi. Dinsel oyunların
tanıklık ettiği gibi başka kutlamaları da içeriyordu. Helenik dönemde üç büyük
tür görülür: Dionysos törenleri, Eleusis mysterionları ve Orpheus törenleri.
Birinciler, en bilinen geleneğe göre şarap tanrısı olan, ama aynı zamanda
bölgelere göre buğday, bağ, çiçek tanrısı da olan (Attika ve Akhaia’da
çiçeklerin tanrısı, Atina’da meyvelerin tanrısı, Korinthos’ta çamların,
Trakya’da buğdayın tanrısıdır), Trakya kökenli kahraman Dionysos’u kutlamaya
adanmıştır. Zeus ve Semele’nin gayrimeşru çocuklarından biri olan Demeter’in
benzeri bu erkek verimlilik tanrısı, Zeus’un meşru eşi olan Hera’mn lanetine
uğramıştır; bir Girit yorumuna göre, Hera’mn kışkırtmasıyla Titanlar tarafından
kolları bacakları koparılmış, 'pişirilmiş ve yenmiştir. Titanların bu davranışı
ölümcül oldu, çünkü ünlü ölke nöbetlerinden birine kapılan Zeus eski
hizmetkârlarını öldürdü. Apollon tarafından yeniden bir araya getirilen
Dionysos’un gövdesi daha sonra, bazı efsanelere göre Delphoi’ye, diğer
efsanelere göre Thebai’ye gömüldü, dirildi ya da başka efsanelere göre Zeus
tarafından diriltildi; Yunan dini her mit için sayısız farklı yorum içerir.
Akla hemen Titanların, tanrı olarak dirilen ezeli kahramanı
katleden iblislerin bir çeşitlemesi olup olmadıkları sorusu gelir. Tıpkı
Gökyüzü’nden Cehennem’e atılmış bizim Lucifer’imiz ve boynuzlu takipçilerinden
oluşan birliği gibi onlar da kafese kapatılmadan önce
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
Olympos’tan aşağı atılmışlardır. Theos’ıın teta’sından
Zeus’un zeta’sına fonetik, ardından semantik kayma kolaydır ve kötü
hizmetçilerini "şeytana” havale eden bu tanrı-kral, Hıristiyanların
Tanrı’sını dehşetli bir şekilde çağrıştırmaktadır; ki, o da, kötü meleklerini
cehennemin derinliklerine göndermiştir. Fakat öncelikle, Titanlar korkunç yamyamlıklarının
sonucunda mitolojinin belleğinde bir daha görülemeyeceklerdir: Küllleri
insanlığı yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Eliade’ın -hiç kuşkusuz
biraz fazla kesinlikle ileri sürdüğü gibi— Dionysos’un katliamı mitinin dine
giriş törenlerinin senaryolarını kopya ediyor olması pek olasıdır; bu
senaryolar, gerçekten de, pişirmeden ve kol bacak koparılmasından geçerler.
IÖ VII. yüzyılda Trakya’dan ya da Sabazios adıyla
anıldığı Frigya’dan gelen Dionysos’un adı Mykene metinlerinde önceden geçiyordu,
fakat bazıları ön-Mİnos döneminden itibaren, yani III. bin yıldan önce
Dionysos’a tapınıldığım ileri sürer; doğumu cilalı taş çağma denk düşer.
Başkaları da onun Mısırlı Osiris’in değişik bir biçimi olduğunu iddia ederler,
yazgısı gerçekten de onunkine çok benzer, çünkü o da yeniden doğuş tanrısıdır
ve onun gövdesi' de parçalanmıştır. Belki hatırlamak gerekir ki, Babilli Dumuzi
gibi yeniden doğuş simgesi olan başka uygarlıkların başka tanrıları da
cinayetlerin kurbanıydı ve onlara da muzaffer dirilişler vaat edilmişti.
Yunan sanatında ortaya çıktığı haliyle Dionysos sevimli
bir tanrıdır, gençliğinden itibaren toramandır, sürekli gülümser; daha ilerde
görülecektir, Orpheus’u Mainadlara katlettiren öfkesinden dolayı ancak
eleştirilebilir. Onun da canavarca ölümü kem göze, Hera’nm photonos’una
atfedilir; Hera cehennemi bir tanrıçayı temsil etmekten uzaktır,, çünkü eşi
Zeus’un yanında Olympos’ta ikamet eder. Yunanlılar önemli bir bayramı
Dionysos’a adadıklarından onu her durumda severler; bazı bölgelerde yıllık,
Girit gibi bazı bölgelerde altı ayda bir düzenlenen Dionysos törenlerinde tanrı
aşkı, yer yer vahşili-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ğe başvurarak canlandırılıyordu. Örneğin Girit’te bir
boğanın kol ve bacakları koparılıyor, törene katılanlar dişleri arasında kanlı
bir parça taşıyorlardı.
Eski zamanlarda, kuşkusuz VII. yüzyıla doğru, bu dinsel
törenleri kutlayanların, Mainadlar ya da “delilef’in, insanların kol ve bacaklarını
parçaladıkları (sparagmos) ve çiğ yedikleri (omophagie) ileri
sürülür. En azından Bakkhalar’da Aiskhylos’un belirttiği budur. Bu mümkündür,
çünkü Yunanlılar insan kurban etmekten iğrenmezler ve Dionysos tapınmasını
getirmiş olan Trakya ve Frigya toplulukları, gerçekten de, benzer vahşilikler
gösterebiliyordu. Her durumda, 1Ö V. ya da IV. yüzyıldan itibaren insan öldüren
bu tür coşku kaybolmuş gibidir. Ve haklı bir nedenle: Doğa güçleriyle
mistisizme varan bir kaynaşmanın doğrudan ifadesi olan Dionysos törenleri
kefaret törenleri değildir; Kötülüğü kovmazlar, yaşamı; ölülerle,
yaşayanlarla, gelecek kuşaklarla metafizik birliği kutlarlar. Bu nedenle
burada din polis çerçevesini geniş ölçüde aşar.
Fakat, belirtmek gerekir ki, Antik Çağ’dan itibaren,
geçici, “delilik,” Dionysos gösterilerinin “korybantlığı” birçok kişinin
keyfini kaçırır. Herodotos ve Demosthenes bunlarla alay ederler. Bu hareketlilikler
ve bu taşkınlıklar onlara iyi niyetle ortaya. çıkmış gibi gelmez. Bu işte
Şeytan’ın parmağını görecek kadar ileri gitmemişlerse bu, özellikle Şeytan’ı
tanımadıkları içindir.
Dinsel gösterilerin ikinci türü Eleusis’te Demeter
adına yapılan mysterionlardır. Bunlar aslında Atina ve Megare arasındaki
Eleusis’te kutlanan tarım festivalleridir; tanrıça Demeter ve kızı Kore’nin
ikili koruması altındaki ekin, tohum atma ve hasat kutlanır. Gerçekten de, mite
göre, cehennem tanrısı Pluton kadın aramaktadır ve Kore’yi kaçırır. Kızını
arayan Demeter Eleusis’e gelir; bereket tanrıçası olmasına rağmen atılmış
tohumu yeşertmeyi reddeder. Plüton’a rehineyi serbest bırakması emredilir ve
Kore yeryüzüne yeniden çıkar,
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
böylece Demeter tohumu yeşertir ve aynı vesileyle,
Yunancada “zenginlik” anlamına gelen oğlu Plutos’u doğurur. Bununla birlikte
Kore, yeraltı dünyasında ölüm ve doğum simgesi olan bir nar yediğinden
yeryüzünde kesin olarak kalamaz ve bir anlaşma yolu bulunur: Buna göre Kore,
yılın üçte birinde eşinin yanında geri kalan sürede annesinin yanında
kalacaktır. Böylece tatmin olan Demeter, Eleusis mysterİonlarını başlatır.
Plüton’u bizim Seylan’ımızla ya da onun habercilerinden
biriyle özdeşleştirmeye yönelik tüm çabalar boşunadır, çünkü bu Tanrı ezeli bir
ölümü değil, geçici bir ölümü temsil etmektedir. -Eleusis mysterionları
hakkında Sophokles, “Bu dinsel gösterileri seyrettikten sonra Hades’in yanma
gidecek olanlar üç kez mutludurlar: Sadece onlar orada yaşayabilirler;
diğerleri için her şey ıstırap olacaktır,” diye yazar. Doğanın karşıt güçleri
arasındaki yukarda belirtilen birliğe katılım sanki törene katliam ezeli ve
mutlu yaşamın sırrına vakıf biri yapar.
Üçüncü grubu oluşturan Orpheus dinsel gösterileri
öncekileri güçlü bir şekilde çağrıştırır, çünkü Mainadlar tarafından Orpheus’un
kollan ve bacakları koparılmıştır, bazı yorumlara göre bu Dionysos’un emriyle
olmuştur. Sevimli Dionysos’un bu şaşırtıcı gaddarlığı başka durumlardaki
Apollon’un gaddarlığını çağrıştırır, çünkü bu sıradan bir kıskançlık
sonucudur; Müzisyen kahraman, Dionysos’u yüceltmek yerine Apollon’u
yüceltmekte ısrar edince şarap tanrısı da onu katlettirir. SicilyalI
Diodoros’tan23 nakleden Eliade, Orpheus’un Dionysos adına düzenlenen
dinsel gösterilerde reform yapan biri olduğunu söyler. “Reform yapan” belki
aşırı bir sözcüktür, çünkü Orpheus dinsel ayinleri Eleusis’tekileri de
çağrıştırır, çünkü onlar da cehenneme bir ziyareti ve ölüler arasından
birinin, bir yılan ısırığıyla
23Mircea Eliade, Histoire
des croyances et des idees religieuses, 1. De
l’âge de pierre auxMyst&res d’Eleusis, Bibliotheque historique Payot, 3
cih, 1976.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ölmüş burydike’in kurtarılmasını içerir.
Yunan mitlerinin değişkelerini, kesiştikleri noktaları
ve kökenlerini çözümleme çabalarının ucu bucağı yoktur. Bu arada, özellikle
Orpheus dinsel gösterilerinin Hıristiyanlık Öncesi nitelikleri ve Doğu kökeni
göz önüne alındığında, Orphik ile Helen ve Helenistik kültürlerin toplamı
arasındaki belirgin karşıtlığın akını çizmek gerekir: Orphik ilahiler tensel
bir yüceltmeyi taşımaktan uzak olarak, ne et ne şarap tüketilen, cinsel perhiz
uygulanan sade bir yaşamı emrediyordu. Sadece Orphikçi bir disiplin içinde
böylesi bir yaşam -Helenik uygarlıkta öncesi olmayan düşünceCennet’te selamete
erişmeye ve tersine Dionysosvari bir yaşam sürdürmüş olanlara ayrılmış olan
cehennem azabından kurtulmaya olanak tanıyordu. Oysa bu öte dünya ve selamet
kaygısı Helenik kültürün bütünüyle tamamen çelişiktir.
Dahası, Orphik İyi ve Kötü karşıtlığı, İlk Günah
ilkelerini, deyim yerindeyse, yalnızca tohum halinde taşıyan değil, yeşertmiş
ilk Yunan hareketidir. Gerçekten de, Orphik metinlere göre24
insanların kötü yürekli ruhlar olan Titanların küllerinden doğmuş olmaları
insanlardaki kötülük payının kanıtıdır. Fakat yıldırımla öldürülmeden önce,
bir tanrının, genç Dionysos’un etini yedikleri için Titanların külleri ve
dolayısıyla insanlar da tanrısal öğeler içerirler, insanların ortaya
çıkmasından önce dünya mükemmeldi. Dünyanın dengesinin bozulması Titanların
hatasıdır. Bundan böyle, her İnsanın kendi selametine kavuşmak için tanrısallık
payım yeniden bulması gerekir. Bu, Hıristiyan eskatolojisinin habercisidir.
Kuşkusuz henüz Şeytan yoktur, fakat dekor şimdiden kurulmuştur ve Şeytan’m
yapacağı, tek şey ortaya çıkmaktır.
Encyclopaedia Universalis haklı olarak şöyle yazar: “Orfeizm esas olarak, 10 VI.
yüzyılda Yunan’da ortaya çıkmış dinsel bir protesto ha-
24“Çoktanncıhk,’’ Encydopaedia Britannica.
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
reke tidir..." ve "... Orphikçi mistisizm ...
Yunan sitesinin resmi dininin sistematik olarak sorgulanmasıdır.” Dolayısıyla
Orphikçi gösterilerin, birçok öğesini miras alan özellikle Pythagorasçı başka
dinsel gösteriler aracılığıyla Platon üzerindeki etkisi (Platonun bazı Orphikçilere
yönelttiği iğnelemelere rağmen) bir yana Yunan’da pek başarı kazanamaması
şaşırtmaz.
Demek ki Orphik Yunan değildir ve 1962’ye kadar, Orphik
dinin gecikmiş bir yapı olmasından pek az kuşku duyuldu; fakat, o yıl, IÖ V.
yüzyıl sonuna varan metinler bulundu; hiç kuşku yoktu, bu, pek erkenden
Yunan’da yerleşmeyi denemiş olan eski bir mitolojik gelenekti, fakat gerçekte
başarılı olamamıştı. Diodoros tarafından, “Dionysos peygamberi” ve “bütün giriş
törenlerinin kurucusu”25 olarak nitelenen Orpheus sadece Dionysos’un
yükselişinin çağdaşı değil, daha da ötesi ondan öncedir. Bu eskilik
şaşırtabilir, çünkü Yunan’da tanrılar karşısında -Hesiodos’un sövgüsüne göre
bu “şimdiki zaman yiyicileri” karşısındainsan tavrının birliği ve bütünlüğü
çok erken oluştu. Yunan dininin kurucu büyüklerinden biri olarak kabul edilebilecek
olan Hesiodos, gerçekten de, VIII. ve VII. yüzyılın zirvesinde yaşadı ve onun Theogonia'sı
ile en geç Helenistik düşünürler arasında neredeyse düz bir ilişki görülür.
Hesiodos’a göre, dünyanın başlangıcında kaos vardı ve ancak çetin mücadelelerden
sonra Zeus hükümranlığını dayatabilmiştir. Buna karşılık Orpheus’a göre, ilk
tanrı olan Eros’un, yani karşıt-kaos’un doğduğu Yumurta en baştan itibaren vardı.
Birincilere göre düzen, kaosun beklenmedik olaylarından sonra düzenlendi,
İkincilere göre baştan itibaren vardı. Orphikçilerin Hesiodos’u ve Helen dinsel
düşüncesinin egemen akımını bilmedikleri düşünülemez. Ve karşı çıkış içinde
yaşamamış olsalar da, en azından, bir tecrit içinde yaşadıkları sonucu
çıkabilir.
25Eliade, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARÎHl
Yunanlıların Orphikçilere baskı yaptığı ve sadece
sınırlı bir ortamda yaşamalarına izin verdiğini düşünmek çekici gelir. Ortaya
çıktığı haliyle Orphikçilik Yunanlıları kuşkulandırıyordu, çünkü insan ile
tanrı arasında aracı olan rahibi, Dumezil’in önerdiği üçlemenin kral, rahip,
savaşçıtepesine yerleştirerek site’nin özünü oluşturan demokrasinin ölüm
fermanım imzalıyordu. Bu, kısa sürede bir Kutsal Ittifak’a ve her durumda,
kralla rahip arasında bir kaynaşmaya ya da Mısır’da uygulandığı ve İmparatorluk
Roması’nda olduğu gibi kralın kutsallaştırılmasına varabilirdi.
Böylece, kızgın Dionysos’un, Orpheus’u Mainadların
öfkesine terk etmesi daha iyi anlaşılır. Orpheus mitinin bu yanı, hiç kuşkusuz,
Orphikçiliğin yerleşmesinden sonradır ve dillerden düşmeyen kahramana karşı
Yunanlıların nefretini açıklar. Orphikçilik nereden gelir, Orpheus nereden
gelmiştir? Bilinmemektedir. Arkeoloji sonsuza dek tamamlanmadan kalacak bir
kitaptır ve II. ve I' bin yılın Hint-Avrupa topluluklarının akınları kısmen
bilinmektedir. Şurası kesin ki, perhizci, etyemez, bu sade Trakya tanrısı ne
vatandaşı Dionysos’a ne de başka herhangi bir tanrıya benzer. Bir İskit de
değildir, Frigyalı da değildir, karakteri kaçınılmaz olarak İran’ı hatırlatır.
Eğer İran’dan gelmişse, bu, Orta Asya, Yakın ve Ortadoğu topluluklarını IÖ XV.
ve VIII. yüzyıllar arasında yerlerinden eden büyük göçler sırasında olmuştur.
Belki bir gün İran’da ya da Afganistan’da elinde lir olan bir tanrının portresi
bulunur ve o zaman kesin olarak söylenebilir: Bu dönemde, burada doğdu. O
zamana kadar, Şeytan’ı Olympos’a dahil etmek ve bu sahte canavarı Hymettos Dağı
yamaçlarında bırakmak gerektiği saptanabilir ancak. Hint-Avrupahlara ve Dogu’ya
bu kadar yakın, mitlerle bu kadar dolu Yunan, Yabancfyı kıl payı kaçırmıştır.
Dikkate değer bir olay kalır geriye: Şeytan’ı
sınırların dışında tutan Helen ve ardından Helenistik demokrasi oldu. Çünkü
Düşmüş Melek, özünde, totaliter güçlerin mantıksal bir kurnazlığından başka
YUNAN YA DA DEMOKRASİ
bir şey değildir. Yunan din adamı, İyilik ile Kötülük’ü
birbirinden ayırmanın uluslarötesi hakkını asla kendine mal etmedi. Yunan,
tanrılarını ve onun yansısı olanları kendinin icat ettiğini asla unutmadı.
Demek istediğim şu: Yunanlılar asla köle olmadı.
Paradoks gözler önüne sermekten kaçamayacağım kadar
güzeldir: Tragedyayı, bu kölelik anlatısını keşfetmiş olan uygarlık, dramla,
yazgıya karşı isyanların anlatısıyla, zafer kazandı.
Roma’nm sonraki
yüzyıllardaki etkisi üzerine Roma dininin kökenleri üzerine Roma dininin
başlangıcından itibaren yozlaşmış olduğunu ve Hıristiyanlığa özlem duyduğunu
kanıtlamak için tarihçilerin giriştikleri boş çabalar üzerine Bu tarihçilerin
yalanları üzerine Romalıların derin dindarlıkları üzerine ve Kötülüğe ancak
önemsiz ya da gülünç tanrılar atfetmiş olmaları olgusu üzerine Religio’nun esas
anlamı üzerine Bu dinin ihmal edilen anahtarı üzerine ya da' tanrılarla
bireysel olarak ilişki kurmanın yasaklanması demek olan superstitio
üzerine Bu yasağın Roma yurttaşlık erdemlerini, özgürlüğün ve haysiyetin
anlamını ve Şeytan’m yasaklanmasını açıklaması üzerine Demokrasilere model olarak
hizmet etmeye devam eden bir imparatorlukta Şeytan’m yokluğundan çıkarılan
dersler üzerine.
Yasaların anası Romanın ayırıcı özelliği, günümüze
kadar varlığını sürdüren dünya çapındaki gücü ve nüfuzu, tarihsel yazgısına,
paradoksal olarak, şans getirmemiştir. Yüzyıllar boyunca ve özellikle Rönesans’tan
bu yana, Roma’ya gönderme yapmayan pek az zorba ve ideolog vardır; bunların
her biri nalıncı keseri gibi hep kendine yontmuş ya da imparatorluk
kırmızısını çekip almış ve Roma’nın sahte bir imgesini sunmuştur. Romalı gibi
poz veren XIV. Louis ve Napolyon’clan Mussolini ve Hitler’e, Yeni Roma’ların
yaratıcıları olarak kendilerini tanımlayan sayısız küçük zorbadan söz etmesek
bile, liste uzundur. Versailles, sonuçta, dev bir Roma villasından başka bir
şey değildir, tıpkı Berlin’deki Wilhelm Almanyası’nm resmi binalarının,
Washingtondaki Capitol ve Beyaz Saray’ın büyük Roma binalarının ruhsuz
kopyalarından başka bir şey olmaması gibi. İngiltere, kendi gençliğine “Roma
tarzı bir eğitim” verdiğini sanmıştır ve en ünlü otomobilinin önüne klasik Roma
alınlığını kopya etmiştir. Hıristiyanlığa geçen Bizans imparatorları,
tektanrıcıhğın ve bireysel ibadetin Roma ruhunun en açık inkârı olduğunu
bilmiyormuş gibi “Augustus” [yüce, ulu] sıfatıyla övünmeye devam etmişlerdir.
Roma, önceleri, tek bir politik ilkenin hüküm sürdüğü tüccar bir ulustu.
“Ruhu” olmadığına üzülündü, özellikle Hıristiyan, faşist, nazi -bu tür şeylerdeğil
diye üzülündü, bu “ruhlardan biri ona vermek için yarışıldı. Gerçekten de ne
Tanrı’sı --özellikle tek ve aşkın bir tanrı— vardı, ne de Şeytan’ı, yani Cehennemi
Şeytan Roma’yı Şeytan’sız nasıl tahayyül edebilir?
Bunun üzerine, Roma dininin kökenleri üzerine eğilen
çok sayıda
ROMA
bilgili kişinin ahuları kırıştı.1 Herkes
sorun üzerine kendi bakış açısını dayatmak istedi ve hâlâ istiyor ve çoğu,
Roma dininin, kısacası, Romalı olmadığını kanıtlamayı denedi: Neredeyse Romulus
tarafından kuruluşundan itibaren Hıristiyanlığa hazırlanıyordu. Seçkin uzmanlar,
böylece, Romalıların “bu serpilmiş, kendi yataklarına uzanmış ve sıradan
yurttaşlar tarzında bir yemeğe katılır havasındaki Yunan-Roma tanrı ve
tanrıçalarının zavallı görüntülerine” saygı gösterebileceklerini kabul
etmediler.2 Kimi zaman grotesk sınırlara kadar varan bu revizyonizm
Roma’yı “kutsallaştırma” açık niyeti tarafından dayatıldı: Britanya İmparatorluğu’nun,
ardından, XX. yüzyıl ortalarına kadar rağbette olan her türden emperyalizmin
dayandığı model Roma’dır. Roma’yı okullarda öğretmek gerekti, fakat zındıkların
inatçılığı olan çoktanrıcılığın, azgelişmiş zihinler, barbarlar, putperestler
yarattığı tekrarlandığına göre, Roma’nm çoktanrıcılığı nasıl aklanacaktı?
Bunun üzerine Suetone’dan ve Tacitus’tan daha ileri gidilerek birbiriyle
yarışırcasına Hıristiyanlara eziyet eden imparator figürlerine gölge
düşürüldü; böylece kaçıklarla aptal ve kanlı ahlaksızların geniş derlemesi
yapıldı; tanrıya şükür, kuşkusuz bunlar “hakiki” Roma’yı, Vergilius’un,
Cicero’nun ve Marcus Aurelius’un Roması’nı temsil etmiyorlardı. Örneğin
Tacitus’un boş yere kötü yürekli olduğunu ve romanesk uydurmaların tersine, o
anda elli kilometre uzakta bulunan Neron’un Roma’yı yakmadığını, ezeli şehrin
külleri üzerinde ne lir ne de keman çaldığını ve hatta başka şeylerle birlikte
kendi güzel sarayını da kaybettiği bir yangına üzüldüğünü ortaya koymak için bu
Pierre Boyance’nin önemli eseri Etudes
sur la religion romcıine’in
[Roma Dini Üzerine İncelemeler] (Ecole française de Rome, 1972) ilk
sayfalarından’ itibaren bunun bir yansısı bulunacaktır. Bilginler kendi
inançlanndan uzaklaşanlara ya da çalışmalanna yeterince saygı göstermeyenlere
karşı pek yumuşak değillerdir.
Bu kolay .kolay inanmayan kızgınlığın pek hoş ifadesi,
bu yüzyıl başındaki İngiliz tarihçi W. Warde Fowlefa aittir ve aktaran
Boyance’dir.
247
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
yüzyılın sonunu beklemek gerekti. Daha kötüsü: Bu
“isterik şarlatan”ın, kısacası Şeytan’ın bu destekçisinin, aslında Seneca
tarafından eğitildiğini, Augustine Tapmağı’nın kütüphanesini yeniden yaptırdığını,
edebiyat ve güzel sanatları önemli ölçüde desteklediğini kanıtlamak için daha
beklemek gerekti? Yine güçlükle yapılan başka düzeltmeler bunları izledi.
Kısaca durum, böyle. Tarihçiler Roma tanrılarını,
Yahudi-Hıristiyanlığa şaşırtıcı derecede benzeyen, XX. yüzyılda Melanezya
etnografyasından ödünç alınan ve kutsal bir duyguyu ifade eden manu’da özetlenen
mistik bir tanrısallık kavrayışıyla donatmak için çaba gösterdiler.4
Bu arada, Roma dininin çok uzaklardan, Romalıların o
dönemde bilmedikleri bir bölgeden ödünç alman bir sözcükle ya da daha kötüsü,
bir kavramla -dahası, sözel ifadeye hakim olan Romalıların eşdeğerini asla
formüle' etmedikleri bir sözcükleaçıklanması gerektiğinin (densizlik demesek
de) garipliğini kimse ortaya koymadı. Bu tıpkı, Budacılığı mayasız ekmeğin İsa
peygamberin etine ve kanına dönüşmesiyle açıklamak gibidir. O halde, mana’yı
bir yana bırakalım. Peki ya numen? Bu sözcük en azından bir Roma sözcüğüdür,
Vergilius’un Aeneis’inde geçer ve ortak kabul gören bir tanımı olmasa da,
“kutsal varoluş” anlamına geldiğini ileri sürebilirim. Anlaşılacağı gi-
“Neron’un kişiliği geleneksel tarihin sandığı, romanın
ve televizyon ekranının popülerleşrirdiği en cılkı çıkmış klişelerin öne
sürdüğü kadar basit değildir. Neron, Cehennem’in püskürttüğü bir canavar olarak
verilmiştir ve Roma’nın küçük insanları tarafından ona hayranlık duyulmuştur.
Histerik bir palyaço olarak, başında tacı olan sıradan bir soytarı olarak
gösterilmiştir, bu flamenko tavrının altındaki niyetin ne olduğu anlaşılmadığı
gibi, Nerop’a duyulan hayranlığın, Senato için her zaman güven verici olmasa
da, genellikle ileri görüşlü olma olgusu dikkate alınmamıştır.” Lucien
Jerphagnon, Vivre et phiiosophersous les Cesars,
Edouard Privat, Toulouse, 1980.
4 H.
Wagenwoort, Roman Dynamism Studies in Ancient Roman Thought, Language and Cıısiom, Blackwell, Oxford, 1947.
ROMA
bi varsayım tamamen akla yatkındır: İnsanda,
başlangıçtan itibaren, doğaüstü duygusu vardır. Bilindiği gibi, başlangıçtan
itibaren Romalıların büyük bir pratik duyulan vardı ve tanrılarına meslek adı
veriyorlardı, yani onları görevli yapıyorlardı: Birinci ekin tanrısının adı
Vervactor’du, ikincisininki Reparator, tapan geçme tanrısının adı İmporcitor’du,
tohumlama tanrısmınki İnsitor’du ve böyle devam ediyordu. Yüzeysel bir
saygısızlıktan dolayı bu tanrılar beni bağışlasınlar: Romalıların onlara hasat
zamanı sundukları kurbanlar, bu yüzyılın baş ma kadar mevsimlik işçilere
verilen (ve günümüzde bağ bozumuna giden gönüllü öğrencilere hâlâ verilen)
aylıklara benziyordu.
Hemen söylemeliyim kİ, Roma’da benden Önce de şeytan
arandı. Bulunamadı. Nedeni basittir: Bir şey ters gittiğinde bunun nedeni,
Obarator ya'da'Occator ve başkalarının memnuniyetsiz olmaları ve intikam
almalarıydı.
Fakat bu yararcı tanrılar nereden kaynaklanıyordu?
İtalya’ya kimler, ne zaman geldiler? Bu insanların bir dini var mıydı? Oysa
evet, İtalya’ya Roma’dan çok önce yerleşildi ve Romalılar 1Ö I. bin yılın
İtalyanlarının soyundan geliyorlardı: Bu dönemden itibaren, büyük bir kültür
homojenliği ortaya çıkar. İki temel kültür vardır, ölülerin gömüldüğü Çukur
Mezarlar kültürü ve daha önce de gördüğümüz ölülerin yakıldığı Ölü Yakma
kültürü. Birincisi Villanova, Adriyatik, Apulia ve Siculi kültürlerini bir
araya getirir; İkincisi ise Golasecca, Atestine ve Latial kültürlerini. Dinleri
hakkında az şey, pek az şey bilinmektedir. îki grubun ölüleriyle farklı
ilişkiler sürdürdükleri sonucu, haklı'olarak, çıkarılabilir.'5
Yine bilmekteyiz ki, savaş alanından kaçan Troyah
Aeneas, babası-
3 Gömme ile yakma arasındaki kültürel ve etnolojik
farklılıklar bu kitabı aşar. Okuru yoksun bırakmamak için, kesin olmamakla
birlikte, ölülerini gömenlerin “yeniden çıkmasını"
umduklarını, yakanlannsa cesedin dehşetini ateşle temizleyerek kovduklannı söyleyebiliriz.
ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ
nı Sicilya’da kaybettikten ve Kartaca kraliçesi
Dido’nun cilvelerine esir düştükten sonra Tiber Nehrİ’nin döküldüğü ağza
vardığında (“latin” sözcüğünün türediği) Latium, kralı tarafından kabul edildi;
kral, kızı Lavinia’yı ona verdi. Aeneas’ın kurduğu şehrin adı olan Lavinium
buradan gelir. Dolayısıyla, IÖ XIII. yüzyıl İtalya’sında -bu tarih, Aeneas’ın
gelişine ilişkin Herodotos’un verdiği tarihtiren azından bir uygarlık vardı. Bu
uygarlığın, yani Latium’un,' kendi dini vardı ve yukarda belirtilen tanrılar
kısmen ondan türerler. “Kısmen” terimi bir başka İtalya halkının, Samnitlere
akraba olan Şahinlerin de Roma’nın kuruluşuna katılmış olması ve kendi
tanrılarından bazılarım Roma dinine dahil etmesiyle doğrulanır.
Latinlerin ve Şahinlerin kökeni kesinlikle
Hint-Avrupalıdır, çünkü İtalya’daki diğer dillerin büyük bölümü, Falisci,
Osk-Umbria, Venetce. Doğu Italyancası, sonra Po Ovası’nda, Lombardİa’da,
Piemonte’de, Liguria’da ve Emilia’nın bir bölümünde konuşulan Kelt dili,
Apulia’da konuşulan Messapia dili ve çizmenin ucunun ve Sicilya’nın kıyı bölgelerinde
konuşulan Yunanca Hint-Avrupa dil ailesine dahildi.1
Latinlerin ve Şahinlerin dinleri de Hint-Avrupa
kökenliydi; yani en azından Aeneas geldiğinde çoktannlıydılar. Latinlerin ve
Şahinlerin özdeşleştikleri büyük doğa güçleri ve insan faaliyetleri için -güneş,
gökyüzü, yıldızlar, şimşek, bereket ve hasat, sonra savaş, sanatlar, ticaret,
aşk, vsTanrıları vardı. Roma’nın oluşumunda Hint-îran panteonunun etkisi belki
abartıldı; benim işim bu değil.7 Birçok baş-
6 T. Corneli ve J.
Matlhews, Atlas du nıoııde ramam,
Edition du Fanal, Amsterdam, 1986.
7 Georges
Dumezil’in öncüllerinden ve rakiplerinden alıntı yapan P. Boyance,
“Etimolojilerin sistematik kullanımı, doğalcı hipotez üzerinde kurulu mitlerin
çözümlenmesi ... hayal kırıcı sonuçlara varmıştır,” diye yazar. Fakat bir
anlamda asıl kaynaklan bulmak için Dumezil’in ne pahasına olursa olsun
sürdürdüğü çabalar pek de inandırıcı olmamıştır: “Georges Dumezil’in Festin
d’immorlalitf. (1924) ya da ProbRıııe
des ceııtnures (1927) adlı yapıtlarındaki ilk araştırmalan artık kendisi
tarafından bile geçerli görülmemektedir,” diye
ROMA
ka
dîn gibi, eski İtalya’dan türeyen ve yerel dinleri birleştiren Roma dininde de
bir Gökyüzü tanrısı vardı; önce şimşek ona bağlandı (daha sonra, verilmiş sözün
koruyucusu yapıldı) ve bu, dünya işlerine pek karışmadan dünyaya hakim olan
Jüpiter’di. Başka tanrılar da panteonuna katıldılar, Mars, Quirinus8,
Ceres, Herkül, Bacchus, Venüs;..
yazar Boyance. Dumezil
kişiliğinde bir bilgine duyulan bütün saygıyla birlikte, Les
dieux souveraines âes Indo-Europeens
(Gallimard, 1977) kitabının “Jüpiter ve çevresi” bölümünde sergilediği
şekliyle Roma mitolojisi üzerine kimi tezleri bazı ayrıntılar getiriyor
gibidir. Örneğin Roma mitolojisinin iki kişiliğini, Romulus ve Numa’yı
Hint-Avrupa tannlan olan Varuna ve Mİtra çerçevesine dahil etmek
rastlantısaldır. Yapısalcılık, kimi zaman, en. ünlü tarihçileri zaman ve mekân
gibi basit etkenleri ihmal etmeye sürükledi. Hint-AvrupalIlar İtalya’ya birkaç
yılda gelmediler, ve İtalya ne İran’dır ne Hint. Tannlar zaman ve mekân içinde
değişirler; tıpkı Meseller Kitabı’ndan Enoş Kitabı’na kadar Şeytan’m da rol
değiştirmesi gibi. Romulus, kökeninde Varuna’dan daha gerçek bir kişi
olmalıdır; ve ne kadar efsanevi olsa da Roma’nm ikinci kralı Numa’nm
uydurulduğunu herhangi bir biçimde belirten hiçbir ipucu yoktur: o, Titus
Tatius’un kızıyla evli bir Sabin idi, Titus Tatius da bir yıllık fetret
devrinin sonunda kral seçilmişti ve yaptığı işler arasında Jüpiter, Mars ve Quirinus
rahiplerini yaratmak da vardı. 181 yılında Janİculum’da bulunan mezarı tarihsel
bir kişilik olduğunu doğrular. Günümüzde, açıktır ki, büyük bilinçliliği
içerisinde Dumezil Hint-Avrupahlan bazılarının yanlış olarak açığa
çıkardıklarını sandıklan homojen bir varlık yapmaya çalışmamaktadır; bu,
verimli gruplaşmalar gerçekleştirmeyi sağlamış bir çalışma hipotezidir.
Özel bir tartışmaya
girmeden Jüpiter, Mars, Quirinius üçlemesinin Hint-Avrupa’daki büyücü-rahip,
savaşçı, çiftçi üçlüsünün taklidi olduğu şeklindeki Dumözil’in hipotezini
burada hatırlatmam gerekir. Fakat, öncelikle belirtilmeli ki, bu üçleme Roma
dininde asla kutsanmamıştır. Dahası, Quirinius Latin tannlan olan Jüpiter ve
Mars’a Sabin olduğu için benzeyebilir ve Romalılar bu halkla sıkı ilişkiler
sürdürüyorlardı (Numa’nm bu tannyla özdeşleştirilme yanılgısı buradan
kaynaklanır). O, özel olarak, Quirinale Tepesi’ne yerleşmiş Şahinlerin
tannsıydı (Manfred Lurker, Lexikon der Götter ıınd Dâınonen, Alfred Kramer Verlag, Stuttgart, 1984). Boyance’nin
ileri sürdüğü gibi rolü belirsiz, hatta bulanık gibidir: Asla üretici bir tann
değildir, fakat saldırgan olmaktan çok savunan bir başka savaş tanrısıdır, ve
“cılız" karakteri zaten yok olmasına ve Romulus’la özdeşleştirilmesine yol
açmıştır; bu da Numa’yla özdeşleştirilmesi kadar yanlıştır. Nihayet, Roma’nm
en kutsal tapmağında bulunan üç tanrı Jüpiter, eşi Junon ve kızı Minerva’dır
ve bu da Hint-Avrupa üçlemesini yeniden oluşturuyor gibi görünmemektedir.
251
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Ne var ki. İtalya’nın bir özelliği vardır; eğilimin
yöneldiği gibi, Avrupa’nın.diğer Akdenizli halklarıyla, yani Yunan’dan başlayan
ve Hint-Avrupalılarla son bulan halklarla çok sıkı bir özdeşleşmeyi engeller.
Gerçekten de, Yunanlılara göre9 Aeneas’ın soyundan gelen efsanevi
kahramanlar Romulus ve Re mus’un Roma’yı 1Ö 753-749 arasında kurduğu dönemde
kuruluşun üçüncü büyük katılımcısı olan ve ilk bakışta Hint-Avrupalı olmayan
bir halk vardır? Etrüskler.. "İlk bakışta” diyorum, çünkü eskiden onların
Hint-Avrupalı olmadıkları varsayılmıştı' gerçekten de dilleri Hint-Avrupa dili
değildi.
' Etrüskler nereden geliyorlardı? Herodotos Etrüskierin
Doğu Anadolu’daki Lidya kökenli olduklarını, II. bin yıl sonu, ile I. bin yıl
başı arasında İtalya’ya göç etmiş olduklarını söyler.10 O halde
Hint-Avrupa kökenlidirler," fakat dilleri yüzyıllar boyunca farklı türde
evrimleşmiş olmalıdır. Çarpıcı, ayrıntı, Troyalı ve dolayısıyla coğrafi olarak
Lidyahlara yakın bir halk olan Frigyah Aeneas’ın Etrüskierin “kuzeni”
olmasıdır. Bu .demektir ki, İtalya’nın ve ilk Roma topluluğunun önemli bir
bölümü I. bin yılda Türkiye’den gelmişti. Çünkü, Etrüsk-
9 10 II. yüzyıla doğru Romalıların tarihsel
edebiyatları yoktu. Yunan efsanesi Romulus ile Remus’un, Aeneas’ın, 1Û XII.
yüzyıla doğru Latium’a sığındığında -Lavinium şehrini de kurmuşturkurduğu Alba
hanedanının uzaktan akrabalan olduğunu ileri sürer. “Alba” sıfatı kaynağını
Aeneas’ın oğlu Askanios’un Alba Longa şehrini kumlasından alır. Arkeoloji bunu
kısmen doğrular; gerçekten de Lavinium’da ve Alba tepelerinde ilkel yerleşim
yerlerinin en eski kalıntıları keşfedilmiştir. Corneli ve Matthews, Adaş
du monde Romain.
101Ö I. yüzyılda Roma’da yaşayan Yunan Halikarnassoslu
Dionysios Etrüskierin İtalya’nın yerlileri olduğunu ileri sürdü. Bu hipotez
genel kabul görmedi, çünkü Herodotos’unkini kabul etmek için çok fazla neden
vardır. Örneğin Vico Gölü yakınlarında kayaların İçine oyulmuş Etrüsk mezarlan
ile Türkiye’deki Lidya ve Likya mezarları arasında çarpıcı benzerlikler
vardır; tıpkı Etrüsk dini ve soy zincir tarzı ile Lidyalılannki arasındaki
diğer benzerlikler gibi.
UColin Renfrew’un Archaeology Language The Puzzle of
Indo-European Origins,
Cambridge University Press, New York, 1987’de, onu reddetmeden hatırlattığı
hipotez en azından budur.
ROMA
ler Latinlerle birlikte Roma metropolünün kur
uçuşudurlar.12
Şeytan’m kökenlerini araştıran bir çalışmada ilginç
olan şey, Et' rüsklerin, İtalya’nın diğer sakinleri gibi, Zerdüşt reformundan
çok önce Hint-Avrupa odağını terk etmiş olmalarıdır. Yani, Vedacı panteonun
Tanrı-Şeytan kutuplaşmasından kurtulmuşlardı. Aslında Etrüsk ve Roma dininde
şeytanın gölgesine rastlanmaz. IÖ VI. yüzyıldan itibaren İtalya, yaşlı Cato
denen Savonarole’u pek kızdıran Yunan etkisine -'yayılmasına” demek daha doğru
olurmaruz kaldığı andan itibaren şeytana rastlama olasılığı daha da azalır.
Daha önce gördüğümüz gibi Yunan’da Şeytan yoktur. Batılinançlılar için
ortalıkta dolaşan ve özellikle engellenmiş âşıkların, kazıklanmış tüccarların,
boynuzlanmış kocaların ve kıskanç komşuların kötü mizaçlarını dile getirmeye
yarayan bazı iblisler bulunur yalnızca.
Bunları söylemişken, Yunan’ın Roma üzerindeki etkisinin
sanılanın ve söylenenin tersine çok daha az derin olduğunu söylememe İzin
verin, çünkü Jüpiter’in Zeus’la özdeşleşmesi, eğer buradan başlarsak, tamamen
biçimsel, biçimci ve yapaydır, örneğin Zeus Yunan’da verilen sözün güvencesi
asla olmamıştır. Ceres’in Libera mı, Ariane, Venüs ya da Semele mi olduğu hâlâ
alabildiğine tartışılmaktadır.13 Roma, Atina’nın bir taklidi
değildir.
O dönemde İtalya’daki dinler, Etrüsk, Latin, Sabin
ortak bir İtalya dininde iç içe girmişlerdi. Dumezil kuşkusuz hoş bir şekilde,
“aydınlanma çağında Romalıların mitolojisi yoktu ve Halikarnassoslu Dionysios,
onları büyüden koruyan ve ritüellerini katışıksız ve süssüz bir teolojiye
bağlamalarını sağlayan bu hayal gücü sadeliklerini övüyor-
12“Etrüskler” ve “Roma,” Encydopaedia
Britannica.
13Bu konuda, Boyance’nin Etudes sur la religion romaine adlı eserindeki “Roma’da Ceres Kültü” makalesini
öneririm. Burada, Büyük Tannça’nın bir biçimi olan Ceres’in diğer Yunan ya da
Latin tanrıçalanyla paylaşabileceği tek kimlik üzerinde yazarlar kadar farklı
yorumlar da olduğu gözlenir.
ŞEYTANIN GENEL TARİH!
du,”
der.’4 Romalılar için, Roma’ya sürgün edilmiş bir Yunanlı olan 1 ve
Roma'nın Yunan’ın bir yansısı olduğunu sistematik olarak söyleme i eğiliminde
olan Halikarnassoslu Dionysios’un iyi niyeti elbette bir- j
çok açıdan kuşku
vericidir. Romalıları dinsel geleneklerinin fiili, gö- i
rünür yavanlığı içinde tutmayı dileyip dilemediği
sorulabilir!
Çünkü gördüğümüz gibi, başlangıcından
itibaren Romalıların İ
konsül, eyalet
yöneticisi, memur, yani görevli olan tanrıları vardır. ;
Buğday ve bağlar için
bir tanrıları, Saturnus; tarlalardaki faaliyet için .?
bir
başkası, Ops; şehirlerin ve evlerin kapıları için bir başkası, Janus; gençlik
için biri, Juventus; tarlaların sınırlarını korumak için biri, ?
Terminus; çocuğa dik
durmasını öğretmek için biri, Statulinus, vs. ’ı
vardır. Hatta hırsızlar
için de bir tanrıça vardır, Laverna! “Roma pan- j
teonu dünyevi Roma’yı
yansıtır,” diye belirtir Mommsen,15 “titiz bir j
kesinlikle her şeyi
yeniden üretmeye çabalar. Devlet, aileler, doğa j
olayları, ahlaki
dünyadaki olaylar, insanlar, mekânlar, nesneler, yasa- ;
larla ilgili davalar
bile Roma tanrıları sisteminde yeniden ortaya çı- i
karlar... Orada, hem
dünyevi hem ideal olan Apollon kültünün mu- 1
zaffer imgelerini,
Bacchus Dionysos’un tanrısal sarhoşluklarını, Yer- j
yüzü
mitinin kural ve esrarı altında saklanmış derin dogmaları boşuna aramayın...”
Dinsel törenler Arvallar ya da Tarlaların On İki Kardeşi gibi birlikler, otuz
cıma’nm kutsal ateşini korumakla görevli Ti< tienler gibi yardımlaşma
dernekleri, Herkül kültünden sorumlu Potii tienler ve Pinarienler gibi özel
olarak belirtilmiş aileler taraftndan * kutlanır.16 Ne ayinleri
yönetenler ne de şenlikler. saymakla biter. i Bunlarla karşılaştırılınca
Avrupa’daki ulusal geçit törenlerimiz pinti angaryalar sayılır. t
14DumeziI, Les dieux souverains des Indo-Europeens, a.g.e.
JHistoire ronidine, I.,
Des comnencements de Rome jusqu’aux guerres civiles, Robert Laffonl, 1985.
16 a
ROMA
Kuşkusuz, Romalıların mitlerinde büyük fanteziler
yoktur. Eğer inancı, her durumda şiir duygusuna ya da saçmalığa benzetmek gerekiyorsa,
Melanezyahlar bile kendi kozmogonilerinde, mitolojilerinde ve panteonlarında
daha fazla esine tanıklık ederler. Fakat, sonuçta, Romalıları ayaklarını yerden
kesmedikleri ve doğaüstüne yönelmedikleri için suçlayabilir miyiz? Çünkü
doğaüstü onlar için düzensizlik anlamına geliyordu ve bu da onları
korkutuyordu. Yunanlılar dini, demokrasinin garantörü yapmıştı; Romalılar dini,
düzenin, ardından da devletin garantörü yaptılar. Ve Yunan da Roma da
tuhaflıkları benimsemediler ve insanın bir taştan, yılan kuyruklu bir kuştan ya
da canavarların kozmik çiftleşmesinden doğduğunu ileri sürmediler. Çok erkenden
bir gens dini, klanın, evin, ölülerin dini oldu ve -açıklayıcı bir olgu
olaraktemel toplumsal grubun, curia'nın. ve bütün mesleki
gruplaşmaların, diğer deyişle collegia’nın dini oldu. Başlangıçtan itibaren
dinleri işlevseldi, Yunan taşkınlıklarına yabancıydı bu taşkınlıklar zaten Doğu
kökenliydiDoğu’nun ve Asya’nın dinlerinin tinsel fırtınalarına daha da
yabancıydı. Bu özellik onların portrelerini de belirleyecektir: Sanat
tarihinde gerçekçiliğin özellikle Roma- |
lı ve öncesi olmayan bir
sunuş olduğu söylenebilir. ı
Roma dininin anahtarı, oldukça paradoksal bir şekilde,
en sık İh- j
mal edilen ya da -bu
konuya değinmeden tamamlananbirçok çalış- '
ma tarafından belki de
gönüllü olarak üstü örtülen noktadır: Bu, tanrılarla doğrudan ilişki
sürdürmeyi ileri sürmenin yasaklanmasıdır; her ihlal Romalıyı superstitio’dan,
yani “anarşik dindarlıksan suçlu kılacaktır ve bu zaten, belirttiği terimin ve
yanılgının, genellikle bilinmeyen kökenidir. Sürekli olarak gözleri önünde
olsa da, Tanrılar karşısında özgür olan Romalı onlarla kişisel bir ilişki
kurmaya kalkışmamalıdır.17 Kehanet, kişisel falcılık ve bilicilik
Romalılar tara- j
--------------------------- :---- j
17 Roma dininin bu temel yanı Encyclopaedia üniversel lis’in “Roma ve Roma İm- i
paratorluğu”
makalesinin Roma dini üzerine araştırmasının başında yer alır. . i
255
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
fından din ihlalleri
olarak kabul edilir; bu her şeyden önce, koruyucu tanrılarla toplumsal bir sözleşmedir.
Falların falcı tarafından yorumu topluluğun özel olarak yönlendirdiği bir
faaliyettir. Mısır’da, bir keramet gücü olduğuna inandırılan İmparator
Vespasianus bile Roma’ya girdiğinde tavır değiştirir: Burada doğaüstü güçlerin
lafı edilmez, Senato kaşlarını çatar.
Tanrılara doğrudan
başvurunun bu yasaklanması kâğıt üstünde kalacak bîr hüküm değildir: Örneğin
Seneca, tüm bir kitabım bu konuya ayırmıştır: De superstitio. Bu
kitapta özellikle bazı Roma ibadetlerini eleştirir; bu ibadetlerde özellikle
Doğu ibadetlerinden oluşan ve İç Şehir’i istila etmeye başlayan aşırılığı
gösterir. Öncelikle törenlerin, yukarda belirtilen gens, curia, collegia
ve benzeri topluluklara dağılımını açıklar. Hıristiyan öğretiden geçmiş çağdaş
insana bu durum anlaşılmaz gelebilir; fakat tanrısallığa bireysel başvurunun
iki tehlike içerdiği anlaşıldığında konu açıklığa kavuşur. Birincisi, koruyucu
tanrıların iktidarının, yani bizzat Site’nin ruhunun bir birey tarafından
yasadışı bir şekilde çalınmasıdır. Bu, ilahi güçlerin tanrısallığının
kendisine verildiğini ileri süren bir insanın Uranlığına olanak tanıyan’bir
gedik olur. Bu nedenle doğaüstü ya da olağandışı bir gösterinin tanığı olan
her Roma yurttaşı kendi grubunun dinsel otoritesine -bununla savaşma
yeteneğine tek o sahiptirbaşvurur.
İçerdiği ikinci tehlike,
topluluğun üstünlüğüne dayanan site yasalarının çökmesidir. Çünkü, bin insan
tanrısal güce sahip olduğunu söylediği anda başkaları da aynı şeyi yapabilir.
Bu, yasaların üstünlüğüne son verir.
Aynı yasaklama, daha
sonra, sadece Roma dininde mistisizmin yokluğunu değil olanaksızlığım da
açıklar; bu, çağdaş tarihçileri pek şaşırtmış, sonra da yanıltmıştır. Bu
eksiklik bir zayıflık değil, bir görevdir: Çünkü, tanrılarla konuşan ya da
tanrıların onunla konuştuğu bir insan artık topluluğun bir üyesi değildir. Ve,
herkes bilir ki,
ROMA
mistisizmden, histeriye değilse de deliliğe ya da ahlak
bozukluğuna kolaylıkla kayılır.
Nihayet, aynı yasaklama Şeytan’ın yokluğunu da
açıklamaktadır. Mazdacılığın. ve Yahudiliğin Ahriman’a ya da Şeytan’a verdiği
kadar kayda değer iktidara sahip olan her güç tanrıdan başka bir şey olamaz ve
bir insanın kendi çıkarları için bir tanrıya başvurabilmesi ve site’nin
koruyucu tanrılarının uyumuna karşı çıkabilmesi kamu düzeni için tehlikelidir.
Roma dinindeki az sayıdaki cinin rollerinin son derece sınırlı olmasının
nedeni budur; örneğin buğdaydaki pas hastalığına yol açan cin Robigo ve ateş
cini Cacus ya da “kötü Jüpiter” Vejovis gibi kötü oyunlar oynamaya yatkın
ikincil tanrılar (yaşamın her anı için bir tanrı ve tanrıçanın olduğu) geniş
Roma panteonunun silik bir parçasını oluştururlar. Roma’da tanrılar özellikle
olumludur sanki. Tanrısallık kavramı yaşamın ve sitenin özüne dahildir. Ve,
Capitolium'a göz kulak olan üç tanrının Roma’nın üç temel bileşeninin koruyucuları
olmaları rastlantı değildir. Jüpiter yeminin koruyucusudur, Junon evlilik
tarıçasıdır ve Minerva Romanın koruyucu tanrıçasıdır.
Romalılar Kötülüğü bilmiyorlar mıydı? Kötülüğün temsilcisi
olarak sadece “tanrıcıklar” mı atamışlardı? Etik alanda kuşkusuz hayır, fakat
dinsel ve metafizik alanda kuşkusuz evet: Her yerde hazır ve nazır olan,
tiksinç ve tehditkâr bir Kötülük kavramının ayrıcalığı Hıristiyanlığa ve
bundan kaynaklanan varoluş sıkıntısına aittir. Romalıların elbette miyasma,
ateş, hastalık tanrıları vardır; fakat bunlar alanın “küçük'parçaları” arasında
yer alırlar ve Merkezi bir Şeytan’ın taslağını bile oluşturmazlar. Kötülük bir
kültün ihmalinden kaynaklanır: Bu, ilkel tabunun nihai biçimidir. Aynı zamanda
da cehalettir: “İyilik nedir? Gerçekliğin bilinmesi. Kötülük nedir? Gerçekliğin
bilinmeme-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
si,” diye yazar Seneca.’8 Eğer herhangi bir
kötülük ortalığı kırıp geçirirse bu tanrıların intikamı yüzündendir. ‘Takat,
kalbin aradığı bu esrarlı ürpertiyi o [Roma dinij kendinde uyandırmayı
bilmez,” diye yazar Mommsen.19 Ya Romalıların kalbi yoktu ya da
Mommsen’in düşündüğünden farklıydı, çünkü bu esrarlı ürpertinin yok olduğu yüzyıllar
boyunca buna alışmış gibidirler.
Romalılar donuk, mayasız insanlar oldukları ve Roma’da
sıkıldıkları için mi? “Yeryüzü nimetlerinin tatmin edilmiş sevinci ve, ikinci
olarak, doğa olayları zincirlerinden boşandığında bunlardan duyulan korku, işte
Latin dininin temel özellikleri,” diye yazar Mommsen. “İtalya’da kehanetler ve
kâhinler Yunanda kazandıkları güce asla sahip olmadılar.” Metafizik duygunun bu
körelmesi Romalıları neredeyse barbarlıkla suçlamaya vardıracaktır; fakat
burada, tersine, esas olarak yasalarla yönetilen bir uygarlık söz konusudur,
Yunan’da olduğu gibi insan kurban etmeye asla rastlanmaz: “... İtalya’da
suçlunun canının alındığını asla görmeyiz, elbette cani olduğuna hukuksal
olarak karar verilmiş kişi ile doğal olarak öldürülmüş masum kişi hariç.”
Belki Mommsen, çağdaşları gibi Roma modeline vurgun
olduğundan, Romalıları aşırı temiz görmektedir ya da Britanya’nın Roma’yla
özdeşleştirilmesine teslim olarak onları Viktoryen burjuvalarla özdeşleştirmeyi
denemektedir. Onlar da başkaları gibi insandı, yüceliklere de hayvansı
vahşiliklere de yatkındırlar, Mommsen’in onlara ördüğü taçları dikkate alarak,
Cicero’nun vahşice katledilmesini ve Claudius’un dul eşi ve Antonius’un karısı
cadaloz Fulvia’mn herkesin gözü önünde hatibin kesik başındaki dilini saç
iğnesiyle deldiği sahne hatırlanmadan edilemez.20 Roma’mn,
Cumhuriyet’in doğuşundan (son
ü vivre, lettres â, seçen ve çeviren Alain Golomb,
Paris, Anclrea, 1990.
19
Mommsen, liisloüc romame, a.g.e.
z0Jerome Carcopino, Lcı
Vie quotidienne â Rome ü l’ayogte de VEnıpire, Hachette,
ROMA
temsilcisi Tarquini us’un Romalılara bıraktığı iğrenç
hatıra dışında krallık hakkında pek bir şey bilinmemektedir) İmparatorluğun
çöküşüne kadar bir tutku, entrika, vahşilik, taşkınlık, aynı zamanda da işitilmemiş
bir incelik ve kültür şehri olduğunu hatırlamak gerekir. Ve bir Juvenal’in ya
da bir Petrone’nin çağdaşları hakkında söyledikleri çarpıcı bir ironidir ve
yaptıkları betimlemeler Roma’da kuşkusuz sıkılınmadığım gösterir.
Çünkü sonuçta, çoktanrılı olsun olmasın birçok ülkenin
yüzyıllar boyunca Roma modelini izlemeye çabalamış olması boşuna değildir.
Gerçekten de Roma, ulus devletin en tamamlanmış modeliydi; sitenin daha
sınırlı modelini mükemmelleştirmekle meşgul olan Yunan buraya pek aldırmıyordu.
Roma özünde sömürgeleştirici, fakat1 -üstünde yeterince durduğumuz
gibihâlâ uygarlaştırıcı olan dehası içinde site’yi özümsedi ve devletin çok
daha geniş boyutlarına yaydı. Bir Pax romana böyle oluştu, fakat asla
bir Pax graeca oluşmadı.
Burada durulabilir. Romalılarda Şeytan hiç olmadı;
binaların karanlığında gezinen hayaletler gibi, ancak ikincil birkaç cin
vardır. Öteki dünyaya ilişkin düşüncelerini daha ilerde göreceğiz, çünkü dinleri
bu konuda hiçbir inanç belirtmiyordu. Kötülük hakkındaki düşüncelerini de
göreceğiz. Burada belirtilmesi gereken şey, imparatorluk döneminden itibaren
Roma dininin temsil etmeye devam ettiği meydan okumadır; bu, Manici
şeytansılıkla ve varoluş sıkıntılarıyla dolu çağımız için çok daha fazladır.
Antik tapınakların beyazlamış taşları üzerinde sarmaşığın büyümesi gibi,
bilgelerin geniş ve süreğen girişimi, Roma’yı, ona Yahudi-Hıristiyanlığm
habercisi endişe ve sarsıntılarını yükleyen spekülasyonlarla kuşatmayı
denemiştir.
En
yakından başlayalım. Bu yüzyılın başından itibaren,' “cansız” buldukları bir
dinden rahatsız olan çok sayıda tarihçi25 bunun Roma’-
1939.
J1Warde Fowler, Cyril Bailey, Friedrich Pfister, H. Wagenwoort,
aktaran
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
nın asıl dini olmadığını ve dönemin metin ve
yazıtlarına aldanmamak gerektiğini kanıtlamaya çabalamışlardır. Bu tutum daha
sonraki dönemlerde “revizyonist” olarak nitelenecektir. Yararsızlığı burada ayrıntılı
olarak sergilemek bana can sıkıcı gelmektedir; bu bana Büyük Piramid’in
“sırları” üzerine anlaşılmayan teorileri bazı kişilere esinleten aynı ruh
haline katılmak gibi geliyor.
Roma’nın a posteriori olarak
“ön-Hıristiyanlaştırılması" çabasına katılan Dumezil, Romalıların dinsel
bir duyuları olduğunu, fakat bunu kaybettiklerini22 ileri sürer; ama
“dinsel duyu” derken neyi kastettiğini, bu duyuyu ne zaman ve niçin
kaybettiklerini belirtmez. Daha 1.939 yılında Carcopino, İmparatorluk
döneminde dinsel pratiğin çöktüğünü savunur: “Roma panteonu görünüşte
kımıltısız olsa da varlığını sürdürür elbette ve yüzyıllardan beri, papazlar
tarafından kutsal takvimlerinde belirtilen tarihlerde gerçekleşen törenler
ataların geleneklerine uygun olarak gerçekleşmeye devam eder. Ancak insanların
ruhu onu bırakıp gitmiştir ve insanların hizmetlerinden yararlanıyor olsa da,
onların kalplerine ve inançlarına hakim olamadığı da doğrudur. Belirsiz
tanrıları ve renksiz mitleriyle, Latin topografİsinin ayrıntılarından ya da
Yunan destanlarında Olymposluların başına gelen maceraların zayıf yansımalarından
uydurulan basit hikâyelerdi... Roma dini, ölçülü soğukluğu ve yavan
yararcılığıyla inanç itkilerini donduruyordu.”23
Romalılara, İmparatorluk dini tarafından gerçekleşmesi
engelle-
Boyance. Söz konusu kişiler, Boyance’ye göre, “XIX.
yüzyılda bir Mommsen’in üzerinde çalışmış olduğu bu bakış açısındaki
eksiklikleri göstermişlerdir.” Dünya tarihini Hıristiyanlığın doğuşunun uzun
hazırlığı olarak yorumlayan Arnold Toynbee’nin adını da bunlara ekliyorum.
'“"Jüpiter ve
Çevresi,” Les Dieux souverains des
Indo-Europeens, a.g.e.
23Sezar’ın
öldürülmesinden sonra komplocular Antonius ve Brutus tarafından sürgüne
gönderildi, 1Ö 7 Aralık 43’te Formiae’de öldürüldü. Düşmanlan, Philippicae adlı eserini bağışlamadılar. Başı ve elleri kesildi ve
Senato’da sergilenmesi için Roma’ya gönderildi.
ROMA
nen, bir anlamda Hıristiyanlık-öncesi bir inanç verme
İsteği karşısında insan nasıl şaşkınlığa düşmez? Hıristiyan anlamda ‘'İman”
kavramını esas olarak bilmedikleri kesin olan Çinlilere, Japonlara, Hindulara,
Mısırlılara, Afrikalılara, Mayalara, Azteklere ne demeli? Cumhuriyetten
İmparatorluğa geçerken Roma dini değişmemiştir. Bu durumda, Carcopino’nun
ileri sürdüğü gibi halkın bu dinin değerini anlamamasını nasıl açıklamalı? Bu
koşullarda bu din, yaklaşık oniki yüzyıl nasıl sürebilmiştir?
Her durumda, Carcopino’nun tersini kanıtlamak için
yaptığı acı söylev, paradoksal olarak, Roma dininde, eklenmek istenen bu
esrarlı tanrılardan olmadığı gibi şeytanın da olmadığını çok iyi kanıtlamaktadır.
Aslında Roma dinine yöneltilen eleştiri hem Tanrı’nın hem de Şeytan’ın
yokluğudur.
Ancak Romalıların dinsel pratikten vazgeçmiş
olabilecekleri anlamsızdır; paradoksal olarak, Carcopİno bile bunu kabul
etmektedir: “... Kamu harcamaları tarafından karşılanan, tanrılar için yapılan
şenlikleri halk coşkuyla karşılardı... Küçük insanların üşüştükleri eğlenceler
arasında, daha eğlenceli, daha gürültülü ve onlara daha fazla ait’ olduğu için
daha çok hoşlarına gidenleri vardır,” diye yazar Marcus Aurelius’tan aktararak.
Hıristiyan imparatorun küçümsemesi çok açıktır, fakat “küçük insanlar”ın
-gülünçlüğe kadar varan küçümseyici terimsevinçlerinin meşruluğundan bir şey
değişmez. Kamu mâliyesinin dinsel kutlamalar için harcama yapmasına gelince,
bundan daha normal ne olabilir? Çünkü görüldüğü gibi din, devletin
güvencesiydi. Oysa Roma dini üzerine, çağdaş incelemelerin önemli bir bölümü bu
Hıristiyanlaştırıcı önyargının kanıtıdır.
Bana öyle geliyor ki, Roma dininin boş bir iskelet
olduğu, başlangıcından itibaren yozlaşmış bir kurgu olduğu şeklindeki inatçı
söylemleri sonsuza kadar bir yana bırakmak gerekmektedir.
Doğruyu söylemek gerekirse, Roma dininde mistik bir
damarın
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
öngörülemez olduğu kadar karanlık da olan işaretlerini
çözmeye çabalayan çağdaş tarihçiler çok eski örnekleri izlemekten başka bir
şey yapmamaktadırlar. Çünkü ne bu yeni bir şeydir, ne de aşırı bir kar1
1 çıtlık kaygısı duymadan, bir yandan Romalıların bastırılmış bir “dinsel
duygulan” olduğunu ve diğer yandan bizzat kendilerinin de bastırıldıklarını
kanıtlama çabası dün denenmektedir. “Tarif edilemez tanrı” hikâyesi bunun
kanıtıdır.
181 yılında, Janiculum Tepesi’nin yamacında bir mezar
bulundu? ğunda, üzerindeki yazılar bu mezarın ikinci Roma kralı Numa’ya ait
olduğunu belirtiyordu. Esrarlı yazıların da bulunduğu söylenir, şehir j yargıcı
Quintus Petilius tarafından yönetilen Senato bunları aceleyle yaktırmış tır.
Yazılar kimse okuyamadan yok edilmişlerse de, Flutar1 khos, Numa’nın hayatında
bunlardan söz etmiştir.25 Elbette çağdaş hayal güçleri birden
harekete geçerek yazıların, ataların dinine karşı çıktıkları için Senato
tarafından yakıldıklarım ileri sürdüler.25 Çok daha sonraları bu
kitapların Pythagorasçı yazılar oldukları söylendi, j çünkü Numa,
Pythagoras’dan ilham almıştı.26 Daha ilerde görülecektir ki,
aslında üst düzey entelektüel bir dolandırıcılık söz konusudur. J
Hipotez, kronolojik olarak bile saçmadır, çünkü Roma ÎÖ
VIII. yüzyılın ortasına doğru kurulmuştur ve ilk kralı Romulus’tur. Ardılı ;
Numa, VIII. yüzyılın sonundan ya da en geç VII. yüzyıl başından önce ; hüküm
sürmüş olamaz. Hükümranlığının geleneksel olarak kabul j edilmiş tarihleri IÖ
715-672’dir. Oysa Pythagoras Güney İtalya’nın Dor kolonisi Crotone’da IÖ 530 a
doğru ders verdi. Aradaki iki yüzyıllık mesafe yorumu geçersizi eştirmektedir:
Numa döneminde Py’ j thagorasçı hiç kimse yoktu. Ama, kesin biçimini almamış
olsa da, \
HPlularkus, Vie des homines illustres, La Pleiade, Gallimard, 1955. j
a
Eludes sur la religjon romaîne adlı eserinin “Fulvius Noblior ve Tarif Edilemez ?
Tanrı” bölümünde Boyance’nin çok nesnel olarak sergilediği tez
budur. 26A.g.e.
262 '
ROMA
büyük bir olasılıkla rasyonalist olan Senato’nun
hasıraltı ettiği mistik bir ruhu.Roma dinine atfetmek gerekiyordu.
Bu yüzyılın bir tarihçisi olan Armand Delatte, bu konu
üzerinde bilgece ve parlak bir araştırma yürüttü. Bu araştırmada, ünlü kayıp
yazıların II. yüzyıldaki karanlık bir Romalı yazar olan Fulvius Nobilior’un
ürünü olduğuna inanmak için yeterli nedenler gösterir.27 Bu yazar,
Numa’nın yıldız bilgisi nedeniyle Pythagorasçı olduğuna ikna olmuş olmalıdır.
Gerçekten de Numa yıldızlarla uğraşıyordu ve Roma yılını on iki aya bölmüş
olan odur. Fakat, Plutarkhos’a inanılırsa, Roma döneminden itibaren büyük bir
astronom olarak kabul edilmiyordu.28 Kısacası, Fulvius ve dostu
Ennius, tasarladıkları teorinin merkezine kendilerinin tasarladıkları “tarif
edilemez” bir tanrıyı, Herkül Musagetus’u, yani müzlerin koruyucusu Herkül’ü
yerleştirdiler; Bu, en azından kuraldışı bir bileşimdir ve aralarında Ovidius’un
Pythagoras’ınm da bulunduğu eski metinlerin hatalı bir yorumu temelindedir.29
Sanki Senato bir sahtekârlıklar yığınını yakmıştır. Pythagorasçı öğretinin
birçok Roma düşünürü üzerindeki etkisi kuşkusuz derin oldu, fakat Numa’nın,
Gnostiklerin Tanrı’sımn çok açık bir habercisi olan "tarif edilemez bir
tanrf’ya inandığım ve Senato’nun tamamen Romalı bir tektanrıcılığm bu
yenidendoğuşunu tohum halindeyken bastırdığını ileri sürmek zırvalık olur.
Oysa Roma’da ve hatta imparatorluk Roma’sında hem
dinsel pratik hem de din duygusu canlıydı. Bu, Roma’nın başlangıcından itiba-
27Armand
Delatte, Les doctrines pythagoridennes des Livres de Numa, Bulletin de l’Acadâmie royale de Belgique, Brüksel,
1936.
28Gerçekten
de, Plutarkhos, Numa hakkında şöyle söyler: “Gökyüzünün incelenmesine ne doğru
ne de tamamen bilimden yoksun bir tarz uyguladı ve on aydan ibaret olan Romulus
takviminin kaba yanılgılannı düzeltmekten başka bir şey yapmadı.’’ “Numa’nın
Yaşamı,” XV1I1, Vie des hommes illustres,
a.g.e.
29Olay
çok daha karmaşıktır, okuru Boyance’nin yukarda belirtilen eserine
gönderiyorum. Boyancd, kinci bir açıklık ve bilgelikle sergiler ve çözümler.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
ren bütün davranışlarına önderlik ediyordu: “Sözünü
tutmamak Jüpiter’i kandırmak olarak kabul edilmelidir,” diye yazar örneğin
Tacitus satış edimleri hakkında?0 Ve bu sözün önemi tanrıların kralı
Jüpiter’den başka kimsenin koruması altında olmamasıdır. Asker olduğu kadar
tüccar bir ulus olan ve dolayısıyla şeref ve verilen sözü çok ciddiye alan
Roma, mitologlardan çok özellikle ahlakçıları tatmin etmeye uygun bir tanrıya
tapıyordu: İyi Niyet tanrısı, Deus Fidius; elbette ticaretin koruyucu
tanrısıdır, fakat genel olarak ticaret ve özel olarak hırsızların tanrısı olan Mercıırius’tan
farklıdır (farklılık ironisinin tadına varalım). “Yaşlı biri, İtalya’nın bütün
kasabalarında ona saygı gösterildiğini söyler; her yerde, şehrin sokaklarında
ve büyük yollar boyunca onun sunaklarına rastlanıyordu.”31 Bu, tıpkı
Parislilerin Noel yemeğine akınlarınm Katolikliğin geçerliliğini yansıtmaması
gibi Romalıların şenliklere akınlarınm da dinlerini yansıtmadığını düşünen
Carcopino’nun savını bir kenara koymamızı sağlar. Her durumda, ve bu düşünce
derinleştirilirse, bütün şenlikler, yapılar ve törenler ortadan kalktığında
kaç İnsanın dindar kalacağını insanın kendine sorması gerekir.
Bununla birlikle, Romalıların tanrılarına adadıkları
çok güzel ve çok ma'sraflı tapınakları nedensiz yere inşa ettiğini hayal etmek
için fazlasıyla aklı havada ya da kötü niyetli olmak gerekir. Sayısız şenlik
düzenlemişlerdir: eski Carmentis tanrıçalarının anısına düzenlenen Carmentalia'lardan
Vesta rahibelerinin şubat ayında kutladıkları Paren talia’ la ra
-ölüler bayramıRegifugium, Equirria, Fodicidia, Cerialia, Parilia, Vinalia,
ölülerden korunmaya yönelik Lemuria, Vestalia, kadınlar bayramı Matralia,
Nones caprotines, Neptunalia, Furrinalia, Portunalia, Consualia, Fontunalia,
Armilustrium, Saturnalia.,. Palatium Dağı etrafında çıplak dans eden
insanlar gören eski tarihçileri çok korkutan
30Aımaies, kitap 1., bölüm 73, La Pleiade, Gali ima rd.
31 Mommsen, Histoire
romniııe, a.g.e.
ROMA
Lupercalia’lardan söz bile etmiyoruz. Oyunlardan söz'
etmiyoruz. Arınma törenlerinden söz etmiyoruz. Yüksek papazlık, bilgiçlik, senato,
papaz, papa, Vesta rahibeleri, kâhinlerle ilgili büyük düzenlemelerden de söz
etmiyoruz. Başka türlü düşünmek Romalıların en önemli niteliklerinden biri
olan iyi niyete aldırmamaktır. Ne de olsa dinsizlik ölümle cezalandırılan bir
suçtu.
Romalıların kendi dinlerine inanmadıkları İddiasını,
tektanrılı dinlerin daha sonra özümsedikleri, Cehennem gibi miller konusunda
sonraki yazarların beslediği kuşkuya borçluyuz.
“... Bîr yerlerde kutsal ■ ruhların ve bir yeraltı
krallığının ve Charon’un sırığının olduğuna ve Styx çukurunda kara kurbağaların
bulunduğuna ve binlerce ölünün tek bir kayıkla taşındığına çocuklar bile
inanmıyordu; tek istisnası henüz banyolara girişi ödeyecek yaşta
olmayanlardır...” Juvenal böyle yazar. İmparatorluk döneminde Roma dinînin
çöküşünü göstermek için Carcopino bunu aktarır. “Küçük insanlar” kaygısına son
derece sadık olan Carcopino şunu ekler: “Juve~ nal’in kuşkuculuğu geneldi.
Küçük insanları kazanmıştı, bunların iyi niyetlileri üzülerek, şimdi ‘tembel ve
uyuşuk’ -pedes lanatosolan bu Roma tanrılarına karşı çok büyük bir
ilgisizlik gösteriyorlardı. Juvenal,. Jüpiter’e hiç aldırmayan’ soylu kadınlar
-stolataetarafından utanmadan eğitilmişti,”32
Juvenal’in nasıl yorumlanacağı burada anahtarımızdır;
bir başka deyişle cehenneme inanmayanın dindar olamayacağı ima edilir. Oysa bu
-Jerome Carcopino’ya duyulan tüm saygı ya da saygısızlıkla birlikteRoma dinini
bilmemektir: Roma dininde dogma yoktur; ünlü tepe dışında Roma Vatikan’ı yoktur
ve tanrısallığa yapılan referansla-
32Tembel ve uyuşuk’ anlamına gelen “ayaklanın sürümek”
deyimi “eğlenceli” bir anakronizmdir, çünkü o dönemde ne nikel ne de
“ayaklarını sürümek” [pieds nicketes] deyimi vardı ve Carcopino tarafından
Arnout’ya atfedilmişim Son alıntı Petrone’nindir.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
rın hiçbirinde Cehennem ya da Şeytan’ın sözü
edilmemektedir. Cehennem şiirsel bir kavramdır ve kişi inanıp inanmamakta
özgürdür. Roma’da Cehennem’in mucidi Vergilius’tur, o da kuşkusuz bir teolog değildir.
Bu şair, Campania’da, Cannes yakınlarındaki, bugün Fusaro denen Akhe.ron
bataklığında Cehennemin girişlerinden birinin bulunduğunu belirttiğinde,
Jerimadeth’i icat eden Hugo kadar inandırıcıdır ve Juvenal buna inanmadığı
İçin dinsiz olmaz. Bölge iç bunaltıcı olmalıdır ve bu nedenle, pis kokuyu
ölümle birleştiren Vergilius, cehennem ırmağının ters aklığı yerlerden birini
oraya yerleştirir.
“Aeneis mili önemli bir başarı kazanacaktır. Hem
şiirsel hem de alegorik ve rasyonel olan mit entelektüel kuşakları baştan
çıkaracak ve halk sanatı aracılığıyla halklar üzerinde gerçek bir büyülenme yaratacaktır.”11
Dolayısıyla, Cehennem inancının Roma dininin denektaşı olduğu sonucunu
çıkarmak yanlış olur; bu, edebi bir başarıdan başka bir şey değildir. Lucreti
us’a göre, "Akheron korkusunu kovmak ve yenmek gerekir, bu korku insanın
en derinlerine inerek hayatı bulandırır, bütünüyle ölüm karasına boyar.’’14
“Cicero bir cehennemin varlığını asla düşünmez ve şairlerin tüm söylediklerinin
masaldan başka bir şey olmadığına inanır. Seçim, tanrılarla mutluluk ile hiçlik
arasındadır,” diye yazar Georges Minois tam bir doğrulukla.15 Çağdaş
tarihçilerimizin karşılaştığı güçlük buradadır: Bütün diğer dinleri Hıristiyanlığa
göre değerlendirdiklerinden onları kavramaktan ve korku ve titremenin
bulunmadığı, sadece toplumsal bir çimento olan bir religio hayal
etmekten yoksundurlar.
Romanın, başka şeylerin yanı sıra, Cehennem konusunda
da Yunan düşüncesinin etkisi alımda olduğu kesindir. Platon Cehennem’den üç
kez söz eder: Phaidon'da, Gorgias’ta ve hatta Dev lef te. Devlet’te, Ce-
13Georges Minois, Histoire des Eııfets, Artheme Fayard, 1991.
34 De
natura rerum, III, 35.
3>Minois, Histoire des Enfers, a.g.e.
ROMA
hennem’e inen ve sonra diriltilen Er, haklıyı haksızdan
ayıran bir yargının varlığını ileri sürer. Bunun Hıristiyanlık-öncesi bir
düşünce olduğu inkâr edilemez.36 Fakat Platon’un, bir kez daha
belirtelim, Roma düşüncesinde, ne Cumhuriyet koşullarında ne de İmparatorluk
koşullarında teolog gücü yoktur. Dahası, Akademi’nin Hıristiyanlık-öncesi
Gnostisizmine (bilinircilik). doğru Pythagorasçı ve Orphikçi (yani İran
tektânrıcılığına bağlı) eğilimlerinin çok açık şekilde türevi olan ve asla
ortaya çıkmayan asıl dünya ile asla gerçek olmayan algılanabilir dünya
arasındaki kısmen Manici ikiciliği ile Phaidon’da eksiksiz bir şekilde bulunan
Platon’un düşüncesinin bize ulaştığı haliyle geçtiği yollar hâlâ tanımlanmayı
beklemektedir.37 Nietzsche tarafından ortaya çıkarılan bu açık
gariplik genellikle yanlış yorumlanan bir bölümde (Wagner’in Yahudi
düşmanlığından duyduğu tiksintiyi açıkça haykırmış olan Nietzsche’nin elbette
hayali Yahudi düşmanlığının “kanıtı” olarak) ifade edilir: “Bu Atmalının
Mısırlıların -büyük olasılıkla Mısır Yahudilerininokuluna katılmış olması bize
pahalıya mal olmuştur.”'38 Fakat sonuçta, Roma’nnr Platon’un
öğretisine duyarsız kalmasında hiçbir dinsizlik yoktur, 1992 yılında,
Almanya’daki Hıristiyanların çoğu, çengelli canavarlarla dolu ve kaynayan bir
cehennem karşısında aynı inançsızlığı ifade ediyorlardı.39
Roma elitlerinin ve entelektüel olarak nitelenebilecek
olanların Yunan mitlerini kuşkuyla karşıladıkları kesindir: Olymposlular karşısında
Helen ve dahası Helenistik saygısızlık onları şaşkınlığa düşü-
36Bkz. 8. bölüm.
378. bölümün 18. notuna ek olarak belki burada
hatırlatmak uygun olur ki, Platon’un diyaloglannm tam metni ancak Hıristiyanlık
döneminin başında Dercylides ve Mende’li Thrasyleus tarafından oluşturulmuştur
ve bir Yahudi etkisini göz önüne almamak mümkün değildir.
^Friedrich Nietzsche,
Fragınentsposdıunıes, 1888 başı Ocak 1989 başı, XIV, Gallimard, 1977, Ecce
homo, 8, s. 365.
39“Das geht auf das Mark,” Der
Spiegel, 26, 1992.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
rür; keyfi karakterleri daha da fazla şaşırtır. Bu,
cumhuriyet döneminden itibaren görülen bir şeydir: “Romalıların ulusal
teolojisi tanrısallığın olaylarını ve niteliklerini hissedilir ve kavranır
kılmak için her zaman çabalamıştır,” diye yazar Mommsen?0 Sağduyu ve
mantık, başka halkların tanrısallıkla bağdaştırdıkları doğaüstüne yer bırakmaz.
Bu, esas olarak, halkın ve geleneğin özündeki erdemlerin koruyucusu olarak,
yani bireysel başvurudan çok topluluğun koruyucu tanrısı olarak -ve kuşkusuz
kişisel aşkınlığa yönelik bir kapı değildikendini dayatıyordu. Roma kültürünün
mistisizmden tamamen muaf olması tartışmasız bir olgudur.
Bu seçkin ve entelektüellerin dinden uzak olmaları,
fakat sadece bu terime verilen modern anlamda böyle olmaları, hatta dinsiz
olmaları da kesindir. Roma religio’sunun, hatırlamak gerekir ki, bizim din düşüncemizle
ortak hemen hemen hiçbir yönü yoktur -etimoloji hariç-: Religio, toplumu
“birleştirmeye” yönelik ahlaki ilkeler toplamıdır, hem bir etik hem de
toplumsa] bir bağdır. Dolayısıyla, “Yasaların Ruhıı”dur. Tanrısal aşkınlığı
olduğu kadar içkini iği de içerir ve N Lima’nın Egerie perisinden öğüt almak
için bir mağaraya gittiği söylense de kuşkusuz vahiy yoktur. Roma metinlerinde
sık sık karşımıza çıkan bir sözcük olan pietas'l bu bakış açısı içerisinde anlamak gerekir: Bu, bizim
Hıristiyan dindarlığımız değil, Site tanrılarına saygıdır. “Bu sözcükten
anladığımız şey, Hıristiyanın imandan anladığı şey değildir... Daha çok,
kişinin yüklendiği sorumluluklarıyla olan daimi bağını ifade eden bir davranış
biçimidir.”41
Demek ki, pietas bir onur biçimidir; erdem
anlamına değil, cesa-
^Momnfsen, Histaire
roıunine, a.g.e.
41Pierre
Boyance, “Fides halkı Romalılar,” Etudes surla religion roınaine, a.g.e. Boyance, pietas’ın laik bir tanımından sonra,
bunun, “laik denebilecek" bir terim değil, dinsel birlerim olduğunu tuhaf
bir şekilde ileri sürer; kuşkusuz doğru, fakat “dinsel” sözcüğünün Romalı
anlamında.
ROMA
ret, yiğitlik anlamına gelen virtus’den ve Polybios’a
göre, bir Romalının devlet gelirlerinden yararlanamaması zorunluluğunu ifade
eden tokalaşmayla simgelenen, bizim “şeref sözü”müzün, güvene dayalı anlaşmanın
dengi olan fides’ten ayrı değildir. Yani, güvendir.42 Pietas,
virtus ve fides, Romalılara ait, insanın yazgısının efendisi olduğu duygusunu
bütün anlamlan içerisinde özetleyen üç kavramdır. Bunlar insan saygınlığının
ve Özgürlüğünün ilanıdır. Modern tarihçileri fazlasıyla şaşırtan Roma dininin
görünürdeki bu sadeliği gerçekte toplumsal bağın güvencesiydi.
İmparatorların fazlasıyla önem verdikleri “Augustus”
sıfatı, “sözcüğün tam anlamıyla bir nugus’la, bir güç artışıyla donanmış olmak
anlamına gelir.”43 Öncelikle, atalardan kalma ruhun simgesel yerleri
olan tapınaklara uygulanmıştır; dolayısıyla, imparatorların ulusal gücün hem
taşıyıcısı hem de koruyucusu oldukları anlamına gelir. Böylece, kendini tanrı
sanan imparator Domitianus hükümranlığında kabilesinin insanları olan
Flaviııslar incelikli bir biçimde baştan .çıkartılacaklardır: Capitolium
Tepesi’nin koruyucu tapınağını, filozoflariçin Uranlığa direnişin simgesi olan
Jüpiter Capitolium’unu onaracaklardır.
Romalı, esas olarak, filozoftur ve teolojisi temelde
hukuksaldır. Numa’nın mezarının keşfinde Senato, Numa’mn olduğu sanılan ünlü
kitapları yaktırdığında, bunun nedeni sadece bu kitaplardan kaynaklanan
Pythagorasçı mistisizmin güçlü izi değil, tanrısallaştırılmış insanlar olan
tanrılar söz konusu olduğundandır. Sapkınlık! Çılgınlık! Senato böyle
saçmalıklara izin veremez! Ve, böyle davranmakta sayısız nedeni vardır, çünkü
imparatorlar tanrısallaşmaya ciddi olarak
42A.g.e. Burada da, Romalılann fides kavramlarını çok sayıda alıntı
yardımıyla betimledikten sonra, Boyance bunun da laik değil dinsel bir kavram
olduğunu ileri sürer. Din Romalı anlamda anlaşıldığında, bir kere daha
doğnıdur bu.
43Pierre Boyance, “Roma Dininde Mana,” Etııdes
sur la religion
roıııcıme, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARIH!
çok eğilimlidirler. Olaylar arasındaki gizli uyumlara
inanmaya eğilimli, gençliğinde Pythagorasçı olan Octavianus’un, Actium zaferi
bir Apollon sunağı yakınlarında kazanıldığı için Apollon’u “kutsal koruyucu”
olarak seçmiş olmasından hangi aklıbaşmda kimse gizlice yaralanmaz?4'1
Fakat bu durumdan, Romalıların tanrılarına saygı duymadıkları sonucunu
çıkarmak, varolmayan şeyi arayıp bulma arzusuna teslim olmaktan başka bir şey
değildir kesinlikle.
Bazı tarihçiler, Tacitus gibi yazarlarda Yahudiliğe ve
buradan kaynaklanarak Hıristiyanlığa yönelik gizli bir sempati gördüklerini
sanmışlardır.4’ Bu tarihçilere göre Tacitus, Roma dininin reddini
yansıtıyordu. Ne kadar da kötü okumuşlar! Çünkü Tacitus, Yahudilikle Hıristiyanlığı
kuşkusuz özdeşleştirerek, "Christ” [Mesih] adı altında Isa’yı zikrettiği
tek yerde; tersine, şöyle yazar: "Bu gürültüyü bastırmak için Neron
[Tacitus’a göre, Roma yangınından sorumluydu] günah keçileri buldu ve halkın
“Hıristiyan” diye adlandırdığı ve canice geleneklerinden dolayı sevilmeyen
İnsanları en büyük cezalara çarptırdı. Bu adın kaynağı olan kimse, Tiberius’un
hükümranlığı altında vali Pontius Pilatus tarafından ölüme mahkûm edilmiş olan
Christ’clir; anında bastırılan bu iğrenç batılinanç sadece bu belanın bulunduğu
Yahudiye’de değil, iğrenç ve rezil olan her şeyin, her yerde uç verdiği ve
yayıldığı Roma’da da yeniden ortaya çıkıyordu... Önce itiraf edenler yakalandı,
ardından onların itirafı üzerine geniş bir kalabalık yakalandı,-suçları yangın
çıkarmak değil, insanlık soyundan, nefret etmeleriydi.”40 “Canice
gelenekler,” “iğrenç batılinanç,” “belâ,” “iğrenç ve rezil,” “insanlık soyundan
nefret;” bunlarda Taci-
44Bu noktanın açıklandığı eser: jerphagnon, Vivre et philosopher
sous les Cesars.
4>“Tacilus’la, sevilmeyen bir putperestin neden olduğu
itiraf edilmeyen fakat kesin sempatiklen söz eden Carcopino da bundan söz eder.
“Eğitim, kültür, inançlar,” Lo Vie tjuolidieıı d Roıne d Vapogee de l'Empire, a.g.e. i
4öTacitus, Aııııcıles, XV, 49, a.g.e. ]
ROMA
tus’un Yahudi-Hıristiyanlık için duyduğu “itiraf
edilmemiş sempatisi”nin işaretlerini bulmak için çok şey gerekmektedir.
Din konusunda, pek hafif kaçsa da, alaya cesaret
edebilmek İçin imparatorluğa ve en yüksek düzeye, imparatorluk düzeyine erişmek
gerekir. Örneğin 79 yılında hastalıktan ölen İmparator Vespasianus Romalı
alaycılığını kaybetmedi (çünkü, bu alanda, Yunanlılar ve Romalılar
Ingilizlerden önce gelirler): “Tanrı haline gelmekte olduğumu fark ediyorum,”
diye alay eder. “Tanrı’' lafı sessizce geçiştirilmez. Vespasianus filozofları
sevmemekle suçlanmıştı; Neron döneminde, filozoflar devlete hiçbir yarar
sağlamadan aşırı yayılmışlardı. Roma’da, imparatorun oğlu Titus’un bir Yahudi
kızı olan Berenike’yle ilişkisinden endişe edildi; kız Titus’u yabancı bir dine
mi sürükleyecekti? Fakat, din konusunda imparatorluğa olan önlenemez
bağlılığın kanıtı olarak Titus, sonunda, bu diğer Kleopatra’yı reddetti (ki,
zaten o da, köküne ilişkin yarıda kalmış özlemlerle, erkek kardeşi II. Herodes
Agrippa’yla ensest ilişki şüphesi altındaydı).
Bu noktada, Roma dininden iki ders ortaya çıkmış
gibidir. Birincisi, Şeytan olmadan çok iyi ve uzun süre yaşanabileceğidir.
İkincisi, “ırksal” ya da etnik kaçınılmazlık olmadığıdır: kanlılar gibi emperyalist
ve Hint-Avrupah olan Romalılar, Etrüskler, katinler ve Şahinler gibi aşırı bir
mit zevki miras almadıkları gibi, panteonlarını aşırı basitleştirme eğilimini
de miras almamışlardır.
Bu açıdan, bir neden-spnuç ilişkisinin olup olmadığını,
bölgelerin cinlerinin olup olmadığını ve sonuçta kendi dinlerini dayatıp dayatmadıklarını
sormamız gerekir. Vergilius’un Aztek olduğu ya da Musa’nın Venedikli ya da
Napolili olduğu güçlükle hayal edilir. Apulia’dan Toscana’ya İtalya, Şeytan’ı
barındıramayacak kadar sevimlidir; en azından Şeytan bu kadar rahat betimlenmiş
o çirkin canavar olduğu sürece. İran’ın sert yaylalarında doğan, Ölü Deniz’in
sert sahillerinde semiren zavallı şeytan, İtalya’nın güleç gökyüzü altında
zayıfla-
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
dı. Kafasını cinsiyete takmış
Hıristiyanlığın eninde sonunda bulduğu şey ona yarı-keçi, yarı-insan ve üstelik
kafasını cinsellikle bozmuş tanrı Pan’ın özelliklerini vermek oldu, Ve
Michelangelo’nun bütün dehası, ona, Şistine şapelinin tavanında bir yardımcı
komedyen rolü vermeye yaradı.
Fakat, manzaranın göksel güçlere ilişkin fikrimiz
üzerindeki etkisi başka bir konudur.
“Tektanrılı dinlerin
yaratıcısı” Akhenaton mitinin edebi yaratılışı üzerine Farklı tanrıların
Meçhul’ün ifadelerinden başka bir şey olmadıkları Mısır dininde önceden alttan
alta var olan tektanrıcıhk üzerine Mısır tanrılarının karşıt anlamlılığı
üzerine Tanrıların, tapıldıktan ve beslendikleri koşulda ayakta kalmaları,
yoksa ölmeleri olgusu üzerine Seth üzerine, onu Şey. tan’ın ve Şeytan’a karşı
çıkanların habercisi olarak görmenin olası nedenleri üzerine Mutlak
karşıtlıkların yokluğu üzerine Mısır dininde tanrısallığa tapmadaki
serinkanlılığın sağladığı huzur üzerine.
Mısır dini, imgelemi’ ve ne yazık ki özellikle edebi
imgelemi en fazla kışkırtmış olan dinlerden biridir. Anglosakson deyişiyle half-baked,
yani tam olgunlaşmamış fikir yanlılarının gözde tezlerinden biri
tektanrıcılığın, XVIII. hanedanın ünlü firavunu IV, Amenhotep ya da ilk hanedanlık
adıyla IV, Amenofis, kendine verdiği adla Akhenaton XX, yüzyılın medyatik ve
entelektüel ya da daha doğrusu, entelektüel olarak romanesk mitolojisinin gözde
figürlerinden biridirdöneminde doğmuş olduğudur. Olguları yerli yerine
yerleştirirsek, XVIII, hanedan, I. Ahmosis’le başlayan Yeni İmparatorluğun en
muzaffer hanedanıdır. En “mislik-medyatik” temsilcisi Akhenaton, IÖ 1375’ten
yaklaşık 1352’ye kadar hüküm sürmüştür.
Bu modern mitolojiye göre, III. Amenofis’in oğlu IV,
Amenofis iktidara geldiğinde, tüm Mısır panteonunun yerine bir tek tanrıyı,
Güneş tanrısı Aton’u geçirten bir vahiy geldi, insanlığın başlangıçtan beri
kaderi olan evrensel ve nihai teklanrıcılığın ilk habercisi, kadın gövdeli ve
tilki kafalı bu ünlü -niçin “esrarengiz” olmasın?firavun, aynı ölçüde medyatik
olan ve Berlin’deki Mısır Müzesi’nde hayranlıkla seyredilecek türden tuhaf bir
şekilde ağlamaklı bir maskenin kesin biçimini almamış bir Greta Garbo karakteri
verdiği solgun güzel Nelertiıi’nin eşidir, “Tuhaf bir şekilde” diye yazdım,
çünkü diğer tüm firavunların ve aile üyelerinin portrelerinde, cisimleşmiş
tanrısallığı ve tanrı soyundan gelmeyi temsil eden bir gülümseme yardır. Mısır
gülümsemesi, mutlu huzuruyla, her şeyi düşünen fakat ilgisizliğinden üzüntü
duymayan insanın serinkanlılığıyla Buda’nmkiyle kıyaslanabilir. Yani
bilmediğimiz bir nedenden dolayı, Nefertiti’ninkiyle değil.
MISIR
Eşi Akhenaton, yaşamı ya da yaptığı önemli şeylerden
çok mezarıyla çok ünlü bahtsız delikanlı Tutankhamon ile birlikte, Batı’mn en
[azla mürekkep akıttığı firavundur. Çeşitli yerlerde ona takılan maskeler
arasında en anakroniği barışçı bir mistiğin maskesidir. Mistik belki, ama ya
barışçı; kavram, tamamen yanlış olmanın ötesinde çağımızdan ondört yüzyıl
öncesi için şaşırtıcıdır. Tektanrıcı da dendi ona, hatta kısmen
"Hıristiyan.” Bakın hele! Ender olarak teoriden yoksun olan Sigmund Freud,
Mısır “prensi" Musa’ya tektanrıcılığın vahyinin geldiğini ve İbrani
halkına bunu ilettiğini ileri sürdü. Görüleceği gibi bu hipotez imgeleme çok.
şey borçludur.
Peygamber gibi “tektanrıcı” yönelimi, eşinin güzelliği
ve vahyinin Musa’ya aktarılmasıyla bu eşi benzeri olmayan firavunun birleşimi,
hiç kuşkusuz ki bu Mısır’ın aydınlığında tasarlanmıştır, ki, atom bombasının ve
uçan dairelerin keşfi de dahil çok şey bu aydınlıktan ödünç alınmıştır ve bazı
zihinleri, en ciddiyetsizleri değil, düzmece bir teslis yaratmaya yöneltmiştir.
Aton’un, kısa yoldan söylersek, Yehova’nın kavramsal babası olduğu söylentisini
desteklemek için Akhenaton’un kendi yarattığı bu “yeni” tanrıya yönelttiği aşk
ve tapınma şiirlerinden alıntılarlar:
“Senin ışıkların! Herkese değiyor... Aşkının İkiz Ülkesini
dolduruyorsun, sen onlar için uyandığında
insanlar yaşıyor... Gökyüzünde senin doğman için, kendi yaratılışını
seyreylemek için gökyüzünü uzaklaştırdın, sen Tek’sin, fakat sende milyonlarca yaşam var...”
Güneş kursu Aton’a hitap eden ezgilerde bunlar
okunuyor. Kraliyet sanatçıları tarafından temsil edilen ışınlarının uçlarında
küçük elli insanlar vardır. Gerçekten de Akhenaton, Mısır panteonunun yerine
Aton’u geçirdi,ve Akhenaton’un yaptığı devrim Mısır üzerine bu bölümün başında
anılmaya değer, çünkü bir tek tanrının icat edilmesi mantıksal olarak tek bir
gerçek karşıtı öngörür. Eğer durum buysa
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ÎÖ yaklaşık ondört
yüzyıl, İran’daki resmi doğumundan da sekiz yüz; yıl önce Seylan'ımızla
karşılaşmış oluyoruz! ;
Hakikat oldukça farklıdır. ş
Tamamen modern ve Antik Mısır’da münasebetsiz kaçan bir
kav; ram olan “barışçı” ününü hemen çözüme bağlayabiliriz: Akhenaton j otoriter
bir hükümran idi ve askeri seferler onun döneminde de, önj çeki dönemlerde
olduğu gibi devam etti. “Bir süre önce bulunan bir ] Karnak kabartması, yabancı
bir düşmanı yere seren krala pala ve gürz uzatan kursun iyiliksever küçük
ellerini gösterir,” diye yazar Trau] necker.1
Geriye, yukarda betimlenen genelleştirmelerden daha
karmaşık ■ olan dinsel devrim kalır. Çünkü, Büyük III. Amenofis’in egemenliği i
döneminde, öncelikle, Güneş-Tanrı Ra ya da Re kültünün yayılması fikri, sonra,
bu panteonun birleştirici basitleştirilmesi zaten kendini dayatmıştı. Örneğin
Erman ve Ranke, “Ufukta hüküm süren Tebli Amon, Horus, File Benzer Khnoum,
Heliopolisli Attım Yeni İmpara\ torluk döneminde Ra ile özdeşleşmişlerdir,”
diye yazarlar ve şöyle j devam ederler: “Nihai sonuçlarına vardırılan bu eğilim
çoktanrıcılı■ ğın aşama aşama kaldırılmasına mantıksal olarak varmalıydı ve
aslınh da da bu yönde girişimler oldu. Güneş ilahilerinde [Akhenaton’dan önce]
çok değişik öğelerden oluşan kutsal varlık Amon-Ra-Horakhte< Atum’un tek
tanrı olarak anıldığı da olur.”2 IV. Amenofis’in “peygamj berce
sezisi”ni böylece bir kenara koyarız. î
Geriye, bizim çelişkili hükümdarımızdan önceki
tektanrıcılık eği] limi kalır. Çok önce; çünkü yine Erman ve Ranke şöyle
yazıyorlar:
1 Claude
Traunecker, Les Dieux de l’Egypte,
P.U.F., Que Sais-je? 1992. C.N.R.S.'deki bir araştırma görevlisine borçlu
olunan ve “popüler" bir seride çıkmış olan bu incelemenin özlülügü,
açıklığı ve nesnelliği bu kitabı bü konudaki en eksiksiz ve tasviye edilir
eser yapar.
2 A. Erman ve H.
Ranke, La Cîvilisation tgyptienne,
Payot, 1963.
276
MISIR
“Çok eski bir dönemde, Delta’daki (daha sonra Busiris, yani
Osiris’in evi diye adlandırılır) Dedu şehrinde bulunan ilk Osiris küllü bütün
Mısır’ı -fethedince Menfis’ten Ptah ve Sokar is ve Abidos’tan KhentiAmentiu
gibi tamamen yabancı tanrıları Osiris haline getirdiler.”1 Oysa bu
birleştirme eğilimi Mısır birliğinin inşası yoluyla açıklanır: “Bütün
nomoslardan [illerden] Mısırlı köylüler homojen bir halka ait olduklarının
farkına vardıkça ve uzunlamasına genişleyen bu ülkenin çeşitli bölümleri
arasında ilişkiler geliştikçe tanrılara tapınma da bütünlük kazanacaktır.”4
Yani bu birlik (ve.ona eşlik eden din) ulusal bir
bilinç üzerinde inşa edilmiştir. Dahası, bu ulusal bilinç de politikaya
tabidir. Panteonun birleşme eğilimi XVIII. hanedan koşullarında ortaya çıkıyorsa
bunun nedeni bu hanedanın Mısır’ın büyüklüğüne, özellikle katkıda bulunmuş
olmasıdır. Kurucusu I. Ahmosis, Hiksosluları Delta’nın kuzeydoğusunda ilk ezen
kimseydi, önce Avaris’teki güçlü bölgelerini ele geçirmiş ardından Filistin’e
kadar onları kovalamışım Filistin’de üç yıl süren kuşatmanın ardından
Hiksosların güçlü kalesi Sharuhen’i ele geçirmişti. Aynı kral, daha sonra,
Nübye’deki iktidarına karşı çıkan komploları boşa çıkardı. Eserleri
Amenofis’lerin birincisi tarafından devam ettirildi. Bunlar, Libya’daki ve
Nübye’deki savaşlar sonunda Mısır sınırına kadar gerilediler, özellikle
güneyde üçüncü büyük çağlayana kadar. Nübye ve Aşağı-Sudan bîr kral naibinin
iktidarına tabi oldular, bu da dördüncü çağlayanın ötesine kadar uzanıyordu.
Nil Vadisi, hemen hemen Nil’in kaynaklarına kadar denetim altına alındı.
Dahası, ardılı I. Tutmosis imparatorluğunu Fırat’a kadar genişletti. Öldüğünde
ülkesi için çok şeyler yapmıştı: Ünlü Krallar Vadisi’ne ilk gömülen o oldu.
Mısır güçlü ve zengin bir ülke haline gelmiş, ama aynı
zamanda
4 A.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
da merkezileşmişti: Böylece, XVIII. hanedanlık, çok
sonraları bir Richelieu tarafından canlandırılacak olan ezeli bir senaryoyagöre
Orta împaratorluk’ta refah içinde yaşayan yerel senyörlükleri yok etmişti. II.
ve III. Tutmosis’in (Oronte üzerine bir seferden esir aldığı yedi kralla
dönmüştür), II. Amenofis’in, IV. Tutmosis’in ve ardından III. Amenofis’in
hükümranlıklarından sonra Mısır, antik dünyada kıyaslanamaz bir güçle parladı.
Bilinen dünyanın her yerinden armağanlar yağdı, günümüzde de hayran olunan
Luksor ve Teb tapınakları, Karnak’taki çok büyük düzenlemeler gibi önemli
çalışmalar dolaylı olarak desteklendi.
Böylece, XVIII. hanedanlığın bütün firavunlarının,
kendi tarzlarında, sadece tanrı-krallar değil -çünkü tanrısallık krallıkla iç
içeydi— güneş-krallar oldukları da kabul edilebilir. Din, devlet dini, söylemeye
gerek yok, bu bakış açısında, diğer tanrıların rekabetçi görkemini mümkün
olduğunca azaltarak fakat kuşkusuz -göreceğimiz gibionları ortadan kaldırmayarak
firavunların tanrısal statülerini yüceltecektir. Panteonun birleştirilmesi
eğilimi öngörülen doğrultuda gitti: Diğer tanrılar egemen Ra’yla
özdeşleştirildi.
IV. Amenofis, yani bizim Akhenaton’um uzun güzel bir.
mirası vardı. Belki fiziksel olarak değil; çünkü geniş hermafrodit kalçaları
ve anormal şekilde gerilip uzamış yüzüyle portreleri bir kromozom bozukluğuna
işaret eder. Bu fanatiğin5 Heliopolis’te6 Ra-Horakhte
(Ufuk
Onu böyle niteleyen Encyclopaedia
Britannica’dır (“Ikhnaton” maddesinde).
Akhenaton’un, Amon’un hizmetkârı olan babasının sarayını, bu tanrıya ibadetin
bütün izlerini silmek için yer yer yıktığı ve Amon rahiplerini tanı bir kıyımdan
geçirdiği bilindiğinden, bu adlandırma aşın değildir. Erman ve Ranke’nin
düşünceleri de bu yöndedir. $öyle yazarlar: “Akhenaton’un, eski tanrıları ve
özellikle leb tanniarını ortadan kaldırışındaki öfkenin fanatizm tarihinde eşi
yoktur. Amon’un adı ve resmi rastlandıkları her yerde silindi, Akhenaton’un
müritleri, lanetlenmiş bu tanrıya karşı kinlerini yatıştırmak için özel
mezarların içine kadar giriyorlardı.”
6 A. Erman ve I I. Ranke, La
CiviUsation egypticıme,
a.g.e.
MISIR
Ra-Horus’u) olduğu varsayıldı.7 Dolayısıyla
kendisini bu tanrının geleneksel tapınmasına değil, onun adının dile getirilişinin
arkaik bir biçimine adadı: Tanrısallığın kendisini değil, güneş kursunu
belirten ve Erman ile Ranke’nin ifadesiyle “dinsel dilde kullanıma asla girmemiş”
terim olan Aton.
Yani, medyatik efsanenin tersine, Akhenaton, çağdaş
dilde güneş tanrısı Ra’nın tözlük-ötesiliğiyle özdeşleşmeye asla girişmemiştir.
Tersine, güneş kursunun putatapar tarzdaki bir gerilemesidir o. Gerçekten de, Encyclopaedia
Britannica’da “yeni hareketin eski güneş teolojisine sıkı sıkıya bağlı
olduğu açıktır,” diye yazar. Akhenaton’un gerçekleştirdiği şey arkaik eşinil
bir tepkiydi. Dayattığı şey, Mısır panteonunun aşkın tanrısallığının simgesi
-Mısır dininin tektanrılı yönelimini o dönemde kullanmış olan simgedeğil,
tersine, somut görünümünde güneşe tapınmaydı.
Bu tuhaflığın tektanrıcı yorumları Akhenaton’un bu
güneş kursunu “bir tanrı ki dışında hiçbir şey yoktur,” olarak görmesine
dayanır. Bu görünüşte kesinlikle tektanrıcı bir devrimdi, ancak bu durum zaten
kendini aşkın bir tek tanrıya tapınmaya vakfetmiş olmasına karşın çeşitli
yorumları olan Mısır panteonunun tüm simgeselliğini yıkma özelliği taşıyordu;
böylece bu simgeselliğin kökten yoksullaşmasına varılıyordu; çünkü Akhenaton
güneş biçimini alan bir tanrıya değil, Güneş-Tanrı’ya, yalnızca ve yalnızca ona
tapmayı emretmişti. Dünyanın önceden içerdiği tanrısallık olan doğum, ölüm,
tinsellik, cinsellik, bitkiler, gökyüzü, yıldızlar, ay sadece gündüz yıldızına
indirgenmişti. Başka deyişle, geleneksel dinin karşısına Akhenaton, sert bir
şekilde bir tür indirgeyici putatapınmayı çıkardı.
Bu edimin garipliği, krallığın kendisinin aslında Mısır
dininin görünürdeki çoktanrıcılığına dayandığı göz önüne alındığında ortaya çı7
Encyclopaedia Britannica, “Egypı,” 5.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
kar: Evrenin çokbiçimli doğası Mısırlılar için tek bir
hakikatin maddileşmesinden başka bir şey değildi. Bundan çıkan sonuç, tanrısal
gerçekliği yansıtan firavunun gücünün yaşamın her alanını kapsadığıdır.
Akhenaton’la birlikte firavun yalnızca Güneş-Tanrı olduğunda, bu sınırlama,
firavunu, tanrısallığın tezahürlerinden ve yaşamın mucizelerinden dışlıyordu.
Bu nokta önemlidir, çünkü çeşitli Mısır tanrıları kavranamayan ve bilinemeyen
tanrısallığın tezahürleri, hatta metaforlarıydı. Bu da tanrısallığın esrarlı
bir şekilde her yerde hazır ve nazır olması demekti. Traunecker şöyle
yazmaktadır:8 “Örneğin Osiris miti, ölen ve İs is ile Nephtys’in
ilgisi sayesinde yeniden doğan bu tanrı, bitkiler, Nil’in taşması ya da yaşam
ve ölüm gibi bütün döngüsel olayları açıklamanın bir biçimidir.”
Bu, söz konusu çoktanrıcılığm yapay ve tesadüfi olduğu
ve sonuçla Akhenaton’un mitolojik ve litürjik bir maskaralığı kuşkusuz kabaca,
fakat gerekli şekilde ortaya çıkarmaktan başka bir şey yapmadığı anlamına mı
gelir? Tam tersine; bu.tür kötü niyetli basitleştirmeler Mısırlıların felsefi
zekâsına hakaret etmek olur. Yine Traunecker’in deyişiyle: “Birçok nesne tek
bir gücün ortaya çıkış noktaları olabilir.”9 Bütün tanrısallığı
kavramanın olanaksızlığıyla buna saygı göstermenin zounluhığu arasında yer
alan Mısırlı, tanıyabileceği,, korkabileceği ve aynı zamanda da sayabileceği
bu tanrısallığın tezahürlerine ibadet etmiştir. Giden ve gelen olan ve ay
tanrısı olan Khonsu’ya, yol açan izci köpek-tann Upuaut’a,
aslan-tannçalar Pakhet ve Sekhmet’e, krallık tanrısı Atum’a, gizli Amon’a, uzak
Horus’a, Horus’un meskeni Hathor’a, yazı ve bilgi tanrısı Thoth’a... da ibadet
etmişlerdir.
Mısır Nil’den ve Nil de Afrika’dan doğmuştur. Mısır’ın
uygarlığı gibi dininin de Afrika kökenli olduğu yadsınamaz. Afrika’nın geri kalanında
olduğu gibi kutsallık duygusu doğaldır. Mısır’a göre tanrısal-
8 Claude Traunecker, Les Dieuxde PEgypte, a.g.e.
MISIR
lık yaşama içkindir ve bütün biçimleriyle yaşam,
tanrısallıktır. Mısır dilindeki neter sözcüğü hem “tanrı” hem de
“canlanma” anlamına gelir.10 Tanrısallık hiç durmadan yenilenen bir
şeydir; Antik Mısır’ı anlamak isteyen biri için bu temel kavramdır ve din
adamları ve halk için sunakların bakımının gerekliliği buradan kaynaklanır.
Fakat, belki, bu kavram eskinin Batılı Mısır uzmanları
için kavranması güç bir kavramdı, bunlar vahiyli bir din olmasını da güçlükle
kavramışlardı, tanrılarının soy kütüğü uzun süre tartışma konusu olmuştu:
Bunlar totemler, fetişler miydi yoksa zaten tamamlanmış tanrılar mıydı? Tartışma
günümüzde aşılmıştır: Morenz’le birlikte,11 tanrılara ilişkin
(tanımlanmayı bekleyen) asıl kavram, çevresinden farklılaşan çocuk gibi, birey
de kendi kimliğinin bilincine vardığında ortaya çıkabilir; bana öyle geliyor
ki, bu tartışmada, yazının önemi biraz ihmal edilmiştir: Adı yazılabilecek ve
dolayısıyla belirlenen her kavram zaman içinde anlam ve güç bakımından
zenginleşir. Mısırlıların yazısı vardı; totemleri ya da fetişleri böylelikle
tanrı haline getirdiler, tektanrılı dinlerden önce bunlardan bazılarını cin,
daha sonra da Şeytan haline getirdiler; Mısır tanrılarının Tinit hanedanlığı
döneminde, IÖ 3150’ye doğru ortaya çıktıkları sanılmaktadır. Hayvan başlı
tanrılar, Horus’un öncüsü olan şahin başlı, Hathor’u duyuran inek başlı
tanrılar daha o dönemde görülmekteydi; fil başlılar da vardı, ama daha sonra
Mısır panteonunda bunlar görülmeyecektir. Bu tanrılar, Levi-Strauss’un sözünü
ettiği “doğadan kültüre geçiş”e tanıklık ederler.
Mısırlı, bu tanrılara genellikle bu hayvan başlarıyla
nitelenen bireyselliklerini koruyarak bir değişim alanı yüklüyordu. Bu alan
İçinde aynı tanrı kimi zaman eril, kimi zaman dişil oluyor ve sık sık rol
10Daha 1899 yılında Sir E. A. Wallis Budge bunu açıklıyordu; Egyptian
Religion: Egyptian Ideas of the Future Life, yeni baskı, Arkana, Londra, 1987.
11 S. Morenz, La Religion egyptienne, Payot, 1962.
.......... .... .............................. t"....................................
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
değiştiriyordu. Amon kimi zaman baba kimi zaman anne
oluyordu ve ‘'dünyanın yaratıcısı tanrıça Neith, kadın gibi davranan bir erkek
ve erkek gibi davranan bir kadındı.1’12 Çiftcinsiyellilik
yaratılmamış olan erildişiniu ifadesiydi. Timsah-Tanrı ve su hayvanlarının
tanrısı Sobek, örneğin Güneş diskinin sorumlusu olabiliyordu.
Bu anlamda, çoktanrıcılık insanın küçümsenişinin ifadesiydi:
Yeryüzü sakini için tanrısallığın temel doğasını tanımanın olanaksızlığının
-itirafı. Böylece, Akhenaton’un devrimi bir türevdi, çünkü bir kendini
beğenmişlikle, sonuçta tanrısallığın doğasını açığa çıkardığını ileri
sürüyordu. Bu kendini beğenmişliğin sadece entelektüel olmadığını, kişisel ve
hanedanlıkla ilintili olduğunu da görmek gerekir, çünkü firavun tanrısal kökten
geldiğinden Akhenaton, Güneş-Tanrı’yla özdeşleşiyordu.
Eliade’nin belirttiği gibi, Akhenaton’un, firavunun iki
babalığı arasındaki gerilime de son verdiği varsayılabilir: Güneş teolojisine
göre gerçekte o Ra’nın oğluydu, fakat Osiris’in temsil ettiği önceki ölmüş
kralın yerine geçtiği için aynı zamanda Horus idi. Böylece Akhenaton Güneş’in
tek cisimleşmesi olur. Bu kuşkuludur; çünkü bir yandan, kraliyet ideolojisinde,
Eski ve Orta imparatorluğun güneş teolojisi, Osiris soyundan gelindiği
iddiasıyla, bir yana atılmadıysa da, adım adım egemenlik altına alındı; ve
diğer yandan, Ra’nın oğlundan başka biri değildi, fakat bilinemez olan Ra’nın
kendisi de hiç değildi. O halde, sapkınlık fikri Akhenaton’a nereden gelmiştir?
Vernus ve Yo-
12 Claude Traunecker, Les Dienx
de l’Egypte. Traunecker’in kitabının
14-15. sayfalannda, Mısır’da var olduğu ileri sürülen tektanrıcılık konusunda
karşı görüşler savunan ekoller üzerine özlü ve kesin bir açıklama vardır.
Drioton, Sainle-Fare Garnoi, Vandier, Desroches-Noblecourt ve’Daumas tarafından
temsil edilen ve Mısır seçkinlerinin tektanrıcılığı tezini destekleyen Fransız
ekolünün bir bölümü ve ‘Tenomenolojik” bir çoktanrıcılığı aşan bir tektanrıcıhğın
bu bölümde sunulan sentezini destekleyen Sethe, Kees, Frankfort, Sauneron,
Yoyoıte ve Flornung tarafından temsil edilen ekolü.
MISIR
yotte’nin belirttikleri gibi,13 “göksel
soluklu kursu yaratıcının gerçekliği olarak kabul eden” Heliopolisli
düşünürlerden etkilenmişe benzer. Tektanrıcıhğın Musa tarafından ödünç
alınmasına gelince, tehlikeli spekülasyonların zevkine cevap verir sadece.14
Yahudilerin başka esin kaynakları olmuştur: Özellikle On Emir’i ödünç aldıkları
Mezopotamya ve çok daha sonraları özellikle Şeytan fikrini ödünç aldıkları
Mazdacı İran tektanrıcdığı.
Dolayısıyla, Akhenaton’u tektanrıcılığın “kurucusu” ve
diğer iki tektanrıcıhğın doğmasına neden olmuş olan Yahudi tektanrıcılığının
habercisi olarak görmekte ısrar etmek, terimin kötü, anlamıyla edebi
13Pascal Vernus ve Jean Yoyotte, Les Pharaons, M.A. Editions, 1988.
14Freud,
teorisini Musa ya da Mose adının Mısır dilinden geldiği üzerine kurdu. Bu
doğrudur, çünkü Ahmose ya da Ahmosis,.Tuthmose ya da Tutmosis gibi Çok sayıda
adın sonekinde buna rastlanır ve Lexiko ıı der Agyptolo^e'nin (7 cilt, Otto Harassowitz, Wiesbaden, 1972-1991)
onayladığı gibi “çocuk” anlamına gelir. Yine de bu haliyle eksik olduğu ve
kuşkusuz ondan önce bir başka adın geldiği, bunun da Amon ya da Ptah gibi bir
Mısır tanrısı olduğu, çünkü böyle adlann meydana getirilmesinde, çocuğun
doğumunu bahşetmiş olan göksel gücün adının öne konulduğu görülecektir. Önemli
nokta, ne Freud’un, ne de tezini sürdürenlerin, baskıcı ve Çıkış’a yol açan
firavunun IV. Amenofis olduğu konusunda ilginç ya da İnandırıcı en ufak bir
ibarede bulunmamış olmasıdır. İki olayı tarihsel olarak yerine yerleştirmeye
çalışan bütün incelemeler, baskıcı firavunla Çıkış’a yol açan firavunun II.
Ramses olduğu olasılığı üzerinde birleşirler (Vemus ve Yoyotte’a göre oğlu Merenptah
senaryodan dışlanacaktır). Oysa bu, Akhenaton 1336’da öldüğünden ve II. Ramses
1279’da iktidara geldiğinden elliyedi yılın olaylarını en asgari düzeyde
değiştirir. Baskı yıllan ile Çıkış’m II. Ramseş’in hükümranlığının ilk
yıllannda meydana geldiği düşünülemez kuşkusuz. “Ramses dönemi” varsayımı,
îsrailoğullanmn tuğla imal etmeye zorlandıktan Kızıldeniz’e giden yol
üzerindeki Pithom şehrinin Ramses döneminde kurulmuş olmasına dayanır (Vemus ve
Yoyotte, a.g.e.). Oysa Ramses döneminde Akhenaton’un “tektanncılığı” tamamen
unutulmuş, bütün kayıtlardan ve yazılardan silinmişti. Musa’nın bu
tektanncılıktan haberdar olması Akhenaton döneminde doğmuş olması halinde
olasıydı; bu da Çıkış tarihinde değil mucizelerini gerçekleştirmek, Vaadedilmiş
Topraktan bile göremeyecek kadar yaşlı olduğu anlamına gelir. Gerçekten de
Atoria tapınma, Akhenaton’un ölümünden sonra Amon rahipleri tarafından son
kalıntısına kadar silinmişti.
283
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
ve yanlış olur. Vernus ve Yoyoue’un yazdıkları gibi:15
“Bazı tarihleri onu, putperest bir karanlıkçılığa karşı savaşan bir kurtarıcı,
Hıristiyan anlamda evrensel hedefleri olan bir barışçı, Amon ve etrafı ndakilerin
uyguladıkları baskıyla savaşan popülist bir din adamı-karşıtı haline
getirmişlerdir. Bütün bu portreler başka kaynaklar tarafından yalanlanmıştır ya
da tarihe aykırı olarak spekülatiftirler."16 Akhenaton
13
Ve m us ve Yoyoıte, Les
Pharcums, a.g.e.
16Kadın
kalçaları, çıkıntılı karnı, abaılılı bir şekilde uzun elleri ve kolları ve
güçlü bir şekilde içe çekilmiş benzi ile -modern tıpta Künefe İter sendromuna
denk düşen anonnalllikcanavara benzeyen dış görünüşünün güçlü bir şekilde ifade
ettiği kromozomdan kaynaklanan anormalliğin de ötesinde Akhenaton’da çok
gelişmiş başka özellikleri de görmek gerekir. Başka şeylerin yanı sıra, Berlin
Müzesi’ndeki dikili taş da buna tanıktır. Uzun süre boyunca erotik niteliği
nedeniyle dikili taşın firavunu ve eşi Nefertiti’yi temsil etliği sanıldı.
Gerçekten de burada, Akhenaton masada görülür, çenesini sevgiyle okşadığı
birinin omzuna bir kolunu atmıştır; oysa bu. genç bir erkektir: Semenkhkare.
Akhenaton onu resmi olarak görevlendirmiştir ve çok kısa bir süre için tahta
geçirmiştir ve ardından tahta Tutankamon çıkmıştır (büyük bir olasılıkla
rahiplerin entrikalarının ardından). Vemus ve Yoyotte’in ileri sürdükleri gibi
Semenkhkare’nin kim olduğu bilinmemektedir ve ender bulunan arkeolojik
kalıntılar en aşın varsaymlara neden olmuştur (bir kadm olduğu bile ileri
sürülmüştür, ki bu çok kuşkuludur, çünkü hem resmi görevli hem de firavun
olmuştu). Mumyalanma koşulları da olayı karanlığa boğmaktan başka bir şey
yapmamıştır, çünkü mumyası -erkekteorik olarak Akhenaton’a ayrılmış mezarda
bulunmuştur. Kahire Üniversitesi’nde anatomi profesörü Dr. D.E. Derıy’nin
kafatası incelemeleri bunun Tutankamon’un erkek kardeşi ya da üvey kardeşi
olduğunu göstermiştir, fakat Vernus ve Yoyoııe’a göre, Tutankamon’un kimin
oğlu olduğu bilinmediğinden, Semenkhkare’nin de kimin oğlu olduğunun ve de
firavunla olan akrabalık bağlarının ne olduğunun bilinemez. Her durumda,
kraliyet ailesinin bir prensi olması gerekir ve adı olan Ankh-Khe peron-Ra,
yani “Nefer-Kheperoura’nın sevgilisi,” yani Akhenaton’un sevgilisi, Berlin
taşının anlamını güçlendirir. Bu iki unsur, Akhenaton’un genç bir sevgiliyi
görevlendirdiğini ve böylelikle yücelttiğini düşündürtür. Niyetim bir skandali
ifade etmek değildir ve eşcinsellik dahil cinsel yasaklar, Eski Mısır’da var
olmadığından hiç değildir, sadece Akhenaton’un (bir tür teşhirciliğe bağlı) bir
özelliğini daha ortaya çıkarmaktır, çünkü Eski Mısır’da bir kralın eşcinsel
ilişkisinin başka örneği yoktur. Başka firavunların da sevgilileri olmuştur
kuşkusuz, fakat kimse onları resmi görevli yapmamıştır.
284
MISIR
Tanrı’yı yaratmadığı
gibi bizim Şeytan’ımızı hiç yaratmamıştır. |
Geriye, Şeytan’m Mısır dininde tümüyle ya da öncülleri
itibariyle I
var olup olmadığını
bilmek kalıyor. Fakat, bu durumda, homojen ve kalıcı bir inançlar bütününü
yanlış yere varsayan “Mısır dini” gibi j
belirsiz bir kavramı
belirtme zorunluluğuna varılır. Çünkü, gerçek- i
ten var olmuş bu dîn, en
azından yaklaşık üç bin yıl sürmüştür ve j
dogma içermeyip, bir
yorum sistemi içerdiğinden birçok ■ dönüşüme j
maruz kalmıştır. .
Uzun süre Mısır’ın iki esas tanrısı olduğu
öğretilmiştir: Biri, Yu- I
karı-Mısır’m efendisi
Horus, diğeri, Aşağı-Mısır’ın efendisi Seth. Her |
ikisi de, Osiris’le
İsis’in oğludur ve iktidar kavgasına t ut aşacaklardır. 1
Seth, Horus’un mirasına
karşı çıkarak babası Osiris’i öldürdü. Horus, ;
teke tek kavgada
kardeşine meydan okudu, onu yendi ve nihayet birleşmiş îki Ülke’nin hükümdarı
oldu. Kralık iktidarının meşru aktarımım açıkladığı kabul edilen bu mitte
Horus iyi evlattı ve Seth ise kötü evlat. Aslında Seth, başka birçok mitte de
kötü karakter olarak gö- i
rülür. Demek ki, Kötülük
cininin habercisidir. J
ı
İşin aslı çok daha karmaşıktır. Sadece Horus mitinin
çözümlenme
si bile, önceki mitleri
özetlemek için büyük bir eser gerektirir. Şu İki ş
temel noktayı hatırlamak
gerekir: öncelikle, gökyüzü tanrısı Horus j
kültü tarihöncesinde Delta’da
başladı ve tüm Mısır’a yayıldı. Böylece |
yanlışlıkla, Horus
kültünün Yukarı-Mısır tanrısına yönelik olduğu sa- !
midi, çünkü orada
gerçekten de Horus’a adanmış bir şehir bulunmuş- |
tu. Antik Hİerakonpolİs,
“şahin şehir” bugünkü Nekhen’dedir ve o !
dönemde Yukarı-Mısır
krallığının başkentidir. Seth ise Yukarı-Mısır’ın bîr tanrısıydı, Ombos
şehrinde hüküm sürüyordu. O dönemde iki tanrı barış içinde yönetiyorlar, kralın
koruyucusu olarak kabul ediliyorlardı. V. Hanedandan önce, onların birlikte varlığım
doğrula- i
mak için, her birine
Mısır’ın bir bölümü verildi ve kökenleri tersine j
çevrilerek, Aşağı-Mısır
Seth’e ve Yukarı-Mısır Horus’a verildi. j
285
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Daha sonra, iki tanrı arasındaki karşıtlığın geç ortaya
çıktığı söylenebilir, çünkü V. hanedanlığın sonuna doğru, yani ÎÖ 2245’e doğru
ölmüş bir kral Osiris’in kişiliğinde ve ardılı olan yaşayan kral da Horus’un
kişiliğinde temsil edildi. Ancak andan sonra Horus, Osiris ile İsis’in oğlu
oldu. Böylelikle Setli, Horus’un rakibi ve düşmanı oldu, çünkü krallığı onunla
paylaşamazdı.17 Osiris’in oğlu Seth tarafından öldürülmesi miti de o
zaman üretildi.
Başka deyişle, görünürdeki İyi-Kötü, Horus-Seth
çatışması hanedanlık sorunlarının dinsel bir bağlama aktarımıdır. Yine de
Mısır dininde, Hıristiyan anlamda ne İyi ne de Kötü vardır: Onlara bu ad genelleştirme
yoluyla ve aslına sadık kalmadan verilebilir, çünkü zararlı olan “Kötülük,”
bütün olarak “iyilik” olarak kabul edilen Yaratılış içinde başlangıçtaki Kaos’un
ortaya çıkmasıyla üretilmiştir. V. Hanedanlıktan sonra din tarafından
betimlendiği biçimiyle “kötülük,” politik Kral'ın düşmanıydı; bu, bütün
monarşik devlet dinlerinde görülecek olan bir şemadır. Yani, Yaratılış’ı yok
etmekle tehdit eden başlangıçtaki Kaosun ifadesi olan “Kötülük”ün dolaylı bir
politik işlevi vardı.
Bununla birlikte, Mısır dini kozmos’un yorumuna dayanan
bir sistemdi ve insan eliyle yaratılmıştı; kuralları Yaratılış’ı korumayı hedefliyordu.
Mısır tarihi boyunca, Roma istilasına kadar, mitler, güneyde ve kuzeyde
sürekli olarak değişecektir ve Mısır tarihi yabancı panteonları
zenginleştirirken onların desteğiyle de kendisi sık sık zenginleşecektir:
Örneğin tanrı Seth Asurlular tarafından benimsenecek ve Asurlular tanrı Baal’larında
onunla büyük benzerlik bulacaklardır. Horus ve Osiris mitleri böyle
değişimlerin canlı tanıklıklarıdır. Adları bile değişecektir ve Horus Yunan’da
Harmachis ya da Mısır dilinde Har-em-akhet, Ufuk Horus’u olacaktır;
Harpokrat ya da Harpe17 Uıcydopaedia Brilmmica, “Horus.”
MISIR
khrad, Çocuk Hor us; Haroeris ya da Har-wer,
Yaşlı Hor us; Harsomtus ya da Har-sem-Tow, Ihı Ülkeyi Birleştiren Horus;
Harendotes ya da Harend-yotef, Babasının Koruyucusu Horus.
Metamorfozlarla dolu Yunanlılar Horus’u Apollon’la özdeşleştirdiler ve timsah
Seketh’i öldüren Mısırlı tanrı imgesi Hıristiyanlara esin kaynağı oldu. Onu
canavarı öldüren Aziz Georgios haline getirdiler, daha sonra Vatikan bu efsaneyi
ortadan kaldırdı: Aziz Georgios diye biri asla var olmamıştı.
Sayısız mitin kahramanı olan Osiris’in durumu da
aynıdır. Traunecker şöyle yazar: “Açıkçası yazılmış ve derlenmiş bir Osiris
miti yoktur. İhtiyaçlara uygun olarak metinler, mit temalarına bağlı bir dizi
bölümden kaynağını alırlar: Vahşice ölüm, yas, bedenin koruyuculuğu, miras,
diriliş, dava, intikam, vs.”
Bu çeşitlilik XX. yüzyılda Batı’da sanıldığı gibi
bağmtısızlığın belirtisi değil, tanrısallığın hakikatine doğrudan yaklaşma
olanaksızlığına dair yukarda sözü edilen Mısır inancının yansısıdır. Aynı zamanda,
dinin politik ve iktisadi yapısının yansısıdır: Tapınaklar, genellikle büyük
topraklara sahip iktisadi birimler oluşturuyorlardı; rahipler hiyerarşisine
dahil edilmiş ve büyük toprak sahipleri yönetimince kullanılan nüfusun geniş
kesimlerini çalıştırıyorlardı; bunlar, ulusal ekonominin önemli bir unsuruydu.
Her bölge ve her büyük rahip herhangi bir tanrıdan yararlanma ve kutsal
yazıları kendi tarzında yorumlama özgürlüğünü kullanıyordu. Mısır dininde, papa
ya da imama benzer merkezi bir mevki yoktur.
Dahası, Kaos’un kabul edilmesi asla etik alanına
erişmedi. Bu dünyada iyilik ve Kötülük var olamazdı ve Kaos ya da “Kötülük”
rastlantısaldı, çünkü denge onu kendi alanlarına itiyordu ve itaat edebilirdi,
çünkü Yaratılış öncesi güçleri temsil ediyordu. Her durumda, Yeni imparatorluk
dönemine kadar, Eski Mısır’da toplumu yöneten sistemden başka etik sistem
olmadı ve bu sistemin temel ilkesi uyumu sağlamak ve güce başvurmayı
engellemekti. Sadece Yeni imparatorluk’ta
ŞEYTANÎN GENEL TARİHİ
din, ahlaki duygu de din arasında bir ilişki kurarak
tanrılardan duyulan korkunun inançlı kişiyi erdemli kılacağını öne sürdü.18
İnsan varlığı, ancak yaratılanı ya da yaratılmayan!
tecrübe edebilir; onların özüne nüfuz edemez. Dolayısıyla, onları adlandıramaz.
Mısır panteonu, böylelikle, Roma işgaline kadar, çokanlamlılık diye
adlandırılabilen şeyi, yani anlam çeşitliliğini koruyacaktır. Bu çeşitlilikte,
tanrısallık belirtilerinin anlamını az çok kavramanın olanaksızlığı şeklindeki
egemen duyguyla, olayların ve eylemlerin göreceliliği duygusuyla karşılaşılır.
Kargaşa yaratan ve saldırganlıkla özdeşleşen, krallığın düşmanı Seth böylece
tanrı mertebesini ve olası yararlılığım koruyordu. Bunun kanıtı, başlangıçtaki
düzensizliğin yemden ortaya çıkması olan yılan Apopis, kötülüklerini,
açlık, sel baskını, çekirge bulut-larını yayarken ve Ra’nın teknesi Yılan
Apopis’in kum yığını üzerinde karaya otururken, canavarı esir alması ve
dünyanın düzenini yeniden oluşturması için bizzat Ra, Seth’i görevlendirmişti.
Demek ki “kötü” iyi oluyordu.
Şeytan’ı başka yerde aramayı deneyeceğiz. Örneğin şu
yılan Apopis Şeytan olmasın? Gerçekten de, bir demiurgos olan Neİth’in tükürüğünden
doğan Aposis, isyan eder. Şeytan’ınkine benzer bir yazgı.
18"Egypıian Religion,” Encyclopaedia
Britannica, 1973, etik ile din
arasındaki ilk bağın ilk ara dönem sırasında ele alındığını ileri sürer.
Yaklaşık 2160’tan 2040’a uzanan bu dönemin bir paradoks tarafından
belirlendiğini görmek ilginçtir: Yaşam orada daha katlanılır olmuştur, Eski
İmparatorluğun son firavunu 11. Pepi’nin ölümünden sonra bölgeler daha fazla
özerklik kazanmışlardır. Dönemin metinleri toplumsal adalet ve kişisel
erdemlere daha güçlü vurgu yaparlar. Yine de bu iyileşme, firavunların
kısmi-uranlığının kaybolmasının neden olduğu karışıklığa son vermez. Dönemin
metinlerinde ve sanatında ülkenin ve kişisel bilinçlerin oldukça karanlık bir
yansısı görülür. Eski Mısır tarihinde ilk kez birey, kendi yazgısına ilişkin
melankolik bir bakış edinir; sanki yeryüzü mutluluğu perspektifi kendi sonunu
aydınlatıyormuş gibidir. Birinci ara dönemden itibaren ölünün tanrıların
krallığına doğrudan giremediğini ve oraya giriş hakkı ekle etmek için savunma
yapması gerektiğini belirtmek de ilginçtir.
MISIR
Yine de Aposis Kötülüğü, imha edici güçleri temsil eden
diğer tanrılardan daha fazla temsil etmiyordu. Çünkü, ilk kaostan ve metafizik
bir kötülükten kaynaklanıyordu, dolayısıyla yaratılmamış olanla yaratılmış
olan arasındaki bir çatışmanın tarifsiz ürünüdür. Yılan şeklindeki biçimi
çağdaşlarımızı yanılgıya sürüklememelidir: Mısırlılarda, yılan her zaman
topraktaki bir delikten çıkarken görüldüğünden, “yılan, büyümenin güçlerine ya
da tanrısallıklarına eşlik eder.”19 İlkel yılan, yaratıcı tanrı
Atum’un ilk ve son imgesidir.20 Ölüler Kitabında, babası
Osiris’in intikamım alan Horus’la durum gereği özdeşleşen tanrı Men’in başında,
iki tüy ya da iki yılanın, “tanrı Atum’un yüzündeki iki büyük yılan”ın2t
bulunduğu bir taç vardır.
İsyancı güçler ve Kaos’un olası habercisi olan yılanlar,
demek kİ, o kadar da kötü yürekli değillerdir. Yaratılış’tan önce gelen ve
yararlı olabildikleri için yok edilmemesi gereken güçleri temsil ederler. Yaratılmış
dünyayı örten, tüm yaşamın kaynaklandığı, fakat örneğin sel yağmurları ve
felaket baskınları sırasında yıkıcı şekilde de ortaya çıkabilen.tehditkâr ve
hareketsiz Nun’un durumu da budur..Örneğin insanların isyanı sırasında, Her
Şeyin Efendisi “bu ülke Nun durumuna gelecek,” der.22 Yılan, canavar
Apopis’e şeklini vermiş olsa da, Kötü-
19 ’ i
Traunecker, a,g.e.
20Serge Sauneron ve Jean Yoyotre, La
Naisstmce âu monâe selon VEgypte ancienne, Doğu Kaynaklan, Le Seuil, 1958; J.P. Ailen, Genesis
in Egypt, Yale Egyptological
Studies 2, New Haven, 1988.
21 The Aııcient Egyptinıı Book
of the Dead, Universi ty Texas,
1990.
22A.g.e., bölüm 17. Bu Yaratıcı diktası, Tufan’da
insanlığı yok etmeye karar vermiş olan Tann’nın diktasını Özellikle anımsatır.
Mısır’ı tehdit etmiş bir tufan hakkında bilgimiz yoktur, fakat on bin yıl
önce, son buz çağının sonunda Akdeniz’in yüzeyinin kayda değer oranda
yükselmesinin Aşağı-Misi fin topraklarının büyük bölümünü su altında bıraktığı
kesindir ve yerel toplulukların bunu hatırladığı varsayılabilir. Yine, daha
yakın bir tarihte, Sahra’nın çölleşmesine yol açan iklim değişiklikleri
sırasında Nil’in felaket bir biçimde taştığı da ileri sürülebilir.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
lük amblemi değildir: Atmaca ve pislikböceği ile
birlikte, Güneş-Tanrı Ra’nın üç kutsal hayvanından biridir. Daha anlamlısı,
kobra Yukarı Mısır’ın beyaz tacının, merkezi süslemesidir. Ve Mısır panteonu,
diğer tehlikeli hayvanlara karşı daha fazla kuşku duymaz: Örneğin Osiris’in.
bedeninin koruyucusu olan tanrıça Selkis’in akrep kafası vardır; hem korku hem
de bereket tanrısı olan Sobek’in timsah kafası vardır; hasat tanrıçası
Ermutis’in de, İsis’in bir başka biçimi olan Meresger gibi bir yılan kafası
vardır.
Bu, Mısırlılarda cin olmadığı anlamına mı gelir?
Sürüyle cin vardır: Pasifik dinlerinde ve birçok başka dinde olduğu gibi, bu
ikincil cinler hastalıktan ve. felaketlerden sorumlu tutulurlar ve bunlar tektanrılı
hayal gücünde olduğu kadar iğrenç ve dayanılmazdırlar: Örneğin itici yüzlü
cin, kurtlarla yaşayan cin ya da kendi dışkılarını yiyen cin. “Bunlar,
özellikle ölünün Duut’a ulaştığı beş günlük ara dönemlerde salgın hastalıklara
yol açarlar.” Yedisi bir arada ya da yedinin katı gruplar halinde dolaşarak
mevsimlik hastalıklar yayarlar; bu, sanıldığından daha yaygın ve “modern” bir
düşüncedir, çünkü, XIX. yüzyılın ortasında Paste ur’ün kanıtlamalarına kadar
hastalıkların ve salgınların, bilimsel olarak kanıtlanması güç “miyasma”larla
açıklandığı bir tıp ekolü vardı.
Cinlere Akhu denir ve çöl, karanlık, uzak
yerler, sular gibi “düzenli dünyanın çevresini etkilerler.”23 Bu
açıdan, bunlar inkâr edilemez biçimde, aynı yöreleri etkileyen bizim Şeytan’ın
atalarıdır. Büyük bir olasılıkla Yahudiliğin hayal gücünü etkilemişlerdir ve Yahudilik
de onları sonra gelen iki büyük dine aktarmıştır. “Kaosun bu hizmetkârlarının
yine .de sınırlı simgeleri vardır. Fakat tanrı ve tanrıçalar kadar
hizmetçileri de dahil, kırk tanrı, Sekhmet gibi aslan başlılar ve Sekhmet’le
tanrı Ptah’ın oğlu Nefertum bunlar arasındadır.
23Traunecker, a.g.e.
MISIR
Mısır kozmogonisinde yaratılış, Kaos’un hassas bir anıdır
ve kendi içinde hiçbir İyi ya da Kötü ilke içermez. Etik, bir kez daha, insan
toplumunun bir özelliğidir, yani dünyevidir. Mısır toplumunun temel yasakları,
bizim anladığımız anlamda metafizik bir İyilik ilkesi dayatmaktan değil, yaşam
kaynağı olan yaratılışın sürmesini güvenceye almaktan ibarettir. İlk Günah’a
Mısır’da rastlanmaz ve armdırıcı ibadetler cenaze törenlerine ve tanrı
heykellerine yöneliktir.
Mısırlılara göre, tanrılar dahil tüm dünya geçicidir:
“Tanrıların ölümü, hangi tanrı olursa olsun, dinsel metinlerde sık sık belirtilmiştir,”
diye yazar Mısır uzmanı Moret bu yüzyılın başında. “Hndes’te Olup Bitenleri
Öğrenme Kitabı canlıların tanrısı Ra’nın, Tumu’nun, Khopri’nin mezarlarını
ve ölülerin tanrısı Osiris ya da Sokaris’inkini anlatır. Isis ve Osiris
Hakkında adlı kitabın yazarı [Plutarkhos] da şu geleneği anlatır: ‘Mısır
rahipleri sadece bu tanrının [Osiris] değil, genel olarak tüm tanrılarının
bedenlerinin, kefenlenmiş ve kutsanmış olarak yeryüzünde bulunduklarını ve
ruhlarının da gökyüzünde, parlak yıldızlar arasında bulunduklarını söylerler.’
Tanrılar sadece ölümlülerin tapınmasıyla yaşarlar ve krallar ya da rahipler
kutsal hizmette hata yaparlarsa güçten düşerler, çökerler ve çürürler.2'
Her biçimdeki tanrısallık Yaratılışın ve insan iradesinin ürünüymüş gibi
görüldüğünden ne tanrısal ezelilik vardır, ne de mutlak İyilik ve Kötülük.
Yeryüzündeki İyilik ve Kötülük Kaos ile yaratılış düzeni arasındaki
mücadelenin yansılarıdır ve krallık iktidarı bu mücadelenin hakemidir. Dünyevi
iktidar tarafından cezalandırılan insani ihlaller, Kaos’un içini dolduracağı
bir boşluk yaratan ihlallerdir. Fakat Son’dan önce, Yaratılış art arda gelen
başlangıçlardan başka bir şey değildir: Her akşam, gün batınımda gökkubbe
tarafından batıda yutu-
24Alexandre
Moret, Le Rituel du culte divin joumalier en Bgypte, 1902, Slatkine
^Reprints, Cenevre, 1988.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
lan tanrıça Nut, ertesi gün, gökyüzünde yükselmek için
kalçalarını ayırarak yeniden çıkar.
Mısırlıya göre dünya, yıldızları ve Yaratılış’ıyla
birlikte kuşkusuz son bulacaktır ve burada, bir başka yanılsamayı ortaya
çıkarmak gerekir, bu da, Mısırlıların bitmiş bir zamanın yabancıları
oldukları, yani iki kere yabancı olduklarıdır. Yani, inançlarının bizim için
sadece tarihsel bir önemi vardır. Bundan daha yanlış bir. şey yoktur, çünkü
Antik Mısır dini kendi eskatolojisini, yani sona ilişkin kendi bakış açısını
içerir; hatta bunu başkalarından çok daha önce kapsamıştır, kuşkusuz eski İran
diniyle ve Asya dinleriyle aynı zamanda. Bu kavram görece gizli olsa da var
olmuştur. Yunanlılar, zamanın sona ereceği ve ardından bir Altın Çağ’m
başlayacağı, bunun da yeni ve dengeli bir dünya olacağı fikrini Mısırlılardan
almışlardır. Deniz Kazasından Kurtulan Adam ve Atum ile Oiris Arasında
Söyleşi gibi metinlerde bunun yansıları bulunur.26 Ve biz de bu
fikri Yunanlılardan aldık.
O dönemde, belki, Mısırlının inancı sayesinde neşe
içinde, sayısız sevimli tanrı tarafından bilgelik ve ağırbaşlılıkla korunduğuna
inanılabilir. Bundan daha yanlış bir şey yoktur: Mısır mitolojisinde, kardeşi
Osiris, Seth’in tuzağına düşünce İsis’in döktüğü gözyaşları başta olmak üzere,
bolca gözyaşı vardır. Çünkü, kardeşi Osiris’in başarılarını kıskanan Seth, bir
şölen gecesinde Osiris’in sarayına göz kamaştırıcı bir şekilde süslenmiş bir
tabut getirmiş ve bunu boyutları en uygun olan kimseye armağan edeceğine dair
söz vermişti. Osiris bu meydan okumayı safça kabul edip anında tabuta yatınca,
Seth’in yetmiş suçortağı kapağın üstüne atlarlar ve çivilerler. Sonra, kurşun
eritip tabutu tıka basa doldururlar ve nehre atarlar, nehir de tabutu denize
doğru götürür. Bunun üzerine İs is iki gözü iki çeşme ağlar ve
26Sir E.A. Wallis Budge, Egyptian Rdigimı: Egyptian
Ideas of the Futııre Life, a.g.e.
MISIR
üzüntü işareti olarak saçlarını keser, sonra da tabutu
aramaya çıkar. Dalgalar tabutu Fenike’deki Byblos sahillerine taşımıştır.
Orada, harikulade bir ağaç tabutu korumak için etrafında dal budak sardı ve
İsis ağacı ve tabutu böylece buldu. Tabutu alıp bir kayığa yerleştirdi ve
denize açıldı. Denizde tabutu açtı, yüzünü kardeşinin yüzüne dayadı, öptü ve
ağladı?7
Ezeli gözyaşları; bunların yankısı, granit ve güneş
Mısır’ının aynı zamanda üzüntüye, acıya, sıkıntıya da duyarlı olduğunu
göstermek için titreşir. Burası, sadece sütunlu odaların, dev taşların ve
sfenkslerin ülkesi değildir. Heykellerin gülümsemeleri, papirüslerde daha iyi
ortaya çıkan ölümlülerin ıstırabını unutturmamalıdır. Mısırlı da ölümü az çok
kavrıyordu.
Fakat Mısırlının ölümü, ortaçağın bize miras bıraktığı
Ligler Richier’nin korkunç heykelindeki gibi iblislerin kemirdiği ceset görüntüleriyle
ve kemirilmiş iskeletinin üzerindeki lime lime etleriyle Yargı günü dirilen
bizim karanlık ve kirli ölümümüz değildir; tanrıların krallığına temkinli ve
görkemli bir giriştir. Tenin çürümesi Mısır’da da bilinmektedir, fakat ilahi
merhamet sayesinde bundan kurtulunabilir. ölüler Kitabı’nm, Yok Olmayan
Beden Bölümü adı altında bilinen, “Osiris’e Övgü” bölümünde bunun çok sayıda
kanıtına rastlanır:
“Ey benim ilahi babam Osiris, sana şükürler olsun!
Bedenimin azalannı güzel kokularla ilaçlayabilmen için, evet, ilaçlayabilmen
için geldim sana, çünkü yok olmak ve hiçliğe karışmak istemiyorum, kutsal babam
Khepera gibi olmak istiyorum, onun kutsal kişiliği asla çürümemiştir. Gel,ve
öyle davran ki, soluğuma hakim olayım, ey sen, rüzgârların efendisi, sana
benzeyen kutsal varlıkları ululaştıran sen. Güç ver bana, güdü kıl beni. Ey, tabutun efendisi. Sonsuzluk
ülkesine girmemi sağla, tıpkı sana sağlandığı gibi, sana ve baban
Tenu’ya, Ey, bedeni çürüme nedir bilmeyen sen... Kurtlar beni gördüklerinde
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
benden korkup dehşete düşsünler ve benim ölümümden
sonra bütün yaratıklar, hayvanlar, huşlar, balıklar ya da kurtlar ya da
sürüngenler için de aynısını
yap. Ve öyle davran ki, yaşamdan ölüm doğsun.**28
Mısırlının sıkıntılara yabancı olmadığını, fakat
tanrısallığa olan inancının onu umutlu kıldığını bir kez daha gösteren görkemli
ve dokunaklı metin.
Ezeli bir Şeytan ve lanetlilerin beden ve ruhlarının
Nihai Yargı’nın ardından sonsuza dek bu şeytanın işkencelerine maruz kalacağı
kavramı bilinmediği gibi tasarlanamaz bir şeydir de. Ruhun kurtuluşu kavramı
da, yok oluşu da bilinmemektedir. Her şeyin kaçınılmaz ölümü ve başlangıçtaki
Kaos’a geri dönüş fikriyle biçimlenmiş Mısır uygarlığı kendisini, din dahil,,
insan toplumunun yansısı olarak kabul eder. Bu uygarlık, gökyüzü olan tanrıça
Nut’un yay biçimli büyük gövdesini açılmış kollarında tutan uzam demek olan
tanrı Şu’yla karşılaştırılabilir. Şu ölecektir ve gökkubbe de çökecektir.
Dogması olmayan, mitlerden ve ibadet kurallarından oluşan bu din, insan
davranışları üzerine, insan doğası ya da genel olarak Doğa üzerine olduğundan
daha fazla elik yargıya sahip değildir. Tanrısallığa ve onun yeryüzündeki
temsilcileri olan krallara saygı gösterilmesinden başka bir şey istemez.
M-ısır dini, Yunan’Ia birlikte, insan varlığım ve Yaratıhş’ı karşıt güçlerle
uyum içerisinde tutmayı hedefleyen son büyük dindir. Dolayısıyla, Şeytan’ı
tasarlayamazdı.
Tanrıların bile öldüğü bir uygarlıkta, sonsuz
lanetlenme düşünülemezdi.
28 A.g.e.
Afrika’nın adım adım yok oluşu üzerine Batılı
canlıcılık kavramı ve bu kavramın yüzeyselliği üzerine Bütün Afrika dinlerinin
yaşamı kutlaması üzerine Tüm Afrika tanrılarının ikili karakteri üzerine Siyah
panteona bir Şeytan dahil etmenin olanaksızlığı üzerine Afrikalıyı yöneten
Kozmos’ta kaynaşma duygusu üzerine.
Hâlâ Afrika’dan söz edebilir miyiz? Bütün yüzyılların
en iğrenci olan bu yüzyılın sonunda, Güney Afrikâ’da gecikmiş ve hâlâ beyaz bir
özgürlüğün sancılarıyla yırtılan, “Somalili yumurcakların ellerindeki otomatik
silahların yoğun ateşiyle, Angola’da can çekişen ideolojilerin geğirtisiyle,
güçsüz Batılı güçlerin ve hem Şeytan’ı hem de Tanrı Baha’yı satan karanlık
küçük şeytanların entrikalarının yerleştirdiği megaloman otokratların
taşkınlıklarıyla yırtılan, herkesin ve özellikle kim olursa onun gizli
servislerinin kurtları tarafından yaşlı bir ağaç gibi kemirilen, kabileleri
arasındaki düşmanlıklarla parça parça kopartılan, tarımı ve bilgi işlemi
öğretme iddiasındaki uluslararası örgütlerin vahşi kaygısının belini büktüğü,
kolalı yakalı zombilere büyük sıcakların ortasında kırmızı Burgonya şarabı
satan klimalı restoranların, Amerikan sitcom’u satan televizyonların, açgözlü
akbabaların indiğinin görüldüğü havaalanlarındaki Batılı taşkın gençler
tarafından aptala çevrilen bu kıta hâlâ mevcut mudur? Hangi Afrika? Eğer birinin
aklına Afrika’dan söz etme fikri gelirse, Andre Gide’in Kongo Yolculusunun
bir anlamda ikinci cildi olan Michel Leiris’in güzel ve hüzünlü kitabı Hayalet
Afrika’nın adını hatırlasın; Beyazların lokomotifini taklit etmek için
“çuf çuf’’ yaparak ve ak tolgalı kasklar takan Britanya İmparator! uğu’nun
saçma albaylarını temsil etmek için başlarında yumurta kırarak Beyazların
dünyasını cinlerden kurtarmaya çalışan Afrikalıların görüldüğü Jean Rouch’un
korkunç ve mükemmel filmi Çılgın Efendiler’i unutmasın.
Hangi Afrika? Pek az Afrikalı olan Magrep değil,
geçmişte tek bir krallıkta birleşmiş olan Nil Vadisi'nin kesik çiçeği Mısır da
değil, Is-
AFRİKA
panyol ve Fransız hayaletlerin gezindiği Sahra hiç
değil. Gettolara başka bir ad vermek için Güney’in Beyazları tarafından kurulmuş
hayali devlet Ciskei mi?
Şeytan’ı Afrika’da aramak mı? İnandırıcı bir şey mi bu!
Çünkü bu kıtada ortalığı kırıp geçirmiş tek Şeytan beyaz adamdır: Kipling’in
göklere çıkardığı imparatorlukların korkunç kurucusu ve genellikle canlı abanoz
ya da cansız fildişi ticareti yapan, “dehşet, dehşet!” diye haykırarak yaşamı
korku içinde son bulan Conrad’ın kahramanı, Karanlığın Yüreği’nin
Kurtz’unu alçaklıkta geri bırakmayan kardeşi, AvrupalI sömürgecidir o.
Anavatanında İnsanlığın Kurtuluşu ve ruh üzerine söylevler ve çığlıklar
atarken, bir ruha sahip olduğunu kabul etmediği Siyah Adamı Atlantik-ötesinde
satmak için iğrenç gemilere, yakacak kütük gibi yerleştiren sömürücüdür o.
XVI. yüzyılda Doğu Afrika’nın zengin metropolü
Malindi’ye varan Vasco de Gama burada, Avrupa uygarlığıyla kıyaslanabilecek bir
uygarlık düzeyi bulunca şaşırmıştı. Sadece şunları hatırlayalım: “1500’e
doğru, kitap ticareti Timbuktu’da ekonominin önemli bir kolu haline geldi,” ve
“gezgin satıcılar o dönemde kırk bin kişiden oluşan şehrin bilginler ve
bilgelerle dolu olduğunu anlatırlar.”1
Evet, hangi Afrika? Geriye ne kaldı? Kuzey’İn sanayi
faaliyetlerinin dünya ikliminde yol açtığı değişimin sonuçlarına ilk olarak maruz
kalan ve bir türlü tükenmeyen bir' dünya üzerine kitaplar. Afrika
kültürlerinden geride kalan şeyde Şeytan’ı aradığım bu anda, yüz milyon
Afrikalı kuraklık nedeniyle açlık tehlikesi altında! Kitaplar, diyordum: Ne
yazık ki çok az, çünkü yazı yakın döneme aittir ve keşfedildiğinde Afrikalılar
bundan yararlanmadılar. Son buzul dönemini izleyen aşırı bol yağışların
Sahra’yı yemyeşil ve av bakımından zengin, insanın var olduğu bir bölgeye
çevirdiği ÎÖ X. bin yıldaki Afri-
1 Gert Chesi, Les Derniers Africains, Arthaud, 1978.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ka’nın nasıl bir Afrika olduğunu asla bilmeyeceğiz; ya
da pek az şey bileceğiz. Orada bir uygarlık vardı; belki birden çok, bunu hiç
bilmiyoruz, fakat Tassili kaya resimleri orada avcılar olduğunu ve bu avcıların
bir mitolojisi bulunduğunu göstermektedir.
IÖ İkİbin beşyüz yıl önce, doğuda Mısır siyah
firavunların II. ve esrarengiz hanedanlığına eriştiğinde ve kuzeyde Tuna’daki
topluluklar Batı Avrupa’yı istila etmeye başladıklarında Sahra kuraklaşmaya
başlıyordu. Sahra’da yaşayan topluluklar güneye akın ettiler, Kalahari çölündeki
Boşimanların bu göçün son kalıntıları olması olasıdır. Bu insanlar hangi
tanrılara tapıyorlardı? Sır! Afrika’nın geçmişi hakkında hemen hemen hiçbir şey
bilmiyoruz. Anıtları, eğer kalmışlarsa, muammalıdır. Tıpkı 1928 yılında Leo
Frobenius tarafından bugünkü Zimbabwe olan Rodezya’da keşfedilen, görece yakın
tarihli tapınak gibi. Kime adanmış okluğu bilinmediği gibi tarihleme bile
yapılamamıştır, çünkü ona atfedilen yıl farkı, İS XII. yüzyıldan XVII. yüzyıla
kadar beş yüzyılı kapsamaktadır.
Tarih dönemi Afrika bilgimiz kısmen daha belirgindir.
1177 yılında Papa III. Gregorius hayali “Rahip Jean”a bir mektup gönderdiğinde
nereye göndereceğini bile bilmiyordu! Hıristiyanlığın dostu kabul edilen bu
zorba hükümdarın süreğen efsanesi coğrafi olarak XV. yüzyıla bağlanır: Aksum
hanedanının halefi Habeşistan kralı olduğu kabul edildi. Bu hükümdar gerçekten
de o dönemde Hıristiyandı. Doğu Afrika, başta Frumentius -ilk abuna ya
da Habeşistan piskoposu ve Kıpti kilisesinin (yani İskenderiye kilisesinin)
kurucusuolmak üzere IV. yüzyıldan itibaren Suriyeli seyyah keşişlerce
Hıristiyanlaştırılmaya başlanmıştı. Denizden yaklaşık 3 bin metre yükseklikte,
bugünkü Dicle’de bulunan başkenti Akstım’dan dolayı Aksum denilen krallık çok
daha eskiydi: Aks um’un Habeş Kitabı krallığın binlerce yıl önce, yani
Hıristiyanlıktan önce kurulmuş olduğunu ileri sürer.
Peki, kim kurmuştu? Krallığın eskiliği kuşkusuz yerel
bir şişirme
AFRİKA
değildir: Homeros’un şiirlerinde bu bölgede oturan
EtiyopyalIların izlerine rastlanır. Kimdir bunlar, nereden gelmişlerdir?
Anıtların üzerinde ortaya çıkarılan Saba dili, Yunanca ve Gez dilindeki bazı
yazık lar, Habeş tarihinin kırıntılarını bulmayı sağlar. Aksumun IÖ II. bin
yılda ve belki daha önce, Kızıldeniz’i aşarak Arabistan’dan gelen Samiler
tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmektedir.2 İlk yerleşenler
onlar oldu, çünkü o. dönemde Kıısh ya da Punt krallığı denen bölgenin İlk
sakinleri olan EtiyopyalIlarla, yani “karanlık yüzlü insanlarda yapılan
savaşlar sonucunda kendi iktidarlarını kurdular. Kayalarda yonttukları ve
Baalbek’in çağdaşı olan olağanüstü yekpare taş anıtlar Güneş’e taptıklarım
söylememizi sağlar.
İşte birçok soru: Sadece EtiyopyalIlardan söz edersek,
Samilerin gelişinden önce EtiyopyalIların dini neydi? Ve onlar kendi Güneş
kültlerini dayattıklarında dinleri, açıkça ithal edilen Hıristiyanlıkla nasıl
karıştı? Gerçekten de Aksum krallığı gücü dolayısıyla yaklaşık VII. yüzyıla
kadar refah içinde ilerledi. Antik Etiyopya’daki dinler kabarışı -İlk Afrika
dinleri, Sami dinleri, Hıristiyanlık; bugünkü Zula olan Adulis limanı
Akdeniz’deki büyük bir alışveriş merkezi' oldu-
2 C.F. Rey, The
Real Abyssinia, Londra ve Philadelphia,
1935. Doğu Afrika’da ve genel olarak Kızıldeniz’in iki yakasında Sami ve
özellikle Yahudi varlığının süresi ve önemi genellikle bilinmemektedir. Bunlar,
burada belirttiğim, bilimsel olarak desteklenen orijinal bir varsayıma esin
olmuşlardır. Bu varsayıma göre Incil’in önemli bir bölümü Filistin’de değil,
Arabistan’da, Mekke’nin güneyinde yazılmıştır: Kamal Salibi, Beyrut eski
Amerikan Ûniversitesi’nde tarihçi ve arkeolog, La
Bible est nüe en
Arabie, Grasset, 1985.
3 Akdeniz’le
Kızıldeniz arasında deniz ticaretinin belirtilmiş olması şaşırtabilir.
Gerçekten de, bugünkü Süveyş Kanah’ndan çok önce, günümüzdekiler gibi su içi
derinliği düşük seviyeli teknelerin Akdeniz’den Kızıldeniz’e ve Kızıldeniz’den
Akdeniz’e geçmelerini sağlayan yollar vardı. Yaklaşık olarak 1Ö iki bin yılında
açılmış olan bu kanalların ilkinin iki parçası vardı; birincisi, Tumilat Vadisi
ve Acı Göller yoluyla Nil’in Pelusim kolunu bağlıyordu; İkincisi Kızıldeniz’e
kadar uzanıyordu. Bu kanallar sık sık kumla doluyordu ve firavunlar döneminde
ticari ve politik istemler doğrultusunda temizlenmişlerdir.
10 510’a doğru.Büyük Darius kanallan onardı ve genişletti.
Bu kanallar Plo-
ŞEYTANİN GENELTARIHI
ğundan Helenistik ve Roma dinleri, Mısır dininin
kalıntıları, Yahudilik, diğer Asya dinlerihakkında son derece şematik bir
fikre sahibiz. Bu karmakarışık yumakta şu ya da bu inancın kökenleri nasıl ayırt
edilebilir? Şu ya da bu halkın Kötülük fikrinden ilk olarak hangi biçimde
kurtulduğunu nasıl bilebiliriz?
Afrika üzerinde Asya etkilerinin tarihini kabaca
biliyoruz. Bu etkiler, çömlekçilik ve tarımcılık konusundaki bilgilerini
getirerek IS V. yüzyıla doğru Endonezya’dan gelen Malezya-Polinezyah
gemicilerin girişimiyle Bantular üzerinde görülmüştür. Bantlıların, bilgilerini
kabilelerinin dışına yayıp yaymadıkları bilinmemektedir, tıpkı Benin
kültürünün Avrupa ortaçağında şaşırtıcı bir biçimde yayılmasının bilinmemesi
gibi.
Aynı şekilde, örneğin VI. yüzyılda Aksum kralı Kaleb’in
ya da ElEsbaha’nın sefer düzenlediği Güney Arabistan’ın gizemli Yahudi devleti
aracılığıyla Doğu Afrika üzerindeki Yahudi etkileri hakkında da hemen hemen
hiçbir şey bilinmemektedir.
Çılgınca bir kibir içindeki Batı, Afrika’yı,
açgözlülüğüne sunulmuş ölü bir toprak olarak kabul etti her zaman; oysa orada,
VII. yüzyılda İbrahim adlı bir Afrikalı dünyanın yazgısıyla oynadı ve Hıristiyanlığın
en büyük rakibinin yaratılmasına katkıda bulundu: O, Muhammet’e ve işkence
altındaki yandaşlarına cömertçe kapılarını açan bir Aksum kralıydı.
Misafirperverlik göstermemiş olsaydı Peygamber ve yandaşları kuşkusuz yok
olurlardı, ilk olarak Ingiliz tarihçi Edward Gibbon’un gözlemlediği gibi,
doğmakta olan İslam dininin güç kazanmasını ve günümüzde Cebeli Tarık’dan
Endonezya’ya kadar uzanan bir imparatorluğu önce askeri sonra manevi olarak
fethetmesini sağlayan bu İbrahim olmuştur. Demek kİ Afrika, dünyanın
temaik ve ardından Roma dönemine kadar kullanıldılar. İpek Yolu,
Asya ile ticareti tekelleştirdiğinde bu kanallar sonunda kumla dolup
tıkandılar. (“Kanallar” ve “Süveyş Kanalı,” Encyclopaedia
Britannica,
1962.)
AFRİKA
yazgısını birçok biçimde değiştirmiştir.
Afrika üzerindeki etkilerin listesi çıkarılırken
özellikle Hıristiyan etkisi nasıl ihmal edilebilir? Çünkü genellikle XIX.
yüzyılın büyük sömürge imparatorlukları olan Britanya, Fransız ve kimi zaman
unutulan Alman İmparatorluklarıyla birlikte gelen misyonerlere kadar
Afrika’nın Batı etkisinden uzak olduğuna inanılır. Bu yanlıştır. XV. yüzyılın
ortasından itibaren Portekizliler, bugünkü Gana’daki Elmina’dan Kongo’ya kadar
Batı Afrika’yı Hıristiyanlaştırmaya giriştiler ve manikongo denen krala
ve uyruğundaki birçok kişiye din değiştirtmeyi başardılar. Bu
Hıristiyanlaştırma bazı çalkantılara neden oldu, çünkü hükümran Portekiz ile
dostluğunu aniden bozdu ve misyonerlik faaliyetlerine, geçici olarak son verdi.
Bununla birlikte, sonraki yüzyıllar boyunca başka girişimler gerçekleşti ve bu
girişimlerden çok karışık dinler doğdu. Afrika halklarının büyük kızmı göçmen
olduğundan, dinlerinin kökenlerini olduğu kadar Hıristiyanlıkla ilişkilerinden
doğan bağdaşık dinlerini de hayal etmek olanaklı değildir. Çünkü,, kısmen
sürekli kabile göçleri nedeniyle Afrika dinleri kronik değişkenlik
durumundadırlar ve etkilere örneğin Asya dinlerinden çok daha açıktırlar.
Örneğin 1927’ye kadar, Gabon’daki Ekvator ormanlarının
Bwiti’leri, bu çok karışık dinlerden birini uyguluyorlardı. Bu din, aslında bir
başka kabile olan Mizogo’lar tarafından kurulmuştu ve paradoksal olarak bu
karma din. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetine engel teşkil ediyor gibiydi.
“Hıristiyan seremonileri, mumlar, mihraplar, haçlar ve sunaklarla Hıristiyan
bir din uyguluyorlardı, hastalıkları cin çıkarma yöntemiyle iyileştiriyor ya
da düşmanlarını kanlı törenlerle lanetliyorlardı.”4 Eskiden
Hıristiyanlaştırılma yolunda olan Afrika şimdi İslâmlaştırılma yolundadır; en
azından kıta savaşlarla bölünmediği
4 Chesi, Les Denıiers Afncaiııs, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
zaman (Sahel’in açlıktan ölen insanlarının Tanrı’ya da
Şeytan’a da inanacak. zamanlan yoktu.)
Daha kötüsü, Afrika dinlerinin imhası, ithal edilen iki
dinin, Hıristiyanlıkla Islamın Kara Kıta’ya geçmişte bilinmeyen bir mezhepçilik
sokmalarıyla hızlanmıştır. Örneğin Güney Kamerun Kirdiler! Müslüman Fulbe’lerin
baskısı altına alınıp aşağılanmalardır, daha sonra dinsel ve kültürel bir
gettoya atılmışlar, dağıtılmışlar ya da köle olarak satılmışlardır.
“Fulbe’lerin kölelik uygulamasına son vermeyi başaran [XX. yüzyılın başında]
Alman sömürge rejimi oldu.”5
Bundan çıkan sonuç, günümüzde, “katışıksız” bir Afrika
dinini incelemenin olanaksız olduğudur ve bir yandan Afrika dinleri arasında
ve diğer yandan Afrika dinleriyle Hıristiyanlık ve İslam arasında gerçekleştirilen
karışımlar sonucu bütün Afrika inançları yaklaşık olarak aynı ortak temelden
kaynaklanırlar.
Etnologların son tanıklıklarından, yaklaşık biçimde,
bilindiği gibi, Afrika mitolojileri mitlerle ve efsanelerle doludur, ancak
Afrika kıtası denen bu engin hintkirazınm bir ucundan diğerine gerçekte sadece
iki kötülük vardır: Kuraklık ve ölüm. Aslında bunlar iç içe girerler, çünkü
kuraklık ölüm demektir. Savanalardan cangıllara, yaylalardan dağlara ancak su
varsa yaşam vardır. Afrika etnolojisinin en ünlü eserlerinden biri olan Su
Tannsı’nda “Nommo [su] olmasaydı ... yeryüzü yaratılamazdı; yeryüzü yaratıldı
ve yaşamı sudan aldı,” der, Dogonların belleği Ogotemmeli?
Kökenleri bilinmeyen Afrika dinleri dünyanın en eski
dinleri arasında yer alırlar, çünkü Kara Kıta insan soyunun tohum verdiği iki
kıtadan biridir, diğeri hakkında daha geniş bilgi sahibi olunan Asya’dır.
Antropoloji insan soyunun Lucy’den Doğu Rift bölgesinde keş-
3 .
6 Marcel Griaule, Dieu
d’eau,
Fayard, 1966.
AFRİKA
fedilen ön-hominien’e, homo sapiens’e, oradan da
bize, homo sapiens sapiens’e art arda dönüşümlerle oluştuğunu düşünür.7
1980’li yıllardan beri insanın tek bir odakta ortaya çıktığı artık varsayılma
maktadır ve insan soyunun gezegen üzerinde dağılımı üzerine bir varsayımda bulunmaya
kimse girişmemektedir.8 Martin Bernal9 gibi,
Afrikalıların, "yakın” bir dönemde, yani 1Ö XV. yüzyıla doğru Akdeniz’i
aşarak tüm diğer kültürlere kaynaklık ettiğini ileri sürmek için çok cesur olmak
gerekir; İleri sürülebilecek tek şey, Nübye kökenli siyah bir Afrika
kültürünün gerçekten de Mısır kültürünün doğmasına yol açtığıdır. Ve varsayılabilecek
tek şey, bulundukları yerde, belki de Afrika savanlarında farklılaştıktan sonra
Afrika topluluklarının güneyden kuzeye doğru çıktıkları ve önce Ortadoğu’ya,
ardından da diğer kıtalara dağıldıklarıdır. Fakat bu varsayım çok temkinli ele
alınmalıdır, çünkü gerçekten de insanlığın atalarının, Neandertal insanın,
sonra CroMagnon insanın Afrika’dan,, yalnızca Afrika’dan dağıldığını belirten
bir şey yoktur.
Fakat, dinsel duygu insanda doğuştan var olduğundan
Afrikalıların tanrıları ilk hayal edenler arasında yer aldıkları söylenebilir.
Bu tanrıları asla bilemeyeceğiz, çünkü Afrika dinlerinin tek aktarım biçimi
sözlü gelenektir. Sadece bin yıl öncesinin Afrika dinlerinin ne olduğunu hayal
etmek bile olanaksızdır. Afrika sanatının temel malze-
7 Donald Johanson ve Maitlahd Eley, Lucy, une jetine femine de trois çent aliquante
mille ans, Robert Laffont, 1983.
8 Yayılmacılık, yeryüzüne insanın bir ya da iki
merkezden dağıldığını ileri süren teoridir. Hint-Avrupa merkezli bir
varsayımdan yola çıkan bu görüş, Pasifik ve ardından Fırat-Dicle bölgesinde
insan toplanmasına ilişkin yanılgılan nedeniyle bir kenara atılmıştır.
9 Black
Athena The Afroasiatic Roots of Classical Civilization, 2 cilt, Rutgers University Press, New Brunswick,
Newjersey, 1991. Antik dünya üzerindeki Afrika ve esas olarak Mısır
etkilerinin arkeolojik ve dilbilimsel kanıtlan açısından son derece zengin bu
eser, yine de aşın bir sistemleştirmeye ve Mısır ve Sami etkileriyle özellikle
Afrika etkilerinin karışımına yönelir.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
mesi, saklanması güç bir madde olan odundur. Benin
sanatının bronz eserleri hariç, en eski Afrika nesneleri genellikle iki
yüzyıllık bile değildir. Bir mitolojinin .diğeri üzerindeki etkilerini ya da
bir dinin diğerinden nasıl türediğini ancak çok kısmi olarak tasarlayabiliriz.
Afrika dinlerinin tümünün belirgin özelliği,
bilgi-işlemin ikili sistemini çağrıştıran iki kutup ya da değer arasında
örgütlenmiş olmasıdır: Yaşam ya da hiç, 1 ya da 0, daha aşağıda ayrıntılı
verilen şu farkla ki, her iki değer arasında mantıksal karşıtlık yoktur.
Yabancı kültürleri, özellikle -saf olduğu kadar ayrıksı da olan“ilkel” denen
kültürleri kavramayı oldukça olanaksızlaştırmış olan ve bir “ilerleme”ye
dayanan (tek bir Tanrı’ya inanç nasıl bir ilerlemedir?) Avrupamerkezcilikten
uzak durmayı başarırsak ve sergileyenler İçin aşağılayıcı olduğu kadar hakaret
edici de olan egzotizmin incik boncuğunu reddedersek şunun farkına varırız:
Afrika dinlerinin güzelliği mitlerinin çokluğunda değil, organik doğalarındadır.
Ganalı ya da Sudanlı Afrikalı kendiliğinden dindardır, çünkü varoluşun bile
büyülü olarak ortaya çıktığı bir dünyada yaşar. Din sadece doğum, ölüm, sünnet,
evlilik ya da hasat törenleri gibi düzenli seremoniler vesilesiyle ortaya
çıkmaz, tüm bireysel ve toplumsal davranışlara sinmiştir. Afrikalı bir
entelektüelin şaka yoluyla dediği gibi, “Kara Afrika çaresiz bir biçimde
dindardır.”10
10Yine ele bu dinselliğin, kimi zaman aşırı bir biçimde
kültürsüzleşerek ya da Batı’dan kopya edilen ve büyük masraflarla inşa edilen
bazı binalann gösterdiği gibibaşka kültürleri benimseyerek yok olmadan önce
tamamen Afrikalı, yani geleneksel dinlerle ilgili olarak bozularak gittiği
konusunda kuşku duyulabilir. Afrika’nın büyüyen şehirleşmesi ve televizyon
ağlarının girmesi, esas olarak, geneleksel kırsal yapılara dayanan dinlerin
ayakta kalmasına pek katkıda bulunmazlar. Yine de, çok sayıda Afrika uzmanı,
Hıristiyanlık ve İslam gibi yeni dinlerin, geleneksel dinlerin etkisini
hissedilir biçimde değiştirmediklerini ve sadece yerel mitolojileri
zenginleştirdiği düşünürler. Gerçekten de, günümüze kadar Afrika’da,
Hıristiyan ve Müslüman simgelerinin, ilave korumaların garantisi olarak yerel
fetişlere eklendiği sıkça görülen bir durumdur. Bu “birleşme yoluyla
bağdaştırmacılık” biçimi yine de ender bir du-
AFRİKA
Belirli zamanlarda bir ibadet yerine gidilerek, sonra
katılman ibadet kurallarına en ufak bir göndermede bulunmadan geri kalan zamanda
olağan ya da olağandışı faaliyetlerle uğraşılarak “görevlerin yerine
getirildiği” diğer dinlerden farklı olarak, kimi zaman AvrupalInın gözünde
görülmeyecek kadar zavallı olan, birkaç tohum, biber, otlar, cılız bir kümes
hayvanı, kurutulmuş balık, meyveler ya da köklerden ibaret ürünlerini satmak
için pazara giden -Kenyalı ya da Sudanlı tarımcı, refahını ya da yenilgisini
belirten Kadir-i Mutlak bir güçle, anında, hiç çaba sarf etmeden İlişkiye
girer. Fakat amacı yaşamın tüm görkemiyle kutlanmasıdır, burada Şeytan’ın yeri
yoktur ve olamaz, çünkü yaşamın tek karşıtı ölüm olduğundan Şeytan var olamaz.
Gökyüzünden yağmurun düşüşünün, iyiliksever bir Kadir-i Mutlak gücün armağanı
ve de öfkesinin işareti olarak kabul edildiğini, her durumda sıcak bir
meteorolojik cephe ile soğuk bir cephenin karşılaşması olarak değil, kozmik bir
hareketin ifadesi olarak kabul edildiğini anlamak için XX. yüzyılın göbeğinde
bir Afrikalının uzun bir kuraklıktan sonra ilk yağmurları kabul etmek için
dinsel vecd ifadesi olarak kollarını kaldırışım görmek gerekir.
Canlıcılık kavramı, Afrika dinleri üzerine Batılı
bakışı, önce beylik düşünceler, sonra da önyargılar haline getirerek uzun süre
yıpratmıştır. Arap ve Avrupalı sömürgeciler için, sonra da Hıristiyan ve İslam
misyonerleri için Afrika mitlerinin ve efsanelerinin çeşitliliği ve
panteonlarının zenginliği, Afrika dinlerinin, çocukça olmasa da çocuksu olduğu
ve Afrikalıların hayalgüçlerini baobab, yılan ve ırmak ruhlarından evrenin
yaratıcısı bîr Büyük Tanrı kavramına yükselte
nim değildir:
Şintoculuk, Budizmi benimsediğinde Eski Japonya’da bu dunun görüldü. Bazı
Müslüman Çerkez kabileleri, bu yüzyılın başına kadar Hıristiyan Paskalya’smı
kutluyorlardı. Ve yazar, Yukan-Mısır’da, kendi evinde, inançlı Müslümanların
bir hastalık ya da erkek çocuk doğurması istenen bir gebelik gibi durumlarda
Aziz Georgios’a -“Mari Guirguisya da Aziz Antoine'a ‘Mari Antun"yakardıklarını
görmüştür.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
meyecek oldukları yanılsamasını yaratmıştır. Bu
önyargıyı, bütün kültürlerin en korkuncu olabilecek “medyatik” kültür yaymıştır
ve örneğin birçok yerde Afrikalıların fetişlere “taptıkları” ileri sürülmüştür.
Tam bir cehalet; çünkü Afrikalılar fetişlere “tapmamışlardır,” tapınma (bu
aslında aşırı bir ifadedir) fetişlerin temsil ettikleri ve etraflarında, tanrı
rızası için yapılan kurban törenlerinin örgütlen• diği cinler ve ruhlar için
geçerli bir ifadedir.
Ateizmle canlıcılığın denkleme sokulmasından daha
yanlış bir şey yoktur: Canlıcılık ya da ruhlara tapınma, başlangıç olarak,
tektanrıcılığın kavramlarına özdeş değilse de son derece yakın olan ruhun
ölümsüzlüğü kavramından başka bir şeye dayanmaz; bunlarla arasındaki temel
farklılık ruh kavramım insandan başka varlıklara da yaymasıdır. Afrika
kültürlerindeki her yerde mevcut dinsel duygu buradan kaynaklanır. Afrikalı
için, Tanrı’nın yarattığı her şey Tanrı Nefesi’nin bir parçasını içerir"
ve en keskin zekâ bile onun tüm sırlarına vakıf olamaz. Örneğin Sudan’daki
Dinkalar ve Şilluklar evrensel dengenin bağlı olduğu tanrısallığın bir
bölümünün her varlıkta var olduğuna inanırlar. Bir insan yaşlandığında ya da
ciddi olarak hasta olduğunda tanrısallık yanının çöküşü genel bir felaket
endişesi yaratır. Bu
"Canlıcılığın
(Alman fizikçi ve kimyacı Georg Emst Stahl’ın, evrensel bir can teorisini
belirtmek için XVIII. yüzyıl başında ortaya attığı terim) incelenmesi, bir
yüzyıldan fazla bir süre boyunca, Sir Edward Burnett Tylor’un 1871’de
yayımlanan Primitive Cıdture’den başlamak üzere, oldukça zengin bir külliyata
yol açmıştır. Taylor’a göre canlıcılık, tannsal bir gücü tasarlayamayan cansız
İle canlı arasındaki farktan etkilenen aşağı bir kültürün ürünüdür; Tylor’a
göre canlıcılık, ruhlardaki bir inanca indirgenmiş bir dindi ve dinler
tarihinin, tektanrıcılıga geçmeden önce, çoktanrıcılığın başlangıcındaki ilkel,
bir evresini oluşturuyordu; tarihin anlamı şeklindeki Hegelci yanılsama, bu
yorumda fark edilecektir. And re w Lang’a göre, 1898’de yayımlanan. The
Making of Religioıı’da, canlıcılık,
tersine, Helenik dinde olduğu gibi, mite dönüşmüş bir kahramanlar kültünden
kaynaklanıyordu. Modem antropoloji, canlıcılığın katı yorumlarını tamamen terk
etmiştir. Canlıcılıkta, modem ekoloji akımlarıyla çarpıcı biçimde birleşen
“kozmobiyolojik” bir din görürler.
AFRİKA
kabilelerde hastaların ve can çekişenlerin öldürülmelerinin
(ya da geçmişte böyle yapılmasının), nedeni budur. Neredeyse bütün Afrika dinleri
bu kozmik yöne tanıklık ederler.
İkinci olarak, Afrika dinlerinin büyük bölümü, evrenin
yaratıcısı İlahi bir Tanrı’nın varlığını ileri sürerler. Kısmen antropolojik
tespitlerden güç alan karşıt bir önyargıyı çürütmek için birçok çağdaş Afrikalı
yazar bunu zaten kanıtlamıştır.12 Batı, tektanrıcıhğı
"keşfetmiş” olmakla, haksız olarak, uzun süre böbürlenmiştir ve tüm diğer
dinleri “putperest” ya da "ilkel” olarak reddetmiştir; bu olsa olsa bir
aldatmacadır, çünkü, bir yandan, tektarirıcılık IÖ VI. yüzyılda Zerdüşt tarafından
-deyim yerindeysekeşfedildi ve diğer yandan eski Afrika dinleri hakkında bugün
bilinen şey, çoktanrıcı dalları olsa da, uzun süre tektanrıcı olduklarıdır.
Örneğin Dinkaların mitolojisi Samilerin Cennet mitinin öncüllerini bile içerir:
Çok eski zamanlarda her insan varlığı Tanrı’ya özgürce ulaşabiliyor, ıstırap ve
ölüm bilinmiyordu. İnsanda bulunan bu iki kötülüğün en açık belirtilerinden biri
budur. “Acı çekmek ve ölmek için yaratılmış olamayız. Eskiden başka türlüydü,
fakat bir kaza meydana geldi.” Yine de Cennet mitinin evrensel olması
olanaklıdır, çünkü o sadece yitik çocukluğun nostaljik hikâyesidir.
Doğaüstü vç bağımlı güçlerin atfedilmiş olması, bu
Tanrı’nın gücünün azalmasını, değil, Yaratılış hikâyesinde Tanrı’nın ikincil
tezahürlerini temsil etme gerekliliğindendir. Çünkü bu, Tekvin’de olduğu gibi
Afrika dinlerinde de bir hikâyedir. Aslan-insan ya da çakal-insan gibi güçlerin
müdahalesi bu dinleri yaratan kültürlerin doğal yansısıdır; tıpkı, Yahudi ve
Hıristiyan tektanrıcılıklarmda Yaratıcı’nm beyaz sakallı, kıskanç ve kaprisli
bir ihtiyar olarak temsil edilmesinin İbrani topluluğunu temsil eden
ataerkilliğin yansısı olması gibi.
12Bolaji İdowu, Olodumare: Godin Yoruba Belief, Longman, Londra, 1962.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Afrika kültürlerinde tanrının her yerde mevcut olması,
Batılı için uzun süre anlaşılması güç bir şeydi, çünkü ona göre varoluş sorunu
şu alternatifin iki ucu dışında çözümsüzdür: Ya Tanrı vardır ve esrarengiz
biçimde adaletsizdir ve İyiliğin tekelini ona atfedemeyiz ya da Tanrı yoktur ve
dünya saçmadır. Afrikalıya göre ise, tersine, çelişkiler görünüştedir ve
insanın dünyayı bütünü içinde kavramasının olanaksızlığından kaynaklanır.
“Gündelik varoluşunun içinde zamanın bu yanlarının [tanrıların ezeliliğininl
eşzamanlı varlığı içinde Yoruba inancı15 uzun süreden beri
bilinmektedir, fakat hâlâ yanlış yorumlanmaktadır,” diye yazar Nijeryah Wole
Soyinka.14 “Bu soyut bir fikir değildir. Yoruba, zamanın tamamen
kavramsal yanlarıyla ilgilenen. Avrupalı gibi değildir; bunlar onun dünyasının
metafizik düzenini açıklamaya yönelik törensel davranışlar olarak onun
yaşamında, dininde ve duyarlılığında son derece somut olarak
gerçekleşirler...” Fakat, açıkça ırkçı nitelikteki bazı Avrupalı yorumların
tersine Yoruba “kendisi ile tanrısallıklar arasında, kendisiyle ataları
arasında, gücül olanla gerçeklik arasında...” açıkça ayrım yapar. (Soyinka)
Ayrıca, Afrika dinlerinin kuşkusuz en modern dinler
oldukları ve Kuzey Amerika yerlilerininki gibi kaybolma yolundaki başka
dinlerle birlikte, ekolojide ifadesini bulan XX. yüzyıl sonunda ortaya çıkan
gezegen bilincine doğrudan katıldıkları vurgulanmalıdır. Bunlar, gerçekten de,
doğayla birliğin dinleridir. Rene Bureau’5 bunu şöyle ifade eder:
“Afrikalı insan doğanın mutlak efendisi değildir. Doğada bere-
15Yorubalar,
Benin Halk Cumhuriyeti olan eski Dahomey’in doğusunda ve Nijerya’nın
güneybatısında bulunan geniş bir kavimdir. Mısır törenlerinin, gelenek ve
maskelerinin inkâr edilemez unsurları eskiden Mısır’dan gelmiş olduklarım
düşündürtür.
I4Wole Soyinka, Myth, Literatüre <md the Afriam
World, Câmbridge University
Jress, 1976.
l>Rene
Bureau, “Les Religions: specificites, rivalites, analogies L’Afrique noire,” Atlas Uııiverstılis des religions, Encylopedia Universalis,
Paris, 1968.
AFRİKA
ketin, sağlığın ve genel olarak doğal fenomenlerin
kaynaklarını elinde bulunduran varlıklar vardır...” Tanrı, “ilahi ata,
Tanrı’nın töz çeşidi, kimi zaman birçok ikizinin eşlik ettiği ve insanın
göremediği varlıklar çokluğudur... yaşam denen evrenin temel
gerçekliğini yönetir ve hükmederler. Dünya, bu yaşamsal modelden ve onun tersi
olan ölümden yola çıkarak kavranır. Bu anlamda, ‘kozmo-biyolojik’ dinden söz
edilebilir. İnsan, bu kozmosun parçasıdır, ona dahildir; ona bağlıdır; onun
kullanıcısıdır, sahibi değil." Afrika dinlerinin, beyaz adamın, kendini
uzun süre sahibi sanarak, kozmosun havasını, suyunu ve topraklarını
yağmaladıktan sonra, günümüzde yeniden keşfettiği bu saygının dinleri
oldukları söylenebilir.
A. Ba Hampate ve Germaine Dieterlen bu saygının
Afrika’da, “oturulan mekanın (köy düzenlemesinin), kişi ve çevresi arasındaki
ilişkinin temeli olan düzenlilik kaygısını genellikle kusursuz biçimde yansıttığf’m
belirtirler.16 “Ayrıca," der Sow, “bazı yerleşimlerin mimarisinin
kozmosun yapısını yansıttığı bilinmektedir... Kozmosun en küçük bölümünü
temsil eden [ev], hem insan varlığının örgütlenişine ve denetimine tamamen tabi
bir altyapıdır hem de evren düşüncesini en yüksek düzeyde ifade eden bir
üstyapıdır.”17
Doğal düzeni korumak olan temel ilke kavranmadığı
takdirde Afrika dinlerini (ve “ilkel” denilen dinleri) kavramaya çalışmak
olanaksız, hatta yararsızdır. Jean-Jacques Rousseau’da ve onun ünlü “iyi yürekli
vahşi” mitinde de kısmen aynısı görüldüğünden, özellikle Afrika’ya ait
olmaktan uzak olan bu dünya kavrayışı, dünyanın başlangıçtaki saflığı içinde
nasıl devam edebileceğini belirlemek ve bu saflığa karşıt karışımları
engellemek için dünyanın mevcut haliyle bir envan-
16A Ba Hampate ve Germaine Dieterlen, Koumeıı, texte
initatlque des pasteurs peuls, Mouton, 1961.
171. Sow, Les Structures antropologiques de la folle en Afrique
noire, Payot, 1978.
■■....... -. -......... -....... -----............... - i............. - ‘............ ’
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
terini çıkarmaya da “doğal olarak” yöneltir.18
Bu kavrayış, insan ruhunun tasarlayabileceği tüm tuhaflıklara yöneltilebilir;
örneğin “Kikuyularda [Kenya] bir insan, deniz hayvanı olan kurbağanın ateşe
atladığını gördüğünde iffetsiz olmakla suçlanır. Bu günahtır ve itiraf
edilmesi gerekir."19 “Garip, alışılmamış şeylerin tonda
(tabu sözcüğüne benzer bir anlamı vardır) diye adlandırıldığı Baha’larda, bir
yerli, ülkeye ilk kez gelen muzları, tonda diyerek yemeyi reddeder.”20
Çin’de olduğu gibi birçok Afrika kabilesinde de
(tamamen farklı nedenlerle) uygulanan atalar kültünün nedeni budur:
Başlangıçtan beri aynı kalmış bir dünyanın yitik tanıkları olan ölüler ilahi
bir tinsel otorite edinirler. Örneğin Kuzey Gana’daki Tallensilerde ve LoDagaalarda,
yaşayanların ahlaki ve yasal kurallarını onlar belirlerler.21
Dünyanın, mevcut haliyle, doğasına dahil olduğundan ve
kendi de “doğal” olduğundan bizim mitolojimizde çok büyük bir rol oynayan
Şeytan’ın, Afrika dinlerinde kesinlikle yeri yoktur. Gerçekten de, Hıristiyan
ve Müslüman etkilerine rağmen Şeytan Afrika dinlerinde kendine yer
bulamamıştır. Onu Düşman olarak kabul etmek gerekseydi, aynı zamanda,
iffetsizliğin de her zaman var olduğunu, başka deyişle
İ8Bu, Roger Calloİs’nın “Le pur et l’impur” de açıkça ifade
ettiği saptamadır. Histoire gtntrale des religions, c. 1, Quillet, 1948: “İlkel denen toplumlardaki
yasaklanıl çoğu, ilk bakışla kanşımı engelleme yasaklandır. Doğrudan ve dolaylı
temasın, kapalı bir yerdeki eşzamanlı varlığın kanşımlar oluşturduğu kabul
edilir.”
19 Jean Cazeneuve, Socioiogie
du rite, Presses Universitaires de France, 1971.
20 Cazeneuve,
aktaran P.W. Perryman, a.g.e. Batı toplumlanmızda yeni unsurların
şeytanlaştırılmasının, bu loplumların tam da aşağı kabul ettikleri “İlkel”
toplumlar gibi davrandıklarını büyük ölçüde kanıtladığı görülecektir. Fransa’da,
vaizlerin rock and roll’u Şeytan hilesi olarak nitelediklerine birçok kez tanık
olunmuştur. Irkçılığın “ilkel” bir düşüncenin ifadesi olduğu ve kendilerine
ırksal saflığın bekçiliği görevini vermiş olan sözümona Alilerin “aşağı ırklar”
karşısında Baila’lann muzlar karşısındaki davranışı gibi davrandıkları ileri
sürülebilir.
21 “Primitive
Religion," Encyclopaedia Britannica,
1980.
AFRİKA
iffetsizliğin iffeti oluşturduğunu kabul etmek
gerekirdi; bu da Afrika dinlerinin felsefesiyle bağdaşmaz, Afrika dinlerinde
İlk Günah yoktur, sadece Hata vardır. Dünyadaki Kötülük, insanların kozmik
düzene dahil olma ya da ona saygı göstermedeki yetersizliğinden kaynaklanır
ve bu düzen, yaşamın sürdürülmesi gibi, kendi korunması için de gerekli
özellikleri ve pratikleri gerektirir. Afrika toplumlarında tören kurallarının
bolluğunun ya da aşırı bolluğunun nedeni budur. Bu aşırı bolluk, “laikliğe,”
yani davranışlarının ve gündelik yaşamındaki olayların anlamsızlığına'alışkın
Batılı gözlemciyi her zaman etkilemiştir.
Örneğin kaybolma yolundaki bir topluluk olan ve Sudan,
Kenya ve Uganda arasında, Rudolf Gölü’nün güneybatısındaki dağlık bölgede
yaşayan Ik’lerde gökyüzü tanrısı Didigwari, insanlara mızrak vermiş ve bunu
birbirlerini öldürmede değil, avcılık ve toplayıcılıkta kullanmalarını
emretmiştir. O zamana kadar insanlar bu tanrıya serbestçe ulaşabiliyorlardı,
onunla konuşabilmek için sarmaşıklara tırmanmaları yetiyordu, Fakat, iyi
avlanan erkekler paylarını kadınlara vermeyi ihmal edince hoşnutsuz olan
Didigwari sarmaşıkları kesti ve erkekler onu görmek için yukarı çıkamadılar.
Ders alınacak bu hikâye, erdemlerin gerekliliğini sadakatle yansıtmaktadır;
İyilik, cömertlik, saygı, sevgi, namusluluk, misafirperverlik, merhamet,
yardımseverlik gibi erdemlerin yokluğunda Ik toplumu kendi kısır ortamında
yaşayamazdı. Ik’lere göre, bu erdemleri gösteren bir kimsenin bekleyeceği ödül
yoktur, çünkü onları sergilemekten edindiği zevkle ödüllendirilir.22
.
Demek ki, Şeytan, Afrikalılara göre kozmosa tamamen
yabancı olmakla kalmaz, dahası, onların dinlerinden de dışlanmıştır, çünkü
Şeytan kavramı insanın özgür iradesini kabul eder, ama bu düşünce
22Colin M. Tumbull, The Mountain People, Simon Schuster, New York, 1972.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Afrika dinlerinin felsefesiyle bağdaşmaz. Sonuna kadar
yararlandığımız kötülük tercihinin bir Afrikalı için hiç anlamı yoktur; tabii
bizim “Batılılaştırdığımız” Afrikalılar bir yana. Gerçekten de, bu dinleri
meydana getiren mitolojilerin trajik görünüşüdür bu, çünkü, Victoria Nyanza
bölgesindeki Basumbwa kabilesindeki Genç Adam ve Ölüm efsanesinin gösterdiği
gibi, ölüm orada hüküm sürer: Genç bir adam, ölmüş babasını Ölüm’ün sürülerini
yönetirken görür. Hayalet genç adamı bir kalabalığın toplandığı bir bölgeye
doğru, toprağın içine dalan bir 'ize sürükler ve orada baba oğlunu terk eder.
Ölümün. Büyük Şefi ortaya çıkar, bedeninin bir bölümü mükemmeldir, fakat diğer
yarısı çürümektedir ve kurtlar kaynamaktadır. İnananlar kurtları toplar ve
yarı-kadavra adamın yaralarını yıkarlar, yıkama işi bittiğinde Ölüm, o gün
doğacak olanın ticaret yaparsa hırsızlığa uğrayacağını, o gün hamile kalan
kadının doğumda öleceğini, tarlasında çalışanın ürününü kaybedeceğini ve
ormanlarda dolaşanın aslana yem olacağını bildirir. Sonra, Ölüm yok olur,
ertesi gün tekrar ortaya çıkar ve inanlar bedeninin mükemmel kısmım yıkar ve güzel
kokular sürerler. İşlerini bitirdiklerinde, Ölüm o gün doğanın zengin
olacağım, o gün hamile kalacak kadının uzun süre yaşayacak bir çocuk doğuracağını,
o gün doğacak çocuğun işlerinin yolunda gideceğini, o gün ormanda dolaşacak
olanın birçok av hayvanı yakalayacağını ve hatta filler bulacağını bildirir.
Ölü baba kötü günde gelen oğluna şöyle der: "Eğer
bugün gelmiş olsaydın, şansın açık olurdu, fakat senin payına düşen
yoksulluktur, apaçık ortada. 0 halde, yarın, çekip gitmelisin.
Deme}< ki yazgı önceden bellidir ve kaçınılmazdır,
insanın, İlahi iradeye isyanı bile aklın alabileceği bir şey değildir. Bu
isyan, kozmik düzeni altüst ediyordu, en büyük suçtu, bunun yankısı Mısır di-
23Joseph Campbell, Primitive Mythology, Viking Penguin İne., Londra, 1969,
AFRİKA
ninde bulunuyordu: Öle dünyada ruhların tartısını
denetleyen tanrı Maat, ölen kişinin dünyanın dengesini altüst edip etmediğine
tanıklık etmek üzere hazır bulunur. Afrika dînlerini birbirinden ayıran farklılıklar
ne olursa olsun tamamen tanrısallığı merkez alırlar ve karşıt bir Kötülük
İmparatorluğu yoktur. Dogonlara göre her insanın doğuştan itibaren bir hayvan
ruhuna sahip olduğunu ve sünnetinde de Güneş-Kertenkele’nin ruhuna sahip
olduğunu Su Tannsfnda, Ogotemmeli aktarır. Bir Kötülük İmparatorluğuna doğru
yönelme söz konusu değildir: Yasaklar, kabileyi doğal yasalara bağlı kılar ve
bunların ihlali hatadır, suç değil.24
Kozmik düzene karşı çıkan ve etkisiz hale getirilmeleri
büyücülerin önemli görevi olan “kötü irade’hin ifadesi olan kötü ruhlar “ikincil
şeytanlar” olarak değil, ölünün geçmiş hatalarının, kıskançlıklarının,
hoşnutsuzluklarının belirmesi ya da ihlal edilmiş tabuların izleri olarak kabul
edilmelidir. Afrikalının hedefi, yolundan sapanı düzen alanını geri getirmektir,
onu dışlamak değil.
Bu dünya görüşünün en anlamlı ifadelerinden biri,
Afrika’nın “deliliğe” uyguladığı tedavidir.25 Batı’da XVIII.
yüzyıla kadar bir lanet,
24Afrika
dinlerinin hızlanan yok oluşu sadece kara kıtanın islamlaştmlmasından ve
Hıristiyanlaştırılmasmdan değil, dahası ve özellikle, dünyanın düzeninin
altüst olması gerektiğini ileri süren politik sistemlerin kıtaya girmesinden de
kaynaklanır: Angola, Mozambik, Zimbabwe, Etiyopya’da Marksizm!, başka yerlerde
parlamenter ya da sözde parlamenter sistemleri XX. yüzyılın sonunda Afrika
kültürlerinin geri dönüşsüz yok edilişi izler.
25 Zihinsel sorunların epidemiolojisini ortaya koyan I. Sow, keskin
psikozların büyük sıklığım ve nevrozların az rastlanıldığını ortaya koyar.
Geleneksel ortamda kendinden geçmenin garip, anlaşılmaz bir fenomen,
olmadığını gözler; varoluşun parçasıdır ve bu sıfatla, her zaman bir açıklaması
vardır. H. Gollomb’ım Boııffees delirantes en psychiatrie africaine incelemesinden alıntı yapan Sow, “ne reddetmeye ne de
yabancılaşmaya yol açan bu tavrın yararlı sonuçlan ortadadır. Kronikleşmeyen
kendinden geçme deneyimlerinin hızlı çözümü genellikle kuraldır,” diye yazar.
Bu tavır, “mantık Öncesi” düşünceye sözümona bağlaşık olan ve zihinsel hastalık
“şeytanlaştınlmış” olduğundan ve XX. yüzyılda bile Şeytani Kötülük’ün değilse
de herhangi bir kötülüğün teza-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
hatta Şeytanın tezahürü olarak kabul edilen ve buna
göre tedavi edilen delilik Afrika’da topluluk tarafından kabul edilir; bu
durum, çatışmaşız bir çözüm sağlar: Zihinsel hastaların %90’t hızla iyileşir.26
Dr. Knock’un ünlü paradoksunu tersine çeviren Afrikalı her hastalığın,
bilmediği bir iyiliği getirdiğini kabul eder.
Şeytan olmadığından, mitik güçler arasında çatışmalar
olsa da, dünyayı ikiye bölen, bir tanrının diğerine isyanı da yoktur. "Tanrı’nın
hayal kırıklığına uğramış ve hayal kırıklığına uğratıcı evladı” Çakal, büyük
örgütleyici Söz’e sahip olmak istediğinde, annesi olan Sözün giysilerinin
üzerine elini koyar, yani ensestvari bir edim gerçekleştirir. Söz direnir ve
bir karınca yuvasında karınca haline gelerek kaçar. “Fakat Çakal onu takip
ediyordu; dünyada arzulanacak başka kadın yoktu.” Sonunda Söz yakalanır ve
“ensestin büyük sonuçları olur: Öncelikle Çakal konuşmaya başlar; bu, onun,
sonsuza kadar, gelecekteki kâhinlere Tanrı’nın niyetlerini göstermesini
sağlar.”27 Yani, yasak, düzene dahil edilir.
Ayrıca incelenmesi gereken bu duruma sık rastlanır,
çünkü ensest birçok mitolojide önemli bir yer işgal eder. Grigorieff28
üç tür ensest tarif eder: Kendi kendine ensest ya da iç ensest, “Bir’in kendi
eşitinden ya da başkalığından çıkabilmesi için mantıksal olarak gereklidir;”
hürü
olarak sunulduğundan hastanın, zihinsel sakatlığa yol açan psikotrop ve
elektroşok dalgalarıyla tedavi edildiği Batı toplumlanyla karşılaştırılacaktır.
Daha anlamlısı Afrika’daki ve Batıldaki büyük psikozların -intiharkarşılaştırmalı,
geçiş evresidir: Dakar’da 1962 yılında 100 bin kişi için 0,78 idi, Nijerya’da
1961 yılında yine 100 bin kişi için l’den azdı; oysa ki Avrupa ve Amerika
Birleşik Devletleri için ortalama oran, aynı dönemde, yine 100 bin kişi için
17’ydi; yani yirmi kere daha yüksek. 1. Sow, Les Struetur es anthropologiques de
ki Jbîie en Ajric/ue noirc, a.g.e.
Tl. Collomb; aktaran
Sow, Les Structures cnıthropologk/ues de lafolie en Afnque ııoire, a.g.e.
27 °
Griaule, Dieıı
d’eau, a.g.e.
28Vladimir Grigorieff, Mythologies du monde entier, Marabout, 1986.
AFRİKA
Gaia, Toprak örneği Yunan mitolojisinde ünlüdür; Gaia, başlangıçtaki
kaostan çıktıktan sonra, erkek müdahalesi olmadan oğlu Uranos’u doğurur. Bunun
ardından ana oğul arasındaki esas ensest gelir: Gaia’nın durumunda olduğu gibi
toprak-ana ile birleşen oğul. Gaia, oğlu Uranos ile birleşip Titanları ve
Titanidesleri doğurmuştur. Son olarak da, kuşakların doğması için gerekli olan
ikizler arası ensest. Bu, Mısır krallığında görülen durumdur; firavun eğer kız
kardeşiyle evliyse meşruluğu kabul görür.
Fakat, düzensizliğin, yani Afrika dinlerine göre
iffetsizliğin teorik taşıyıcısı olan ensest, çağdaş Batı’da bizim yüklediğimiz
anlamlardan genellikle farklı nüanslar içerir. “Genellikle, yasaklanmış olan
şeyin cinsel edim değil, sadece aynı kabileden insanlar ya da akrabalar arasındaki
evlilik olması dikkate değerdir.”29 Cinselliğin ancak toplumsal
edim olarak değeri vardır, özel edim olarak anlamsızdır. Batı’nın özel
cinselliğe yüklediği yasaklar sistemi yoktur. Batı’da mastürbasyonların ve
zinaların suçortağı Şeytan’m Afrika’da hiç anlamı yoktur. Turnbull, aynı kabiledeki
oğlan çocukları arasındaki cinsel ilişkinin hiç sorun yaratmadığını
gözlemlediğini aktarır.30 Başka gözlemciler de, ilk bakışta
özellikle kozmik düzen için tehlikeli gözüken bir cinsellik türü olan
eşcinselliğin ritüelleşmesine uzun incelemeler ayırmışlardır.31
Örneğin Gineli Bandalarda açıkça eşcinsel nitelikli davranışlar herkesin
önünde cereyan eder.'32 Eşitlikçi gelenekli Doğu Afrika (Sudan,
Kenya) topluluğu olan Masailerde birçok kadına sahip olmak aynı yaş düzeyindeki
insanların, kafalarından bir yasak fikri geçmeden eşlerini birbirlerine
vermelerini sağlar.
29
Cazeneuve, Sociologie du rite, a.g.e.
30Turnbull, The Mountain People, a.g.e.
3lJohn A. Bames, African Models in the Guinea Highlands, Man, LXI1, 2, 5-9.
32 Angelo ve Alfredo
Castiglioni, Adanıs 5chwr<e Kinder, Schweizer Verlaghauss AG, Zürih, 1977.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Böyle bir tavır elbette şaşırtır, çünkü Batılı normlara
göre eşcinsellik kozmik düzeni tehdit eden tipik davranışlardan biri olarak kabul
edilmelidir. Oysa durum, iki nedenden dolayı böyle değildir. Önce, Afrika
mitolojileri iki farklı cinsiyetin tek bir kişide varlığını kabul ederler:
Dogonların “tarihçisi” Ogotemmeli, “Nommo... her çocuğa İki farklı
cinsiyetin ruhunu verir,” der. Sünnetin oğlan çocuğunü, “kertenkele”nirı (penis
başım örten deri) alınmasıyla kadm ruhundan kurtarıp kurtarmadığı sorulduğunda
şu cevabı verir: “Hayır, eksilmiş bir kadın ruhu olan gölgesini hâlâ
korumaktadır."33
Dahası, Afrika kültürlerinin Batı kültürleriyle aynı
“organik” ya da biyolojik cinsellik temsilleri yoktur: Örneğin Yukarı-Kongo’nun
Azandeleri “ceninin elemanlarının bir kerede bırakılmadığına, yumurtalığın
birkaç güne yayılan art arda döllenmesine'bağlı olduğuna” inanırlar. 4
Mısırlılara göre bir soyun kesinliği ancak annenin bilinmesine bağlıdır, bu
nedenle firavun ancak kız kardeşiyle simgesel olarak evlenirse meşru kabul
edilir, çünkü kendi soyundan gelenlere bu meşruluğu aktaracak olan sadece kız
kardeştir.
Demek ki, eşcinselliğin "doğa karşıtı cinsellik”
olarak ya da zinanın kutsal bir'yasanın ihlali olarak görülmesine Afrika
dinlerinde yer yoktur; en azından Hıristiyanlığın ya da Islamın izini taşımayan
ve bir Şeytanla bir arada olmayanlarda bu yoktur. Her iki davranışında
ritüelleştirilmesi, bir çatışmayı, toplumsal ve kozmik düzeni tehdit eden bir
çatışmayı ortadan kaldıracak ve sımnrlı, fakat gerçek (ve eşcinsellik
durumunda genel olarak yeniyetmelikle sınırlı)35 ya da top-
3iGriaule, Dieu d'eoıı, a.g.e.
MHarokl, Reynolds, Notes on the Azaııde Tnbe of the Congo’dan aktaran LevyBruhl, Lrı Meniohte
primitive, Presses Universitaires
de France, 1922.
55 İlkel denen toplum larda eşcinselliğin
ritüelleştirilmesi ancak çok geç olarak özellikle yetmişli yıllardan
itibaren--ve kısmen incelenmiştir. Benim bildiğim kadarıyla, kuşkusuz
cinselliğin bir yanını genel olarak utanç verici gören geçen yüzyılın ve bu
yüzyıl başının etnologlarının ünü nedeniyle özellikle Ma-
AFRİKA
lum için önemli olmayan bir cinsellik biçimini topluma
dahil edecek biçimde tamamen Afrikalılara özgü bir iradeden kaynaklanır..
Bizim Batılı ve ikili kavramlardan oluşan -a’nın b
olamayacağımantık sistemimiz Afrika’nın düşünce tarzını anlamamızı olanaksız
kılar. Bu düşünce tarzına göre, a kuşkusuz b değildir, fakat eşzamanlı
olarak ondan ayrılamaz, tıpkı nicemsel mekanikte ışığın hem cisimciklerden hem
de dalgalardan oluşuyor olması gibi çatışkısal düşünce. Senegal ve Nijer
ırmaklarının yukarı yakasında yaşayan ve suyun yaşamlarında önemli bir yer
işgal ettiği Bambaralarda da şu kozmogoni anlatılır: Boşluğun sesinde olan
Glan ya da sesin boşluğu, Dya’yı meydana getirmek için ikiye katlandıktan
sonra, bunların birleşmeleri titreşimleri meydana getirdi; bu titreşimlerin
içinde yaratılmamış şeylerin işaretleri yüzüyordu. Glan-Dya kendi iradesini ya
da “düşünme-davranma”yı, Yo’yu o zaman yaydı. Yo, bütün yaratılışı düzenledi,
“düşünen-davranan” insan henüz ayırt edilmiyordu, Eril bir tanrı olan Yeryüzü,
Pemba gökyüzü Earo’dan canlandırıcı, bereketli suyu aldı36 (“doğal”
ikicinsiye dil iğin diğer durumu).
Bu kozmogoninin çeşitlemelerinden birinde Pemba,
“kadın-dişi-
lezya’cla incelenmiştir. Örneğin 1930’da, Trobriandlann
eşcinselliği utanç verici ve aptallara ait bir etkinlik gördükleri konusunda
güvence verdikten sonra Malinowski, aşikâr bir kararsızlıkla olsa da,
eşcinselliğe “geleneğin izin verdiği”ni ve “bu nedenle oldukça yaygın"
olduğunu yazar. (La Vie sexuelle des sauvages du novd-ouest de la Melanesie, Petite Bibliotheque Payot, 1970.)
36
A.g.e. Sırası gelmişken belirtelim, Yo kavramı Soyinka ile birlikte, eski
dinler konusunda, Cari Jung’da görüldüğü gibi, Avrupalının küçümseyici ve hakaret
edici bazı söylemlerinin saçmalığım göstermeye teşvik eder: “İlkel mantık
bilincin genişlik ve yoğunluk olarak daha az gelişmesiyle uygar mantıktan
ayrılır. Düşünme, isteme, vs. gibi işlevler henüz farklılaşmış değildir ve
[ilkel insan] iradenin kronik düşkünlük durumu nedeniyle her türlü bilinçli
irade çabasından uzaktır, bir şeyi sadece düşledi mi yoksa gerçekten denedi mi,
bunu bilmek neredeyse olanaksızdır.” Jung ve Kerenyi, bıtroduction
a la Science de îcı nıydıologie.
Örneğin 111. Reich Almanya’sında düşünce ile istemenin ayrı olup olmadığım
Jung’a sormak gerekirdi.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
lik” Muso Koroni’yi tasarlar, onu eşi yapar ve bitkilerle
hayvanlar doğar. Fakat, gücünü yaymak amacıyla Pemba, insanlığın bütün kadınlarıyla
birleşmek ister ve kadınların salgısı yetmediğinden kadınların ve erkeklerin
kanını da ister. Böylece insan yaratıklarını kötüye kullanır, karşılığında
onlara ateşi verir. İnsanlar çökmeye başlarlar ve onları, "kanlı ve ikiz
meyve” olan domatesi vererek kurtaran ise gökyüzü Faro olur, diye aktarır
Grigorieff. Bunun üzerine Pemba ve Faro kavgaya tutuşurlar, Pemba yenilir ve
insanlığa karşı kin duyar: insanlar ölümlü olur. Fakat Faro dünyada düzeni
egemen kılar ve düzeni korumakla cinleri görevlendirir.
Bu çatışma uzlaşmaz İlkelerin, Yeryüzü ile Gökyüzünün
çatışmasıdır ve Pemba’nın cinsel ölçüsüzlüğü olmasaydı etik özellik taşımayacaktı.
Oysa ölçülülük teması birçok Afrika dininde egemendir: Yorubalardaki bir mit,
yıldırım tanrısı, aynı zamanda da Oyo şehri tiranı Sango’nun, iktidarını kötüye
kullandığı gerekçesiyle karşıtlarınca intihara mecbur bırakıldığım anlatır. Bu
konuda, aşırılıkları cezalandırmakla görevli Yunan tanrıçası Nemesis nasıl
hatırlanmaz?
Yine Grigorieff in aktardığı bu mitin başka bir
çeşitlemesinde Osiris miti açıkça görülür. Gökyüzündeki iki yumurta önce iki
ikiz çift getirdi, erkekler, sırasıyla Pemba ve Faro idi, yani Yeryüzü ve Gökyüzü.
Vaktinden önce doğan Pemba yaratılışa hakim olma projesi tasarladı ve ilk
plasentanın bir bölümüne sahip oldu, bu da Yeryüzü haline geldi, fakat kuru ve
kısırdı. Bunun üzerine Pemba gökyüzüne çıkmak ve plasentanın geri kalanını
oradan almak, sonra ikiz kız kardeşiyle birleşmek istedi. Tanrı, İkiz kız
kardeşi diğer çifte emanet ederek ve plasentanın geri kalanını güneş haline
getirerek Pemba’nın tasarısını bozdu. Yine de Pemba, gökyüzünden sekiz erkek
tohum çalmayı başardı ve onları toprak-anaya ekti, yani ensesi bir ilişki söz
konusuydu, çünkü bu toprak ana plasentasından çıkmıştı. Toprak kısır olmasına
rağmen tohumlar yeşerdi ve çeşit çeşit darı meydana
AFRİKA
geldi. Bununla birlikte Faro iğdiş edildi ve onun
organından ağaçlar doğdu. Fakat Tanrı, Faro’yu gökyüzünde insan biçiminde
diriltti, sonra onu bir gemiyle yeryüzüne indirdi...
Bu ikinci çeşitleme de birincisi kadar çatışkılıdır,
fakat Pemba-Faro karşıtlığının çözümünden yine de düzen doğar. Burada, evrensel
bir dini kavram görülür. Bu, kurban yoluyla, söz konusu durumda Faro’nun kurban
edilmesiyle düzenin yeniden oluşturulmasıdır. Pemba, Seth’i ve Faro da Osiris’i
çağrıştırır; Osiris’in de kolları ve bacakları koparılmış ve gökyüzüne
götürülmüştür. Fakat Pemba, Bambara mitolojisinde, Mısır mitolojisinde Seth’in
tanımlandığından daha kötücül bir güç olarak, tanımlanmamıştır. Afrika
dinlerinde Şeytan yoksa, bunun nedeni çatışmaların denge içinde çözümlenmiş
olmasıdır.
Ayrıca, hiçbir Afrika dini dünyanın esrarım birbiriyle
bağdaşmaz iki varlığa bölmemiştir: Yorubalarda Obaluaiye de denen Shopona çiçek
hastalığının tanrısıdır ve nehir tanrıçaları Oshun ve Oya ve kâhinlik, tanrısı
îfa’nın (Atlantik’in öte yakasında, Brezilya’nın vodu ayinlerinde de rastlanır)
yanında yer alır. Boş imanların tanrısı, kadıntoprağı ve kocası
erkek-gökyüzünü, ardından gözler olan yıldızları, kadm-ayı ve hayvanları
yarattıktan sonra, bütün insanların atası 'olan erkek-aslanı yaratarak
yaratılışı tamamladı; yaratılış tamamlandığından Şeytan’m karşı-iktidarına
gerek yoktu.
Kenya kabilesiolan37 Wahungwe Makoni’lerin
bir yaratılış mitinde Ay’ı temsil eden ilk insan Mwuetsi yaşadığı gölün
dibinde sıkılır ve toprağın üzerinde yaşamak ister. Oraya gönderilir, yine
sıkılır, fakat geri dönemez. Tanrı onu ölümlü olduğu konusunda uyarır ve bir
eş verir: Sabah Yıldızı Massassi. Mwuetsi ve Massassi birleşirler ve otları,
çalıları ve ağaçları meydana getirirler, mutlu yaşarlar. Fakat bu mutluluk
Massassi’nin ölümüyle son bulur. Mwuetsi sıkıntısını
37beo Frobenius ve Douglas Fox, African Genesis, L’Univers fqntastiques des mythes, a.g.e.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
yeniden Yaratıcı’ya
haykırır. Her zaman ilgi gösteren Yaratıcı ona Gece Yıldızı Morongo’yıı
gönderir. Yeni çift birleşir ve ilk gece tavukları, inekleri ve keçileri
doğururlar; ikinci gece antiloplar! ve sürü hayvanlarını doğururlar; üçüncü
gece kız ve erkek çocukları doğururlar. Yaratılış tamamlanmıştır, fakat Mwuetsi
böyle düşünmez ve tanrı iradesine karşı çıkarak Morongo ile yeniden çiftleşir.
Bu kez eşi leoparları, aslanları, yılanları ve akrepleri doğurur ve sonunda
dev bir engerek olan Mamba doğar. Bundan ders almayan Mwuetsi, Morongo’yla
yeniden çiftleşir. Bu kez Morongo’nun oğlu ve kocası, yılan yatağından çıkar
ve Mwuetsi’yi kalçasından ısırır. Ciddi şekilde hasta düşen Mwuetsi, kendi
kızlarıyla ensest yaparak doğurduğu halkının kralı olduğundan, topluluk
tarafından ölüme mahkûm edilir. Burada yılan dengenin simgesel koruyucusundan
başka bir şey değildir.
Afrika kültürlerinin isyanı kozmik düzene bir tehdit
olarak kabul ettiklerini yukarda gördük. Bunu sezdikleri ya da denedikleri için
değil: Zambiya’nın Bant ularında, ilk erkeğin ilk kadından doğumu mitinde bu
durum alaycı bir biçimde görülür: “Başlangıçta, Tanrı toprakta iki delik açtı.
Birinden erkek, diğerinden kadın çıktı. Tanrı onlara bir yandan toprağı
kazmalarını ve darı ekmelerini emreder, diğer yandan da darılarını
pişirecekleri bir ev inşa etmelerini emreder. Fakat erkek ve kadın, Tanrı’nm
emrine uymak yerine, elde ettikleri darıyı çiğ yerler ve ev inşa etmek yerine
ormanda otururlar. Bunun üzerine Tanrı maymunları çağırır ve onlara da aynı
emri verir. Maymunlar emre titizlikle uyarlar. Tanrı çok hoşnut kalır ve
kuyruklarını keserek şöyle der: “İnsan haline gelin!” Sonra da, onlardan
kestiği bu kuyruğu erkeğe ve kadına ekleyerek, “Maymun olun!" der.™
Nijerya’da yaşayan Nüp’lerdeki konuşan kafatası mitinin
gösterdiği gibi Afrika mitolojilerinin mizahı gönüllü olarak uyguladıkları
™ Grigorieff, Mytlwlogies du nıoııde enlier, a.g.e.
AFRİKA
doğrudur: Yolu üzerinde
bir insan kafatası bulan bîr avcı şaka olsun diye sorar: "Seni kim buraya
getirdi?” Ve kafatası takırdayarak yanıtlar: “Söz1,”39
Çünkü, gerçekten de, söz dünyanın düzenini altüst edebilir.
Örneğin Zerdüştçülüğün Şeytan mitini'gerçekten
yarattığı İran’da görüldüğü gibi Afrikalı politik iktidarların bu dinleri etik
doktrinlere yöneltmek için niçin ve nasıl değiştirmediklerini öğrenmek kalıyor
geriye. Çağdaş Afrika’da bu soru saçma değildir, çünkü Hıristiyan ve Müslüman din
adamlarının politik roller üstlendikleri görülmüştür. Fakat eski Afrika’da
birçok nedenden dolayı yanlış temellenmiş bir sorundur. İlk olarak, Afrika
dinlerinin kendi kültürlerinin yansısı oldukları -çünkü bu kültürlere sıkı
sıkıya bağlıdırlarkonusundaki görüşümüz kesinse, bu dinlerle onları yaratan
ülkeler arasındaki bağlar hakkında son derece'ince bağlara sahip olunur. Gana,
Songhai ya da Zlmbabwe’deki eski Afrika krallıklarının, belli bir mitleştirmeye
yakın olan, yakın dönem tarihleşıirmeleri, İran’da ya da Mezopotamya’da olduğu
gibi din adamları topluluğunun eskiden Afrika’da da oluşup oluşmadığını
öğrenmemizi sağlamaz; Afrika’da ulus-devlet as! la olmadığından bu zaten
kuşkulu bir varsayımdır. Sömürgeciliğin it1 hal ettiği, sömürgecilik sonrasında
da varlığını sürdüren bu kavram ; belki, oluşmuş bir din adamları topluluğunun
ortaya çıkmasını gerçekten de desteklemiştir. Yine İran’da görüldüğü gibi, bu
topluluk iktidarını sürdürmek ve güçlendirmek için belki de dinsel bir etik dayatmıştır.
Fakat Afrikalılar -sömürgecilik öncesi tarihleri hakkında bilinen pek az şey
bunu rahat rahat kanıtlarbüyük göçmenlerdi ve göçler bir devlet kurmanın
engelidir.
Ayrıca, ulus-devlet Afrika’nın ruhuna sadece yabancı
değil, aynı zamanda karşıttır, çünkü sömürgecilik öncesi Afrika, kavimlerden
39Alexander Eliot, Mircea Eliade, Joseph Campbell, Detlef I. Lauf ve
Emil Büh'■ rer, L'Universfantastique des mythes, Presses de la Connaissance, Paris, 1976.
321
...................... —.................... ■■■■"
r.............. "" ”
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
oluşuyordu ve kavinden
tanımlamayı sağlayan şey, farklı dinlerdi. Demek ki, baskın kavrayış,
kavimsel-dinsel bir kavramlaştırmaydı. Modernlik-öncesi tarihlerinde olduğu
gibi kavimler krallıklardı, kralın devlete ihtiyacı yoktu ve din adamlarının
da devletin bir bölümünde yer almaya ihtiyaçları yoktu. Kavimler kabilelerden,
kâhinlerden, büyücülerden, medicine men’den oluşuyordu ve başka rahipler
dinsel bir evrensel otoritenin oluşumu için kaçınılmaz alanı asla bulamadılar.
Üçüncü ve son olarak,
bizzat din adamları kavramı maddi ve manevi olan arasındaki ayrımdan
kaynaklanır; bu ayrımın Afrika’ya uygulanması olanaksızdır. Yunanların mirası
olan bu kartezyen kategoriler Afrika’da geçerli değildir. Bütün dünya,
mandanın boynuzundan karıncaya ve akasyadan demircinin çivisine kadar tanrısal
güçlerle “dolu” olduğundan, elle tutulur nesneler de görülmez ruhlar kadar
tinseldir.
“Varlıklardan çok
Nesneleri dinle.
Ateşin sesi işitilir,
Suyun sesini dinle, Dinle rüzgârda
Hıçkıran çalılığı, Ataların soluğudur bu. Ölenler asla gitmediler, Aydınlanan
gölgede onlar Ve yoğunlaşan gölgede,
Ölüler yerin altında
değil, Titreyen ağaçla, İnildeyen odunda, Akan suda
Uyuklayan suda,
AFRİKA
Kulübede, kalabalık içinde onlar,
Ölüler ölü değil.”
Şair Birago Diop, kıtanın en güzel şiirlerinden birinde
işte böyle yazar.40 Bu dizeler sık sık “fetişizm”le ve
“mantık-öncesi çocuksulukla suçlanan bir kıtanın tinselliğini kanıtlar.
Böyle bir sistemde, kâhinin ve büyücünün işlevleri
belirliyse (büyük kolektif ritüelleri duyurmak ve genellikle tedavi amaçlı
küçük özel ritüelleri üstlenmek), önemli durumlarda kral da kâhine danışıyorsa,.
kâhin, ideolojik gücü olmayan bir aracıdan başka bir şey değildir. Ne kâhin ne
de büyücü bir kilise ya da bir dogma oluşturabilir. Onların “zorunlu aracılık
rolü, kutsallık alanı zaten ortadan kaldırılamaz bir şekilde herkese açık
olmasaydı, kendilerine korkunç bir güç sağlamış olurlardı.”
“Belirli bir coğrafi ya da toplumsal alanda, hiç kimse
özel bir otoriteden yararlanamaz ve hiçbir tin -sonuç olarak hiçbir rahipetki
gücü tekelinin kendinde olduğunu ileri süremez; birinin yasakladığı bir şeyi
bir diğeri her zaman bozabilir.’’41 Demek ki Afrika’da (Hıristiyanlaşmamış
ve İslâmlaşmamış Afrika anlaşılmalıdır) gerektiğinde mutlak bir İyilik ve
Kötülük ilan etmeyi sağlayacak hiçbir mutlak dinsel iktidar yoktur. Ayrıca
Afrika dinlerinin tümü özellikle yaşamın kutlanması olgusuna dayanır; bu da
boynuzlu ve kıllı bir Şeytan’a yer bırakmaz.
Kozmosun parçası olan Afrika insanı, Bütün’ün olduğu
kadar Bir’in de parçasıdır. Arada hiçbir kopukluk yoktur, hiçbir leke onu
kirletmez. Tanrılarla ilişkilerinde ancak hata yapabilir, asla günah ilk ya da
kişiselyoktur; bilmediği bir kavramdır bu. Elde edeceği
40Birago Diop, Soufjles, leurres et lueurs, Presence Africaİne, 1960.
41Emmanuel Terray, “Örgütlenme, kurallar ve güçler: Kara Afrika,” Atlas
Universalis des religions, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
bir selamet yoktur,
çünkü onun selameti dahil olduğu evrendeki tanrıların selametidir. Bu açıdan
Afrikalı Yunanlının kardeşidir; ne melektir, ne şeytan. Ölümlü olarak,
tanrısallığın bir parçasıdır. Tanrısal olarak, antilopların, aslanların ve
yılanların kardeşidir. Son uykusu, toprağın gecesinde güzel kokularla,
meyvelerle ve kaplan kükremeleriyle doludur.
Nülk’ün örnek hikâyesi
üzerine Kuzey Amerika yerlilerinin çeşitliliği ve kültürleri üzerine Onları
insanlık alanından çıkarmak için AvrupalIların, öncelikle bir ruhları olduğuna
karşı çıkma girişimleri üzerine İnsanlarla doğa arasında evrensel kardeşliğin
yerlilere özgü kavramı üzerine Orenda ya da mistik güç üzerine Doğanın
ve doğaötesinin karışık rezervi olarak dünya ve bu dünyaya gösterilmesi gereken
saygı üzerine Yerli dinlerinde bir Şeytanın var olmasının olanaksızlığı
üzerine.
Başka şeylerin yanı sıra, aşağıdaki mit sayesinde Kuzey
Amerika yerlilerinin zihniyetini doğrudan kavrayabiliriz. Bu, Nülk denen genç
bir erkek çocuğun hikâyesidir. Nülk, kız kardeşi Manona ile birlikte göl
kıyısına gezmeye gelir. Oyun olsun diye, gölün üstüne sarkan vahşi sarmaşığa
asılır. “Muhteşem bir şey bu, gel sen de sallan,” diye haykırır. Manona da
kardeşinin yaptığını yapar. Sarmaşık kopar ve suya düşer. Tam. düştüğü yerde,
suların cini Göl İnsanı bulunmaktadır, kızı yakalar ve bütün tanrılar gibi çok
güzel olduğundan onu baştan çıkarır. Evlenirler. Fakat Nülk bir türlü teselli
bulmaz. Her gün göl kıyısında ağlar. Kız kardeşi ortaya çıkar, ağlayıp
sızlamamasını diler,, çünkü o artık Göl İnsanının eşidir ve yeryüzüne geri
dönemez.
Genç oğlan teselli bulmaz. Oruç tutar ve kız kardeşinin
serbest kalması için dua eder. Oruç onu öyle arındırmıştır ki, insanların kokusuna
tahammül edemez. Bir akşam bir manitu1 belirir ve üzüntüsünün nedenini
sorar; ve öğrenince, kız kardeşini kendisinin de kurtaramayacağı söyler. Fakat
Nülk oruç tutmaya ve dua etmeye devam eder. Onaltı günün sonunda düşünde bir
savaşçı görür. O, gökgürültüsü tanrısıdır. Bu tanrı, yardıma hazır olduğunu
söyler. Göl kıyısına gitmesini, güzel bir karaağaç kesmesini ve bundan bir
kano yapmasını söyler. Bu kano onu, iki ağacın arasında kurulu yüksek bir
çadırın bulunduğu yere götürecektir. Bu geyik-insanın çadırıdır, o genç çocuğu
turna-insana gönderecek, o da kunduz-insana gönderecektir.
1 Düşte ortaya çıkan, evrensel büyülü ruhtan yayılan koruyucu
doğaüstü güç. Aynı Manilu’ya sahip insanlar asla tartışmıyorlar,
savaşmıyorlardı; aynı Manitu’ya sahip bir erkekle bir kadın evlenemiyordu.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
Genç çocuk bu ruhlarla elbirliği eder, onlar da
gökgürûltüsü-tanrının desteğiyle yardım etmeye karar verirler. Gökgürültüsü
tanrısı şiddetli bir fırtına koparır, şimşekler suların dibindeki Göl İnsam’nı
rahatsız eder. Göl de hareketlenir. Göl İnsanı karısından yardım etmesini
ister, o da yardım eder. Kadının yardımı olmadan başarılamayacağından büyülü
girişim başarısız kalmıştır. Nülk gözyaşlarına boğulur. Doğaüstü müttefikleri
Manona’yı göl haline getirirler ve Nülk de bu gölün ortasında küçük bir ada
olur, böylece bir daha birbirlerinden ayrılmazlar.2
İnsan varlığının doğa ruhlarıyla, gökgürültüsüyle,
geyikle, turnayla, kunduzla doğal ittifakı, zor durumdaki insan karşısında bu
ruhların iyiliği, dilekleri ancak insanların çabalarıyla yerine getiren bu
ruhların güçlerinin sınırları, kabul ritüelleri (ancak sıkı bir oruçtan ve
tekrarlanan arınma banyolarından sonra manituyla ilişki kurulabilir),
Kötülüğün sınırlı varlığı, aynı zamanda da sevgi ve sadakat; her şey vardır
burda. Eğer istenirse Avrupalı, Kuzey Amerika yerlileriyle kolaylıkla
uyuşabilir. Mitlerdeki şiir bizim ortaçağımızın ve romantizmimizin şiirinden
aşağı.kalmaz. Fakat, gereğinden geniş topraklar üzerinde uyum içinde yaşayan
yarı çıplak bu insanlar, ilerleme adına topraklarını talep eden Batıklara can
sıkıcı gelir.
Günümüzde, Kuzey Amerika yerlileri üzerine yazmayı
hüzün verici kılan budur. Takelma’lar, Coos’lar, Atsuwegiler, Mikasuki’ler,
Histchiti’ler gibi birçok kabile geçen yüzyıldan bu yana kaybolmuştur.
Chateaubriand’m pek sevdiği Natchezler, Tunikalar ya da Tonkawalar ise bir
anıdan başka bir şey değildir. Wappolar, Chasta-Costalar, Mattoleler,
Yukilerden birkaç yıl önce onlu sayılarla ifade edilecek insan kalmıştı, eğer
hâlâ varlarsa daha kalabalık değillerdir. Koruma altındaki bölgeler genellikle
hüzün vericidir. Kanada’daki kabi-
2 H.R. Rieder, “Manona et son petit fitre, mythe
des İndiens Renards ou Mekwakihag du Wisconsin,” Le
Folklor? des Pemoc-Rouges, Payot, 1976.
.ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
leler hâlâ kalabalık ve kültürleri
ülkede hâlâ mevcut gözükse de (özellikle Alberta’da ve İngiliz
Kolombiyası’nda) başlangıçtaki Amerikan uygarlığı hızla yok olma yolundadır.
Çevre ve de kültürel tecrit bu uygarlığı hızla aşındırmıştır. Bundan geriye
kalan şey giderek daha fazla “müzelik” olmaktadır.
Yine de Batıklarca en fazla mitleştirilmiş topluluk
Amerika yerlileridir. 1970’e doğru, Ermenonville çölünde bir “yerli” köyünü
ziyaret ettiğimi hatırlıyorum. Tek bir İngilizce sözcük konuşamadıkları gibi,
bir Çeroke ya da Komançe diyalekti de bilmeyen Parslilerden, Auvergnat’l
dardan, Picard’ldardan oluşuyordu. Bunlar, “porug” giysisi giymişlerdi,
haftasonları, kenar mahalle aksanıyla “squaw”lar eşliğinde “wigwam”larda
yaşıyorlardı, ayaklarında elde dikilmiş gerçek makosenler vardı ve oklarla,
Tanrı bilir neyi, avlamayı deniyorlardı. Fakat, Versaİlles’ın ve Avrupa’daki
diğer sarayların “Türk” ya da “Çin” işlemeleri bir yana, Kızılderililer Soluk
Benizlilerin hayal gücünde kıyasla namaz bir İtibar görmüştür.
Öncelikle tamamen kuşku verici bir itibar: Buffon, asla
görmemiş olmasına rağmen, Amerika’da “yozlaşmış bir soy”un bulunduğuna emindi.
Thomas Jefferson kendini onların savunmasını yapmak zorunda hissetse de, 1818
yılında şöyle yazıyordu:
“Atalarının sözümona yüce bilgeliğine ilişkin boş inançlara dayalı yüceltilmesi
ve güzel şeyleri bulmak için ileriye değil, geriye bakmaları gerektiği şeklindeki
saçma fikir değilse, onları bugünkü barbarlık ve sefalet durumuna bağlayan
nedir?”'
Gerçekten de, Amerika yerlileri Beyazları her zaman
öfkelendirmiştir; Batı'yı oluşturan bütün değerlere, Hıristiyanlığa .ve yazıya
J Akı.: Native American Testimony. Peter Nabokov yönetiminde Viking Press, New York,
1992’de yayınlanan A Chronicle of hıdianAVhite Relations
from Prophecy t o the Preseni ak başlıklı belge koleksiyonu.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
(çünkü yerlilerde yazılı gelenek yoktur, günümüzde
bulunan metinler etnograflarca derlenmiştir) meydan okuma olarak kabul
etmişlerdir. Bunlar, Kötülük Ruhu’nu tanımadıklarına göre, kuşkusuz ahlaksız insanlardı.
Hatta: 17. yüzyılda, R.P. Savinien, yerli kadınların çocuklarına gösterdikleri
şefkatin “uygar kadınlannkinden hiç de aşağı kalmadığını...” kabul etmek
zorunda kalmıştır. Bu kabulde şaşırtıcı bir kıyaslama vardır. Bu şefkat erkeklerde
de görülür: “Siularm şefi Ehah-sa-pe (Kara Kaya), güzelliği ve mütevazı lığıyla
herkesin hayranlığını toplayan kızını kaybettiğinde bir türlü teselli bulmaz.
Kızının fotoğrafını bir beyaz adamda gördüğünde, karşılığında on atını
verir.”’*
Batının değer yargısındaki bu özel yazgı, kuşkusuz,
sinema tarafından, özellikle Amerikan sineması tarafından güçlendirilmiştir.
Bu sinema, yerli insanı kafa derisi yüzmekten başka bir şey düşünmeyen “vahşi”
olarak göstererek yerli topraklarına Beyazların el koymasını haklı göstererek
işe başlamış,5 sonra yakın zamanda onu, “atalardan kalma,”
dokunaklı, ama işe yaramaz bir bilginin sahibi, arkaik biri olarak betimleyerek
yerini belirsiz bir duygusallığa bırakmıştır. Yerli gerçeğinden kaçmanın
sayısız yolu! Çünkü başlangıçta, Amerika “Yerlileri,” ünlü Kızılderililer, ne
kadar kabileye sahip olmuşlarsam kadar kültüre, yani kolektif kimliğe sahip
olmuşlardır: Sadece Kuzey Amerika’da yüz kırkyedi! James Koyu Algonkinlerİni
ve Saskatchewan Sekanilerini, California Yokııtlarım ve Oklahoma Pawneelerini
aynı kefeye koymak Peııl’ları Zulularla ya da Bretonları Osetlerle özdeşleştirmek
anlamına gelir. Aynı dili konuşmazlar!6 Aralarında savaşırlar!
Örneğin geniş bir kabile olan Tilkiler Ayı Adımı kabilesi tarafından
4 Rene Thevenin ve Paul Coze, Mceurs et histoire des Itıdiens dAmerique du Nord, Payca, 1928.
Fakat, kafa derisi yüzmek Yerlilerin bir icadı değildir ve
Yerliler Beyazladın gelişinden sonra kafa derisi yüzmeye başlamıştır
Gerçekten de, beş grup halinde (Eskimo ve Aleutiyen, Algonkin
Wakashan, Naden, Penutiyen Ve Hokan Sinan) ellisekiz dilbilim ailesi sayılır.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
neredeyse tamamen imha edilmiştir.
Amerika yerlilerinin -sadece Kuzey Amerika değilortak
kökenleri elbette Asya’dır. Bu nedenle, etnik olarak “mongoloidler” terimiyle
belirtilirler. Yine de buz tutmuş Be ring Boğazı’ndan yürüyerek geçerek
Asya’dan Amerika’ya göç etmeleri yaklaşık otuzbeş bin yıl sürmüştür (1985’lere
kadar öğretilmekte ısrar edildiği gibi oniki bin yıl değil7). Yani,
birbirlerinden ayrışmak için yeterince zamanları olmuştur, çünkü antropolojik
açıdan homojenlik göstermezler ve ilk göç dalgalarıyla gelen dolikosefal, yani
uzun kafataslı oldukları, ardından gelenlerin brakisefal, yani yuvarlak
kafataslı oldukları bilinmektedir? Demek ki, Amerika kıtasına ilk gelenlerin
kendi mitlerini ve dinlerini oluşturacak zamanları olmuştu.
Tamamen farklılaşmış kültürler inşa etme zamanları da
olmuştur: Ormanlardaki yerliler, diye yazar Rieder, Hollywood sinemacılarının
pek sevdikleri, çayırlarda yaşayanlardan daha romantik ve daha barışçıydılar
(düşman üzerindeki zafer, yaralı bir dostu düşmandan kaçırmaktan ibaretli).
Sanatları da tamamen farklıydı: Genel olarak, ormanda kilerin sanatı s
(islemeliydi, çayırdakilerinki ise geometrikti.9
Başka kültürlerle ilişkileri olmadığından kapalı
düşünce sistemleri kuracak zamanları da oldu. Bunları değiştirme ihtiyacı
duymadılar, çünkü toprakları geçimlerini sağlayacak kadar genişti. Ülke büyük
ve av bakımından zengindi ve kendileri görece olarak az sayıdaydı.
7 Brezilya’da,
Piedra kurada kazı-kentinde, Fransız-Brezilyah bir arkeoloji heyeti tarafından
otuzüç bin yıl önce oturulan alanların keşfedilmesi, son buzlanmadan, yani
oniki bin yıldan önce yerleşim olmadığına dair klasik tezleri tamamen altüst
etmiştir. Karbon 14 larihlemeleri, Amerikan arkeolojisinin bazı bölümlerinin
haklı olarak düşmanlığını çekmiştir. Yine de “ göçmenlerin izledikleri yollan
ve aşamaları daha kesinlikle belirtmeyi sağlayacak, başka eski alanlar bulmak
gerekmektedir.
8 “North American
İndian,” Encyclopaedia Britannica.
9 Rieder, Le Folklore des
Peaux-Rouges, a.g.e.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
Levy-Bruhl, ilkel Zihniyet’te, Kuzey Amerika’nın
doğusundaki Yerlilerle rahiplerin ilk ilişkileri konusunda, XVII. yüzyılda
çıkmış olan Clzyitlerin İlişkileri adlı eserden bu bölümü aktarır:
“İrokuaların tek bir Tanrı’nın hakikatine ve imana inanan Çinliler ve
uygarlaşmış diğer halklar gibi akıl yürütemediklerini kabul etmek gerekir...
Irokua asla aklıyla davranmaz. Cisimlere ilişkin kavradığı ilk şey, onu
aydınlatan meşaledir. Teolojinin, en güçlü ruhları ikna etmek için kullanma
alışkanlığında olduğu inandırıcılık motifleri burada hiç dinlenmez, en büyük
hakikatlerimiz yalan olarak nitelenir. Genellikle sadece görülen şeye
inanılır.”10
Yerlilere ilişkin Batı’nm tüm tavrını açığa çıkaran,
olağanüstü söylev! Gerçekten de, Yerlilerin sadece gördükleri şeye
inandıklarını öne sürmek tamamen yanlıştır. Bu onları, olgunlaşmamış anlamıyla
pozit iv is t yapar: “Kuzey Amerika’nın Hidatsa Yerlileri,” diye yazar daha
sonra Frazer,’1 “her doğal cismin kendi ruhu ya da belki daha kesin
olarak kendi gölgesi olduğuna inanırlar. Bu gölgelere saygı borçludurlar,
fakat hepsine aynı derecede değil. Örneğin Yukarı Misso ur i vadisindeki en
büyük ağaç olan kavak gölgesinin bir zekâya sahip olduğu kabul edilir. Bu
zekâ, kurallar içinde incelendiğinde, yaptıkları bazı işlerde Yerlilere
yardımcı olabilir; fakat çalılıkların ya da çayırların ruhu pek önemli
değildir.”
Görüldüğü gibi -ve XVII. yüzyıl Cizvitlerinin ileri
sürdüklerinin tersineYerliler görünür olmayan varlıklara inanmışlardır; var
olanlar belki hâlâ inanmaktadırlar. Fakat, hiç kuşkusuz bu misyonerler,
(doğmamış olan) etnoloji bakımından donanımlı değillerdi ve Teslis’e inanan
Hıristiyanlar yetiştirmeyi de pek beceremiyorlardı. Halkların
10Lucien Levy-Bruhl, Ltı Mentalite
primitive,
P.U.F., 1922.
11 Sir James George
Frazer, The Golden Bough, MacMillan, Londra, 1922. Frazer’e göre Hidatsalar
Yukan-Tennessee’dedirler; Encyclopaedia Britmmiaı’ya göre Kuzey Dakota eyaletinde yer alırlar.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
entelektüel kapasitelerini değerlendirmede evrensel
ölçüleri Katolik dininin dogmalarına inanmaktı. Yine de, Levy-BruhFün aktardığı
gibi, misyonerler onları akıl yürütme yeteneği olmayanlar olarak yargıladıktan
sonra, örneğin Grönlandlılar hakkında, “aptalca olmayan bir basitlik ve akıl
yürütme sanatına sahip olmayan bir iyi niyet özellik olarak görülebilir,” demek
zorunda kalmışlardır.12 Sırası gelmişken, akıl yürütme kapasitesi
olmayan iyi niyetin ne olduğu sorulabilir, fakat bu tartışma bu sayfaların
amacını çok aşar. Bu çözümsüz paradoksta işin özü, o dönemde -Yerliler, akıl
yoluyla kavranması en olanaksız kavram olan Tanrı kavramını
kavrayamadıklarındanYerlilerin akıl yürütme yeteneği olmadığını kanıtlamaktı.
Afrikalılar, Okyanusyalılar, Asyalılar, Kekler,
Yunanlılar, Romalılar ve başka birçokları gibi Kuzey Amerika Yerlileri de
ruhlardan ya da “gölgelef’den çok daha kesin “bir şeye” inanıyorlardı', yukarda
adı geçen kavimlerinkine benzeyen, sözcüğün tam anlamıyla tanrılara.
Misyonerlerin ortaya attıkları karmakarışık bir imalat olan ünlü “Büyük Ruh”a
değil tabii. Arizona Hopilerinde Muyingwu filizlenme tanrısıydıpkız kardeşi
Tupawong-Tumsi gerileten (yaprakları düşüren) bir tanrıçaydı; Masa’u sis, ateş
ve ölüm tanrısıydı;13 Virginia Yerlileri’nin Ahone’si14
insanlara aldırış etmeyecek kadar yüce bir tanrıysa, Apaçilerin ve Navahoların
Koyote’sinin kim olduğu çok bellidir; o, bugünkü dünya ortaya çıkabilsin diye
deniz canavarı Tieholdtsodi’nin evlatlarından evreni kurtaran kahraman
trichster’dir.15
12O dönemde “sağduyu" “doğru yargı yeteneği” (Robert Sözlüğü)
anlamına geliyordu ve yine Roberı’e göre “yargılamak” daha 1538 yılında
“aklın, bilincin yargısına tabi tutmak” anlamına geliyordu.
13Claude Lövi-Sirauss, Fransız Akademisi üyesi, “Üç Hopi Tanrısı,” Pcıroles
donndes,
Plon, 1984.
HManfred Lurker, Lexikon der Götler uııd Ddnıoııen, Alfred Krâmer Verlag, Stuttgart, 1984.
Belki, Sauk and Foklar ya da Shawnee’ler.
ö A.g.e.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
Söz edilen uygarlıklarda olduğu gibi, tanrıların iki
görevi olabilir ve bu görevler bir kabileden diğerine değişebilir: Yukarda adı
geçen ve kahraman olarak kabul edilen Koyote, Orta California’nın Mayd uları
tarafından tanrıların karşıtı (düşmanı değil) olarak görülür. Yerlilerin
birleşik bir dinleri olmasa da, başlangıçtaki Amerikan ulusunun çeşitliliğine
bakıldığında bunun önemi yoktur, Paiute, Mono, Pima Yuma ve diğer New Mexico
kabilelerinin Püsküllü Büyük Yılan’ı (Meksika’nın Tüylü Yılan’mın tek değişik
hali) gibi bazı tanrılara ortak olarak inanıyorlardı: Cehennemde oturan,
hayvanların, bitkilerin ve genel olarak yeryüzünde yaşayan her şeyin efendisi
olan Püsküllü Büyük Yılan zengin kılabiliyordu, fakat dostluğu tehlikeliydi.lfl
Kuşkusuz, Yerlilerin dinlerinde, bütün dünya dinlerinde
bolca rastlanan ve bazı kötülüklerden sorumlu olan bu tür kötü ruhlar vardı:
Yerliler esas olarak, ne kendi özgürlüklerine ne de tesadüfe inanıyorlardı,
açıklanamayan ya da açıklanamamış şeyin “hata”sını bir iblisin üzerine
atıyorlardı; o, tek başına, ormanların yeşillikleri arasında ve ovaların sık
çalıları arasında kaybolmuş oluyordu. Örneğin Sin mitolojisindeki canavar 1ya,
insanları ve hayvanları yer ya da sakat bırakır kimi zaman bir kasırga biçimini
alır ve çok pis kokulu nefesi hastalık yayar.17
FakaL bu tür iblis, Yerli buluşu değildir; başka
uygarlıklardan birçok topluluk başka biçimler ve başka adlar altında onu
tasarlamışlardır. Hint’teki Tamillerin yabanıl ve leş yiyen, geceleyin
ölülerin kanını emen Pey’lerinin dengidir; adından da anlaşılacağı gibi, hasat
zamanı, öğleleri ortaya çıkan, insanları delirten, kafalarını ve kollarını bir
budama bıçağıyla uçuran ya da hortum fırtınası biçiminde beliren Sırpların
Psezpolnica’sının (“Öğle Kadını”) benzeridir; ateşten bir insan biçiminde
görülen Batı Slavlarmm Srat’ı; kötülüklerini saçmak
16 A.g.e.
17 , „
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
için yılan, yılanbalığı ya da yabandomuzu biçiminde
ortaya çıkan Yeni Britanya’daki Gazelle yarımadasındaki Kaia’lar benzeridir...
Çünkü, dünya başlangıçtan beri herkes için iyi ruhların
olduğu kadar kötü ruhların da bulunduğu bir yerdir. Ancak iyiler kimi zaman
kötü olabilir, kötüler de iyi; doğaüstü güçlerin sırrıdır bu. Hopiler büyük
kuraklıklar sırasında yağmuru çağırdıklarında, korkunç çıngıraklı yılanları
deliklerinden çıkaracaklar ve onları büyük bir toprak kavanozda toplayıp,
önlerinde büyülü sözler edeceklerdir. Çünkü bu yılanlar yağmur yağdıran
tanrıların habercileridir. Yağmur Dansı şarkılarla ve davullarla başlar ve
dansçılar, vücutları simgesel resimlerle kaplı rahiplerin önderliğinde
yılanların hareketlerini taklit eder. “Bunun üzerine büyücüler kutsal kavanoza
yaklaşır, tamamen profesyonel bir maharetle yılanları tutarlar ve ısırılmadan
onları dişlerinin arasında taşırlar!”18
Batı uygarlıklarında Kötülüğün simgesi olan yılan,
gerçekten de Yerlilerde, Yeryüzü Güçlerinin simgesidir ve Yunanlıların dediği
gibi, insanın barış içinde'yaşayabileceği yeraltı güçlerinin simgesidir. Bir
yılan-antilop seremonisinin anlatıldığı şu çarpıcı hikâye buna tanıklık eder:
“Topluluğun bütün üyeleri daire olup oturdular, diz
dize bağdaş kurmuşlardı. İçlerinden biri küpleri açtı, yılanları kuma bıraktı,
o sırada yumuşak ve ağır bir şarkı başladı. Her çeşit yılan vardı; çeşit çeşit
çıngıraklı yılanlar, koşucu yılanlar, boa yılanları. İçlerinden altmışı
toprağın üzerinde birbirine dolaştı. Şarkı onları hareketlendiriyordu, önce
bir yöne, sonra öbür yöne gidiyorlardı; hiç kımıldamayan ve şarkı söylemeye
devam eden insanlara bakıyorlardı... Sarı, büyük bir çıngıraklı yılan
gözlerini kapamış şarkı söyleyen yaşlı bir adama doğru yöneldi, bacaklarına
tırmandı ve uyumak için pantolo-
I8Thevenin ve Göze, Mceurs
el histoire des Indiens d’Am£rique du Nord, a.g.e.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
nunun önüne kıvrıldı...” Bu hikâyeyi aktaran Amerikalı,
sanılanın tersine yılanların dişlerinin,sökülmediğini ve zehir keselerinin
boşaltılmadığını söyler... Yine de bir önlem alınmıştır. Yılan Kabilesi’nin bütün
üyeleri çu’knga (yılana-karşı-önlem) denen bir karışım içerler. Bu
karışım losyon olarak da işe yarar, yılan avına çıkmadan önce ellerini bununla
ovuştururlar.'9
Çünkü Yerli, atalarının kutsal topraklarında, güven
içinde, evrensel kardeşliğin parçası olduğu duygusuyla, Yunanlılarla
kıyaslanabilecek bir adımla yürür. Bu kardeşlik büyülü bir biçim alabilir.
Melanezya’da mana biçimi altında belirtilen ve İrokuaların orenda
diye adlandırdıkları' gibi. “Orenda,” diye yazar Mauss, “güçtür, mistik
güçtür. Doğada orenda’srz, daha doğrusu, orenda’sı olmayan
hiçbir canlı varlık yoktur. Tanrılar, ruhlar, insanlar orenda’yla
donanmışlardır. Fırtına gibi doğal olayları bu olayların orenda’sı
meydana getirir.”20
19Frank Waters, Le
Livre du Hopi Histoire, mythe et rites des Indiens Hopis, Payot, 1963.
2°Marcel
Mauss, Sociologie et anthropologie,
Quadrige/Presses Universitaires de France, 1950. Dar dilbilimsel bakış
açısından, orendu’nın, tam anlamıyla, Mauss’un belirttiği gibi, “dua ve şarkı”
anlamına geldiği ister, istemez görülür. Bu onu özel olarak Latince oratio’ya
yaklaştınr. Oysa ki, Yerli dilleri Hint-Avrupa dil grubuna dahil değildir.
Benim yararlandığım yeni baskının girişinde Claude Lövi-Strauss, “mcnıtı
benzeri kavramları... bütün sonlu düşüncelerin köleliği olan (aynı zamanda da
tüm sanatın, tüm şiirin, tüm mitik ve estetik buluşun hizmetinde olan), kararsız
gösteren" olarak tanımlar. Bu
“kararsız” karakter “Mauss’un gün ışığına çıkardığı ve etnologları şaşırtmış
olan, bu kavrama bağlı ve görünüşte çözülemez çatışkıları: güç ve eylem; nitelik
ve durum; aynı anda ad, sıfat, fiil; soyut ve somut; her yerde mevcut ve yerel
olanı” açıklar. Levi-Strauss’un “Mauss düşüncesine kesinlikle bağlı” olarak
sunduğu bu özet, daha genel nitelikte iki gözlemi gerektirir: Birincisi,
Yerlilerin bile, mistik deneyim hariç, bilinemez olarak tammladıklan mana kavramını Batı’nın bilimsel zihniyetinin ve özellikle
Mauss’un pozitivizminin sıradan kategorilerine indirgenmesinin aşikâr
olanaksızlığı, Levi-Strauss, Mauss’un formülünü aktarır: “Öncelikle, kategorilerin
en mümkün katalogunu çıkarmak gerekir.” İkinci gözlem, mana'nm dinsel bir kavram olduğu ve Batı’nm baskın dini olan
Hıristiyanlığın aynı tür çatışkılar içerdiğidir, çünkü Tann, Oğul ve
335
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Evrensel sevgi ruhunun temelidir o. “Ağustos böceğine rmsınn
olgunlaştıncısı denir, çünkü sıcak günlerde şarkı söyler, sıcaklığı
getiren, mısırın yetişmesini sağlayan odıır.”2J
Oysa bu kardeşlik ve yaydığı orenda hayvanlara
yayılır ve Gros Ventre bir bizonu parçaladığında kemiklerini kırmamaya özen
gösterir, çünkü hayvanın dirilmesini sağlayacak olanın iskeleti olduğuna
emindir: Bîr başka dünyada değil, ama bu dünyada. Amerikan çayırlarında bu
yüzyıl başında hâlâ görülebilen bizon kafataslarının titizlikle düzenlenmiş
olmasının nedeni budur:22 Çiftçinin yediği meyvelerin çekirdeğini
serpmesi gibi Yerli de sağlam kemikleri serper...
Ingiliz
şair Longfellow’a ünlü şiiri “Hiawatha’nın Şarkısı"nı esinleyecek olan,
mısırın kökenine ilişkin Ojibway mitinin kanıtladığı gibi, bütün dünya,
doğaüstü ile doğanın sıkı sıkıya dokunduğu bir yaşam haznesidir. Bu mite göre,
bir yeniyetme topluluğa kabul edilmesi için gereken ritüel orucunu tutar, bu
oruç sırasında kendi manitu’sunu görmesi gerekmektedir, Bu oruç onu zayıflatır.
Üçüncü gün, genç delikanlı uzanmışken, gökyüzünden yakışıklı bir genç adamın
indiğini görür, üstünde yeşil ve sarı görkemli giysiler vardır. Bu göksel
yaratık onu dövüşe davet eder ve delikanlı zayıf düşmüş olmasına rağmen meydan
okumayı kabul eder. Yarışmadan çekileceğini ilan etmek yerine ölmeye
kararlıdır. Göksel yaratık ertesi gün tekrar gelir, yine meydan okur, bu böyle
devam eder ve her seferinde delikanlı ka-
Kutsal Ruh’un aynı
varlığın parçası olduklarını -ki bu, ilk olarak, Yaratıcı ile yaratısını
özdeşleştirmek anlamına gelirileri sürer. Oysa şimdiye kadar kimse
Hıristiyanlığı büyülü bir düşünce olarak tanımlamamıştı. Bu arada belirtelim
kİ, çağdaş bilim de çatışkılardan muaf değildir, ve nicemsel mekanik de,
tamamen farklı bir dile rağmen, “mantıksal” çelişkiler içerir; tıpkı bir
kedinin (Schröndinger’in ünlü kedisinin) hem canh hem ölü olabileceği gibi, bir
taneciğin de hem değirmi dalgalı hem de bir yere yerleşmiş cisimcik
olabileceği gibi. . .
^A.g.e.
Frazer, 'i iıc Golden Bougiı, a.g.e.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
rarım. bildirir, sonunda doğaüstü haberci delikanlının
cesareti sayesinde ilahi güçlerin lütfuna layık görüldüğünü bildirir ve şöyle
der: “Yarın seninle son kez dövüşmeye geleceğim. Kazanırsan beni soy, yere
fırlat, toprağı çapala, yumuşat ve beni oraya göm. İşini bitirdiğinde, beni
rahat bırak, ara sıra kötü otları temizlemek için mezarıma gel, ayda bir kere
mezarıma taze toprak at.” Delikanlı söyleneni yapar. Yaz sonu, bir gece,
mezarın olduğu yerde, topraktan uzun ve sevimli, altın saçlı ve bol yapraklı
bir bitkinin bittiğini görür: Bu, insanlığın dostu mısırdır,23
doğaüstü öz bitki dünyasına geçmiştir. Gökten gelen yakışıklı genç adamın
orenda’sıyla delikanlınınki karışınca mısır meydana gelmiştir.
Baştan çıkarmak, tehdit etmek, zincire bağlamak için
kullanılabilecek bir güç kavramı, ne İrok itaların ne de Yerlilerin
tekelindedir: Si ular buna mahopa, Omaha’lar nııbe, Dakota’lar waban,
Şoşon’lar pokımt derler. Biz burada orenda diyelim. Yerli
Amerikan topluluklarının hepsi adsız bir ruhun sürekli varlığına inanırlar. Bu
ruhun gücüne ve işlevine saygı göstermek zorunludur. Ingiliz James Lovelock’un
“Gaia” hipotezinde XX. yüzyılın sonunda bilimsel zihniyetin ortaya çıkaracağı
kavram da budun Bitki, insanın ölçüsüz faaliyetlerinin tehdit! altındaki
uyumlu bir sistem, bütün olarak canlı bir varlık olarak kabul edilmelidir.24
Evrensel kardeşliği dokuyan doğanın orendn’larıyla
çevrili Yerli, dünyanın tek bir Tanrı ile tek bir Şeytan arasındaki
uzlaşmazlığın hedefi olabileceğini ve anlaşmazlık konusunun sadece kendisi
olabileceğini düşünemezdi ve zaten düşünmemiştir. Bu İnsan-merkezcilik, bü-
23Joseph Campbell’in Primitive Mythology
The Moshs of God, Vikİng Penguin İne, New
York, 1959, eserinde yeniden ele alman bu mit, 1820’li yıllarda Amerikan
hükümetinin bir görevlisi olan Henry Rowe Schoolcraft tarafından derlenmiştir.
24James Lovelock, Gam, Fransızca çevirisi Röbert Laffont, 1991.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
tün kabileler dahil olmak üzere, Kuzey Amerika
yerlilerinin düşüncesine tamamen yabancıdır. Yerli, insan olarak Tekilliğinin
bilincinde olsa da kendini, bitkiler dahil tüm doğanın kardeşi olarak hisseder.
Yahudilerde, Hıristiyanlarda ya da M üsl Umanlarda olduğu gibi Tanrı ile Şeytan
arasındaki çatışma Yerli için söz konusu olsaydı kunduzların, söğütlerin ve
bulutların da işin İçinde olmaları gerekirdi.
Fakat genel yargılar üstün gelmiştir. Batılıya göre,
Yerli “aşağı” bir varlıktır, çünkü ne bizim Tanrı’mıza ne de Şeytan’ımıza
inanması için bir nedeni vardır. Yüzyıllar boyunca, sözümona bir etnoloji, olsa
olsa kurtuluşları için -Hıristiyan olmaya layık “vahşi putperest” kavramını
dayatmıştır. 1922’de Mauss şöyle yazıyordu: “Bu büyülü güçortam kavramının
bilinen örneklerinin enderliği, bunun evrensel olduğundan kuşkulandırmamalıdır.
Gerçekten de biz, bu tür olaylar hakkında pek bilgili değiliz; İrokuaları üç
yüzyıldan beri tanıyoruz fakat sadece bir yıldır orenda’ya dikkat
ediyoruz.”25 Yetmiş yıl sonra ne bizim genel kavrayışımız ne de
Kuzey Amerika Yerlileri’nin yazgısı ciddi olarak değişti. Batılı için, Yerliler
bir Büyük Ruh’a İnanmakta tamamen haklıdırlar; Büyük Ruh kavramı, dinlerin,
yine tamamen uydurma bir kavram olan Tann-Şeytan ikilemine doğru doğal
evriminin “ilkel” bir habercisiydi. Fakat, kararlaştırıldığı üzere, Yerlilerin
“canhcı” olması gerekti.
Tuhaf bir biçimde, Hıristiyan teoloji terimleriyle
Tanrıcılığa çok benzeyen Kuzey Amerika Yerlileri’nin görünürdeki “canlıcılığı”
Tektanrıcılığın hiç de düşmanı değildi. Bu onun en şaşırtıcı, aynı zamanda da
en az bilinen yanıydı: Kuzey Amerika Yerlileri tek bir Şeytan tasa duyamazlar,
fakat tek bir Tanrı’yı mükemmel biçimde tasarlarlar. Örneğin Siulara göre,
simgesi bizon olan Güneş-Tanrı Wi, yürekli ve dürüst insanların koruyucusu, her
şeye kadir en üst tanrıydı. Çarpıcı
2jMauss, Saciûlogic el nnthropologie, a.g.e.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
nokta, kızı Whope’nin Siulara barış çubuğu getirmek
için bir gün yeryüzüne indiğidir. Bu tanrısallığın. başka yorumlarında Wi, daha
üstteki bir tanrı olan, tanrıların tanrısı Wakan Tanka’nm dört tezahüründen
biridir?6
Tektanncılığa bu eğilim, Güney Amerika Yerlileri için
olduğu kadar Kuzey Amerika Yerlileri için de yumuşatılmalıdır. Gerçekten de,
Kuzey Amerika Yerlilerinin Kolomb’tan çok önce Avrupah ziyaretçiler kabul edip etmediklerini
sormak için ciddi nedenler olduğu gibi Vinland’a ayak basan Vikingler, örneğin
bunun kanıtıdırbu beyaz ziyaretçilerin Yerli inançlarıyla kaynaşan bir
Hıristiyanlığın tohumlarını da beraberlerinde getirip getirmediklerini de
sormak gerekir.
Hopilerin kayıp beyaz kardeşi Pahana miti bunun
kanıtıdır. Bu mit, Mayaların sakallı beyaz tanrısı Kukulcan’a ve Azteklerde ve
Tolteklerdeki Kuetzalkoatl’a yakındır. Şubat 1540’ta, İspanyol sömürgeci
Francisco Vasquez de Coronado’nun askerleri Hopi köylerine, yani Arizona’ya
vardıklarında uzun süreden beri bekleniyorlardı, çünkü Pahana’nın dönüşü
bekleniyordu. “Her yıl Oraibi’de, Soyal’m son günü, Ayı kabilesi tarafından
saklanan iki metre uzunluğundaki bir sopanın üstüne atılan çentikle dönüş anı
belirleniyordu. Hopiler ona nerede rastlayacaklarını biliyorlardı: Eğer
kararlaştırılan tarihte gelecekse Üçüncü Yayla’mn eteğinde, Sikya’wa
(Sarı Kaya) patikası boyunda; beş, on, onbeş ya da yirmi yıl gecikirse Chokuwa
(Sivri Kaya), Nahoyııngvasa (Kesişen Yollar) patikası boyunca. Sopa
işaretlerle doluydu, Pahana yirmi yıl gecikmişti.” Nihayet geldi; o, Perdo de
Tovar adlı bir Ispanyoldu, Hopilerin gördükleri ilk beyaz.27
Fakat, bazı Yerli kültürlerinin tektanncılığa yer yer
görülen eğilimleri ve ruhun dirilişine olan inançları, yabancı kökenli ve
Yerli
26 A
27Waters, Le Livre du Hopi, a.g.e. Kolomb-öncesi beyaz tanrı mitinin daha aynntılı
bir çözümlemesi için 13. bölüme bakınız.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
dinlerinde yeniden kaynaştırılmış olsa da, Hıristiyan
bir tektanrıcılığın doğal bir hazırlığını oluşturdukları sonucunu çıkarmayı
sağlamaz. Gerçekten de, bu tektanrıcılığm temel bir unsuru eksiktir; bu da
Şeytan’a ilişkin Hıristiyan düşünüşün ayrılmaz parçası olan ilk günah
kavramıdır. Yerli mitlerinin içerdikleri çekirdek halindeki kozmolojilerde,
yeryüzünde yaşamın doğmasıyla sonuçlanan doğaüstü güçler arasındaki çatışmalar,
hep masum olan insanı ilgilendiren sonuçlara varmaz, yani insana Kötülük
getirmez. Örneğin dünyanın başlangıcında Kötülük güçleriyle dövüşmek için
yeryüzünde ortaya çıkan ve savaşçıların koruyucu tanrısı olan yarı-tanrı
Kitschikawano asla İyiliğin cisimleşmesi değildir: cesaretin yüceltilmiş bir
temsilidir, ancak Kitschikawano asla iyiliği temsil edenlere özgü sadeliğe
sahip değildir. Kahkahalarla gülmesinden anlaşılan şey neşeli olduğudur.28
Başlangıçta, der dünyanın yaratılışına ilişkin Apaçi
miti, bugün dünyanın bulunduğu yerde karanlıklardan, sudan ve siklondan başka
bir şey yoktu. İnsan yoktu. Yalnızca maskeli tanrılar olan Hatcin’ler vardı.
Yeryüzü bir çöldü; ne balık vardı ne de başka bir yaratık. Fakat Hatcin’ler her
şeyin yapıldığı malzemeye sahiptiler. Önce dünyayı, cehennemleri, ardından
gökyüzünü yarattılar. Yeryüzünü kadın biçiminde yarattılar ve ona Ana dediler.
Sonra gökyüzünü erkek biçiminde yaptılar ve ona Baba dediler. Böylece o
yeryüzüne doğru eğildi. Kara Hatcin kilden bir hayvan yaptı ve ona şöyle dedi:
“Görelim bakalım dört ayağının üstünde nasıl yürüyeceksin.” Tüm diğer hayvanlar
ondan türediler. O dönemde bütün hayvanlar, Apaçi dil ailesine ait Jicarilla
dilini konuşuyorlardı. Kara Hatcin elini uzattı, elinden yağmur düştü, yağmuru
toprak ve çamurla karıştırdı, bir kuş yaptı ve kuşu soldan sağa döndürecek
biçimde havaya fırlattı. Kuşun başı döndü ve kendini kaybetmiş dönerken
gökyüzünde sayısız başka kuş,
28kurker, Lexikon der Götter und Dömonen, a.g.e.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
kartallar, atmacalar, baykuşlar ve serçeler gördü.
Kendine geldiğinde kuşlar gerçekten oradaydı.
Bunun üzerine hayvanlar sıkıldılar ve Kara Hatcin’den
insan yaratmasını istediler ve insan yaratıldığında ona bir eş verilmesini
istediler ve böylece kadın yaratıldı.
Oysa bütün bunlar cehennemlerde olup bitiyordu ve o
zaman ne Güneş vardı ne Ay. Kara Hatcin ve Beyaz Hatcin heybelerinden küçük bir
Güneşle küçük bir Ay çıkardılar ve onları büyüttüler, sonra gökyüzüne-fırlattılar,
Bu yıldızların görüntüsü insanları büyüledi, bunlar arasında çok sayıda şaman
vardı ve şamanlar, Güneş’i ve Ay’ı kendilerinin yarattığını ileri sürdüler;
hatta iki göksel cismi kimin yarattığını tartıştılar, bu, Hatcin’leri
sinirlendirdi: Güneş ve Ay’ın kaybolmasını sağladılar. “Şimdi,” dediler
şamanlara, “bakın bakalım Güneş’i ve Ay’ı geri getirebiliyor musunuz!”
Şamanlar tüm becerilerini gösterdiler; buhar oldular,
kendi yerlerinde sadece gözlerini bıraktılar, okları ve bütün ağaçları
yuttular, fakat iki yıldızı bir türlü geri getiremediler. Birçok başka
sınamadan sonra Hatcin’ler nihayet Güneş’i ve Ay’ı gökyüzüne geri getirmeyi kabul
ettiler.29
Böyle bir kozmogonide elbette Kötülük Ruhu’nun izine
rastlanmaz; şamanların böbürlenmeleri hariç. îlk Günah’tan da iz yoktur. Yerli
mitolojilerinde Kötülük ruhları varsa eğer, bunlar parazitlerdir, yoksa evrenin
temel unsurları değildirler. Kelt mitolojilerindeki Loki’nin akrabaları, daima
zalimce oyunlar oynayan tricfester’lerdir.30
Büyük Tavşan, Üstat Adatavşanı, Mavi Alakarga, Yaşlı
Adam, Karga ve elbette Coyote; Avrupalı misyonerler ve etnologlar, bizim ortaçağdaki
Tilki’mizin akrabası bu kurnaz kişiliklerde Şeytan’ın bir ha-
29Rieder, Le Folklore des Peaux-Rouges, a.g.e.
30 Bkz. s. 196.
ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ
bercisini görme eğilimine direnememişlerdir; Yerli bir
Şeytan kuşkusuz, fakat yine de Şeytan; çünkü Şeytan olmadan nasıl yaşanır?
Fakat, başlangıç olarak, o bir tanrı değildir: bir tür üstün-şamandır.‘ “Onu
bir akşam bir dağın tepesinde dururken ve güneye doğru bakarken ... hayal
edebiliriz,” diye yazar Campbell. “Ve durduğu yerden uzakta bir ışık gördüğünü
sanır. Önce ne gördüğünü bilmeyerek, kâhinlik yoluyla, bunun ateş olduğunu
anladı. Bunun üzerine, bu şaşılacak şeyi insanlığın iyiliği için edinmeye karar
vererek, bir çete kurdu; Tilki, Kurt, Antilop, tüm hızlı koşucular onunla
birlikte gelir. Uzağa, çok uzağa doğru yol aldıktan sonra Ateş İnsanları’nm
evine vardılar, onlara şunu bildirdiler: ‘Sizi ziyaret etmeye, dans etmeye,
oyun oynamaya ve bahis tutuşmaya geldik.’ Onurlarına danslı bir gece düzenlemek
için hazırlıklar yapıldı.”
“Coyote kendisine, yere kadar inen sedir ağacının uzun
saçaklarıyla reçineli sarı çam ağacı yongalarından yapılmış bir başlık
hazırladı. İlk önce Ateş İnsanları dans ettiler, ateş güçsüzdü. Sonra Coyote ve
adamları ateşin etrafında dans etmeye başladılar ve ateşi görememekten
yakındılar. Ateş İnsanları daha büyük bir ateş yaktılar ve Coyote dört kez daha
şikâyet etti, sonunda Ateş İnsanları gökyüzüne çıkan bir ateş yaktılar.
Coyote’un adamları bunun üzerine çok terlediklerini bahane edip hava almak
için dışarı çıktılar ve kaçmaya hazırlandılar, ateşin yanında Coyote’den başka
kimse kalmamıştı. Coyote başlığı ateş alıncaya kadar deli gibi sendeleyerek
dans etti. Başlık ateş alınca korkmuş gibi yaparak Ateş İnsanlarından başlığını
söndürmelerini istedi. Karşılık olarak, ateşin bu kadar yakınında dans
etmemesini söylediler. Fakat bunun üzerine, çıkışa yaklaştığında tüm başlığına
alev aldırttı ve koşarak uzaklaştı. Ateş İnsanları onu takip ettiler, bunun
üzerine başlığını Antilop’a verdi, o da ileri atıldı ve başlığı bir
51 Campbell, Primitive Mythology The Masks of God, a.g.e.
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
diğer koşucuya verdi, böylece başlık elden ele geçti.
Ateş İnsanları hayvanları bir bir öldürdüler, az kalsın Coyote’yi
yakalıyorlardı ki, o bir ağacın arkasına saklanıp ağacı ateşe verdi. Böylece
insanlık o zamandan beri ağaçtan çubuklarla ateş yakar,”32
Aynı şema, diye belirtir Campbell, Britanya
Kolombiyası’ndaki Thompson Nehri Yerlileri’nde, Georgie’deki Creeklerde,
Chilkotinlerde, çok daha sonraları Thompson nehrinin kuzeyinde, Kaskalarda, Athabascalarm
bir kabilesinde farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Creeklerde Coyote’nin
rolünü üstlenen Üstat Adatavşanı’dır, Kaska’larda bir Ateş Taşı’nı, yani bir
sileks taşım kıskançça koruyan Ayı’dır ve sonunda küçük bir kuş bu taşı çalar.33
Trickster Ateş’le tamamen özdeşleşmiştir. Hıristiyan mitolojileri (başka türlü
nasıl adlandırılabilir?) onu Şeytan’la eş tutarlar fakat o, Ateş Hırsızı’dır,
uzun süre boyunca Hint-Avrupa mitolojilerine ait olduğu sanılan kişiliktir.
Oysa o insanlığın iyiliği için çalışır. Eğer o Şeytan’sa, Şeytan kavramını tümüyle
gözden geçirmek gerekir. Ya da Prometheus’un Şeytan olduğuna karar vermek
gerekir. Ve her isyanın şeytansı olduğuna... Fransız Devrimi de zaten böyle
nitelenmiştir.
İşte, Yerlilerin Şeytam’nda görülmek istenen kişi:
Prometheus. Altı ya da sekiz bin kilometre mesafeden bizim Yerliler aynı miti
üretmişlerdir, fakat ne zaman belli değil. Belki Yunanlılardan önce, belki
aynı zamanda, önemi yok. Fakat tek çakışma bu değildir. Amerika Yerlisi de
Yunanlılar gibi, Kelt ve Okyanusyalı gibi özgürdür. O, bütün insanların en
özgürüydü kesinlikle: Kanosu ve yayıyla, dostları ve şerefiyle yaşadı. Amerika
Birleşik Devletleri’nin güneyinde, yerli köyleri-vardı. Fakat, olağanüstü ve
asla ortaya çıkmamış olgu, büyük Yerli sitelerinin asla olmadığıdır. Yerlilerin
politik teorisi asla olmadı, Yerli ulusunun merkezi iktidarı asla olmadı,
Yerli imparatorluğu
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
asla olmadı ve şefler olduysa da tiranlar asla olmadı.
İnsanlık tarihindeki bu çılgın istisna dikkate değer.
Yerli’nin tanrıları ve mitleri -ki bunlar asla
yeterince çok bulunmayabiliryaratıcılarının yansısıdır; Yerli’nin imgesinden
başka bir şey değildir ve bu imgeler özgürlüğün imgeleriydi. Yerli’nin, Günah
köleliğini ya da bir Büyük Yalanct’yı, yani bir Büyük Düşmariı tasarlaması için
hiçbir nedeni olamazdı. Aslında kaderin cilvesi, Büyük Yalancı, topraklarına
ve ardından anlaşmalarına tecavüz eden Beyaz Adam oldu. Bir Amerikalı, Helen
Maria Hunt Jackson, 1881 yılında bunu bir kitapta söylemeye cesaret etti;
kitabın adı yeterlidir: Bir Şerefsizlik Yüzyılı. Kini tersine çevirmek
için çok geç.
XIX. yüzyılda Overland Mail’in sadece Pasifik
yoluyla değil, aynı zamanda Colorado, Montana, Idaho, Nevada, Oregoridaki Yerli
toprakları boyunca da getirdiği göçmen dalgalarının Yerlilerin sevgisini
kazanamayacağı kesindir: Genetikle serserilerden34 oluşan bu AvrupalIlar
yerleşmek istiyorlardı ve he buhar makinesi ne de taş evin bulunduğu geniş
toprakları Kızılderililere bırakmak onlar için söz konusu değildi. Yani, en iyi
durumda, bu toprakları, geçerli olan Sainl-Simöncu ideolojiye uygun olarak ve
birçok durumda da kazanç ve vurgun içgüdüsüne uygun olarak kötü bir şekilde
kullanırlar.
Fakat bu korsan mantığı, Yerlilerin birçok kez maruz
kaldıkları acımasız vahşiliği açıklayamaz. Batı savaşının sonunun ve Çeyenlerin
şefi Dull Knife’ın son yenilgisinin, ardından da 1879 yılında, Apaçilere karşı
savaşın tarihi okunduğunda insan şaşırtmadan edemez: Soykırım ve insanlığa
karşı suç kavramları tarihte sistematik olarak, uy-
34Amerika kolonilerinde başlangıçtan itibaren Ingilizler
yer almıştır; tıpkı Avusturalya’yı doldurmaları gibi. “Bunlar çürümeye ya da
serseriliğe mahkûm erkek ve kadın hırsızlar, ursuzlardır... Burada
hissettikleri zorunlulukları orada hissetmeyen yasadışı insanlar çetesi
eşkiyalığa başlarlar.” XVII. yüzyılda Amerika’nın sömürgeleştirilmesi
hakkında, Thevenin ve Coze, Mceurs et histoire âes Indiens
d'Anı&ıque du Nord,
a.g.e.
344 '
KUZEY AMERİKA YERLİLERİ
gulansaydı, sistematik olarak Yerlilerin büyük bölümüne
soykırım uygulayan Amerikan ordusunun seçkin tabakasını alçaklıkla suçlamak
gerekirdi. 1870’li yıllarda Arizona ve Yeni Meksiko’da yirmi bin kadar Apaçi
vardı. “1875 yılında, en fazla yedi bindiler ve 1890 sayımında sadece birkaç
yüz Apaçi bulunmuştur,” diye yazar Thevenin ve Coze?5 Beyaz
kolonilerin Kızılderililere duyduğu kin kültürel olduğu kadar dinseldir. Beyaz
Adam için Şeytan'ı olmayan bir insan Şeytan’ın kendisidir.
Ama bu durumda Şeytan’ın gerçekte kim olduğu şüphe
götürmez.
35 a
TÜYLÜ YILAN VE AĞLAYAN TANRI
Amerika Yerlilerinin
uygarlıkları hakkındaki cehaletimiz üzerine Kökenlerinin çok eski olması
üzerine ve Fransız arkeologlarının keşiflerinin yol açtığı öfke üzerine Ölmekler
üzerine, çift anlamlı tanrıları ve ölümü küçümsemeleri üzerine Mayalar
üzerine, bizim Şeytan’ımızın taslağı, gerçekten kötücül bir tanrı fikri
üzerine rTeokratik devletlerinin İran ve Mezopotamya’daki teokratik
devletlerle benzerliği üzerine ve Maya dininin bu dinlerle paylaştığı günah ve
tövbenin anlamı üzerine Toltekler ve Aztekler İS VIII. yüzyılda denizler
ötesinden gelen ve Güneş’e giden beyaz tanrı, Kukulkan ve Viracocha da denen
Kuetzalkoatl üzerine Peru’da İnka hakimiyeti üzerine ve Peru’ya varan ilk
İspanyol keşişlerini şaşırtan, İnka dini ile Hıristiyanlık arasındaki tuhaf
benzerlikler üzerine Haç simgesi üzerine, İnkaların tuhaf Ağlayan Tanrı’sı
üzerine ve Amerika’nın Kolomb-öncesi Hırİstiyanlaştırılma girişimi hipotezi
üzerine.
1519 ilkbaharında, diye anlatır Fransisken keşiş
Fray Bernardino de Sahagun, İspanyol paralı asker ve serüvenci Hernan Cortes,
silahlı on ya da on iki gemilik bir filonun başında Yucatan Meksika yarımadasının
kuzey sahiline ayak bastı. Kayıklara dolan Yerliler berrak sulara inip, daha
sonra Sahagun’a belirtecekleri gibi garip bir şekilde soluk bu insanüstü
varlıklara kucak dolusu çiçekler, renkli tüylerle süslü kumaşlar ve mücevherler
götürdüler. Yerliler tanrıları bekliyorlardı, armağanlarını kendilerine
Şeytan’ı getiren ve köleden ve altından başka bir şey aramayan barbarlara
verdiklerini fark etmediler.
Kısa sürede kanlı bir hal alacakolan Cortes’in
yolculuğu -çünkü uyduruk bîr bahaneyle Cholula’da üç bin yerliyi katletmiştiAztek
İmparatorluğu’nun başkenti Tenochtitlan’a kadar sürdü. Katolik Majesteleri’nin
temsilcisi orada İmparator Montezuma’yla karşılaştı. Ispanyollar görkeme ayak
bastılar, ortasında Texoco Gölü’nün bulunduğu çiçekler içinde dev bir göl
kenti, kanallarla bölünmüş, kıyılardan göle su üstündeki patika yollarla
bağlanan, bizzat Cortes’in deyişiyle, tüm Avrupa şehirlerinden daha güzel bir
şehir. Bir tek pazar meydanı tüm Salamanka şehrinden iki kez daha büyüktü. Bir
su kemeri tepelerdeki bir kaynaktan Tenochtitlan’ın ortasına dek su getiriyordu.
Bu batılı yerlilerin Venedik’inde yarı çıplak, mücevherler ve renkli
peştemallarla süslü, yalınayak insanlar vardı. Bu, Sahagun’a göre, “büyülü bir
görüntü gibi"ydi.
Başlarında Cortes olmak üzere Ispanyollar, çıplak ayak,
başları parlak saçlarla süslü, temiz tenli Montezuma ve iki yüz senyörden
ibaret erkanıyla orada karşılaştılar. Çünkü Ispanyollar, suyun bollu-
KUETZALKOATL MUAMMASI
ğuna rağmen, ne yıkanıyorlar ne de üstlerini
değiştiriyorlardı, zırhları ve silahlarıyla yatıyorlardı. Oysa ki Tenochtitlan
sakinleri İmparatorları gibi her akşam .yıkanıyordu.
Kıyamet günü karşılaşması: Bu cennetvari çiçekler ve
lüks, uğursuz bir yaratığın, katillerin getirdiği Şeytan’a, Hıristiyanların
Hıristiyan olduğunu sandıkları Şeytan’a vaat edilmişti.
1975 yılında, Meksika’ya yaptığım ikinci yolculuğumun
başlangıcında, o döneme kadar okuduklarıma dayanarak iki dünya arasındaki bu
trajik karşılaşmayı zihnimde canlandırıyordum. Mexico City yakınındaki
Xochimilco’ya gitmeye karar verdim, yeni açılan metroya bir göz atmak
istiyordum. Lüks son istasyona vardığımda tramvaya binmek, yani yeryüzünün
gerçeğine geri dönmek gerekiyordu. Tramvay, bana bitmez tükenmez gelen bir
süre boyunca art arda gecekonduların önünden geçti; duraklarda binen
yolcuların’çamur içindeki ayakları genellikle çıplaktı, neşenin izi olmayan
yüzleri derin düşünceler içindeydi, bu durum beni daha fazla bunaltıyordu.
Yolculuklarda sık sık başıma geldiği gibi, kendimi,
kitaplarda derlenmiş resimlerden çok uzakta buldum. Şunu düşündüm: Sahagun’un
hayal meyal gördüğü cennet gerçekten var mıydı? Çünkü Hıristiyanlığın şöyle bir
yaldızladığı ve Latin gelenekleriyle örttüğü Meksika’nın antik dinleri
karanlıklarda kalmıştı. Gerçekten de böyle olduklarını daha sonra
keşfedecektim. Turist rehberlerinin ticari iyimserlikle, Meksika’daki
Fransızların imparator Maximilien’in trajik serüveniyle son bulan kısa süreli
varlığını anımsatan muriachi denen sokak orkestralarının neşeli uyumlarının
sokaklarında kahkahalarla çınladığı bahçe-şehir diye tarif ettikleri
Xochimilco’ya vardığımda, yılanyastığı demetleri önünde oturan ve çok az olan
müşterilere kurt gibi gözlerle bakan çiçekçilere göz bile atamadım. Ateş gibi
sıcak havada sözümona evlilerin kaçak bir ezgisini arayacak cesaretim de yoktu
ve taksiyle Mexico City’ye geri döndüm. Oldukça bunaldığı-
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
mı itiraf etmeliyim.
Asla bir turist olmadığımdan ya da sadece birkaç
saatliğine turistlik yaptığımdan pek fazla anım yok. Meksika’ya yolcu olarak
gittim; bir yolcu Xochimilco’nun düş kırıklığına katlanmak zorunda değildir.
Fakat ben katlandım ve bu, tam da Meksika’nın beni ilgilendirmeye başladığı an
oldu. Baldırlarıma kadar iğrenç çamurlar içinde geçirdiğim bir geceye ve
Palençue’de susuz bir hana katlandığım için kendimi yeterince çilekeş buldum;
Campeche’in perişanlığına ve günlük yiyecek olarak bir torba fındıkla Puebla’da
aç geçen bir başka geceye (çünkü akşam öyle geç gelmiştim ki restoranlar
kapalıydı) katlandım ve turistlerin hiçbir zaman uğramadığı yollar ve köylerde
karşılaştığım MeksikalIlarda gördüğüm umutsuzluk havasımnın nedenini merak
ettim. Bu tipler, Fransa’da dendiği gibi, Şeytan’ı genellikle yeryüzüne
indirenlerdendir.
Uzun hikâye1. Orta ve Güney Amerika
yerlilerinin, Avrupa-merkezcilerin “Kolomb-öncesi,” ardından da “Latin”
dedikleri ve tarihçilerle etnologlar tarafından “Amerika yerlileri” (nitelik
belirtici sözcükleri karıştırdığım için özür dilerim) uygarlıkları olarak
nitelenen, California’nm, Aj-izona’nın, New Mexico’nun ve Teksas’ın güney sınırlarında
ve Ateş Ülkesi’nde başlayan uygarlıklar Batılılar için görünüşte bildik
yerlerdir. Yolculuklar, sergiler ve medya sayesinde Maya, Aztek, inka
sanatlarıyla ilişkiler artmıştır. Yeniliklere en açık sanatseverler, kimi
zaman dokunaklı bir gerçekçiliğe, biçimlerdeki yeniliğe ve özellikle egzotizme
bağlı biçimlerin kesin dilbilgisini, biçimsel inceliği fazlasıyla tadarlar.
Yine de, Büyük Yüzyıl Fransızlarının Doğu sanat yapıtlarına, ardından gelen
hanedanın Çin sanatına gönüllerini kaptırmaları ve bu çılgınlığı miras alan
îngilizlerin, örneğin Brighton’daki kraliyet pavyonundaki ilginç üsluplu bir
yarasayı Çin yapımı sanmaları gibi, bu sanata da değer biçildi: Çünkü bu “farklaydı,
“egzotik”!!. Boucher’nin ve Brighton’un Çin hayranlarının
KUETZALKOATL MUAMMASI
Çin’le gerçek ilişkisi bizim yollardaki motellerimizin
ortaçağ “Han’larıyla ilişkisi kadardı ancak. Hepsini sahte bir şekilde hayal
gücümüzde yeniden oluşturduk. Sahtekârlığa devam ediyoruz.
Gerçekten de birçok durumda, gördüğümüz nesnelerin ve
anıtların anlamım bilmiyoruz. Roma, Yunan, Mısır sanatlarına yüzyılar boyunca
alışmış olduğumuzdan, pek fazla yanılgıya düşmeden, en azından bir Horus’u bir
Anubis’ten, bir Venüs’ü bir Minerva’dan ya da bir Hermes’i bir Zeus’tan ayırt
edebiliriz. Tlaloc ya da Viracocha’ya gelince, bunu pek ayırt edemeyiz; sadece
bir uzman bunu başarabilir. Birçok durumda, en. iyi uzmanlar, meçhul kalıntılar
üzerinde ikonolojik spekülasyonlarla yetinmişlerdir. Ölmek kültürüyle Zapotek
kültürü arasında bir üsluba sahip Oaxaca anıt taşları üzerinde yüzlerini
buruşturmuş, sakallı ve iğdiş edildikleri belli bu esrarengiz kişiler
kimlerdir? Gerçekten de, Kolomb-öncesi sanatta sakallı kişiler istisnaidir.
Oysa eski Güney Amerika sanatının ortaya attığı sayısız sorudan biri budur.
Diğerleri daha ilerde görülecektir.
Bu uygarlıkların kendilerine yaklaşılmasına pek izin
vermediğini kabul etmek gerekir. Mexico City yakınlarındaki tapmaklar şehri Teotihuacan’a
ya da yaklaşık beş bin metre yükseklikte, uçurum eteklerindeki yorucu bir
yolculuğun sonunda Machu Picchu harabelerine ulaşan yolcu şaşkınlığın ve
ısmarlama "büyülenme”nin ötesinde özellikle sıkıntı hisseder. Şunu itiraf
etmeliyim ki, benim için, yetmişli yıllarda sık sık görülen Kolomb-öncesi sanat
örneklerinin yoğunluğu ölçüsünde büyülenme genellikle güçtür: Mexico’daki
şaşırtıcı antropoloji müzesinden Palenque’e, Palenque’ten Uxmala, Uxmal’dan
San Jose de Costa Rica’daki Altın Müzesi’ne, bu müzeden Bolivya’daki La Paz
Müzesi’ne, sonra Tiahuanaco’ya kadar her yerde yüzünü buruşturmuş, acımasız,
canavar yüzlü sayısız insan görülür. Yine de buralardaki eserler simgecilikle
en dolu, dolayısıyla en anlamlı eserler arasındadır. Batılı için en çekici
parçalar, oldukça incelikli çocuk ya da
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
yetişkin yüzleri, gündelik yaşamdan insanlar, grotesk
ya da fallik çanak çömlek, hayvanlar, kısacası, sanatçıların gözlem ya da
ifade yeteneğini kanıtlayan şeyler, ne yazık ki, bunları üreten kültürler
hakkında çok az şey söylerler. Acınacak egzotizm eğilimine ve Avrupalıya kesin
olarak yabancı bir dünyanın reddine karşı durabilmek için kimi zaman insanın
kendini zorlaması gerekir.
Genellikle iyi yürekli ve bilgili rehberlere ve yukarda
söylediğim rahatsızlığa rağmen, yolcu, Teotihuacan’daki Güneş ve Ay tapmaklarını
(ünlü arkeolog Leopoldo Batres tarafından hayranlık verici tarzda
onarılmışlardır), Machu Picchu’da, titanların inşa ettiği mozaik olduğu
söylenebilecek devasa kütlelerine rağmen çok iyi düzenlenmiş granit bloklar
yığınından oluşan, anlamı çözülemeyen Güzellik Duvarı’nm inşa edilmesindeki
nedeni anlamakta güçlük çeker. Sıradan “güzellik” kavramları geçerli değildir;
başka bir kültürel değiş tokuş değeri edinmek gerekir. Fakat hangisi?
1980’11 on yılların sonuna doğru arkeologlarımız ve
antropologlarımız “Kolomb-öncesi” büyük uygarlıkların iç yüzünü keşfetmişler
gibi gözüküyorlardı. Uzun bir çalışma sonucu görüşlerini zenginleştirmiş olan
bazıları kestirip atmaya oldukça, yatkındılar. Çok daha eski bîr yerleşimin
işaretlerine rağmen, onlara göre, Amerika kıtasında insan, 1Ö yaklaşık oniki
bin yılında ortaya çıkmıştı ve uygarlıklarıyla dinleri üzerine resimli güzel
kitaplar yazacak kadar yeterince şey biliyorlardı. Bunların açıkça
yalanlanması şok yarattı: Niede Guidon ve Georgette Delibrias’ın 1986 yılında
Brezilya’da yaptığı keşifler Amerika kıtasında ilk insanın 1Ö otuzüç ya da
otuzbeş bin yıl önce ortaya çıktığını kanıtladı. Amerikan arkeoloji okulu ve
başkaları, bu "Fransız” keşiflerini küçümseyerek reddetmeye başladılar.
Karbon 14 tarihlemeleri Fransızların keşiflerini doğrulamaktadır; günümüzde
bunlar, belli bir şaşkınlık içerisinde, kabul görmektedir (özellikle Amerikalılarca).
KUETZALKOATL MUAMMASI
Bu keşiflerin rahatsızlık yaratmasının nedeni, yaklaşık
kırk bin yıl önce ortaya çıktığı sanılan Cro-Magnon insanının, esrarengiz
Ceneviz Colomb’unun Çin olduğunu sandığı bu toprakları fethetmek için Bering
Boğazı’nın donmuş alanlarını yalınayak geçtiğinde hâlâ görece yeniyetme
olduğunu belirtmesidir. Dahası var! Henüz pek zayıf olan başka işaretler söz
konusu yerleşimin çok daha eski tarihli olduğunu belirtmektedir: Yetmiş bin yıl
önceki Wisconsin buzul dönemine kadar uzanmaktadır.1 Bu durumda,
Amerika kıtasına ilk yerleşenler, henüz ortaya çıkmamış olan Cro-Magnon insan
değil, Neandertal insandır. Sorunun özü yavaş yavaş eşelenmeye başlanmıştır.
Bir başka'muamma: Peki, Amerika kıtasına kimler geldi?
Bu konuda da görüş kesindi: Asyalılar. Amerika Yerlileri’nin Mongoloid olduğu
ileri sürülüyordu. Kuşkusuz, büyük bölümü Mongoloid’dir. Far kat daha sonra,
Güney Pasifik’in Amerika kıyılarına, farklı kaynaktan gelen Okyanusyahların
çıkmış olabileceği varsayımını -varsayımdan başka bir şey değildirkabul etmek
gerekti. Dahası, Meksika’nın Ölmek döneminde, özellikle La Venta ve Tres
Zapotes’deki bazı anıtsal başlar dikkate alındığında, bunların, basık burunları
ve kalın dudaklarıyla tartışılmaz biçimde Afrikalı başlar oldukları fikrine
karşı koymak güçtür. Demek ki, IX. yüzyılda Vikinglerin, Yeni Dünya yakınlarında,
Vinland, “bağ toprakları” denen topraklarda (Vikingler oradan frenküzümü
getirmişlerdir) küçük koloniler kurmaya gitmelerinden çok önce, Amerika kıtası
ve özellikle güneyi, dünyanın en azından iki bölümünden, Okyanusya ve
Afrika’dan İnsanların ziyaretine büyük bir olasılıkla uğramış ve onların etkisi
altında kalmıştır.
Ayrıca, 1976 yılında Venezuela’da yüzlerce Roma
parasının bulunduğu bir hazine keşfedilmiştir. Bu paraların en yakın tarihlisi
İS IV.
1 C.A. Burland, Les Peuples âu Soleil, Tallandier, 1978. Guidon ve Delibrias’m Brezilya’daki
keşiflerinden çok önce, Orta Amerika’da, Valsequillo ve Puebla’da yirmi bin
yıldan eski insan yerleşim yeri kalıntıları bulunmuştur.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
yüzyıla kadar geliyordu; Meksika’da, Veracruz
eyaletindeki bir mezarda, 1.967 yılında, Romalılara ait bir Venüs heykeli ve
Ingiliz Kolombiyası’nda, IÖ XII. yüzyıla uzandığı sanılan bakırdan Çin paraları
bulunmuştur; bu keşifler üzerinde elbette görüş birliği yoktur; yine de
günümüzde en tartışmasız olanı, Meksika’da, XII. yüzyıldan kalma bir mezarda
keşfedilmiş olan, İS III. yüzyıla ait bir Roma başıdır.2
Bunun anlamı, Akdeniz’den gelen denizcilerin Güney
Amerika’nın doğu sahillerini biliyor olmalarıdır. Oraya, bilinmeyen bir Akdeniz
kültürünün, belki Roma, belki de Doğu kültürünün unsurlarını getirmiş
olduklarıdır. Günümüze kadar hiçbir çalışma Yunan dili ile Azteklerin
konuştukları Nahuatl dili arasındaki çok özel ve çok sıkı etimolojik akrabalığı
tatmin edici biçimde açıklayamamıştır: Örneğin Nahualt dilinde tanrı anlamına
gelen teo’yla (Teotihuacan, “tanrıların ortaya çıktıkları şehif’dir) aynı
anlama gelen Yunanca theos;gökyüzünü taşıyan Yunan tanrısı Atlas’la,
Aztek adının kökenini olduğuna inanılan ve “gökyüzü" anlamına gelen
Azdan... Dolayısıyla, “Atlantis" adının kökeni araştırılabilir: Mitik bir
ülke olan Aztlan’dan mı gelmektedir, yoksa gerçekten de Atlantik’e kadar
uzanan Atlas dağlarından mı?...
Bu unsurlar ve bu sorular alışılmış bilgiyi pek
değiştirmedi, Amerika’nın Colomb’dan önce Vikİngler tarafından, büyük bir
olasılıkla. Irlandalı Brendan tarafından keşfedildiği kabul edilir, fakat hepsi
bu. Bu tür alanlarda kesinlikler tehlikelidir. Yukarda sözü geçen ve önemli
kalıntılarına sahip olduğumuz Orta Amerika uygarlıklarının ilkini oluşturan
Ölmekler, Meksika’da, Veracruz bölgesinde, IÖ 1.250’ye doğru ortaya
çıkmışlardır. Önemli astronomlardır, ilk
R. Heine-Geldern, “A
Roman Fİnd from Pre-Columbian Mexico," Anthropology Journal of Canada, 5,
20-22. Çevrildiği kitap: Anzeiger des philosophische-historische
Kkısse der Oesterreischischen Akademie der Wissenschciften, s. 98, 117-119, 1961.
KUETZALKOATL MUAMMASI
yazılı takvimi Amerika’ya onlar getirmiştir, son derece
ilginç bir sanatları vardır. ÎÖ 600 yılma doğru kaybolmuşlardır ve haklarında
hemen hemen hiçbir şey bilmemektedir..
“Ölmekler nereden gelmektedir? Kanal sistemlerinin
kökeni neresidir? Takvimlerinin oluşumu için kaç kuşak gerekmiştir?”' Sır!
En azından otuz beş bin yıl -ve belki de iki misliönce
ilk insanın yerleştiği bir kıta hakkında ancak çağımızdan üç bin yıl öncesini
bilmekteyiz. Yani, Orta ve Güney Amerika Yerlilerinin uygarlıkları üzerine XX.
yüzyıl sonunda edinilmiş fikirler, gelecekteki arkeolojik keşifler sonucu
birden bire değişebilir. Dahası, dinleri hakkında pek az şey bilmekteyiz.
Ortadoğu, Akdeniz ya da Hıristiyan etkileri -altında oluştuklarım düşünmek
ciddiyetten uzaktır. Şeytan’ın kökenlerini orada aramak, Şeytan olmanın ta
kendisidir!
Sır Öyle şaşırtıcıdır ki, Orta ve Güney Amerika’ya, az
da olsa, kuzey yoluyla Asya’dan gelen Mongoloid göçmenler yerleşmiştir. Fakat
Navahoları ya da Ojibwaylan çok küçük bir çabayla '‘anlayabildiğimiz"
halde, Ölmekler, Toltekler, Aztekler ve Mayalar genellikle anlaşılmazdır.
Tarihlerinin büyük parçası bilinmemektedir ya da gözden geçirilmemiştir,
örneğin Meksika’nun kuzeybatısında tecrit oldukları düşünülen .Tolteklerin X.
ve XI. yüzyıllarda Yucatan’ın neredeyse tümünü fethettikleri -Amerikancıların
1970’te bile “abartılı” olarak niteledikleri önermeancak seksenli yıllarda
anlaşılmıştır. Üç bin yıl
3 Burland, Les Peuples du Soleil, a.g.e, Onaltı yıl sonra, uzmaniann Ölmekler
hakkmdaki görüşleri biraz gelişti. Research & Expio ration dergisinin 1992 ilkbahar sayısında yayınlanan The
Olmec Legacy başlıklı bir incelemede
Urbana’daki Illinois Üniversitesi’nde antropoloji profesörü olan David C. Grove
şöyle demektedir: “Orta Amerika’nın ilk anıtsal taş sanatının yaratıcısı Ölmekler
(1Ö 1150’den 500’e) uzmanlarca, çağdaşları toplamlardan daha ileri, fakat
son-derece muammalı kabul edildiler.” Ancak, yazar, tarihlerinin ve
kültürlerinin bazı yönlerini aydmlatsa da, bu önemli kültürün ortadan kaybolma
nedenleri ve kökenleri hakkında varsayımlardan öteye gidemediğimizi kabul
eder.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
önceki Mısır ve Mezopotamya üzerine bildiklerimiz bin
yıl önceki Latin denen Amerika hakkında bildiklerimizden çok daha fazladır.
Şaşkınlığımız sadece arkeolojik veri yetersizliğiyle
değil, dahası, Orta ve Güney Amerika Yerlileri’nin, Kuzeydeki Yerlilerden kesin
farklı olarak, kalıcı izler bırakmış olmalarıyla da açıklanır: tapmaklar,
piramitler, taş ve kil mimariler, alçak-kabartmalar, freskolar, tapınma ve
gündelik yaşam nesneleri ve metinler... Oysa bir kültür bu üretim aşamasına
ancak hem maddi zenginlikler hem de gündelik anlamda bir tarih, yani kendinin
bilincine ve yerleşikliğe bağlı bir bellek biriktirmişse erişir. Yani,
karmaşık bir hale geldiğinde erişir. Tarihçi V.G. Childe’m gözleminin uzantısıdır
bu. Childe’a göre, yazı, bir topluluğun hacmi ve zenginlikleri “ciddi bir
kütle”ye eriştiğinde ortaya çıkar: Bu durumda, hesap yapmak ve bir numaralama
sistemi keşfetmek gerekir. Rakamlardan sonra yazı ortaya çıkar. Yazı kullanılır
hale geldiğinde düşünceler incelik kazanır. İşte Orta ve Güney Amerika
Yerlileri’nin durumu bııdur.
Amerika kültürleri nasıl oluşmuştur? Önceki
toplulukların etkisi ne olmuştur? Yine sır! Meksika’da yaşayanlar arasında
tanıdığımız en eski topluluk olan Ölmeklerin ÎÖ II. bin yılın ortalarına doğru
ortaya çıktıklarını,4 Maya uygarlığının IS III. yüzyıla doğru
yayıldığını ve XVI. yüzyıl ortasından biraz sonra yok olduğunu ileri
sürebiliriz. Diocletien zamanında başlayan Maya uygarlığı, Soustelle’in
belirttiği gibi, II. Philippe’le son bulmuştur.
Kuzey Amerika’daki “akrabalarının çoğu ayı, bizon
avlarken ve yarı-göçebe, çadır altında, ihtiyaçlarını gidermek için göç ederek
yaşarken, Güneydekiler taş yontuyorlardı; mimarlık ve tarımı, sulamayı,
astronomiyi öğrenmişlerdi; güneş tutulmasını doğrudan güneşe
4 Burland, Les
Peuplesdu Soleil,
a.g.e. Varsayım, Mexico’dan pek uzak olmayan Tlatîlco’daki, Ölmeklerin özelliği
olan tarzın ayırt edici izlerini taşıdığı sanılan çömlek biçimlerinin evrimine
dayanır.
KUETZALKOATL MUAMMASI
bakarak değil, parlatılmış obsidiyen aynalarla bakarak
gözlemleyecek kadar teknik açıdan gelişmişlerdi. Politik bir sistemleri,
babadan oğula geçen bir aristokrasileri, askeri bir kast ve bütün devletler
gibi kendi topraklarına ilişkin emelleri vardı'. Dine yabancı olan kimse için
Kuzey Amerika kabileleri sonuçta homojen bir mozaik oluştururken, bu aynı kişi
bilir ki, Ölmek Maya’dan farklıdır, Maya da Aztek’ten ve İnka’dan farklıdır.
Çünkü Orta ve Güney Amerika kültürleri tamamen ayrıdır. Bugünkü Amerika
Birleşik Devletleri’nin güneyinde farklı dinler vardı.
Tüm bunları biliyoruz, ancak inançlarının içeriğini
bilmiyoruz ya da eksik olarak biliyoruz.
Görünüşte “ilkel” olan dinleri iki farklı bölgeden
ibaret bir kozmolojiye dayanıyordu. Bu bölgelerden biri, Yeryüzü’nün yüzeyinin
temsil ettiği insanların bölgesi, diğeri ise, bazıları gökyüzünde, bazıları da
yeraltı dünyasında, yani -bunun uzantısı olarakcehennem dediğimiz yerde
bulunan doğaüstü güçlerin bölgesidir. İlk olarak, MeksikalIların en eskisi
olan Ölmekleri ele alırsak, yeryüzü dünyası topraktan ve sudan oluşmuştur ve
bu temsili, en eski denizde yüzen değişik türde timsahlarla simgeliyorlardı.
Bu timsah, daha sonra, bereket tanrısı olacaktır. Su, bir balıkla, elbette
köpekbalığıyla simgelenmişti ve arkeolojik kazılarda hakiki köpekbalığı
dişlerinin bulunmuş olması, bu tanrının kurban törenlerinin bir parçası
olduğunu gösteriyor gibidir. Ölmeklerin kısıtlı ve hayvan-biçimli panteonunun
üçüncü kutsal hayvanı yılan, egemen sınıfların sembolüydü.
Dolayısıyla Ölmeklerin kanlı törenleri olduğu
sanılmaktadır? Yaşamın geçici doğası hakkında kaba 1?ir felsefeye sahip
oldukları da ileri sürülebilir: Kralları öldüğünde, tebaları onların
hükümranlığına
Grove, The Olmec Legacy, a.g.e.; R.A. Joyce, R. Edging, K. Lorenz ve S.D. Gillespie,
Olınec Bloodletting: an Icoııographic
Study, Sixth Palenque Round Table, University of Oklahoma Press, 1986.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
bağlı olan heykelleri törensel olarak parçalıyorlar ve
La Venta’da, San Lorenzo’da ve Tres Zapotes’de bulunan anıtsal başlarını
yeniden yontmak için gövdelerinin anıtsal heykellerini yeniden yapıyorlardı.6
Bunların olası iblisleri hakkında hiçbir şey bilinmemektedir; en fazla, kurban
törenlerinin tanrıların öfkesini yatıştırmak amacına yönelik olduğu ve bu
tanrıların hem İyiliğe hem de Kötülüğe yatkın iki yanlı tanrılar olduğunu
düşünebiliriz.
Ölmeklerin nereden geldiklerini bilmediğimiz gibi nasıl
yok olduklarını da bilmiyoruz. 1Ö IV. yüzyıla doğru aniden ortadan yok olmuşlardır.
Onların ardından, etkisi bütün Orta Amerika’ya uzanan, Veracruz’daki Totonaklar
ve Oaxaca’daki Zapotek’ler gibi komşu hakları ele geçiren müthiş site-devlet
olan Teotihuacan uygarlığı gelmiştir. Teotihuacan, Meksika kültürünün
beşiğiydi. Ancak hakkında pek bir. şey bilinmemektedir, çünkü Teotihuacan
yazısından örneğe sahip değiliz. Kesinlikle bir yazısı vardı, “fakat kullanılan
kâğıt ya, da deri, resimli ya da diğer belgeler zaman içinde yok olmuştur.”7
Yine de sanat eserleri dünya görüşlerini ana batlarıyla belirtmektedir:
Teotihuacan’ın Telitla bölgesinde bulunmuş olan “Yeryüzü Cenneti” adlı freskoda,
ruhlara benzeyen yaratıklar kelebeklerle dans etmektedir: Bu kültürün
insanlarım ölümün pek korkutmadığını gösteren, öte dünyaya ilişkin düşsel
güzellikte görüntü. Çıkan sonuç: İnsan yaşamını pek değerli görmüyorlardı;
insan kurban etmeler Teotihuacan’da kuraldı; kurbanın bedeninden kalbi
çıkarılıyor ve büyük bir olasılıkla bir bereket, yağmur ya da benzer bir
tanrıya sunuluyordu. Sabah yıldızıyla simgelenen ve Kuetzalkoatl’ın habercisi
olan başka bir tanrı, kanlı kurbanları reddetmiş ve sadece çiçekler ve meyveler
kabul etmiştir. Ama bu barışçı görüntü pek evrensel değildir, çünkü Guatemala
Pi-
J.B. Porter, Olınec Colosscıl heads
as recarved thrones, Anthropology and Aesthetic, s. 17-18, 23-29, 1989.
Burland, Les Peuples du Sakil, a.g.e.
KUETZALKOATL MUAMMASI
pillerinde ona insan kalbi kurban edilmektedir.
Teotihuacan dininin bir lyilik’le bir Kötülük arasında
-iyilik yapan bir Tanrı’yla onun karşıtı bir Şeytanikiye bölündüğü düşünülmek
istenmiştir. Gerçekten de burada iktidar askeri bir teokrasinin yönetimindeydi.
Bu yönetimin şemas’ı, Dumezil’in savaşçı-rahip-çiftçi üçlemesini bozar:
“Teotihuacan tanrıları tarım tanrılarıydı, fakat silah taşıyorlardı ve kimi
zaman savaşçı havaları vardı.... Din adamları hiyerarşisi aslında askeri bir
hiyerarşiydi.”8.Ne varki, bu hiyerarşi de, insanın ancak kurbanlar
yardımıyla kendi yararına etkileyebileceği tanrıların ikili karakteri kavramına
dayanıyor gibiydi. Diğer , birçok uygarlıkta, özellikle Hint’te, gördüğümüz
gibi aynı tanrı, mutlu ya da mutsuz olmasına bağlı olarak iyi ya da kötü
olabiliyordu.
Ölmek uygarlığı gibi Teotihuacan da İS VI. yüzyılda,
nedeni tam olarak bilinmeden aniden yok oldu. Varsayımlardan biri, Teotihuacan’m,
ticaret yollarını kesmiş olan köleleri Pipil ya da Totonak kabilelerinin
isyanının ardından yok olduğudur. Fakat bu, tarihsel temeli olmayan bir
varsayımdır. Günümüzde Colomb-öncesi uygarlıkların tarihi, dinleri hakkında
bildiğimiz şeyler gibi eksiktir.
Maya uygarlığı da kendinden öncekiler gibi aniden
ortaya çıktı. Bu uygarlığın klasik dönemi hakkında Soustelle, “öyle ani
[gibidir ki] bir tür kendiliğinden kuşağa, ex nihilo yaratılışa inanası
geliyor insanın,”9 diye yazar. Uzman, bunun bir görüş yanılgısı
olduğunu belirtir: Mayalar konusunda, gerçekten de, Ölmekler ve Teotihuacan
konusunda sahip olduğumuzdan kesinlikle çok daha fazla bilgiye sahibizdir.
Ölmeklerin bulunduğu bölgede Maya-öncesi bir topluluğun bulunduğunu, Ölmekler
geldiğinde bunun iki gruba bölündüğünü, gruplardan birinin kuzeye, diğerinin
güneye doğru gittiğini ve güne-
Jacques Soustelle, Les Mayus, Flammarion, 1982. Ünlü Meksika uzmanı.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ye giden, grubun Mayaların kökenini oluşturduğunu
bilmekteyiz. Mayalar gökten aniden düşmemişlerdir.
Mayaların dinlerini çözümlemek için, onlardan önceki
uygarlıklar hakkında olduğumuzdan daha donanımlı olmamızı sağlayan Maya anıt,
heykel, fresko, nesne ve elyazmaları vardır.10 Chumayel’li Chilam
Balmn’ın ya da "Jaguar Peygamberin Kitabı, dört ağaç yardımıyla gök
kubbeyi taşıdıkları düşünülen ikincil tanrılar olan Bacab’lann Dinsel
Törenleri ve özellikle, Soustelle’in “dünya dinsel edebiyatının zi
melerinden biri” olarak nitelediği Popol Vuh; İspanyolların fethinden
kısa süre sonra kaleme alman bu eserler bize oldukça bilgi sunmaktadır. Ancak,
"daha donanımlı” olmamız, Maya dininin tutarlı bir tarihini
çıkarabileceğimiz anlamına gelmez: Bunun nedeni, öncelikle, Mayaların çöküşüne
tarihlenen eldeki belgelerin önceki yüzyıllar hakkında bilgi vermemesidir.
Diğer neden, Avrupa etkisinin bu yazdı metinleri -bunların Latince olduğunu
unutmamak gerekirdeğiştirip değiştirmediği sorusudur. Bir diğer neden,
kendileriyle birlikte Mayalara yabancı tanrılar getirmiş ya da Maya
tanrılarının adlarını değiştirmiş olan, özellikle Toltek MeksikalIlarının
istilasına bağlı olarak Mayalar üzerindeki yabancı etkisinin açık
işaretlerinin bulunmasıdır. Örneğin yağmur tanrısı Chac'ın yerine tanrı
Metzaboc geçmiştir. Maya dininin Toltekli işgalcilerin dininin etkisiyle
derinlemesine değip değişmediği bilinmemektedir. Aslında, Maya uygarlığında
daha geç bir aşama olan Yucatan’daki Maya dinini bilmekteyiz.
Yine de Mayalar hakkında, uygarlıklarının Colomb-öncesi
uygarlıklar arasında en parlağı, en zengini olduğunu kavrayacak kadar bilgiye
sahibiz. Encyclopaedia Universalis’deki “Maya” maddesinin girişinde,
“modern bir antropoloji, uzmanının ‘yeni dünyanın Yunanları’ dediği Mayalar...
çok önemli bir entelektüel ve sanatsal düzeye eriş-
10 A A.g.e.
KUETZALKOATL MUAMMASI
inişlerdir,” diye yazar. Ne yazık ki, bu gerçek, altın
ve kibir sarhoşu Hıristiyan Avrupa, bu uygarlığı yağmaladıktan ve sanki
şeytansı, “barbar’* olarak nitelenen anıt ve sanat eserlerini kapışmak için
orman yasalarım uyguladıktan sonra, yani Amerika’nın Colomb tarafından
keşfinden dört yüzyıl sonra anlaşılmıştır. Maya uygarlığı, XIX. yüzyılda,
Amerikalı diplomat John E. Stephens, Meksika ve Guatemala’daki keşiflerinin açıklamalı
hikâyesini yayımlayınca gerçekten keşfedildi. Geniş bir dikme taş üzerinde hoş
yüzlü bir delikanlının, tanrı Kuetzalkoatl’ın simgesi olan yaşam kuşunun üstüne
konmuş haçı, içedoğuş gibi, sonsuza dek seyre daldığı Palenque mahzeninden, (Sopandaki
taşkın ve barok, yontulmuş kütlelere varıncaya kadar, AvrupalIların gelişinden
önceki Amerikan imgeleminin engin zenginliği karşısında büyülenilmişim Haç
elbette düşler içinde bırakmıştır. Bunun ne olduğu İlerde görülecektir.
Fakat bu arada o kadar çok veri kaybolmuştur ki!
Ne var ki, geçmişin tarım uygarlıklarında olduğu gibi,
panteonda egemen olan üç tanrının üçünün de görünümü bereket tanrısı gibidir:
Bunlar, Güneş tanrısı Kinich Ahau (“Efendi Kinich”), yağmur tanrısı Chac vğ
mısırdır. Bunları, dokuz yeraltı ve karanlıklar tanrısı izler çünkü ölüler
ülkesi vardırve onüç de gün tanrısı gelir -çünkü yeryüzünün üstünde duran
gökler vardır. İlk dokuz tanrıyı ölüm tanrısı Gizin yönetir. Gizin, bölgede sık
görülen depremlerin ve salgın hastalıkların tanrısıdır. İkinci grup tanrıyı
“İguana’nm Evi,” evrenin yaratıcısı, “dişleri dökülmüş ve yüzü kırışmış,”
Güneş’le özdeşleşen “büyük tanrı” Itzamma yönetir?1 Dokumacıların
efendisi lx Chebel Yax’ın eşi olan bu îtzamma, öteki tanrılar olmasaydı
tektanrıcıhğa doğru bir sapmayı belirtebilecek olan “Bir-Tanrı,” Hunab Ku
biçimin-
11 A.g.e. Maya
panteonu hakkmdaki bilgilerimiz Dresde Kodeksi’nden kaynaklanır. Teolojiyi ele
alan ve bilgi bakımından zengin olması gereken Paris’teki Peresianus Kodeksi,
sonuçlar çıkarmaya elvenneyecek kadar eksiktir.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
de Yucatan Mayalarında ortaya çıkacaktır. Bütün
tanrılar hem tek hem de -dört yöne uygun olarakdört katlı gibidir, bunlar hem
iyilik hem de kötülük yapan tanrılardır.12
Bu son nokta, esas olarak, Cizin’i Şeytan’ın habercisi
olarak gören tüm yorumları ortadan kaldırır. Etleri dökülmüş, iskelet gibi bir
kişi olarak temsil edilen Ölüm tanrısına, yine kötülük yapan bir türdeşi olan
“Ölüm Efendi," Yum Çimil -Vodu mitolojisinde,13 can çekişen hasta
peşinde köy köy dolaşan kötücül Baron Cumartesi’nin uzaktan habercisieşlik eder
ya ela onunla özdeştir. Bu arada belirtelim ki, mit, Pasifik’teki
Trobriand’Iarm mitiyle şaşırtıcı bir benzerlik gösterir.H
Ancak Özellikle şunu unutmamak gerekir: Mayalara göre
Kötülük, dünyanın başka birçok dininde, örneğin Vedacılıkta olduğu gibi sadece
çift karakterli tanrıların öfkesinden değil, Yum Çimil gibi gerçeklen kötücül
tanrılardan kaynaklanır. Kuşkusuz, Çizin bir tür şeytan değildir, çünkü tam bir
tanrıdır. İnsanlara karşı kötü davrandığı kesindir, fakat yaratıcı Itzamma’nın
karşıtı hiç değildir. Bizim Şeytan’ımızın Maya dinindeki taslağıdır: Hakiki bir
tanrı olmasına rağmen, Hıristiyan şeytanı gibi cehennemde, yani yeraltında
kalır ve esas olarak kötüdür. Bizim Şeytanın gerçekten kardeşi olması için eksik
olan şey, Şeytan’ı niteleyen isyankâr ruhun onda olmamasıdır. O aslında,
Zerdüşt dinindeki Ahriman’m ve Mezopotamya cinlerinin ak-
l" “Mayan Religion,” Encyclopaedia
Britannica, 1980.
13Bilindiği gibi Afrika kökenli olan birçok Vodu mitinin,
İspanyol işgali sırasında, hâlâ mevcut olan Karaip milleriyle, Karaip’lerin
kökü kazınırken, karışmış olması mümkündür. 1493 yılında Colomb’un “Hint
topraklarına doğru yaptığı ikinci yolculuğa katılan keşiş Ramon Pane’nin
“Yerlilerin Eski Tarihiyle llişki’si bu duruma tanıklık eder. Eski Hispaniola,
bugünkü Haiti üzerine olan bu rapor 1571 yılında Venedik’te yayınlanmıştır ve
Fransızcası ilk kez Andre Ughetto’nun çevirisinde yer alır: Edition La
Difference, Les Voies du Sud koleksiyonu, 1992.
HBkz. s. 34
KUETZALKOATL MUAMMASI
rabasıdır, fakat bunların gözü dönmüş statüsüne
erişmemiştir. Her durumda, Yucatan’daki bu Maya krallığı diktatörlüğünden
kovulmuş değildir. İki okyanus arasında tecrit olmuş olan, gerçek kültürel ilişkileri
olmayan Maya rahipleri Şeytan’ı kavramlaştırmamışlarsa da kavramlaştırmaya
yakındılar
Çünkü Maya toplumunun yapısı, tıpkı eski İran ve
Mezopotamya toplumu gibi aristokratiktir. Aynı zamanda teokratiktir, çünkü bu
toplumu yönetenler rahipler ve rahip-krallardır ve bin yılına doğru, köylü
isyanlarının ardından Maya toplumunun ilk çöküşüne yol açan bunlardır. Köhnemiş
din adamları, Maya imparatorluğunu altüst eden bu “köylü isyanlarına direnecek
durumda değillerdi; Maya uygarlığının en parlak dönemi olan klasik denen dönem
böylece son bulur; Uxmal ve Chichen-Itza gibi görkemli şehirler terk edilir.
Yine de isyancılar bağımsızlık kazanamadılar, çünkü yabancı bir kabile olan İtzalar
Mayalara yeni bir askeri tiranlık ve insan kurban etme geleneği dayattılar.15
Colomb-öncesi Amerika’da askeri ve dinsel kastların
yönetimindeki tiranların bu sürekliliği orta Amerika dinlerinin en korkunç
yüzlerinden birini açıklar: Sadece insan kurban etme değil, aynı zamanda
Amerika yerlilerinin içinde yaşadıkları sonsuz ve boğucu suçluluk duygusu.
Gerçekten de Mayalardaki kefaret törenlerinin önemi ve aşırılıkları insani
etkiler. Soüstelle bir heykelde gördüğü sahneyi aktarır: Bir kadın bir rahibin
önünde diz çökmüştür, rahip tüylerden oluşan bir bayrak sallar, kadının dilini
dikenlerle dolu bir iple delmektedir. İnsanlar sadece dillerini değil,
kulaklarım ve baldırlarını da kesiyorlardı. “Cin” kovmanın hedeflendiği bu
törenler Mezopotamya’daki dinin emrettiklerini hatırlatır. Bu da şaşırtıcı
değildir, çünkü Meksika
15ltzalar da, kuşkusuz Orta Amerika’daki verimlilik kültlerinden
kaynaklanan . fallik kültler ve erotik törenler getirmişlerdir. (“Mayan
Religion,” Encyclopaedia Britannica, a.g.e.)
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
tophımlan da birer viranlıktı.
Mayalarda insan kurban etmeler, örneğin Ölmeklerden
daha az rastlanır gözükse de, hiç yok değildir. Jaguarlar Tapmağı’ndakiler ve.
Savaşçılar Tapınağı’ndakiler gibi sayısız alçak-kabartma ve fresko, onların
gelenekleri hakkında kuşku bırakmaz: Elleri .kolları görevliler tarafından
tutulan, sunağa bağlı insanlar, öte yanda rahip elindeki bıçağı sallamaktadır,
bu bıçakla göğüslerini açacak, kalplerini çıkaracaktır. Tüm bunlar, Mayaların
bu tür katliamın büyük yandaşı Azteklere imrenecekleri bir şey olmadığını
gösterir. Oysa herhangi bir kimse için kendini sakatlamaya ya da kurban etmeye
itaat etmek mümkün değildi.
Domuzlar gibi parçalanmış, sakatlanmış kanlı bedenleri
ve etleri sık aralıklarla seyreden toplulukların ruh halinin nasıl olduğunu insan
kendine sorabilir. XX. yüzyılın Batılı insanı olarak, onların merhamet
yetenekleri hakkında kuşku duymaya hakkımız vardır. Fakat bu, Maya kültürünün
yaşamı küçümsemesini küçümsemektir. Bu kültür, intihar edenlere mutlu bir
sonsuzluk vaat eder ve hatta onlara, gözleri kapalı, asılmış biri olarak temsil
edilen bir tanrıça adamıştır. Ölüm hiçbir şeydir, yaşam da. Burada, bizim
“olağanüstü” XX. yüzyılımızın bazı politik rejimlerinin temel nihilizmini
uğursuzca hatırlatan bir'yazgıcılık vardır: Müteveffa Stalinci SSCB’nin onaltı
milyon ölüsü, IH. Reich’ın altı milyon ölüsü, Kızıl Khmerlerin iki milyon,
otomobilin keşfinden bu yana trafik kazalarının on milyon ölüsü.
Mezopotamya’da olduğu gibi, dinsel dehşetten kurtulmak
pek mümkün değildi. Maya toplumu, gerçekten de, çok katı, tamamen hiyerarşik
biçimde yapılanmıştı ve orada yaşam, toplumsal merdivenin en tepesinden en
altına kadar kesin kuralların buyruğu altındaydı, örneğin askeri
operasyonlarla görevli başkomutan, der Soustelle, “tabulardan örülü bir ağla
çevriliydi: Üç yıl için seçilen komutan, bu süre içerisinde bir kadınla
birlikte olamaz, et yiyemez, sarhoş olamazdı.
KUETZALKOATL MUAMMASI
Mısır dışında, ancak balık ve iguana yiyebilirdi.
Kullandığı kap kacak evdeki diğer eşyalardan ayrıydı...”10 Neredeyse
bir rahip gibi! Tapınakların ve dinsel törenlerin sayısından tahmin
edilebileceği gibi, çok kalabalık bir sınıfa dağılmış papazlık babadan oğula
geçiyordu. Yani, Maya toplumu çok güçlü biçimde otoriterdi ve bütün otoriter ve
dahası askeri toplamlarda olduğu gibi Kötülük mitleri ve kötülüğü pişmanlık
yoluyla yenme gerekliliği söz konusuydu.
Bu toplulukların Hıristiyanlığı görece kolay
benimsemeleri daha iyi anlaşılır. Isa’yı Güneş-Tanrı Kuetzalkoatl ya da
Kukulcan’la ve Bakire Meryem’i Ay’la özdeşleştirdiler ve Haç’ı da yararlı
yağmurların simgesi yaptılar.17 Günahı biliyorlardı! Pişmanlığı da!
Dahası, Kuetzalkoatl vardı. Garip kişilik! Önce onu
yerli yerine oturtalım.
Ispanyollar Colomb’un izinden gittiklerinde sadece Maya
dinini keşfetmekle kalmadılar, sonraki uygarlıkların dinleriyle de karşılaştılar.
Aynı Meksika tablosunda belirsiz bir dönemde, kökenleri yine bilinmeyen,
önemli kültürler meydana getirmiş iki topluluk ortaya çıktı; Toltekler ve
Aztekler. Toltekler VIII. yüzyıla doğru ortaya çıkmış olmalıdır; büyük bir
olasılık; ya öncesi? Bilinmiyor. Tolteklerin dinlerinin kaynaklarını
bilmiyoruz. Bir krallık kurmadan önce göçebe oldukları varsayılmıştır. Ancak bu
açıklama orta Amerika uzmanlarını bütünüyle tatmin etmez kuşkusuz.
Bununla birlikle bize bu VIII. yüzyıl tarihi kalmıştır.
Bu tarihi nereden biliyoruz? Tarihin, bir mitin İronisinden, astronominin
zaman içine yerleştirmeye olanak tanıdığı bir mitten. Bu, dünyanın yaratılışı
epizodudur. Ölmeklerin “vejetaryen” tanrısı Kuetzalkoatl, yani ünlü Tüylü
Yılan, Toltek krallarının hanedanını kurmak için yeryüzünde
löSoustelle, Les Mayas, a.g.e.
17“Mayan Religion,” Encyclopaedia Britannica, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ortaya çıkmıştır. Çünkü, krallar için, tanrısal bir
köken bulmak tuhaf bir evrensel meraktı. Kuetzalkoatl yakışıklı bir
delikanlıydı, Tollan kralıydı, insan kurban etmeyi yasaklayan iyiliksever bir
tanrıydı. Devasa bir penisi olan Kuetzalkoatl, aynı zamanda tanrıça olan bir
prensese âşıktı, bu prenses ona canlılık veriyordu; ve Kuetzalkoatl, belki
“pülk” belki de “peyolt" gibi bir uyuşturucu kullandığından cinsel
organını ve prensesi kötüye kullanır. Aklı başına gelince,, yaptığının farkına
varır, pişman olur ve yılan derilerinden bir salla denize açılır. Güneş, salı
yakar ve Kuetzalkoatl’m kalbi gökyüzüne çıkıp orada bizim Venüs diye
adlandırdığımız gezegen halini alır. Mitin bir başka çeşitlemesinde, deniz
kıyısına varan Kuetzalkoatl bir odun yığınının üstüne çıkar ve orada kendini
yakar ve kalbi bu şekilde gökyüzüne yükselir. Bu olay, bir güneş tutulmasıyla
aynı zamanda meydana gelir.18 Güneş tutulmaları, zamanı
saptanabilecek olaylardandır.
Dahası, modern tarihçiler burada özellikle İlginç bir
işaret görürler: Venüs’ün yükselişiyle güneş tutulmasının eşzamanlılığı. Bu
olay çok enderdir. İngiliz gözlemci Hurstmonceux olayın 16 Temmuz 790’da
meydana geldiğini ortaya çıkardı.19 Demek ki, Toltek hanedanı o gün
kurulmuştu. Yaşam Soluğu da, Rüzgâr Tanrısı da denen Sabah Yıklızı’nm
yeryüzünden görüldüğü gün o gündür.
48 Kuetzalkoatl mili ile
Herakles miti arasındaki olağanüstü benzerlik üzerinde durmamak olmaz.
Kuetzalkoatl da Herakles gibi cehenneme inmiştir, onun da yanında ikiz kardeşi
XolotI vardır, gönüllü olarak odun yığınına çıkmış ve yine Herakles gibi
gökyüzüne yükselmiş ve adını göksel bir cisme vermiştir: Kuetzalkoatl Venüs’e,
Herakles kendi adını taşıyan takımyıldıza. Herakles adının etimolojisine göre
bu adın “büyük penisi olan kimse” anlamına geldiği, Kııeizalkoad’ın durumunun
da böyle olduğu görülecektir. Özel durum, Kuetzalkoatrın sakallı tasvir edilmiş
olmasıdır. Bu durum, Toltek ve Aztek dininde tek olmasa da tamamen istisnaidir.
Bilindiği gibi, Akdeniz’de Herakles’in bazı özellikleri ve maceraları,
özellikle istisnai gücü ve cehenneme inişi, sayısız Hıristiyan merkezde İsa’ya
atledilmiştir. Fakat Kuetzalkoatl kişiliğinin olası başka kökenleri daha ilerde
(42. not) görülecektir.
Burland, Les Peuples du Soleil, a.g.e.
KUETZALKOATL MUAMMASI
Gördüğümüz gibi bu tanrı, soluksuz kalmış göğüslerden
kanlar içindeki kalplerin sökülüp çıkarıldığını görmekten bıkmış etnolog ya da
tarihçileri bilinçsizce harekete geçiren barış isteğini tatmin etmiştir. Çünkü
Kuetzalkoatl, yukarda söylediğimiz gibi, bu korkunç şeylerden tiksinir,20
İlginç olan şey, Tolteklerin Kuetzalkoatl kişiliğini Azteklere bırakmış
olduğudur. Kuetzalkoatl’ın amansız bir düşmanı vardı: Tezkatlipoka.
Tezkatlipoka’nm hikâyesi Kuetzalkoatl’ınkiyle şaşırtıcı
benzerlikler taşır: O da yakışıklı bir gençtir (şu farkla ki, tek ayağını bir
timsah yemiş, yerine obsidiyen bir ayna konmuştu), Kuetzalkoatl gibi onun da
güzel bir penisi vardı. Tollan pazarında çırılçıplak dolaşıyordu (efsane ise,
tuhaf biçimde, Huaxtek taciri kılığında, der) ve Toltek’in başkenti Tollan’m
prensesi, penisini görünce aşık olur; hasta düşer ve bu yakışıklı gençle
evlenmek için babasından izin alır. Bir başka çeşitlemede Tezkatlipoka, Tollan
kralını pülk ile sarhoş eder ve kızım baştan çıkarır. Sonuçta, ondan bir
oğlu olur. Çocuk, büyülü bir gün olan Dokuz Rüzgârlar günü doğar. Tezkatlipoka
bir Tollan prensinin babası olduktan sonra Toltek krallığına nifak tohumları
eker, öyle ki Kuetzalkoatl orada kalmayı reddeder ve Tollan’ı terk eder.
Tezkatlipoka insan kurban etmeyi yeniden uygulatır. Tezkatlipoka’ya adanmış
büyük bayram sırasında onun onuruna genç, yakışıklı bir delikanlı, kalbi
sökülüp alınarak kurban edilir.
Gerçekten de, Tezkatlipoka, Kuetzalkoatl’ın olumsuz
yansısıdır:
20Bu arada şunu belirtmek yerinde olur kİ, yanlış
bilgilenmiş oldukları kadar yanlış da esinlenmiş ve İspanyol fethinin
vahşiliklerini meşrulaştırmayı uman zihinlerin yaydığı efsaneyle bunu
noktalamak yerinde olur. Bu efsaneye göre Aztekler düzenli olarak katliam
yapıyorlardı ve yaklaşık yirmibin kişiyi -niçin her pazar olmasın?katletmişlerdi.
Oysa bu dönemde tek bir katliam olmuştur, o da 1479 ya da 1480 yılında Aztek
kralı Ahuitzotl’un tutsaklarının katledilmesidir. Bu katliam Meksika
topluluğunun dehşetine ve Tezcoco senyörü Nezahualpilli’nin protestolarına yol
açtı. (Burland, Les Peuples du Soleil, s. 87)
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Her ikisi de, büyük penisleriyle, genç ve yakışıklıdır.
Her ikisi de prensesleri baştan çıkarırlar. Biri insan kurban etmeye karşıdır,
diğeri bundan yanadır. Biri iyilik yapar, diğeri kötülük. Tezkatlipoka, bir
anlamda, tanrı Kuetzalkoatl’ın “Şeytansıdır.
Gerçekte, buradaki ikilik, İyilik ile Kötülük
arasındaki dinsel karşıtlıktan çok başka bir simgesellisi temsil eder. Kuetzalkoatl,
en azından “vejetaryen” yorumunda, dinin tarımsal tanrılara dayandığı Teotihuacan
uygarlığının tartışmasız tanrısıydı.21 Bu tanrılar da, Kuetzalkoatl
gibi, insan kanı “istememiş” gözükür. Daha sonra, VIII. yüzyılda,
Kuetzalkoatl’] n Toltek krallık hanedanını kurmasından kısa süre önce,
Teotihuacan gücünü kaybetti. Dini de yok oldu, çünkü din yaşamında yabancı bir
tanrı olan Xipe Totec’in ortaya çıktığı görüldü, ona insan kurban ediliyordu.
Kuetzalkoatl panteondan yok olmadı; fakat, yeni bir rakibi ortaya çıktı. IX.
yüzyılda, savaşçı bir halk olan Toltekler bölgeyi ele geçirdiler, yeni bir
başkent olan Tollan’ı kurdular ve kendileriyle birlikte Yıldızlı Gece tanrısı
Tezkatlipoka’yı getirdiler. Tüm bu yüzyıl boyunca, Toltek imparatorluğunun dini
Kuetzalkoatl ile Tezkatlipoka arasındaki nüfuz savaşıyla bölündü. Kuetzalkoatl
sonunda üstünlüğünü bu şekilde kaybetti ve Tollan’ı terk etti.22 Dinsel
mit, gerçek tarihsel olayların sadık bir yansısıdır; bunun daha
21 Palenque gibi bazı Maya merkezlerinde de, başka tanırı tannlannm
yanı sıra, mısır bitkisinin üsluplaştırılmasmdan türeyen yapraklı haç
biçimindeki bir mısır tanrısına tapılıyordu. Yine de, Kuetzalkoatl’ın
“vejetaryen” karakterinin, bu tanrıya lapınan bürün Amerika yerlilerinin
merkezlerinde saygı gördüğü ve dahası tarım tanrılanna tapınmanın insan kurban
etmeyi yasakladığı sonucu çıkarmaktan sakınmak gerekir. Jensen, “kanlı kurban
etmeler tarımcı halkların özelliğidir,” der (XXX).
22“Aztec
Religion,” Encyclopaedia Britannica, 1980.
Tezkatlipoka’yı Hıristiyan Şeytan’ıyla özdeşleştirmeye yönelik Katolik
misyonerlerin çabalarına rağmen, Yeni İspanya yerlilerinin bu “kaplama”yı
reddettiklerini belirtmek gerekir. Bu nokta, aşağıdaki incelemede bol
ayrıntıyla ele alınmıştır: Serge Gruzinski, Antoinette Molinie-Fioravzuti,
Carmen Salazar ve Jean-Michel Sallman, Visions üıdıemıes, visions baroques, P.U.F., 1992.
368
KUETZALKOATL MUAMMASI
çarpıcı bir örneği bulunamaz. Mitin etik bir içeriği
yoktur. Kuetzalkoatl İyilik değildir, Tezkatlipoka da Kötülük değildir. Bunlar,
farklı kültürlerden doğmuş karşıt mitlerin simgeleridir. Bu durum nasıl anlaşılmalıdır?
Colomb-öncesi bütün toplumlar gibi, Toltekler ve
ardından gelen Aztekler de savaşçıydılar. Savaş, hayatta kalmanın olmazsa olmaz
koşuluydu ve askeri zaferi sağlayan tanrılar kurbanların kanım istiyorlardı.
Kuetzalkoatl’m zaferi önce Xipe Totec’in, sonra da Tezkatlipoka nın yenilgisi
demekti. Oysa bu düşünülecek bir şey değildi. Sadece kanlı insan kurban etmeler
rakip ya da komşu kabileleri korkutuyordu. Sunakları insan kurban ederek
besleyecek savaşlar olmadığında Toltekler bir “Çiçekler Savaşı”nı
kutluyorlardı. Bu isim aldatıcıdır, çünkü yapılan turnuvalar sonunda yenilenler
öldürülüyordu. 1440 yılında ünlü Aztek imparatoru Montezuma bu geleneği
canlandırmıştır. Savaşlar için “esas” olarak kabul eden insan kurban etmeyi
redden Kuetzalkoatl’m garipliği buradan kaynaklanır.
Toplumsal ve politik kısıtlamaların maskesi olan bu
dinsel gelenek Tezkatlipoka’nın zaferinde bir kez daha görülür. Daha güneyde
de durum aynıdır. Peki ya Kuetzalkoatrın durumunda? Kuetzalkoatl’m sonuçta bir
Avrupalı, hatta Hıristiyan bir Avrupah olup olmadığını insanın kendine sorması
için yeterli nedenler olduğu ilerde görülecektir. Çünkü o, Amerika yerlilerinin
tarihinin bizim için karanlık olan geri kalan kısmını örten sis perdelerinin
ortasında yeniden karşımıza çıkacaktır.
Kuzey ve Güney Amerika’nın dev karınlarını birleştiren
bir tür incebağırsak olan Orta Amerika uygarlıkları hakkında bildiklerimiz, Meksika
hakkında bildiğimizden daha fazla değildir. Modern politikanın bir dizi
devlete böldüğü Guatemala, Honduras, Belize, Nikaragua, Costa.Rica ve Panama,
Kuzeyli gringoların haksız müdahalelerine içten içe başkaldıran,
birbirlerinden yapay olarak ayrılmış bu Orta
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Amerika, sonuçta tanımlanamayacak kadar eski bir tarihe
sahiptir. Bugün bildiğimiz kadarıyla, 1Ö birinci bin yıldan İtibaren, kimileri
kuzeye kimileri güneye doğru giden, yolda birbirlerine rastlayan, kuşkusuz her
buldukları fırsatta birbirlerini boğazlayan, sonra tecavüzler ve barışçıl
düğünlerle genlerini birleştiren, bir süre barış yapan, daha sonra tekrar
savaşa tutuşan ve bunları AvrupalIlar gelinceye kadar aralıksız sürdüren
toplulukların tarihidir bu. AvrupalI arkeologun çözebildiği tek gündelik şey,
mısır, altın ve özellikle bıktıracak kadar altındı. En fazla bilinen şey,
örneğin Kolombiya’daki bir kabile olan Chibcha’lann, bir zamanlar, daha
Kolombiya’ya Kolombiya denmezken, bölgede belli bir hegemonya kurmayı
denedikleridir. Bu hegemonya kısa süreli olmuştur.
Sayısız zevkten, mütevazı başarılardan, safdil ya da
çılgınca düşlerden, gündelik yaşamlardan, katliamlardan bize pek bir şey kalmamıştır.
Colomb’un yamndakilerin tanıklığına göre -bu, tabii ki
gecikmiş, ancak kimi bilgiler sunan tek tanıklıktıbu insanların çıplak yaşadıklarım,
kadınların büyük şenlikler sırasında pübislerinin üzerinde yeşil bir taş
taşıdıklarını, sonra birliklerini okşadıklarını bilmekteyiz.23 Bu
halklara ve onların kültürlerini yeniden inşa etmeye çabalayan çağdaş
bilginlere borçlu olduğumuz derin saygıyla, bunlar sıradan egzotik, pitoresk
olarak tanımlanabilir.
Güney Amerika’daki en büyük uygarlık olan tnka
uygarlığının görüldüğü Meksika’nın güneyindeki, özellikle Peru’daki, din
hakkında sanatsal tasvirlerden başka bir şey bilmemekteyiz: Jaguar, timsah,
maymun kafalı tanrılar. Elbette ilkel tanrılardır bunlar. Bunlara da insan
kurban ediliyordu mutlaka; kimileri kanlı kimileri kansız. Chibcha’lar,
kurbanlarını kanlı biçimde kurban etmediklerinde güne-
23Burland, Les Peuples dıı Soleil, a.g.e.
KUETZALKOATL MUAMMASI
şin akında, açlıktan, susuzluktan ölmeye
bırakıyorlardı. Çünkü onların tanrıları da çift karakterli gibiydi ve
Ölmekler, Mayalar, Aztekler ve birçok uygarlık gibi İnkalar da bu tanrıları,
memnun edildiklerinde iyilik yapabilen, aksi takdirde kötülük yapabilen tanrılar
olarak tasvir ediyorlardı. Güneşin altında ölmeye terk edilen zavallılar
tanrıların köpekleriydi.24 Bu açıdan, 1200 yılına doğru Mochica’lara
ve Chimu’lara boyun eğdiren Kuzey halkı İnkalar da farklı değillerdir.
Yüzyıllar boyunca tasvir ettiğimiz haliyle Şeytan,
belirli bir tanrıda temsil edilmeye ihtiyaç duymuyordu: Bütün tanrılarda
mevcuttu, yani her yerdeydi. Bu tasım yoluyla, hiçbir yerde olduğunu söylemek
değildir: Diğer birçok ilkel dinde olduğu gibi, Buda’ya ve Lao-tzu’ya kadar her
yerde ortaya çıkabilirdi. Ünlü bir Aztek deyişi, “İnanmıyoruz, korkuyoruz!”
diyordu. Kierkegaard’a da atfedilebilecek bu deyiş tüm Colomb-öncesi Amerika’ya
atfedilebilir. Amerika yerlilerinin diğer uygarlıkları gibi İnka yerlileri de
jaguar tanrıya kutsal -huacaolduğu için değil, ondan korktukları için
saygı gösteriyorlardı.25 MeksikalIlarda olduğu gibi İnkalarda da
korku ve titreme! Tıpkı Me~ zopotamyalılar gibi!
Yine de bu kapalı teolojik ve toplumsal sistemin
parçalanışı, Peru’daki İnka döneminde meydana gelecektir. Altın delisi ve gözü
dönmüş bir İspanyol serüvencisi, günümüzde “paralı asker” denenlerden
Francisco Pizarro’nun, korkularından donlarına işeyen yüzaltmış maceraperestin
başında, bir taşra şehri olan Cajamarca’nın meydanında, seksenbin kişilik
ordusuyla Cuzco yolunda konaklamış İmparator
24Victor von Hagen, The Desert Kingdonıs of Peru, Weidenfeld&Nicolson, Londra, 1964. Fransızca
çevirisinin adı, inhalardan Önce
Peru’dur, Editions France-Empire, 1979. Bu Önemli incelemede Von Hagen, Yunan
tanrılarıyla dostça geçinen yandaşlarını “dikey tannlar’la, yani proletaryanın
doğal aşağılanma eğilimini kurban eden erişilmez taunlarla karşı karşıya getiriyordu.
23“lnca Religion," Encyclopaedia Britannica, 1980.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Atahualpa’mn bulunduğu sayvana doğru ilerleyişi, Kasım
1532’de meydana gelen ve Inka din adamlarının öngördükleri Beşinci Felaketle
son buldu. Dominiken rahibi Vicente de Valverde Inka’ya bir din kitabı uzattı;
hıka kitabın dokusuna hayran kaldı, ama İnkalar okuma bilmiyorlardı (yazıları
yoktu, onlar hakkında pek az şey bilmemizin nedeni ele budur).26
Atahualpa kitabı yere attı. Bunun üzerine Pizarro’nun suçortağı Dominiken
rahibi uludu: “Haydi Hıristiyanlar! Tanrı’nın kitabını yere atan bu düşman
köpeklere saldırın!” Bir top güllesi fırlatıldı ve Atahualpa’mn ordusu
şaşkınlıktan dona kaldı. Katliam başladı. İki saat içinde altı yedi bin
silahsız Inka öldürüldü ve Atahualpa esir alındı. Ertesi yılın 26 Temmuz’unda,
o zamanlar Ispanya’da uygulanan garrote geleneğine uygun olarak iple
boğuldu; boğulmadan önce zorla Hıristiyan yapılmıştı. Pizarro, fidye
verildikten sonra Atahualpa’mn serbest bırakılacağına dair ciddiyetle yemin etmişti.
Fidye verildi; fakat iyi bir Hıristiyan olan Pizarro kendini bir “imansız”a
verilmiş sözü tutmaktan muaf görmüştü.
Dünyadaki tüm Kötülük’ün taşıyıcısı, ayrı bir kişilik
olarak Şeytan, saçma bir.şekilde boynuzlu olarak temsil edilen -oysa ki boynuzlar,
Batı’nın son derece aç olduğu gücün ve verimliliğin simgesiydibu kişilik, İran
ve Mezopotamya müneccimlerinin zekâsının ürünü olarak yirmi iki yüzyıl önce
kafadan uydurma yaratılmış bu canavar, Peru’ya tam da bu sırada tüm görkemiyle
girdi. Inka dininde Viracocha denen, fakat Güneş’i temsil etmenin ötesinde,
eskiden olduğu gibi dünyaların, ilk erkek ve kadının da yaratıcısı olarak
kalan, Chimu’ların ve Mochica’larm büyük tanrısı Pachacamac, insanların
belleğinden silindi. Inka İmparatorluğu çöktü ve altınını Beyazlar yediler.
26Tarihleri
ve olayları saptamada İnkalann kullandıkları tek sistem uzamları sınırlı
sicimler üzerinde bulunan düğümlerden oluşuyordu; bu simgesel bilginin son
sahipleri olan Kipu-kamayok’ların İspanyol fethinden sonra yok olmasının
ardından çözülmesi olanaksız olan bir sistemdi bu.
KUETZALKOATL MUAMMASI
inkalar Kötülük’ün çoğalmasından ve her yerde
bulunmasından korkmuşlardı, çünkü her yerde, bu Kötülük’ün kaynağı olan tanrıların
gazabına uğruyorlardı. Tek fark, Hıristiyanların onu tek olarak tanımlamasıydı,
fakat her yerde olmasından onlar da endişe ediyordu. Bu ortak yön özel bir
dikkati hak eder, çünkü burada eşsiz Kuetzalkoatl’ın ayırıcı özelliği ortaya
çıkar.
Fanatik din adamlarının sıkı fıkı oldukları İşpanyol
zorba askerler çetesinin tamahkârlığı ve sadece fethetme isteğinin yok ettiği
İnka dini günümüzde birkaç tarihçi, melankolik Güney Amerikalı aydınlar ve
tanrı ile insanın karanlık ilişkilerini araştıranlar dışında bilinmemektedir.
Inka dini, işgalcileri (başka ne denebilir ki), ilgilendikleri kadarıyla, pek
ürkütmemiştir ve Dominİken rahibi Valverde, Pizarro ve adamlarının bu kadar
insanı Isa’nın yardımıyla katlettiğini hemen ilan edebilmiştir. Fethe gelenler,
bu denli yabancı olan bu uygarlık karşısında birazcık olsun “Hıristiyan”
iyilikseverliği ve açık fikirliliği göstermiş olsalardı, Inkaların,
kendilerinden önceki Mochica’lar ve Chimu’lar gibi, herkesin bir “koruyucu
meleği,” bir Hoki’si, bir gölgesi, dostluk ve danışmanlık yapan bir “ruh”u
olduğunu düşündüklerini görerek etkilenebilirlerdi.27 Fethedilen
“vahşi”lerin de onlar gibi dünyaların ve insanların yaratıcısı yüce bir tanrıya
inandıklarını görselerdi de, kuşkusuz, ilgilenirlerdi. Titicaca Gölü kıyılarındaki
Mochica’ların kutsal şehri Tiahuanaco’nun kalıntılarında bugüne dek ayakta
duran Güneş Kapısı’m süsleyen korkunç ve gizemli yüksek-kabartmada28
bulunan bu tanrının, kendi tanrıları gibi, niçin
27 V. von Hagen, The Desert Kingdoms of Peni, a.g.e.
“8Roberto Magni ve Enrico Guidoni, Inca (Femand Nathan, 1977) adlı eserde şöyle yazarlar:
“And’lann en ünlü anıtı Güneş Kapısı dev bir kapı görünümünde tek bir bloktan
oluşur (yükseklik 2,73 m. genişlik 3, 84 m. derinlik 0.5 m.). Kapı
Tiahuanaco’daki htılnsasaytı’nın içinde bulunur ve büyük bir olasılıkla
tapınmayla ilgili bir işlevi vardı. Önyüzün yukan bölümü, baştaban dahil,
dikdörtgen ayaklar üzerine sıkı sıkıya dayan bir alçak-kabartma tara-
. ---------------------------------- ı.........................
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
gözyaşı döken, bir figür olduğunu kendilerine
sorarlardı. Çünkü gözü yaşlı bu tanrı şaşırtıcıdır. Amerika yerlilerinin
panteonunda bunun başka bir örneği yoktur.
Bu arada belirtelim ki, bu benzerlikler Peru
halklarının hakiki Hıristiyanlaştırılmasına zararlı olabilirdi: Günümüze kadar bunca
yüzyıldan, kilise, vaaz ve tehditten sonra, İnkaların soyundan gelen altı yedi
milyon kişi Tanrı’nın Güneş olduğuna hâlâ inanmaktadır ve Bakire Meryem’e dua
ettiklerinde, onu din değiştirmiş Mayalar gibi Ay’la değil, tanrıça Toprak’la
özdeşleştirmektedirler. Aziz Jacques’ı, Santiago, gökgürüküşü ve yağmur tanrısı
Apu lllapu olarak kabul etmektedirler ve Hıristiyan bayramları İnka bayramları
ile çakıştırılmışım tıpkı, başka yerlerde, genç bitki tanrılarının yeniden
doğuşunun kutlandığı gün olan kış dönümünün İsa’nın doğum gününe dönüştürülmesi
gibi. Bir zamanlar Ay Bakireleri, Hıristiyan rahibelerine gösterilen saygıyı
görüyorlardı; Peder Calancha onlar hakkında şöyle yazıyordu: "Bizim
rahibelerimiz gibiler."29 Bu, 1532 yılında, Pizarro’nıın teğmeni
Plernando do Soto’nun içlerinden beş yüzüne tecavüz, etmesini engellemedi.30
Hıristiyanlıkla İnka dini arasındaki bunca benzerlik,
Peru’nun ilk Avrupaiı işgalcilerinin kafasını oldukça karıştırmıştır. Bunların
İnka kadınlarından doğan melezlerin de kafasını karıştırmıştır. İspanyol
fethiyle birlikte gelmiş ya da sonrasında doğmuş Hırİstiyanlar, Amerika
yerlilerinin dinleri hakkında fazla bilgileri olmasa da, ağlayan tanrı kültü
onları bile etkilemeye yetmiştir. 1534 yılında doğan melez Felipe Guaman Poma
de Ayala buna öyle önem verdi ki, İspanya
İmci an hemen hemen tümüyle Örtülür.” Tiahuanaco’daki
başka birçok insanbiçimli tasvirde olduğu gibi, eşi benzeri olmayan ağlayan
tanrının görüldüğü bu alçak kabartma günümüze kadar kesin olarak yorumlanamamışur.
V. von Hagen, The Desen Ktngdoms of Peru, a.g.e.
wDiego Trujillo, aktaran V. von Hagen, The
Desen Ktngdoms of Peru,
a.g.e.
374'
KUETZALKOATL MUAMMASI
kralına bin iki yüz sayfadan uzun bir mektup gönderdi.
Mektupta Poma’nın İnkaların uygarlığını ve inançlarını betimlemek için yaptığı
dört yüz resim vardı.3' Bir başka ünlü melez, Garcilaso de La Vega
1609 yılında İnka bakış açısıyla anlatılan bir Peru tarihi kaleme al-' dı?2
Kuşkusuz ikisi de, o dönemde söylenen ve Peru’nun gerçek tarihine benzemeyen
şeyler dışında pek bir şey bilmiyorlardı. XVI. yüzyılın bazı başka yazarları
İnkaların Nuh’un kayıp torunları oldukları efsanesini doğrulamayı denediler.
Gerçek böyle olsaydı Hıristiyanlar, bu sapkın Yahudileri dine döndürmekte kendi
açılarından haklı olacaklardı?3
Fakat o dönemin bir diğer İspanyol yazarı Pedro Cieza
de Leon, öyle ilginç bir noktayı ortaya çıkardı ki bütün hesaplar altüst oldu:
Ayacucho yakınlarındaki ^acayccasa Vadisi’ndeki Huaron şehrini ziyaret
ederken, şehrin adının, “Vinaque [olduğunu aktarır]. Büyük ve çok eski binalar
vardır. Bunların çok uzun zamandan beri mevcut oldukları viran hallerinden
bellidir, Çevredeki yerlilere bu eski binayı kimin inşa ettiğini sorduğumda,
bana verdikleri cevap, yine sakallı, başka beyazların İnkaların egemenliğinden
çok önceleri gelmiş ve yerleşmiş olduklarıydı. Bu eski yapı ve krallıktaki
diğer yapılar bana İnkaların inşa etmiş oldukları binalar gibi gelmedi. Bu bina
kare şeklindedir, oysa ki İnkalarınki ince uzundur."31*
inkaların Peru’ya gelişleri İS 1200’lere doğrudur?3
Huaron’deki
3,Felipe Guaman Poma de Ayala, Nueva
cronicay biten gobiemo,
yayma hazırlayan Alain Poznansky, New York, 1944.
32 Garcilaso de La Vega, El inca denir, Los commentarios
reales âe los Incas,
yayına hazırlayan Alain. Gheerbrant, 1961.
33A.g.e.
34Pedro Cieza de Leon, The
Incas,
çeviren Harriet de Onis, yayma hazırlayan Victor W. von Hagen, University of
Oklahama Press, Oklahama, 1959.
3501up bitenlerin daha iyi anlaşılması için, kısaca, Peru’da
birbirini izlemiş olan uygarlıkları sayalım:
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
merkezin-İnkalann araları tarafından inşa edilmiş
olduğu ve dolayısıyla, Tiahuanaco dönemine denk düştüğü hemen varsayılabilir.
Gerçekten de, Inkalardan önce gelen iki halktan biri ÎÖ III. yüzyıl ile IS X.
yüzyıl arasındaki Mochica’lar ile X. ve XV. yüzyıl arasında Chimu’lardır. Ama,
ikisi de beyaz ve sakallı değillerdi; Amerika yerlileri sanatının insan
tasvirlerinde sakal hiçbir yerde yoktur. Dahası, ne Mochica’lar ne Chimu’lar
İnkalarla aynı bölgede hüküm sürmüşlerdir. Cieza’da yerlilerin gördüğü
Beyazların Huaron’nin inşası sırasında, yani Tiahuanaco döneminde -1000 yılı
ile înkaların ortaya çıkış dö-nemi olan XIII. yüzyıl başı dönem; ki, Inkalardan
önce geldiklerini öne sürüyorlardıorada olamayacaklarının bir diğer kanıtıdır
bu.
Peru’da Beyazların Colomb’dan yaklaşık üç yüzyıl önce,
Andların yüksek platolarında varlığı fikri öyle çılgıncadır ki, efsanelerin
imgelemi ve folklorun sisleri belli olduğu anda hemen reddedilmelidir. Ama bu
özelliğe bir başkası eklenir ve iki ortak özellik bir sorun haline gelirler;
gerçekten de yine Cieza, Huari’den çok daha güneyde, Titicaca Gölü’nün güney
sahilinden yirmi kilometre mesafede, La Paz’a yakın olan, yani Bolivya’daki
Tiahuanaco’ya yaptığı ziyareti anlatırken şöyle der;
<!juan
Varagas’ın encomiendn’sındaki yerlilere, Juan Varagas’ın huzurunda bu
binaların İnkalar döneminde yapılıp yapılmadığım sordum. Gülmeye başladılar ve
inşanın İnkalar döneminden çok önce olduğunu tekrarladılar, fakat kimin
yaptırdığını söyleyemedi!er. Atala-
Chavin de Huantar. 1Ö 1200-400 (1Ö 700’den İS I.
yüzyıla kadar Pa racas kıyı bölgesinde varlık sürdürdüler).
Nazca. Güney Peru’da İS I. yüzyıldan IX. yüzyıla kadar.
Mochica. 10 III. yüzyılda ya da IS 1. yüzyıldan X
yüzyıla kıyı bölgelerinde ve Trujillo’nun kuzey ve güney vadisinde.
Chimu. XI. yüzyıldan XV. yüzyıla fi461) aynı
bölgelerde.
Tiahuanaco. XI. yüzyıldan XIV. yüzyıl başına yüksek
yaylalarda.
İnka. 1200’den itibaren, önce kuzey ve güneyde,
Ispanyol fethine kadar. Kaynaklar: "Inca Religion,” Encyclopaedia
Britannica,
a.g.e.
kUBTZALKOATL MUAMMASI
nadan duydukları, oradaki her şeyin bir gecede
yapıldığıydı. Titicaca Gölü üzerinde sakallı adamların görüldüğünü ve bu
adamların Vinaque’daki binayı inşa ettiklerini de söylediklerinden, İnkalardan
önce, nerden geldiği bilinmeyen bir halkın olabileceğini ve bunları yapmış
olduklarım, fakat yerliler karşısında çok az sayıda olduklarından savaşlarla
yok olduklarını söyledim.’136
Tiahuanaco’daki yapıların anında inşa edildikleri
hikâyesi dikkate alınmasa da, Vinaque denen Huaron’deki tapınağı inşa etmiş
olan ve Cieza’nm varsayımı gibi, belirsiz bir tarihte Titicaca Gölü üzerinde de
görülmüş olan Beyaz ve sakallı adamlar hikâyesindeki ısrar dikkate değer.
Yerlilerin Cieza’ya söyledikleri iki özellik bunların Avrupalı ya da Akdenizli
olabileceklerini açıkça belirtmektedir. Soru ilginçtir, çünkü Eski Dünya’dan
gelen yabancıların Tiahuanaco döneminde binaların esinine katkıda
bulunduklarını, yani Yeni Dünya’ya Tiahuanaco uygarlığını niteleyen ve aynı
zamanda onun dinamik öğesi olan ağlayan tanrı kişiliğini dahil ettiklerini
varsayar.37
Bunlar nereden gelmiş olabilirler? Batı kıyılarından
Güney Amerika’yı aştıkları düşünülebilecek olan bu denizciler, Atlantik’i,
ardından Karaip Denizi’ni geçerek Orta Amerika kıyılarına, örneğin bugünkü
Panama’ya gelmiş olabilirler;30 oradan Pasifik kıyısı boyunca yürüyerek
Peru’ya inmiş olabilirler; Atlantik’i geçip Güney Amerika’nın doğu kıyılarını
izledikten sonra, kuzeye doğru çıkmak için Horn Bur-
^Cıeza deLeon, The
Incas, a.g.e.
37Peru
sanatının en iyi uzmanlarından biri olan Wendell C. Bennet’in İfadesiyle
CAncieîtt Arts of the Andes,
Museum of Modem Art, New York, 1954) ''Tiahuanaco’nun yayılmasındaki önemli
etken örgütlü bir dindi.”
Ispanya’ya doğru inerken Kanarya akıntısı, ardından
kuzeydoğu alizesi onlan sürüklemiş olabilir. Her ikisi de doğudan batıya doğru,
oniarı Orta Amerika’ya doğru yöneltmiş olan güney ekvator akıntısına doğru
hareket ederler. Olası bir geri dönüş, örneğin keşiş Brendan’mki, Gulf Stream
boyunca, ardından onları batıdan doğuya taşıyan Kuzey Atlantik sapmasıyla
gerçekleşmiş olabilir.
ŞEYTANIN GENEL TARIHI
nu’nu aşıp, Pasifik kıyısı boyunca ilerleyip Şili’ye ve
Peru’ya varmış olabilirler. Bu son deniz gezisi varsayımı hemen reddedilebilir;
gerçekten de, Akdeniz’den ya da Avrupa’dan gelen denizciler büyük bir
olasılıkla Pasifik’teki sayısız takımadada durdurulmuşlardır. Horn Bogazı’nı
geçiş bilindiği gibi tehlikelidir, ama birkaç drakkar’ın39 bu
başarıyı göstermiş olması olanaksız değildir. Gerçeğe en uygun varsayım, Orta
Amerika’ya yapılmış bir çıkarma gibi gözükmektedir. Burada belirtmek gerekir
ki, kırk yıl kadar önce pek hoş spekülasyonlar olarak bir yana atılan
Colomb’dan önce okyanus ötesi yolculuk varsayımları, özellikle Thor
Heyerdahl’ın okyanus ötesi yolculuklarından bu yana adım adım öne çıktı. Öyle
ki, bütün ansiklopediler Kuzey Amerika’nın Vikinglerce keşfinden tarihsel bir
olgu olarak söz etmekle kalmıyorlar, dahası, Atlantik’in Irlandalı keşiş
Brendan (Brandan ya da Brendon da denir, aslında Brenaind’dir) tarafından VI.
yüzyılda aşılmasını da akla yatkın kabul ediyorlar. Fenikelilerin 1Ö onbeşinci
yüzyılda Afrika turu yapmış olmaları da şaşırtıcı değildir.
Etimolojik benzerliklere ihtiyatla yaklaşmak gerekse de
Kukulcan ile efsaneye göre yirmiyedi yaşında kalleşçe bir düelloda öldürülen
yarı-Aşil, yarı-Herkül Irlandalı kahraman Cu Chulainn ya da Cuchulain (bu adın
çeşitli yazılımları vardır) arasındaki belirgin yakınlığa na-
w Kıtalararası yolculuklar ve özellikle Eski Dünya ile
Yeni Dünya arasındaki ilişkiler üzerine günümüze kadar yapılmış en kapsamlı
inceleme: Man Across the Sen,
Carroll L. RileyJ. Charles Kelley, Campbell W. Pennington ve Robert L. Rands
yönetiminde yayınlanan ortak eser, University of Texas Press, Austin ör London,
1971. Bilimsel kesinliğine ve Colomb ve büyük gemiciler döneminden çok önceki
Allan tik-ötesi ve Pasifik-ötesi yolculuklar hakkı ndaki olağanüstü belge
bolluğııha rağmen, Amerika’nın Colomb tarafından (sözümona resmi) “keşfi”nin
beşyüzüncıı yıldönürrü münasebetiyle yayınlanan pek çok araştırmanın da
kanıtladığı gibi bu eser sadece birkaç uzmanca bilinmekledir. Ivan Serlima’nın
Ilsy
dtaient avaııt Colomb (Flammarion, 1981) adlı
eserini de belirtelim. Kimi zaman atılgan spekülasyonlarına ve içindekiler
listesinin ve endeksinin yokluğuna rağmen bu kitap pek blinmeyen belgeler,
referanslar ve ilginç tezlerle doludur.
KUETZALKOATL MUAMMASI
sil şaşılmaz? Çünkü benzerlik sadece fonetik değildir,
sadece işarette değil, belirttiği kişiliktedir de: Meksikalı
Kukulcan-Kuetzalkoatl, Inkalı Viracocha haline gelmiştir ve Cuchulain gibi,
yeryüzüne barış getirmeyi denedikten sonra genç yaşta ölmüş bir kahramandır,
Brendan ne anlatmış olabilir? Yerlileri baştan çıkarmak ve hayal güçlerini
kamçılamak, için Cuchulain ile İsa’nın kişiliğini tek bir kişilikte mi
birleştirmiştir? Kendisini de Cuchulain ile İsa’nın birleştiği bir kişilik
olarak mı sunmuştur? Çünkü, Kukulcan’ın efsanesinde İsa’nın efsanesinden
yadsınamaz izler vardır. Kukulcan cehenneme köpek başlı arkadaşı Xolotlla
birlikte inmiş, oradan ölülerin kemiklerini toplayıp onları canlandırmak
istemiştir...
AvrupalI “misyonerlerin” karaya ayak basması hangi
dönemde gerçekleşmiş olabilir? Yerlilerin anlatılarına ve her durumda, Tiahuanaco
dönemi tasvirlerinde ağlayan tanrı resimlerinin ortaya çıkış tarihine göre, İS
600 ve 1200 arasındadır. Beyazların, büyük bir olasılıkla İrlandalIların karaya
ayak basmasını, uygun bir tarih olan VIII. yüzyıl olarak belirlemek için birçok
neden vardır, 600 ile 1200 arasında Hıristiyanlık tüm Avrupa’da egemendir.
Bu beyaz insanlar Huaron’deki tapmağın inşasına
katılmışlar, mıdır, Tiahuanaco’da ve başka birçok yerde tasvirine rastlanan
ağlayan tanrı kültünü onlar mı getirmiştir? And arkeolojisinin bugünkü durumunda
Huaron’nin en eski yerleşim yeri olduğu varsayımının dayanağı yoktur: ilk
olarak inşa edilen Tiahuanaco’dur; onun etkisi And sıradağlarının tüm batı
eteği boyunca, Bolivya’ya ve belki Şili’ye kadar uzanır ve Huaron bunun
etkisini taşır.40 Beyaz ve sakallı da olsalar,
40Tiahuanaco’nun inşasının kesin tarihi bilinmemektedir.
Gerçekten muamma dolu olan bu yerin incelenmesine hayatını adamış olan arkeolog
Arthur Posnansky, bu bölge üzerine yazdığı anıtsal eserde Tiahuanaco’nun
binlerce yıl önce inşa edilmiş olduğunu ileri sürdüğünde, kuşkusuz, mistik bir
başdönmesi içindeydi. Kalasasaya tapınağının efrizleri üzerine bazı yorumlara
dayanarak bunun IÖ XV. bin yıla kadar uzandığını bile ileri sürmüştür. Amerika
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Tiahuanaco uygarlığının önemli binalarının İster bir
ister bin gecede yapılmasına esin olmuş ya da başında bulunmuş yabancı bir grup
varsayımı katışıksız bir fantezi ürünü olarak görülmektedir.
Geriye, kesin olan üç olgu kalmaktadır: Ağlayan tanrı
figürü yalnızca Tiahuanaco uygarlığında görülmektedir; bu uygarlığın yayılması
başlangıçta dinsel kökenlidir; ve Cieza’nın derlediği yerli anlatıları bu
tanrıyı Tiahuanaco uygarlığına bağlamaktadır. Yerlilerin anısını kuşaktan
kuşağa aktardıkları Batılılar Hıristiyanlardan başkası olamaz ve Tiahuanaco’nun
yayılmasına neden olmuş ağlayan tanrı41 İsa’nın Amerika yerlilerince
yapılmış bir çeşitlemesinden başka bir şey değildir. Ya bir Beyaz, Hıristiyan
ve sakallı (ve büyük bir penisi olan) biri Kelt ya da Hıristiyan kahramanı
olarak ortaya çıkmıştır ya da her ikisi birden.
Amerika
kıtasının Colomb-öncesi kısmen ön-Hıristiyanlaştırdma-
kıtasmın 1Ö XII. bin yıldan çok önce işgal edilmiş
olduğunu, yakın dönemdeki arkeolojik keşiflerden çok önce hissetme övüncü
kuşkusuz Posnansky’ye aittir, fakat bir gerçekliği ihmal etmiş gibidir: XV. ya
da X bin yılda insanlığın Amerika kıtasında dünyanın başka hiçbir yerinde
olmayan bir gelişme evresine ve mimari dehaya sahip olduğunu düşünmek için hiç
neden yoktu. Tiahuanaco’nun son derece cesur birçok varsayıma yol açtığı doğrudur.
Bunlardan biri, bir başka arkeolog olan H.S. Bellamy’nin varsayımıdır. Buna
göre, Güneş Kapısı bin yıllar önce var olmuş olan ikinci bir Ay’ın (bu, ayrıca,
Alman Hoerbiger’in varsayımıdır) varlığına tanıklık etmektedir. Daniel Ruzo’nun
varsayımına göre, Lima’nın doğusunda, yaklaşık dört bin metre yükseklikteki
Marcahuasi yaylasındaki heykeller "aşın bir antik çağ”dır. Tiahuanaco
hakkında ileri sürülen teorilerin bir panoraması Marjorie von Harten’in
incelemesinde ele alınmıştır: “Religion and Culture in the. Ancient Americas,”
“Systematics,” The Journal of the Institute for Comparative Stiıdy of History,
Phİlosophy and Sciences, no 1, Idaziran 1963, Kingston-upon-Thames. Tiahuanaco’nun
gerçek muammalanna rağmen, daha geniş bilgi edininceye kadar, inşaat tarihini
Vll. ve XI. yüzyıllar arasına yerleştirmek temkinli bir tavır gözükür.
41
Victor .W. von Hagen, The Desert Kingdoms of Peru, a.g.e. (VI. The Coquests, presunıed road of the
Tiahuanaco invasion of the Peruvian valleys); aynen bkz. Roberto Magni ve Enrico Guidoni, Inca, Femand Nathan,
1977, a.g.e.
380
KUETZALKOATL MUAMMASI
sı varsayımı, Tüylü Yılan Kuetzalkoatl’ın ve onunla
özdeşleşen Mayalı Kukulcan’ın ve -bizi ilgilendiren budurInkalarm
Viracocha’sının Hıristiyan bir din adamıyla özdeşleştirilmesi nedenleriyle
güçlenmiştir. Bunun Meksika’da bilge, insan kurban etmeye düşman bir hükümdar
olduğunu ve Tezcatlipoca’nın şiddetli saldırısına uğradığını, sonunda Tollan
şehrini terk etmek zorunda kalıp denize açıldığını biliyoruz. Dahası, bazı eski
elyazmaları onu tamamen Avrupalı özellikleri olan soluk tenli ve sakallı biri
olarak, uzun bir giysiyle tasvir ederler; bu özellik, Amerika yerlilerinde
tamamen istisnaidir ve önemli nokta, birçok kez haç simgesiyle birliktedir.42
Bu varsayım korunmak isteniyorsa unutulmaması gereken
şey, bu Hıristiyanlaştırmanın ancak kısmi olduğu ve yüzyıllar sonra yeniden
gündeme geleceği gibi And dinlerince ortadan kaldırıldığıdır. Tiahtıanaco mitolojisine
ağlayan tanrının tuhaf imgesi dahil edilmiş olmasına rağmen,
Kuetzalkoatl-Kukulcan-Viracocha-Isa bağdaştırmacılığı Güney Amerika’ya Şeytan’ı
uydurmaya yetmez. Pişmanlık ruhu inhalarda varlığım sürdürdü; daha sonra bu
tıpkı Mayalarda, ardından Azteklerde olduğu gibi, acı çeken tanrı tarafından
güçlendirildi. Ancak, bilmediğimiz nedenlerle Şeytan fikri bir yana atıldı.
Belki, Ispanyol misyonerlerinden çok önce Amerika
yerlilerine sunulduğu gibi, görünür dilbilimsel engellerin üstünde, Hıristiyan
dini Andİardaki krallara ve büyük rahiplere tehlikeli gelmiştir. Gerçekten de,
Hıristiyanlığın ahirette kişisel kurtuluş ilkesi toplulukları onların
etkisinden koparabilirdi. Dolayısıyla iktidarları tehlikedeydi. Ortado-
42B.C. Hedrick, Gainesville’deki Florida Üniversitesi’nden,
“Quetzalcoatl, European or Indigene?” Man
Across the Sea,
a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
gu’da Şeytan’ı yaratmış olan bu politik iktidar burada,
Hıristiyan Batfnın kitlesel olarak gelişine kadar buna şiddetle karşı çıkmıştır,
Şeytan’a çocukların kurban edilmesi bundan sonradır?3
4îBkz, s, 305,
14.
İSRAİL
YADA
GÖKSEL HİZMETKÂR
CİNLERDEN
MODERN ŞEYTANA
Yaratıhş’ta yılanın muğlak kişiliği üzerine Tanrı’nın
kendi yarattığına duyduğu öfke üzerine Yaratılırın Mezopotamya mitlerindeki
yaratıcıların mitleriyle sıkı benzerliği üzerine Cehennemde değil, meleklerle
birlikte Göksel Konsey’de oturan Şeytan ile Tanrı arasında Meseller Kitabı’nda
geçen dostça ve şaşırtıcı konuşma üzerine “Sessizlik ve unutuş toprağı” Şeol’un
bulunduğu eski Yahudilikte Cehennem’in şaşırtıcı yokluğu üzerine Essenlilerin
katkıda bulundukları Eski Ahid’le Yeni Ahid arasındaki metinlerde, özellikle
Enoş Kitabı’nda Tanrı’nın düşmanı olarak Şeytan’ın gecikmiş ortaya çıkışı
üzerine Essenliler üzerinde Mezopotamya dinlerinin etkisi ve 10 II. yüzyıldan
itibaren kötücül Şeytan’ın artan varlığı üzerine.
Biz Batıkların, her türden Hıristiyanın, Yahudinin,
kısacası Yahudi-Hıristiyanların resmî tarihi bir kayıpla başlar. Incil’in hayaline
ve parlak tozlarına uzanan bir kayıp. Ya da en azından Yahudiler hakkmdaki
anlatıya; çünkü bizim Kitaplarımızın İlki o dönemde İbrani denen Yahudilerce
yazılmıştır. O dönemde yaklaşık on bin kişiye yönelik olan bu taşralı anlatı
yirmibeş yüzyılda dünya turu yaptı. Yeryüzünde ortaya çıkan yüzlerce uygarlık,
önceki sayfalarda kısmen anımsatıldığı gibi, Yaratılış’ın birçok anlatısını
üretmiştir. Gerçekten de insanın en derin kaygısı kendine kökenler yaratmaktır.
Bu kökenleri bilmediği zaman da uydurmuştur, insanlık yüzyıllar boyu kendini
olduğu gibi kabul etmeyi bilmedi. Böylece, Milton’un Kayıp Cennet’inde
başlatılan bir tür kozmik romantizmden kaynaklanan tersine dönmüş bir
züppelikle Darwin, primatlarda soylu kentler bulabileceğine inanmıştır.1
Konu dışına çıktığım için bağışlayın.
En diri inançlarımızdan birinin bu soykütük tarihinde,
cılızı çıkmış ideolojilere uygun düşmeyen Darwin yanlısı ve karşıtı inatçı
söylemler karşısında büyüyen bir bezginliği ifade etmek için koşullar ne elverişlidir,
ne de elverişsizdir. Artık çok açıktır ki maymundan “inmiyoruz,” ancak maymun
ve. biz, sapma aşamalarından geçerek, ortak bir kökten kaynaklanıyoruz. Gerçekten
de, tüm çağdaş biyoloji, evrimin adım adım ve topyekün gerçekleştiğine tanıklık
eden “eksik halkalar”!, örneğin sürüngenlerle kuşlar arasında bir geçişi
temsil eden bir arkeopteriksi, sonsuza dek aramanın boşuna olduğunu kanıtlar.
Böyle bir durumda; sürüngen özelliğine daha az, uçan hayvan özelliğine. daha
çok sahip arkeopteriksten gelen çok sayıda şey bulmamız gerekirdi. Hiçbir
paleontolog bunu, daha önce hayal etmişse bile artık etmemekledir. Bu yüzyıl
sonunda türlerin genetik mütasyonla türedikleri kabul edilmiştir; bu
mutasyonlar yukarıda belirtilen sapmalardır, yani tek bir özellik ya da
sınırlı sayıda özellik -kuşkusuz bunlar genetik bir mutasyona an
384
İSRAİL
Demek ki, Saul’un Roma’ya gelişinden bu yana, Batı
dünyasını yönetmiş olan, Eski Ahid’e göre tarihimizdir. İnsanlığın tanıdığı
tek gerçek imparatorluk olan -çünkü Iskender’inki ancak onun yaşam süresince
sürmüştürRoma İmparatorluğu’nun çöküşünden, XX. yüzyıl başında modern tarih ve
etnolojinin doğuşuna kadar dikkate değer bir başka tarihi olduğunu sanmıyorum.
Gerçekten de, kitaplar olmasa insan belleği zayıftır;
bu nedenle İskenderiye Kütüphanesinin yakılmasından Katolik Engizisyonu’ na,
Katolik Engizisyonu’ndan Hitler’e kadar kitap yakılmıştır. Bu yüzyıldan önce
doğmuş olası okurlar için, XX. yüzyılın ortasına kadar Brazzaville’den
Dublin’e, Brest’ten Brest-Litovsk’a, Goa’dan Los Angeles’e, Sidney’den Ateş
Ülkesi’ne kadar, tiran II. Nabukodonosor’un soyundan gelen tiranın öfkesinden
kaçan onbinlerce İbrani için yazılmış olan Tekvin’den başka Yaratılış hikâyesi
yoktur.
Şeytan’m kurbanları olduğumuzu bu şekilde öğrendik,
hayır, buna inandık.
Nasıl
mı? ilkokuldan beri bize.anlatıldı ki, atalarımız olan Adem ile Havva sıradan
zevklerin bulunduğu Yeryüzü Cenneti’nde oturuyorlardı. Her türlü paradoksal
gerçekliğin olduğu bir yer; hem Doğulu hem de Rousseau’cu; Yaşlı Bruegel’in
hayranlık verici hayal gücüne göre, örneğin panterlerle kuzuların yan yana
yaşadıkları bir yer; demek ki panterler etoburmuş, yani bunlar bizim
tanıdığımız panterler değilmiş. Doğu bu tür hikâyelere her zaman bayılmıştır ve
Cennet
dayanıksız olanlardıriçeren
muıasyonlardır. örneğin kanıtlandığı gibi, insanın el ve ayaklan, talidomidin
neden olduğu fetüs yapı bozukluktandır. Bir balık aniden insan haline
gelemeyeceği gibi tersi de mümkün değildir: Bu, wevre”den geçmeden
devamı gelen en yakın türdür. Bir deha habercisi olan Darvin’in
basitleştirmeleri, yine de, Tanrı’nın yedinci gündeki dinlenmeden çok sonra
Yaratılış’a devam etmekten bitkin düştüğünü ileri süren saptanımcılarm okuyup
üflemelerinden hâlâ daha geçerlidir. Sonuç olarak, konu, sanıldığından daha
elverişlidir, çünkü ileriki sayfalar, tam da, Tekvin’in tekvinini ele
almaktadır.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
(Aden) bir İbrani buluşu değildir: Aden sözcüğü
Sümerlerden geliyordu ve 1Ö UI.-1I. yüzyıllara uzanıyordu; Akad dilinde yine “cennet11
demek olan edenu’dan türemiştir.2 Bu yer, görüldüğü kadarıyla ne
İbran ile re aittir ne de tüm. zamanlara, çünkü arkeologlar Tekvin’deki edenu’yu
sulayan tek bir koldan kaynağını alan “dört ırmak”m, yani Pişon, Gihon, Hidekel
ve Perat’ın Basra Körfezime döküldüğünü düşünürler? Bunlar bugünkü Dicle ve
Fırat ile iki ana kolları olmalıdır. Kısacası, Cennet, eskiden Irak’ta
olmalıydı. Bu fikir günümüzde şaşırtıcı gelebilir, ancak bunun önemi yoktur;
yukarda gördüğümüz gibi Irak XX. yüzyıl sonunda oynadığı rolü geçmişte de
oynamıştır.
Adem ile Havva masumdu, daha sonra -çocukluğumun kutsal
tarihine göre$eytan Havva’yı baştan çıkardı, yenik düşen Havva daha sonra
Adem’i de baştan çıkardı, Adem de (kuşkusuz can sıkıntısından) yenik düştü.
Böylece, ünlü Yasak Meyveyi ısırmadan önce Kötülüğün ne olduğunu bilmeyen,
dolayısıyla buna karşı koyamayacak kadar donanımsız insanların Günah’ının
ağırlığını sonsuza dek taşırız. Bu, hukuksal olarak desteklenemeyecek bir
Günah’tır elbette, çünkü bir-günah ancak durumu iyice bilerek işlenebilir,
diğeri bir hatadır. Bu aynı zamanda gizli haksızlıktır da; çünkü atalarımızın
günahı bizi ne ilgilendirir?
Peki, Tekvin’de “çıplak yılan” biçiminde tasvir edilmiş
olan bizim Şeytan’ımız mıdır? “Bahçenin ortasındaki ağaç’ün meyvesinden yerlerse
ne Adem’in ne de kendisinin öleceğini ilk kadına söyleyen bu yılan Şeytan
mıdır? Hikâye açık olduğu kadar esrarlıdır da, çünkü söz konusu ağaç “İyiliğin
ve Kötülüğün bilgisi” ağacıdır; dolayısıyla, İyiliği ve Kötülüğü bilmeyi
yasaklayan tanrısal emrin haklılığı tartışılabilir. Tanrı’ya saygı, iyiliğin ve
kötülüğün bilnmesini gerektirmez mi?
2 Gaalyah Cornfeld, Archcıdogy of
the Bible: Booh by Book, Harper & Row, New York, Hagerstown, San Francisco, Londra,
1976.
3 A g <-
İSRAİL
Tanrı, iyiliğin ve Kötülüğün ne olduğunun bilinmesini
yasaklamış olabilir mi? Dahası, bu yılan, o zaman ölümsüz olan Havva ve eşinin
ünlü meyveyi yerlerse tanrılar gibi olacaklarını söyler. Bu ünlü “Et eritis
sicut Dei”dir. Ancak, ölümü Cennet’ten çıkışta tanıdıklarından, önceden zaten
ölümsüz olduklarından Tanrı gibi oldukları ve bunun yılan kadar uyanık bir
hayvana yakışmayacak mantıksızlıkta br söylev olduğu düşünülebilir.
Hakikat çok daha basittir. Bütün çocuklar ilkokuldan
itibaren bunu keşfetmişlerdir: Adem’le Havva sevişmişlerdir, Günah buradadır.
Birbirini tanımayan iki organizma, yani kadın ve erkek, yaratıp bunları sıcak
bir bahçede çırılçıplak bıraktıktan sonra, kaçınılmaz günahı işlemelerini
bekleyip ardından da onları alevlerle tehdit etmek anlaşılır bir şey değildir.
Densizliğim bağışlansın, ancak bu konuşan yılanın müdahalesinin gerekliliği
beni her zaman şaşırtmıştır. Biyolojik tamamlayıcılığın ona hiç ihtiyacı
yoktu.
Kısacası, İyilik ve Kötülük ağacı bir simgedir, tıpkı
bütün simgeler gibi anlamı muğlaktır, peki ama yılan da böyle midir? Bundan
kuşku duyulabilir, çünkü Elohim, yani Tanrı, özellikle ona yılan olarak hitap
ettir “Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha
lanetlisin; karnın üzerinde yürüyeceksin ve ömrünün bütün günlerinde toprak
yiyeceksin.”4 Ve şöyle devam etti: “ve seninle kadın arasına ve
senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım.” Zaten başka
türlü müydü? Aden bahçesinde bile yılanın zürriyeti ile insanınki arasında
mesafe yok muydu? Aforoz şaşkınlık ve hatta kuşku içinde bırakır, tanrısal
lanet Ortadoğu’da kısıtlı gibidir. Gerçekten de, başta Mısırlılar, sonra
Hintliler, MeksikalIlar ve daha başkaları yılanı kutsallaştırmıştır.
“Tekvin,” 14. La Bible, çeviren ve sunan Andre
Chouraqui, Desclee de Brouwer, 1985. [Eski Ahit’ten yapılan alıntılar Kitabî
Mukaddes
adı altındaki Türkçe baskısındandır, ç.n.l
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Dahası, yılan kılığına girmiş olan Şeytan ise,
Cennet’te işi neydi? Bu, Tanrı’nın Kötülüğü de yarattığı ve Cennet’e sürdüğü
anlamına mı gelir? Eğer böyleyse, Adem ile Havva’nın Cennet’te oturan birinin
davetine uymuş olmaları nasıl eleştirilebilir?
Görüldüğü gibi mitlerin içinden çıkılması güçtür.
Incil’in bir çeşitlemesi -çünkü çok çeşitlemesi vardır“Ve
Rab Allahın yarattığı bütün kır hayvanlarının en hilekârı olan yılandı” der?
Fakat Tekvin, Yaratıcı’nın emrini ihlal etmeye Havva’yı ikna etmiş olan
hilenin nasıl bir şey olduğunu bize söylemez. Bu yılanın kazancı neydi? Bu
yılanın Rab’bın bir yaratığı olduğu, yani bizzat Tanrı’nın onu yarattığı
kanıtlanmıştır. Bu durumda niçin yılanı cezalandırmamaktadır? Günümüz
deyimiyle, bu nifak tohumunun başına ne gelmiştir? İncil bunu söylememektedir.
Cennet’ten kovulma, ilk çiftten gelen insanları pek
etkilemişe benzememektedir. Fiziksel ve entelektüel sağlık işareti olan, uzun
ömürleri olağanüstüdür: Adem dokuzyüz otuz yıl yaşadı, Şit beşyüz yıl, Enoş
dokuzyüz beş, Kenan sekizyüz kırk, Mahalalel sekizynz kırk, Yared dokuz yüz
altmışiki ve Metuşelah dokuzyüz altmışdokuz yaşında ölerek rekorları kırdı.
Fakat daha şaşırtıcısı, Yaratıcı’nın insanların yeryüzünde yayılmasından
hoşnutsuz olmasıdır: “Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu ve her
gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi.” Yaratıcı’nın
yarattıkları karşısındaki kötü yürekliliği konusunda eğer muğlaklık varsa bir
sonraki dize bu muğlaklığı yok eder: “Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nadim
oldu."6 Ve şu kararı verir: “Yarattığım adamı... toprağın yüzü
üzerin-
5
“The serpeni was mor e craftly than any wild creature that the Lor d God have
made,’’ Genesis, 3, The
New English Bible, Oxford University
Press, Cambridge University Press, 1970. Kuraki versiyonu yılanın “çıplak”
olduğunu belirtir sadece; ne demek istediği anlaşılmamaktadır.
G Tekvin, VI; 6, La Bible, çeviren ve sunan Andre Chouraqui, a.g.e.
İSRAİL
den sileceğim.” Sadece “adamı” değil, yaratılışın geri
kalanım da: “Yarattığım adamı ve hayvanları, sürünenleri ve .göklerin kuşlarını
toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nadim oldum.”7
Demek kİ tanrısal hayal kırıklığının bedelini tüm yaratılış öder. Hayal
kırıklığı mı küskünlük mü? Şurası kesin ki, Tekvin’e göre, İlk Günah’ın
bedelini olduğu gibi bu küskünlüğün yükünü de yüzyıllar boyunca tüm insanlık,
sürü hayvanları, kuşlar, balıklar, boruçiçekleri, egreltiotları çekecektir. Ve
Tufan olur.
Bu, yılanın dalaveresinin sonucu mudur? Yoksa kendinden
daha fazla geçim maddesi biriktiren kardeşine öfkelenen Kabil’in cinayetinin
sonucu mudur? Bu durumda, örneğin gökte uçan kuşun sorumluluğu nedir? Bu
konuda kimse bir şey söylememektedir. Yaratıcı, krallığının durumundan
hoşnutsuz, keyfi bir despot gibi davranır. Demek ki, Kitapların Kitabı’nın
birincisi Tanrı’yı öfkeli bir despot gibi göstermektedir, hatta öfkeli ve
adaletsiz, bağışlama kavramına yabancı; ve hayal kırıklığına uğradığı için
öfkelenerek tüm yaratılışı yok etmeye karar verir. Tufan! Sadece Nuh, Ezeli
Tanrı’nın inayetine mazhar olur, ancak bu da tanrısal öfkeyi ödünlemeye yetmez.
Çünkü “Ve Allahın önünde yeryüzü bozulmuştu ve yeryüzü zorbalıkla dolmuştu. Ve
Allah yeryüzünü gördü ve işte, bozulmuştu; çünkü yeryüzünde bütün beşer yolunu
bozmuştu.” Yaratıcı, mizacındaki eksiksiz kötülük hakkındaki tüm belirsizlikleri
ortadan kaldırabilmek için bu yok etmeyi İster: “ve işte, ben onları yeryüzü
ile beraber yok edeceğim.”8
Demek ki Yahudiliğin başlangıcından itibaren Kötülüğün
kaynakları belirsizdir. Bununla kast edilen yazılı Yahudiliktir; çünkü İncil,
Mezopotamya arkeolojisi tarafından Habiru, İbraniler adı altında bilinen
halkın oluşumundan sonradır.9
7 A.g.e.,Vl;7.
8 A.g.e., VI; 13.
9 İbranilerin kökeni üzerine günümüze kadar
tutarlı bir teori yoktur. Tutsak-
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Hatta İncil çok daha sonradır, çünkü XIX. yüzyılda Kari
Graf ve Julius Wellhausen’in ünlü eleştirel çözümlemelerinden (daha sonra
Graf-Wellhausen teorisi adı altında bir araya getirilmiştir) beri Tekvin’in
Çıkış sonrası, yani Kudüs’ün 1Ö 587’de II. Nabukodonosor tarafından
zaptedilmesi ve yok edilmesi, 1Ö 538’e dek Babil’de Yahudilerin esir edilmesi
sonrası yazılmış, farklı öğelerden oluşan bir metin olduğu kabul edilir.10
Demek ki Tekvin Kudüs’e geri dönüşte, 1Ö V. yüzyıl başında yazılmış olmalıdır.
Dahası, Tekvin’e göre Yaratıcı’nın hayal kırıklığı ile
kendi yarattığı oğullarının gürültüsüne kızan Babil’in tez öfkelenen
yaratıcısı Apsu arasındaki benzerlik insanı nasıl etkilemez? Ya da Tanrı Enki
ve sarhoş eşi Ninmah tarafından insanlığın eğri bacaklı ve başarısız olarak
yaratıldığı yaratılış hikâyesine nasıl benzemez?11 Üç durumda da,
başlangıçta keyfi bir Yaratıcı’nın başarısız kalmış ilk Yaratış’ı vardır, bu
tanrısal öfkeye neden olur ve -artık söyleyebilirizŞeytan’a gönderilmeye ramak
kalmıştır.
Demek ki, Tekvin yazarları Yaratılış yorumlarını
Mezopotamya’dan almışlardır. Bu sonuç, Mezopotamya’daki Yaratılış yorumuyla
lara ilişkin, II. Kenan
seferi sırasında (ÎÖ 1443) XVIII. hanedanlıktan Firavun II. Anıenofis’in
tuttuğu ikili listeye inanılacak olursa ve çeşitli eski metinlerdeki
Apiru’lann İbraniler olduğu varsayımına göre, bunlann bu ülke halklannın
sınıflandırılmasında belirli bir statüleri yoktur; listedeki Şosu’lar göçebelerdir,
Huru ya da Hurrit’ler yerli topluluktur, Nuhas’lar Kuzey Suriye kökenlidir,
ancak İbraniler tanımlanmamışım Gaalyah Cornfeld’e göre (Archaelogy
ofthe Bible: Book by Book,
a.g.e.), kuşkusuz, belirli bir etnik grup oluşturmamaktadırlar ve tek bir
coğrafi kökenleri yoktur. Yine de, firavun II. Ramses’in büyük işliklerinde
çalıştırılan yabancılar arasında Apiru’lann adının geçmesi, Apiru’lann
İbrim’lerle -Tekvindeki İbranİlerleaynı olabileceği varsayımını güçlendirir.
l°Gra(-Wellhausen teorisine göre, Tekvin sürgün-sonrası
kaynaklardan ve Sürgün öncesi din-dışı gelenekten yola çıkarak sürgün-sonrası
yazarlarca oluşturulmuştur, Yaratılışa ve Tufan’a gelince bunlardaki
hikâyeler, Eski Ahit’tekilerden yaklaşık bin yıl eskidir.
11 Bkz. 6. bölüm.
İSRAİL
Tekvin’in yorumu arasındaki sıkı benzerlikle güçlenir.12
Eski Ahİt'in önemli bir bölümü Mezopotamya egemenlerinin dinleriyle temas sonucu
oluşmuştur. Çünkü başka benzerlikler de vardır.
Gerçekten de, Nuh’un hikâyesi Tekvin’den çok daha eski
bir Babil efsanesinde bulunur. 1965 yılında, British Museum depolarında bulunan
iki tablet Tufan’a gönderme yapmaktadır ve bu tabletler Babil şehri Sipar’da,
IÖ 1646-1626 arasında hüküm sürmüş olan kral Ammizaduga döneminde kazınmıştır.
Burada, Yaratış’ından pişman olmuş olan Yaratıcı’nın suda boğarak yok etmeye
karar verdiği görülür. Ancak, suların tanrısı Enki -adı daha önce geçmiştirbu
felaket planını Ziusudra adlı bir rahip-krala bildirir. Ziusudra da bir gemi
inşa eder ve hayatta kalır. Bu kişi gerçekten yaşamıştır; Güney Babil’deki
^Metinler arasındaki benzerliklerin
ötesinde, Tekvin’in Babil dönemi Yaratıhş’ı ya da Enunıa Elis’teki Yaratılış
evrelerine ilişkin kronolojinin tamamen aynısını izlediğini ve hemen hemen
aynı şemadan yola çıktığını Gaalyah Cornfeld belirtir (a.g.e.):
Enuma Elis
Tanrısal ruh ve kozmik
madde birlikte vardır ve her ikisi de ezelidir.
Başlangıçtaki kaosta,
mitolojik kişilik Tiamat karanlıklarla çevrilidir.
Işık taunlardan gelir.
Gökkubbe yaratılmıştır.
Suyun yüzüne çıkan
topraklar yaratılır.
Yıldızlar yaratılır,
insan yaratılır.
Tannlar dinlenir ve
Yaratıhş’ı kutlarlar.
Tekvin
Tanrısal ruh ve kozmik
madde birlikte vardır ve her ikisi de ezelidir.
Yeryüzü, üçurumlann
karanlıklarla kaplı olduğu ıssız bir uzamdır.
İşık yaratılır.
Gökkubbe yaratılır.
Suyun üstüne çıkan
topraklar yaratılır.
Yıldızlar yaratılır.
İnsan yaratılır.
Tann dinlenir ve yedinci
günü kutsar.
391
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
bir şehrin, Şuruppak’m, IÖ 2900 yılma doğru kralıdır.13
Kral Ziusudra Nuh’a çok benzer; tek fark, iki gemisinin olmasıdır...
Peki, Yahudiler kendi Şeytan yorumlarım nereden
almışlardır? Çünkü Şeytan diye adlandırılmamış olsa dâ Cennet’teki yılan Şeytan’ın
bir taslağıdır. Babil destanı Gılgamış’ta, bir baştan çıkarma bölümü vardır ve
buradaki terimler Tekvin’de Adem’in Havva tarafından baştan çıkarılmasını
özellikle hatırlatır: Tanrıça Iştar’m cazibesine kapılan Enkidu kendini
“bilgelik ve büyük bir bilgi”yle donanmış bulur. Iştar’ın sevgilisine
yönelttiği sözler, yılanın, “Allah gibi olacaksınız” cümlesiyle şaşırtıcı bir
benzerlik içindedir. Iştar şöyle der: “Sen bilgesin, Enkidu, bir tanrı
gibisin." Fakat Iştar, Babil dininde, özellikle bir Kötülük ruhuyla
özdeşleştirilmiş olmaktan uzaktır; kuşkusuz baştan çıkarıcı bir tanrıçadır,
çılgın ve kimi zaman acımasızdır, ancak Kötülüğü temsil etmez.
Tekvinin özgünlüğü Şeytan’ın habercisi olan bu yılanı
keşfetmiş olmaktır. Peki Şeytan başlangıçtan itibaren var mıydı? İlk bakışta
Tanrı’nın Kabil’i azarlamasının düşündürdüğü şey budur. Kabil ilk mahsulünden
elde ettiklerini Tanrıya sunduğunda Tanrı, bilinmeyen bir nedenle, bağışı kabul
etmez:
“Eğer iyi davranırsan o yükseltilmeyecek mi?
ve eğer iyi davramazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır;
ve onun istediği serisin.’’^
Fakat aslında dünyanın her yerinde, özellikle
Ortadoğu’da bolca
BW.G.
Umbert ve A.R. Millard, Atrahasis: The Babylonian Story of
the Flood (Londra, 1970), E.
Solberger, The Bobyloniaıı. Legend of the Flood (3. baskı, Londra, 1971); aktaran Paul Johnson, A History
of the Jews, Harper & Row
Publishers, 1988.
New English Bible'n göre (Tekvin IV; 7)
yazann çevirisi. Kuraki versiyonu oldukça farklıdır: “Davranışım ya düzeltirsin ya da düzeltmezsim açıklıkta
[kapı] günah pusuya yatmış; istediği setisin onuu. Sen yönet onu.”
İSRAİL
rastlanan kim olduğu belli olmayan basit bir cin söz
konusudur; bu, bizim Şeytan’ımız değildir. Bunun kanıtı, Meseller Kitabı’nda bu
Şeytan hakkında söylenenlerden anlaşılmaktadır:
“Ve Allah oğullan Rabbin önünde kendilerim takdim
etmeye geldikleri gün vaki oldu ki, onlann arasında Şeytan da geldi. Ve Rab
Şeytana dedi: Nereden. geliyorsun? Ve Şeytan Rabbe cevap verip dedi: Dünyada
dolaşmaktan, ve orada gezinmekten. Ve Rab Şeytana dedi: Kulum Eyuba iyice
baktın mı? Çünkü dünyada onun gibisi yok; kâmil ve doğru adam...”^
Göksel konseyde Şeytan’m varlığına şaşırmamak güç;
Şeytan burada açıkça yer alıyor, dahası Tanrı’nın yakını olarak. Bu, Şeytan’m
aşağı bir tanrı olarak, fakat yine de tanrı olarak görülmesidir. Burada,
Vedacıhktan türeyen dinleri ve örneğin tricker Loki’yi çağrıştırır:16
Tanrı’nın onayıyla Şeytan bu zavallı Eyüp’ü sınamak için kafasını
karıştıracaktır, fakat sonuçta her şey yoluna girecektir. Nihayetinde Şeytan
tanrısal istençlerin aletidir. Bu istençler, paradoksal biçimde, Eyüp’ün
görüldüğü kadar erdemli olup olmadığım Öğrenmeyi hedeflemektedir.
Demek ki Şeytan gözden düşmüş melek, ağzı salyalı
isyancı, Tanrı’nın yeminli düşmanı değildir. Bu, aynı zamanda, peygamber Mikaya’m
n İsrail kralı Ahab’a anlattığı hikâyeden edinilen izlenimdir. Gerçekten de bu
kral Atamanlara karşı savaşa girişir. “Yaklaşık dört yüz kişi” olan (çok fazla
peygamber!) peygamberlerine danışır ve Mikaya ortaya çıkar. Mikaya savaşa ve
Ahab’a şiddetle karşı çıkar, Ahab da peygambere kötü davranır. Fakat Mikaya
ısrar eder; bir rüya görmüştür:
“Rabbı tahtı üzerinde oturmakta, ve bütün gökler
ordusunu onun yanın-
15
The New English Bible, a.g.e., The Book of fob, 1; 6-12. Bu versiyon da Kura ki versiyonundan
farklıdır.
16Bkz. s.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
da, sağında ve solunda durmakta iken gördüm. Ve Rab
dedi: Ramot-gileada çıksın da düşsün diye Ahabı kim kandıracak? Kimi böyle kimi
şöyle dedi. Ve bir ruh çıkıp Rabbın önünde durdu, ve dedi: Ben onu kandırırım.
Ve Rab ona dedi: Ne ile? Ve dedi: Ben çıkarım, ve bütün peygamberlerinin
ağzında yalancı bir ruh olurum.”'7
Eyüp’ün hikâyesindeki Kışkırtıcı’nınkine benzer bir
konuşma. Mikaya’nın yürekliliği bir işe yaramaz: Peygamberlerin başı Sedecias
(Sidkyahu Ben Kena’ana) onu tokatlar, ardından kral onu hapse atar. Demek ki
Tanrı Ahab’ın yenilmesi niyetini gerçekleştirmiştir ve bunu da bu esrarengiz
Yalan Ruhu sayesinde başarmıştır. Olağanüstü macera! Çünkü, sayısız peygambere
yalan söyletebilmek için dört yüz kez çoğalabilen bu Ruh, bizim tanıdığımız
Şeytan’dan başkası değildir! Onu bir kez daha Göksel Konsey’de, Tanrı’nm
niyetlerini yerine getirmekle görevli olarak görmekteyiz! Onu tanıyoruz;
sadece Babillilerin değil, Mısırlıların ruhlarının da kardeşidir o.
Gerçekten de, hemen hemen aynı hikâyeyi eski bir Mısır
hkâyesinde görmekteyiz: Bir generali savaşa göndermek isteyen Osiris, ona
ruhları gönderir:
"İki cin onun içine
girdiler ve o anda kalbi şenliği unuttu. ‘Yaşam adına, kardeşlerim, savaşmak
istiyorum!’”'8
Yahudi Tanrısı kuşkusuz Osiris’in kurnazlığından
esinlenmiştir. Ancak, gördük ki, mitler gibi tanrısal kurnazlıklar da dinden
dine geçmektedir, ne Yahudilik ne de Eski Ahit bu tür alıntılardan muaf
değildir. Bu iblisvari Ruh’un Tanrı’nm müttefiki olduğunu Işaya Kitabı’nda da
görmekteyiz. Mısır’la ilgili tanrısal lanetin taşıyıcısı kehanette Tanrı’nm kabile
başkanlarına “kafalarını karıştıran bir ruh”
17 KrallarI, XXII; 21-22.
l8Brescani, Der Kmnpf um den
Panzer tîes Inaros,
aktaran Bemard Teyssedre, Naissance du Diable, Albin Michel, 1985.
İSRAİL
gönderdiği duyurulur. Bunun üzerine, Mısır, “kendi
kusmuklarına basan bir sarhoş gibi” sendeleyecektir.19
ÎÖ VIII-VI. yüzyıllar arasında yazılmış olan İşaya
Kitabı’nda Yahudiliğin ne Şeytan’ı ne de cinleri Tanrı’nın düşmanları olarak
değil, daha çok, onun hizmetkârları olarak temsil ettikleri bir kez daha kanıtlanır.
Durumu daha anlaşılır kılmak için bir örnek daha verelim:
“Ve Abimelek üç yıl Israile reis oldu. Ve
Allah Abimelek’le Şekem erleri araşma kötü bir ruh gönderdi...”20
Şekemler, gerçekten de, yalancı ve namussuz
insanlardır, Yerubabel’in yetmiş çocuğunu katletmişlerdir ve bir kölenin oğlu
olan Abimelek’i kral seçmişlerdir. Tanrısal dalaverenin korkunç etkileri olmuştur;
Sadece Şekem, büyüden yararlanan, yıkıntıları verimsizleştirmek için onlara tuz
serpen Abimelek tarafından ortadan kaldırılmakla kalmamış, dahası prensin
kendisi de bir kadının eliyle öldürülmüştür, tanrısal alçaklık!
Görüldüğü gibi, iblis görevlileri Yahova’mn
intikamlarını kesin olarak yerine getirmektedirler. Kişisel amaçlı vasat ve
sefih işlere kendilerini vermediklerinde iblisler göksel kâhyalardır. Yani,
Şeytan Tanrı’nın hem müttefiki hem de hizmetkârıdır.
Fakat, I. Tarihler’de durum başka türlüdür: Şeytan
yeniden ortaya çıkar, bu kez Davud’a bahtsız bir karar vahyeder, bir sayım
yapmayı emreder; oysa bu sayım vebaya yol açacaktır. Şöyle denmiştir:
“Ve Şeytan İsraile karşı kalktı ve İsrail saymak için
Davudu tahrik etti.”21
Tarihler, Helenistik dönemin başlangıcıdır, yani 1Ö
III. yüzyıl. Demek ki Şeytan, yaklaşık iki yüzyıl içinde nitelik değiştirir;
artık
19İşaya Kitabı, XIX; 14-15.
21 Tarihler I, XXI; 1. New Eııglish
Bible ve
Kuraki yorumlan aynıdır.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Tann’yla işbirliği yapmamakta, kendi hesabına
çalışmaktadır. Yaklaşık iki yüzyıl sonra Tanrı Konseyi’nin eski üyesi yine
statü değiştirmiştir: Essenliler tarafından Kumran’da, IÖ II. yüzyılın ikinci
yarısı civarında yazılmış iki Ahid arası metin olan Jübileler Kitabı’nın ileri
sürdüğü gibi, yok olmaya mahkumdur: Zamanın Sonu’nda, yani kırkdokuz Jübile
sonunda ne Şeytan olacaktı ne de herhangi bir kötülük ve İsrail ülkesi sonsuza
dek temizlenmiş kalacaktı.22 O dönemde, Ferisiler dünyaya altıbin
yıllık bir süre veriyorlardı; daha temkinli olan Kilise Babaları, süreyi bu
dünyanın Yaratılışından itibaren yedi bin yıla çıkarmışlardı. Ne yazık ki,
kozmoloji bu tarihleri değiştirmiştir, Şeytan benim yaşıtlarımın belleğinde
daima yerini korumuştur.
İbranilerin Şeytan fikri, Tekvin’in yazılış tarihleri
arasında, yani yaklaşık olarak 1Ö VI, yüzyılla İS I. yüzyıl arasında değişir.
Bu olgu önceden ortaya çıkarılmıştır: Şeytanlar Yahudiliği IÖ 150 ile 300 arasında
işgal etmişlerdir.23 Eski Ahit’te görece az sayıda şeytan vardır:
Bunlar, ölüm cini Mevet, Çocuk hırsızı Lilith, veba cini Reshev, genel olarak
hastalıkların cini Dever, cinlerin yardımcısı Belial, çöller cini ve Isa’yı
baştan çıkarmış olan Azazel; gördüğümüz gibi rolü muğlak olsa da, dilerseniz
Şeytan’ı da bunlara ekleyebiliriz. Yahudi halkının büyük bölümünün uzun süre
kölelik altında yaşadığı Babil’e kıyasla bu zayıf bir dökümdür: Babil
Pandemonion’u önemli ölçüde daha gelişkindir ve şeytanlara ilişkin daha
ayrıntılı bir döküm içerir. Belki, topraklarına geri dönen Ibranileri
şaşırtmıştır. Ya da en baştaki kötülük şeytanından, üremedeki düzensizlik
şeytanına kadar tüm bu şeytanların kimliklerini bilmeleri halinde kesinlikle
aşırı bir önem vermekten çekinmişlerdir. Bu nedenle sadece birkaçını
akıllarında tut-
22 Şenlikler, L; 5, La Bible, ecriis intertestinıantaires, Gallimard, La Pleiade koleksiyonu, 1987.
J. Trachtenberg, The
Devii and the Jews,
Philadelphia, 1943; Paul Johnson, A History
of the Jews,
a.g.e.
İSRAİL
muşlardır.
Peki, Yahudilerde Cehennem yok mudur? Şaşırtıcı gerçek,
olmadığıdır: Ölülerin gittiği Şeol bizim Cehennemimizle kıyaslanacak bir
Cehennem değildir: Burası, bir “sessizlik ve unutma toprağf’dır... ölen bütün
insanlar oraya gitmektedir, “kıvamsızhktan ve boşluktan oluşur: karanlık ve toz
onun özellikleridir.”25 Bu, “dönüşü olmayan ülke”dir. Bu terim de
Mezopotamyahlardan ödünç alınmıştır; tıpkı bu yerin tanımının Asur-Babillilerin
Arallu’sunda yazılı olması gibi. Bu, Eyüp Kitabı’na göre, iyi ya da kötü, kral
ya da köle “bütün canlıların buluşmasıdır.25 Ne Cennet ne de
Cehennem vardır; tıpkı Hıristiyanlığın daha geç keşfi olan Araf gibi.
Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi bugünkü haliyle Eski
Ahit’te yer almaz, yer alsa da formüle edilmemiştir. Çok daha sonra, 10 II. yüzyılda,
ölülerin dirilmesinden söz eden İbrani Incili’nde ortaya çıkacaktır.
Eski Ahit’in Şeytan karşısında Yahudi ilgisizliğini
değilse de serinkanlılığım Eyüp , kitabı kadar ortaya koyan bir başka bölümü
Sa~ ul’un Endor’daki cinci kadını„ziyareti bölümüdür. Bu ziyaret bölümü
olağanüstü bir şiir ve simgecilik içerir (Samuel I, 28; 1-25). Filistinlilerin
İsrail üzerine bir saldırı için birliklerini Shunem’e, sınırlara, yığdıkları
dönemde başlar. Saul kendi birliklerini Gilboa’ya yığar. Sıkıntılıdır: “Ve Saul
Rabden sordu, fakat Rab kendisine ne rüyalarla, ne Urimle, ne de peygamberlerle
cevap vermedi.” Ayrıca, öldürmek istediği Davud’la çalışması da canını
sıkıyordu. Sahne Shakespearevari bir yoğunluktaydı ya da Shakespeare’in en
güzel sahnelerinin Samuel Kitabı’ndaki hikâyeyi çağrıştıran yoğunlukta
olduğunu söylemek belki daha doğrudur.
24Robert.Martİn-Achard, “İsrail’de Ölülerin Durumu,” Le
Monde de la Bible, no
78.
23Eyûb Kitabı, XXX; 23, The New Engîish Bible, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Samuel ölmüştür ve Saul, der hikâye, uyarı olarak,
“cincileri ve bakıcıları memleketten kaldırmıştı. Bu bağlamda, sürgün cezası, Eski
Ahil’in -hiçbir yerinde yer alpıayan ölüler yoluyla gelecekten haber veren
falcılara ya da medyullara danışmanın yasaklanmasından değil, açıkça, Samuel’in
hayaletinin dirildiğini gören Saul’un korkusundan kaynaklanmıştır. Bununla
birlikte, hizmetkârlarına şöyle buyurur: “Benim için bir cinci kadın arayın, ve
ona gidip ondan sorayım.” Demek ki, “cincileri ve bakıcıları” sürgüne
göndermeye bizzat kendi karar vermiş olmasına rağmen, Tanrı’nın onun yararına
olan niyetlerine ilişkin bilgi verebilecek bir cinci aramaktadır. Oysa sadece
Samuel’in ruhu bu niyetleri bilebilir. Demek ki, tam da cincileri sürgüne gönderecek
kadar korktuğu kişinin ruhunu çağırması gerekir. Karmaşık ve sıkıntılı bir
karakterin şaşırtıcı gerçeklikteki portresidir bu; Davud’a âşık olmasına
rağmen mızrağıyla onu delik deşik etmeyi deneyen ve en çok korktuğu şey olan
Samuel’in hayaletiyle yüz yüze gelmeye kararlı adamın portresidir.
Hizmetkârları Endor’da böyle bir kadın olduğu haberini getirirler. Bunun
üzerine kral kılık değiştirir ve iki hizmetkârıyla birlikte onu görmeye gider.
Endor’a gece gider, cinci kadın onu kabul ettiğinde
söyleyeceği insanın ruhunu çağırmasını ister. Kadm Saul’un cincileri ve
bakıcıları sürgüne gönderdiğini söyler, çünkü karşısındakinin kim olduğunu bilmemektedir,
fakat Saul ona Tanrı adına dokunulmazlık vaat eder. Cnci kadm ruh çağırır ve
Samuel’in hayaleti ortaya çıkıp, Filistinlilere karşı savaşını baştan
kaybettiğini, üç oğlunu savaşta kaybedeceğini Saul’a bildirir. Saul yenilir ve
hikâyenin devamı hayaletin kehanetlerini doğrular.
Oysa ortaçağ Avrupa terminolojisine göre ruh-büyücü,
yani Şeytanda pazarlık yapan ve sonsuz lanete mahkûm kişinin medyumluk mesleği
kesinlikle şeytansı bir meslek değildir. Tam tersine bu, dolaylı olarak
Tanrı’nın sesidir. Tanrı, Samuel’in hayaleti aracılığıyla
İSRAİL
bile “büyücü” sesiyle dile gelir. Endor “medyum’’u
pagan antikçagın kâhin kadınlarına benzer. Tanrı’nın aletidir.
Eski Ahit’in yansıttığı Yahudi tavrı konusunda kimi
kuşkular varsa da (karşıt bir ideoloji yansıtan sonraki kitaplardan farklı
olarak burada “Eski’’-Eski Ahit demek gerekir) Samuel Kitabı’nın yukardaki
ayetleri, bunları yok etmiş olmalıdır. Gerçekten de şunu okuruz orada: “Ve
Rabbin ruhu Saul’dan ayrıldı ve Rab tarafından kötü bir ruh onu üzüyordu.” (16;
14) Hiçbir anlam belirsizliği yoktur, bu “Rab tarafından kötü bir ruh”tur.
“Kötü ruh” ne demektir? Bu kesin olarak bir cindir. Demek ki cinler Tanrı’nın
niyetlerinin parçasıdır; tıpkı Eyüp Kitabı’nda, tanrısal iradenin hizmetinde
olan Şeytan gibi. Bu bir çeviriyazı hatası değildir, çünkü bu ifade aşağıdaki
ayetlerde de iki kez tekrarlanır. Hizmetkârları Saul’a şöyle derler: “İşte
şimdi, Allah tarafından kötü bir ruh seni üzüyor. Efendimiz karşısında olan
kullarına emretsin, iyi çenk çalan bir adam arasınlar; ve vaki olacak ki,
Allah tarafından senin üzerine kötü ruh geldiği zaman eliyle çalar ve sen İyi
olursun." (16; 16-17) Bu çenkçi Davud olacaktır. O, Tanrı’nın kötü ruhu
hükümranın başını derde soktuğunda Saul’u teselli eder.
Demek ki Tanrı, Eski Ahit’te, hem İyilik hem de
Kötülük’tür. Şeytan onun hizmetkârından başka biri değildir ve Yeni Ahit’te bu
kadar güçlü bir şekilde yer alan çatışma Eski Ahit’te asla görülmez. Yeni
Ahit’te Şeytan daima Tanrı’nın düşmanı olarak ortaya çıkar ve Göklerin Krah’mn
karşıtı olarak “Bu Dünyanın Prensi”dir. Yüce iradeye teslimiyetinde
“Eski-Eski” Ahit teolojisi evrende tek bir kutup kabul eder ve Şeytan’m tek
rolü Yaratıcı’mn iradeleriyle uyum içinde olmaktır. Şeytan, Kötülük müdür?
Hayır, Tanrı iradesinin gerektirdiği ıstıraptır o. Yeni Ahit’te olan cinlerle
ilgili bölümler Eski Ahit’te asla görülmez.
Her durumda, Yunanların eşdeğer sözcük olan diabolos
sözcüğüyle çevirdiği Har-Shatan, yanı Hasım adı -bizim Şeytan (Satan) hurdan
ŞEYTANIN GENEL TARIHl
gelmiştirhiçbir küçümseyici anlam içermez. Şeytan,
Tanrı’nın hasım olsa da, gördüğümüz gibi hizmetkarıdır da; tanrının
kaybetmesini isteyemez, çünkü bu kayıp Yaratılış’ın ve kendisinin sonu olur.
Bu. dünyanın da Tanrısı olan İyilik Tanrısı, dünyayı denge ilkesine göre
kurmuştur ve Hasım dengenin iki teriminden biridir. Eski Yahudiliğin kuşkusuz
en derin derslerinden biri olan bu hayranlık verici bilgelik dersinde Eski
Ahit’in yazarları 1Ö VII. ya da VI. yüzyılda, dünyanın efendisi olan ve Kötülüğe
hoşgörü gösteren bir Tanrı kavramının teolojik güçlüğünü çözmüşlerdir. Bu,
daha sonra Gnostiklerin içine düşecekleri güçlüktür. Gnostikler bu güçlükten
yapay bir kavramla çıkacaklardır: Biri yalnızca tinsel, diğeri yalnızca maddi
olan İyilik ve Kötülük’ün üstünde yer alan gerçek Yaratıcı Demiurgos. Burada
Tanrı Baba ancak Kötülükle ya da Şeytanla eşit, ikincil bir tanrı olacaktır.
Eski Ahit’te, her şeye muktedir Yaratıcı’mn iyiliği de tartışılmazdır: ikincil
olan sadece Şeytan’dır.
Eski Ahit’te Tanrı ile Şeytan arasındaki ittifakın bir
diğer önemli ibaresi, Musa’nın Üçüncü Kitabı olan Levililer’de görülür. Bu
kitabın önemi, Incil’deki buyrukların neredeyse yarısını içermesinden kaynaklanır.
Bu kitapta görülür ki (16; 1-28); Musa’nın kardeşi olan
ve Tanrıya kurallara uygun olmayan bir kurban sunduğu için cezalandırılan
Harun’un iki oğlunun ölümünden sonra Tanrı Musa’ya görünür ve şöyle der: Harun,
Yahudiler için iki teke ve bir koç alacak ve tapınağa gidecektir, orada Tanrı
kefaretgâhm üzerinde belirecektir, ancak Harun belirtilen saatte orada
olmalıdır, yoksa ölüm cezasına çarptırılacaktır. Tanrı’nın kurban olarak kabul
ettiği tekeler ilahi bir işaretle belirtilecektir. Diğer teke Azazel’e
-Şeytan’ın kendisi değilse de yardımcılarından biridirsunulacaktır.' Bir
uçurumdan aşağı atılacaktır. Bu, ünlü günah keçisidir.
Genellikle karmaşık ve bulanık bir yorumla çevrili ya
da gizlen-
İsrail
miş olan bu bölüm Levililer’de karşılıksız bir
açıklıkla sunulmuştur yine de. Tanrı-, kendisine sunulan kurbanda Şeytan için
de açık bir pay istemektedir.
Yeryüzü’nde var olan bazı şeytanlar, Göksel Konsey’in
üyesi Şeytan’m hizmetkârlarıyla resmi olarak özdeşleştirilemez. Ayrıca, çok
ileri bir tarihe kadar, Ortadoğu’dan gelen bu şeytanlar belirsizdir. Eski
Ahit’in kabul görmeyen bir yorumuna göre, büyük bir olasılıkla 1Ö 111. ve II.
yüzyıllar arasında kaleme alınmış olan Enoş Kitabı’na göre, cinler Tanrı’ya
karşı isyan etmiş melekler değildir; bunlar, ölümlülere âşık olmuş ve onlarla
birleşmek için yeryüzüne inmişlerdir.26 Bu, ölümlülerin meleklere
âşık olduğu Sodom ve Gomora hikâyesinin tersidir; şu farkla ki, bu iki şehirde
ölümlüler kendi cinsiyetlerinden meleklere aşık olurlar. Her iki durumda da
hikâyeler, meleklerin cinsiyetsiz sayılmalarıyla şaşkınlık içinde bırakır. Bu
meleklerin adları Urakabarameel, Akibeel, Tamiel, Ramuel, Danel, Azkeel,
vs.’dir; şeflerinin adı Samyaza’dır.
Şehvetperest meleklerle ölümlülerin birleşmesinden “üç
yüz arş yükseklikte” devler ve iblisler doğmuştur. Babalarının meleklerden
20Enoş
Kitabı, 1770 yılına kadar kayıptır. İngiliz seyyah James Bruce, Nil’in
kaynaklarını araştırırken Etiyopya’daki Gondar’a vanr ve orada bir Etiyopya
versiyonunu bulur, 1773 yılında yanında üç örnek götürür. Enoş Kitabı ilk kez
1838 yılında İngilizce versiyonuyla başpiskopos Lawrence tarafından yayımlanır.
Rahip Migne Encydop&iie thtologique adlı eserinde bunu yeniden yayımlar. Yazarlara göre, Enoş Kitabı 1Ö
III. ve II. yüzyıllar arasında hazırlanmıştır, bazı bölümler 1Ö 40 yılına
kadar uzanabilir. Önce Aramca yazılmış olmalıdır. Ben, 1975 yılında Robert
Laffont yayınlarından çıkan Migne versiyonundan ve Andre Caquofnun
açıklamalannın yer aldığı La Bible, icrits intertestamentaires, a.g.e. versiyonundan yararlandım. 1991 yılında Cerf
yayınlarından çıkan Dictionnaire encyclopedique du
christiunisme ancien’e göre, Enoş Kitabı, tamamen uydurma kabul edilse de, şu
tarihsel önemi taşımaktadır: “Öncelikle Enoş Kitabı’nda sunulan Yahudi
geleneğine göre ... uzun süre, meleklerin gökten düşüşü tensel bir günah olarak
kabul edildi, devler ve iblisler de bunun meyvesiydi.”
ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ
gelmiş olması bu çocukların kötücül karakterini pek
kolay açıklayan bir şey değildir; ancak hikâyenin vermek istediği ders,
Kötülüğün cinsel iştahtan doğduğudur. Şurası kesin ki, iblislerden biri, Levililer’deki
Azazel (ya da Azazyel, çünkü yazımlar faklıdır), “insanlara kılıç, bıçak,
kalkan, zırh ve ayna yapmasını öğretti; bilezik ve süs eşyası yapmasını,
resmetme sanatım, kaşları boyamayı, değerli taşlar kullanmayı, her türden
boyamayı öğretti, öyle ki dünya kötü oldu... Barkayal yıldızları gözetleme
sanatını öğretti. Akibeel işaretleri öğretti. Tamiel astronomiyi öğretti.
Asaradel Ay’ın hareketlerini öğretti.”
Daha ilerde, Azazel’in kınanma nedeni keşfedilir:
“Gökyüzünde olup biten her şeyi yeryüzünde açık etmiştir.” Bu gerçekten de
bağışlanmaz bir suçtur ve Tanrı, başmelek Rafael’i, Azazel’i sıkı sıkıya
bağlamakla, taşa tutup öldürmekle, karanlıklara atmakla görevlendirmiştir ve
orada ateşten kurtulmaya çalışacaktır. Yine de, belirsiz nedenlerle Azazel
yazgısına meydan okumuş gibidir.
En çarpıcı nokta Levililer’in ve Eski Ahit’in tümünün
sözde-Enoş tarafından görmezden gelinmiş olmasıdır. Sözde-Enoş Levililer’i okuyup
okumadığı belli değildir, çünkü Tanrı’nın yok olmasını istediği bir figüre keçi
sunmuş olması pek anlaşılır değildir. Eğer bu Enoş Kitabı daha önceyse -ki,
öyle gözükmektedirAzazel’in Tanrı’nın yok edici iradesine direnmiş olması da
pek anlaşılır değildir. Her durumda, bu hikâye Şeytan’a yapılan bütün
"Eski-Eski” Ahit referanslarla açıkça çelişmektedir. Burada, Eski Ahit
teolojisi ile Enoş Kitabı’mn da aralarında yer aldığı Ahitler arası külliyat
arasında kesin bir kopuş vardır.
Sözde-Enoş’un vardığı sonuçlar, kuşkusuz, bizim bugünkü
sonuçlarımız değildir: Bu cinler aslında pek de kötülük yapacağa benzememektedir,
çünkü -bu kitabın yazarına göre, akıl almaz nedenlerle Kötülüğün tohumunu
içerir gibi gelen ayna ve boyalar bir yanayazı ve astronomi hiç de şeytansı
buluşlar değildir; yazı olmasaydı sözde-
İSRAİL
Enoş da kitabım yazamazdı. Dahası, eğer astronomi
kötücülse, aynı kitabın 71. bölümünde koruyucu melek Uriel’in niçin astronomi
dersi verdiği pek anlaşılamamaktadır.
Ahitler arası bütün yazılarda olduğu gibi, Enoş
Kitabı’nda da yazarlara, hayali antik düzene yabancı gelen bütün unsurlara
karşı şiddetli bir öfke görülür. Bunun, Eski Ahit’in kâhine iliğinin -pek ikna
edici olmayanbir öykünmesi olmasının ötesinde genel esini eşine az rastlanır
bir hoşgörüsüzlüktür, ki Eski Ahit’te bunun en ufak izine rastlanmaz. Bu, vahiy
gelmiş bir peygamberin kitabı olmaktan çok aklı fikri ürkünç, hatta çılgınca
masal ve anlatılarda olan, açıklama getirdiği insanlara endişe vermek isteyen
bir fanatiğin kitabıdır. En ilginç nokta, Şeytan’ın günah keçisi yerine
konmasıdır: Dolayısıyla, dünyada yolunda gitmeyen her şeyin yükünü o
taşıyacaktır. Şeytan belki böylece o ünlü keçi haline gelmiştir.
İşin özü ortaya çıkar: 1Ö III. ya da II. yüzyıla kadar
Tanrı’nın tescilli düşmanı olarak Şeytan imgesi Yahudilikte yoktur. Şeytan ve
cinler -bunlar arasında hiçbir tabiyet ilişkisi olmadığı gibi Şeytan da diğerlerinin
şefi olarak hiçbir yerde belirtilmemiştirhepsi Tanrı’nın hizmetkârlarıdır.
Şaşırtıcı gelse de, metinler bunu kanıtlamaktadır.
Yine de, Şeytan Yahudi geleneğinde vardır ve
Hıristiyanlık Şeytan’ı Yahudilikten almıştır. Tüm Yeni Ahit Şeytan’ın ve
cinlerinin kötülükleriyle doludur. İsa’nın gerçekleştirdiği şeytan kovma
bölümleri ve hemen hepsinde cinlenmenin açıkça hastalık nedeni olarak gösterilmesinin
üzerinde durmasak da, Saul’un hikâyesinde “kötü ruhlar "in Tanrı
tarafından gönderildiğini gördük. İncil yazarları Eski Ahit’e ilişkin son
derece vasat bir bilgiye sahiptirler. İçlerindeki her şeyde Essenlilerin etkisi
görülür. Peki, Şeytan ne zaman, nasıl rol değiştirmiştir?
Bu değişimin habercisi akımlar Hıristiyanlıktan
öncedir. Gerçekten de, cinlerin tamamen kötücül olarak, sadık dostu oldukları
Tarc-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
rı’nın ve insanlığın düşmanı olarak ortaya çıktıkları
ilk metinlerden biri Enoş Kitabı’dır. Bu, gördüğümüz gibi, görece geç bir
kitaptır, kimi zaman Essenlilere ait olduğu düşünülür, büyük bir olasılıkla
kısmen onlara aittir, çünkü karma bir eserdir27 ve Gnostisizmin birçok
izine rastlanır. Ne var ki, Şeytan’ın ortaya çıkışının politik bağlamını
burada anmak zorunludur; bu olmadan Isa’nın rolü ve süreci başta olmak üzere,
hiçbir şeyi kavrayamayız.
Yahudi metinlerinin Şeytan karşısında kararlı bir
şekilde düşman bir tavır takındıkları dönem tam olarak Helenistik Yahudilik
dönemine denk düşer. Daha ilerde göreceğimiz gibi Helenizm, Yahudiliği kısmen
yutmak üzeredir. Peygamberlerin sonuncusu Malak! öleli uzun süre olmuştur.
Mesih’in, yani İsrail’in şöhretini yeniden inşa edecek Davud’un bir ardılının
ruhunun geleceğine dair umutlar yok olmuştur ve bu böyle kalmak zorunda
gibidir. Umutsuzluk yerleşmiştir.
Yahudiler, Babil Imparatorluğu’nun tehditkâr
karanlıklarından tam kurtulmuşlardı ki, ÎÖ 332’de İskender împaratorluğu’nun
hakimiyeti altında girdiler. Ardından, kahraman tarihin kumları altına gömüldüğünde
ve efsane olarak yeniden dirilmesi beklenirken, Filistin, Ptolemaioslar dönemi
Mısır’ındaki Helenistik împaratorluğu’na, daha sonra da Suriye’deki-Selefki
krallarının imparatorluğuna dahil edilmiştir. Bağımsızlık, sonsuza kadar
değilse de, uzun süre için kaybedilmiş gibidir. O dönemden itibaren ve 1949’da
Filistin’de Yahudi Merkezi’nin kuruluşuna dek ve daha sonraki yıllarda, bu
ülkenin Yahudiler! meydan okuyamayacakları kadar büyük güçlerin silahlı gücü
altında yaşayacaklardır.
Ptolemaiosların, ardından da Selefkilerin tahakkümü
kuşkusuz hafifti, çünkü Yahudiler Babil’e ilk sürgünlerinden beri görülmemiş
bir
27Caquot, a.g.e.
İSRAİL
bağımsızlıktan yararlanırlar. Bu, imparatorlukların
gölgesinde yaşamanın avantajlarından biridir: Bir tiranın onları tutsak
etmesini düşünmek artık olanaksız gözükmektedir. Yüzyıllardan beri ilk kez Akdeniz
meltemleri yumuşak esmektedir. Ancak Yahudilik krizdedir. Peygamberler
sayesinde sürdürülen ve Musa’dan bu yana kesintiye uğramış olan Tann’yla
diyalog sadece ezici bir sessizliğe yerini bırakmakla kalmamış, dahası esas
olarak teokratik nitelikteki ulus yapılan da II. yüzyıldan itibaren
çatlamıştır.
Bu çatırtılar 1Ö 175’ten itibaren sürmektedir, büyük
rahip Jason Kudüs’ü tamamen Helenleştirmiştir; en iğrenci de, Kudüs’ün adı, Kudüs’teki
Antiokheia olarak değiştirilmiştir. Kurumlar Helenistiktir, Yahudiler,
özellikle zengin olanları, son derece Helenleştirilmiştir. Yahudiliğin temel
dinsel kurallarından biri olan sünnet artık uygulanmamaktadır ve birçok kişiye
artık eskimiş olarak gelmektedir.28 Jason, kendi yerine geçen
Menelas adlı bir büyük rahibin kendisinden daha Helenci olduğu kanısındadır.
Ardından şaşırtıcı saçmalıkta bir iç savaş, Menelas’ın aristokrat yandaşları
ile Jason’un halktan gelen yandaşları arasında patlak verir.
Helenleştiricilerle “aşırı-Helenleştiriciler” arasındaki boş rekabet yüzünden
dökülen kanlar, Filistin efendisi ve Suriye’nin Selefki kralı IV. Antiokhus
Epiphanes’i haklı olarak kızdırdı. Hükümdar kararnameyle Yahudi geleneklerini
yasaklamaktan yana oldu. Bunu kesin olarak ve hatta vahşice uyguladı. Antik
Yahudiliğe sadık kalan yaşlı rahip Mattatias ve oğulları, vahşi bir şekilde isyan
ederler: Altı adam, pagan tanrılara kurban veren inançsız bir Yahudiyi herkesin
gözü önünde öldürürler, ardından Antiokhus’un bir memurunu, Apelles adlı
birini, sonra da ona eşlik eden askerleri öl-
28 Bunun kanıtı Asmonilerin ya da Makkabilerin
girişimiyle verildi. Rahip Mattatias’ın beş oğlu, Kudüs’ün mahallelerine ve
kırlara yayılıp, dinsel kurallara uygun olarak, Yahudi çocuklannı doğumlarından
beş gün sonra zorla sünnet ettiler.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
dürürler.29
Böylece, Yahudilerin pagan işgalcilere karşı gizli
savaşı başlar. Savaş, 70 yılında Titus’un Kudüs’ü yağmalamasıyla (ve bu,
altmışbeş yıl sonra Hadrianus Kudüs’ü yok ettiğinde ve Yahudi ulusunu hemen
hemen tümüyle “tasfiye ettiğinde” Yahudiliğin tamamen yok olması riskine yol
açacaktır) son bulacaktır: Kesin biçimini almamış iki buçuk yüzyıllık “gerilla
savaşı” ve en ünlü dönem, İsa’nın çarmıha gerilmesinin ardından gelen
süreçtir. Bunlar din savaşları mıdır? Kuşkusuz evet, ama aynı zamanda da
politik savaş, çünkü teokrasilerde ve teokratik dinlerde her ikisi birbirinden
ayrılmaz. Makkabiler Tora’yı canlandırmak için olduğu kadar kişisel ihtirasları
için de savaşıyorlardı.
Makkabılerin zaferleri gizli anlaşmalar içinde
bocalayıp durur: Mirasçıları Yonatas Helenizmin cazibesine kapılacak ve İsparta
ile dostluk anlaşması imzalayacaktır, ardılı Aristobulos kendi adını Philhellen,
yani Helenizmin dostu olarak değiştirecektir, yine ardılı IV. Alexandros
lannaios da Yahudi kralı olarak Yunan karakterlerinin kazılı olduğu para
bastıracaktır -ey sapkın! Sondan bir önceki kral II. Yohannes Hyrkanos
Helen-karşıtı Essenliler! halledecektir. Bunların tümü XX. yüzyılda yeniden
yorumlanacaktır, çünkü içlerinden biri tüm hanedanlığın üzerine cehennemvari
bir ün atmıştır: İsa’nın öncülü olan birini, Essenlilerin liderini, son derece
ünlü olduğu kadar gizemli de olan, sadece Adalet Sahibi adıyla tanınan
kişiliği, vajışi bir şekilde ve belki de çarmıha gererek (bu tartışmalıdır)
öldürmüştür. Asmonilerin hangisi öldürmüştür? Bu yüzyılın sonunda bu hâlâ tartışılmaktadır?0
29Flavius Josephe, Aiitiquitts
jtidaique,
XII, s. 266 ve devamı. İngilizce versiyonu Loeb Classical Library Jewish
Aııtic/uities, Harvard University Press, Cambridge, Mass. &r William
Heinemann, Ûd., Londra, 1986.
3°Ölü Deniz ve Essen Elyazmaları’nm en iyi uzmanlarından biri olan
Vaux rahi-
İSRAİL
Gerçekten
de en önemli olay, Helenizmin kışkırtmalarına teslim olan Helen-karşıtı
Makkabilerin kökeninde, kendilerine de kaynaklık eden isyan ruhunu yeniden
canlandırdılar, Yahudiler artık kendilerini onlarla özdeşleştirmezler ve bu pagan
işbirlikçilerini reddederler. Tepki ortaya çıkmakta gecikmez: 1Ö II, yüzyılın
ortasına doğru gelenekçi bir grup mümin, Tora’ya bağlı olmayan bir rejime
karşı duydukları büyük öfkeyi dile getirerek çöle çekilirler; Essenliler
bunlardır.31 Onları açıkça küçümserler; aforozlar birbirini izler,
çatışma ka
binin, Adalet Sahibi’ni ölüme mahkûm etmekten sorumlu
“Kötü Rahip”in lyani “Kötü Büyük Rahip”] hangi Asmoni olduğunu resmi olarak
saptamaya arkeolojinin olanak tanımadığını söylediği 1959’dan bu yana pek bir
şey değişmedi: ona tas (152-143), Simon (143-134), Yohannes Hyrkanos (134104)
ya da IV. Alexandros lannaios (103-76), hatta 11. Yohannes Hyrkanos (76-40) (Archaeology
and the Dead Sea Scrolls,
Oxford University Press, 1973). Bildiğimiz gibi, sondan bir önceki Asmoni,
büyük rahip II. Yohannes Hyrkanos Essenlileri kıyıma uğratmıştır; mallanna el
koyma emrini de o vermiştir (“Habakuk Yorumu”nun 11. notu, La
Bible, £crits intertestamentaires, a.g.e.)
ve o, Essenlilerin düşmanı “dinsiz rahip" tanımına uymaktadır (bkz.
yukardaki 17. not). “Habacuc Yorumu’’nun tümü bu büyük rahibi, Adalet
Sahibi’nin görünüşte vahşice öldürülmesinin sorumlusu olarak belirtilmektedir.
Yine de, şunu da unutmamak gerekir: a) Yine Essenlilere göre, Adalet Sahibi,
Kumran’daki Essen topluluğunun kurucusu değilse de, düzenleyicisidir ve bu, II.
Yohannes Hyrkanos’ın egemenliğinden çok eskiye (yaklaşık bir yüzyıl) dayanır;
b) Kum ran arkeolojisinin bu kez kesin bir şekilde tanıklık ettiği gibi
Essenliler 1ÖJ1. yüzyılın ortasından itibaren topluluk halini almışlardır;
yani, Vaux rahibinin belirttiği gibi büyük rahip Yonatas’ın tahta çıkış tarihi
olan 152 ile yeğeni Simon'un tahta çıkış tarihi olan 143 arasında Kumran’a
yerleşmiş olmalıdırlar; c) başlarında bir şef olmadan buraya yerleşmiş
olamazlar; bu da, iki uzmanın, G. Vermfes ilej.T, Milik’in belirttiği gibi
Adalet' Sahibi’ni Simon’un ya da Yonatas’ın çağdaşı yapar. Dolayısıyla,
Asmoniler ailesinin bir tür geleneğidir bu, onları hakaretlere boğan bu
keşişlere kin gütmektedirler.
31 Gerçekten de mezhebin oluşumu Makkabiler hanedanının tahta çıkışma
bağlıdır, yani ÎÖ II. yüzyıl başıdır. Kahraman Yuda Makkabi’nin oğlu Yonatas’m
büyük rahip tahtına çıkışı meşru Sadok soyunun ayağını kaydırıyordu. Bu meşru
soyun son temsilcisi IV. Onias, Simon Makkabi döneminde Mısır’a sürgün edildi
ve orada Leontopolis Tapinağı’m kurdu, Yahuda’da kalan Sadok yanlıları, yani
“hükümdar soyunu savunanlar” Tesniye’nin bu ihlal edili-
407
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
çınılmazdır: Kudüs’ün büyük rahibi Essenlilerin en
saygın kişisini, ilahi Gnostik abidelerin yorumcusu Adalet Sahibi’ni ölüme
mahkûm etti. I. yüzyılın başından itibaren (6-7 yılı) Yahudi düşünceyle sınırlı
kalmadı. Romalılara, Helenizmin temsilcileri olan bu pagan yabancılara
saldırmak amacıyla Galile’de silahlı gruplar oluşturuldu.
Günümüzde “köktendincilik" olarak adlandırılan bu
eğilimle kıyaslanan dinsel sertliğin bu derinleşmiş koşullarında Eski Ahit’ten
kopma meydana geldi ve Şeytan, Eyüb’ün Kitabı’nda gördüğümüz Göksel Meclis
üyeliği statüsünü resmi olarak kaybetti. Yahudi inancı, Paul’ün getirdiği
değişiklikte bile cehennemi bir hal almıştı. Pavlus, ilk havarilerin azgın
muhalefetine rağmen, “îsacıhğı" Roma Hıristiyanlığına dönüştürmek için
Yahudi kökeninden kopardığında da bu cehennemvari halini koruyacaktır:
Gerçekten de, ilk Hıristiyanlar İsa’nın dönüşünü, Bin yılı ve dünyanın sonunu
öyle ateşli bir şekilde bekleyeceklerdir ki, korku dolu bir eylemsizliğe
düşeceklerdir ve Pavlus kendini tepki göstermek zorunda hissedecektir.
Şeytan’m
adı ya da eşanlamlısı Babil Baal’ı Belial’m32 adı ne Ölü Deniz
Elyazmaları’nda ne de iki Ahit arası metinler külliyatında,33
şine kızdılar ve hoşnutsuzluklannı belirtmek için çöle
göç ettiler. Kumran topluluğu böyle doğdu. Yine de Essenlilerin çöle göçten
önce var olduklanm belirtmek gerekir.
32Şeytan’m
diğer adı olan Belial, Babil tannsına açık bir göndermedir. Kuşkusuz bu ad,
belgelerin yazıldığı geç dönemde kullanılmamıştır. Ancak, Eski Ahit yorumlarını
özgünleştirmek amacıyla bu yoruma eski bir üslup vermeye çalışan yazarlann
miras aldıkları eski üslupla açıklanır.
33 Ölü Deniz elyazmalan, yani Kumran yakmlânndaki mağaralarda bulunmuş
olanlarla tam anlamıyla Essenlilere ait olanlar ve iki Ahit arası yazılar -bu
ifade, yazarlannın Eski Ahit’e bağlamak istedikleri ancak kilise yasalanna
uygun Incil’e at olmayan yazılan (eskiden kilise tarafından kabul
görmediklerini belirtmek için günümüzde “psödepigrafik” denir) belirtmek için
Anglo-Amerikan deyişiarasında genellikle aynm yapılır. İki Ahit arası bu
metinler Essenlilerden kaynaklansa da yine de Essenlilerden önceki metinleri de
kapsar ve Essenlilere ait olanlar, onların yeniden yazımlandın Bu konuda, La
Bible, ecrits mtertestamentaires,
a.g.e.’deki iki Ahit arası yazıların baskısına Marc Phi-
İSRAİL
tanrısallıkla uzlaşmayan bir Kötülük’le
özdeşleştirilmeden bir kez bile ya da daha kesin olarak söylersek, bir kereden
fazla geçmez. Tüm bu alıntıları toparlamak ayrı bir kitabı gerektirir?4
ilahiler Yazılarında, Kurallar Yazıları’nda, Damas Belgesi de denen Damas
Ülkesi’ndeki Yeni ittifak Üzerine Belge’de, Savaş Yazıları’ndaKötülük
Prensi’nin tanımları kesindir. Belial lanetlidir, Işık Prensi’nin yükselişi
karşısında yok olmaya mahkûmdur; kimi zaman Aldatma Ruhu’yla ya da Karanlıklar
Meleği’yle özdeşleştirilir, Düşman olarak görülür ve Tanrı’dan tamamen ayrıdır.
Sancak ve boru taşımayla ilgili yazılarda (çünkü Essenliler savaşa iyi
hazırlanıyorlardı) şöyle denmektedir: ‘‘Tanrı’nın öfkesi Belial’a ve onun nasibindeki
istisnasız herkese karşı kudurmuştur.”
Karanlıklar Prensi’ne atfedilen diğer adları -dört kez
geçen Baal ya da sekiz kez geçen Mastema gibisaymazsak, iki Ahit arası metinlerde
Şeytan’a en az yirmialtı ve eşanlamlısı Belial ya da Beliar’a yetmiş gönderme
vardır. Şeytan’ın aracısı kötülük meleklerinin sayısı hesapları altüst
etmektedir. Burada da, adının geçtiği her yeri belirtmek ayrı bir eseri
gerektirir. Birkaç örnek yeterlidir. Yahuda kralı Hizkiya tek oğlu Manasse'yi
kehanetlerini açıklamak ve bilgeliğini devretmek için çağırır, peygamber İşaya,
kötü melek Samael aracılığıyla, hiçbir şey yapamayacağım ve Manasse’nin
Kötülüğe yenik düşeceğini duyurmak için müdahale eder. Bunun üzerine Hizkiya
oğlunu öldürmeyi tasarlar, ancak işaya onu caydırır. Aslında, babasının
ölümünden sonra Manasse Samael’e yenik düşer ve “babasının Tanrısına hizmet
etmeye” son vererek “Şeytan’a, meleklerine ve güçlerine” hizmet etmeye başlar.
“Manaşse, Bellal’e hizmet etmesi için aklım çeler, çünkü bu
34Daha ayrıntılı bilgi için Bemard Teyssfedre’in Naissartce
du Diabk,
a.g.e., eserinin “Kumran: Üç yüzlü karanlık” adlı VII. bölümüne
başvurulabilir.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
dünyanın prensi olan günah meleği, Matanbukus denen
Belial’dir,”j5 O dönemde Şeytan ile Belial arasında ortalığı kasıp
kavuran karışıklığı ya da bunların birbiriyle özdeşleşmesini yansıtan metindir
bu. Bu özdeşleşme ayrıca üçüncü esrarengiz ad olan Matanbukus’u da içerir. Bu
aynı zamanda, kötü meleklerden oluşan bir gruba sahip Şeytan’ın da ilk kez
ortaya çıkmasıdır.
Bir Şeytan, mı vardır, birden fazla mı? Essenlilerde bu
konuda bir dogma var gibi gözükmemektedir, çünkü gördüğü kehanetleri anlatan
sözde-Enoş şöyle söyler: “Dördüncü sesi [Tanrı’ya övgüler yağdırdığını
işittiği esrarengiz kişiliklerin sesini] Şeytanları iterken ve onların
Ruhların Tanrısı’na yaklaşmalarını yasaklarken işittim...”36 Bir kez
daha, Göksel Konsey’de yer alan Şeytan’ın uzağındayız.
Ancak, bu inanç değişikliği daha karmaşık bir şeydir.
Şeytan’a her zaman emreden bir Tanrı ile Nuh’un soyundan gelenler arasında ittifak
oluşturmuş olan Eski Ahit metnini açıkça göz ardı eden Jübileler’in yazarı
şöyle der: “Bu kutlamaların üçüncü haftasında erdemsiz cinler Nuh’un
oğullarının çocuklarını baştan çıkarmaya, onları bozmaya ve yok etmeye
giriştiler,” Bunun üzerine, söz konusu kurbanlar, kötü ruhların güçsüz
kalmaları için büyükbabalarından Tanrı huzurunda aracılık etmesini istediler.
Fakat burada, işin ilginci, “Mastema ruhlarının prensi,” yani Şeytan, çok adlı
varlıkların en üstünü, Enoş’un “ruhlarının Efendisi” değildir; daha ilginci, bu
Şeytan Tanrı’ya işbirliği önerir. Garipliğin doruk noktası olarak Tanrı bunu kabul
eder. Şeytan’ın savunması hoşuna gider: “Yaratıcı Tanrı, [bu ruhların]
bazılarım benim önümde bırak kİ sesimi İşitsinler ve söylediğim her şeyi
yapsınlar. Gerçekten de, eğer bana hiç kalmazsa, insanlar üzerinde irademin
gücünü uygula ya mam.”37 Günümüzde, Mutlak
35“lşaya’nın Öldürülmesi,” 11, La Bible, <*crits intertestaınentaires, a.g.e. ■
36I Enoch, XL, La Bible, &rits mtertestamentaires, a.g.e.
37 Şenlikler, X, Ln Bible, ecrits mtertestaınentaires, a.g.e.
İSRAİL
İyilik ile Mutlak Kötülük arasında bir anlaşma iyi
karşılanmaz; yine de bu olmuştur. Bu, Tanrı ile Şeytan’ın her zaman iyi
geçindikleri Eski Ahit’e kısmi bir geri dönüştür. Ancak, açıkça görülmektedir
ki, Şeytan üzerine düşünceler ve Tanrı politikası, 1Ö II. yüzyıldan itibaren
en azından değişkendir.
Gerçekten de, iki Ahit arası ünlü bir metin olan,
“Damas Belgesi” de denen “Damas Elyazması,” Tanrı’nın, İttifaka girmiş olanları
Şeytan’dan koruduğunu özellikle belirtiyordu: “Bunlar ilk Ziyaret sırasında
kurtarıldılar, ancak geri çekilenler kılıca teslim edildiler. îttifak’a dahil
edilip de buyruklarına uymayanların yazgısı, Belial aracılığıyla kökünü kazıma
amacıyla onları ziyaret ettiğinde böyle olacaktır.”38 Oysa Şeytan’ı
Nuh’un torunlarına karşı kışkırtmanın hiç nedeni yoktur. Bu yeni Şeytan bir kez
daha kaprisli kötücül biri halini almıştır.
İki Ahit arası metinlerin ve Kumran metinlerinin
eskatolojide Şeytan’ın rolüne ilişkin tutarsızlığı ortadadır; tüm yazarlar
artık onun Tanrı’nın düşmanı olduğu konusunda hemfikir olsalar da her yazar farklı
bir yorum getirmektedir. Örneğin göğün yedi katım tanımlayan bir başka Essen
metni, “üçüncü katta, Kıyamet gününde yolunu şaşırmış ruhların ve Beliar’dan
intikam almak için oluşturulmuş ordu birliklerinin bulunduğunu” belirtir.39
Kimi zaman Tanrı’nın niyetleriyle işbirliği yapan, kimi zaman da göksel
birliklerin öfkesine muhatap olan bu Beliar karşısında insan neredeyse
merhamet duyar.
Tekvine kadar uzanan yeni ayrıntı kadının Şeytanın
müttefiki olmasıdır. Çünkü Essenlilerin temeldeki kadın düşmanlığı fırsat buldukça
ortaya çıkar ve kadını.Şeytan’ın hizmetkârı olmakla suçlar:
"Kadınlar kötüdür, çocuklarım, erkek üzerinde
otoriteleri ve güçleri ol-
^“Damas Yazısı,” VII; 21-VIII; 1-2, La
Bible, öcrits intertestamenlaires, a.g.e.
39“Levi Vasiyeti,” III; 3, La Bible, fcrits intertestamentaires, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
madığından onu kendilerine çekmek için yapmacıklıklara
başvururlar... Kadın erkeği açık açık karşısına çıkarak yenemez, fahişe
tavırlarıyla onu aldatır,”
der Tanrı’nın Meleği, iki Ahit arası bir başka metin olan “Ruben’in
Vasiyetinde, “şehvetperestlik aklınızı çelmiyorsa, Beliar size boyun
eğdiremez.”40 Bu sık rastlanır bir temadır. Bir başka “Ahit/Vasiyet”te,
Simeon’unkinde de buna rastlanır: “Şehvetperestlikte.n uzak durun, çünkü
şehvetperestlik bütün kötülüklerin anasıdır, Tanrı’dan uzaklaştırır, Beliar’a
yaklaştırır.”41
Fakat Essenlilerin evliliğe düşman oldukları, dahası,
ancak fiziksel güzeliklerinden emin olduktan sonra adayların kabul edildiğini
biliyoruz.42 İki Ahit arası yazılmış bir başka metin olan “Adem ile
Havva’nın Yunan Yaşaminda, Havva’nın Cennet’e oğlu Şit eşliğinde geldiği
anlatılır (Tekvin’in bu yorumunda Havva’nın otuz oğlu olmuştur). Şİt, orada bir
hayvanın saldırısına uğrar. Havva hayvanı azarlar ve eziyet eder; hayvan şu
karşılığı verir: “Nasıl oldu ağzın açıldı da Tanrı’m n sana yemeği yasakladığı
ağacın meyvesinden yiyebildin? İşte bu yüzden bizim de [hayvanlar] doğamız
değişti.”43 Burada, Cennet’ten kovulma sonrası yaşamın tüm kötülüğü
ilk kadının hesabına yazılır. Daha iyisi yapılamazdı!
Demekki, iki dönemin birleşme noktasında Yahudiliğin
Büyük Krizi diye adlandırılan, Essen ideolojisinde tam olarak ifade edilen
krizden yola çıkarak Şeytan, Tanrı’nın yeminli ve ezeli düşmanı olarak
tanımlanmıştır. Sürgünden dönüşte her ikisi de aynı amaç için işbirliği
ederlerken, çağımıza yaklaştıkça birbirlerini sonsuza dek la-
40“Ruben Vasiyeti,” IV-V, La Bible, tcrits intertestaınentaires, a.g.e.
41“Simeon Vasiyeti,” V; 3,
La Bible, ecrits intertestaınentaires, a.g.e.
42Bu ilginç ve pek bilinmeyen nokta sadece John Allegro tarafından
belirtilmiştir: The Dead Sea Scrolls: A
Reappraisal, ve
benim tarafımdan Les Sources, dipnot 3 l’de yeniden ele alınmıştır.
“Adem ile Havva’nın Yunan Yaşamı," X-X1, La
Bible, icrits inter testamentaires, a.g.e.
İSRAİL
netlemeye koyulurlar. Bu evrim, Essen Yahudiliğinin
derinliklerinden dalga dalga yayılan -neredeyse bir kabarma denebilirmutlak
ikicilik teolojisi olan Gnostisizm akımını doğrudan yansıtmaktadır. Maddi olan
her şey kötüdür ve her türlü erdem tinseldir. Dünyanın Tanrı ile Şeytan
arasında paylaşılması tamamlanmıştır.
Bu ikicilik bir Yahudi yaratısı mıdır? Yahudiler
arasında ortaya çıkmış olsa da bir Yahudi keşfi değildir, çünkü ilk önce 1Ö VI.
yüzyılda Mazdacılık tarafından formüle edilmiştir: Zerdüşt sonrası kanlılarda
evren iki temel kutup etrafında örgütleniyordu. Tanrı-Ahura Mazda ve
Ahriman-Şeytan; her ikisi de birbirlerinden aynı oranda tiksinirler. Bu durumda,
Yahudiliğin, sapa yollar aracılığıyla Mazdacıhğın etkisine maruz kaldığı vars
ayılabil ir mi? Bu bir gerçektir ve olgular bunu kanıtlamaktadır: Tutsaklığın
yakıcı aşağılamasına rağmen Yahudiler, Keyhüsrev’den itibaren kanlılardan bir
“kutsal kişi” ya da “mesih”44 şeklinde lütufkâr bir anıyı
korumuşlardır. Pers ve Med toplulukları Babİl’i işgal ettiklerinde Yahudiler
orada tutsaktılar ve onları Babil’deki çoktanrıcı paganların hükümranlığından
kurtardılar. Tanrı Marduk’un altından heykelini döktüren, sonra Babil
rahiplerini katleden Darius daha iyisini yapmış oldu. Darius’un ardından gelen
Artakserkses Yahudilere daha da iyi davrandı; örneğin Kudüs tapmağı ve
duvarları onun döneminde, 1Ö 445’te yeniden inşa edildi ve Ezra yine onun
sayesinde hem Kudüs hem de Yahuda’nın şefi ilan edildi. Yahudilere göre Persler
kalıtımsal olarak iyilikseverdir.
Yahudilerin Perslere (ve müttefikleri Medlere)
gösterdiği itibarın politik nedenleri de yardır: Babil’i bağımlılığa
zorlayanlar Terslerdir. Keyhüsrev Yahudilerin Filistin’e dönmesine izin
verdiğinde içlerinden çoğunun ve “belki çoğunluğunun Babil’de kalmayı tercih
ettikleri”45 kimi zaman unutulmaktadır.
44 Roman Ghirshman, L’lran,
des oriğiıves d l'islam, Pay ot, 1951.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Demek ki Yahudilerin Mazdacılığı tanıyacak bol
zamanları oldu46 ve örneğin başlangıçtaki Mazdacılığm ne olduğu
üzerine aydınlatıcı bazı açıklamaları Babil Talmudu sayesinde
ediniyoruz. Yahudiliğin Mazdacılığa borçlan birden çok yazar tarafından kabul
edilmiştir: “Samilerin ölümden sonra yaşama olan eski inançları Persler tarafından
ölümsüzlüğe kadar vardırılmıştır; Yahudi doktrinlerine girmiştir ve bu
basamaklardan geçerek Zerdüştçülük Hıristiyan teolojisine kadar erişmiştir.”47
Başka dinler gibi Yahudilik de çok daha eski olan, ancak Mazdacıhk biçimi
altında Zerdüşt tarafından yenilenen Vedacılıktan kaynağını almıştır.
Dört yüzyıl sonra Yahudi-Pers bağları silinmemiştir. 1Ö
53 yılında Parthlar Romalılara yürekler acısı Carres yenilgisini yaşattıklarında
“Filistin Yahudileri, Şam Nabatinleri, çöl Arapları ve Palmyrahlar gibi
Romalılara düşman Batılı Samİler umut dolu gözlerini Pers’e doğru
çevirdiler...”48
Yahudilerin Persler karşısındaki bu sempatisi tamamen
doğrulanmıştır: İnançları Pers dini karşısında özel bir hoşgörüye yöneltiyordu
onları, çünkü Zerdüşt reformundan bu yana özellikle tektanrıcı olan dünyadaki
diğer tek din oydu. Bu nedenle onu özel bir dikkatle incelediler ve melek
denen bu göksel yaratıklar fikrini onlardan aldılar.49
4>Paul Johnson, A History of the Jews, a.g.e., s. 85.
^Clarisse Herrenschmidt,
“Mazdeizm." Le Grand Atlas des religions, Encyclopaedia Universalis, 1988. Yazar bu metnin incelenmesinin hâlâ
tamamlanmadığını belirtir.
4?Romain Ghirshman, L’Irnn, des origines â l’islmn,
a.g.e., s. 199.
48A.g.e., s. 244. Yaklaşık yirmi yüzyıl sonra, görünüşte
çok farklı bir bağlamda, İsrail devletinin İran karşısındaki tavn geleneğe
sadık kalmaktadır.
49 Bu varlıkların ilk tanımı
Avesta’da yapılmış olan, İyilik Ruhlan’nın (daha doğrusu “koruyucu” ruhların)
ya da Ahura Mazda’nın etrafında dönen -bkz. bölüm 6ve Enoş I, XX’de farklı
değişkeler ve adlar alan bir hiyerarşi içinde örgütlenmiş Aıneşnspeııd’in
tanımıdır. Doğu dinlerinin Yahudilik üzerindeki etkisi antropoloji tarafından
açıklandığı gibi, tutucu eğilimli bir haham olan,
İSRAİL
“İsrail düşüncesiyle aynı sıfatla, reforma uğramış olan
Mazdacılık ibadet ile bireysel ahlaki yaşam arasında sıkı bağlar oluşturma övüncüne
sahipti.”50
Ahura Mazda1 nın adının -“Hakikat-Adalet”tekrarı
gibi gözüken Essen mezhebinin liderinin adını oluşturan terimler -“Adalet Sahibi1’kaynaklarına
dönmeye çabalayan ve Helenleştirici, “işbirlikçi” din adamlarını dehşetle
reddeden bir Yahudiliğin son atılımı olan Essencilikte, Mazdacılığın Yahudiliğe
dönüşümünün işaretlerini görme girişimini güçlendirir.51. Yahudiler
Mezopotamya’dan Tekvin şemasını almışlardır, Tanrı-Şeytan ikiciliğini de oradan
ödünç almış olabilirler.
Bu hem meşru hem de tehlikeli bir girişimdir, çünkü
Mazdacılık ile Essen Yahudiliği arasında temel bir farklılık vardır; ve bu da
Yahudiliğin kıyamet gününe ilişkin düşünceleredir. Mazdacılara göre evren,
içkin bir tanrısallık -kozmik Zaman ya da Zurvaniçinde kapalıydı, bu
tanrısallık Tanrı-Ahura Mazda ile Şeytan-Ahriman karşıtlıklarını uzlaştırıyordu.
Oysa Zurvan ezeli ve hareketsizdi. Tersine, Essenlilere göre Zaman’m sonu
yakındı; 1Ö 31 yılında görüldüğü gibi. O yıl bir deprem Yahuda’yı sarstığında
otuzbin kişi ölmüş, Kumran’daki binalar zarar görmüş ve yangın çıkmıştı:
Essenliler çöle
kimi
yankılar yaratan The Savage m Judaism
(Indiana University Press, 1990) eserinin yazan, Stanford Üniversitesi
antropoloji profesörü Howard EilbergSchwartz’m çalışmalanyla da açıklanmıştır.
Eilberg-Schwartz’a göre, örneğin sünnetin kökeni Dogu’nun bereket törenlerine
kadar uzanır ve geneleksel olarak buna verilen simgesel anlam
“Tekviri’in.hatalı bir yorumundan kaynaklanır. Bu konu bu kitabın kapsamını
aştığından, Eilberg-Schvzart’m eserine başvurmaya yönelttiğim için okur beni
bağışlasın.
50Maurice
Meuleau ve Luce Pietri, “Dünya ve Tarihi,” c. 1, Le Monde
antique e t
les dtbuts du Moyen Age,
Robert Laffont-Bouquins, s. 140.
31kumran
yazılarında Mazdacı teolojinin bir yansısını görmenin nedenlerini parlak* bir
şekilde açıklayan Naissance du Diable (a.g.e.)
eserinde Bernard Teyssödre bu girişimi sürdürür
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
kaçtılar,52 Mahşer Gününün pek yakında
olduğuna inanıyorlardı. Essenliler dünyanın sonunu artan bir sıkıntı ve
inançla beklediler. Persler bunu asla düşünmediler.
Tanrı’nın düşmanı Şeytan’ın Mazdacılıktan ödünç
alındığı açıktır. Bu, yukarda verilen örneklerden anlaşılacağı gibi,
başlangıçtaki Yahudiliğe yabancı bir kavramdır. Ancak, Yahudi halkının kimliği
tehlikeye girdiği andan itibaren, önce askeri tahakkümlerle, ardından Roma
işgalinden kaynaklanan Helenizm gibi kültürel sızmalarla birlikte ortaya
çıkmıştır. Terk edilmişlik duygusunda yer ahr; Yahudiler ulus olarak
özerkliklerini yeniden kazanmaktan umutlarını kesmişlerdir ve Essenliler
kendilerini halklarının son namuslu kişileri ve Tora’nın ve Yahudi erdeminin
tek mirasçıları olarak kabul etmektedirler. Şeytanın bu ödünç alınması politik
nedenlerle meydana gelmiştir.
Bu dönemde düşmanı açıkça belirlemek ve damgalamak
gerekiyordu. O, Yahudilerin, seçilmiş halkın ve dolayısıyla Tanrı’nın düşmanıydı.
Essenliler Mazdacıların Şeytan’ma bunun üzerine başvurdular, ama çelişik bir
biçimde, onu Ahriman diye değil Mezopotamya’daki adıyla andılar: Ugaritik Bel
ya da Baal’dan türeyen Belial. Ve kolaylıkla anlaşılır: Kudüs’te büyük tapmağı
olan biridir bu; öyle büyük bir tapmak ki, Yehu, bu tanrıya inananları oraya
çağırdığında, “gelmeyen tek bir kişi kalmadı.”51 Sıkıntının ağırlığı
altında, Babillilerin eski Yaratıcısı, döllenme, bereket, yıldırım ve
savaşçılar tanrısı, böylece, Kumran keşişlerinin bedduasına uğrar.
“Lanet
olsun Belial’a
Düşmanlık planı için,
Utanılacak hizmeti için.
52 Yine de, Essenliler bir süre sonra Kumran’a dönmüşlerdir. Bkz. R.
de Vaux, Archaelogy and the Dead Sea
Scrolls,
a.g.e.
33KralIar II, X; 21, The
New English Bible,
a.g.e.
İSRAİL
Namussuz planlan için etrafındaki bütün ruhlara lanet
olsun,
Lekeli, alçakça hizmetleri için,
Çünkü onlar karanlığın hizmetindeler^
işte Şeytan’ın kökeni ve Pers! Keyhüsrev tarafından
Babillilerden kurtarılan Yahudiler yine de nefret ettikleri düşmanlarının
dinsel etkisinden kurtulamadılar. Zemin hazır olmasaydı Zerdüşt İran’ının Şeytan’ı
Ölü Deniz’e bu kadar kolay yerleşemezdi. Bu zemin genel olarak Mezopotamyalılar
ve özel olarak Babilliler tarafından hazırlanmıştı. Yahudiler
Mezopotamyalılardan yalnızca Tekvin ve On Emir’in şemasını ödünç
almamışlardır; pişmanlığın ayrılmaz parçası olan Günah kavramı ve
-Mezopotamyalılarda ciddi bir şekilde var olanKadm’m Şeytan’la
özdeşleştirilmesi de bu etkilenmenin sonuçlarıdır.
Hiçbir insan kendi alçaklığına asla inanmamıştır, bunu
açıklamak için de başkalarını suçlar. Babil’de tutsak olan Yahudiler, aşağılık
düzeyine indirilen kralın tebalarıyla aynı koşuldaydılar. Farklı inançlarda
da olsalar acı içindeki toplulukta kardeşlik bağları doğar. Mezopotamya’daki
tebaların alçaklıkları Yaratılış’a kadar uzanıyordu. Yahudiler sürgün gibi bir
dış nedene başvuruyorlardı, ama bu utancın asıl nedeni her ikisi için de
Günah’tı. Yahudiler özgürlüklerini kaybetmişlerse, bunun nedeni,
peygamberlerin ileri sürdükleri gibi Kadir-i Mutlak Tanrı’yı hayal kırıklığına
uğrattıkları ve Ittifak’ı tek taraflı olarak bozdukları içindir. Onlar
kurbandı. Şeytan’ın kurbanı değillerse, kimin kurbanı olabilirlerdi? Iranhlar
tarafından Bahirden kurtarıldıklarından İran tanrılarının kendi tanrılarıyla
akraba ya da kendi tek tanrılarına uygun olduğunu düşündüler, çünkü Elohim
dilbilimsel bir saçmalıktır: Eloha’nm55 çoğuludur, oysa ki Yahudiler
tek bir Tanrı’nm
^"Savaş Yazılan,” 1Q M, XIII; 3-5. .
35Gün gibi ortada olduğu için herkesin gözünden kaçan bu dilbilimsel
gerçek, Edgar Allan Poe’nun “Çalman Mektup”ta hayranlık verici bir biçimde
açıkladığı bu paradoks, Andre Cherpillod’un bir metninden alınmıştır: Les
Diettx
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
varlığını vaaz ediyorlardı.
Demek ki İran etkisi dostluğa bağlıydı. Bu insanlar tek
Tanrı’nın, kendi Ahura Mazda’larımn oğluna, Mitra’ya -“sözleşme”Yahudi
umutlarına çok yakın bir adı vermişler; Ittifak’ı Yahudilerden önce değilse
bile, onlarla aynı zamanda tasarlamışlardır. “Sözleşme” denen bu tanrı gelecek
yüzyıllarda barış vaat etmiştir. O, bir tür Mesih’tir, yeni Ittilak’ın
habercisidir. Yahudiler İranlIlardan bütün kötülüklerin ortak paydası
Kötülük’ü, Ahriman’ı nasıl almamış olabilirlerdi ki?
Mezopotamya etkisi ise nefretten kaynaklanıyordu. Bu
nefret kadına atfedilen simgesel rollere kadar uzanır. Kadın, Mezopotamya mitolojisinde
büyüleyici Iştar adıyla donatılmış olsa da, tanrıça olarak bile bir cadalozdan
başka bir şey değildir; en korkunç silah olan beyinle gücü artmış bir
vajinadır ve başta Gılgamış olmak üzere saf, soylu ve güzel erkekleri sürekli
hırpalamaktadır. Eski Ahit’te ve özellikle Tutsaklık’tan sonra, paralel olarak,
kadının gözden düştüğü ve iki Ahit arası yazılarda neredeyse tamamen yok olduğu
görülür; bu metinlerde kadın neredeyse doğanın hatası düzeyine indirilmiştir.50
Mitracıhk, erkekler arasındaki kardeşliği ve sadakati övüp kadınları dışladığından
Mezopotamya’daki kadın düşmanlığı kolaylıkla kabul görmüştür. Geriye Tekvini
yazmak ve bütün Günah’ı Havva’nın hesabına kaydetmek kalır.
d’lsraid, F-72570, Courgenard. Yazar burada, Sami dillerini
bilen herkesin gördüğü gerçekliği kanıtlar. Elohim biçimi bir çoğuldur ve
Tekvinin (I; 3) ayeti, "Woyyomer elohim ydu or waltyehi-or" şöyle okunmalıdır: “Taunlar ışık olsun dediler ve ışık
oldu.” B. Lang’ın YahvĞ seul-Origine et
figüre du monoth&sme
biblique, Concilium, 197, 35-64, Yahudi tektanncılığının Çıkıştan önce
olduğunu düşündürtecek nedenler ileri sürer.
56Judilh’in ünlü kişiliği için, yine de bir istisna
yapılmalıdır. O, Nabukodonosor döneminde yer alan yurtsever bir eser olan Judith Kitabı’nın “Eski-Eski” Ahit (Ahitler arası değil;
dolayısıyla, Essen etkisine yabancı) yorumunda yer almaz. Judith
Kitabı, Eski Ahit’in birçok kitabında
görülen Yahudi kadın kahramanlığının son yüceltilmesi olabilir.
İSRAİL
Günah, pişmanlık, kadın düşmanlığı, Şeytan; Yahudilik
Doğu’dan çok şey almıştır. Essenlilerin öncelleri, sonra da İsa’nın müritleri
Yahudiliği orada bulacaklardır. Şeytan’a uzun yaşamı konusunda güvence
verilmiştir. Tabii ikibin yıl İnsanlık tarihinde uzun bir süre olarak
görülürse...
YADA
İsa’nın çölde baştan çıkarılması hikâyesindeki
çelişkilere dair Eski Ahit’te olmayan “cinlenme” durumlarının Yeni Ahit’teki
şaşırtıcı artışına dair Farklı ve çelişkili Şeytan yorumlarına dair, kökenine
ve Kilise Babaları’nca getirilen nihai amaçlarına dair İlk Hıristiyanlıkta bir
meleğin, Şeytan’m ortaya çıkışından önce Kötülüğe yenik düşme biçimlerine
ilişkin hiçbir açıklama olmamasına dair Şeytan konusundaki çeşitli teorilere,
sapkınlara ve ilk Hıristiyanların tartışmalarına dair ve kilisenin ilk dört
yüzyılında bunlara çare bulmaya çalışan konsillere ve güç ilişkilerine dair.
“O zaman İsa, İblis tarafından denenmek üzere, Ruh
tarafından çöle sevkedildi,” der Matça (4; 1-10). “Ve kırk gün kırk gece
oruç tuttuktan sonra acıktı. Ve Ayartıcı gelip ona dedi: Eğersen
Allahın Oğlu isen, söyle, bu taşlar ekmek olsun. İsa da cevap verip dedi:
‘İnsan yalnız ekmekle yaşamaz, fakat Allahın ağzından çıkan her bir sözle
yaşar,’ diye yazılmıştır. O zaman İblis onu mukaddes şehre götürdü, ve mabedin
kulesi üzerine koyup kendisine dedi: Eğer sen Allahın Oğlu isen, kendini
aşağı at; çünkü yazılmıştır: ‘Meleklerine senin için emredecek;’ ve,
‘Ayağını bir taşa çarpmıyasın diye, Elleri üzerinde seni taşıyacaklar.’
İsa ona dedi: ‘Sen Allahın Rabbi denemiyeceksin,’ diye
de yazılmıştır, iblis Isayı çok yüksek bir dağa da götürdü ve ona dünyanın bütün ülkelerim ve onların
izzetini gösterdi; ve İblis ona dedi: Eğer yere kapanıp bana tapınırsan, bütün
bu şeyleri sana veririm. O zaman Isa ona dedi: Çekil, Şeytan,
çünkü: 'Rab Allahına tapınacak, ve yalnız ona kulluk edeceksin,’ diye
yazılmıştır.”
Nihayet tüm
özellikleriyle ortada olan Şeytan’la, bizim şeytanımızla bu ünlü karşılaşma
insanı birden kuşkuda bırakır. Karşılaşma, İsa’nın vaftizi olan tamamen çelişik
bir törenin ardından gerçekleşir. Oysa Yahudiler, tamamen Essenlilere özgü bir
kural olan vaftizi uygulamıyorlardı. Bu, İsa’yı daha başlangıçta bir Essenli
olarak sunmak demektir, oysa ki Essenlilerin adı, bilindiği gibi, Yeni Ahit’te
hiç geçmez. Ayrıca Essen vaftizi ilk günahın kefaretine yönelikti ve en azından
modern teolojiye göre ilk günahtan muaf olarak kendi kendine gebe kalmış bir
kadından Kutsal Ruh’un doğurttuğu İsa’ya uygulandıj ğında en iyi yorumla
gereksiz, daha kötüsü hakarettir. |
Özetleyici İncillerde yer almayan, İsa’nın çölde
bulunuş nedeni bii
422.
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
linmemektedir. Çünkü Matta’ya göre, Kışkırtı orucun
ardından-gelmiştir; oysa ki, Markos’a ve Luka’ya göre, oruç sırasında
gelmiştir. Yuhanna bundan hiç söz etmemektedir. Kısacası Yuhanna’da yer almayan
bu üç bölümlü kışkırtıdan sadece Markos ve Luka söz etmektedir.
Bu hikâyede daha baştan üç sorun vardır. Birincisi,
İsa’nın Ruh tarafından, elbette Kutsal Ruh tarafından sınanmasıdır. Gerçekten
de bu Ruh, Markos’un kısa anlatısında (1; 1-12) İsa’nın vaftizi sırasında bir
güvercin biçimini alır ve daha sonra İsa’yı çöle gönderir. Karşılaşma,
özellikle Eyüp’ün sınanmasını anımsatır; görülen o ki Tanrı, Kutsal Ruh
aracılığıyla, kendi Oğlu için bir sınama hazırlamıştır. Tanrısallığı bu
sınamaya maruz bırakmanın yasak olduğunu İsa’nın kendisi hatırlatır. Sanki
Tanrı kendi Oğlunun tanrısallığından emin değilmiş ya da bu tanrısallığın onu
kışkırtmadan koruyacağından kuşkudaymış gibi gerçekleşir her şey.
İkinci sorun Şeytan’m cahilliğidir. Şeytan’m söyledikleri
onun İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu bildiğini gösterir. Ama Şeytan, İsa’nın da
kendisini tanıdığını bildiği halde, budalaca davranarak onu ayartmaya çalışır.
Düşman karşımıza, sözcüğün tam anlamıyla bir gerizekalı olarak çıkar.
Üçüncü sorun, Müritleri İsa’nın tanrısallığına
gösterdiği mucizeler sayesinde inanmışlardır. Şeytan da buna inanmıştır, ama
Isa kendisini ayartıcıdan ciddi olarak kurtaracak bir mucize göstermeyi reddeder.
İsa daha sonra başka vesileler dolayısıyla aynı Şeytan’a karşı mucizevi
güçlerine başvurmakta tereddüt etmeyeceğinden bu reddetme anlaşılmazdır.
Bundan çıkan sonuç, çöldeki bu üç bölümlü anlatının
acemice ve anlaşılmaz olduğudur; ve Şeytan’m kişiliğini Tanrı’nın düşmanı olarak
yeni kimliği altında sunmaktan ibarettir.
Modern teologlar bu anlatıların özgünlüğünü
reddetmektedir: Bultmann, “Isa ile Şeytan arasındaki diyalog haham
tartışmalarını
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
yansıtır," değerlendirmesini yapmaktadır. “Her
seferinde Kutsal Kitaplar’dan bir alıntıyla cevap verilen üç bölümlü bu tür bir
tartışma," birçok haham metninde görülür. Örneğin bunlardan birinde bir haham
iblislerin prensiyle tartışmaktadır; bir diğerinde, “İbrahim’in efsanevi
Yahudisinden,” diye devam eder Bultmann, “Nimrod’u alevlerden kurtarma
karşılığında Şeytan kendisine tapınılmasını ister.” Bu anlatı başka ne
kanıtlamak istemektedir? “Dünyevi İsa’nın, insan olmasına rağmen Mesih
olduğunu' mu? Ancak kışkırtıların özellikle Mesihvari olmaması bu fikrin
aleyhindedir.”1 Sonuç olarak, Şeytan’la bu çatışma hikâyesinin,
“Marduk’un Ejderha’yla mücadelesinin benzeri bir mit" olup olmadığını
bilmek olanaksızdır, sonucunu çıkarır Bultmann. Yani bir kez daha, Mezopotamya
mitolojisinden yapılan bir alıntıyla karşı karşıyayız.
Demek ki, bu hikâye, yabancı bir mitten esinlenmiş
gecikmiş bir tema üzerinde yapılmış bir uydurmacadır. Esin ürünü edebi bir yaratı
bile değildir. Ancak arka planda Essen etkisinin izini taşır.
Essenliler hakkmdaki bilgimizin özünü bize veren
metinler olan ve zaten pek az sayıdaki Ölü Deniz Elyazmalan’nın yayımlanmaya
başladığı XX. yüzyılın son otuz yılına kadar, Hıristiyanlığın İsa’yla birlikte
doğduğuna inanılıyordu. Sonra, gizli bir Essen olan Vaftizci Yahya’nın rolünün
doğruladığı İsa’nın öğretisi ile Essenlilerin öğretisi arasındaki açık bağlar
bu inancı adım adım değiştirdi. Vaftiz töreni gerçekliğin mührüydü.
Belirtmek gerekir ki İsa, Ölü Deniz üzerindeki büyük
Essen merkezi Kumran’da çilecilerinin öğretisini izlemiştir, daha sonra bundan
az çok kopmuştur. Oysa Essenliler, önceki bölümde görüldüğü gibi, geç Yahudilik
üzerinde Mezopotamya mitlerinin etkisini maddileştirmişlerdir. Ayrıca
Mezopotamya’da bir mezhepleri vardı: Elkasaitler;
1 Rudolf Bultmann, L'Histoire de la tradition synoptique, Le Seuil, 1973.
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
Aziz Vaftizci Yahya’nın Hıristiyanları da bunlardan
türemiştir (bunları daha sonra ele alacağız). Dolayısıyla Hıristiyanlığa
aktarılacak olan “Eski-Eski” Ahit Yahudiliğinki değil, Essenlilerin
Şeytan’ıdır. İnciller -ve sadece dört kitap değil, istisnasız tümüEssenlilerin
temel düşüncelerinden birini alacaktır. Bu düşünceye göre sonuçta Şeytan’la
mücadele ederek Tanrı’nm krallığının yükselişi, yani Zamanın Sonu ya da Kıyamet
hızlandırılacaktır.
Aslında İsa’nın tüm vekillik görevi boyunca yaptığı tek
şey, adı ne olursa olsun, Şeytan, Baalzebub, Azaziel’in planlarını bozmaktır.
İnsanları -sürekli olarak Şeytan’ın hizmetkârı "cin”lerden2
kurtarır ve müritlerine öğreteceği uygulama da budur: “O günde birçokları bana:
Ya Rab, ya Rab, biz senin isminle peygamberlik etmedik mi? ve senin isminle
cinleri çıkarmadık mı?... diyecekler.”3 Bu cin çıkarma hikâyeleri
İncilleri öylesine süslemektedir ki, sonunda, Filistin’de cin çarpmış bu kadar
çok kişi olup olmadığını insan kendine sormak zorunda kalır. “Ve akşamleyin,
cine tutulmuş birçok adamı kendisine getirdiler. Ve o, bir sözle ruhları
çıkardı ve hastaların hepsini iyi etti...”4
Eski Ahit’te bilinmeyen yeni bir gösteri biçimi ortaya
çıkar: Şiddetli cin çarpmalar. Örneğin Kefernahum Cinlisindeki cin5
İsa’yı gördüğünde haykırmaya başlar ve İsa’nın buyruğu üzerine cinliyi terk etmeden
önce onu yere fırlatır. Filipili adamın oğlunun durumu da böyledir, o da
çocukluğundan beri iffetsiz bir ruh tarafından rahatsız ediliyordu, ağzından
salyalar akıyor ve yerlerde yuvarlanıyordu6
2 Matta’nın, Luka’nın ve Markosün birbirleriyle
yanşırcasına aktardıktan bu cin çıkarmalardan Yuhanna’nın niçin hiç söz
etmediği sürekli sorulacaktır.
3 Matta, 7; 22.
4 Matta, 8; 16. Luka, 4; 40-41.
5 Luka, 4; 31-37.
6 Markos, 9; 14-27.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Markos Incilİ’nde hikâye süslenmiştir: Kefe mahuru
cinlisi sık sık mezarlıklara gider ve onu kimse zaptedememektedir. Zavallı
adam kendi kendini taşlarla yaralar.7 İsa’yı gördüğünde ona doğru
yönelir ve uluyarak ayaklarına kapanır: “Bizden sana ne, ey Nasıralı İsa?” Bu
sözler, Markos’un. anlayışına göre, Şeytan’ın rahatsızlığını ifade ediyor gibidir,
ama bu sözleri Şeytan’ın kişiliğiyle bağdaşmamaktadır. Bu, yüzde doksanı kadın
olan onbinlerce insanın büyücülük suçlamasıyla yakıldığı yüzlerce yıldan
sonra, X,IX. yüzyıl sonunda Clerambault ve Charcot tarafından kabul edilecek
klinik histerinin başlangıcıdır.
Dahası, ilk kez, Şeytan hastalıkla özdeşleştirilmiştir;
İnciller Şeytan’ı “ahlaksız ruh” olarak kabul ederler ve “o şehirlerden
birindeki” cüzzamlı adam İsa’nın kendisini iyileştirmesini ister. “Ya Rab, eğer
istersen beni temizleyebilirsin,”8 der. İman yoluyla iyileştirilen
kör Bartimeus’un hikâyesi de aynıdır.9 Aynı şema felç ve eklem
hastalıkları gibi birçok hastalıkta da tekrarlanır. “Oğul, günahların bağışlandı,”
der İsa felçli hastaya ve adam ayağa kalkar ve yürür. Omurilik sorunlarından
dolayı kambur yürüyen Galile’deki romatizmalı adamın durumu da böyledir:
“Onsekiz yıldan beri kendisinde hastalık ruhu olan bir kadın,” der Luka.11
Hastalık, buna neden olan cinin görüntüsüdür; dilsiz bir cinin ele geçirdiği
dilsiz insanın hikâyesi gi-
7 Markos, 5; 1-13.
XIII. yüzyıldan itibaren, taşkın hareketler yapan deliler “cinli" kabul
edilecek ve iğrenç koşullarda kapatılacaklardır.
8 Luka, 5; 12-13.
Bir suçluluk duygusunun özelliği olan bu davranış cezalandırılmayı, Yargı’yı
ve Kıyamet’i bekleyen tüm bir halkın kolektif nevrozunun, İsa’nın döneminde
halkında hangi noktaya vardığını göstermektedir.
9 Markos, 10;
46-52.
t0Luka, 5; 21. Markos, 2; 4-5.
11 Luka, 13; 10-13. Yuhanna, Isanın gerçekleştirdiği
mucizevi tedavileri anlatırken, özetleyici İncillerin sanki “imzası” olan cin
çıkarmaları bu tedavilere asla atfetmemektedir. Yuhanna, çöldeki
kışkırtmalardan da söz etmemektedir. iblisin adı sadece bir kez geçmektedir, o
da, İsa’nın geleceği bilerek havarilerinden birini adını vermeden suçladığı
sahnedir: “İçinizden biri iblistir.”
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
bi.12 Bu da bir başlangıçtır, XX. yüzyılın
başlangıcına kadar sürecek olan hastalık ile iğrençliğin özdeşleştirilmesidir.
Bu yine, her hastalığa özel bir iblisin neden olduğu Mezopotamya
batılinançlarına bir geri dönüştür.
Matta tarafından İsa’ya atfedilen sözlerde de
Mezopotamya inançlarına bu geri dönüş görülür: “Fakat murdar ruh insandan
çıktığı zaman, rahat arayarak kurak yerlerden geçer, ama aradığı rahatı
bulamaz. O zaman: Çıkmış olduğum evime döneyim, der; ve gelince, onu boş,
süpürülmüş ve süslenmiş bulur. O zaman gider, kendisinden daha kötü başka yedi
ruhu yanma alır ve oraya girip otururlar, ve o adamın son hali ilkinden daha
kötü olur.”13
Üçüncü yenilik olarak Şeytan’ın davranışları giderek
anlamsızlaşmıştır. Böylece küçük bir kız çocuğunu, Suriyeli Fenikeli kızı ele
geçireceği gibi,H Filipili adamın oğlunu ya da mezarlıklar delisini
de görünür bir nedeni olmadan ele geçirecektir. Eski Ahit’te Şeytan’ın
davranışlarının nedeni vardır,, ancak Yeni Ahit’te Şeytan, Okyanusya ve
Avusturalya’daki cinler gibi davranır: Her şeyi yapar; Filistin’de I.
yüzyıldaki cehennemvari sıkıntının yarattığı mantıksal gerilemenin açık
işareti: Herkes, kudurmuş bir köpek kadar denetimsiz bir Şeytan’ın tehdidi
altında olduğuna inanır.
Dördüncü yenilik, yine Eski Ahit’te bulunmayan düşsel
şeytansılıktır. İsa, mezarlıklar delisinden bir dizi cin çıkardı. Bunlar, küçük
tepeden geçen büyük bir domuz sürüsüne girmek istediklerini İsa’ya söylerler.
Benzersiz bir ifade bu, çünkü Yahudiler domuz yetiştirmez; demek ki simgesel
bir ibaredir. “Bizi domuzlara gönder, içlerine gi-
nLuka, 11: 14.
13Malta, 12; 43-45. İsa’nın diğer sözlerinden biçim ve içerik olarak
farkına dikkat çeken Bultmann bu pasajı, “Hıristiyan özelliklerden tamamen yoksun”
bulur ve bir Yahudi geleneğine ait olduğunu düşünür.
14Markos, 7; 24-30.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
relim,” diye ısrar ederler. Daha olağanüstü olanı
İsa’nın cinlerin 'domuzların içine girmesine izin vermiş olmasıdır. Bunun
üzerine, kuşkusuz sayıklamalar içindeki zavallı hayvanlar tepenin yamacından
inerler ve bir gölde boğulmaya giderler. Bu da saçma bir hikâyedir, çünkü bilge
ve iyi İsa’nın, üstelik, gelecek yüzyıllardaki müritlerinin 'zevkle yiyecekleri
Tanrı yaratığı hayvanlara böyle bir bela vermesinin hiçbir nedeni yoktur. Bu
da tamamen Yahudilere özgü bir hikâyedir,15 çünkü o dönemde domuz
etini sadece Yahudiler pis kabul ediyorlardı.
Kuşkusuz İsa’nın gerçek sözlerinin hangisi olduğu asla
bilinmez; çünkü açıktır ki, ilk İsa cemaati bunları kendi istediği anlamda,
yazıcılar aracılığıyla aktarmıştır. Yine de, İsa’nın ele geçirilmesinden kısa
süre önce, zeytin ağaçları bahçesinde, “murdar ruhlar”a ve diğer Mezopotamya
kalıntılarına referansları terk edip, söylemlerinde ilk kez Eski Ahit’teki
Şeytan kavramına geri dönmesi şaşırtıcıdır.
“Simim, Simim, işte, buğday gibi kalburlamak için
Şeytan [Satan] sizi is-
13Luka, 8; 26-33. Markos, 5; 1-13. Kilisenin kabul
etmediği İncillerin düşmanlığına kısmen neden olmuş olan, ancak kilise
yasalanna uygun İncillerde “tanrı kelâmı" olarak kabul edilen fabl
tarzıdır. Bultmann, Markos’un anlatısı hakkında, “cinlerin domuzların içine
girmesi popüler bir temaya denk düşer.” diye belirtir. “Kötülük, genellikle
yer bulduklan varlıklara gönderilmiştir. Domuzlar, cinli hayvanlar olarak kabul
edilir. Fransızcada damla hastalığına verilen emir buradan kaynaklanır:
“Domuzlara git, acıtanından kurtar beni!” Bultmann, Luka’nın anlatısı hakkında
şöyle yazar: “Burada, gülünç bir hikâyenin İsa’ya atfedildiğinden kuşku
yoktur.” (UHistoire de la tradition synoptique, a.g.e.) Buhmann’ın andığı yorumculardan biri otan
Bauerfeind, bu kıssadan hissenin anlatıcısı için iblisin Mesih’in düşmanı
rolünü oynadığını ve bu anlamda bu hikâyenin İsa’nın mesihliğini varsaydığım
ortaya çıkarır. Bir başka yorumcu otan Haenchen, İsa’nın onun üzerinde etkide
bulunmak için İblis’in adını anmasını “anlamsız” kabul eder. Yine de, bu safdil
kıssadan hisse, sorgulamadan ve bol keseden yazan olumlu bîr yorumcuya esin kaynağı
olmuştur. Albert Schweitzer şöyle yazmıştır: “İsa’nın bilincinde, Cinlilerin
iyileştirilmesi Tanrı Kralhğı’mn esrarına dahildir.” (Le Secret
historique de la vie de Jtsus,
Albin Michel, 1961.)
428
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
Bu, “birinci Eski Ahit” diye adlandırılan kitaptaki ve
özellikle Eyüp Kitabı’ndaki Şeytan’a doğrudan bir göndermedir.17
Şeytan’a [Satan] yapılan gönderme, onun görev değiştirmiş olmasını içerir; ve
tabii, bu görev değişikliğinin nedeni Tanrı’dır. Şeytan artık, ordan oraya
dolaşan köpekler gibi, murdar ve değişken ruhlar sürüsünün başı değildir; ■ bir
kez daha, İlahi Bilge Tanrının insanları sınamakta kullandığı bir yamak,
tanrısal iradenin sadık bir uygulayıcısıdır. Bu, Essenlileri biçimsel olarak
yalanlayan bir Şeytan görüntüsüdür, ama yine de kilise yasalarına uygunİncillerde
görülen tek örnektir. Bundan çıkarılması gereken sonuç, İsa’nın, Tanrı’nın ve
insanlığın düşmanı Şeytan kavramından vazgeçmiş olduğu mudur? Yoksa, Eski
Ahit’teki Şeytan ile Essenlilerin Şeytan’ı arasındaki farkları bilen, okumuş
yazmış, zeki bir Yunanlı olan Luka, İsa’nın ağzından, onu Essenlilerin etkisinden
uzaklaştıracak sözler mi çıkarmıştır? Ben kendi adıma ikinci varsayımdan
yanayım.
Isa’nın muammalı gidişinin ardından18
Şeytan, bir anlamda, bir vahdet devrine girer. Resullerin Işİeri’ndeki
Hananya’nm mülkünün satılmasına ilişkin hayal ürünü bölümde, Petrus, Şeytan’ı
Tanrı’yla hiçbir bağı olmayan, bir Kötülük Ruhu olarak anar. Gerçekten de, satıştan
elde ettiği paranın bir bölümünü saklamış olan Hananya’yı Petrus şöyle paylar:
“Ey Hananya, niçin Şeytan senin yüreğini doldurdu
i6Luka, 22; 31. Şeytan’a yapılan bu gönderme, kilisenin
kabul etmediği metinlerdeki tek ibaredir. Yuhanna, tamamen Gnostik bir kavram
olan “bu dünyanın Prensi”ne bir kez göndermede bulunur: “Artık sizinle çok
şeyler konuşmayacağım; çünkü bu dünyanın reisi geliyor.” (14; 30.)
t7Bkz. Bölüm 14.
18Matta’ya göre Galile’de, Luka’ya göre'Beytanya’daki
karşılaşmadan ve Yuhanna’ya göre Taberiye’deki yemekten sonra (Markos’tâki Uruç
bölümü gecikmiş olduğu açıkça belli bir ektir) İsa, yeryüzündedir ama gerçekten
de Incil'hikâyelerinden kaybolur, nereye gittiği bilinmez.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
da Ruhülkudüse yalan söyleyip tarlanın değerinden bir
kısmını kendine ayırdın?”'9 Bunun üzerine Hananya öldü. Oysa
Petrus’un suçlaması tamamen temelsizdir, çünkü Hananya kimseye yalan
söylememişti, Ruhülkudüs cemaatin mallarının ortaklaşmasına asla müdahale etmemişti
ve Şeytan’ın bu işle hiçbir ilişkisi yoktu.
Ancak, İsa’nın adına Cinlileri kurtarmayı deneyen
Yahudilerin cin çıkarma bölümlerinde, İncillerdeki "murdar ruhlaf’ın
yeniden ortaya çıktığı görülür. Başkâhin Skeva’nm yedi oğlunun -tarihte
bunlardan söz edilmez20hepsi de cin çıkarıcıydı, cin çarpmış birinde
bulunan bu ruhlardan birini çıkarmak zorundaydılar,21 Şaşırtıcı
biçimde haberli olan ruh, cevap verir: “Isayt tanırım, Pavlus’u da bilirim; ya
siz kimlersiniz?”
Burada, "yenilik”lerden haberdar olan ve Pavlus’un
varlığım bilen ve tıpkı bakterilerin vasat bir doktorla iyi bir doktoru ayırt
edebilmesi gibi, gerçek cin çıkarmaları sahtelerinden esrarengiz biçimde ayırt
edebilen bu kurnaz kötü ruhlarla, cinbilimin kısmen parodik bir bölümü,
İskenderiye batılinanCı bölümü başlamaktadır. Yedi cin çıkarıcı bölümü tüm
cinbilimi gülünç kılmaya yeter. Kuşkusuz, Doğu dinleri kanlılardan ödünç alman
Ahriman’m büyük çöküşünü ve Safa illilerden ödünç alman korkunç cinleri ele
alırlar. Ancak, Pavlus’u bir sahtekâr ve sapkın olarak kabul eden Kudüs papalık
konseyi ile Isa öğretisinin evrensel ve Romalı bir bakış açısı arasında
bölünmüş
19Resullerin
İşleri, 5; 3-12. Resullerin İşleri’nin yazarı Luka’nın anlatısında, kendi
parasının "zimmete geçirilmesi”nde Hananya’nın suçortağı olan kansı da üç
saat sonra Petrus tarafından azarlanır ve o da ölür.
2037
yılından, başkâhinlerin artık olmadığı 70 yılma kadar bu rahiplerin listesinde
ne bu ad ne de buna yakın bir ad vardır (bkz. Joachim Jeremias, Jtrusalcnı
au tenıps de Jcsus, Cerf, 1967).
İnanılmayacak bir şey olduğu açıkça ortada olan bu başkâhin Skeva ve cin
çıkarıcı yedi oğlu, Luka’nın başka bir uydurmacasıdır kesinlikle.
21Resullerin İşleri, 19; 13-17.
ilk
kilisede şeytan
olan Luka’dan da Pavlus’tan da daha fazlası
beklenemezdi. Bunların görevleri Şeytan’a yeni bir rol atfetmek değildir. Luka
bir derleyicidir ve Pavlus’un asla parlak bir teolojik keşfi olmamıştır. Yeni
bir kozmogoninin tehlikeli macerasına atılmadan, Eski Ahit’i uyarlamak ve İsa
öğretisine ilişkin bildiği pek az şeyi Doğu Akdeniz’in Helenleştirilmiş
halklarına, uyarlamak da onu yeterince meşgul etmiştir. Saul, Şeytan’ın adını
pek az anacaktır; “ahlaksız”22 cinsel suçlar işleyen adamı ona
havale ettiğinde ya da özel bir bayağılık krizinde bağışlamak konusunda şöyle
demiştir: “Ta ki Şeytan tarafından mağdur edilmeyelim.”23 Saul’un
Şeytan’ının, insanları sınamakla görevli Tanrı’nm işbirlikçisi mi, yoksa
Tanrı’nm yeminli düşmanı mı olduğunu asla bilemeyiz.
Kilise Babaları’na kadar elbette bu bilinemedi. Yani,
başta, Hıristiyanlığı öğreten ilk müritler olmak üzere, piskoposlara ve IV.
yüzyıldan itibaren İznik Konsili’nde bir araya gelen piskoposlara kadar...24
Kilise Babaları sorunu ele almak zorundaydılar, çünkü
tek bir Kötülük olduğundan, bunun soy kütüğü nü bulmak gerekir. Şeytanın karanlık
güçlerin başı, “yaratıcısının elinden katışıksız çıkmış bir yaratık, göksel
hiyerarşinin en yüksek mertebelerinden birini işgal eden bir melek” olduğunu
ileri sürmekle işe başladılar.2'’ Tamamen Doğulu ve hatta İran’a
ait bir fikir olan bu düşünce Eyüp Kitabında sözü geçen “Göksel Konsey”e yansır
ve bu Şeytan diğer üyeler arasında görünüşte telaş yaratmadan yer alır. Bu
melek, Kilise Babaları’na göre, Tanrı’lara karşı isyan edecek ve daha aşağı
düzeydeki melekleri isyana teşvik edecektir.
22Korintpslulara Birinci Mektup, 5; 5.
23KonntosIulara İkinci Mektup, 2; 11.
24Dictionnaire
encycloptdique du christianisme ancien, Cerf, 1990.
i5François Bonifas, Htstoire des
dogmes de l’Eglise chrttienne, Fischbacher, 1886.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Demek ki burada, olumsuz bir melekler hiyerarşisi
vardır. Çünkü, Kilise Babaları, açıkça, Pavlus’un hiyerarşisine gönderme
yapmaktadırlar. Bu hiyerarşi, yukardan aşağıya doğru üç mertebeyi içerir:
Başmelekler, üç kanatlı yüksek, sınıftan melekler ve kerubiler. Bu hiyerarşiyi
yöneten en yüksek bir melek vardır; Clemens bunu sadece Melek, ayyeZoğ diye
adlandırır. Tüm bunlar, görünmez Tanrı ile maddi varlık arasındaki aracıları
çoğaltmanın yollarıdır.
O zamandan beri çözülmemiş olan ilk sorun şudur: Kötü
meleklerin düşmesinin nedeni nedir? Kötülük mü? Ama bu durumda Kötülük
Şeytandan önce var olmuştur ve bu durumda sorumlu Şeytan olamaz. Korkunç
ikilem, çünkü Şeytan Kötülüğün yaratıcısı değilse, kim yaratmıştır? Kilise
Babalarından biri olan Tatien, kuşkusuz tuzağın farkına vararak yandaşlarının
düşüncesinden ayrılır ve Şeytan’ın gökten düşüşünü insanın düşüşünden sonraya
yerleştirir. Böylece, sorunu çözmeden yerini değiştirmiş olur, “çünkü,
Şeytan’ın kendisi ahlaki olarak düşmüş değilse insanı nasıl düşürebilir?”26
Bu durumda, nüanslara saplanıp kalan, vicdani durumları inceleyen bir
teolojiye jkazuistik] varılır. Gerçekten de, İrenaeus, Şeytan'ın düşüşünü
insanın yaratılışı ile düşüşü arasındaki bir yere yerleştirir.27
Bu da sorunu çözmez, çünkü Şeytan’ı düşürmüş olan
Kötülüğün kaynağı hâlâ belirsiz kalır. IV. yüzyılda, İmparator Constantinus’un
danışmanı Lactantius, sorunun sınırlarım çizmeye çalışır ve Şeytan’ın düşüşüne
insanı değil Oğul’u, Logos’u kıskanmasının neden olduğunu ileri sürer. Oğul,
gerçekten de, ilk doğandı, Tanrı’dan sonra en güçlüydü: Şeytan, bu yaratıklar
arasında ikinci sırada geliyordu. “Oğul’un üstünlüğünü kıskandı ve ondan
kurtulmak için Tanrı’ya karşı isyan etti, bu yüzden de gökyüzünden kovuldu.”28
Lactantius, bura-
26A.g.e.
27.
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
da, dünyanın ışık ile karanlık arasında bölünmesi
şeklindeki Gnostik tezinden çok uzakta değildir, çünkü “Tanrı’nın yaratıcı
iradesi iki karşıt ruh istedi, biri iyilik ilkesi, diğeri kötülük ilkesi,”
diye ileri sürer.29 Yani Tanrı artık yalnızca iyi Tanrı değildir,
lyi’nin ve Kötü’nün ötesinde bir Demiurgos’la özdeşleştirilmiştir; bu da
tamamen Gnostik bir kavramdır. Demek ki Lactantius sözde Barnabas’ıan, deyim
yerindeyse, “daha öteye” gider. Barnabas, “iki yol”u birbirinden ayırır:
yollardan birine bekçi olarak ışığın taşıyıcısı Tanrı melekleri dikilmiştir,
diğerine Şeytan’m melekleri.”'10 Bu Barnabas’a göre, Tanrı ile
Şeytan rekabet halindedir, ama Laçtantius’a göre her ikisi de bir Büyük
Tanrı’ya bağlıdırlar.
Yine de bu sorun karanlıkta kalır, çünkü Şeytan bütün
zamanlarda var olmuşsa ve dünyanın yaratılışıyla aynı yaştaysa Şeytan’m düşüşü
varsayımını devreye sokmaya gerek yoktur. Bu durumda Eski Ahit’i reddetmeden
Eyüp Kitabı’nın başlangıcını nasıl anlamak gerekir: Söz konusu konsey, İyiliğin
temsilcilerini olduğu kadar Kötülüğün temsilcilerini de mi içermiştir? Peki bu
durumda, Şeytan’ı, son faaliyetleri hakkında sorguya çeken Tanrı hangisidir?
lyi’nin ve Kötünün üstünde tahta kurulmuş'olan Demiurgos mudur, yoksa İyi
Tanrı mıdır? Eyüp Kitabı bunun İyi Tanrı olduğunu açıkça belirtir; bu durumda,
İyi Tanrı’nın Şeytanla anlaşma yaptığı nasıl hayal edilebilir? Yoksa, bundan
çıkarılması gereken Tanrı ile Şeytan’m eşit oldukları mıdır?
Başka Kilise Babaları da başka çözümler ileri sürerler:
Kötü melekler tensel açgözlülüğe teslim oldukları için düşmüşlerdir. Bu açık-
29“Lactantius,” Dictionnaire encyclopedique du christianisme ancien, a.g.e.
^Bamabas’ın Mektubu,
XVII; 1, Les Ptmes apostoliques-Ecrits de la primitive Eglise, Le Seuil, 1980. 1859 yılında, Sinaitikus
Kodeks’iyle birlikte, tam haliyle bulunan bu metin ilk kilisede çok rağbet
gördü ve Origenes ve İskenderiyeli Clemens onu kilisenin kabul ettiği metinler
arasında saydılar; ancak bu metin, kesinlikle Saul’un dostu olan Barnabas’a
ait değildir, Hadrianusün tapınağı yeniden inşa ettirmesinden sonra yazılmış
olması mümkündür.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
lama da öncekiler gibi ikna edici olmaktan uzaktır,
çünkü teolojiye göre sefahat, kıskançlık ve kibir Kötülük Ruhu’ndan kaynaklanır
ve bir kez daha sorun, bu kötülüğün ne zaman ortaya çıktığıdır. Bazıları,
iblislerin insan kadınlarını düşüşlerinden sonra arzuladıklarını ileri
sürerken, başkaları ise tersine, arzulamanın düşüşten önce ve düşüşün nedeni
olduğunu ileri sürerler.
Tartışma on yıllar boyunca pek ilerlememiştir ve sözde
Enoş’un Essenci fikrine varılır:31 Her durumda cinler ölümlülerle
yatmıştır ve onların birleşmelerinden devler doğmuştur.32 Bunlar
mitleşirken Kilise Babaları’mız da cinlerin tanımına girişirler: Bedenleri
insanlarınkinden daha uçucu, meleklerinkinden daha kaba bir maddedendir. III.
yüzyılda ilk kilisenin ünlü yorumcularından biri olan Origenes, bunların
“karanlık ve gizemli” olduklarını ileri sürmüştür; bu doğaldır, çünkü ruhun
melekler ve cinler tarafından karşılanması tasvirinde, bunların ışığı temsil
ettiği pek düşünülemezdi.
Origenes cinlerin, insani olayları olduğu kadar
yıldızlarla ilgili olayları da bildiğini yazmıştır. Bu, astrolojinin hem
doğrulanması hem de mahkûm edilmesidir: Bu düşünce böyle bir ilişkinin var olduğunu
içerdiğinden bir doğrulamadır; ve bu düşünce astrologların esin kaynağının
cinler olduğunu söylediğinden aynı zamanda bir mahkûm etmedir de. Yine de
Origenes mayınlı arazide dolaşmaktadır, çünkü mahşer gününde İblis’in ve
lanetlilerin kurtulacağım" belirtmektedir. Bu, korkunç bir tezdir, çünkü
Şeytan’a karşı girişilen tüm mücadelelerin, boşuna olduğunu ileri sürer.
İskenderiyeli Clemens’e, Justinve İrenaeus’a göre olduğu gibi Origenes’e göre
de cinler mahşer günü inanç değiştirecektir. “Karanlık’ın [Şeytan] yolu ...
ezeli bir
ilBkz. 14. bölüm.
32Boniias, Histoire des dognıes de I’Eglise chrc'ticıuıe, a.g.e.
33 Dictioınınire encyclo^dique da christianisme aııcien, a.g.e.
ilk
kilisede şeytan
ölümün ve cezanın yoludur,”34 diye yazan
Barnabas’ın düşüncesiyle tamamen çelişik bir düşüncedir bu.
Papalık pederleri ilginç bir şekilde ilk üç yüzyıl
boyunca cinler ile Şeytan arasında, Şeytan ile melekleri arasında ayrım yapmış
gözükürler. “Cinlerin doğası üzerine hemen hemen hiçbir şey söylemezler,”
Ignatius hariç, örneğin o cinleri “bedensiz” olarak kabul eder.33
Onlara farklı alanlar mı tahsis etmektedir? Kimse bunu bilmez, ancak Kilise
Babaları’mn düşüncelerinde görülen bulanıklık, “kötü cinlerin prensinin yılan
olduğunu söyleyen Justin’de de görülür. Eğer iyi cinler varsa, onları
belirtmemektedir.1
En şaşırtıcı düşünce, IV. yüzyılda, Büyük Basileios’un
kardeşi, Aziz Gregorius da denen Nysse’li Gregorius’un fikridir. Buna göre,
Tanrı, Şeytan konusunda bir kurnazlık yapmıştır. Şeytan, ilk günahtan dolayı
insanlar üzerinde haklar edinmiştir. Sonra, “bir tür anlaşma yapılmıştır, buna
göre, Tanrı insanlara karşılık İsa’yı sunmuştur ve Şeytan hemen kabul
etmiştir, çünkü İsa kadar saf, aziz bir varlığa sahip olmanın tüm insanlara
sahip olmaktan daha değerli olduğunu düşünür.”36 İnsan hayal
gördüğünü sanır, ama Nysse’li Gregorius’un dediği budun Tanrı, kurnazlık
yaparak, İsa’yı Şeytan’a kurban etmiştir. Ama İsa’nın ölümü tanrısallığını
kanıtlamış ve korkan Şeytan geri çekilmiştir. Demek ki Şeytan ilahi bir
tuzağın kurbanıdır.
Tanrı’nm bir kurnazlığı şeklindeki bu saçma varsayım o
dönemde belli bir kabul görmüştür, çünkü Şeytan’ı oltaya tutulmuş bir balık
olarak betimleyen Ambrosius, Büyük Leon ve Büyük Gregorius da bu varsayımı
kullanmışlardır. Bu varsayım, Şeytan’ın, Tanrı’nm kendisi olan Tanrı’nm Oğlu’nu
fidye olarak kabul etmesini anlaşılmaz bulan 34
35,,Kilise Babalarına göre Cin,” Dictionnaire
de theologie catholique, Letouzey Ane, 1924.
^Bonifas, Histoire
des dogmes de l’Eglise chretieme, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Gregorius Naziansos tarafından IV. yüzyılda
reddedilecektir. Yine de, Gregorius Naziansos da öncelleri gibi, ne Şeytan’m
kökeni hakkında ne de İsa’nın insanlığı kurtarması hakkında tek söz etmemiştir.
Görüldüğü gibi Kilise Babaları mantıksal bir ikilem
içindedirler Şeytan Kötülüğün nedeni midir,, sonucu mudur? Geçen yüzyıllar tatmin
edici çözümü getirmemiştir, doğrulanma olanağı olmayan bir kavram
üzerinde,tartıştıklarından bu da sonuçta normaldir. IV. yüzyıldan itibaren
tartışma Şeytan’m kökeniyle değil, rolüyle ilgilidir ve buradan kaynaklanır.
II. yüzyılda, Asur kökenli ve Yunan eğitimli Tatien’in, nedenini açıklamadan ve
günahlarının doğasım belirtmeden bazı meleklerin kötü bir hal aldıklarını
söylediğinden bu yana37 ilerleme kaydedilmemiştir. Aslında
yüzyıllar boyunca, tartışma Tanrı’nın rolünü giderek daha fazla ortaya çıkarmak
ve Şeytan’m ontolojisinin sınırlarını çizmeye yöneliktir.
Ancak bu yeni olgu ek bir sorun getirmektedir: Tanrı,
insanlığı Şeytan’m yemi olmaya bırakacak mıdır, yoksa sonsuz iyiliğiyle insanlara
acıyacak ve Yargı’sını ortadan kaldıracak mıdır? Bu sonuncu varsayım, IV.
yüzyılda, İskenderiye okulundan Helenist olan Athanasious’un (Constantinus’la
bozuşmuştur, öncelikle haksız yere, rahip Arsene’in öldürülmesinden sorumlu
tutulmuştur, ikinci olarak da Roma’nın Mısır buğdayıyla beslenmesini kesintiye
uğratmaya kalkışmakla suçlanmıştır38) savunduğu varsayımdır.
Kuşkusuz,' Athanasious’un önermeleri, ilk kilisenin tarihinde ilk kez, Şeytan’ı
ikinci planda silerken Tanrı’yı ve insanı yüz yüze bırakır. Şeytan’m hayali
kişiliğinden oluşan bu cehennem makinesi, -artık böyle diyebiliriz— Essen
doktrinlerinin doğuşundan itibaren kurulmuş olan ve insanla Yaratıcı’nın
ilişkilerini alabildiğine karmaşıklaştıran bu makine nihayet teolojiden izin
istemiş gibidir. İnsan özgürlüğü kavramına bulan-
37“Oratio versus Graecos," not 7.
38l,Athanasious,” Dictionnnire encycloptdique
du christianisme ancien,
a.g.e.
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
mış olan tamamen Helenistik bir zihniyet içinde
Athanasious Şeytan’ı işten atmışa benzemektedir.
Ancak bu tatilin kesin olduğuna inanmak, halk
inançlarının ve düşman dinlerin dinamikleri olmadan ve daha da önemlisi, ilk
kilisenin bağrında gelişen karşıt akımlar olmadan hesap yapmak anlamına gelir.
Çünkü henüz ne dogma vardır ne doktrin; sadece Pavlus öğretisinden türeyen bir
inançlar çekirdeği, bir inançlar derlemesi vardır. Rahipler, piskoposlar ve
elbette Kilise Babaları buna belli bir tutarlılık vermeye çalışmakta, her biri
bir yana çekmektedir.
Dahası, dalkavukça kurnazlık değilse de çekince
zorunludur.. Cıerçekten de, o dönem uygar Batı dünyasının büyük bölümünü
kapsayan Roma imparatorluğu dönemidir. İmparatorluğun başına ilk kez bir
Hıristiyanı 312 yılında yerleştiren Büyük Constantinus tarafından paganlığın
terk edilmesine kadar İsa’nın müritleri diledikleri gibi davranamıyorlardı;
sürekli zulme uğruyorlardı; hatta. Constantinus’un inanç değiştirmesinden sonra
bile rakibi ve ortağı Sezar Licinius 321 yılında Hıristiyanlara karşı kıyımlara
yeniden başlayacaktır?9 Piskoposlar, başka dinler ve dinsel akımlar
karşısında çok açık provokasyonlara ya da başka dinlerin tanrılarına iblis
muamelesi yapamazlardı; çünkü imparatorun dostlarına ya da İmparatorluk
politikasına yararlı cemaatlere saldırmış olurlardı. Hıristiyanlık devlet dini
olarak.
^Constantinus’un
İmparatorluk tahtına çıkmasına elbette bir dipnottan fazlasını ayırmak
gerekir, çünkü başından geçen karmaşık olaylartn, imparatorluğun
paylaşılmasının karmaşık çalkantılannda payı vardır. Burada, şu olayla^ n hatırlamak
yeterlidir. 1. Constantinus ile hancı bir kadının gayrimeşru oğlu olan
Constantinus, 308 yılından itibaren “Augustus'un Oğlu” sıfatını, yani
imparatorluk prensi sıfatını Maximianus Daia ile paylaştı; o sırada Licinius,
Batı Eyaletlerinin Sezar’t sıfatını taşıyordu. Mazimianus’un ölümü üzerine
Constantinus, Augustus sıfatını talep etti; orduları, asaleten imparator olan
ancak 308 yılındaki Carnuntum kongresinden bu yana zımni olarak tahttan inmiş
Maxentius’unkini bozguna uğrattığından bunu dayatacak güçteydi. 323 yılında,
rakibi, imparator ortağı Licinius’u yendikten sonra Constantinus hem Roma hem
de Bizans’taki iki mevkiye yerleşti.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ilan edildiğinde imparator un resmi koruması
piskoposların karşılaştığı güçlükleri ortadan kaldırmayacaktır, çünkü
Constantinus teolojik tartışmalarda çözümleyici olma hakkını haksız yere
gaspetmiş olup, örneğin yukarda adı geçen Athanasious’u sürgüne gönderecektir.
Hıristiyanlaşmamış cemaatler Hıristiyanlık
düşünceleriyle yavaş yavaş tanıştıklarından ve Hıristiyan cemaatleri
geliştiğinden, yeni Hıristiyan olanlarla Hıristiyan olmayanlar arasındaki
gerilimler Pavlııs’un ilk vaazlarından itibaren az çok yumuşatılmış olsa da,
inançsızlar imana gelmek için kilise kapılarına yığılmamışlardır. Constantinus’un
zaferine kadar Hıristİyanlar. İmparatorlukla yabancı olarak kalırlar. Vaizler,
sık sık kalabalıklar tarafından sövülmüş, hırpalanmış ve bazen de
katledilmişlerdir.
Bu güç koşullarda, doğmakta olan Hıristiyanlığın ilk
rakibi çok aktif olan Yahudiliktir. Roma kilisesinin kurucusu Pavlus bilinen
düşmanlığını ifade etmiştir: Bir Yahudi kolonisi içeren "ne bir tek Yunan
şehri vardır, ne de bir tek Barbar halkı” diye yazar Josephius. Bu Akdenizli
Yahudiliğine, esas olarak Doğulu olan Essencilik sızamamıştır ve bu Yahudilik
Eski Ahit’in verilerine sadık kalmıştır. Bu Yahudilik için Şeytan çok belirgin
bir kişilik değildir, bunun nedeni Yahudilerin İnsanlığın Kurtuluşu kavramım
dikkate almamış olmalarıdır. Ancak Hıristiyanlık, İnsanlığın Kurtuluşu olmadan
bir hiçtir; ve gördüğümüz gibi bu kavram da Şeytanın rolünü büyük ölçüde
değiştirmiştir. Dolayısıyla Kilise Babalan için, Şeytanı yeniden tanımlayarak
da olsa, Yahudilikten kesin olarak ayrılmak zorunludur. Yahudilik inancı
yayılmaya devam ettikçe ve Hıristiyanların yaptığı gibi Yabancıları kendi
dinlerine döndürdükçe bu görev de acil bir görev haline gelir. Bazı
aristokratlar, “tam inanç değiştirmeye kadar varırlar, sünnet olma bunun
işaretidir.”40 Bunu da, sünneti suç sayan imparatorluk
40Maıcel Simon, M Civilisatioıı de PAiitiquite et le christianisme, Arthaud, 1972.
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
yasalarına rağmen yaparlar.
İkinci rakip, en azından Constantinus’un tahta çıkışına
kadar devlet dini olarak yüzyıllardır tüm Akdeniz halklarının yabancısı olmayan
Roma ve Helen dinidir. Hıristiyanlığın her iki rakibi de İnsanlığın Kurtuluşu
gibi kavramlara hiçbir gönderme yapmaz ve gördüğümüz gibi Şeytan fikri onlara
tamamen yabancıdır. Dahası, birbirlerine komşu olan iki din, inananlara Hıristiyanlığın
rekabet edemeyeceği ahlaki ve entelektüel bir rahatlık sunar: İlk Günah’m
getirdiği insanın alçaltılmasını ve bundan kaynaklanan varoluş sıkıntısını da
dayatmazlar. Değer verdikleri erdemlerin günlük hayatta uygulaması yoktur,
yalnızca felsefi temelleri vardır.
Kilise Babaları ve örneğin doğuştan Atinalı ve geç
Hıristiyanlardan İskenderiyeli Clemens tüm bu gerçeklerin bilincindeydi.
“Şeytansı” Origenes’in haksız yere hocası kabul edilen II. yüzyılın bu Kilise
Babası,41 bunun üzerine, olağanüstü bir retorik alıştırmasına
atılır; bu çaba, Yunan felsefesini “İsa’ya götüren yol" olarak sunar.
İster istemez Helenist olan Clemens’e göre, “günah, Tanrı Sözü nün ve Logos’un
insana kattığı sağlıklı, düşünceye karşıt olan şeydir.”42 Mantık
yoluyla Hıristiyan olunmasını isteyen ve inanca pek önem vermeyen şaşkınlık
verici kaçamak söz! işte, günahın kökeni olan ve anlamsızlıkla iç içe giren
Şeytan. Clemens’in buna çok kızdığı görülür. “Dayanak noktalarının büyük
bölümü Platon’dur, diğer yarısı İsa’nın sözlerine gönderme yapar.”43
Saf ve neredeyse dokunaklı bir küstahlıkla Homeros’u sessizliğe mahkûm ettiğini
varsayar. Şairin dizelerini aktarır:
"... Ares ile san bukleli Afrodit’in aşkından söz
ederek,
41 İlk kilise onu çok değerli göreceğinden “ermiş” ve “aziz"
sıfatlarını verecektir (XVIII. yüzyılda Papa XIV. Benedictus onu ermişler
listesinden çıkaracaktır).
42Simon, La Civilisation de ÎAntiçuitfi et
le christianisme, a.g.e.
43“Clement d’Alexandrie,” Dictionnaire
eitcydoptdique du christianisme ancien, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Hephaistos’un mağaralarında gizlice nasıl buluştuklarım
anlatarak;
Ona verdiği armağanlar ve utançla kuşatılmış
Hephaistos’un yatağı ve seviştikleri yer...”
“Kes sesini Homeros!” diye haykırır İskenderiyeli.
“Güzellik yoktur bu dizelerde; zinayı öğütlemektedir. Zinadan söz edildiğini
duymak bile istemiyoruz.”‘H Putkıncılıkla ilk kez karşılaşmıyoruz,
çünkü Tatien Yunan filozoflarını zaten saçmalamakla suçlamıştı ve Kartacalı
Tertullianus felsefeden iğrenmeyi işitilmedik zirvelere taşıyacaktır; ama
Clemens’in her zaman hoşgörülen Yunan felsefesinin H o meros ve diğer
şairlerden vazgeçilebileceği şeklindeki fikrine ancak gülünebilir. Sonuçta,
Yunanların onu dinlemeye devam ediyor olmasına da şaşılabilir. Önemli değil;
Clemens’te İlginç olan şey, diğer dinlerin tanrılarım aforoz eden ilk Kilise
Babası olmasıdır. Sibylla kehanetlerine imada bulunarak, “kehanet kelamı,
milletlerin bütün tanrılarının iblislerin görüntüsü olduklarını söyler.”45
Bu, tanıdık terimlerle bir aldatmaca olarak adlandırılabilecek olan şeydir,
çünkü Şeytan’ın ne olduğuna kendi aralarında karar veremeyen Kilise Babaları,
başkaları için onun kimliğini değiştirmekle yetinirler: O, Zeus, Jüpiter,.
Baal, Ahura Mazda’dır... İlk yüzyıllar boyunca Hıristiyanlar kendi hayal
dünyalarında Isa’nın çeşitli Yunan-Roma tanrılarıyla, Apollon, Herakles, hatta
Dionysos’Ia özdeşleşmelerine izin verdikleri ölçüde bu beceri daha da
yanıltıcıdır. “Herkül figürü etrafında ... kurtarıcı tanrısallık olarak
Christioloji ile belli benzerlikler gösteren hakiki bir Herakleiolojinin
oluştuğu görülür."40
Dionysos da Hıristiyanların fetihçi retoriğine özel
olarak katılır;
44“Exhonaıion to the Greeks," IV, demeni
of Alexcmdria, The
Loeb Classical Library, Harvard University Press, Cambridge, Mass&William
Heinemann, Londra, 1.982. Yazarın Fransızcaya çevirisi.
45A.g.e.
Simon, La Çivilise tion de 1'Antiquite et le christianisme, a.g.e.
İLK KİLİSEDE şeytan
o da Herakles gibi gözden çıkarılmış bir yarı-tanrıdır,
ama dahası bir yaşam simgesidir ve Mainadlar tarafından kol bacaklarının
koparılması ezeli bir yeniden doğuşun başlangıcıdır. Dionysos myslerionlannın
ve Eleusis yaşamın ve doğayla mistik bir birleşmenin kutlanması olması ve ne
Kötülüğe ne de Şeytan’a yer vermemeleri önemli değildir; bunlar kurtarıcı
Isa’nın gelişini hazırlayan kavramlar haline getirilirler. Orpheııs’a gelince,
gördüğümüz gibi o, cehennemleri daha önce ziyaret ettiği için Isa’nın otantik
habercisi olur,47 Bunda şaşılacak bir şey yoktur, çünkü Orpheus,
iki Yahudiliği de, "Eski-Eski” Ahit ve Essen Yahudiliğini ‘de çok
etkileyen ve Isa mitinin yaratılışına katkıda bulunan aynı Asyalı kaynaklardan
gelir. Hıristiyanlar, YunanRoma dinlerinde istisnai bir boşluk bulacaklardır ve
bu dinler onlara bir anlamda izin-belgesi olarak hizmet edecektir.
Gerçekten de, II. yüzyılın başından itibaren
Hıristiyanlığı yayma çabaları öyle başarılıydı ki, Hıristiyanlık düşmanlarının
öfkesini arttırdı ve kıyımlar yeniden başladı. Aslında Constantinus’un tahta
çıkışına kadar dalga dalga devam eden bu kıyımlar asla tamamen yok olmadı.
imparatorluk içindeki din adamlarını yalnızca Romalı tanrılara kurban-vermeye
zorlayan, yoksa sürgünle tehdit eden ve Hıristiyanlığa tapınmayı ölüm
cezasıyla cezalandıran 257 tarihli Roma fermanını izleyen kıyım gibi bazıları
çok vahşiceydi.
İskenderiyeli Clemens’in yaptığı gibi, vaızları ve
retorik alıştırmaları için Yunan-Roma dinsel temalarından yararlanan ilk Helen
Hıristiyanlık yayıcıları eski bir geleneği sürdürmekten başka bir şey
yapmamışlardır; bu gelenek interpretatio graeca’dır. Bu, yerli halka
yeni tanrılar dayatmak yerine farklı adlar ve görünümler altında kendi
tanrılarına tapmasına izin veriyordu. Yunan ya da Yunan-Roma tanrılarının
başka tanrılara tapmış olan topluluklar tarafından benimsen-
47Bkz. 8. bölüm.
ŞETTAN1N GENEL TARİHİ
meşini açıklayan bu gelenek günümüzde şaşırtıcı gelir;
örneğin bir yandan Jüpiter ile Zeus ve diğer yandan, Şam’daki fırtına ve yağmur
tanrısı Baal Haclad arasındaki ya da Herakles ve Nergal, Hera ve Astarte, Af
rodit ve Al-Uzza, Dionysos ve Dusares arasındaki kaynaşmalar gibi.'fB
Yerel tanrıların Yunan ya da Roma adları almaları karşılığında benimsenmiş ve
uyarlanmış olan Yunan ve Roma tanrıları da yerel isim ve özellikler
almışlardır.
Bu tanrı alışverişi ve Hıristiyanlıktan Önceki
tanrıların kendi içlerinde değiştirilebilir olması, Hıristiyanlığın
imparatorluk eyaletlerindeki başarısı anlaşılmak isteniyorsa önemlidir. Bu
durum antik dinlerin genellikle ihmal edilen bir özelliğidir: Gerçekten de, 1Ö
ve İS’ki yüzyıllarda halklar tanrılarının evrensel olduğuna ve sadece adlarının
ve ikincil özelliklerinin diğerlerinden farklı olduğuna inanıyorlardı. Örneğin
Roma halkına hiç tartışmasız en yabancı tanrıça olan Mısır tanrıçası İsis’e
tapınmayı Roma’nın kolaylıkla benimsemesi gibi bu tanrılara tapmayı
benimsediler. Gerçekten de İsis, anne ve kadın olarak Demeter’le, Afrodit’le,
Artemis’le, Persephone’yle, Atinalılar için Atena’yla, Frigy ahlar için
Kybele’yle, Giritliler için Artemis Dyctinna’yla özdeşti.49 Benzer
şekilde İsa da sadece Herakles’le değil, Apollon ve Dionysos’la da
özdeşleştirildi. Bu bağdaştırmacılığın en ünlü örneklerinden biri, Vatikan
Müze’sindeki 111. yüzyıl heykelidir. Bu heykelde İsa, omuzlarının üzerinde bir
keçiyle Çoban Apollon’un geleneksel çizgileri altında toy bir delikanlı olarak
tasvir edilir.
Interpretatio graeca örtüsünün altında kendini Yunan din ve felsefesinin uzantısı ve
tamamlanışı olarak sunan Hıristiyanlık tasvirleri, Helenistik kitle tarafından
kolayca kabul görmüştür. Ancak Hıristiyanlık yayıcılarının daha uzun süre
başları derttedir, çünkü Helen düşüncesi vaaz vermeye gittikleri her yere,
Herkül Sütunları’ndan
48Maurice Satire, L’Orient
romain, Le
Seuil, 1991.
49 A.g.e.
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
Pontus’a kadar yayılmıştı ve bilindiği gibi Helen
düşüncesi Şeytan fikrine isyandır.
Yalnızca Şeytanla bağdaşacak bir teori düzenlemenin
değil, dahası, herkes tarafından kabul görecek bir teori düzenlemenin güçlüğü
de buradan kaynaklanır. Hıristiyan misyonerleri vaaz vermek için uzağa gittikçe
bu güçlük de arttı. Gerçekten de, III. yüzyılın sonunda bütün Küçük Asya
Hıristiyanlaştırılmıştı ve Ermenistan, Bithynia, Frigya, Pisidia gibi bazı
bölgeler ve eski Kartaca toprakları büyük bölümüyle Hıristiyandı. Ancak tüm
Yunan’da ve hemen hemen tüm İtalya’da da Hıristiyanlar vardı. Akitanya havzası
Hıristiyanlaşma yolundaydı ve yalnızca Ispanya’nın küçük bir bölümü İncil
yayıcıları tarafından ziyaret edilmemişti. Nihayet, Belçika’da, Germanya’da ve
İngiltere’nin bazı bölgelerinde de, Londra’da, Canterbury’de, York’da
Hıristiyanlar vardı.
Yani misyonerler dinlerinde Şeytan olmayan Kelt
topluluklarını eğitmek zorunda kaldılar.30 Isa’nın öğretisini yaymak
söz konusu olduğunda, eser belki de güç ve genellikle de tehlikeli olmasına
rağmen her zaman göz kamaştırıcıydı; çünkü Isa’nın öğretisinin dinamiği karşı
konulmazdı, ancak Şeytan’a söz konusu olduğunda sorun başka açıdan çetindi.
Dahası, özellikle Doğu’da, ÎÖ VI. yüzyıldan beri sıkı
sıkıya nüfuz etmiş olan ve Hıristiyanlıkla benzerlikleri nedeniyle paradoksal
bir güçlük gösteren Mitracılıkla çatışmak gerekiyordu. Tek bir Tanrı, bir
Şeytan ve bizzat Tanrı’dan kaynaklanan bir kişilik olan Mitra; bunlar
ön-Hıristiyanlığa şaşırtıcı ölçüde benziyorlardı. Burada tehlike, doğmakta
olan Hıristiyanlığın özüne yönelikti gerçekten de, çünkü Mitra cı ikicilik
Yahudiler arasında, özellikle Essenlilerde son derece yer etmiş bir akım
yaratmıştı. Bu akım zamanla Hıristiyanlıkta da görüle-
30Bkz. 7. bölüm.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
çekti: Gnostisizm.
Demek ki en büyük tehlikeyi teşkil eden, en azından
Yunan-Roma biçimindeki51 Mitracılık değildir; Doğu Roma’da buna
ender olarak tapılıyordu, erkekler ve özellikle askerler tapıyordu, askerler
imparatorluğun en ücra köşelerine kadar yayılmış olsalar da durum böyleydi.
Bu, Hıristiyanlığa çok yakın olmasına rağmen ondan tamamen farklı olan
Gnostisizm’di. Çok karmaşık bir doktrin olan Gnostisizme göre Kötülük,
yaşamdaki her canlıda ve her maddi şeyde mevcuttu?2 Kötülük ve
Şeytan her dönemde var olmuşlardı: Başlangıçta, “ışık ve karanlıklar vardı ve
ikisinin arasında da Ruh.”
Kötülüğün ve tek Şeytan’ın bu türden tanınması, birçok
nedenden dolayı ortodoks Hıristiyanların işine asla yaramazdı. Birinci neden,
elbette, İyiliğin Tanrısı’na, Tanrı Baha’ya ikincil bir rol vermesidir. İkinci
neden, doğrudan birinci nedenden kaynaklanıyordu: Maddi dünyayı Şeytan’ın
imparatorluğu olarak gösteren Gnostisizm, Tanrı’mn Oğlu’nun İsa biçicinde cisimleşmesinin
önemini yadsıyordu.53
31 “Yunan-Roma Mitra’sının, kanlı atasıyla akrabalık bağı
kesin olsa da oldukça uzak bir ilişkisi vardır,” diye yazar Sarire (L’Orient
romain, a.g.e.), başka yazarların
da adını anarak.
52,‘Gnose~gnosıicisme,”
Dictioımdre encydoptdique du
christianisme anelen, a.g.e.
53 Gnos ve Gnostisizm üzerine çok sayıda mükemmel eser
vardır. Bunların en önemlileri H. Leiesegang’ın La Gnose (Petite Bibliotheque
Payot, 1951), R.M. Grant’m La Gnose et les origines chrtRiennes, a.g.e., 1964 ve H. Ch.
Puech, En r/ı^te de la gııose, 2 cilt, (Gallimard, 1978)’dir. Her biri, önemli bir olgu
olan Gnosüsizme kişisel bir bakış getirir. Gnostisizm, öncelikle Kilise Babalan
tarafından, Helenizmin Hıristiyan düşüncesini kirletmesi olarak görüldü. Örne.
gin Gram, Gnostisizm’de, 70-135 felaketlerinin (Kudüs’ün art arda imha
edilmesinin) neden olduğu Yahudi sıkıntısının ifadesini görür. Bu yorumun
kuşkusuz temelleri vardır, ancak Yahudilerin sıkıntısının Gnostik öğretileri
yaratmaktan çok bunların daha fazla kabul görmesini sağladığım söyleyebiliriz,
çünkü bu öğretilerin çok daha eskiye dayandıkları ortadadır. Diğer yandan
Leisegang ise, Mısır, Yunan ve Ortadoğu (Küçük Asya) kaynaklarını gün ışığına
çıkararak çözümlemeyi derinleştirir. Asya kaynakları olasılığından bile söz
eder. Fakat, 11. yüzyılda Gnostisizmin çürütülmesine kaktıda bulunmuş
444
İLK KİLİSEDE ŞEYTAN
Isa, ya bizzat bu
cisimleşme yoluyla Kötülüğün alanına giriyordu ya . da cisimleşme m iş
olmalıydı. Daha kötüsü, Şeytan dünyanın sonuna kadar galip gelmiş oluyordu,
çünkü hepimiz Kötülüğün yaratıklarıyız. i
Dahası, yukarda adı
geçen, Tatien gibi bazı Hıristiyanlık savunu- !
cusu Kilise Babaları
Gnostisizmden etkilenmişlerdir,54 bu bireysel bir ,
yanılgıydı. Ancak daha
da kötüsü, Yuhanna İncili gibi bazı İnciller i
(sayıları dörtten
fazladır, Papa Gelas i us’un kararı henüz ilan edilme- |
miştir) özellikle
Gnostik bazı yan anlamlar içeriyorlardı. Örneğin j
İsa, bu Incil’de şöyle demektedir: “Artık sizinle çok
şeyler konuşmayacağım, çünkü bu dünyanın reisi geliyor.”55 Demek ki
İsa Şeytan’ın bu dünyanın efendisi olduğunu kabul etmektedir ve demek ki Gnostiklerin
dedikleri doğrudur! Bilindiği gibi, Yuhanna İncili, Papa Gelasius'un sansürünün
satırından pek az kaçabilmiştir.
Aslında sapkın düşünürlerin en güçlüsü ve hiç kuşkusuz
Gnostiklerin en ilginci olan Markion, II. yüzyılda, İsa’nın gerçek anlamda
cisimleşmesinin meydana gelmediğini, yalnızca cisimleşme benzeri bir şeyin
meydana geldiğini, yani çarmıha gerilmenin Tanrı’nm gövdesine erişmediğini,
belirtir. Gnostisizm sistemleri çok karmaşık ve çeşitlidir ve Carpocrade,
Basilieides, Valentinus gibi bu düşüncelerin
önemli
yazarlardan biri olan İrenaeus’un bir tanımından etkilenmemek ol
dukça
güçtür. Gerçekten de, İrenaeus’a göre, Tanrı’nm doğrudan ve sezgisel j
bilgisi
olan, bir anlamda aydınlanma demek olan Gnos, “iç insanın kurtulu- ■
şunu
getirir” ve Marcel Simon’un (a.g.e.) deyişiyle, “insanı kendi gerçek I
yazgısına
teslim etmek için kendinden kurtarır, hissedilir olanın hapishane- !
sinden
kurtarır.” Oysa bunlar, Budizmin de hedefleridir ve bence, İsken- i
der’in
lö IV. yüzyılda Yunan’a dönüşüyle gelen Budist doktrinlerin etkisi i
bugüne
kadar ihmal edilmiş ya da her durumda önesenmemiştir. |
Şunu
da belirtmek gerekir ki, Hint’in ilk Hıristiyanlık üzerindeki etkisini I
belirtmiş ender yazarlar
arasında Hippolyte vardır.
54“Tatien,” Dictionnaire
encyclopediqtte du christianisme cinden, a.g.e. :
55Yuhanna, 14; 30-31.
445
ŞEYTANIN GENEL TARIHI
yaratıcıları kendi içlerinde farklılık taşıdıkları için
burada bir Gnostisizm sentezi sunmak olanaksızdır. Gnostik mezheplerin çokluğu
dolayısıyla -Simoncular, Menandroscular, Satorniciler, Basilidliler,
Nkok.idler, Strationikler ya da Fibionikler, Sekondiyenler, Sokratesçıler,
Zaccheenler, Koddien Borboritler, Barbelitler, Karpokratlar, Serentyenler ya da
Merentyenler, Nazarenler, Ebionitler, Valentienlerkeşiflerini, ayrıntılarını
sıralamak oylumlu bir ansiklopedi gerektirir. Açık ve net olan bir durum
vardır: Çok kısa süre içinde Gnostisizm, Pavlus müritlerine “ putperestlikken
çok daha tehlikeli bir düşman olarak görüldü, çünkü Hıristiyanlıkla aynı
yataktan doğuyordu.
Roma kilisesinin kurucusu Pavlus Gnostiklerin
saldırılarına çanak tuttuğundan tehlike daha da büyüktür. Tanrı’nın İsa’yı bize
günahkâr doğamıza benzer bir biçimde gönderdiğini kabul etmiş olması en büyük
“gaf” değil midir?’6 Yani, Isa’nın günahla lekeli olduğunu kabul
etmiştir! Yani, İsa’nın Şeytan’m avı olduğunu kabul etmiştir! Kurtar ıcf ya
cinsel ilişki olmadan gebe kalındığı fikrini geçersiz kılmıştır! Onun tanrısal
doğasını ortadan kaldırmıştır! Bu fikri Basileides tekrar benimsediğinde
İskenderiyeli Clemens’in kızgın bağırıp çağırmaları anlaşılır! Ancak Pavlus’un
metinleri Gnostiklerin kurnazlıklarına başka açık kapılar bırakıyordu: Çünkü,
“ne ten ne de kan Tanrı’mn krallığından miras alacaktır,”” diyerek teni ezeli
lanetlemeye mahkûm etmiş olan da oydu.
V. yüzyıla doğru Gnostisizm, Kilise Babaları’na soğuk
terler döktürdü: Gnostisizm kabul edilmiş olsaydı eğer, onun Şeytan’ı tedavisi
mümkün olmayan bir hastalık olacak ve günah ve kurtuluş kavramları hiçbir işe
yaramayacaktı. İsa’nın Samarya’da görmeye gittiği Büyücü Simon başta olmak
üzere, Dositheos, Menandreos, Apollonius
JÛ Romalılara Mektup, 8; 3.
>7Korintosl ulara Birinci Mektup, 15; 50.
ilk
kilisede şeytan
Tyanaeus; hepsi Gnostik olan mesihlerin o dönemdeki
şaşırtıcı bolluğu karşısında ilk kilisenin önemli güçleri seferber oldu.
Başlangıçta müttefik olarak görülenler -örneğin II. yüzyılda, Roma’nın ezeli
düşmanı olan ve Hıristiyanlardan yana kabul edilen Bar Kohbakendilerini
gerçek Mesih olarak sunup daha acımasız bir kinle onların peşine düşünce bu
seferberlik daha da arttı. Filistin’deki Hırİstiyanlar, İsa’yı reddedip
lanetley inceye dek iğrenç işkencelere maruz kaldılar. Örneğin İsa’yı mesih
ilan etmiş olan Vaftizci Yahya’nın müritleri olan Sabiiler acımasız düşmanlar
olarak görüldüler. Hem de kalıcı düşmandılar! Simon’un müritleri III. yüzyılda
hâlâ güçlüydüler ve Vaftizci Yahya’nın müritleri XX. yüzyılın başına kadar
ayakta kalmışlardır.
Ateşli çürütmeler başarılı oldu ve o dönemin birçok
ismi ve metni bize Irenaeus, Hippolyte, Epiphanios sayesinde ulaştı ve Hıristiyanların
onların öğretisine göz atmaları ya da kulak vermeleri yasaklandı. Laodikeia,
İskenderiye, Efes, Dyrakkhion’da büyük bir öfkeyle kötü yazılar yazıldı,
Gnostik vebayı yenilgiye uğratmak için retorik ve kazuistik hazineler harcandı.
Yaklaşık beş yüzyıl süren bu ayıklama etkili oldu, çünkü sonunda Gnostisizm
can verdi. Sonsuza kadar unutulacaktı ki, 1945 yılında Mısır’da tesadüfen tüm
Gnostik kütüphane bulundu, yani sansürden kurtulmuş olan ve Hıristiyanlığın
kaynaklarının öğrenilmesinde Ölü Deniz Elyazmaları’yla aynı önem düzeyinde
olan altmış kadar kitap.
“Gnostisizm üstün gelmiş olsaydı,’’ diye yazar Marcel
Simon,58 “bağdaştı rmacılık içinde sulandırılmış olan
Hıristiyanlığın orijinalliği sona ererdi.” Çünkü, ilk kiliseye göre, işin
kötüsü, Gnostiklerin kendilerini gizlemiş olmalarıdır: Asla onlara eziyet
edilmedi, çünkü imparatorluk dinlerine çok yakındılar. Bu sayede Hıristiyanlara
göğüs germe fırsatları oldu.
58
La Civilisatîon de l'Aniitjuİtö et le christianisme, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Gnostik veba Kilise’nin tek sorunu değildi: Dinden
ayrılanlar ve sapkınlar da yayıldılar. İlk önemli ayrılma, Antakya okulunda
eğitim görmüş İskenderiyeli bir rahip olan Arius’tu. IV. yüzyıl başında,
İsa’nın doğası üzerine piskoposuyla tartışmaya girdi. İskenderiye’den kovulunca
tüm Doğu Akdeniz havzasında, kendini ortodoks olarak tanımlayan Hıristiyanlık
hakkında korkunç düşünceler ileri sürdü. Arius’a göre, madem ki, Eski Ahit’te
İsa’nın var olmadığı bir dönem vardır, o halde Isa, Baha’dan sonradır. Baba da
onu hiçlikten yola çıkarak yaratmıştır; eğer o Tann’ysa, ikincil nitelikli bir
tanrıdır. Oğul, Baha’nın tek yaratığıdır ve “yaratılışın tüm geri kalanı,
Baha’nın iradesiyle Oğul’un doğrudan eseridir.”59 Bu bakış açısıyla
heterodoks Hıristiyanlığın güçlükle inşa edilmiş tüm Hıristiyan teolojisini
yeniden inşa etmek gerekir. Başka sonuçların yanı sıra Şeytan da kısmen ortadan
kaybolacaktır, çünkü o da gökyüzünün diğer yaratıkları gibi Isa’nın bir
yaratısıdır.
. Heyecanın nedeni anlaşılır. Constantinus, 325 yılında
İznik Konsili’ni toplantıya çağırarak tepkisini gösterdi (Bu Doğulu ve açıkçası
BizanslI tartışmalar Batılı Hıristiyanlara bıktırıcı geldiğinden pek ilgi
göstermiyorlardı). Bizans’ı rahatsız eden şey, Şeytan’ın yeni kimliği kadar,
Ari usa göre ikinci planda bir kişilik olan Isa’nın da yeni kimliğiydi.
Sonuçta, İsa’nın doğasının her tartışma konusu edilişinde Şeytan’ınki de gözden
geçiriliyordu.
Isa’yı, yetenekleri dolayısıyla Tanrı’nm Oğlu olarak
kabul edilmiş basit bir insanoğlu olarak gören ve Roma’da Bizanslı Theodotos'un
ortaya attığı fikir olan Adopsiyanizm gibi başka sapkın akımlar da doğuyordu.60
Theodotos’a göre, İsa, bu şekilde kabul edildikten sonra
59“Arius, arianisme,” Dictionnaire
encydoptdique du
christianisme anelen, a.g.e.
60III. yüzyılda Adopsiyanizmden türeyen bir akım da evrenin düzenini
tartışma konusu eder: Sabelliusçuluk. Eibyalı olduğu sanılan rahip
Sabellius’tan yola çıkarak bu şekilde adlandınlan bu sözde kipsel Adopsiyanizm
Orige-
ilk
kilisede şeytan
mucizeler göstermeye başlamıştır. Incil’e yapılan
göndermeler de bu teoriyi desteklemektedir. Özellikle Matta: “İnsan Oğlu’nu
çekiştiren affedilecek, Kutsal Ruh’u çekiştiren affedilmeyecektir,” (XII; 32)
ve Yuhanna: “Durum böyleyse, beni öldürmeye karar vermişsiniz, beni, hakikati
söyleyen bir inşam.” (VIII; 40). Oysa bu sapkınlık uzun ömürlüydü. Bizanslı
Theodotos’un bir öğrencisi olan, Bankacı denen diğer Bizanslı Theodotos’un
devam ettirdiği bu sapkınlık IV. yüzyılın ortasına dek sürdü. Şeytanın
statüsüyle ilgili sonuçlar ortadadır: insanın kurtuluşu teması en azından her
zaman desteklenmiş olsa da ciddi ölçüde zayıflamıştır ve insanlık ilk
günlerdeki gibi Şeytan’m nüfuzu altında bulunmaktadır.
Ebiyoncıı
sapkınlığın durumu da böyledir.61 Adopsiyanizmle birçok ortak yönü vardır.
Pavlus’un öğretisini kesinlikle reddeden Ebiyonculara göre İsa yalnızca bir
insandı, insanlığın kurtuluşu üzerine
nes’in teorisine karşı çıkar. Bu teoriye göre üç töz
vardı: Her üçü de tannsal olan Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. Gerçekten de, der Sabelliusçular,
bu teoriye göre, işkenceye ve çarmıha gerilmenin utanç vericiliğine maruz
kalmış olan İsa’nın tannsal özü olmalıdır; oysa bu kabul edilemez bir şeydir.
Dolayısıyla, kimi zaman Oğul’da, kimi zaman Kutsal Ruh’ta beliren tek bir töz,
Tann’nın tözü olmalıdır. Baba ve Oğul, tek bir Varlığın farklı kiplerinden
başka bir şey değildir. Referans: Dictionncıire encycloptdique
du christianisme cinden, ve Simon, LAntiquitf
et le christianisme anden, a.g.e.
dlBazı
iddiaların tersine bu sözcük, sapkın bir mezhep kurucusu kabul edilen ve Ebion
denen birine ait hiç değildir, çünkü İbranicede “ruh yoksulu,” yani aptal
anlamına gelen bir sözcükden türer. Salamine’li Epiphanios, Ebioncu sapkın
mezhebinin doğuşunu, Parth bölgelerinde doğan Elkasait denen bir hareketin
etkisine bağlar; bu açıklama günümüzde tartışmalıdır (başka metinlerin yanı
sıra Dictionnaire
encyclopedique du christianisme ancien’e
göre). Belki de ikinci kez incelemeye değer, çünkü Elkasait hareketi, Parth
krallığından değil, Parth nüfuzuna girmiş olan Babil’den kaynaklanan bir Essen
hareketinden başka bir şey değildir. 220 yılında, Apameîa’lı Alkibiades
Roma’ya Elkasaitlerin bildirgesi olan Hebcaİ Kitabı’nı getirdiğinde ortaya
çıktı. Origenes de yirmi yıl sonra, başkanlanndan biri Caesarea'ya geldiğinde,
Elkasaitlerden söz eder (Eusebius, Histoire eccksiastique, VI, 38, The Loeb Classical Library, a.g.e.).
449
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Pavluscu anlayışları hiç dikkate almıyordu.
Saldırılara ve aforozlara inatla karşı koyarak ayakta
duran 1. yüzyıldaki hareketlerden biri de İsa’nın mutlak rakibi olan Simon’un
müritleriydi. Essenli Dositheos’un öğrencisi Simon, “Tanrı’nın mutlak gücü”nün
cisimleşmesi olarak kabul edildi. Öğrencileri İsa’nın çilesinin bir
yanılsamadan ibaret olduğunu savundular. Simon’un gelişi peygamberlerin
sözlerini geçersiz kılıyordu; çünkü bu peygamberlere, Tanrı’nın gerçek
niyetini bilmeyen ve insanlığı köleleştirmek isteyen melekler vahiy
getiriyordu/’2 Bu karmaşık doktrindeki eksiklikler nedeniyle şeytan
kavramı belirsizleşir, çünkü yine İnsanlığın Kurtuluşu yoktur ve Simon’un
kişiliğinde zafer kazanan bir Tanrı’nın niyetlerini hiçbir Şeytan bozamaz.
Elkasaitlerden,63 yani bir Mandeizmden
türeyen, yani yine Gnostik -Mandeizm sözcüğü Gnostik anlamına gelen mandaje’den
gelir— Yan-Hıristiyan ve yine de Hıristiyanlık-karşıtı bir Babil mezhebi olan
Sabiiler de belirtilebilir mi? Bu olağanüstü akım kaynağını Mezopotamya ve
İran Huzistam’ndaki Sami dinlerinden alır. Çünkü Essencilik Mazdacı
kaynaklarını buradan almıştır, Sabiiler ise ikici Essenlilerdir; vaftiz
uygularlar ve dünyanın İyi ile Kötü arasında bölündüğüne sonuna kadar
inanırlar: Işık dünyası tanrısal varlıklarla karanlıklar dünyası dişi kötülük
ruhuyla doludur.
Başka güçlüklerle uğraşan ilk kilise için, Vaftizci
Yahya Hıristiyanları da denen Sabiiler büyük bir sorun oluşturmayabilirdi. Ne
var ki, Vaftizci Yahya İsa’yı vaftiz eden kişiydi; bu başkafir Isa’ya elçiler
göndererek söyle demiştir: “Sen gerçekten bizim beklediğimiz kimse
62Büyücü Simon’un teolojisini iki kaynaktan, İrenaeus
(“Adversus haereses,” 1, 16, 1) ve sadık bir Simoncu belge olan Apophasis
megalarda, yani Büyük Bildiride
büyük bir olasılıkla tümünü aktaran Hippolyte sayesinde bilmekteyiz.
İrenaeus’un Simonculuk tanımı ikinci elden bir tanım gibi gözükmektedir ve
sonraki kaynaklan yansıtır.
WBkz. 61, dipnot.
ilk
kilisede şeytan
raisin, yoksa başkası mı var?” İsa’yı mesih olarak
kabul etmeyen Sabiilere göre o Tanrı’nm Oğlu değildi ve Yahudilerin Tanrısı
Adonai kötü yürekli bir Tanrı’ydı.64 İnciller bunu kanıtlamak için
vardır! Adonai'nin kötü bir Tanrı olduğu kabul edilirse Sabiilerİn Şeytan’inin
nasıl olacağı merak edilebilir. Ya Şeytanlarının dişi olmasını nasıl
yorumlayacağız?
Doğu Hıristiyanlarının, bir Parth prensi ile bir Yahudi-Hırisiiya
mn oğlu olan Mani’nin doktrini -bu doktrin de Mazdacılıktan kaynaklanırManiciliğe
duydukları hayranlığı da ekleyelim. Deyim yerindeyse bu da bir
bağdaştıimacıhktır. Maniciler Buda’yı, Zerdüşt’ü ve İsa’yı tek bir doktrinde
birleştirmek istediklerinden Zerdüştçü Vedacılıkla Yahudi-Hıristiyanhk
arasındaki bir bağdaştırmacıhktır. İlk bakışta, Manicilik, Zerdüşt’ün
öğretisinde olduğu gibi dünyanın aydınlıkla karanlık arasındaki eski
bölünmesini yeni bir biçim altında sunmaktan başka bir şey yapmamıştır. Ne var
ki burada, Mani, büyülü ve şiirsel bir destan eklemiştir; Aydınlığın Karanlık
güçlerine karşı isyanım.
Yüz karası bir çarmıhta işkence görerek çırılçıplak
ölüme mahkûm edilmiş olanın Tanrı’nm Oğlu olduğunu kabul etmeyi reddeden herkes
Maniciliğe dahil oldu. Bu belki de görkemli bir girişimdi. Sonunda üç büyük
Doğu dinini birleştiriyordu. Eğer Manicilik zafer kazanmış olsaydı hem İsa’ya
hem de Buda’ya tapılabilecekti kuşkusuz. Fakat şimdiden ufukta odun yığınları
tutuşuyordu. Mani işkenceler içinde can verdi, onun uzaktan öğrencileri olan
Albililer, Katharlar, Bogomiller ıstırap ve alevler içinde onun peşinden
gideceklerdi. Çünkü, her şeye rağmen İsa’nın da demiş olduğu ve Manicilerin de
öğrettiği gibi, Şeytanın bu dünyanın Prensi olmasına hoşgörü gösterilemezdi.
& Encyclopaedia Britannica, 1960 ve “Mandesme,
mandeen," Dictionnaire encycloptdique
du christianisme ancien, a.g.e.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Zaten, genç kiliseler paylaşımdan, korkarlar,
Hıristiyanlık da bir istisna değildir. Markioncu sapkınlıktan beter olan
Manicİlik kilisenin tüm. gücünü seferber etti.
Konsiller, imparatorluk ve piskoposluk otoritesinin
ağırlığıyla yanılgıları cezalandıracaktır. Romalıların arenalarında can
verdikten sonra, Hıristiyanlar, Tanrı’ya ve Şeytan’a Kilise Babaları’nm tahsis
ettiği bölgelerden başka bölgeler atfettikleri için başka Hıristiyanların
arenalarıyla tanışacaklardır.
Bu arada, bu Şeytan’m nereden geldiğini, neden mi sonuç
mu olduğunu kimse söyleyememiştir. Bu, Kötü Ruh’un esinlediği yanlış bir soru
değil midir? Çünkü bu soru mantığın ürünüdür ve Kilise Babaları’ndam özellikle
de Tertullianus’tan bu yana herkes, felsefenin Şeytan işi olduğunu bilmektedir
ya da bildiğini sanmaktadır.
Gece oluyordu.
ORTAÇAĞ’DAN FRANSIZ DEVRİMİNE
Yine Konsillere dair Şeytan’ın
şeytansı bir fikrini öğretmiş olduğundan kuşku duyulan Priscillianus adlı bir
piskoposun öldürülmesi üzerine Dinsel kıyımlar ve özellikle ticari kaynak
olarak kabul edilen engizisyona dair Sapkınların yakıldığı odun yığınlarına
dair Aziz loannes Chrysostomos’un hoşnutsuzluğu üzerine Engizisyoncuların
çılgınlıkları ve Kathar tehdidi üzerine Cinli olma ve şeytana tapma suçlaması
üzerine girişilen sayısız katliama dair Yahudilerin Şeytan’ın destekçisi olarak
adlandı-
1 rılması üzerine Şeytan ve sonuçları üzerine bütünlüklü
bir doktrin yokluğuna dair Salem /büyücüleri üzerine Engizisyon’un Napolyon
tarafından kaldırılması ve Bourbonlann Engizisyonü yeniden kurmak için sonuçsuz
çabalarına dair.
Şeytan, Hıristiyanlığın ilk dörtyüz yılından özel bir
statüyle çıkmıştı: Şeytan vardı, ama ne kim olduğu ne de niçin doğduğu gerçekten
biliniyordu. Felsefi terimlerle, varoluşunun özünden önce geldiği söylenebilir.
Birçok otoritenin Şeytan hakkında bir fikri vardı, ancak ortak bir düşünce,
kısacası, bir Şeytan teorisi yoktu.
Konsiller bu eksikliği tamamlamayı deneyeceklerdir. İlk
konsil olan İznik Konsili sorunu dolaylı olarak ele alır. Çünkü Şeytan’m kim
olduğu bilinmiyorsa, bu durumda Şeytan’m kim olmadığı bilinmeye çalışılmalıdır.
Özellikle Konsil’in örgütleyicisi Constantinus için önemli olan teorileri
ayıklamak ve özellikle kendini imparatoru ilan ettiği Hıristiyanlığın her yöne
dağılmamasıyla ve sonunda Musa dinine varmamasıyla ilgilenmektir. Bu özellikle
disipliner bir toplantıydı. Temel hedef, sonuç olarak tehlikeli bir Şeytan
kavramı dayatan Arianusçuluğu dışlamaktı. “Doğurulmuş, yapılmamış” terimleriyle
özetlenen Baba ile Oğul’un eştözlülüğü düşüncesiyle tartışmaya son
verildiğinde, tanıklara imzalatıldı. Arianusçuluğun babası Arius ve iki
piskopos, İkinci Ptolemais ve Marmarisli Theonas tartışma nüshalarını
imzalamayı reddettiler.1 Bu kişiler aforoz edildi ve kapanış şölenine
davet edilmediler. Genç kilise, Şeytan’m İsa yaratısı olmadığına karar
vermişti. ■
Ancak, bu kötücül güç teması üzerine süslemeler yapmaya
devam eden hayalgûçlerini durdurmak için çok daha fazlası gerekiyordu. Sonunda
bu güce, iki yüzyıl sonra yeniden çare bulunması gereken bo-
“Arius-Arianisme,” Dictûmnaire encydoptdique du christianisme oncien, a.g.e.
BATININ BÜYÜK GECESİ
yutlar verildi. “Laik bir eğitim almış,”2
daha sonra piskopos olan Priscillianus, IV. yüzyılın son çeyreğinde, çok sofu,
çok çileci bir doktrini vaaz etmeye başladı; bu öyle çileci bir doktrindi ki,
yerel piskoposlar bundan hoşlanmadılar. Onların ileri sürdüğüne göre,
Priscillianus çabasını çok ileri götürmüştü ve Şeytan’ın korkunç güçlerini
göstererek dinleyicilerini korkutuyordu. Şunu da söylemek gerekir ki-, bu da,
Doğu kökenli bir sapkınlığın kusuruydu; Tüm insanlığın lanetli olduğunu kabul
eden ve evliliği, et ve şarap tüketilmesini reddeden Enkratizm. Dolayısıyla
Priscillianus, Enkratist olmakla suçlandı ve 384 yılında Bordeaux
Konsili’nden. sonra Priscillianus, görüşlerini benimsemiş olan bir kadın,
Euchrotia ve dört yol arkadaşı, kara büyü suçlamasıyla canlı canlı yakıldılar
(kimi zaman ileri sürüldüğü gibi kafaları uçurulmadı). Bu vahşi infaza,
imparator Magnus Maximus’a sözleri geçen piskoposlar Meridalı Hydatius ve
Ossonubah İthacius’un kışkırtmasıyla karar verildi.3
Priscillianus’un astrolojiyle uğraştığı doğrudur, fakat o dönemde buna kim
aldırır! Ancak kili-
2 “Priscillien-Priscillianisme,” a.g.e. Bu eser
ilginç bir şekilde ve '‘önemli bir değer” yüklüyor olmakla birlikte,
Priscillianus’un Aviİa piskoposu seçildiğinden söz etmemektedir.
3 Magnus Maximus’un tarihi, Aşağı-lmparatorluk’un
çalkantıları açısından tipiktir. O, Doğu'nun imparatorianndan biri olan 1.
Theodosius’a birçok seferde eşlik etmiş olan bir İspanyol subayıydı.
Birliklerin sıkıldıklan Bretagne’a atandığında bu birlikler tarafından Bretagne
İmparatoru ilan edildi. Daha sonra .Galya’ya gitti, orada Theodosius’un taşra
valisi düzeyine indirdiği eski Doğu İmparatoru Gratianus’u, tuhaflıktan ve
gülünçlükleri nedeniyle devirdi. Theodosius ona Augustus imparatorluk sıfatını
vererek ve Galya, İspanya
. ve Bretagne’m tek imparatoru yapmak zorunda kaldı'.
Katolik din adamlarının bazı eserleri onu Priscillianus’un öldürülmesinin tek
sorumlusu olarak gösterirler ve dahası “ikiyüzlü” diye adlandırırlar. Ancak
gerçek çok farklıdır; öncelikle Maximus tam yetkiye sahip bir imparatordu ve
etrafından din adamlanndan oluşan danışmanlar ve piskoposlar vardı. Maximus’un,
piskoposların desteği olmadan Bordeaux Konsili’ni toplayamayacak olması bunun
kanıtıdır. Daha sonra konsil, piskopos Cauchon’un kötü öncelleri olan Ossonubâh
Ithacius ve Meridalı Hydatius’un girişimiyle toplandı. Dolayısıyla,
Priscillianus’un öldürülmesinde başsorumluluk kilisenindir.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
se şeytansı hayalleri beslemeye ve her yerde
Kötülük görmeye özellikle devam ediyordu. Sapkın varsayılan bu kişilerin ölüme
mahkûm edilmesi ortaçağdaki ve engizisyonun ortadan kaldırılmasına kadar,
sonraki yüzyıllardaki iğrenç büyücülük davalarının öncüllerini oluşturdu.
Priscillianizmin kurucusuyla birlikte ölmesi gerekirdi.
İşin tuhafı, “Priscillianizm" diye bir şey asla var olmadı, din şehidinin
teolojisi tamamen ortodokstu: Bu iğrenç korkuluğu uydurmuş olan kilisenin
kendisiydi? Priscillianus, ölümünden sonra, yandaşları tarafından ön-, ce
şehitlik mertebesiyle şereflendirildi, daha sonra V. yüzyılda varlığını hâlâ
sürdüren sözde-öğret is i (asla böyle bir şey vaaz etmemişti) yayıldı.
400 yılında, Priscillianus’un öldürülmesinden onbeş yıl
sonra Toledo Konsili bunu çürütmeyi denedi. Ancak ortada çürütülecek hiçbir şey
yoktu; suçlama dosyasına konacak tek bir çeviri hatasına rastlandı.
Priscillianus, Yunanca otyevvr|ToÇ, yani agenitos’u innascibilis? yani
“doğumu olmamış olan”ı? “doğumsuz,” “doğumu olanaksız” olarak çevirmişti. Bunun
sonucunda, kuşaklar boyunca yandaşları odun yığınlarında öldüler! “Priscillianizm”den
yine de varlığını sürdürdü. Aziz Jean de la Croix’nın ve Azize Avilah
Theresa’mn kanıtladığı gibi, Priscillianus’un piskoposluk yaptığı İspanya,
mistisizme, tenin ve sevginin reddine uygundu. 563 yılında Galiçya’da toplanan
ikinci
4 Priscillianus’un olduğu varsayılan Enkratizm
doktrini çeşidi konsillerin sürdürdüğü bir masaldır ve günümüze kadar devam
etmiştir. 1889 yılında G. Schepps, Priscillianus’un oniki yazısını keşfederek
teolojisinin tümüyle Ortodoks olduğunu kanıtlamıştır. Priscillianus kilisenin
ham hayallerinin kurbanıydı. Bkz, E.C. Babut, Ppscillien et
le priscillianisme, Paris, 1909.
5 “Priscillian,” Encydopaeâia Britannica, 1962.
fi A.
Bailly’nin Yunanca-Fransızca sözlüğüne (Hachette) göre (bu dipnot, kötü niyetli
cehaletleriyle büyük yanılgıya düşen bazı din adamlarının dikkatinedir.)
BATININ BÜYÜK GECESİ
konsil olan Braga Konsili’nde, iki piskoposun kötü
niyetiyle dikilen bu korkuluğun boynunun vurulmasına kesin olarak karar
verildi. 8. din kuralına göre, “İblis, yeryüzüne bazı şeyler getirdiğinden,
Priscillianus’un öğrettiği gibi, gökgürültüsünü, şimşekleri, fırtınaları ve
kuraklığı onun yaptığına kim inanırsa aforoz edilir.”
Priscillianus böyle bir şey öğütlememişti. Söz konusu
olan, gerçekte, inananları biraz fazla korkutmaya başlayan Şeytan imgesinin
gücünü azaltmaktır. 12. din kuralının çürütmesi bunun kanıtıdır: “Her kim ki,
Mani’nin ve Priscillianus’un ileri sürdüğü gibi, insan, bedeninin oluşumunun ve
kadının bağrındaki gebeliğin iblis işi olduğunu söyler ve bundan yola çıkarak,
tenin yeniden dirilişine inanmaz, aforoz edilmelidir.” Mani böyle bir şey
söylememiştir, önsel çürütmedir bu.
Uzun büyücü avı mevsimi açılmıştı. Melek Lucifer’in
şeytanlaştırılmasınm nedenini henüz hiçbir teolog açıklamamıştı, ancak insan
üzerine yasa koymaya devam ediliyordu. Origenes’i çürütmek için toplanan
Konstantinopolis Konsili’nde7 piskoposlar cinbilime yeni bir açıklık
getirdiler. Gerçekten de, 6. yasa şunu ileri sürüyordu: “Her kim ki, ‘iki tür
cin vardır, biri insanların canlarını kapsar, diğeri son derece düşkün ruhları;
ve akla uygun tüm varlıkların içinde, tanrısal aşkta ve tanrısal seyirde
kesinlikle sarsılmaz olan tek bir ruh vardır. Bu ruh; bütün düşünen varlıkların
kralı İsa olmuştur ve Gökyüzü’nde, Yeryüzü’nde, Gökyüzü ile Yeryüzü arasında
var olan bütün cisimleri yaratmıştır ve dünya, bu anlamıyla, kendinden daha
yaşlı olan ve kendiliklerinden var olan elementlerden, yani ıslak ve kurudan,
sıcak ve soğuktan... oluşmuştur,’ derse aforoz edilir.”8 Kısacası,
cinlerin tek ve biricik türü vardır ve bu arada belirtilmelidir ki dün-
7 Bkz. bölüm 15.
8 C.J, Hefele, Histoire
des conales,
Letouzey & Ane, 1908, ikine bölüm, s. 1192-1193.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
yayı yaratmış olan İsa değildir.
Yaklaşık yedi yüzyıl sonra da pek ileri gidilmemişti;
on ikinci piskoposlar meclisinde, dördüncü Laterano Konsili’nde, 1215 yılında
toplanan piskoposlar 1. yasa maddesi olarak şunu ilan ediyorlardı: “Şeytan ve
cinler de Tanrı tarafından yaratılmıştır; ancak yaratılışları sırasında kötü
değillerdi; kendi hataları yüzünden kötü olmuşlardır ve o zamandan bu yana
insanları kışkırtmakla meşguldürler."9. Şeytan’ın ve cinlerin
niçin kötü olduklarına dair tek sözcük yok. Tanrı’nın, kötü ruhları ya da
Şeytan’ı kötü sıfatlı anmadığım kanıtlayan Eski Ahit’teki sayısız bölümün
düşündürttüğü şey üzerine de tek sözcük yok. Ancak bu yine de kilisenin bu konu
hakkmdaki ilk resmi tavır alışıdır.
Kuşkusuz, bu, Şeytan’a önemli bir güç atfetmeye devam
eden ruhları teskin etmiyordu. Çünkü yalnızca meçhul hastalıklar ve cinlenmeler
değil, doğalbilimler de Şeytan’a atfediliyordu. Mekanik saatin kaşifi, keşiş
Gerberl d’Aurillac papalık tahtına çıktığında ve II. Sylvestre olduğunda bile,
Kötücüllükle işbirliği içinde olduğu kulaktan kulağa fısıldanmaya devam etti.
Saati icat etmek, düşünülebilecek bir şey miydi? Zaten, engizisyon, onun
ölümüne kadar, bilimlerden nefret ettiğini açıklamıştı; engizisyonun Galileo
dışında Descartes ve Buffon’u da rahatsız ettiği genellikle unutulmaktadır.
Teologlar, örneğin Şeytan’ın kurtuluşu mümkün müdür
gibi, skolastiğin incelikli noktalarını tartışırlarken, Batı dünyası Şeytan’ın
Zamanı diye adlandırılabilecek yoğun ve iğrenç bir karanlığa giriyordu;
büyücülerin gerçek anlamda vahşi bir sabbat, paradoksal olarak, mücadele etme
iddiasında olanların sürdürdükleri, Şeytan’ın gerçekliğinde kısmen hayvansı ve
patalojik bir inançtı. Böylece, Tanrı adına işlenen, yani mutlak küfür içinde
ve papalığın kutsamasıyla işlenen, in-
9 A.g.e. s. 1.324.
BATININ BÜYÜK GECESİ
sanlık tarihinin tanıdığı en uzun cinayet dalgalarından
biri işlemeye başlamaktadır. Bu, engizisyonun kaldırılmasına kadar sürecektir.
Yani, ateş püsküren aptallığın, fanatizmden ve kazancın çekiciliğinden esin
alan rezillik dolu çılgınlığın onbeş yüzyılı, hayvansı kinlerin, takınaklı
öfkelerin onbeş yüzyılı sürecektir.
Her yerde Şeytan görülmektedir. Katedrallerin
sundurmalarına ve kilise kürsülerinin eteğine yontulmuştur. Her zaman aynıdır;
bir Pan vücudu-, keçi kıçı, insan gövdesi, sefih bir göz ve sürtük bir el. Gnostik
mistisizm ile ahlaksızlıklar arasında parçalanmış bu dönemde açık bir cinsellik
takıntısı. Elbette cehennemin kükürt kokusu üzerine sinmişti ve kuyruğu da
ayakkabıları gibi çatallıydı (böylelikle Musa’nın yasasına göre büyük ölçüde
yenilebilir bir hayvan olarak sınıflandırılır). VII. yüzyıldan bir kilise ve
devlet adamı, düşünceleri çabuk yayılan okumuş biri olan, bazıları tarafından
“ortaçağın kurucusu” olarak nitelenen -bu, iki açıdan şüpheli bir sıfattırSevillalı
Isidoro, kadınlara aralıksız orgazm sağlayabilen "çok uçucu göksel cisimlerden
oluşan” şehvetperest düşmüş melekler ve zina işleyen, uykuda kadınların
koynuna giren erkek şeytanlar halindeki cinlerin son derece çeşitli olduğuna
inanıyordu. Bohemyalı Dusien’leri bu erkek şeytanlarla, hatta dişi şeytanlarla
sürekli olarak şeytansı aşklar yaşamakla suçluyordu.10
Sevillalı İsidoro’nun bu inancının Aziz Augustinus’u
izlemekten başka bir şey olmadığı doğrudur. Augustinus, kendi itiraflarına
göre, pişmanlık duymuş bir çapkındır; Augustinus, Tanrı Devleti’nde, kadınlarla
sevişen erkek şeytanların varlığım onaylıyor ve bunları ormanda yetişen
tanrısallıklar olarak görüyordu. Helenlerden kalan eski inancı sürdüren
Augustinus, tanrı Pan’ı, orman perilerini ve diğer nemfaları, erkek ve dişi
şeytanlar haline getirmişti. Burada Gnosti-
l0“Etymologies,” VIII; 2, Lindsay, Oxford, 1911.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
sizmin kokusu vardır ve bazıları bunu sezmiştir, çünkü
Augustinus doğayı Kötülükle özdeşleştirmektedir, ancak sonuçta, Augustinus’la’
tartışmaya girişilmemişim “Erkek ve dişi cinler o kadar çok şey yapmışlardır
ki, saygısız davranılmadan inkâr edilemezler,” der. Sevillah İsidoro kuşkusuz
bu saygısızlığı göstermemiştir. Fakat onlarca yüzyıl sonra, daha özgür bir
ortamda yaşayan Thomas Aquinas da bu cinsel cinlerin varlığını doğruladı.
İnsanlara önemli bir yasak getirildiğinde, bu ilişkinin
engellediğine ikna olanlar da vardır. Ünlü cinlerle şehvet ilişkisine girmiş
olduğuna kendini ikna etmiş olan duyarlı ruhlar da eksik olmamıştır. Otuz yıl
boyunca bir azize olarak kabul edilmiş olan Kordoba rahibesi Madeleine de la
Croix itirafında (kutsallaştırmanın sırrı böylelikle gerçekten ihlal edilmiş
oldu), “oniki yaşından bu yana erkek şeytanlar Balban ve Patonio’yla
birleştiğini ve hatta ‘keçi bacakları, insan gövdesi ve kır tanrısı yüzüyle’
gözüken korkunç bir iffetsizlik ciniyle de birleştiğini” söyledi.12
Yani rahibe, zayıf ruhlu ve bedenen erken gelişmiş ve ihtiraslı biriydi.
Balban ve Patonio; doğaüstü âşıklarının adlarını nasıl öğrenmişti peki?
En fantastik dedikodular Hıristiyan Avrupa’nın bir
ucundan diğerine yayıldı. Genç kızların erkek şeytanların tecavüzüne uğraması
hikâyeleri ve bu erkek şeytanların bedenlerinin abartılı tanımları en gözde olanlarıydı:
Kimilerine göre, sırtları yoktu, kimilerine göre de, canavar doğuruyorlardı.
Ama her zaman değil: “Kabil’in, Büyük İskender’in, Platon’un, bir peri olan
Melüzin’in, Luther’in ve tüm Hun milletinin”13 erkek ya da dişi
şeytanların çocukları oldukları kabul ediliyordu. Bu çılgınca, öfkeli saçmalık
yüzyıllar boyu sürdü. Papalar, kardinaller, teologlar, keşişler, müminler ve
köylüler, herkes bu
11 Augustin, La Citta di Dio, XV; 23, Nuova Biblioteca Agostiniana, Roma, 1965. I2Roland
Villeneuve, Dictionntıire du Ditıble, Pierre Bordas & Fils, 1989.
13 z
BATİNIN BÜYÜK GECESİ
saçmalıklara katıldı. Robinson Crusoe'nin babası
Daniel Defoe’nin kendi ismini koymaya cesaret edemediği nefis bir eser olan Şeytan’ın
Tarihi’ nde XVIII. yüzyılın ortasında geçen bir fabl anlatılır. Bu fabla
göre, Cromwell, Koruyucu adını verdiği Şeytanla bir anlaşma İmzalamıştır,
ancak Şeytan kralla anlaşmayı reddettiğinde bu durum Cromwell’i öyle
öfkelendirir ki, “dalak kangreninden ölür."14
Dışkıların ve çöplüklerin pis kokusundan başka, hiçbir
büyük Avrupa şehrinde lağım olmadığından, Batı hayali kükürt miyasmaları
içinde yaşadı. Ne yazık ki, benzer saçmalıklar insanı odun yığınları üzerinde
yanmaya götürebilirdi. .
Batıl inancın dokunaçlarını Fransız Devrimi kesmeye
başlayıncaya kadar ortalığı kırıp geçiren şeytansı deliliğin en ünlü ve gizemli
kurbanlarından biri Jean d’Arc oldu. Kızoğlankız denen Jean d’Arc’ı yargılayan
korkunç komedideki mahkemenin başyargıcı ve kilisenin temsilcisi Beauvais
piskoposu Pierre Cauchon onu büyüyle suçladı:
"Kızoğlankız denen, yalancı, zararlı, halkı
kışkırtan, kâhin, batılinançlı, Tanrıya küfreden, kibirli, Isa’nın inancına uymayan, tafracı, putperest,
vahşi, sefih, şeytanların himayesindeki, dönek, dinden ayrılmış ve sapkın Jean.
”
“Şeytanların himayesindeki;” işte, Ingilizlerin ve
kilisenin uşaklığım ^apan mahkemenin, tıpkı Priscillianus’u mahkûm etmiş olan
mahkeme gibi, Jeah’ı odun yığınlarında yanmaya mahkûm edeceği uydurma şikâyet.
“Adamotuyla ne yaptın?” diye sorar bir yargıç. Adamotu şeytansı olduğu söylenen
bir köktür, darağacmın dibinde, asılanlar boşalırken bittiğine inanılır. Oysa
Jean’da adamotu yoktu, hiç olmamıştı ve ne olduğunu bilmiyordu. Fakat, bu
mahkemeye
14
Daniel Defoe, Histoire
du Diable, c.
11, iki cilt halinde, İngilizceden çeviri, Amsterdam, şirket yaranna, 1730.
Dönemin şeytansı inançlarının zeki bir alayı söz konusudur. İşin ilginç yanı bu
eserin yeni baskısı hiç yapılmamıştır.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
uşaklık eden “sorgucu”lardan biri Jeaıı’m “göğüslerinin
arasında bir adamotu” taşıdığını ileri sürecektir.15
Bu suçlama, modern zamanların en büyük kusurunu
oluşturacak şeyin bariz işaretlerinden biri düzeyine çıkarılabilir; Farklılığın
Şeytan’la özdeşleştirilmesi. Normal olanı aşan her şey -Jean bunu aşıyor muydu
Tanrı bilir şeytansıdır. Bu, phtonos’un -Yunanlılarda arzudeğişik'bir
biçimidir; “çok” olan her şey, çok güzel, çok iyi, çok zeki, çok cesur, çok
masum olan her şey özünde şeytansıdır, böyle olmalıdır. Sıradan insan kendi
sahip olduğundan daha’güzel, daha büyük, daha donanımlı bir ineğe, bir domuza,
bir elma ağacına ya da bir çocuğa sahip olunabileceğini düşünemez; eğer varsa,
bu ancak şeytanla anlaşma sayesindedir. Demokrasinin en kötü temellerinden biri
belki buradadır: Kimsenin komşusundan daha iyi bir şeye sahip olma hakkı
yoktur. Bu demektir ki, Şeytan özünde son derece toplumsaldır ve köken olarak
plebtir. Bu, komşunun tenceresinin kendininkinden daha dolu olmasını aklı
almayan ezeli fakirlerin fantazmıdır. Bu durumda, batıl inancın her zaman
popüler ve ayak takımına özgü olmasına ve kurallarının her zaman kaba saba ve
en yoksul olanlar arasında başarı sağladığına niçin şaşırılır?
Ancak takıntının kökleri politikanın derinliklerindedir
ve sadece Jean d’Arc örneğiyle sınırlı değildir: Örneğin Güzel Philippe, Templier
tarikatinin hâzinesine sahip olmak için, ustaları Jacques Molay’ı büyücülükle
suçlattı ve Molay yedi yıl süren duruşmanın sonunda 18 Mart 1314’te yakıldı.
Templier’lerde hiç “şeytana tapma” görülmemişti elbette, ancak suçlama çok
uygundu; 1318-1326 arasında, bu
t5Jean d’Arc davasının hukuki anlamdaki aşın
tuhaflıklarının bir dökümünü yapan Pierre de Sermoise Jeanne
d’Arc et la mcmdragore
adlı eserinde (Nouveau regard de l’histoire, Editions du Rocher, 1982) sonuçta
Jean’m yakılmaktan kurtulmuş olmasının ve onun yerine bir başkasının, “hakiki
biç büyücü”nün yakılmış olmasının olası olduğu kanısındadır. Kanıtlar akla
yatkındır, ancak büyücülük suçlaması kızoğlankızı yakmak için haydi haydi
yeterlidir.
BATİNIN BÜYÜK GECESİ
tür davaları doğrulamak için XXII. Jean’ın “şeytana
tapma”ya karşı en az üç mühürlü emri vardı. Bu papaya KutsaLRuh’un kesinlikle
uğramadığını hatırlamak gerekir: “Avignon Bankacısı’" denen odur, Güzel
Philippe 1302 yılında Anagni’de selefi VIII, Bonafatius’u kaçırttığından beri
kraliyet gücünün tehdidi karşısında titreyen bir yiyici ve ödlek. tsa ve
havarilerinin yoksul olduklarını ve para kazanmanın onun öğretisine aykırı
olduğunu öne süren küçük keşişleri mahkûm, eden papa odur. Hıristiyanlığın
başının ve müritlerinin İsa öğretisinin en seçkin'düşmanları oldukları,
Hıristiyanlık tarihinin o olağanüstü dönemindeyiz.
XXII. Jean’ın mührünü taşıyan emirler, şair Petrarca’mn
deyişiyle “Batı’nın Babili” olan Avignon sarayının şaşkınlık verici
yozlaşmasını sürdürmek ve himayesi konusunda güvence vermek için Güzel Philippe’e
verdiği teminatlardan başka bir şey değildi. Çünkü Avignon’daki papalık erkanı,
başta para olmak üzere, her türden yozlaşmanın sergilendiği bir yerdi. “Din
adamlarının odalarına girdiğimde, önlerinde yığın yığın biriken paraları
tartmak ve saymakla meşgul sarraf ve yüksek rütbeli papazlarla
karşılaşıyordum,” diye yazar papalığın ateşli savunucusu ve mühürdar Alvaro
Prelayo.1* Prelayo, Fransız yüksek rütbeli papazlarından birinin
Petrarca’ya bildirdiği şeyi doğrulamaktadır: "Bizim iki Clemens’imiz
sizin yedi Gregorius’unuzun onaramayacağı kadar kilisemizi yok etmişlerdir.”17
İki Clemens sıfat olarak beşinci ve akıncıydılar; iğrenç XXII. Jean’ın önceli
olan birincisi, papalığı Avignon’a taşımaya katkısı olmuş bir kukladır.
Kraliyet iktidarı, düşmanlarını korkutmak ve
haksızlıklarını doğrulatmak için Şeytan’a ihtiyaç duyuyordu ve papa bu
iktidarı tatmin
16Alvaro Prelayo, De
planctu ecclesia;,
aktaran Ludwig Pastor, The History of the Popesfrom the Close
ofMiddleAges, 6
cilt, F.l. Antrobus, Londra, 1891-1898.
17François Pötrarque, Lettres
scms titre, çev. V.
Dövelay, Paris, 1885; aktaran E.R. Chambertin, The Bad
Popes,
Dorset Press, New York, 1969.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
etmek için kendi emirlerini sunar. Kararların alındığı
yüksek düzeyde Şeytan, prenslerin karanlık ya da açık şehvet emellerini
aklamaya yarayan bir propaganda kurgusuydu. Dönemin kral ya da papası Şeytan’a
gerçekten hiç inanmamış olsa da, başlangıçta kendi alçaklığından korkmuştur.
Şeytan plebin kullanımındaki bir korkuluktu ve acı paradoks, bu Dünyanın
Prensi kurgusu gerçekten de dünyayı fethetmeye yarıyordu. Mezopotamya’da ve
İran’da olduğu gibi din politik iktidarın bir aracıydı. Papalığın da o dönemde
dünyevi bir iktidar olduğunu hatırlamak gerekir.
Halk ne kadar cehalet içinde, yani batılinançlar ve
akıldışıhk içinde tutulursa bu iktidar da o kadar kolay uygulanır. İlk
yüzyıllardan itibaren, iktidarın hizmetkârı din adamlarının kehanette
bulunmasına ve iktidara yakın olmak isteyen peygamberlerin saçma sapan konuşmalarına
izin verilmiştir. İnancın, yani Hıristiyan inancının özünün
politikleştirilmesi, Reims piskoposu, Frankların savunucusu, Therouanne, Arras
ve Laon piskoposluklarının kurucusu, 496 yılında Clovis’i vaftiz etmiş olan ve
“bizim”Aziz Remy’miz olan Remy’nin kara bildirgesinden daha açık hiçbir yerde
görülmez:
“Takdir ediniz ki, oğlum, Fransa krallığı Tanrı
tarafından, İsa’nın tek kilisesi olan Roma kilisesinin savunması için önceden
seçilmişti. Bir gün, bu krallık tüm diğer krallıklar arasında büyüyecektin
Roma imparatorluğunun tüm sınırlarını kapsayacak ve dünyadaki tüm diğer
krallıklarına boyun eğdirecektir; sonsuza kadar var olacaktır.”1*
Clovis’in hırslarını kışkırtma ve krallığı kilisenin
emellerine boyun eğdirme arzusunun açıkça görüldüğü ihtiras dolu temkinsiz sözler.
Ne yazık ki ya da ne iyi ki, bu dünyanın bütün krallıklarına asla boyun
eğdirmedik, 1993 yılında Fransa dünya nüfusunun % 1.20’sini
18Aktaran Pierre Carnae, ProphĞties
et prophetes de tous les temps, Pygmalion, Gerard Watelet (editör), 1991.
BATININ GÖYÜK GECESİ
oluşturmaktaydı. Yüksek rütbeli başka rahipler de az ya
da çok esinli bu ortak uydurmalara katıldılar ve iki buçuk yüzyıl sonra Mayence
başpiskoposu ve Fulda manastırının kurucusu Rabanus Maurus (780856) Remy’den
daha ileri giderek şöyle der:
“Zamanların sonuna doğru [elbette Kutsal korkulan
taşıyan bir tema] Frank krallarının soyundan gelen biri Rama imparatorluğu olmuş olan her yerde kendi
krallığını kuracaktır. Bu insan, Fransa krallannın en büyüğü ve kendi soyunun
sonuncusu olacaktır. Şerefli bir hükümranlıktan sonra, tacını ve kılıcını
Zeytinlik tepesine bırakmak için Kudüs'e gidecektir. Kutsal Roma ve Hıristiyan
imparatorluğu bu şekilde son bulacaktır.”19
İşe Bakini Kutsal Roma İmparatorluğu son bulduğundan bu
yana kaç ay doğup battı, ama zaman devam ediyor, Ne önemi var, saçmalayanların
bolca yeri vardı, ta ki, ilk olarak Fransız Devrimi, binlerce masumla birlikte
bu zırvalayanların da boynunu ııçuruncaya kadar oradan da günümüze kadar...
Şaşılacak şeyler söyleyenlerin izinden giden ve ortaçağın tüm karanlık
yüzyılları boyunca cinlerin, kötülüklerinin ve onlarla birlikte işlenebilecek
suçların -cinler kadar hayali suçlarındökümünü yapan yasa koyucular saymakla
bitmez.
Örneğin XIV. yüzyılda Katalonya, Aragon, Valencia ve
Mayorka genel engizisyoncusu olan Nicolaus Eymericus adlı bîr Dominiken, Directorium
Inquisitorum ya da Engizisyonculann Elkitabı adlı bir eser yayımladı.
Torquemada’nın önceli Eymericus’un, cehennem makinesi olan engizisyon
mahkemesinin ürettiği en korkunç canavarlardan biri olduğunu belirtmek gerekir:
Engizisyoncu olarak acımasızlığı öyle bir şikâyete yol açtı ki şefleri
tarafından reddedildi ve elyazmaları geri gönderildi. Elkitabının birinci
bölümünde Eymericus, Şeytan’a ibadetin üç türünü tanımlar. Tapma, Şeytan’ı
günlük yakarak yüceltmek ve onun huzurunda kendini kamçılatmaktan ibarettir.
Ululama, cinle-
l9A.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
rin adlarım ermişler kikiyle birlikte anmaktan ibaret
tuhaf bir uygulamadır ve “çember kullanımı, aşk iksirleri, tılsımlar, muskalar
ve büyülü yüzüklere başvurmak gibi ilginç uygulamalar,” seksenli yıllar
Fransız hukuk tartışmalarının konusu olmuştur.20
En Üzücüsü, o dönemde benzer türden saçma sapan
sözlerin yasa gücünde olmasıdır; herhangi bir ululama, tapma ya da garip
gelenek ihbarı bir yaşamı yok edebilir ve odun yığınlarına götürebilirdi.
Çünkü, en azından IV. yüzyıldan bu yana uygulamada olan engizisyon, resmi
olarak, Papa III. Lucius ile imparator Kızılsakal Friedrich arasındaki gizli
anlaşma sayesinde 1184 yılında kurulmuştu.21 Engizisyon
mahkemesinin hizmetindeki laik kol bundan böyle sistematik olarak sapkınların
ve bölücülerin üzerine çullanıyordu ve onları sürgün, mallarına el koyma,
evlerinin yıkılması, aşağılanma, yurttaşlık haklarının alınması ve 1197
yılından itibaren, Aragonlu II. Pierre kararnamesi ve Papa III. Innocenti
us’un sert hükümleri sayesinde “ciddi” durumlarda ölümle cezalandırıyordu.
Mallara el koyma hakkından sonuna kadar yararlanıldı.
Gerçekten de, 1054 yılından itibaren Doğu
kiliselerinden resmi olarak ayrılmış olan Katolik Roma, evrensel yasaların
koruyucusu ve yasaların ruhunun kurucusu pagan Roma’nın mirasçısı kabul edilmek
20Villeneuve, Dicliomidire du
Diable, a.g.e. Büyülü yüzükler
olayı, hatırlanacağı üzere, bunu öven bir televizyon sunucusunun yargı önüne
çıkarılmasına ve mahkûm edilmesine yol açtı. Olayın önemi, dolaylı olarak,
mahkemenin ilk kez ve ağır biçimde yalana dayalı reklamın ötesinde aptallık
suçunu da cezalandıımasıdır.
Eııcydoyaedicı BritaHiıica'nın 1960 baskısının “engizisyon” maddesi, engizisyonun XIII.
yüzyılda ortaya çıktığını söylemenin doğru olmadığını belirtir; engizisyonun
kurumlan, yukarda bahsi geçen ve çok sayıda kilise adamının kınamasına yol
açmış olan Priscillianus’un öldürülmesinin de kanıtladığı gibi, en azından IV.
yüzyıldan itibaren adım adım oluşmuştur. “X. yüzyılın sonundan XII. yüzyılın
başına kadar Fransa’da, İtalya’da, İmparatorlukla ve İngiltere’de yakılarak ya
da gırtlaklanarak çok sayıda sapkın öldürülmüştür.”
BATININ BÜYÜK GECESİ
ister. Bu nedenle, politik iktidara ve paranın
iktidarına ihtiyacı vardı.
Engizisyonun resmen kurulmasına ve ölüm cezasının dahil
edilmesine götüren adım adım sertleşmenin nedeni açıktır: Tüm Avrupa’da,
tanrısal hak ve dinsel kutsallık ayini üzerinde kurulmuş kilise ve tacın
ittifakı, birinin düşmanının kaçınılmaz olarak diğerinin de düşmanı olacağı
şekildeydi. Tüm bölünmeler ve sapkınlıklar papalık iktidarını tehdit
ettiğinden, aynı zamanda Hıristiyan kral ve prenslerin tacını da tehdit
ediyordu. Böylece, X. yüzyıldan XII. yüzyıla, engizisyonun gayretleriyle
“büyücülerin mahkûm ve infaz edilmeleri sadece din adamlarının ..ihbarlarının
sonucu, değildir, genellikle din adamlarının arzularının önüne geçen prenslerin
ihbarları da vardır. Bu kararlarda ne iman ne de merhamet ağır basıyordu, çünkü
şunu belirtmek gerekir ki, erkek ve kadın “büyücülerin, dinsel bölücü ve
sapkınların cezalandırılmasına ölüm.cezasının dahil edilişi, “bir sapkını
öldürmek, yeryüzünde kefareti olmayan bir suç işlemek olur,”22 diye
bildirmiş olan Aziz loannes Chrysostomos’un fikrine kökten karşı çıkmaktı.
Fakat o zaman bir Altın Ağız’ın (Chrysostomos) fikrine
kulak asılmıyordu. Ufukta ciddi bir tehlike görülüyordu ve bu, prenslerin ve
yüksek rütbeli rahiplerin kalbine korku saldı. Engizisyon, bu tehlikeye karşı
kurulmuş iktidarları uyarmanın tek aracı oldu. Bu tehlike Katharlardı.
Kathar (Yunanca KaÖctpoÇ, katharos, katışıksız;
gerçekten de Katharlar kendilerini katışıksız kabul ederler), kilisenin ilk beş
yüz yıl boyunca kurtulmaya çalıştığı eski kâbus olan Gnostisizmin kısmen
değişikliğe uğramış hortlamasıydı. Katharlara göre, gerçekten de, Şeytan hem
bir tanrıydı hem.de (İsa’nın da önceden adlandırmış olduğu gibi) bu dünyanın
prensi. Arzudan ölüme kadar tüm dünyevi şey-
22, A.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ler onun hükümranlığına tabidir ve Dünya, İnsanın
Isa’nın krallığına -burası da (yine Isa’nın demiş olduğu gibi) bu dünyada
değildirgirinceye kadar günahlarının kefaretini ödediği gerçek Araftır. Ancak
insan buraya eğer, ölümünden önce, “yeni Adem” olarak -Isa böyleydi (Isa’nın
sık sık dediği gibi, insan Oğlu)yeniden yaratılmamışsa giremez. Eğer insan bu
şekilde yeniden yaratılmamışsa, yeni bir reenkarnasyondan ve yeni bir yaşam
döngüsünden geçmek zorundadır. İsa, yaşamın soluğuydu ve Kathadarın kendilerine
dedikleri gibi, İyi İnsanlar kendilerini onun elçisi olarak tanımlıyorlardı.
Burada, tüm bu temaları çok iyi bilen ve uzun süreden
beri hilelerin dökümünü yapmış olan kiliseyi çok kızdıran şeyler vardı: Teolojide
bu, Tanrı’nm insanda cisimleşmesini reddetmek anlamına geliyordu, yani
kurumlaşmış Hıristiyanlığa meydan okuyordu. Gerçekten de Katharlar, kilisenin
gözünde ilk günahı Isa adına satın aldığı düşünülen vaftizi reddediyorlardı ve
ruh vaftizini ya da consolamen. tum’u, yalnızca Isa’nın
gerçekleştirebileceğini ileri sürdükleri ölü vaftizini kabul ediyorlardı. Daha
kötüsü, Katharlar paralel kilise olarak örgütlenmişlerdi, çünkü gruplarının
seçkinlerinin temsil ettiği Mükemmeller, onlar için dua etmelerini
istediklerinde önlerinde diz çökmeleri emredilen înananlar’ı denetleyen gayet
düzenli rahiplerdi. Ger; çekten de, Kutsal Ruh’u kabul etmiş olduklarından ve
Tanrı’nm lütfü tarafından belirtilmiş olduklarından sadece mükemmeller Tanrı’yı
ta' nıyorlardı ve bu nedenle O’na dua etme izinleri vardı.
Demek ki Katharlar piskoposluk iktidarım tehlikeye
düşürüyorlardı. Olay teoloji tartışmalarıyla başlıyordu, önce politik
düşüncelere ve bir süre sonra da mali düşüncelere varıyordu.
Vaftiz olmayı reddetmekle yetinmeyen Katharlar, mayasız
ekmek takdisi sırasında ekmekle şarabın İsa’nın kanına ve ıetine dönüşmesi
dogmasını da reddediyorlardı: Kutsal ekmeği paylaşıyorlardı, ama 1 simgese]
olarak, çünkü Isa’nın bedeninin orada mevcut olduğuna '
BATİNIN BÜYÜK GECESİ
İnanmıyorlardı. Ve en yüksek provokasyon: Katolik
vaftiz duasının çok uzaktan dengi olan Feragat töreni sırasında inanan sadece
Şeytan’ı ve cinler kortejini değil, “zalimlerin fahişesi kilise”yi de
reddetmeliydi,25 Az farkla sokak kızı muamelesi yapılan kilise
öfkeyle karşı çıktı. Fakat'rövanşı almadan önce uzun süre sabretmesi gerekti,
çünkü “İyi İnsanların kötü olduğuna bütün Hıristiyanlar ikna olmamıştı.
Katharcılık nereden kaynaklanıyordu? Hemen hemen kesin
olarak Trakya’daki Bogomillerden, yani Bulgaristan’dan kaynaklanıyordu.
Katharlarm, eşcinsel bir yananlamla “bulgarlar” diye adlandırılmasının nedeni
budur, hakkım fazlasıyla vermek için, doğaya karşı suç işlemekle de
suçlanıyorlardı. Fakat, Bosna’da ve Balkanların diğer bölgelerinde de onlara
rastlanıyordu ve hareketleri, Bogomile adlı bir Rus papazının kışkırtmasıyla,
X. yüzyılın ikinci yarısında başlamıştı. Gerçekten de, bu papaza göre ne kilise
kurumu ne de öğretisi halkın ihtiyacına cevap veriyordu. Neydi bu ihtiyaçlar?
Eski ve içinden çıkılması güç soru, çünkü o zamandan beri görülmüştür ki, çok
sayıda insan kendi kişisel amaçları için halka sığınmaktadır. Kuşkusuz Bogomile
hırslı biriydi. Ancak, altınlarına ve saray törenlerine gömülmüş olan Bizans
kilisesi de şatafatı, kibiri ve incelikli üslubuyla Bulgarları
sinirlendiriyordu.
Özellikle Bulgarlar BizanslIlardan tiksiniyorlardı;
Bizans imparatoru, “Bulgar katili” II. Basileios, 1018 yılında Bulgarların ilk
krallıklarını vahşice köle etmişti. Bogomile isyanı aslında politik bir isyanın
ifadesiydi, çünkü Bizans ruhani iktidarı olduğu kadar cismani İktidarı da
temsil ediyordu. Bogomile Katharcılığınm ortaya çıkışı hemen hemen Bulgar
krallığının düşüşüyle aynı zamana denk gelir. Bir kez daha, Şeytanın politik
bir rol edindiği görülecektir, çünkü Bizans’ın düşmanı olan Bulgarlar otomatik
olarak papanın, ardından da
UBorislav Primov, Les Bougres Histoire du
pope Bogomik et de
ses adeptes, Payot, 1975.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Tanrı’nın düşmanı oluyorlardı!
Gnostisizmin Balkanlardaki gürültü patırtısına Batı
kilisesi pek aldırmıyordu; tehdit altında değildi ve bu hamleyi karşılayanlar
Bizans kilisesinin vekilleri oldu. Karşılıkları tahmin edilebilirdi: Bogomiller
incelikten yoksun bir şekilde, Şeytan’ın destekçileri olmakla suçlandılar.
Bogomillere horgörüyle fundagiagit, yani heybe
taşıyıcısı ya da heybeci, torbacık başka deyişle geçim sıkıntısı çeken
kimse muamelesi yapan keşiş Euthymios Zigabenos, XI. yüzyılda, Bogomile sapkınlığının
ortasında, Konstantinopolis’ten şöyle yazar: “Hıristiyanların ruhlarını
yanıltmak, onları Tanrı’nın ellerinden koparıp almak ve kendi babaları olan
Şeytan’ın ellerine teslim etmek amacıyla tüm Bizans devletini arşınlıyorlar ve
güneşin altındaki bütün Hıristiyanlarla ilişkiye giriyorlar.” Ayrıca:
“Fundagiagit’ler, Şeytan’a gizlice hizmet eden hakiki imansızlardır.”
Euthymios, “Tanrı’ya iftirada ve ihanette her şeyi geride bırakan bulaşıcı
sapkınlığı” şiddetle ifşa etmektedir. Bir başka Bizanslı yazar olan Rahip
Cosmas25 da lanetlemelere katılır: “Dış görünüş itibarıyla sapkınlar
koyuna benzerler: Yumuşak, mütevazı, sessiz. İkiyüzlü bir oruçtan dolayı
benizleri atmıştır. Tek bir söz etmezler, seslerini yükseltmeye cesaret
edemezler, dikkat çekmezler ve yabancıların bakışından sakınırlar ... ama
içlerinde kurtturlar, vahşi hayvandırlar.”26 Sahici oruç tutanlarla
sahte oruç tutanlar nasıl ayırt edilir; Cosmas bunu söylememektedir.
Bununla birlikte Bogomillerin sayısı imparatorluk
içinde her yerde artıyordu ve imparator Aleksios Komnesos sert davranmaya
karar verdi; 111.1 yılında, Bogomillerin başı olan Basileios adlı keşişi,
“Şeytan’ın başsatrabı”m masasına davet etti; şölen salonuyla diğer oda
J Yaklaşık beş yüzyıl önceki Keşiş Cosmas’la kanştırmayın.
26 Aktaran Primov,
BATININ BÜYÜK GECESİ
arasında bir perde vardı. İflah olmaz bir geveze olan
Basileios, imparatorluk masasında vaaz vermekten geri kakmadı. Vaazını
bitirdiğinde perde açıldı ve “tüm kilise kurulu, tüm askeri şefler ve tüm
senato” ortaya çıktı.27 Sapkın anında yargılandı, sonra da yakılmaya
mahkûm edildi. Fakat odun alevleri sapkınlığı söndürmedi.
Gerçekten de Bogomiller Balkanların geri kalanında,
Hırvatistan’da, Dalmaçya’da, Bosna’da, Batı Avrupa’da, nihayet Kiev Krallığında
yayılmaya başladıklarında Bizanshlar sıkıntı içindeydiler. Bir kez daha,
“$eytan”m fetihlerini destekleyen şey politik nedenler oldu. Gerçekten de,
Kiril ve Methodius tarafından getirilmiş olan Slav dilindeki dinsel eğitime
saygı gösterildiği XI. yüzyıla kadar bölgede görece bir barış hüküm sürüyordu.
Sonra, 923-926 yıllarında papa X. Jean kilisenin eski düşünü gerçekleştirmeye
karar verdi: Ayinin Latince ya da Yunanca yapılmasının zorunlu kılınması.
Diline bağlı halk isyan etti, ancak kilise otoritesini arttırdı: 1061 yılında,
Hırvatistan’da Split Konsili’nde, yalnızca ayinlerin özellikle bu iki dilde
kutlanmasına karar verilmekle kalınmadı, dahası, hiçbir Slav, din adamı olarak
görevlendirilmedi. Slav kökenli din adamlarının görev yaptığı kiliseler
kapatıldı, artık bunlar ayin yönetmiyordu. Bu durum büyük üzüntü yarattı.
Böylece Batı’da, Roma’nın otoriter soluğu hem odun
yığınlarını hem de Bogomil sapkınlarını canlandırdı. Yani, Şeytan yok edilmek
istendikçe güçlendiriliyordu.
Bu arada Bogomiller Fransa’ya varmışlardı. Orada onlara
Katharlar dendiği gibi, Albililer de deniyordu, çünkü esas olarak Albi civarında
yoğunlaşmışlardı. Hareketleri uluslararasılaşmıştı ve giderek daha yoğun ilişki
ağları oluşturuyorlardı. 1167 yılında, Toulouse yakınlarında
Saint-Felix-de-Caraman “Konsilf’ni topladılar. Toulou-
27Anne Komnesos’un anlatısı, a.g.e.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
se’daki Kathar kilisesi Koııstantinopolis’ten gelen
“papa” Nikita’yı davet etmişti. Fransa kilisesi “piskoposu” Robert de
Spernone, Lombardia “piskoposu” Marco, Albi “piskoposu” Sicard Tselareri,
Carcassone “piskoposu” Gerard Mertserille, Ararens “piskoposu” Raymond de
Casalis yanlarında heyetleriyle oradaydı.28
1054 yılından beri Doğu kiliselerinden ayrı olan Roma
kilisesi için bu olay çok ciddiydi. Çünkü bu “konsil,” Dragovista’da, Melnikva’da,
Dalmaçya’da, Bosna’da, Hersek’te, Lombardia’da ve Fransa'da Roma kiliseleri
olarak örgütlenmiş olan çeşitli Kathar kiliselerinin güçlerini arttırıyordu.
Yani, Katharlar, biri Roma’da diğeri (daha doğrusu diğerleri) Doğu’da olan iki
kilise arasında dünyanın paylaşılması şemasından tamamen farklı bir model
getiriyorlardı. Kartları karıştırıyor, politik ve mali ilişkileri altüst
ediyorlardı. Roma’yı zayıflatmakla tehdit ediyorlardı.29 Tehlike,
zaman içinde artıyordu. “Şeytan” m gölgesi, papalığa tabi gözüken bu
topraklarda büyüyordu. Roma’nın mirasçısı Roma sertleşiyordu.
1012 ile 1020 yılları arasında Katharlar Limousin’de
ortaya çıktıklarında piskoposlar, sapkınlığa karşı mücadelelerinde politik
iktidarın işbirliğini elde etmeye çalışmışlardı. Fakat, boşuna: Katharlar sadece
Akitanya dükü olan IX. Guillaume’un kişisel korumasından de-
28Primov,
Les Bougres, a.g.e. Bazı “piskoposlara “papa” Nikita’nın
consolflinentımı’uyla resmi nitelik verilirken diğerlerine papazlık verildi.
Tırnaklan ben koydum; alay olsun diye değil, ancak Roma kilisesinin papa ve
piskoposlanyla kanştınlmasınlar diye.
29“Papa”
Nikita’nın yönettiği saf Bogomil akımı ile çok daha kesin bir ikicilik fikrini
yayan ve bir başka “papa”nın, Petrak ya da Petar’ın yönetiminde olan Paulcü
“sapkın" akım -Lombardia’da bulunan bu hareketin Garatus adlı bir
“piskoposu" ya da “karşı-piskoposu” vardıarasındaki gizli çatışma nedeniyle
Kathar hareketi de bölünmelerin tehdidi altındaydı. “Ortodoks” hareketin,
sonunda, Barthelemios adlı bir “karşı-papa”sı oldu. Primov, Les
Bougres, a.g.e. Katharcılığın,
Rorga’nm tepkisi olmasaydı da ikiye, hatta üçe bölünebileceği düşünülebilir.
BATININ BÜYÜK GECESİ
ğil, güneydeki,soyluların desteğinden de yararlanıyorlardı.
Dahası, “iyi Insanlar”a halk çok değer veriyordu. Halk onları koruyor ve meşru
din adamlarının eleştirilerine ve şeytanlıkla suçlamalarına kulaklarını
tıkıyordu. Bir yüzyıl sonra, 1119’da, Touloüse Konsili, Katharcılığa karşı
mücadelesinde Katolik iktidara yardım etmesi için din dışı iktidara resmen emir
verdi. Bu çaba da boşunaydı.
Provence’ın Romalı Katolik piskoposları, usülsüz
güçlerine karşı çıktıkları papa III. Innocentius’un vekillerinin emirlerine
uymayı reddettiklerinde Roma’nın tepkisi onlara da yöneldi. Papanın elçisi
bile öldürüldü. Nihayet 1209 yılında Roma, Katharcılığa karşı haçlı seferinde
Cisterciumlann itaat etmesini sağlayabildi. Tehdit altındaki Hıristiyanlığın
şeflerinin içleri rahattı: Papanın resmi elçisi olan Kuzey birliklerinin başına
atanmış olan Citeaux rahibi Arnaüd-Amaury 1209 yılında Bezlers’yi ele
geçirdiğinde Katolikleri sapkınlardan ayırt etmek için ne yapacağı kendisine
soruldu; yanıtı şu oldu: “Hepsini öldürün, Tanrı kendininkileri
tanıyacaktır."30 Şeytan’a karşı savaşta katiller böyle doğdu.
Arnaud-Amaury çok iyi koku almakla övünmüyordu. Ama,
pişmanlık duymuş bir Kathar olan, Dominiken ve Fransa’nın ilk engizisyoncusu,
“sapkınların balyozu” lakaplı Hödük Robert bununla övünüyordu. Bu adam
gerçekten de sapkınları konuşma tarzlarından ve jestlerinden tanımakla
övünüyordu.31 Hödük Robert bugün unutulmuş olsa da 1239 yılında
Champagne’da, Mont-Aime Manastırı’nı yakmıştır. Yangında, “başpiskoposlarının
consoîamentum’unu aldıktan sonra canlı canlı yanan yüzseksen Kathar can
vermiştir. Bu marifeti önemsenmemiş olmalı ki, kariyerini, tarikatının
Paris’teki manastırında bahçıvan olarak tamamladı.
MJeffrey Richards, Sex, Dissidence
and Damnation Minority Groııps in the Middle Ages, Routledge, Londra ve New York, 1991.
31A.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Başlayan savaş şiddetliydi. Fransa’nın Katolik kuzeyi
Albilili güneye karşı savaşıyordu. İki aristokrasi arasındaki bir tür anlaşma
başlangıcı olan 1229 yılındaki Paris Anlaşması’na rağmen, engizisyonun işlediği
cinayetlere ve krallık görevlilerinin yardımıyla 1245 yılında hazırlanan
Montsegur kalesindeki odun yığınlarına rağmen (iki yüz Kathar canlı canlı
yakıldı), 1235 yılındaki Narbonne Konsili’ne rağmen ve işkenceyi hakikati elde
etmenin resmi yolu olarak kurumlaştıran ve sadece Kalharlara sempatilerinden
kuşku duyulduğu için insanları aforoz eden IV. Innocentius’un Ad extirpanda
papalık fermanına (IV. Alexandre tarafından yenilenmiştir) rağmen,
Bulgaristan’dan gelen “Şeytan”ın derisi sağlamdı. Katharcıhk, Fransa’da ancak
XIV. yüzyılda, son Kathar piskoposu 1326 yılında Carcassonne’da canlı canlı
yakıldığında gücünü kaybetti; Son İtalyan meslektaşı da beş yıl sonra odun
yığınlarında onun peşinden gitti. Ancak Katharcılığm sonu, kendisiyle birlikte
taşra kültürünü de sona erdiriyordu. Gaddar bedel, ama sonuncusu değil: Güney
Amerika’nın yerli dinleri iki yüzyıldan daha az bir süre sonra aynı yazgıya
mahkûm olacaklardı.
Şeytanın politik bir kişilik olduğu bir kez daha
kanıtlanmıştır. Gerçekten de Katharlarm savundukları şeyler arasında,
uzlaştırıcılık rolü olduğu sanılan konsilde tartışılmayacak hiçbir şey yoktu.
Temel düşünceleri olan, Şeytan’m bu dünyanın prensi olduğu fikri bizzat İsa’nın
sözleriyle kanıtlanmıştı. Kilise iktidarlarının kolaylıkla Şeytanla
özdeşleştirdiği Katharlarm ortaya çıkışları bile yalnızca politik nedenlerle
-Bizans ile Bulgaristan arasındaki savaş ve BizanslIların politik olarak
lanetlenmesikışkırtılmıştı ve Latince ile Yunancanm kilisenin tek dili olarak
dayatılmasıyla güçlendirilmişti; bu konuma' II. Vatikan Konsili XX. yüzyılda
tekrar gelecektir.
Böyle mutlu bir son, engizisyonu Şeytan’a karşı
mücadelesinde sebatlı olmaya teşvik etmekten başka sonuç veremezdi. Ve bu
sonuçtan da yoksun kalmadı. Gerçekten de, Kathar tehdidi bunu canlı bir şekil-
BATININ BÜYÜK GECESİ
de göstermişti: Roma Katolik öğretisinin her türden
tartışılması kilisenin dünyevi gücünü ve dayanaklarım, yani Avrupa
krallıklarını tehlikeye atıyordu. “Aslan” VIII. Louis, Albilililere karşı
savaş sürdürmüş, Avignon, Arles ve Tarascon’u ele geçirmiş ve isyan etmiş
şehirlerin bağlılığını kabul etmek üzere Languedoc’a gelmiş olan bu kral,
üstüne üstlük hapishanelerin bakımı görevini de üstlenmiş olan (ancak bu mali
sorumluluğu 1229 yılında Toulouse Konsili’ne yıkmayı deneyecek olan)
engizisyonculara para yardımı yapacaktır. Avrupa, yüzyıllar boyunca kısmi bir
teokrasiye gömüldü, kilise iktidarları ile krallık iktidarları sıkı sıkıya iç
içe girmişlerdi.
Engizisyondan daha fazla yüreklendirmiş olan şey, yukarda
belirtildiği gibi işkencelerden elde edilen mali kârdı: Bir suçlu Katharcılığa
ve daha sonra büyücülüğe inandığında, ölüme mahkûm edilsin edilmesin mallarına
kilise el koyuluyordu. Albililere uygulanan işkenceler böylece bir altın
madeni gibi görüldüler. Ancak kimi zaman engizisyoncuların açgözlülüğü öyle
çılgınca oluyordu ki ulusal ekonomiyi tehdit ediyordu; Ispanya’da, örneğin
Mağribilere, Yahudilere, vodulara, Menandrosçulara, oğlancılara,
Basileidesçilere, zina yapanlara, Carpocradeçılara, simyacılara, Ademcilere,
Tanrı’ya küfredenlere, kadın tavlayanlara ve diğer büyücülere karşı işkenceler
dolayısıyla el konulan mallar yerel ekonomileri yıkıma sürükledi: Bir günden diğerine
tüm bir aile dilencilik yapmak zorunda kalabiliyordu*ve el konulan ticari
faaliyet “aforoz nedeniyle” yeniden başlayamıyordu. Bu kötüye kullanmalar öyle
bir noktaya geldi ki, Charles Quint’in danışmanları ve Cortes’ler isyan
ettiler: Engizisyoncuların sabit biçimde ücretlendir ilmeler ini birçok kez
talep ettiler. Ancak bu, “lanetliler’in sırtından arpalık elde etmeyi tercih
eden kilisenin işine hiç gelmiyordu?2 Çünkü Şeytan, verimli bir
ticari fondu ve böylece engi-
32“Inquisition,” Encyclopaedia Britannica, 1960.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
zisyon mahkemesi tarihin, en geniş rüşvet alma
operasyonlarından birini sürdürmüş oluyordu.
Her’çeşit totalitaristin ve karanlıkçının hâlâ düşünü
gördüğü bu “güzel" ortaçağda adaletsizlik süreklilik kazanmıştı.
Büyücülükle suçlananların sivil avukatları, kendilerine kalmış olan Roma
hukuku ilkelerine dayanarak, dünyevi otoritelerin dosyalara ulaşma hakkının
olmasına itiraz ettiklerinde devre dışı bırakıldılar. Teorik olarak Ispanya’da,
örneğin yüksek mahkeme, yani Suprema, suçlunun, engizisyon mahkemesi üyeleri
arasından birini ya da bu mahkemenin tanıdığı birini avukat olarak seçmesine
izin veriyordu; gerçekte, suçlunun hiç tercih hakkı yoktu, avukatı mahkeme
atıyordu. Suçlunun hiçbir tanık çağırma hakkı da yoktu ve avukatla görüşmesi
engizisyoncunun ve bir sekreterin nezaretinde olmak zorundaydı. Ancak, tüm Avrupa’da,
engizisyon davalarında, papanın tek başına seçtiği engizisyoncuların gücü
keyfiydi ve piskoposlar bile bir şey yapamazdı?3 Tarihte ilk kez,
papalar bile işkenceye ve adaletsiz infaza izin verdiğinden engizisyoncular her
şeyi yapabilirdi. Hitler ve Stalin yargılamalarını lanetleyen günümüz
söylemleri engizisyonun bunun mükemmel bir örneğini verdiğini unutmaktadırlar.
Ne Gestapo, ne Gepeu-NKVD-KGB yeni bir şey icat etmiş değillerdir.
Engzisyoncularm sıklıkla öldürülmüş olmasına
şaşırmamalı.
Bu arada, skolastikler Şeytan ve cinler hakkında
birbirleriyle yarışırcasına tartışıyor, tahminlerde bulunuyor, varsayımlar
ileri sürüyor ve spekülasyonlarda bulunuyorlardı. Yves de Chartres cinlerin
kuşlardan çok daha hızlı olduklarını ileri sürüyordu ve Hildebert du Mans Tractatus
theologicus'unda, Chartreux mezhebinin kurucusu Aziz Bruno’nun öğrettiği
gibi, Şeytan’ın gökyüzünde ya da yeryüzünde de-
33"Skolastiklere ve Sonradan Gelen Teologlara Göre İblis,” Dictioııncıire
de the'ologie catholiqtie, A Vacant ve E. Mangenot yönetiminde başlandı ve E. Ammann
yönetiminde devam edildi, Letouzey & Ane, 1924.
BATININ BÜYÜK GECESİ
ğil, havada olduğunu34 doğruluyordu! Tuhaf
bir düşünce, çünkü Kötülüğü o zaman bilinen dört unsur olan su, hava, toprak
ve ateşten birine dahil ediyordu; ama tek tuhaf düşünce bu değildir. Örneğin
Autunlu Honore Liber duodecim quaestionibus’^ Şeytan’ın peşinden gitmiş
meleklerin sayısına ilişkin şaşırtıcı bir değerlendirmede bulunur. Meleklerin
yarısı mı? Üçte biri mi? Onda biri mi? Yalnızca dokuz melek sınıfı kabul
ettiğinden her sınıftan yalnızca birkaçının düşmüş olduğu sonucu çıkarır.35
“Kötü meleklerin düşüşünden önce, meleklerin sayısı tam değildi,”
değerlendirmesini yapan Aziz Anselmus bu fikri yeniden ele alacaktır. Henüz
mevcut olmayan istatistikten görünüşte habersiz olan Autunlu Honore
yeryüzündeki demografik dağılım sorusunu sormuyordu: Gerçekten de, yeryüzü
nüfusu geometrik olarak arttığından, eğer her zaman aynı sayıda cin varsa, bunların
daha çok işi olur ve dolayısıyla insanlar daha az kışkırtılır... Tabii, cinlerin
kendi aralarında çiftleşme yetenekleri yoksa! Ama bu durumda, doğum oranı
neydi?
Deutz rahibi Rupert ilginç bir fikir öne sürdü: Tanrı,
başka meleklere örnek olsun diye Şeytan’a pişman olması için zaman vermişti,
ama Şeytan bunu dikkate almamıştı. Rupert, Şeytan’ın, “cehenneme değil, aşağı
gökyüzü olan havaya” düşmüş olduğu şeklindeki tuhaf düşünceyi yeniden ele aldı.30
Abaelardus daha cesur davrandı: Merhameti Şeytan’a atfetti, ki bu en azından
şaşırtıcıydı ve “1141 yılında mahkûm edilen yazılarından onaltıcısında iblisin
doğrudan müdahalesini yadsıyordu ve işlevini doğa güçlerinin, elementlerin ve
bitkilerin kullanımıyla sınırlıyordu.”'37 Lahanalardaki ve bitki
özlerindeki Şeytan fikrinin sansürcüleri rahatsız ettiği anlaşılmaktadır.
35A.g.e.
36 A.g.e.
37A.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Kendisinden önce gelenlerin yargısını yeniden ele alan
Pierre de Poitiers, Şeytan’m Son Yargı’mn ardından cehenneme gideceğini, şimdilik
havada olduğunu yeniden söyleyecektir. Konu hakkındaki düşünceleri
çeşitlendiren Paris piskoposu Auvergneli Guillaume, cinlerin, sözün kısası,
aptal olduklarını (“cinlerin başının kendini beğenmişliğini, zekânın
bulanıklığıyla açıklamaktadır”38), çok acı çektiklerini ve kendi
aralarında sürekli dalaştıklarını söyler. Aziz Bonaventura, Lucifer’in düşüşünü
güzelliğinin farkına varmasıyla açıklar. Bu düşünce, önceki bütün tanımları
yalanlamaktadır; onlara göre Lucifer çirkin, kıllı, boynuzlu ve pis kokulu bir
hayvandı.
Ünlü Dominiken Magnus Albertus’a göre, cinler havada
uçmaktadırlar ve insanları baştan çıkaran erkek ve dişi şeytanlar bir gerçekliktir.
Öğrencisi’iu Thomas Aquinas’m görüşü de, Somme theologique^ e böyleydi:
Cinler Cehennem’de oturuyor olabilirler, ancak Son Yargı Günü’ne kadar, kimi
zaman erkek kimi zaman da dişi şeytan biçiminde havada gezineceklerdir.
Onların kendini göstereceklerini anlamak mı gerekir? Ancak, erkek ve dişi
şeytanlar noktasında Thomas Aquinas birçok skolastikten ve teologtan farkıydı:
Erkek ve dişi şeytanlar üreyemezlerdi. Genel olarak cinler hakkında kişisel
bir bakış açısı öğretiyordu ve Abaelardus’un cinlere gösterdiği merhamete düş-
38Şeytan
dogması yoktur, ama Konsil çözümlerinden çıkarılan ve hepsi de sapkın
doktrinlerin çürütülmesinden oluşan ya da Origenes ve Origenesçiîerden itibaren
-ruhgöçü ya da reenkarnasyon teorisi de dahil; tıpkı Tanrı’nın müstakbel
krallığında Şeytan’m ve kötü ruhların nihai kurtuluşu gibisapkınlıktan
çıkarılabilecek noktalar vardır. Şeytan’m mevcut haliyle, yani kötü olarak
yaratıldığını savunan -bu fikir Kötülüğü Tanrı’nın yarattığı anlamına gelirManici
ve Priscilliancı denen doktrinler de mahkûm edilmiştir. IV. Latran Konsili Albi
versiyonundaki Manici doktrinlerin dönüşünü de mahkûm etmiştir. 1869’da
toplanan Vatikan konsili Şeytan ve cinlerin tinselliği üzerine hiçbir fikir
getirmediği gibi, düşüşlerinin tarihi hakkında da hiçbir şey ileri sürmemiştir.
Önceki yüzyılların iğrenç aşınlıklanndan sonra çağdaş kilise Athanasious’un
öğretisine geri dönmüş gibidir; bu öğretiye göre önemli olan şey, insanın
Şeytanla değil, Tanriyla ilişkisidir.
BATININ BÜYÜK GECESİ
meşe de pek uzak değildi: Birçok cin yapabileceği her
kötülüğü yapmıyordu; ama, kötülük içinde piştiklerinden hiçbir iyilik de yapmıyorlardı.
Öncekiler gibi, Thomas Aquinas da kurgularım, tehlikeli olsa bile en ince
ayrıntılarına kadar sürdürüyordu: Dişi bir cin bir erkeğin spermini aldığından
bir şey doğuracaksa eğer bu bir dev olacaktır. Ayrıca Thomas Aquinas, Şeytan’ı
ve cinleri tinsel varlıklar olarak temsil etme eğilimindeydi, ancak bu kişisel
bir bakış açısıydı, çünkü ondan, sonra kardinal Cajetanus fazla başarı göstere
meşe de, cinlerin cismani varlıklar olduklarım söyledi.
Aslında ve ilk yüzyıllardan beri, Şeytan ve cinler
üzerine bütünlüklü bir doktrin oluşturmak olanaksızdı. Şeytan’ı Gökten
düşürmüş olan günahın, arzunun, tensel isteklerin ya da kibrin doğası bilinmiyordu;
dış görünüşünün güzel mi çirkin mi olduğu bilinmiyordu; Şeytan’m düştüğü
Yaratılış anının güneşin ve insanların yaratılışından önce mi sonra mı olduğu
bilinmiyordu; Şeytan tamamen tinsel miydi yoksa incelikli bir şekilde maddi,
hatta tamamen cismani miydi bilinmiyordu. Nerede oturduğu bilinmiyordu; özünde
kötü mü yoksa merhametli mi olduğu bilinmiyordu; -bazılarının dediği gibison
derece zeki biri mi, vasat bir zekâda ya da aptal mı olduğu bilinmiyordu;
kıyamet gününde tanrısal bağışlanmaya uğramaya layık olup olmadığı
bilinmiyordu. Temel bir sorun olan bu son nokta çok tartışılmıştır. Aziz
Jerome gibi kimileri Şeytan ve cinlerin ıslah edilebilir olduğunu ileri
sürerken, Autunlu Honore gibi diğerleri onların bağışlanamaz olduğunu
düşünüyorlardı. Kurtuluşları ancak Kelam’m kavranılmaz ölümüyle olabilirdi.
Şeytan’m boyun eğdiği Kötülük’ün önceden varlığı sorunu ise çözümsüzlüğünü
koruyordu.
İmgelemin ve ince fikirlerin bu bolluğu günümüzde bize
şaşırtıcı gelebilir; ama o dönemin takıntısı dindi ve ortalıkta yığınla tarikat
müridi vardı. Yalnızca Katharlar yoktu; kadınlarıyla birlikte çıplak yaşayan
Ademcilerden, Tanrı erdeminin cisimleşmesi olan ilk pey-
ŞEYTANİN GENEL. TARİHİ
gamber Melkisedek’in göklere çıkardığı Melkisedekçilere
ve ondördüncü Ay’da Paskalya’yı kutlamak gerektiğini ileri süren Tessaradeskaditlere
kadar sayısız türden takipçileri de vardı. Kilise adamları elbette bunlara bir
şey borçlu değillerdi.
Şeytan üzerine düşüncelerin tek bağlantı noktaları,
Roma kilisesinin savaş halinde olduğu sapkınlıklar ve bölünmelerden sağlanmıştı.
Böylece, bütün bilginler İsa’nın Cisimleşmesi ve günahkârların Kurtuluşu İle
çatışan iki temel düşünceyi reddettiler: Maddî dünya Şeytan’ın tekelinde
değildi ve onu İsa yaratmamıştı. Ama paradoksal olarak, kilise Şeytan üzerinde
konumunu belirlemek üzere asla müdahale etmedi; sorumluluğu din bilginlerine
bıraktı?9
Akılcılaştırıcı yapılarına rağmen bu zihinsel
kuruntular Dogonlarınkinden, Yoruba ya da Inuitlerinkinden farklı değildi:
Mantıksal saçmalıklar yapıyorlardı, çünkü hiçbir papaz ya da teolog erkek ya da
dişi bîr şeytan görmemişti. Bunlar da etnolojiden derlenen her şey kadar
şiirseldi. Şaşırtıcı doğaları mantıksızlıklarından değil, sonuçla-
39Gerçekten
de bu şeytan çılgınlığı-esas olarak Roma kilisesine bağlı ülkelerin durumudur.
Dogmaları olmayan ancak sadece ilkeler dayatan Doğu kiliseleri, başlangıçtan
itibaren Şeytan karşısında çok daha sakımmh bir tutum benimsemişlerdir. IV.
yüzyıl yazarı olan İskenderiyeli Kör Didymus’un düşünceleri tekrar
benimsenmiştir. Bu fikre göre, “kötü olan şey arzu değil, belli bir arzudur”
(Fragmento in proverbia,
11; 7). Ortodoksluğa göre çöller, Lukâ’mn öğretisine bağlı olarak (11; 24 ve 7;
23) cinlerin özel alanları olmasına rağmen, keşişlerin prestiji topluluk
halinde yaşayan rahiplerinkinden her zaman daha fazlaydı, çünkü “çilecilik
atleti” olan keşişler, “dayanılmaz bir koku” çıkardıklarına emin oldukları
Şeytanla ve cinlerle daha sık olarak boy ölçüşürler. Doğu monarşisinin Batı
kadar düşünceye dayalı mistisizme bulaşmadığını belirtmek gerekir, çünkü “Doğu
mistiği, sanrılar görmeye karşıdır ve her türlü düşünceye dalmanın hayali bir
şey olduğunu ... iblisin tuzağı olduğunu ileri sürer," zihinsel olan şey,
“tanrısallığı figürler ve biçimler içinde sınırlandırma” yanılsaması içinde
bozulur (Paul Evdokimov, L’orthoâoxie, Delachaux & Niestle, Ncuchâtel, 1955). Fransa’daki
ortodoks Yunan kilisesinden, metropolit Meletios’un onayladığı Ortodoks
Bir Grup Hıristiyanm Hoçırlodığı Aileler için Din Kitabı (Cerf, 1979) her iki Ahit’te görülen kavramlardan pek farklı
değildir ve yeni bir yorum gedmezler.
.480
BATININ BÜYÜK GECESİ
rından kaynaklanmaktadır.
Gerçekten de, yüzyıllar boyunca, Batı düşüncesi40
Kötülüğün yayılmasından değil, şeytansı batıl inançlar m yaydığı kanlı
dumanlardan dolayı pis kokuyordu. Ortaçağda engizisyonun yol açtığı şeytan takıntısı,
patoloji ve zekâ geriliğinin işitilmemiş doruğuna erişti. Büyücüler
envanterini hazırlayan Le Cabinet du Roy de France, 72 cin prensinin ve
onlara bağlı 7.405.920 cinin varlığını saptamıştır: 6 tane cin tümeni vardı;
bunların her biri 666 bölükten oluşan 66 birlik içeriyordu; bir bölükte 6.666
cin vardı, yani toplam olarak 1.758.064.176 cin.41 Demek ki çok
sayıda düşmüş melek varmış! Günümüzde bile Amerikan polisi Şeytan’dan gerçek
bir varlık olarak söz etmeye devam etmektedir!
Ortaçağdan itibaren, Şeytan üzerine tüm zırvalara
inanıldı ve bu zırvahklar ne kadar çılgıncaysa o kadar çok dinleyici buldular.
Böylelikle bir büyücünün bir balta sapından süt sağabileceğine, büyücülerin
İsa gibi su üzerinde yürüyebildiklerine, görünmez olabildiklerine, gizlice
evlere girebildiklerine inanıldı; bunları yaparken şu şeytansı duayı
okuyorlardı:
“Athal, Bathel, Nothe, Jhoram, Asey, Cleyungit,'
Gabellin, Semeney, Mencheno, Bal, Labenenten, Nero, Meclap, Helateroy, Palcin,
Timgimiel, Piegns, Peneme,
Fnıora, Hean, Ha, Arama, Avira, Ayla, Şeye, Peremies, Seney, Levesso, Huay,
Baruchalu, Acuth, Tura!, Buchard, Caratim, per misericordiam abibit ego
mortale perficiat qua hoc opus invisibiliter ire possim.
Her yerde büyücüler vardı; özellikle çirkin kadınlar
büyücüydü. Entrikaları, Şeytan başkanlığında yaptıkları toplantılar ve elbette
sefa-
4°Grillot de Givry, Witchcraft,
Magc & Alchemy,
Dover Publications, ine. New York, 1971.
-»i A
Mcırtenu des sorciâres, a.g.e.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
hat âlemleri -çünkü zevk alarak sevişmek kuşkusuz
Kötülüğün mümkün olduğunu gösteriyordutanımlanıyordu. Dönemin en karanlık
düşünürlerinden ve her ikisi de Dominiken olan, Institoris43 denen
Henry Kraenıer ve Jacques Sprenger bu konuda dönemin çok satan kitabını
yayınladılar (I486’dan 1669 yılına kadar Strasburg, Spire, Nuremberg, Cologne,
Paris, Lyon, Venedik, Frankfurt, Friburg-um-Brisgau’da otuz dört baskı yaptı ve
kitap hâlâ dolaşımdadır!), ünlü Malleus Maleficorum ya da Büyücülerin
Çekici. Bu, kuşkusuz engizsyoncularm ilk elkitabı değildi, çünkü daha önce
gördüğümüz gibi Eymericus bir tane yazmıştı. Ancak örneklerinin bolluğu ve
anlamsızlığa uygulanmış olan görünürdeki sağduyusu nedeniyle bu, en yaygını olmuştur.
Bu kitaptan öğreniyoruz ki, “cin bedeni ele geçirebilir, ama ruhu değil,” çünkü
cinin meleksi özü insan özüne karışamaz44 vs.
Şaşırtıcı çelişki:
Baştan çıkarıcıların prensi her zaman korkunç olarak betimlenmiştir; erkek ve
özellikle dişi hizmetkârları itici çirkinlikledir. Daniel Defoe, bu konuyla
alay etmektedir: Belki
de
büyücüler, Efendileri’nin korkunç yüzünden korkmamak
için son derece çirkin olmak ihtiyacı içindedirler... Ünlü Ingiliz büyücü ve
kadın peygamberimiz Shipton Ananın görünümü hayal edilebilecek en çirkin yüz
değilse eğer, portresinde kendi dezavantajına iyi resmedilmiştir..”45
Cin takıntısı, Batı zihniyetini kuşkusuz en zehirli
biçimde karanlı-
43 İkisinden
birincisi, karanlık bir nezaketsizlik nedeniyle meslek yaşamına son vermiş
olmalıdır: Dul bir kadından para ve mücevher “ödünç almış” olduğundan 1482
yılında engizisyonun genel başkanı ona ödemesini buyurdu. Ustaca bir
şaşırtmayla Institoris, Basel Konsili’nin yeniden toplanmasını isteyen bir
başka Dominiken ile tanışmaya gitmiş olan Papa IV. Sixtus’un savunmasına
koşar. Engizisyoncu bu şekilde aklandı (Amand Danet, Murteau des sorci£res’in
“Giriş”!, Plon, 1973.)
44 Defoe, Hisloire dtı
Diabte, a.g.e., c. II.
4j Grillot de Givry, Witchraji, Mugic & Alchemy, a.g.e.
BATININ BÜYÜK GECESİ
ğa boğmuştur ve ressamların, müzisyenlerin, yazarların
bu ortamda ayakta kalmak için akıllarım yeterince başlarında tutabilmiş
olmaları bir mucizedir. Ancak daha kötüsü, Albililerin katledilmesinden çok
sonra dünyayı kana boyamış olmasıdır.
işte binlerce örnek arasından bazıları. 1582 yılında
Coulommiers’de, Abel de La Rue idam edildi, çünkü Spanyel köpeği kılığına
girmiş Şeytanla anlaşma yapmış ve komşularını güçsüz düşürmüştü. 1591 yılında
Leonarde Chastenet, seksen yaşında canlı canlı yakıldı, çünkü büyü yapmış,
şeytanın toplantılarına katılmış ve onunla çiftleşmişti. Dahası 1611 yılında,
Magdaleine de Mandols adlı bir rahibeyi büyülemekle suçlanan rahip Gaufridy,
bir şeytan toplantısına katıldığını “itiraf etti” ve ceza olarak canlı canlı
yakıldı. İtalya’da, bir başka rahip Benedetto Benda da seksen yaşında canlı
canlı yakıldı, çünkü evinde Hermeline adlı dişi bir cini barındırdığını ve onu
kendisiyle birlikte her yere götürdüğünü itiraf etmişti. Hermeline kuşkusuz
dişi bir şeytandı, çünkü Bizans’tan beri herkes bilmekteydi ki meleklerin
cinsiyetleri yoktu. Çocukları yakmaktan da .geri kalınmadı; onbir yaşında
ölüme mahkûm edilen Catherine Naguille bunun örneğidir.46
19 Ağustos 1692 yılında Massachusetts’te, Martha
Carrier adlı bir kadının asıldığı iç karartıcı “Salem büyücüleri” olayı
bilinmektedir. Kadının büyücü olduğuna dair “kanıt,” Phoebe Chandler adh komşu;
şunun, Martha Carrier’le kavgasından sonra hayvanlarının “garip bir hastalıksan
acı çektiklerini söylemesi oldu. Martha Carrier kendi öz kızı tarafından da
suçlandı; kız mahkemede annesinin bir kara kedi : olduğunu ileri sürdü! Martha
Carrier Şeytan takıntısının neden oldu;■ ğu canice işkence vakalarından
biridir: Gerçekten de Hazıran-Eylül k 1692 yılları arasında ondört kadın ve beş
erkek Salem’de büyücü oldukları gerekçesiyle asıldılar, biri de
öldürülünçeye'kadar işkence
^Villeneuve, Dictioıınaire du Diable, a.g.e.
L 483
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
gördü. 1669 yılında, İsveç’teki Mora’da seksenbeş kişi
canlı canlı yakıldı, çünkü üç yüz çocuğu “baştan çıkarmışlar" ve şeytan
ayini yaptıkları söylenen Blokula Dağı’na çıkarmışlardır. IX. Charles’ın bir
soruşturma komisyonunun topladığı “tanıklıkların hukuksal değeri üzerinde
kuşku duyulabilir: Birçok “büyücü," “cinlere çocuk sunduklarını, cin
eşliğinde çiftleştiklerini, her tür büyü yaptıklarını ve son yargı günü
kendilerini korumak üzere taştan bir ev inşa etmeyi denediklerini itiraf
ettiler. “Ardından, onbeş yeniyetme yakıldı ;..’’47
İşkencecilerin sözümona Tanrı aşkı kısa sürede kendini
ele verecektir, çünkü bu canice şeytanlık olaylarında Şeytan’ın ele
geçirdikleri kilise engizisyoncularından başkaları değildir. Gerçekten de
böyleydi; sadece sapkınlara değil, Katolik olmayan dünyanın geri kalanına ve
özellikle Yahudilere karşı kinleri vardı. Daha XII. yüzyılda Oxford başdiyakosu
VValter Map, Katharlarm Şeytan’ı nasıl çağırdıklarını anlatıyordu, çünkü
Katoliklere göre onların Şeytan çağırdıkları kesindi.
“Gecenin ilk nöbetine doğru... her aile kendi
sinagogunda sessizce bekler; ■ o sırada, ortalarından sarkan bir sicimden
şaşırtıcı boyutlarda bir kara kedi iner. Onu görünce ışıklan yakarlar ve
ilahileri belirgin bir biçimde değil, dişleri kenetli olarak sessizce
mırıldanırlar ve efendilerini gördükleri yere yaldai şırlar, ona dokunmaya
çalışırlar, onu bulduklannda kucaklarlar.”™ v
İşte işin iç yüzü: Katharlar Yahudiydiler, çünkü
sinagoglarda top: tanıyorlardı (tersi de doğrudur), incelikli yön değiştirme.
Lekeleme ; genellikle bir dedikoduyla başlıyordu: 1480 yılında, Avila yakınında)
ki köy otan Guardia’da “Yahudiler üç ya da dört yaşlarında bir çocuğu
kaçırmışlar, onu tokatlayarak, kırbaçlayarak ve dikenlerden yapılma <
47 Walter Map, De Nugis Curialium, 1181-1192, aktaran Richards Sex, Dissidente and
Damnation,
a.g.e.
48Richard Lebeau, 'T492: Hoşgörüsüzlüğün Altın Çağı," İmpact-medecin, 10 Nisan 1992.
BATININ BÜYÜK GECESİ
bir taç takarak çarmıha gerilmiş İsa’ya
benzetmişlerdir."49 Daha sonra, kalbini çıkararak kurban
etmişlerdir. Engizisyon yeni bir alan bulmuştur: Yahudilerin faaliyetleri.
1485’ten 1501’e kadar Toledo’da ikiyüz elli Yahudi yakıldı; 1490’a kadar,
Amerika’nın keşfinden iki yıl önce, iki bini yakıldı ve onbeş bini din
değiştirmeye zorlandı.50 Yahudiler, eşcinseller, Katharlar Şeytan’ın
hizmetinde olan büyücülerdi!
Engizisyon davaları sırasında elde edilmiş tüm
İtiraflar şaşırtabilir. Bazıları -kilise kullanımına izin verdiğindenkesin
olarak işkenceyle elde edilmiştir. Günümüzde, bizim mütevazı polis karakollarımızda
engizisyoncularm eskiden kullandıkları işkence araçlarıyla metal tıkaç, su
işkencesi, ayaklık51 ve başka canavarlıklar-' elde edilenden çok
daha fazlası elde edilir. Yine de başka itiraflar kendiliğinden gibidir, işe
yarıyorlar mıydı? Şeytanla çiftleşmiş insanlar var mıydı? Bu yüzyılın başına
kadar bazı Katolik otoriteler “şeytansıların, yani Cinlilerin tartışılmaz bir
gerçek olduğuna inanıyorlardı52 ve zımnen, onların itiraflarından
hiç kuşku duymuyorlardı. Oysa kilise-
49Brigiıte Leroy, Pau Üniversitesinde profesör, aktaran
Lebeau.
»A
A,g.e.
51
Metal tıkaç, armut şeklinde metalden bir aletti. Zorla ağza sokuluyordu; genellikle
dişler kınlıyordu. Bir vida aracılığıyla aletin kenarlan açılıyordu. Böylece
çene kemikleri, konuşmaya hazır olduğunu başıyla, ya da elleriyle işaret
edinceye kadar aynhyordu. Su işkencesinde zanlı sımsıkı bağlanır ve bir huni
yardımıyla sindirim borusuna zorla su dökülür. Ayaklığa gelince, bu, zanlının
kol ve bacaklarından' birinin kapatıldığı bir mengeneydi ve kan damadan
çatlayıncaya kadar sıkıştırılıyordu; ancak kemikler de kırılıyordu. Bu incelikler
engizisyonun “merhametli” emirleriyle saptanmıştı: Zanlıya işkence edilebilirdi,
ancak ölüme yol açmamalıydı.
511924
yılında yazılan Dictionııaire de
theologie
catholique, a.g.e. şöyle belirtir:
“Günümüzde, tıp biliminin ve bağlı bilimlerin ilerlemesi adına ruhlarına cin
girmiş insanların varlığı reddedilmeye çalışılmaktadır. Bu insanların tuhaf durundan
özel anormal etkilerle, özel olarak sinir hastalıklanyla görülmek istenmiştir...
Cisimsek organlan ve bir insan varlığının tinsel yeteneklerini elde etmek için
Tanrı’nın cine verdiği izin kimi zaman, cin çarpmışlann işledikler bazı ciddi
günahların, özellikle tensel günahların cezalandırılmasıdır."
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
nin açıklamaları,
kişisel olduğu kadar kolektif de olan bir tavsiye nitel iğinde ki doğrulanmış
psikolojik bir olguyu pek dikkate alıyorgözükmüyordu. Tüm tarih boyunca ve
yakın dönemde, otomobil ve te? levizyon çağında Fransa’da bu durum görüldü:
Kolektif histeri duj; rumları, şeytansı tehlike ve işkence fantazmlarıyla
birlikte güpegün.:i düz, en ufak bir şeytansı belirti olmadan,
dinsel teşvik olmadan, ■ j Orleans ya da Calais gibi şehirlerde meydana
gelebilir.53 Gerçek ya da hayali bir tehlike karşısında, bir gerilim
döneminde, insanlar varolmayan bir hastalığa tutulduklarına inanabilirler ya da
defalarca önejj rilmiş korkunç bir edimi gerçekleştirdiklerine inanabilirler;
özellikle ç herhangi bir nedenle bir suçluluk duygusu taşıyorlarsa... j
Bu tür psikozlar için genellikle bir çıkış noktası
vardır. “Salem | büyücüleri" olayında, trajediden üç yüzyıl sonra yapılan
tarihsel bir 4 araştırma açıklayıcı birçok durumu gün ışığına çıkarmıştır. 16911692
kışı boyunca, Salem’de, birçok genç kız rahip Parris’in mutfaJ ğında sık sık
bir araya geliyorlardı. Orada, Antiller’den gelen bir kö£ lenin, Tituba’nın
anlattığı Vodu hikâyeleri dinliyorlardı; bu bile kenJ di gözlerinde bir suçtu.
Geleceği görmeye çalışıyorlardı, örneğin koçalarının kim olacağını öğrenmek
için soğuk suya fırlatılan bir yu-, i murtanın beyazının aldığı biçimi
inceliyorlardı. Ailevi ve dinsel | emirlere bu tür karşı çıkmaların ardından bu
kızlarda aşırı bir sinir j
Yetmişli
yıllarda ortalığı kınp geçiren “Orleans dedikodusu” denen ünlü olayda, şehirdeki
Yahudi bir çizmecinin kadın müşterilerine en baştan çıkancı l çizmeleri
denettiği ileri sürülmektedir. Bu çizmelerin tabanında güçlü bir uyku ilacına
bulanmış sivri bir uç varmış. Böylece uyuyan kadın müşteri beyaz ■1 kadın
ticareti yapılan bir merkeze götürülüyormuş. Gaston Lerouxya yakışır j bu
Rocambolvari uydurmacada en ufak bir gerçeklik izi bulunmamıştır. Ekim ).992’de
güçlü bir biçimde ortaya çıkan “Calais dedikodusunun ko=• nusu, bir, ardından
da iki genç çocuğun canice karınlarının deşilmesidir. Po; j lis seferber olmuş
ve söz konusu lisede alışılmamış önlemler almak zorunda .4 kalmıştır. Herkesi
ayağa kaldıran bu yutturmacada da hakikat izine rastlan.-1 atamıştır. J
BATİNIN BÜYÜK GECESİ
gerginliği oluyor, bazıları sinir krizleri geçiriyor,
hatta kasılıp kalıyordu. Bu durum, dört ayak üstünde yürüyerek havlayan kız
gibi, kimi zaman deli saçmalığına dönüşüyordu. Aileler bu durumdan korkuyordu.
“Cin çarpmış” olan kızlara onları kimin çarptığı sorulduğunda üç isim veriyorlardı:
Başta, Antilli Tituba’nın ismi, Sarah Good adlı küfür edip duran dilenci bir
kadının ismi ve ikinci kocasıyla düğünden önce birlikte yaşamak gibi
affedilmez bir günah işlemiş olan bir kadının ismi. Üç bahtsız kadın
hapsedildi, şeytanın ruhlarını ele geçirmiş olduğu ileri sürüldü ve cehennem
makinesi çalıştırıldı.54
Kilise ve engizisyon Şeytan ın varlığını ve bütün
inananlar için kilisenin buyruklarına kesin olarak uyma gerekliliğini
kanıtlamak için bu histeri belirtilerini sömürdü. Engizisyonun sonundan çok
sonra da böyle oldu.
Fransa’da 1789 Devrimi’yle büyük ölçüde hırpalanan
engizisyon Avrupa’nın geri kalanında yıllarca varlığını sürdürdü. Fakat nihai
darbe, 1808 yılında Madrid’e girdikten sonra engizisyonu feshetme kararı alan
Joseph Bonaparte tarafından indirildi. 1813 yılında Cortes’ler engizisyonun
İspanyol Anayasasıyla bağdaşmadığını ilan eden olağanüstü bir meclis
topladılar. Roma bunu derhal protesto etti ve 1814 yılında sürgünden dönen VII.
Ferdinand’a engizisyonu yeniden kurdumu. Ancak, haklı olarak mülklerinden
yoksun bırakılmış olan İspanyol engizisyonu -insanları canlı canlı yakmaya en
eğilimlisi olduğundan en korkunç engizisyonlardan biri olanıçok zayıf düşmüştü.
Papa 1816 yılında, entelektüel seçkinlerin ve eğitimli burjuva^ ların mahkûm
ettiği en sevdiği aygıtı kaybetmemek için işkenceyi kaldırdı; ancak çok geçti.
Ispanya’da 1820 liberal devriminin ardından engizisyon yeniden ortadan
kaldırıldı, sonra Fransız askeri seferi sırasında (Botırbonlar engizisyonun her
zaman ateşli savunucularıydı)
MLaura Shapiro, “The Eesson of Salem,” Newsweek, 7 Eylül 1992.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Angouleme Dükü yeniden
uygulamaya koydu ve nihayet 1820 yılında Kraliçe Christine tarafından kesin
olarak ortadan kaldırıldı. En ünlü engizisyon başının adı Tomas de
Torquemada’ydı (1420-1498); tarihin en kötü yürekli katillerinden biri;'modern
Heydrich ve Himmler’lerin öncüsü olan Torquemada’nın adı haksızlığın
eşanlamlısı olacaktır. O, aynı zamanda ülkenin de bir düşmanıydı, çünkü, onun
sultası nedeniyle tüm halk kaçmıştı. Engizisyon tamamen gözden düşmüştü.
Alçaklığın tarihinin en karanlık bölümlerinden biri
kapanıyordu. Ancak Şeytan yine de yenilmemişti.
Günümüzde İslam ve çeşitliliğine dair İslam öncesi Arabistan’a
dair Muhammed’e yönelik cin çarpmışlık suçlamalarına dair Peygamberin Kuran’da
Şeytan’dan yaptığı alıntılara dair Müslüman olmayan herkese yönelik iblislik
suçlamasına dair “İslam” anlamına gelen “teslimiyet” sözcüğüne ve “bireyselliğin”
savunusu olarak iblisliğe dair Eski Ahit’in İslam üzerindeki etkilerine dair Islamın
politik özelliklerine, ağır başlı etiğine, dayanışma ve cömertlik övgüsüne
dair Muhammed’in projesinde kesin ve basit bir etiğin gerekliliğine dair İslam
ümmetinin doğumundan sonra devletler yaratan Islamın politik rolü ve
peygamberin federasyon kurucu dehasına dair, >
Bütün ansiklopediler İslaman Arabistan’da, yani Arap
Yarımadası’nda doğduğunu yazar. Coğrafya dikkate alınırsa bu doğrudur, tarihdikkate,
alınırsa belirsizdir. Çünkü tarihsel olarak Arabistan, özellikle W VII.
yüzyılda Islamın doğuşu sırasında, hem kültürler açısından hem . O de dinler
açısından homojen bir varlık olmaktan uzak olduğu gibi daha önceki yüzyıllarda
da hiç değildi. Islâm, kendinden Önceki dünyalardan etkilenmekten geri
kalmamıştır. Hâlâ da etkilenmektedir. 'W
Ben, o dönemde tek İslam! üniversiteye sahip olan
Müslüman bir ® ülkede, Mısır’da doğdum ve gençliğimi geçirdim. Bu üniversite,
El . Ezher Üniversitesi’ydi. Arapça bildiğimden, ileri geri sallanarak ca®
minin uzayıp giden kırmızı halıları üzerinde bağdaş kurmuş öğrencilere Kuran
öğreten şeyhleri dinledim. Islamın iki temel kolu olan ' Sünni -Yolile
Şii -Ali’nin mezhebiarasındaki farkı bana hemen öğO: reltiler. Müslümanlarla
sık sık görüşmelerim, Kuran’ı yorumlayan dört sünni okulunu -Hanefi, Maliki,
Şafi, Hanbelianlamam için baw. na temel bilgileri sağladı. Sonra, yolculuklar
ve okumalar beni İslam' ın iki büyük akımının çeşitli dallarına yöneltti, “Assassin”
[Fransız® cada “katil”] sözcüğünü bize miras bıraktıktan sonra günümüzde kay®
bolmuş olan renkli “haşhaşenler” ya da haşhaş içicileri, Dürziler, İsW;
maililer, Oniki İmamcılar ya da Etnaşariyyeler, Zeydiler, Karmatiler,
Fatimiler; bunların hepsi Şiilikten türemiştir. Dahası, her inananın S; halife
seçilebileceğini savunan “hariciler;” insan edimlerini yargılamayı Tanrı’nın
ayrıcalığı olarak gören Mürciler; İnsanın özgürlüğüne vurgu yapan ve Tanrı’ya
herhangi bir özellik atfetmeyi reddeden, ne-O; redeyse yok olmuş olan
Kadiriyyeciler, Mutezileler; kutsal bir savaşta T®'
490
İSLAM
ya da cihatta ölmenin cennete gitmenin garantisi
olduğuna inanan “Vahabiler,” İrfaniye mistikleri olan sufileri, ünlü dönen
dervişleri de bağırlarında taşıyan Celaleddin Rumi’nin, yani Mevlana’nın
öğrencisi olan Bektaşiler; Filistin’de Carmel Dagı’nda gömülü olan Bahaullah’ın
öğrencileri Behailer ya da Bahailer, ki bunların, temsilcilerine Yeni Zelanda’da,
Auckland’da bile rastladım; Srinagar’daki İsa’nın mezarının bekçileri olan,
Pencaph Ahmediyeler...
Cuma namazına çağıran müezzin’lerin çağrılarım yıllarca
işittim. Günümüzde hoparlörlerden yaydan bu dinsel ezgileri işiten uzman
Müslümanlar müezzinin yeteneğini cümlelerinin eksiksiz dokusundan, gazel
yeteneğinden, sesinin katışıksızlığından, uzun bir alıştırmanın meyvesi olan
diksiyon düzgünlüğünden ölçüyorlardı. Bu müezzinlere, belli bir heyecanla,
Java’daki ilk cuma günüm sırasında, korkunç bir volkan olan Krakatoa volkanının
kalıntılarını ziyaret etmek için güney sahilindeki bir plajın üstünden şafak
vaktinde uçarken rastladım; tıpkı İstanbul’da ve Beyrut’ta olduğu gibi. Vurgu
her yerde aynıydı. Ama insanların davranışları farklıydı; Dinler yolculuk eder;
kültürler, her zaman değil.
Geleneğe göre, Peygamber Islamın yetmişüç mezhep
kapsadığını ve sonunda sadece bir tane kalacağını ileri sürmüştür. Yalnızca
benim bildiklerim bile beni şaşırtmaya yeter; kimi zaman, İslam üzerine bazı
Batılı söylevler karşısında sinirlenir ya da bıkkınlık gösteririm. Yekpare bir
bütün olarak sunulan İslam, yaşanış biçimiyle, Cezayir’den Kuala Lumpur’a,
Tahran’dan Akra’ya kadar sonsuz değişiklik gösterir. Değişmeyen tek şey İslam
karşısındaki cahilliktir.
Dünyanın geri kalanının, Avrupa, Hint ve Çin’in tarihi
yüzyıllardan beri bilinmekteyken, Arabistan’ın tarihi, petrol araştırmalarına
paralel olarak otuzlu yıllarda girişilen arkeolojik kazı kampanyaları
vesilesiyle -örneğin bir Wendell Philipsbelli bir netlikle ortaya çıkmaya
başlamıştır. Suriye çölü Hama’dan başlayan ve Kızıldeniz ile
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Basra Körfezi arasında
ilerleyip Hint Okyanusu’na kadar uzanan bu küçük kıtanın, Dahna, “Issız Bölge”
adına fazlasıyla layık olan RubülHali geniş alanları ya da Necd’in büyük
bölümleri hâlâ yeterince bilinmemektedir. 1992 yılında arkeologlar Umman’da
efsanevi bir kent olan ve buhur ticaretinin büyük merkezlerinden biri olan
Ubar’m kalıntılarını bulmuşlardır. ;
Mısırlılar, Romalılar, Yunanlılar, EtiyopyalIlar,
Fenikeliler, Yahudiler bliradan geçmişler ve her biri kendi izlerini bırakarak
kimi zaman oraya nüfuz etmişlerdir. Asyalılar da gelmişlerdir, çünkü Akdeniz
dünyasıyla Asya, ardından da Yarımada ile Asya arasındaki mücevher, mercan,
inci, baharat, ıtırlı bitki, ipek, cam eşya, hayvan ticareti nedeniyle, en
azından ÎÖ birinci bin yıldan bu yana bu bölgede yollar yapılmıştı, ikinci bin
yılın başından beri bu ticaretlerin tanığı olan Mezopotamya kralları deniz
yoluyla Hint’ten filler ve maymunlar getirtiyorlardı.1 Doğu,
kolaylıkla hayal edildiği gibi asla bir çöl olmamıştı. Hatta bölge tanrılarla,
krallarla, iblislerle doluydu. Şeytan’ın soy kütüğü Arabistan’da parça
parçadır,
. Arabistan’da birçok kültür var olmuştur ve bunların
neredeyse tümü ortalama AvrupalInın bilgisinin tamamen dışındadır:2
Kökenleri
H.W.F. Saggs, Civilizatkm Before
Greece and Rome, Yale University Press,
New Haven ve Londra, 1989.
Vahab İbn Munnabih ve El-Hassan İbn Ahmed ve Hamdani
gibi tarihçiler Güney Arabistan’ın tarihini ancak XX, yüzyılda incelemeye
başladılar. Bu bilgiyi hatırlatan Ne il Asher Silbermann’dır: Between
Past and Presem Archaelogy, IdeoJogy and Nationahsm in the Modem Middle-East, Henry Holt & Co., New York, 1989. Aramco petrol
araştırmalannm ve arkeolojik olarak el değmemiş topraklara erişme olanaklarının
teşvik ettiği, T.E. Lawrence’m macerasının Batı’da neden olduğu Arap dünyasına
ilginin yeniden canlanması sayesinde az sayıda uzmanın bildiği bu tarih bundan
böyle çok yavaş ortaya çıkacaktır. Milliyetçi gurur seksenli yıllara kadar bu
araştırmaları engelleyecektir. Ünlü Saba Melikesi “Belkıs Tapınağında,
Marib’te sürdürülen American Foundation for the Study of Manin 1951-1952 kazı
kampanyası Kuzey Yemen’deki devrim tarafından, hem itiraf edilmiş politik
nedenlerle (yeni re-
İSLAM
' 1Ö II. bin yıla kadar
uzanan Mineen krallığı? Süleyman’ın ünü dillere destan gözdesi, IÖ 950’ye doğru
kralı ziyaret etmiş olan Saba Melikesinin hüküm sürdüğü Sabiiler, 10 115’e
doğru Sabiilerin yerine geçmiş olan Himyeriler ve Gassan ve Kinda krallığından
Hiritler. Dilleri Sami dili olduğundan? yarımadada oturanların Sami soyundan
geldikleri, dinlerinin de Sami olduğu sonucu çıkarılır. Bu nokta daha az
kesindir.
Mineenlerin panteonunda yüz kadar tanrı vardır; bunlar
hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmemekteyiz. Babil Şamaş’ından doğrudan
kaynaklanan Güneş, Sams -Arapçadaki shamsbir tanrıçadır ve Venüs
yıldızının tanrısı Attar erkektir; dişi olan Babil Iştar’ının ve eşi benzeri
görülmemiş değişimlere uğrayacak olan Babil Astaroth’unun Mineen
çeşitlemesidir. Gerçekten de, bir yandan, Yunan’da aşk tanrıçası Astarte
olacaktır ve tarih-öncesi dönemlerin büyük bereket tanrıçasının soyuna layık
olarak, tapınaklarda yapılan kutsal fahişeliklere başkanlık edecektir. Diğer
yandan, ortaçağın Hıristiyan geleneği onda Şeytan’m ortaya çıktığına
inanmaktadır, çünkü birçok cinbilim kitaplarının ona verdiği isim budur.
Astaroth bir pagan tanrı da olsa, yaşlı Kral Süleyman
yine ona layık olduğu yeri verir, çünkü “babası Davud’un yüreği Allahı Rab ile
bütün olduğu gibi onun [Süleymanl yüreği bütün değildi,” ve “Saydaliların
ilahesi Astarti’nin ardınca gider”5 (aslında Astaroth, As-
jim
Marksistti) hem de itiraf edilmemiş dinsel nedenlerle sert bir biçimde engellenmiştir.
Dahası, Muhammed’den önce yarımadada yaşayan toplulukların ne hepsinin “Arap”
-oldukça muğlak bir terimdir bune de tektanrıcı olduğunu belirtmek dürüstlük
olur. Dinler .tarihini işleyen birçok yazarın Doğu’nun eski tarihini hiç
bilmediklerini saptamak şaşırtıcı değildir.
Bu ad Yunan kökenlidir.
Mineen Krallığı Ma’in ya da Ma’an adları altında da tanınır.
“Semitic Languages,” Encydopaedia
Britannica, 1960.
5 Krallarl, 16; 5.
■*^l
Y
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ /
tarti’nin çoğuludur,
çünkü bu tanrıça çokbiçimli olabilir). Bir .başka ’ {
İsrail kralı, Yoşiya, onun
için Zeytinlikler Dağı’nda bir tapmak inşa ; ettirecektir; Moabların tanrısı
Kemoş’a ve “Ammonitlerin mekruh. J şeyi’’6 Milkom’a inşa ettirmiş
olduğu gibi. Oysa ki kendisi kısmen • Yehova’ya sadık kalır. Göründüğü
kadarıyla, İsrail’in bu iki kralı, aşk ve bereket tanrıçasını herhangi bir
Şeytan’la özdeşleştirmekte kimi ’J güçlükler çekiyorlardı. 1
Habeşistan’a ithal edilen Attar, göklerin tanrısı
Astarti olacaktır.7 O bir aşk ve bereket tanrıçası değil midir? Bu
kesinliği ayrıntılı olarak belirtmek gerekir, çünkü Bybloslu Philon, onun
krallığına tanıkj hk etmek için, başında boğa boynuzlarıyla temsil edildiğini
söyler. ?
Fakat o bir Sami midir?
Eski dinler tarihinin bir belirsizliği daha, =
çünkü başındaki boynuzlarla Mısırlı Hathor’u doğrudan doğruya
çaği rıştırır; Hathor da boğa boynuzlarıyla temsil edilen bereket tanrıçasıdır
ve boynuzların arasında Ay bulunmaktadır, Oysa Hathor, Sabiiferden (1Ö 715) söz
eden en eski yazılardan en azından bin yıl kadar önce var olmuştur.
Dolayısıyla, Islamdan önce yarımadadaki tanrılaı rın bazılarının Mısırlı olduğu
fikri ihmal edilemez. Gerçekten de ya-
.9 rımada-çok fazla
etkiyi içine almıştır; bu durum, bir kavşak için nor7 maldir. Örneğin bu
etkiyle Büyük Tanrı’sma Rahman, bağışlayıcı, sı- ;
fatını vermiştir; bu
sıfat, Yahudi etkisini güçlü biçimde çağrıştırır.8 1
Gerçeklen de, gördüğümüz gibi,9 'İS VI.
yüzyılda Kızıldeniz üzerinde bir Yahudi sitesi vardı. Yahudilik, her durumda,
yarımadada varlığını güçlü biçimde hissettiren bir dindi; Medine’de, Yemen’de,
Suriye’de i önemli Yahudi cemaatlerinin hahamları ve okullarıyla birlikte var
olJ
■
r $
Krallar II, XXIII;
13. 7
7 Manfred Lurker, Lexikon der Götler wıd Dânıonen, Alfred Kramer Verlag, 4
Stuttgart, 1984. ■$.
8 "Sabaeaııs,” Eııcydopaedia
Britannica, 1960.
9 Bkz. 11. bölüm. ,
494 |
İSLAM
duğunu biliyoruz. Yahudi etkisinin Saba Krallığı’na
bile eriştiğine Kuran’ın 2. suresinin 62. ayeti tanıklık eder:
“Şüphesiz, iman edenlerde) Yahudiler, Hıristiyanlar
[Nasıriler] ve Sabiiler...”,û
Nasıriler, Hıristiyanlık yanlısı bir mezhep olan
Mandeciler ya da başka bir deyişle “Aziz Vaftizci Yahya Hıristiyanları”
olabilir. Fakat, daha ilerde göreceğimiz nedenlerle bunlar, aynı zamanda,
yarımadada adlandırıldıktan gibi, İsa’nın öğrencileriydi. Mekke ile Yemen
arasındaki Najran vahasında da, örneğin özellikle mevcuttular. 524-525 yıllarında
çok sayıda Hıristiyan burada şehit edilmiştir. Aynı ayette Nasırileriri
ardından Sabiilerİn adının anılması büyük bir olasılıkla rastlantı değildir;
Saba Kralhğı’mn sakinleri onlar değil midir? Adaşlıkları böyle düşünmeye yol
açmaktadır, ancak Saba sakinleri birçok dine tapıyorlardı, dolayısıyla
Peygamber’İn hangisini ima ettiği anlaşılmamaktadır. imalarında her zaman
kesin otan Muhammed aynı mezhebi iki farklı adla anmadığından bunlar, yukarda
belirtilen ve Subba ya da tam olarak Sabiiler de denen Mandeciler ya da
Vaftizci Yahya Hıristiyanları olabilirler.11 Isa’yı Hermes-Merkür’ün
değişmiş
10Burada yararlandığım Kuran yorumu Ândrâ
Chouraqui’ninkidir (Robert Laffont, 1990), Regis Blanchfere’in yorumuyla
birlikte, orijinal meme en yakın otan bu iki yorumdur. Bu ayete ilişkin notta
Chouraqui bu ayetin “günümüzde bulunmayan Sabiilerİn dini de dahil olmak üzere
dört tektanrıcı dinin de selamete götürdüğünü [yazar], Allah’a ve. onun vahiy
yoluyla gelen Kelam’ına katılanlar esinliler vatanım oluşturur.” Yine Chouraqui
şöyle yazar: Sabitlerin kimliği “yorumcular tarafından tartışma konusudur. Bu
dini, Musul . ve Huran bölgesinde, yıldızlara tapan ve Yahudilik ile Mazdacıhktan
türemiş bir din olarak görürler.”
11 Vaftizdi Yahya adlandırması aldatıcıdır, çünkü
Mandeciler Hıristiyanlık karşıtıdır; özellikle İznik Konsili sonrasında böyle
olmuşlardır ve “Bizanslı” diye adlandırdıktan ve sahte-Mesih olarak kabul
ettikleri Mesih İsa’yı, Fslıu nısiha kabul etmezler. Hakiki İsa’nın adı
Anush’tur ve o da diğeri gibi “Pilatus zamanında” dünyaya gelmiştir. Hakiki
İsa’nın yerine mumyasının çarmıha gerildiği şeklindeki Müslüman temasının
Mandeci düşünceye yabancı olmadığı
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
bir hali ve yedi aldatıcı gezegenden birinin
cisimleşmesi olarak kabul eden, yarımada çöllerinde yolunu şaşırmış
sapkınlar... Yarımada, bir din ihtiyacının musallat olduğu, ancak kendilerine
uygun, yani düşlerine uygun bir din peşindeki, farkında olmadan bölücü, sapkın
ve marjinallerle dolup taşar.
Ancak İslamiyet! yayanlar, Zerdüşt’e tapanların,
Mazdacılann ve kuşkusuz başka dinlere inananların da Mekke’de yaşama hakkı olduğunu
kabul ederler. Nesturi Hıristiyanların varlığı da dışlanamaz. Mekke ve her
durumda yarımadanın bütünü, bütün büyük ticari kavşaklar gibi, antik ve yakın
dönem dinlerinin bir sahnesi gibiydi; seraplar ülkesinde, Doğu ve Batı
tanrılarının korkunç bir araya gelişi olarak her türden mezhep ve bölünme de
vardı,
Çünkü nerede kilise varsa orada bölünme de vardır ve
VI. yüzyılda, Hıristiyanlığın yayılmasıyla her yana kiliseler serpilmişti:
Libya □aramalılarında olduğu gibi Pontus Hyrcanİenlerinde, Kuzey’in Gotlarında,
Aksum’lu Habeşlerde, Yukarı Nil’in Nübyelilerinde ve Asya’nın Hunlarmda.
Dolayısıyla, İncillerin Pers, Bulgar, Fenike, Hint ve diğer dillere çevirileri
vardı. Her Hıristiyan merkez, yerel inançları özümsemişti; Roma ve Bizans’tan
ne kadar uzaksa bunları o kadar daha faşla özümsüyordu, kimi zaman Kartaca’dan
Sebastopolİs’e, yetmiş başpiskoposluğun öğretisinden ayrılıyorlar, sapkınlığa
kadar varıyorlardı.
En erken 567’de, en geç 579’de, kimilerine göre 571’de,
Mekke’de Muhammed12 doğdu; Abdullah ile Amina’nın oğluydu. Bunlar,
Mek-
varsayılabilir. Gnostik,
üstatları Vaftize! Yahya’ya sadık olan ve onun anısına düzenli olarak ve
törensel biçimde, Vaftize! Yahya’nın Ürdün’de yapmış olduğu gibi akar suyla
abdest alan Maddecilerin Essenlilerle yakınlıklan vardır. Yine de genellikle
pek kültürlü olmayan insanlar söz konusudur. Çünkü örneğin Yahudilerle
Hıristiyanlar arasında kendilerini açıkça belli etmezler.
"Cezayir’den
Cakarta’ya kadar bütün Arapların adlandırdığı gibi bu adla çağırmayı tercih
ettim. “Mahomet” adı biraz fazla Türk kökenli gibi gelmekte-
İSLAM
ke’de iktidarı paylaşan birçok kabileden oluşan Kureyş
aşiretindendiler. Muhammed, karısı hamileyken ölmüş olan babasını tanımayacaktır.
Annesini de uzun süre tanımayacaktır, çünkü o da Muhammed altı yaşındayken
ölür. Tek oğul olmanın güçlüğüne öksüz olmak da eklenir. Geleneğe göre, çocuk
çölün temiz havasından güç bulsun diye, göçebe bir kabileden bir sütanneye
emanet edilir. Sütannenin korumasında uzun süre kalmaz, çünkü büyük babası
Abdülmuttalip onu evlat edinir. Onu da uzun süre görmeyecektir, çünkü büyük
baba sekseniki yaşındadır ve Muhammed’i evlat edindikten iki yıl sonra,
Muhammed sekiz yaşındayken ölür.
Muhammed bir kez daha evlat edinilir; bu kez amcası
olan zengin ve çok yolculuk yapan Ebu Talip tarafından. Ebu Talip kimi zaman
Suriye’ye gitmektedir ve zaman zaman Muhammed’i de beraberinde götürür. Genç
çocuğun gördüğü ilk yabancı şehir Bosra’dır. Burasının büyük bir ticaret
merkezi olması pek mümkün olmayan, Kızıldeniz’in güneydoğusundaki mütevazı
El-Busayra köyü değil, daha çok -Roma adlandırmasına göreBostra ya da -Arapça
adlandırmaya göreBozrah, Eski Ahit’te13 adı geçen Botsiaya olması
olasıdır; 106 yılında Trajanus burayı yeniden inşa ettirmiş, 222 yılında
Alexandros Severus döneminde zengin Roma kolonisi, ardından Arap kökenli II.
Philippe döneminde metropol, sonra da Constantinus döneminde bir piskoposluğun
ikametgâhı olmuştur. Müstakbel peygamber bu şehri
dir.
Şunu da belirtmeliyim kî, 1974 yılında Mahomet, le createur de Viskin adlı kısa bir incelemeyi yazar adı belirtmeden
yayımladım (“Genie du monde" dizisi, Tallandier). Bu eserde, dizinin
yöneticisi jacques Kohlmann’ın ısrarlan üzerine Avrupa’da genel olarak
kullanılan yazılışı benimsedim, çünkü Muhammed adı Peygamberin ismini
kendiliğinden çağnştırmaz. İncelikli bir İslam uzmanı olan Maxime Rodinson’un
tavn da kısmen böyledir. İncelemesine Mahomet adını vermiş fakat metninde,
fonetik yazılıma da uygun biçim olan Muhammed Peygamber’i kullanmıştır,
B1
Makkabiler, 5; 26. Moab’a karşı beddualarında Yeremya tarafından aforoz edilmiş
şehirdir (48; 24),
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
keşfettiğinde orada bir bazilika dikiliydi. Fakat
yalnızca bazilikayı görmekle kalmadı, gördüğü tek şey bolluk da değildi: Erken,
gelişmiş bir yeniyetmenin duyarlılığıyla, bir dünya temsil sistemine -Bizans
iktidarımnkinebağlı iktidarın olağanüstü çekiciliklerini hissetti. Çünkü o
dönemde Bizans inancın beşiğiydi ve inanç Bizans gücünün garantisidir. Çocuk
nasıl olur da hayran kalmazdı? Kuşkusuz o da bolluk içinde bir şehirden
geliyordu, ancak büyük bir Bizans ticaret merkeziyle karşılaştırıldığında onun
geldiği yer basit bir küçük kasabaydı. Çünkü Kureyşliler Romalılardan
olağanüstü tapınaklar inşa etme sanatını miras almamışlardı, dünya sistemleri
yoktu, uyumsuz inançlardan başka bir şeyleri yoktu. İnanç dünyayı yeniden
oluşturabilirdi. Dinledi ve baktı, kuşkusuz gücün sırrının peşindeydi.
XI.-X. yüzyıl Iraklı tarihçi ve teolog El Tabarri, Ebu
Talip ile Muhammed’in ücra bir yerde kaldıklarını anlatır (burası elbette bir
münzevi barınağıdır, kısmen ormanın içindeki bir sığmaktır). Orada bir keşiş
yaşıyordu, kuşkusuz Bağdaştırmam biriydi Bahira. Bir ağacın dallarının
delikanlıya gölge yapmak için eğildiklerini belirten Bahira, onu Tanrı’nın
Elçisi, Resulullah olarak belirten ilk kişi oldu. Delikanlıyı inceleyip,
omuzları arasında "peygamberlik mührü”nü bulmuş olan da odur; bu belki
sinirsel bir tümördür, büyük bir olasılıkla da zararsız bir yağ bezesidir. Bu
anektod, kuşkusuz hakikat payım ve süsleme özelliğini içermektedir.
Muhammed hangi Şeytan’ı bilebilirdi ki? Tanıdığı bir
Şeytan var mıydı? Eğitimi ve gelişimi hakkında hiçbir şey bilmemekteyiz, ancak
kendi kabilesinin eğitiminden başka bir şey olamaz; Perslilerin Ahriman’ını
işitti mi bilmiyoruz ya da kötülük ruhlarına ilişkin bilgisi Babil dinlerinden
gelme cinlerle mi -çöl rüzgârında kötülüklerini üfleyen ifritlerlesınırlıydı
yoksa Yahudi Şeytanı’ndan bağdaştırmacılık yoluyla türemiş ve "Eski-Eski”
Ahit’teki saygın Rakip rolünde kalan bir biçimle mi sınırlıydı... bunu
bilemeyiz. Ancak kendisine anlatı■
İSLAM
laniari fazlasıyla dinlediği kesindir.
. “Andolsun ki biz, onların: ‘Bunu [vahiy ürünü öğreti]
kendisine ancak bir beşer öğretmektedir’ dediklerini biliyoruz. ”
der Kuran’ın XVI. suresinin 103. ayeti, rakiplerinin
eleştirilerini yansıtarak,
“Ve dediler ki: ‘Bu, geçmişlerin uydurduğu
masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam
okunmaktadır."
der, daha ciddi başka eleştirileri yansıtan14
XXV. surenin 5. ayeti. Bu eleştiriler, Muhammed’in vahyini Hıristiyanlardan ya
da Yahudilerden, “başka bir halkın insanlarından edindiklerini öne sürerler.
Bazıları ise Kuran’ı yarattığını tartışmaya kadar ileri gidecek, kitabın bir
Hıristiyan tarafından, Aish adlı bir keşiş ya da bir haham tarafından yazılmış
olduğunu ileri süreceklerdir.15 Muhammed çok dinlemiştir ve ona çok
itiraz edilmiştir, itirazlar arasında, XXV. sure, 8. ayetin onaya koyduğu gibi,
“büyülenmiş" olduğu suçlaması görülür. Bu itirazda ısrar edilmiş
olmalıdır, çünkü daha iler iki bir surede de (XVII, 47) görülür: “Siz
büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz." Gerçekten de, Muhammed
öğretisini yaymaya başladığında alaylarla karşılaşmıştı, tik düşmanları olan
Mahzum ve Ebu Cehille birlik olan Kureyş kabileleri onun hakkında “halüsinasyon
görüyor, belki de kâhinler, büyücüler, şairler gibi, aşağı düzeyden bir
cin ruhuna girmiş,”lf> diyorlardı. Gerçekten de, ataların
inancından caydıran bir öğretiye güçlü bir direniş vardı.
Bu ayetler temelinde, çok sayıda yazar Muhammed’in
Yahudi-Hıristiyan, bir öğretinin etkisinde kaldığım ileri sürdüler; durum böy-
HChouraki’nin belirttiğine göre.
1510. ayet; 38’e Chouraqui’nin yorumu: “O mu uydurdu?” 16Maxime
Rodinson, Mahomet, Le Seuil, 1961.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
leyse, bu akla yatkın fakat en geniş araştırmayla bile
doğrulanamaz bir şeydir ve Islami Şeytan kavramını etkilemiş olsa bile bu
öğreti kesinlikle Yeni Ahitsel bir öğretidir, çünkü Incil-i Şerif gibi Kuran da
Eski Ahit’in tersine, Şeytan’ı Yaratıcı’nın hizmetkârı olarak değil, yeminli
düşmanı olarak tanımlar:
"Öyleyse Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan
Allah’a sığın.”17
Muhammed’in, Yahudilerden adını almış olduğu Şeytan,
“kovulmuş” olmuştur. Şaşırtıcı imge: Kötü Şeytan, gerçekten de, melekler
tarafından bir akanyıldızlar yağmuruyla sürekli olarak kovulur! Bütün Kuranda
bir kez farklı bir adı vardır: Malik.18 Bu ad Kenanların Molek’ine
bir göndermedir. Muhammed’in, dinleyicilerinden “Şeytanların destekçileri’ne'9
direnmelerini istediği surede olduğu gibi, kimi zaman tektir kimi zaman birden
çok. VII. surenin 30. ayetinden esinlenen Müslüman bir akım, Mutezileler,
Şeytan’ı tüm bozulmaların babası olarak görecektir.20
Kuran, kozmoloji önermez. On kez göndermede bulunulan Cennât-ı
Adn, Eden Bahçesi gibi, esas olarak Yahudilikten alınmış olan önceden
bilinen mitler temeli üzerinde, kendini doğrudan bir vahiy olarak sunar.21
Bahçe, basitçe, Cehennem’in karşıtıdır. Tufan da Tekvin’dekine benzer biçimde
belirtilmiştir. Şu farkla ki, Nuh’un gemisi bir filikadır ve karaya oturduğu
dağ Diyarbakır’da, Yukarı Cizre’de bulunmaktadır. Sodom ve Gomörra hikâyesi
aynı şekilde aktarılmıştır. Eski Ahit’te geçen isimlere Kuranda sıkça
rastlanır: Noe,
17 Kuran, XVI; 98. [Kuran’dan
alıntılar Türkçe’deki Ali Bulaç yorumundandır. -ç.n.]
18 Kuran, XL111; 77.
Bu ad aynca Kral’ı da belirtir.
1PKuran, VI; 121. Chouraqufye göre, cinlerin bu destekçileri
Mekke’de faaliyette bulunan Zerdûştçüler olmalıdır.
2°Kuran,Vll; 30.
21 Özellikle 45, 46 ve 62. sureler.
İSLAM
Abraham, Moiz, Isaak,
Jacob Arapçalaştırılarak Nuh, İbrahim, Musa, tshak, Yakup olurlar. Eden
Bahçesi’ndeki kışkırtma Tekvin’dekine uygundur; tek farkı Havva’nın
bulunmamasıdır. Şeytan doğrudan Adem’e hitap eder:
"[Ey AdemjSana
sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?”22
III. surede Muhammed
Tevrat’ı zımni olarak kabul eder ve Tanrı Yasası olarak görür. Tek Tann’dan söz
eden, karşılığında da tek Şeytandan söz eder. Muhammed Zerdüşt’ün yolunu tam
olarak izler. Zerdüşt, yaptığı reformda, Ahura Mazda’yla eş tutulan tanrıları
aniden kötülük cini düzeyine indirdi: Muhammed’in Şeytan’ı kabilesinin eski
tanrılarıyla, putperestlerin tanrılarıyla özdeşleştirilecektir.
Kuran’da, Şeytan ve
kötülük cinleri hakkında, örneğin Ahitler-arası edebiyatta bolca bulunan bu
hikâyelerden hiçbiri yoktur. Ne ölümlülerle sevişmişlerdir, ne de devler,
canavarlar, ünlü insanlar doğurmuşlardır. Muhammed onlara hiyerarşi, dil ya da
niyet biçmez. Onlar betimlenmemiştir, ne güzeldirler ne çirkin, ne
hayvandırlar ne bitki, cehennemden başka.yerleri yoktur. En fazla, Tanrı’nın
kötülük cinlerini de yarattığını söyleyen Hıristiyan sapkınlığından yapılmış
bir alıntı vardır.23 Şeytan ve olası birlikleri Allah’ın ve
meleklerinin düşmanıdır. Zaten bunların varlıkları Kuran’da görece olarak
gizlidir.
• Dünyanın olumsuz görünümünü çağrıştırırken genellikle
Cehennemin adı geçer; ama bu ad kuşkusuz “Bahçe”den, yani Cennet’ten daha az
geçer. Eski Ahit’teki Eden’in dört ırmakla sulanması gibi Bahçe İ de saf su,
süt, şarap (bu, Kuran’ın alkollü içecekler karşısındaki hoşgörüsünü de bu
arada doğrular) ve bal ırmaklarıyla sulanır. Bize çocuksu gelecek bir biçimde,
yeryüzü nimetleriyle, hurilerle ve “ka-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
dehler, ibrikler ve oluk oluk taşan kupalar” taşıyan
“ölümsüz güzel delikanlılar”la doludur...
Cehennem Kuranda, Yeni Ahit tasvirlerine uygun olarak
görülür: Ruhların, korkunç işkencelere maruz kalmasalar da acı çektikleri yer,
Eski Ahideki yer değil, deyim yerindeyse modern Cehennem’dir, çünkü
Mazdacılıktan kaynaklanır. Burada, “Allah’ın azabı” diye adlandırılır.24
Kuran’m yirmi yedi bölümünde Cehennem ateşinin ezeli olduğu belirtilmiştir.
Burası, Yeni Ahit’te olduğu gibi, Allah iyilerle kötüler arasında ayrım
yaptıktan sonra lanetlilerin gidecekleri yerdir; iyiler “Bahçe”ye, kötüler
“aptalların korkunç ikametgâhına” gidecektir.2,5
Bu sonuncu ibare, Şeytan’ın düşüşüne ilişkin ahitler
arası yorumları yakından çağrıştırır: Şeytan kendi kibri yüzünden düşmüştür.
“Aptallar” tam olarak kibirlilerdir, yani Muhammed ve öncellerinin aktardığı
biçimiyle Allah kelamına direnenlerdir. Hıristiyanlığın da benimsemiş olduğu,
ahitler arası bir kavram olan, Kötülüğün temel nedenini Muhammed de olduğu gibi
almıştır: Bu, bireyin bireylik özlemidir. Hatta Muhammed bunu Islamm gizli
temeli yapmıştır. Varolma arzusu esas olarak şeytansıdır.
Önemli nokta burasıdır: Dinlerin uzun tarihinin başka
hiçbir döneminde bu tarihin temel anahtarı bu kadar, açık ortaya çıkmamıştır;
Şeytan’ın varlığına inanç bireyin yadsınmasından kaynaklanır. Bu, Helenist
Pavlus’un mirasçısı Hıristiyanların asla açıkça ifade etmedikleri şeydir;
bunun nedeni, böyle bir şeyin büyük olasılıkla Helenistik dünyayı dehşete
düşüreceği gerçeğidir. Allah’ın çıkarı için kendinden feragat etmeyen kimse bir
“aptaP’dır ve Şeytan’ın kölesidir.
Bu Şeytan yorumu İslâmî, Katolik Hıristiyanlığın
kardeşi bir din
24Kuran, VI; 40.
25Kuran, 39; 72 ve 40; 27.
İSLAM
haline getirir: Her ikisi de, günümüze kadar, yapay
farklılıklarla, Fransız Devrimi’nden miras alman ve romantizmde zirveye ulaşan
bireyciliği aynı kesinlikle mahkûm ederler. İslam ve Hıristiyan filozoflarının
ortak temeli, kadir-i mutlak tanrı karşısında bireyin indirgenmesi, hatta yok
sayılmasıdır. Bu temel, başka olguların yanı sıra, Tanrı’ya katlanılmaz meydan
okuma olan bilim karşısında Hıristiyanlığın eski tiksintisini ye Islamm da bîr
o kadar eski ilgisizliğini açıklar. Daha IÖ II. yüzyılda göksel cisimlerin
hareketlerini çözdüklerini iddia edenler karşısında Enoş Kitabı’nın kınamaları
bunun habercisiydi. .
Bilinen dünyanın bir haritası üzerinde, ortaçağdan
XVIII,. yüzyıl sonuna kadar büyük bilimsel keşiflerin yapıldığı noktalar
coğrafi olarak bölüştürülürse, bunların çoğunun Protestan ülkelerde yapılmış
olduğu ortaya çıkar. Kutsal Metinler'in yorumunda ve Yaratıcı ile yaratılan
üzerine akıl sır ermez diyalogda Tanrı karşısında bireyi tecrit eden
Protestanlık bireyi yüceltti. Ona özgürlük duygusunu da verdi. Katolik
dünyasında, saati icat ettiği için, II. Sylvain gibi bir papanın bile Şeytanla
işbirliği yapmış olmasından kuşkulanılırken, Protestan dünyasında bilimsel
icatlar, Tanrı’nın mucitleri karşısındaki lütfü olarak görülüyordu: Dünyanın
Efendisi, evrenin sırlarından çok küçük bir bölümü pay ederek bazı insanları
tercih ettiğini belirtiyordu. Stockholm’da Descartes laik bir azizdi, Paris’te
engizisyon onunla biraz fazla ilgilenmeye başlıyordu (İsveç’e sürgününün
nedeni bu oldu), Roma’da ise tehlikeli bir laikti. Engizisyon’un bir Galileo
karşısındaki öfkesi ve Galileo’nun işin içinden sıyrılmak için giriştiği
hileler böylelikle anlaşılır. Bağların ve zeytinliklerin engellerinden başka,
Roma’nm Yahudi ve Mason yaratısı olmakla suçladığı Gotik üslup engelinden
başka keşiflerin engeli de böylece yaratılmış oldu. İslam da, Katolik dünyası
gibi, bilimler tarihine pek az katılabildi.
Muhammed’in öğretisi sadeliğiyle dikkat çeker: Yarımada
kabilele-
503. '
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
rinin -tek Tanrı’ya gönderme yapmadan™ geleneğine son
derece yakın bir etik olarak kendini gösterir. Sadaka zorunluluğu ile birlikte
cömertlik erdemlerin başında yer alır ve Tanrı’ya kurban sunmanın yeni bir
biçimini temsil eder26 ve Hıristiyan yardımseverliğine son derece
benzer. Çölün pintiliğine bağlı göçebeler olan yarımada halklarında bu erdemin
çok eski olduğu kesindir, fakat Muhammed döneminde büyük tüccarların
zenginleşmesinin bu pintiliği unutturması olasıdır; Muhammed’in çağrısının
aciliyeti buradan kaynaklanır. Dürüstlük, ılımlılık, utanç ve insana saygı tüm
Kuran’da bolca övülen başka erdemlerdir. VII. yüzyıl Arap yarımadasında
karmaşık Şeytanlara kuşkusuz ihtiyaç yoktu. Bizans siteleri haline gelmiş
büyük Roma sitelerinde bolca bulunan eğilimler orada bilinmiyordu. Kuran’ın
çağrısı özünde son derece hümanisttir. Muhammed’in talebi, “putperest Arabın
alışkın olduğu fiziksel ve askeri eğitimin ötesidir. Müslüman dünyaya dahil
olmak bilgi gerektiriyordu; Vahyin, Yasa istemlerinin ve bazı derecelerden,
Kuran’dan ve kutsal bir modelden izin verilmiş kararlar çıkarmayı sağlamış
yöntemin istemlerinin bilinmesi.’’27 Bu yöntem görünüşte basittir
(ama bu basitliğin yine de karmaşık.sonuçlara yol açtığı ilerde görülecektir):
Her şeyin üstünde Allah’ın gücü, görkemi ve sonsuz iyiliği hüküm sürer, bunu
reddetmek ya da bilmezden gelmek Cehennem’e ve Şeytan’a teslim olmaktır.
Muhammed’in tektanncıhğı gibi, tek bir Şeytan’ın söz
konusu olması da özellikle Yahudi-Hıristiyan eskilidir. Tek Şeytan mitinin -bu
mitin kurucusu olan Mazdacılık hariçyarımadanın halk ve cemaatlerinin
uyguladığı başka hiçbir dinde ortaya çıkmadığını araştırmalar göstermektedir.
Eğer Muhammed bunu uygulamışsa, bunun nedeni, merkezi bir iktidarın oluşması
için Şeytan’ın esas olduğunun açıkça bilincinde olmasıdır. Muhammed’in hedefi
zaten merkezi iktidardı:
26Rodinson, Mahomet, a.g.e.
G.E. von Grunebaum, L’ldentitt
culturelle de l’islam,
Gallimard, 1973.
İSLAM
Ölümünden çok önce, Sassani ve Bizans hegemonyasının
dışında olan bütün hakların büyük birleştirmişiydi ve çok sonraları
Afrikalılar, Filistinler, Yemen Yahudileri ve din değiştirmiş Hıristiyanlar ya
da “Gürcüler,” Kabilliler, Trakyalılar, MakedonyalIlar, Kürtler ve diğer Pont
uslular, Gürcüler, Çerkezler, hatta Asyalılar bile îslammana vatanına gönderme
yaparak ve uygun olmayarak “Arap” diye anılacaktır.
Dolayısıyla, Muhammed, Musa statüsünde bir peygamber
olarak kendini sunar. Eski Ahit’le paralellikleri kişiliğine kadar uzanır: Kendini
zımni olarak Musa’nın ardılı olarak gösterir: Sina Dağı’nın tepesinde Allah’ı
görmüştür; bu dağ Musa’nın Yaratıcı’nın görkemiyle yüz yüze geldiği dağdır.28
Onun sopası Musa’nın asasıdır.29 O da Musa gibi, hemen hemen bütün
surelerde putperestleri eleştirir. Asıl peygamber olarak kabul ettiği Musa’yla
paralellik özellikle “Mensup” suresinde öne çıkar, ismen peygamber olarak
kabul edilen İsa’yla paralellik de “Süslemeler” suresinde geliştirilmiştir.
Muhammed’in İsa karşısındaki tavrı Batı’da özellikle
yanlış bilinmektedir. Yahya’nın doğumunun, Müjde’nin ve ardından da Isa’nın
doğumunun Incil var i tüm çeşitlemesi III. sureden sonra sözcüğü sözcüğüne
aktarılmıştır. Meryem Ananın günahsız gebeliği dogmasını yaratacak olan
Meryem’in potansiyel ilk günah sorununa keşiş Duns Scotus’un bulduğu çözümden
yaklaşık yedi yüzyıl önce Muhammed, Meryem’in annesi Maria’ya, hamileyken şöyle
dedirtir:
“Rabbim, hamımda
olanı,..., Sana adadım.”™
Dolayısıyla, Tanrı’ya adanan Meryem Şeytan’ın kurbanı
olamaz ve
^Chouraqui, XIX, 52 ve XX, 79. Kuran, VII; 128.
Musa’nın tanınması, putperestleri Musa’nın düşmanı olarak belirten 132. ayet
tarafından doğrulanır.
29Kuran, XX; 18; II; 60; VII; 12-107; XXVI; 32-45; XXVII; 28 ve 31.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
dolayısıyla ilk günahtan kurtulmuştur.
Vaftizci Yahya’nın annesi, Zekeriya’mn eşinin mucizevi
hamileliği de böyle kabul edilmiştir. Gerçekten de Zekeriya, melekler baba olacağını
söylediklerinde şöyle haykırır:
“Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım
da kısırken nasıl bir oğlum
olabilir?”3’
Meryem’e Mesih doğuracağını haber verenler de
meleklerdir:
“...Hani Melekler, dediler ki: 'Meryem, doğrusu Allah
kendinden bir sözcüğü sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlw îsa Mesih’tir.
O, dünyada ve ahirette ‘seçkin, onurlu, saygındır’ ve (Allah’a) yakın
kılınanlardandır. ”
“Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla
konuşacaktır. Ve O sahillerdendir
“Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir
çocuğum olabilir?” dedi. (Fakat) Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına
karar verirse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir.,.”32
Özel olarak “Mesih” diye adlandırdığı Isa’ya tanıdığı
ahnyazısını Muhammed kendine atfetmez. Kendini ne büyük yazgıların insanı olarak
ne de doğaüstü bir varlık olarak tanımlar ve Şeytan’m avı olmaya yatkın
olduğunu İtiraf eder. Ünlü “Şeytan Ayetleri” buna tanıklık etmektedir?3
Sonuç olarak, Muhammed Roma Hıristiyanlığından iki
31 Kuran, 111; 40.
32Kuran, 111; 45-47.
33İslam öncesi Arabistan’daki tanrıçalan, heykel
biçiminde, birincisi bir kadın heykeli, İkincisi bir ağaç heykeli ve üçüncü bir
taş heykeli (büyük bir olasılıkla bir havaıaşı) biçiminde temsil edilen al-Lât,
al-’Uzza ve Manât’ı gözler önüne sermek isteyerek Şeytan’m etkisi altında
bunun övgüsünü yapar. Şöyle başlar:
“Al-Lût’ı ve Al-’Uzza’yı gördünüz nıü
Ve Manât’yı, üçüncüsünü, diğerini?”
506
İSLAM
noktada ayrılır: Isa’nın insan olarak meydana çıkması
ve gerçekten çarmıha gerilmesi. Yukarda gördüğümüz gibi bazı Hıristiyanlar bu
noktaya varıp dayanmışlar ve sapkın akımlar arasında yer almışlardır.
Bu durumda, Muhammed’in özgün katkısının ne olduğu ve
başlangıçta karşılaştığı vahşi düşmanlığın ve daha sonra, öğretisinin çarpıcı
başarısının nedenleri nedir diye sorulabilir. Çünkü, Napolyon’un gözler önüne
serdiği gibi, “Muhammed’de sıra dışı olan şey, on yıl içinde gezegenin
yarısını fethetmiş olmasıdır; oysa ki, Hıristiyanlığın yerleşmesi için üç yüz
yıl .gerekmişti,”34 Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa son derece yakın
vahiy kaynaklı bir öğretiyi vaaz ederken her ikisini de reddetmiştir. Elbette
bu iki dinin Muhammed üzerinde büyük etkisi vardı ve ona hayli, destek
olmuşlardı. Bu ikili red hakkında Muhammed’in öne sürdükleri bilinmektedir: Her
iki din de, peygamberlerinin erdemine rağmen, kendilerine gelen vahyi yanlış
yaymışlardır.
O
dönemde dünyanın nasıl olduğunu burada belirtmekte yarar var. Yakın ve
Ortadoğu’da, Akdeniz’de iki büyük din egemendi: Biri, Fırat’tan Indus’a kadar
uzanan Sassanilerin Pers İmparatorluğu’nun dini olan Modacılıktır. Diğeri,
Ispanya’nın güney ucundan Ermenis-
Şeytansı esinle şöyle
yazar:
“Bunlar Yüce Kuşlardır
Ve kuşkusuz onlar için şefaat dileni niştir,”
Tabarri’nin aktardığına
göre, Kureyşliler bu ayetleri işittiklerinde çok sevindiler ve Müslüman olan
olmayan, hepsi, secdeye vardı. Ama daha sonra başmelek Muhammed’e Şeytan
tarafından aldatıldığım bildirdi. Bunun üzerine Muhammed son iki dizeyi düzeltti
ve onlann yerine şunlan koydu:
“Erkek (evlat) sizin, dişi O’nun mu?
Eğer böyleyse, bu, çarpık bir paylaşma." (L11I; 20-21)
Burada söz konusu
olmayan Şeytan Ayetleri
adlı eserin konusu -aşın ve saygısız genellemelerlebu yanılgıdan
kaynaklanmıştır.
^General Göurgaud, Journal
II,
507
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
tan’a, Büyük Suriye’ye ve Mısır’a uzanan, Karadeniz’in
doğu kıyısında küçük bir iç toprak olan Lazistan’la birlikte Bizans
imparatorluğunun dinidir. İki imparatorluk bitişiktir: Bizans'ın kontrolü altındaki
sınırların hemen ötesinde Sassanilerden başka Persarmeniyenlerin, Lahmiilerin
ve Gassanilerin krallıkları başlar. Büyük ticari merkezler açısından zengin
olan Arap yarımadası bu iki imparatorluk tarafından elbette ihmal
edilmemiştir. Örneğin Pers imparatorluğu Güney Arabistan’ı, Yemen’i,
Hadramut’u kendi iktidarı altında tutuyordu ve gücünü Doğu Arabistan’a kadar
yayıyordu; Bizans kuzeyi, Sina’yı, Filistin’i, Ürdün, Suriye ve Lübnan’a denk
düşen toprakları elinde bulunduruyordu. Fakat, sonuçta, bu dış topraklardaki
yaşam biçimleri imparatorlukların sınırları içindeki yaşam biçimleriyle aynı
değildir. Bunun nedeni coğrafya ve esas olarak kabilelere dayalı yapılardır.
Bizans’ta ve Pers’te şehirleşme uzun süreden beri kabileleri büyülemiş ve emmişti.
Yarımadada bu kadar çok dinin dirsek teması içinde olmasının nedenlerinden biri
de budur; oysa ki özellikle Bizans’ta Hıristiyanlık Constantinus döneminden
beri devlet dinidir ve yabancı dinler iyi karşılanmaz.
Muhammed’in bakış açısıyla en çarpıcı olgu, hiç
kuşkusuz, iki imparatorluktaki dinlerin tektanrılı olmasıdır. Dünya artık
tektanrıcılığa aittir ve o dönemde harekete geçirdiği askeri ve ticari güçler
hâlâ varlığını sürdüren çoktanrılı birkaç dinin sahip olduğu güçlere göre çok
daha büyüktür. Muhammed’in, deve sırtındaki yolculuklarındaki saatler süren
düşünmeleri sırasında uygarlıkların tektanrıcılığa doğru yöneldiğini anladığını
ileri sürmek, dehasına saldırıldığı anlamına gelmez. Islami gelenekte adı geçen
esrarengiz tektanrıcı keşişler olan hanifler’le karşılaşmaları sayesinde
kuşkusuz bunu anlamıştır.
Bunlar genellikle daldıkları tefekkürde kendilerini
kaybetmiş keşişler olarak hayal edilir; belirsiz'bir Kelam peşlerini bırakmaz,
çoğu zaman meczupturlar. Muhammed’i Tanrı’nın elçisi olarak gören keşiş
İSLAM
Bahira bunlardan biridir. Mitra, Isa, Musa ve kuşkusuz
Buda hakkında ayrım yapmadan söz edişleriyle tanıyabiliriz onları. Özümsemiş oldukları
tektanrıh dinler olan Mazdacılık, Yahudilik gibi çevrelerindeki dinlerden
etkilenmiş ya da onlarla dolup taşmıştır. Fakat, Gnostik, Nesturi, Kantheen
efsaneleri, gelenekleri, sapmaları da kendi içlerinde taşırlar; tüm bunlara
Isa’yı Mitra’yla ya da Herakles’le özdeşleştiren kendi yorumları eklenmiştir ve
farklı renklerden küçük kareler yardımıyla Pantocrator’un resmini birleştiren
Ravenna sanatçıları gibi, ordan burdan topladıkları parçalardan
birleştirdikleri tek Tanrı için dua ederler. Hurma ve balla beslenen, en ufak
mumu bile bir mucize için elinde tutan, kimi zaman kısmen okuması yazması olan
bu Islamın ulaklarıdır; Yüksek bir tinsellik ihtiyacı duyarlar.
Bir an önce söylemeliyim ki bu, elbette bir
spekülasyondur, fakat bana öyle geliyor ki, dünyanın Allah’ın işaretleriyle
dolu olduğunu söyleyen Kuranın birçok yerinde bunun doğrulandığı görülebilir.
Dünya gerçekten de bu işaretlerle doluydu.
Tanrı’nın bu yeni adının kaynağı nedir,
bilinmemektedir. Mandecilerin, yukarda görüldüğü gibi Muhammed’in mahkûm ettiği
bu Sabahların ya da Sabiilerİn yabancıların “sahte tanrf’sını Alaha
diye çağırmaları -kendi hakiki Tanrıları “Büyük Mana”dırçarpıcıdır?5
Al Aha, Aıamcada yalnızca “Tanrı” anlamına gelir. Al Aha’nm reddi, kuşkusuz
sözcüğün etimolojisiyle açıklanamaz; Al Alaha’nın bir başka mezhebin tanrısı
olmasıyla açıklanması gerekir; fakat bu mezhebin hangisi olduğu
bilinmemektedir. Muhammed’in “Tanrı” adının basitliğinden etkilenmiş olduğu
söylenebilir. Yani, bir kez daha, tek bir Tanrı.
Muhammed’in öğretisine gösterilen direniş kolaylıkla
anlaşılır:
35N. Siouffi, Etudes sur İn religion des Soubbas
ou SabĞens, leurs dogmes, kurs nıours, Paris, 1880. Siouffi Bağdat’da Fransa konsolosuydu
ve Mandeciler üzerine bilgilerin büyük bölümü bize ondan ulaşmıştır.
ŞEYTANÎN GENEL TARÎKİ
Geleneklerin düzenini altüst etmektedir: “Pagan Arap toplumsal
bir kurala uymalıdır. Bu kural, başka şeylerin yanı sıra, onun bir dizi
tanrısallıkla ilişkisini düzenliyordu, fakat dinsel törenlerden, dinsel
kurallardan kaynaklanan sorunların pek önemi yoktur,” diye yazar Von Grunebaum?6
Muhammed yüksek bir tinsellik düzeyi ve yenf etik gereklilikler getiriyordu,
bunlar alışılmış dinsel hoşgörüyü rahatsız ediyordu. Bir bilinçlenme, yeni
dogmaların bilinmesini de dayatıyordu.
Peki, o halde, İslam, Napolyon’un gözlemlediği gibi,
nasıl oldu da zafer kazandı, hem de çok çabuk zafer kazandı? Çünkü, Muhammed’in
11 Ocak 629 yılında, yani Hicret’in 8. yılının Ramazan ayının 20’si, perşembe
günü Mekke’yi askeri olarak ele geçirmesi ile ikinci askeri zafer olan Halife
Ömer’in Şam’a girişi arasında uzun bir zaferler dizisinin başlangıcı, 637
yılında Ktesifon’da Perslerin yenilgiye uğratılması, 639’da Musul’un fethi,
aynı yıl Amr ibnül As tarafından Mısır’ın zaptı, BizanslIların İskenderiye’yi
boşaltması, Kabil, Buhara ve Semerkant’ın 661-675 arasında fethi, 713 yılında
Rodrigo’nun Vizigot krallığının düşüşü; bir yüzyıldan kısa süre geçti. O
dönemin dünyasının iki büyük imparatorluğundan biri olan Pers Imparato
rluğu’nun dinden dönenlerin saldırılarıyla çökmesi için bir yüzyıldan kısa süre
gerekti; bu dönmeler birkaç on yıl önce, kavurucu çöllerden kervanlarını
geçirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı. İslam kuru, kıraç bir toprağı harap
eden bir alev gibi Doğu’yu ardından da Batı’yı kor gibi kavurdu.
Çünkü, yine kısa sürede diğer büyük imparatorluk olan
ve olağanüstü bir isim olan Doğu Roma İmparatorluğu ismini hep taşıyan Bizans
İmparatorluğu da zarar görür; bu arada, barbarların saldırılarıyla zaten zarar
görmüş olan Batı İmparatorluğu da İspanya gibi geniş
36Grunebaum, L’Ideııtitıî cullurelle de l'isltnn, a.g.e.
ISLÂM
topraklarını Müslümanlara kaptırır. 732 yılında,
Muhammed’in ölümünden tam bir yüzyıl sonra, Poitier’de, Charles Martel adh bir
saray başhademesi Islami emperyalizmi durduracak darbeyi vurur: Değerli
komutan Abdurrahman komutasındaki Arap birliklerini yenilgiye uğratır, O
zamana kadar, zaferlerin altın dalgası Araplardı. Ancak Islami destan çoktan
doruk noktasına erişmişti; düşüşe geçmeden önce yedi yüzyıl daha dorukta
kalacaktır.
O zamana kadar şaşırtıcı bir atılım göstermişti. Bu
nedenlerin birincisi, VII. yüzyılın ilk ve önemli on yıllarında, Arabistan
yarımadası halklarının mali olarak zenginleşmesidir. Mitracılığın, Yahudiliğin
yaşama hakkına sahip oldukları İmparatorluk Roma’sı örneğinde gördüğümüz gibi,
yaşam düzeyinin yükselmesinin ardından entelektüel emellerde artış görülür.
Uyuşuk paganlıklar ve doğası bozulmuş sapkınlıklar yerel ritüellerden bıkmış,
refah içindeki tüccarlar sınıfına yetmiyordu. Zamanla iyice bunalan bu sınıflar
komşu dinler olan Bizans ve Sassani imparatorluğunun dinlerinin görkemli
örneğinden de acı çekiyorlardı. Bu açıdan Kureyşlilerin Muhammed’in son
öğrencilerine karşı savaşı artçı bir savaştı.
Kuşkusuz ilk Müslümanlar iki büyük imparatorluğun
gücünü ve zayıflıklarını ölçmüşlerdir. Islamın BizanslIlara yönelttiği
hayranlık ve küçümseme karışımı, IX. yüzyıl Arap yazarı Cahiz’in şu satırlarında
canlı biçimde yansır:. ■
‘Şanslılarla [Rumj ilgilendiğimizde Onların doktor,
filozof ve astronom olduklarını gördük. Müziğin ilkelerine aşinaydılar, [Roma]
ölçülerini hazırlayabiliyorlar, kitap dünyasını biliyorlar. Mükemmel ressamlar
onlar... Başkalannınkinden farklı bir mimarileri var. Başka hiç kimsenin
yapamadığı kadar güzel heykel ve yapı yapabiliyorlar... Güzelliğe [duyusuna]
sahip olduklarına kuşku yok, aritmetiği, astrolojiyi, kaligrafiyi biliyorlar,
cesurlar ve çok çeşitli alanlarda büyük yeteneklere sahipler. Zenciler ve
benzeri halklar pek ze-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ki değildir, çünkü bu yetenekler onlardan uzaktır.”1"7
İslam, oluştuktan sonra bile Müslümanlar Bizans’a
hayran olmaya devam ettiler. Peki, en yakın din olmasına karşın niçin Bizans’ın
dinini benimsemediler? Cahiz, daha sonra bunun bir açıklamasını vermektedir.
“Tüm bunlara rağmen, tıpkı bir lambanın yağa, fitile ve
yağdanlığa ihtiyacı olması gibi, ikisi gizli, biri görünür olmak üzere üç
tanrının var olduğuna inanırlar. [Onların bakış açısında] tanrıların tözü de
böyledir. Yaratılmış birinin yaratıcı olduğunu, bir kölenin efendi olduğunu,
yeni yaratılmış bir varlığın başlangıçtan itibaren yaratılmamış bir varlık
haline geldiğini ileri sürerler... Başlarına gelen şeyin önemli olmadığını
düşünürler ve ancak Tann’lan açısıdan değer taşıyan eylemleriyle övünmezler.
Özürleri kabahatlerinden büyüktür.1”
Tektanrıcılıklarına en çok saldıran, demek kİ, Teslis
ve Tanrının İsa’da cisimlenmesi dogmalarıydı. Yine de, Bizans onları büyülemeye
devam ediyordu. İslam atılımmın ilk yüzyıllarında çok sayıda Hıristiyana ve
Yahudiye din değiştirttiğinden ikinci dereceden yurttaş olarak kabul edilen, aralarında
sapkın ve dışlanmış Hıristiyanların ve Yahudilerin yer aldığı uyuşuk kimseler
bile bu büyülenmeyi paylaşıyorlardı. Bizans’ın görkem ve gücünden dışlanmış
olarak, karşılarına çıkan baştan çıkarmaya nasıl duyarlı olmazlardı? Islamla
birlikte Bizans’a rakip bir gücün yaratılmasına katkıda bulunabileceklerdi. Yanılmıyorlardı.
Düşmanın bu baştan çıkarması garip gelebilir. Havarilik
günü-
37El Cahiz, “Kitab al Akhbar" (Yenilikler Kitabı),
Franz Rosenthal, The Classical Heritage
111 İslam, Routledge & Kegan Paul Ltd., Londra, 1975.
El-Cahiz denen Ebu Osman Amr Bin Bahr el-Cahiz ilk Arap denemecisidir ve
klasik Arap edebiyatının en ünlü yazarlarından biridir. Mutezil, yani
Havariclerin mezhep grubunun üyesidir, kendi mezhebini kurmuştur.
İSLAM
müzde anlaşılmaz gelmektedir. Ancak, sanayi çağının
bolluğuna erişeli birkaç on yıl olan ve başka yerlerin başdöndürücülüğüne
yakalanmış, XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başı Avrupa burjuvazilerinin egzotizm
zevkine yaklaşılırsa bu durum daha iyi anlaşılacaktır. Goncourt Kardeşler’in
ortaya attığı Japonculuğun yerini “ilkel” kültürlerden hoşlanma aldı.
Fransa’da, sömürge sergileri Afrika ve Okyanusya modalarını getirdi.
Almanya’da, eski Bismarck takımadaları olan PapuaYeni Gine sanatının keşfi bir
şok dalgasına yol açtı ve Brücke’nin, ardından da Blaue Reiter’in Alman
dışavurumculuğuna neden oldu. Sergey Diaghilev’in Rus baletlerinin, ardından
Afrika sanatının ve cazın, daha sonra da Uzakdoğu mistisizminin (başkalarının
yanı sıra, mistisizm uzmanı Gurdjieff tarafından fanteziyle yorumlandı)
Paris’teki ünü, bu yüzyılın ilk yarısında, Bovary’ciliğin ifadesinden başka bir
şey değildir. Ulusal değerlere, yani kriz yıllarının ulusalcılığına geri
dönüşten sonra, İkinci Dünya Savaşı’nm ardından, refah geri geldiğinde,
yabancı dinlere, özellikle California yoluyla geri dönmüş olan Budizm,
Hinduizm, Çin ve Japon dinlerine duyulan iştahta bir canlanma görüldü.
Islamm ilk yüzyıllarının havarileri başka türlü
değillerdi. Yeni bir dinin altın kum ve gençliğiyle dolu olan fatihlerin
dinlerini benimsiyorlardı.
Ulusların devletlere evrimi dinlerin tek bir Tanrı
etrafında kaçınılmaz olarak merkezileşmesine yol açtı. On iki yüzyıl sonra,
geleneksel olarak ilahi yasanın hiç sevilmeyen krallığıyla özdeşleşen Hıristiyanlık
karşısındaki derin tiksintilerine rağmen 1789 devrimcileri, Tanrı adının
yerine “en yüce varhk”ı koyan -ki, tamamen aynı anlama gelirbasit bir
dilbilimsel işlemle, aynı yolu izlediler. Etik ve kamusal ahlakı aşan, içkin
bir tanrısallık ilkesinden vazgeçmek bizzat devletin temelini tehlikeye
atmaktı; Felsefeyi bilmezlikten gelecek kadar üstünkörü bilen Fransız
Devrimi’nin önderleri kendilerini riske
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
atmadılar. Kuşkusuz onlara da bir Şeytan gerekiyordu ve
bu da o güne kadarkiler oldu.
Muhammed’in politik yönüne saygı göstermek ona hakaret
etmek değildir: Zaferlerinin tarihi bunu genişçe kanıtlamaktadır. Tarihçi için
vahiy buradadır; ikili bir karakter taşır; hem mistik esini içerir hem de
politik bilinçlenmeyi. Sezgi, Muhammed’e göre, büyük bir olasılıkla akıldan
önce gelir. Mistik ve şehit, aziz Müslüman Hallacı Mansur’un heyecan verici
dizelerini hatırlatır. VII. kaside olan “Ruhun Yükselişi” şöyle başlar:
“Bakışım, bilimin gözüyle birlikte, düşünüşümün
katışıksız sırrını ortaya çıkardı; bilincimden bir Işık fışkırdı, aklın
alabileceği her düşünceden daha ince, ve düşünce denizimin dalgalan altına
daldım, tıpkı bir ok gibi aralanndan kayarak.”™
Muhammed’in bir dinle birlikte bir ulus da yarattığı ve
bu ulusun da devletlere yol açtığı en çok tekrarlanan gerçekliktir. İslam olmasaydı
bu olamazdı.
Totaliter teokrasilerin ilki olan Zerdüşt dininde
olduğu gibi, Şeytan devlet memuru oluyordu. O da, Islami Yasa’nm güvencesiydi.
Her kim ki Islamın dışında kendine yol ararsa Şeytan’ın pençelerine düşer.
Bundan böyle, din savaşları kaçınılmazdı. Bu savaşlar
önlenemedi. Başlangıçta bunlara Haçlı Seferleri dendi.
38
Hallaç Mansur, Divan, çeviren ve sunan Louis Massignon, Cahier du Sud, 1955.
[Bu notun devamı Hallaç adının yazımıyla ilgili Batı dillerindeki fonetik
tartışmalara yönelik olduğundan alınmamıştır, -ç.n.]
NEFRETİN
VE NİHİLİZMİN TANRISI
Şeytan adına işlenen hakiki ve sahte suçlara dair
- Amerikan polisinin alarmına dair ~ Satanizmin
kültürü istilası ve politik anlamına dair Şeytan’m temsil ettiği nihilizme dair
Şeytan’m kışkırttığı nefrete ve kökenlerine dair
- Şeytan’m
Batı’nm üzerindeki gölgesine dair.
XX. yüzyılın fırtınalarıyla, insanı maddi doğanın
göbeğine dahil eden atom çekirdeğinin parçalanmasının titreşimleriyle, ardından
nükleer kaynaşmayla, başlangıçtaki iki temel hücreden itibaren canlıya
müdahaleyi sağlayan genetik ilerlemelerle, temel günahların en baş
döndürücüsünü un ufak eden cinsel devrimle, aralıksız olarak kamp değiştirten
devrim ve karşı-devrimlerle sarsılan, hertz dalgalarının aralıksız olarak
havaya sinmesiyle, radyo, televizyon, kablosuz telefonla sağır olan ve
yönelimini yitiren, giderek yaygınlaşan elektromanyetik alanlarla hırpalanan
Şeytan -ki, ortaçağın ve sonraki yüzyılların Hıristiyan yazarları göklerde
yaşadığım söylüyorlardıcan vermek zorunda kaldı.
Bazılarına ve şeytan avcılarının en beklenmedikleri
olan Amerikan polislerine göre ise hâlâ yaşamaktadır. 1989 yıhpda, Idaho
eyaletindeki bir polis görevlisi olan Lary Jones, düzenli olarak yazdığı File
18 Newslettefda şöyle diyordu:
“Doğaüstü tarafından, kötücül varlıklar, felsefeler ya
da ilkeler tarafından yönetilen ya da denetlenen suçlularla karşı karşıya gelen
polisin geleneksel aygıtları etkili değildir. Bir polis karanlıklar prensiyle
ya da ekibiyle karşılaştığında yanında bir ‘Şeytan sopası’ ve de kullanabileceği
tüm zırh ve tinsel yardım malzemeleri olmalıdır... Hıristiyan polis memurları
şeytansı suçlara karşı mücadelenin vurucu gücü olmak için yeterince
donanımlıdırlar.”’
Robert D. Hicks, In
Pursuitof Satan-The Poliçe and the Occult, Prometheus Books, Buffalo, New York, 1991.
MODERN ZAMANLAR
Amerikan polisinin bir bölümü için “Satanistler,” yani
Şeytan’a tapanlar, kuşaklardan beri ibadetlerini gizlice sürdüren,
bakımevlerinden çocuk çalan, -katleden, kaçıran ve tecavüz eden aile
üyelerinden oluşur. Satanist ibadetin “uzmanlarına göre, yasadışı,
uluslararası, ciddi-biçimde örgütlü, hiyerarşik olarak oluşmuş bu şebeke yılda
elli bin kişinin katledilmesinden sorumludurlar. Çok sayıda bebek ritüel
cinayetler için Satanist aileler tarafından özel olarak yetiştirilmiştir. Uzman
polislere göre, cinayetler cinayet işleyenlerin enerjisini “zenginleştiren”
temel güçleri serbest bırakıyordu.
Çehov’un dediği gibi, “hiçbir şey değişmemiştir.”
Özellikle, Salem büyücüleri ve engizisyon davalarının karanlık günlerinden bu
yana. Fakat yine de Şeytan, inananların ruhunda fazlasıyla değişmiştir ve
hatta inanmayanlarınkinden daha fazla. Böylece, Amerikan polisini
endişelendiren bir alt düzey Satanizmin ortaya çıktığı görülmektedir.
Örneğin çocuk pornografisi, yukarda belirtilen Amerikan
polislerine göre, Satanizmin bir biçimidir. Bu amaçla, çocuklar bazı bakımevlerine
teslim edildiklerinde Satanistler onları özel uçaklara bindirip ibaçjet
alanlarına götürüyorlardı. Orada çocuklar zorla tabutlara yatırılıyor, tabutlar
da çukurlara indiriliyordu. Daha sonra, hazır bulunanlar tabutların üzerlerine
toprak atıyordu, ardından şeytan seremonilerinin başrahibi onları
mezarlarından çıkarıyor ve onlara tecavüz ediyordu. Daha sonra çocuklar tekrar
bakım evlerine götürülüyorlardı.
Bu akıl almaz ve.iğrenç zırvalıklar sakat beyinlerin
ürünü olmalıdır. Hiç de değil; bunlar Amerikan polisi tarafından, örneğin
Virginiaeyaletinde, Petersburg’da, 13 Eylül 1988’de düzenlenen ritüel suçlar
üzerine seminerde söylenmektedir. Dolayısıyla bunların bir başka sakat beyin
tarafından üretildiğine inanılabilir; bu da değil, bunları tecrübeli bir
Amerikan polis görevlisinin, Robert D. Hicks’in bazı meslektaşlarının kaygısı
üzerine yazdığı Şeytan’ın Peşinde adlı ince eserin-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
den aldım. Eserin yayıncısı Prometheus Books, her
türden karanlıkçılığa karşı mücadeleyi amaç edinmiş, rasyonalist bir
Amerikan-örgütüne dahil. Bu kuruluş The Skeptical Enquirer adlı aylık
bir dergi yayımlıyor ve dergi, her çeşit karanlık yanlısının ve zayıf
kişiliklerin savundukları ateşli aptallıkları sistematik ve bilimsel olarak
ifşa ediyor. Science&Vie’nin yardımcı editörü olarak birçok kez Skeptical
Enquirer’in editörleriyle işbirliği olanağım oldu. Özellikle; Turin Kefeni
konusunda Paul Kurtz’la ve bilimsel Satanizmin beklenmedik biçimi olan “suyun
belleği" konusunda James Randı ile...
Şeytan’m var olduğuna inanmak için bir neden varsa bu,
hepsi polis görevlisi olsa da, “şeytan ibadetleri uzmanları”nın hikâyeleri olacaktır
(fakat polislerin uygar olan ya da olmayan insanlar arasından seçildiği ve
yurttaşlarla aynı kusurları paylaştıkları doğrudur). Gerçekten de bu hikâyeler
tamamen sapkın cinsel takıntıları yansıtır. Çünkü çocukların tecavüz edilmek,
hatta öldürülmek için şeytana tapılan yerlere düzenli olarak taşındıklarını,
bu korkunç seremonilerden sağ kalanların zamanında bakımevlerine geri
götürüldüklerini ve bir şey demediklerini ileri sürmek için gerçeklik duygusunu
gerçekten kaybetmiş olmak gerekir. Çocuğunu vaktinden önce almaya giden ve onu
bulamayınca telaşa düşen tek bir anne bile olmamış mıdır? Çocuğunu toprağa
bulanmış ve korkudan benzi atmış' bulunca şaşıran hiçbir anne de mi olmamıştır?
Kendisine kötü davranıldığı için ve ba-7 kımevi yöneticileri bir
tabutta yatmaya zorladığı ve oradan yalnızca tecavüz edilmek için çıkarıldığı
için şikâyette bulunan ve bakımevine dönmek istemeyen hiçbir çocuk olmamış
mıdır? Çocuğu kaybolduğu için şikâyette bulunan hiçbir anne yok mudur? Art arda
on çocuğa tecavüz edebilen bu “başrahip” kimdir? Amerika, Gilles de Rais’nin
kötü kopyalarıyla mı doludur?
Bundan çıkacak sonuç bazı Amerikan polis şeflerinin
zihinsel olarak rahatsız oldukları ve onları psikiyatrik bir tedaviye tabi
kılmak
MODERN ZAMANLAR
ya da erken emekli etmek olabilir. Dosya böylelikle
kapanır. Ama olay bu kadar basit değildir: Yukarda yansısını gördüğümüz
çılgınca sistematizasyona rağmen bu Satanizm ve çocuk tecavüzü olaylarında bir
hakikat temeli vardır. Eleştirilmesi gereken şey polisin ifade ediş biçimidir,
çünkü bu, Satanistlerin inancını güçlendirmekten başka bir işe yaramayan Şeytan’ın
varlığı gerçeğini onaylamaya yöneliktir. Fakat, Amerikan polisi de
başkalarından daha rahatsız değildir: Yeni Meksiko’daki Albuquerque’li emekli
bir polis çavuşu olan Paul Jasler, “Cinli” adlı bir rock and roll şarkısından
etkilenen onüç yaşındaki bir erkek çocuğun kendisinin şeytanın müridi olduğuna
inandığım aktarır. Daha sonra, Şeytan’ın kendisine vahiyde bulunduğuna inanır:
Çocuğun annesinin sevgilisi öldürülmelidir, onu öldürecek olan da küçük
çocuktur. Ve yumurcak, cinayet işlemeden duyduğu tiksintiyle, elbette uydurma
olan şeytanın emri arasında ikiye bölünmüştür. “İster inanın ister inanmayın,
durum böyle,”2 der Jasler. Bu vakalar öyle yaygınlaşmıştır ki üç
Amerikalı sosyolog bu konuyla ilgili bir araştırma yapmışlardır.3
Sorunun öneminden dolayı başka bilimsel araştırmalar da bu konuya adanmıştır.
U.S. Department of Health and Human Services (Sağlık ve
Yardım 1 İşleri Servisi) 1988 yılında bin erkek çocuktan 1,1’inin ve bin kız ço!
cuktan 3,9’unun, yani toplam olarak 155 300 çocuğun -önemli bir raj kamdırgerçekten
de cinsel tacize maruz kaldığını belirtmektedir. Daha da endişe verici olan bu
vakaların sayısının 1986’da 1980’deki rakamın üç katı olduğudur. Şuna üzülmek
gerekir ki, bu rakamlar büyük bir olasılıkla yalnızca ABD’ye özgü değildir.
Çocuklara tecavüz dünyada pek bilinmemektedir; Fransa, Almanya, İngiltere ve
diğer Avrupa devletlerindeki çocuk tecavüz oranlarını bilmiyoruz. Zaman
2 “Satan,” Life, Haziran 1989.
3 David Finkelhor, Linda M. Willams ve Nanci
Bums, Nursery Crimes: Sexual Abuse in Day
Care,
Sage, Beverly Hills, Ca., 1988.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
zaman, son derece iğrenç
böyle bir olay vesilesiyle, bu suçlar üzerindeki perde aniden ve kısa süre
için kalkmakta, tahmini rakamlar ileri sürülmekte, ardından tiksinilen konu
genel teselliye yerini bırakmaktadır. Oğlancı yayınlar ağının varlığı
bilinmektedir, çocuklar üzerinde bu tür şeyler yapan dengesiz kişilerin
varlığı da bilinmektedir. Yine de Şeytan m burada hiç yeri yoktur.
Ancak Amerika Birleşik Devletleri’ne özgü olan şey
pedofili ve pederastinin4 şeytan ibadetleriyle sürdürüldüğünün kabul
edilmesidir. Bu ibadetlerden sağ kurtulan biri olan Marti Johnston, on yıl
boyunca törensel olarak cinsel tacize maruz kaldığını, sonunda ibadette bulunanların
ilgisini çekecek yaşı geçince, iki Satanist toplulukta rahibe mertebesine,
ardından da başrahibe mertebesine çıkarıldığını kamuoyu önünde açıklamıştır.
Sözcüğü sözcüğüne şöyle demiştir:
“Teksas’la, Harris Country bölgesinden kaçırılmış sekiz
yaşındaki küçük bir kız çocuğunun kurban edilmesine tanık oldum."
Marti johnston cinayeti ayrıntılarıyla anlatmış, küçük
kıza uyuşturucu verildiğini, gözleri dehşetten açılmış olarak, başka
çocukların gözü önünde katledildiğini açıklamıştır,5 Marti
Johnston’un anlattığı şeyi gerçekten görüp görmediğini söylemek çok güçtür.
Altıbin ikiyüz yirmibeş kişinin yaşadığı küçük bir Teksas şehri olan Tomball
civarındaki yaklaşık beş yüz kilometre içinde yüz kadar Satanist grup olduğunu
ileri sürmesi daha da şaşırtıcıdır. Soğukkanlılıkla işlenen bir cinayetin
tanığı olarak polis tarafından, aranınca, Satanistlerin de
4 Burada bu
terimleri aşağıdaki anlamlarıyla kullanıyorum: “Pedofili” çok küçük çocuklarla
cinsel ilişki yan anlamını İçerdiğinden özellikle suç teşkil eder. “Pederasti”
etimolojik ve geleneksel olarak her iki cinsiyetten, cinsel olgunluğa erişmiş
olmasına karşın medeni olarak erişkin sayılmayan küçüklerle cinsel ilişkiyi
içerir.
3
Bili Disessa, “Tale of Child’s Ritual Slaying, Vexes Lawmen,” Houston
Chronicle, 6 Man 1989, aktaran
Hicks, a.g.e.
MODERN ZAMANLAR
peşinde olduklarını, daha fazla şey söylerse
susturacaklarını ileri sürerek ortadan kaybolmuştur. Bu kişinin, hoşlanılmayan
sefahat âlemlerini çok abartmış yalancılık hastası olması olasıdır.
Aynı türden başka tanıklar ortaya çıkmıştır. Örneğin
bir Joan Christianson da aynı türden başka olaylar aktarmıştır, anlatımları
öy-. le vahşicedir ki meraklılarının Hicks’in kitabına bakmalarını tavsiye
ederim. Christianson, görmüş olduklarını kamuya açıkladıktan sonra on bin yedi
yüz altmış telefon tehdidi aldığını belirtir; bu rakam, Satanistlerin
gerçekliğinin ve sayısının varsayımsal kanıtıdır. Telefonların sayısındaki
kesinlik biraz kuşkuda bırakmaktadır. Dört ya da beş çocuğa hamile
bırakıldığını ve daha sonra bunların kalplerinin yendiğini ileri süren kadının
anlatılarına ne kadar değer vereceğini insan bilememektedir. 1988 yılında
Geraldo Rivera’nın yayınıyla ortaya çıkan "Gloria" ve “Chery”
olayları vardır. Chery’ye, daha sonra bir Satanist olan kendi babası tarafından
kurban edilecek bir bebek doğurması için, bir kadın doğumcu huzurunda on iki
yaşında tecavüz edilmiştir.
Burada canavarlığın ya da saflığın ya da her ikisinin
birden sınırlarına erişilir ve ABD’nin ne tıp bilincinin olduğu ne de
yüzlerce, hatta binleme Satanist insanın bilinç aydınlığına erişme
olasılığının olduğu çılgınlığa kapılmış bir ülke olduğu sonucu çıkar. Çünkü
sonuçta burası yaşamak için çalışan, her gün komşularıyla, işverenleri, işçileri
ve müşterileriyle yan yana yaşayan ve annelerin çocuklarını devrilmiş haçlara
gömmek yerine onlara süt emzirdikleri ve kız ve erkek çocukların iğrenç ve
ölümcül seremonilerde tecavüze uğramak yerine üstüne titrendiği normal bir
yaşamın sürdüğü bir ülkedir.
Psikiyatrinin ve psikolojinin en yüzeysel bilgisi, bu
alçaklıkları işleyen kafadan sakatların ya da en azından birkaçının zaman zaman
yaptıklarına ve gördüklerine isyan edeceğini düşündürtür.\ Bu işlere bulaşmış
yüzlerce belki de binlerce kişinin içinde suç ortaklarını iti-
1 ■i
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ . ;
'i raf eden ya da sözümona
Satanist ağlarım parçalayan birkaç kişinin j bile olmamasına inanmak son
derece, güçtür. Yine bu psikiyatri ve J psikoloji kavramları, Charcot’.un
isteriklerini anımsatan bu psikotik, ■ sapık kadınların aktardıkları delilik
hikâyeleri üzerine en ciddi kuşj kulan yöneltmekten geri kalmaz. Çünkü bu
kadınlardan bazıları bir j sinir krizinden ötekine düşmüşlerdir ve kara
ayinlere ve ölüsevicilik 5 ve yamyamlık seremonilerine sözümona katıldıktan
sonra bugün “yej niden Hıristiyan” (Christ reborn) olarak kendilerini
takdim etmekte- j
dirler. Bu “Hıristiyan
kadınlar” kendilerine bir efendi bulmak için J
Şeytan’dan İsa’ya
geçmişlerdir. Psikiyatride yoksun olduğu kadar kafası da karışık kişilik temeli
üzerinde yükselen büyük duygusal istikj rarsızlıklardan (değişkenlikler) söz
edilir. 1
Başka
deyişle, Satanİstlerin dinsel inançları, inanç
değiştirmiş ol- |
salar da şüphelidir ve
anlattıkları hikâyelerin çoğu inanılır gibi değil| dir. 1
Burada çok yeni olan pek
bir şey yoktur: Fransa, önceki yüzyıllar- 1
da, çocukların kurban
edilmeleri mitlerinin yol açtığı toplumsal pat- I
lamalara tanık olmuştur.
1750 yılında Paris, polisin düzenlediği ço| cuk kaçırmalar üzerine tanıklıklar
nedeniyle isyanlara sahne olur. 1 Bastille ile Tuileries arasındaki en yoksul
mahallelerde kanlı bir şid- 1
detle ortalık kasıp
kavrulur ve delice bir vahşilikle Labbe adlı masum j
bir assubayı öldürürler
ve cesedini tümgeneral ya da polis şefi Nico- 1
las-Rene Berryer’in
konutunun önüne atarlar. Hakikat şuydu ki, “küs- j
tah, sert ve kaba” bir
kişilik olan Berryer, gerçekte, polisi sokakları 3
serserilerden,
dilencilerden ve özellikle yoksul çocuklardan "temizle- J
mek”le görevlendirmişti
ve bunlar aylar, kimi zaman da yıllar bo- y
yunca yoksullar evine
kapatılmışlardı. Ancak tutuklanmalar halk ara- 1
sında XV. Louis’ye
atfediliyordu ve mit bu noktada ortaya çıkıyordu: î
Kral ya da yakınlarından
biri ciddi bir hastalıktan kurtulmak için ço- i
cuk kanıyla banyo yapmak zorunda olduğundan çocukların
kurban
522 l
%
MODERN ZAMANLAR
edildiklerine inanıldı.6 Yine kanın
kurtarıcılığı miti!
Kör despotların emriyle çocuk kurban etme mitleri
özellikle toplumsal kriz dönemlerinde ortaya çıkıyor gözükmektedir. Çok daha
ünlü bir mit olan, sözümona Büyük Herodes tarafından düzenlenen Filistin’deki
yeni doğan çocukların katliamı mitinin Hıristiyanların tam bir uydurması
olduğunu daha önce gördük. Şeytana tapmayla ilgili Amerikan mitolojilerinin
ortaya çıkardığı şey, kesin olarak kolektif zihniyet krizidir.
Yine de, 1750 isyanlarında şeytana tapmadan söz
edilmemiştir. Bunun nedeni Fransız kolektif zihniyetinin buna ilgisiz olması
değildir: Yaklaşık üç çeyrek yüzyıl önce ilgisiz olmadığını göstermiştir.
Gerçekten de, XIV. Louis’nin cinsel taciz, şeytana tapma, zehirleme suçlamalarını
soruşturmak üzere 1679 yılında oluşturduğu ve mevki sahibi kişilere, din
adamlarına yönelik gizli komisyon şeytan takmağının eski ve köklü olduğunu
gösterir. Bulaşıcı takmağın ulaştığı boyutları belirten bir ayrıntı: Kralın
atadığı mahkemenin bulunduğu ve ateşte yakılma cezasının verildiği, Kötü
Huylular Mahkemesi de denen yargı yeri, kara ayin yapılan yerler gibi siyahla
kaplıydı, işkence görenin işkenceci tarafından, sanığın savcı tarafından ezeli
taklidi: Şeytan’a kim inanırsa inansın aynıdır. Brinvilliers, Voisin, Vigoureux,
Rahip Guibourg gibi yüksek mevkiden birkaç cadaloz ve sapık, şeytana tapan,
bozguncu, komplocu, iktidar, para, cinsellik ve miras tutkununun yanı sıra,
Fransız soyluluğunun büyük bir bölümü de bu uğursuz yere sürüklenmiştir. Bunlar
mahkûm edilmişlerdir.
Ancak Poisons Olayı öyle tuhaftır ki, 1682’den sonra,
öğrendikleri şeylerden kuşkusuz korkuya kapılmış olan XIV. Louis, arşivlerin
6 Adette Farge ve Jacques Revel, The
VanishingChildren of Paris: Rumor and Politics Before the Frendi Revohıtion, Harvard University Press, 1992. Bu kitabın, okumuş
olduğum Amerikan baskısından alıntı yaptığım için okurun bağışlamasını
diliyorum.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ve dava belgelerinin büyük bölümünü yaktırmışım Adalete
uygun olarak yargılamak gerekseydi kara ya da kızıl soyluların büyük bölümünü
cellat kütüğüne ya da darağacma yollamak gerekirdi. Bunun üzerice XIV. Louis
bilgece “bir örnek vermek”le yetindi ve suçluların görünürde en aptal ve en
sapkın olanlarını cellada gönderdi. Geri kalanı, krallık iradesiyle “dedikodu”
olarak duyuruldu. Kuşkusuz raporların çoğu dedikoduydu. Bir insanın komşusuna
yapabileceği alçaklıkların sınırı yoktur, İsa bunun ilk tanığı kuşkusuz
değildi. Dosyası polis müdürlüğünün “kara kaplı defter”ine girmiş olan, XX.
yüzyılın hiçbir şanlı kişisi, olağanüstü saygısızlıkla bir o kadar olağanüstü
anlamda düşmanca buluşların incelikli karışımıyla polis katiplerinin kayıt
tutmaları karşısında şaşkınlığa düşmemezlik edemez.
Aslında yukarda belirtilen iğrençliklerin meydana
geldiği varsayılan çağdaş Amerikan eyaletlerinin polisleri, çocuk kayıpları
hakkında bilgileri olmadıklarını bildirdiler. Her yıl kaybolan elli bin çocuk
dikkati çekmeliydi. Yine, Amerikan soruşturma gazeteciliğinin onurunu oluşturan
sıkı soruşturmalar, Satanistlerin dehşetlerinin sözümona tanıklarının bazı
ilişkilerine yöneliktir.7 Sonuç kesindi: Bunlar, şeytana tapma
törenlerine inanmaya fazlasıyla hazır olan kamuoyunu aldatmaya yönelik
uydurmalardır. 1987’de, otuzaltı bakımevinde yürütülen polis
soruşturmalarındaki bir hazırlık raporu, doksanbir kişiyi suçluyordu; yirmibir
kişi suç oluşturan davranış nedeniyle gerçekten mahkûm edildi, ancak ne Şeytana
ne de şeytana tapmaya hiçbir gönderme yoktu?
Lauren Wilson, Lauren
Stratford takma adıyla Satan’s Undergroıınd adlı bir kitap yayınladı. Bu kitapta burada
belirtilenler kadar iğrenç hikâyeler anlatıyordu ve Gretchen ve Bob Passatino
ve Jon Trott tarafından uydurmacılık ve Hıristiyan derneklerinin saflığını
kötüye kullanmakla suçlandı. Aynı türden iğrençliklerin sözümona tanığı olan, Michelle Remembers’ın yazan Michelle Smith’in durumu da
böyledir. Bu durumu aktaran Hicks’tir.
8 Hicks, Zn Pursuit of Satan, a.g.e.
MODERN ZAMANLAR
Başka deyişle, etrafında gürültü ve zırvalık koparılan
küçük bir gerçek suçlular halkası vardı. Şeytan buna ancak bahane olur.
Yine de bir gerçek vardır: Burada, Kötülüğün gerçek
uygulamasına yöneltebilecek fantazmlara yol açan kötülüğün keşfinin sapkın
alanına girilmiştir. Öykünmeli patoloji psikolojinin bir olgusudur ve bir
davranış şemasının sunumu zayıf ruhlara kendini dayatır; ve davranış ne kadar
kınanırsa o kadar güçlü olarak kendini dayatır; örneğin kadın ya da erkek
kahramanın intihar ettiği televizyon dizilerinin ardından gelen ihtihar salgınları
buradan kaynaklanır?
Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en korkunç
canisi, gerçek adı David Berkowitz olan “Son of Sam” Queens semtindeki bir dizi
kadın katlinin sorumlusudur ve cinayetler bu semtte korku salar ve aylarca
dillerden düşmez.. Berkowitz New York polisine yazdığı bir mektupta şöyle der:
“Ben Beelzebub canavarıyım,'koca Behemouth’um [sic].” Elbette tam anlamıyla
kafadan sakat olan bu kişi “Beelzebub,” Behemoth ya da Şeytan’ın diğer ünlü
adlarını bilmeseydi bu cinayetleri işlemeyecek miydi diye sorulabilir; ancak
Şeytana ilişkin marazi saplantısının canice davranışını temellendirdiği de
düşünülebilir. Bu iğrenç sapkın Satan-Beelzebub-Behemoth diye birinin var
olduğunu tesadüfen okumuş ve bu isimlerin ne anlama geldiğini bilmediğinden, bu
karşı-iktidarları temsil ettiği sanısına kapılmış. Aşağılanan ve ha-
Patomimi bu patolojinin
biçimlerinden biridir: Bu, “bir hastalığın, bir sakatlığın ya da bir arazın
mitomanyak yeniden üretimidir.” Bu terim, Fransız doktor Georges Dieulafoy
tarafından 1908 tarihinde önerilmiş ve doktorun isteği üzerine yazar Paul
Bourget tarafından kullanılmıştır. Bazı uzmanlar çarmıha gerilmiş İsa’nın beş
yarasının benzeri yara izlerinde bir tür patomimi görürler. Gizlice
kışkırtılan hastalığın amacı çevredeki insanlann dikkatini çekmek, tepkilerini
yönlendirmek ve çabalarım başansızlığa uğratmaktır. Dolayısıyla bu bir tür
paranoyak ve histerik.narsisizm biçimidir. Norbert Sillamy, Dtctonnmre de
psychologie, 2 cilt, Bordas, 1987.
Benim tezim, tamamen patolojik eserler olan Roseınary’nin Bebeği gibi başanh filmlerin Satanizmi taklit dalgalan
başlattığıdır.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
karete. uğrayanların yazgısını belirleyen bu olmuştur:
Yukarda belirttiğimiz, Jean Rouch’un hayranlık uyandırıcı etnografik filmi Çılgın
Efendiler'de yüzyıllar süren İngiliz sömürgeciliğine ve küstahlığına
öfkelenen Ganalılar büyülü seremonilerde özellikle “şeytana tapma” edimine
karar verirler: Kurban edilmiş bir köpeği yerler, köpek îngilizlerin.“kutsal
hayvanadır, Tropiklerde soluksuz kalan şişman kadınların kıvır kıvır tüylü süs
köpeğidir, Siyahların kokusundan hayvanca nefret duygusuyla yetiştirilmiş bir
kaniştir. Çünkü, ben bizzat yaşadım, köpeklerin “Araplar” için Beyaz
düşmanlığının izini taşıdığı Mısır’da hayvan ırkçılığı Batılı geleneğiydi.
Bu noktada şeytana tapma kriminolojinin alanını aşarak
sosyolojinin alanına girer, ikinci düzeyine de bu noktada erişir.
Gerçekten de Şeytan yenilmişlerin kahramanıdır.
Yönetmen Roman Polansky’nin eşi, aktrfst Sharon Tate ve cinayet gecesi onunla
birlikte Los Angeles’teki Cielo Dr ive villasında bulunanların tarifsiz
iğrençlikteki katlinin açıkladığı şey yenilenlerin yenenlere duydukları kindir,
Yunanlıların çok korktukları phtonos’un dirilişidir. Sharon Tate genç, güzel,
ünlü, her yerde kabul gören, başarılı bir yönetmenle evli biridir: Charles
Manşon adlı bir kaçık, gurusu olduğu bir avuç öfkeli insanla birlikte villaya
baskın yapar ve hiçbir neden olmadan oradaki herkesi katlederler, daha sonra
kurbanların kanına buladıkları parmaklarıyla duvarlara nefret dolu sözler
yazarlar. Manşon müebbet hapis yattığı cezaevinde "şeytana tapma”
komedisini sürdürür.
Bu bölüme ayrılmış alanın aktaramayacağı kadar çok
sayıda olan bu olaylarda Şeytan miti yalnızca pornografiye, doğrudan
psikiyatrik kapatılmaya.mahkûm edilebilecek birey ya da gruplar için her türden
sapkınlık ve sadizm edimlerine bahanedir. Gerçekten de, şeytana tapma, yalana
dayalı fantazmlarm dayanağından başka bir şey değildir. Örneğin kilise
mensuplarından birine cinsel tacizde bulunmakla suçlanan Virginialı bir papaz
Şeytan’ın etkisini öne sürer. Kilise mensu-
MODERN ZAMANLAR
bu kadın, bir çocuğun kurban edilmesine ve yamyamlar
gibi yenmesine tanıklık ettiğini anlatır; bu son derece klasik bir fantazmdır.
Oldukça ileri götürülen polis soruşturması hiçbir kurban etmenin olmadığını
ve kadının papaz, nezdinde değer görmek için zırvalıklar uydurduğunu ortaya
çıkarır; papaz daha sonra onun cinsel itkilerine safça boyun eğmiştir.
Kısacası Satanizm, sevişme arzusuyla dolu iki yalancılık hastasına
davranışları için bir taslak sunmuştur.
Ancak bunlar önemsiz olaylardır: Son of Sam vakasında
gördüğümüz gibi Şeytan özellikle yenilmiş olanın korkusunun ifadesidir.
Aslında egemenliği çok daha geniş olan ve en azından
ilk bakışta sapkın cinsel takmaklara değil, bir tür “ters din”e, hakiki bir
Şeytan ibadetine. bağlı gözüken bir şeytana tapma vardır. Bu ibadet, daha
doğrusu ibadetler -çünkü birden çok vardırhiyerarşileri, ayin rahipleri,
kiliseleri, sunakları, mumları (siyah, elbette), amblemleri ve her şeyleriyle
bir din görünüm ündedirler. Bunlar sözde-felsefi uslamlamalara
dayanırlar ve eski dinsel usûllere yapılan, belirsiz ve genellikle açıkça
yanlış referanslarla doludurlar. Beelzebuth, Astaroth ya da Lucifer’e eski
dirilerde Kötülük tanrısı olarak değil, sadece tanrı olarak tapıldığmı bu
ibadetlerin yandaşlarının bilmedikleri açıkça ortadadır. California’da bu
mezheplerden birinin yandaşlarıyla tartışma fırsatım oldu, fakat, Einstein’ın
dediği gibi bir önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha güçtür.
Batı’nın ve elbette dünyanın en ünlü Satanistlerinden
biri bir Amerikalıdır; adı Anton La Vey’dir. Üzün boylu, zayıf, kırkını
geçmiş, siyahlar içinde ve üst dudağı ince bir bıyıkla süslü La Vey, Gounod’un
Faust temsilindeki geleneksel. Mephistopheles’in kişiliğini şaşılacak
ölçüde çağrıştırır. 1966 yılında “Şeytan Kilisesi”ni kurmuştur. Kitabı, Şeytan
Incil’i,10 ciddi bir yayıncılık başarısıdır. Kitapta, “Şeytana
10The
Satanic Bible,
Avon Books, New York, 1969.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
tapma, tamamen öz-merkezli ve kendini ödüllendirici
dinden bir sapmadır,” der. Bu tanımı anlamamış olsam da, kitabın bilgiç
üslubunda cinselliğin taşkın uygulanışının doğrulanmasının kokusunu alıyorum.
La Vey’in bulanık düzyazısı, “devrimci” ve yüce ideoloji haline getirilen bir
genelev ve âlem zihniyeti yansıtıyor gibi gelmektedir bana.
La Vey, Büyücünün Elkitabı'm ve Şeytana Tapmanın
Ritüelleri’ni11 de yayımlamıştır; bunlar da belli bir başarı
kazanmışlardır. Her şeytana tapma olayı ortaya çıktığında medya tarafından
sorgulanan La Vey, şaşırtıcı sözler söyleyebilir: “Kitaplarımın ve genel olarak
Satanizmin rağbet görmesi,” diye açıklamıştır, “Amerika’nın kesin bir değişim
gerekliliğinin sonucudur. Zeitgeist [Amerikan dilinde eski Almanca, “zamanın
ruhu” anlamına gelir] bu ülkede, televizyonun gerçekten, yeni din olduğu yeni
bir toplum yaratmak üzeredir. Televizyonun yapabileceklerine rağmen, eksik bir
şeyler vardır. Satanizm de bu boşluğu. doldurmaktadır. Dolayısıyla, ister
olumlu olsun ister olumsuz, bir toplumsal değişimde bana güvenilmelidir.
Geçmişte Katolikler ProtestanlaY tarafından şeytan olarak kabul edildiler.
Protestanlar, Katolikler için şeytandılar. Yahudiler, her ikisi açısından da
şeytandılar. Beyaz insan Çinlinin gözünde şeytandı. Peki ama aslında kimin kötü
olduğunu kim söyleyebilir?"12
La Vey’in açıklamalarının içeriği felsefi olarak
boştur, sosyolojik olarak yoksuldur ve tarihsel olarak bahtsız talidomid
çocuklar kadar miyoptur: Bayağılık rüzgârlarının şişirdiği biçimsiz bir balonu
anımsatır. La Vey, içi boş açıklamalarında Şeytan’ın kökeni sorununu bir kez
olsun ele almamaktadır. Ancak o bir habercidir: Öncelikle, uzun süre boyunca
“geleceğin laboratuvarı” olarak kabul edilen ülke üzerinde ve şimdi de,
bilimsel dünyanın bazı sektörleri de dahil olmak üzere Batı dünyasının tümü
üzerinde dalga dalga yayılan çılgın
11
The Satanic
Rituds, Avon Books, New York, 1972.
U “Satan,” Life, Haziran 1989.
, MODERN ZAMANLAR
uschşılık dalgasının habercisidir. İkinci olarak, bu yüzyılın
başından itibaren, sanattan epistemolojiye kadar tüm alanları kırıp geçiren
sıfır altı derecedeki nihilizmin habercisidir?3 Bu sonuç olarak, La
Vey’in kitaplarının başarısının da doğruladığı gibi, kamuoyunun şeytana tapma
gereksinimini açıkça ifade etmektedir. Marksizm, sonuçta, yoğunlaşmayı
başaramayan zihinler için can sıkıcıdır ve inanç yayma çabası disiplin
gerektirir, ancak şeytana tapma, La Vey’in dediği gibi, en azından
“ödüllendiricidir” ve herkes istediği gibi uygulayabilir.
Başta Şeytan olmak üzere, şeytana tapmanın ilk günahın
ortadan kaldırılmasını talep etmeye varması olağanüstü ve hatta “inanılmaz”
paradoks ve kuşkulu kavramların kullanılmasındaki kaçınılmaz kafa
karışıklığının işaretidir, ilk günahın sorumlusu sadece emekçilerin kurtarıcısı
olarak değil, cinselliğin kurtarıcısı olarak da sunulmuştur! Marcuse, Orphikçi
Eros’un ilk günahın izlerini azalttığını yazıyordu!14 Bu arada,
tamamen anti-erotik bir kahraman olduğu için
13 Belli başlı ilgililerin çıkardıktan rezalet karşılığında, bu moda
sisteminin satraplannı, sanattaki bu nihilizmin belirtilerini La
Messe de saiııt Picasso
(Robert Laffont, 1990) adlı eserde sergiledim. Eser dolayısıyla, Picasso
“müzesi” karşısında çılgınca el kol hareketlerine maruz kaldım, bildiriler
dağıtıldı, Fransız düşüncesinin “organlan”ndaki tüccarlann satılık
kaiemşörlerinin sarf ettikleri küfürlerin lafını bilç etmiyorum. “Modem” (ve
hatta, ey sözün mucizesi!, “postmodern”) sanatın günümüzdeki iflası ve
betimleyici addaki -F.I.A.C.örgütün düzenli olarak salgıladığı irinler benim
beddualarımın temelsiz olmadığının kanıtıdır. Epistemoloji alanında,
Science&Vie dergisinde, kendini haklı olarak, ama kuşkusûz tesadüfen
“epistemolojinin dadaisti” olarak tanımlayan Paul Feyerabend adlı birinin Akla
Veda kitabına yönelik eleştirim yine hak ettiğim küfür ve
entrika payımı almama neden olmuştur. Feyerabend. mantığın gereksiz olduğunu,
aslında bilimin var olmadığını ve “dünyayı fazlasıyla zehirlediğini”
düşünmektedir. Picasso’nun, soytarı Daniel-Henry Kahnweiler’den ardıllarına ve
dalkavuklarına kadar adlan sayılamayacak kadar çok kişinin, tüccarlann ve
kamuoyunun “şeytansı" halüsinasyonlannın değişik bir. biçimi olduğunu
düşünmekten pek uzak değilim. Feyerabend’e gelince, onu bir gün örneğin bir
Amerikan-Kore ya da Iran-Sırp Satanistler mezhebinde görürsem şaşırmam.
HHerbert Marcuse, Eros et civilisation, Edition de Minuit, 1963. Altmışlı yıllarda
529
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
ortaçağ Hıristiyanlığı tarafından benimsenen Orpheus
mitinin gerçeği hakkındaki cehaleti de belirtmiş olalım!
Şeytan kilisesi türünün tek örneği değildir elbette;
Set Tapmağı’nı da belirtmek gerekir. Bunun da kuruluş ilkesi Şeytan
kilisesininki kadar yanlıştır, çünkü bu Mısır tanrısı Seth’tır ve Seth’in
Yahudİ-Hıristiyan. Şeytanıyla hiçbir zaman özdeşleştirilemeyeceğini görmüştük.
Yetmişli yıllarda California’ya yaptığım yolculuklar sırasında birçok Satanist
mezhep tanıdım ve zorlama gülünçlüğü ve ezoterik iddialı anlaşılmaz dili,
Kabala’ya referansları, uydurma olduğunu herkesin bildiği Necronomicon adlı
kitaba ve ünlü soytarı gurdjiefPe bağlılıkları ne yazık ki bana tiksinti
verdi. Onlar hakkında belgeler topladım; ortaya çıkan anlamsız, ahlaksız ve saf
aptallık bana bu karmakarışık şeyler yığınım çöpe attırdı. O dönemde olası
antropolojik ilgiyi bilmiyordum. Bu yüzyıl başının cinli bir kişisi olan,
tanınmış Satanist, “büyücü" Aleister Crowley’e yapılan bolca gönderme
nedeniyle bu karanlık saçmalıklara özellikle “ilgisiz” kaldım.1"5
Marcuse’ün adının, en
yüksek fantezinin fizyolojisti, delilerden daha deli psikanalist ve kendi
keşfi olan “orgon akümülatörleri” -orgon, havada dolaşan bir tür cinsel
enerjidir (skolastik teolojideki cinler gibi)adlı aygıtlar aracılığıyla cinsel
devrimin üstü kapalı teorisyeni Wilhelm Reich adıyla birlikte anıldığını
unutmamak gerekir. Görülmememiş türden bir Marksist olan Reich _orgon enerjisi
yoluyla kitleleri kurtarmayı düşünüyordu!
1JI875’de İngiltere’de, Leamington’da doğan Edward
Alexander Crowiey 1947’de oburluktan öldü. Macera ve skandal dolu yaşamı
sırasında Yeats ve Somerset Maugham gibi ünlü kişilerin yakınında yer aldı.
Maugham The Magiam adlı romanına model
olarak onu seçmişti. Winston Churchill’le de yakındı (Alman işgalini büyü
yoluyla ortadan kaldıracak “kesin” bir çözüm önermişti; Aslan’ın tepkisi tahmin
edilebilir!) 1953’de uzun uzun söyleştiğim Maugham onu “eğlendirici bir kaçık
ve önemli bir bilge” olarak niteliyordu (“entertaining and most erudite
queen”). Byronü ve özellikle travestiliğe ve güzel oğlanlara duyduğu ilgiye
kendini yakın hissettiği XVIII. yy yazan V7illiam Beckfordü örnek alan bir
estet olan Crowiey “toplu aşk” deneyimleri, yani büyük ölçüde Hermetik-Mısır
iddialarına dayanan eşcinsel âlemler düzenledi ve fantezi başrahibi giysileri
içinde Satanist törenlere başkanlık etti. Eserinin, karanlıkçılık meraklıları
üzerinde belli bir etkisi olmuştur.
530
MODERN ZAMANLAR
ABD’de, Kanada’da, İngiltere’de bazı "büyücülük”
dernekleri vardır. Bunların bazıları “beyaz”dır ve Şeytan’a tapmama garantisi
verirler, sadece “Avrupa’nın Kelt halkları”nda görüldüğü gibi doğa güçlerine
taparlar. Öteki “siyah” dernekler, ulusal polisin şimşeklerinden korunabilmek
üzere titizlikle. ayıklanmış olan, elbette yanlış yorumlanmış betimlemeler
üzerinden kopya edilen Şeytan başkanlığındaki toplantılar sırasında şeytana
tapıyorlardı. Bu demeklerin faaliyetleri-. nin ve ideolojilerinin dökümü tüm
bir kitabı işgal eder; okuru thr kez daha bana bu konuda en eksiksiz -doğruyu
söylemek gerçkirse, tatsızeser olarak gelen Hicks’in eserine gönderiyorum.
Gerçekten de, Rusya ve Sibirya’dan İtalya’ya, tüm
Hıristiyan dünyada karanlıkçılık artmaktadır (Müslüman dünyayı iyi tanıyan
biri olarak orada benzer biçimde şeytana tapma ayinlerine rastlamadım). Bû
açıdan başka ülkelere özeneceğimiz pek bir şey yok: 1980 yılında, Antenne 2,
“Lucifer Şahitlerİ”ndi düzenlenen bir kara ayini yayınladı, Castellane’jda
oturan Georges Bourdin adlı biri, kendine Hamsah Manarah dedirtiyordu ve
“Mandorom Dinleri -Tapınağı”nda bir araya gelen bir mezhebi yönetiyordu.
Sonunda, 27 Nisan 1991’de, başkalarının yanı sıra Figaro’nun da dikkatini
çekti; Bourdin varlıklı biriydi: Cas-. tillon gölüne bakan otuz üç metrelik
beton bir heykel diktirmişti. “Şeytanı ve Lucifer’i kendine bağımlı kddığı”m
iddia ediyordu ki bu. sansasyonel bir haberdi, çünkü ikisi arasında ayrım
yapıyordu, “ve beş yüz elli iki milyon cinin ruhunu bozmuş [sic]”tu.
Tüm dünyada yayılan bütün mezheplerin abuk sabuk
laflarının dökümünü burada yapmak niyetinde değilim; bu, bir gün, kamusal zihniyetin
sağlığım korumak isteyen bir örgütlenmenin görevi olur; benim niyetim sadece,
ÎÖ VI. yüzyılda Zerdüştçüler tarafından imal edilen ve öncelikle ÎÖ 111.
yüzyılın Yahudi isyancıları tarafından, ardından da Hıristiyanlar tarafından
ele alman bu mükemmel kurgunun dünyanın sözümona en gelişmiş ülkelerinde her
zaman mükemmel bi-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
çimde yaşadığını kanıtlamaktır. Bunlar bir kez daha,
astroloji karşısında yapıldığı gibi, küçümsemeyle ele alınabilir, fakat can
sıkıcı yan şu ki, bu mantıkdışı inançların kanlı sonuçları var. Çünkü patolojik
bir durum olan Şeytan takıntısının neden olduğu kanlı olayların hesabı artık
tutulmamaktadır. Bu, karakteristik psikiyatrik sorunlara sabit fikir olarak
hizmet etmekte ve hastaları, son okudukları kitaba göre “şeytan çıkarmaksan ya
da “cinlenmeksen söz ettiklerinde affedileceklerini sandıkları şiddetli
davranışlara yöneltmektedir.
Bu kanlı sonuçların binlercesi arasından iki örnek. Rio
de Janeiro’da, 1992 yılında, Marcelo Costa de Andrade adlı biri, altı ile onüç
yaş arasındaki ondört çocuğu tecavüz ettikten sonra vahşice öldürmekten
tutuklandı. “Tanrı Krallığının evrensel kilisesinden. bir papazın vaazıyla
kafası karışmıştı. Papazın kafası da görünüşte psikopat katilinki kadar
karışıktı, çünkü her türlü fiziksel eksikliği iman yetersizliğine bağlıyordu
ve Andrade, kurbanlarını Şeytan’m elinden kurtarmak amacıyla “göğe göndermeyi”
düşünmüştü. Bu arada belirtelim ki, “Tanrı Krallığı’nın evrensel kilisesi” Rio
eyaletinde ruhların selameti için faaliyet gösteren yaklaşık beş yüz “rahip”ten
oluşan “Pantkotİst” bir mezhepti.
1989’da, yine Amerika Birleşik Devletleri Mekşika
sınırına yakın Matamoros şehrinde işlenen bir dizi ritüel cinayetle derinden
sarsıldı. Uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgili sıradan bir soruşturma sırasında
Meksika polisi onüç cesedi gün ışığına çıkardı; bunlar, Şeytan’a Hıristiyanca
inancın zehirlediği kişilerin kalıntılarıydı. Bu cinayetleri işleyen kişi
şeytana tapan bir mezhebin üyesiydi ve taş devrine bile yakışmayan bu kurban
etmelerle Şeytan’m lütfunu sağlayabileceğine inanıyordu. Texas eyaleti savcısı
Jim Mattox, “cinayetlerin dünyaya karşı bir kalkan olduğuna inanıyorlardı. Bu,
dinsel bir çılgınlıktı,”15
16"Satan,” Life, a.g.e.
MODERN ZAMANLAR
diyecekti. Katliam yerlerinde insan cesetleriyle
birlikte bulunan hayvan cesetleri bunun kanıtıdır. Kısa süre önce» çocuklar
üzerinde uygulanan gerçek cinsel taciz vakalarından ve ardından genç bir
oğlanın Missouri’de, Joplin yakınlarında katlinden daha fazla kamuoyunu sarstı.
Önemli ayrıntı: Matamoros cinayetine katılanlardan
bazıları tutuklanmalarından sonra, 1987 yılında gösterilen The Believers
(Müminler) filmindeki ritüel bir cinayet sahnesinden etkilenmiş olduklarını
açıkladılar. Fakat, Rosemary’nin Bebeği’nden The Exorcist’e kadar, Suspiria
gibi değersiz yapıtlar ya da Alien dizisi gibi sözde-fütürist
kurgular da dahil, -Batman ya da Terminator gibi şiddetli
aptallıklardan hiç söz etmesek deŞeytanı, cinlenmeyi, şeytanatapmayı ve diğer
saçmalıkları işleyen sinema yapıtlarının listesi uzundur. Amerikalı eleştirmen
Robert Hughes, Deccal kişiliğinin çizgi romanlara ve ardından sinemaya Batman,
Şu perman, Captain Marvel olarak hizmet ettiğini düşünmektedir. Amerikan
alt-kültürü bu tür başka şeyler de üretmiştir, bizzat Mani’yi titretecek bir
Manicilikteki, Spiderman (ve Spiderwoman), Catwoman ve antropoidler gibi beş
para etmez maceralar tüm dünyada milyonlarca insan tarafından iştahla
tüketilmiştir.
Kurgusal eserlerin cinayetleri teşvik ettiği, buna
karşılık cinayetlerin de başka kurgusal eserlere esin kaynağı olduğunun ek
kanıtlarıdır bunlar. Böylece yeni bir ortaçağın karanlıklarına giriyoruz; söz1
de-Şeytan Rüşdi’nin ölüme mahkûm edilmesi yalnızca bir giriştir. Çünkü bundan
böyle, tanrılarının gerçekliklerini tartışma konusu edenlere karşı koyacak
olanlar, şeytanatapanlar hep olacaktır.
Olay yalnızca dinsel midir? Buna inanmak son derece
güçtür. 1991 yılında Gallup Organization’un U.S.&World Report adlı
Amerikan haftalık dergisi için yaptığı bir araştırma,17 cennete ve
cehenneme
17'lHeU’s sober comeback", U.S. New&World
Report, 25 Mart 1991.
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
inananların sayısının 1952’den 1990’a kadar artmaya
devam ettiğini gösteriyordu: Cennete inananların sayısı % 72’den % 78’e,
cehenneme inananların sayısı % 58’den % 60’a çıkmıştır. Çok iyi. Ama aynı araştırma,
düzenli olarak ayine giden Amerikalıların %83’ünün üzerinden yalnızca % 3’ünün
cehenneme gitme riskine inandıklarını gösteriyordu (ibadet yapmayanların %
7’$ine karşılık; bu paradoks daha ilerde ele alınacaktır). Cehenneme gitme
riskleri olduğuna en fazla inananlar % 5’le erkeklerdir; kadınlarda aynı oran %
3’tür. Cehenneme gitme riskleri olduğuna inanmaya en eğilimliler % 5’le
Kareliklerdir, en az eğilimliler % 3’le Evangelistlerdir.
Bunun anlamı, “cehennem başkaları içindir.” Ya da
Şeytan, başkasıdır. Sartre’ın Gizli Oturum’undaki ünlü deyişi aktarabiliriz:
“Cehennem, başkalarıdır.” İnananların büyük kısmının kendilerine dair mükemmel
bir yargıları vardır: Cehenneme gitme riskleri çok azdır.
İlginç paradoks: Amerikan ateistlerinin % 46’sı
cennete, ■% 36’sı cehenneme inanıyordu. Bu durum, ateistlerin ateizmi hakkında
yeterince şey söylemektedir. Daha da ilginci, ateistlerin % 61’i cennete gitme
olasılığına inanmaktadır ve % 9’u cehenneme gidebilecekleri olasılığı üzerinde
durmaktadır. Oysa bu oran inananların iki mislidir. Yani ateistler
kendilerini, inananlardan iki misli suçlu hissetmekledir. Ya da daha kesin bir
deyişle, Kıyamet günü Bireysel Yargıda suçlu ruhları ele geçirecek Şeytan’a
inanç teorik olarak en katı ruhlara bile nüfuz etmiştir.
Hiroşima’nın ve Alman kamplarının çöp yakma
makinelerinin dumanları cehenneminkileri sönük bırakmışken bu rakamlar daha da
şaşırtıcıdır. Chicago Üniversitesi, Divinity profesör olan Martin Marty’nin
inandığı gibi, “cehennem ortadan kayboldu ama kimse farkında değil.”18
Anlaşılacağı gibi, yanılgı ciddidir.
i8 a A.g.e.
MODERN ZAMANLAR
Gerçekten de tamamen teolojik açıdan görüşler, Roma
kilisesinden Anglikan kilisesine, Evangelist’ten Ortodoks’a, vaftizci’ye, Melkit’e,
Maronit’e, Ortodoks Kıpti’ye, Katolik Kıpti’ye, Katolik Ermeni’ye, Ortodoks
Ermeni’ye kadar değişse de, cuma günü et yiyen işçi ile tecavüz ettikten sonra
çocuğu öldüren katil aynı kazada öldüklerinde yazgılarının ortak olacağına
hâlâ inanan pek az insan ols^ da, Roma Katolik Ortodoksluğuna göre Şeytan
takıntısı bilinçlerde yer etmeye devam etmektedir.
Öyle gözüküyor ki, Sataniştler ve Şeytan inancını'
yaymaya devam eden otoriteler, bir Kötülük tanrısı felsefi olarak sadece yıkımı
temsil edebileceğinden, tanım olarak, hem yıkıcı hem de öz-kıyımcı bir tapınmanın
saçmalığını algılamamaktadırlar; dahası, Şeytan inancım yaymanın sosyo-politik
kökenlerini de anlayamamaktadırlar. Yalnızca inananları, zenginleri, Beyazları,
güçlüleri koruyan bir tanrının zaferinin intikamım sonuçta alacak olan bir
karşı-tannya, dar kafaları ve icatlarıyla, halktan gelen geniş .bir talep
sağlamaktadırlar.
Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin1
Ruhu kitabındaki, zengin insanlar Tanrı’dan yararlanmış olanlardır şeklindeki
saptaması Amerika sınırlarını aşmıştır: Batı’nın tümüne uzanmaktadır. 1920’den
itibaren Weber, Protestan dünyanın içine kapandığı seçeneği açıkça tanımlamaktadır:
“Ahiret kurtuluşu arayışı,” diye yazmaktadır, “Katoliklikte olduğu gibi, iyi
ürünleri adım adım ambarlamakla oluşmaz, Tanrı’nın seçilmiş kulu olmakla
lanetli biri olmak seçeneği karşısında her an, bulunan bir bilincin sistematik
. sınavıyla (Selbskontrolle) olur.”19 Dayanılmaz gerilim:
Sonuçta, inançlı kişi isyan eder, tıpkı Şeytan gibi ve onun kollarına atılır!
Kapitalizm düşmanlarının dolaylı yanıtı bilinmektedir: “Ayağa kalkın,
yeryüzünün lanetlileri!" Şeytan, Kari Marx’ın dengi olan ve Şeytan’ın
ezeli gençliğiyle karşılaştırıldı-
19Max Weber, L’Ethigue protestante et Pesprit dıı capitalisme, Plon, 1964.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ğında kesinlikle arkaik kaçan yeni Spartaküs olmuştur,
Herbert Marcuse un dediği gibi, “hayal.gücü türle ve ‘arkaik’ geçmişle birlik
içindeki tümlüklü bireyin talebini savunur."20
Aslında günümüzün şeytan takıntısı yalnızca
karanhkçıhğın, batılİnancın ve sıradan aptallığın yansısı değil, adaletsizliği
sürdüren bir düzene ve çalışmaya karşı bir isyanın da yansısıdır. Çağdaş
İtalyan filozof Giovanni Papini’nin21 dediği gibi, Şeytan tersiz
ekmeği temsil eder ve çölde İsa’yı kışkırtmak isterken taşları ekmeğe
dönüştürmesi rastlantı değildir. Şeytan spekülasyon, uyuşturucu ticareti,
kaçakçılık, fahişelik ve basit hırsızlık yoluyla kolay kazancın Tanrısı’dır.
Dolayısıyla, bazı çağdaş tavırlarda görüleceği gibi, en alt ‘düzeyde, tembelliğin,
sahtenin, baştan savmanın, kültürsüzlüğün ve provokatörün tanrısıdır. Yarın ne
yapacaklarını ve müşterek bahislerde kazanmanın sırrım öğrenmek için
astrologlarına danışan bakanların ve başkanların gizli tanrısıdır O. Haksız kâr
elde etmek için yasadışı yollara başvuran işadamlarının tanrısıdır O.
Weber de bunu öngörmüştü: “... Bir iş dolayısıyla
‘ödev’ini yerine getirme fikri artık yaşamımızı yönetmektedir... Mesleki
[ödevin] ‘yerine gelmesi’ en yüksek manevi ve kültürel değerlere bağlanmadığında...
birey, genellikle, onu doğrulamayı reddeder.1’22
Bu akım içinde, Şeytan, da en yüksek düzeyde sistematik
yapısökümünün, alayın, “Hiçlik”in esinleyicisi olmuştur, akim ortadan kalktığını
ilan eden filozoflar ve yeteneğin yetenek yokluğundan aşağı olduğunu ilan eden
estetler sadece bir provokasyon yarattıklarını ileri sürerek, bu yüz
buruşturma altında kendi hakikatlerini gözler Önüne sererek bir bisiklet
tekerleğinin Atika sanatının bir başyapıtına eşdeğer
2°Marcuse, Eros et
civilisotion,
a.g.e.
21 Giovanni. Papini, “II diavolo e il pane senza sudore,” II
Diavölo,
yeni baskı Arno 1 do Mondadori Editore, Milano, 1985.
22Weber, a.g.e.
MODERN ZAMANLAR
olduğunu, kaydedilen kapı gıcırtılarının Beethoven’in
bir kuatoruna eş olduğunu söylerler. Hatta boş bir tuval bir Veronez kadar
güzeldir. Dolayısıyla Şeytan nihilizmin tanrısıdır, umutsuzluğun tanrısıdır.
Satanizmin kültürü ele geçirmeye başlaması yeni
değildir. Ünlü kişilerin elleriyle şehirlerimize de girmiştir. Şiirin en ünlü
dehalarından biri olan Charles Baudelaire bunlardan ilkini, “Şeytan Dualarf’nı
yazmıştır:
Sen, ey en âlimi ve en güzeli meleklerin,
Övülmekten mahrum tanrı, hıyanet ettiği kaderin,
Ey Şeytan, acı benim uzun sefaletime
Ey kendine haksızlık edilen sürgün Devletli,
Yenildikçe her zaman doğrulursun daha kuvvetli,
Babalığı o insanların ki kara öfke anında
Dünya cennetinden kovdu Allah Baba,
Ey Şeytan, acı benim uzun sefaletime!23
Baudelaire’in, isyan ederken bile Tanrı’yı kayınpederi
Albay Aupick’le ya da dönemin bir burjuvasıyla karıştırdığı düşünülemeyeceğine
göre bunun bir gösteri olduğu söylenebilir. Şeytan hakkında en sık tekrarlanan
kurnazlığı borçlu olduğumuz şefkatli Baudelaire. Çünkü, Paris Sıkıntısında,
“Şeytan’ın en büyük kurnazlığı var olmadığına inandırmasıdır” safsatasını
üçüncü bir kişiden aktardığını ileri sürer. Fakat bu ona aittir! İkiyüzlü okur,
benzeri, kardeşi onun maskesi düşmüştür! Ancak gösteri onun için yeterince
aşırı olmadığından daha da ileri gider:
23Elem Çiçekleri, Charles Büudelaire, çev. Vasfı Mahir Kocatürk, Buluş
Yayınlan, Ankara, 1957.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
“Saygı ve övgü sana, Şeytan, yükseklerinde göğün
Hakimiyet sürdün ve derinliklerinde cehennemin
Mağlup olmuş, sessizce dalıyorsun hülyaya!”
O
dönemde bu, kuşkusuz, yeryüzünün en aptal burjuvazisine saldırmaktan,
enayileri coşturmaktan ve başkalarını gülümsetmekten başka işe yaramazdı. Bu
dönem, başta Emma Bovary olmak üzere has■ sas ruhların boğuldukları dönemdi.
Arthur Rimbaud yaklaşık otuz yıl sonra “Cehennemde Bir Mevsim” geçirmeye
gidecek ve Mallarme şöyle haykıracaktır:
“Gökyüzü ölü. Sana doğru koşuyorum! Ey madde,
Mutlu insanlar sürüsünün yattığı
Yatağı paylaşmış olan, acılar içindeki bu adama
Acımasız tdeal’in ve Günah’ın Unutkanlığım ihsan et.”
Mallarme’nin, Zola’yı kuşkusuz öfke içinde bırakan bir
kurgu olan “insanların mutlu sürü hayvam”nı tanıdığından kuşku duyulabilir.
Fakat sonuçta şair “cafcaflı boşluğun işe yaramaz biblosu,” değildir ve
ses tonu bellidir. Diğer yandan Maldoror Şarkılan’nda, Sado-Şeytansı vahşiliklerle
donanmış küfürler eden Lautreamont’un sahte kontu Ducasse’ı Huysmans şey
tanıştırıyordu:
“Karayel köknarlar arasında eserken Yaratıcı
karanlıklar içindeki kapısını açtı ve bir oğlancı girdi içeri.”
Etkili sonuç. Söylemek gerekir ki, moda, filozofların
en sıkıcısının yerini alan bir pornografla başlamıştı: Donatien de Sade;
safahat âlemleriyle örülü yaşamının, yazılarına bir hakikat kokusu verdiği
düşkün aristokrat. Gerçeküstücülüğün “papalarının ya da moda “rahiple ri”nin
şu tür tanımlarda değerli ne bulabileceklerini İnsan kendine sormaktadır:
“Haçları, Kutsal Bakire’nin ve Ezeli Baha’nın resimle-
MODERN ZAMANLAR
rini parçaladı, kutsal emanetlere işedi ve hepsini
yaktı.”24 Homeros’a, Aiskhylos’a, Shakespeare’e buraya varmak için
mi sahip olundu? “Kötülüğün büyüleyiciliği” gibi basit nedenler öne sürülse
de, Sade düşünürlerimizi karanlık nedenlerle meşgul etti ve etmeye devam
ediyor.
Kötülüğün Napolili olması gibi, hastalığın da Fransız
olmasının pek önemi yok! Fransızlar kadar canları sıkılan Ingilizler de “gotik”
romanı icat ettiler. İblislerin cirit attığı şatolar, kayıp, ruhların iniltilerinin
işitildigi zindanlar, şehvet düşkünü keşişler, dolunayda uluyan âşıklara
teslim edilmiş klorozlu genç kızlar; tüm XIX. yüzyıl İngiltere’sine Şeytan
takınak olmuştur: Mary Shelley’in Frarikensteinh 1818’de yayınlandığında
kamuoyu dehşete doymamıştı, Bram Stoker’in Dracula'sı 1897 yılında
yayınlandı; her ikisi de bilinen kalıcı başarıya erişti. Almanya da “Faust”uyla
geri kalmaz. Rusya, arsenikten ve Prens Yusupov’un tabanca kurşunundan
etkilenmeyen Gregor Efimovitch Rasputin’le “gerçek” Şeytan’ma sahip olacaktır.
Ardından, başta Lenin denen kurtarıcı Ulyanov, Çeka’nın kurucusu dört dörtlük
polis Jerzinski, Stalin denen papaz eskisi Vissarionoviç olmak üzere başkaları
geldi. Şeytan’ın tam bir meslektaşı! Amerika Birleşik Devletleri’nde Poe,
Şeytan’ın sırasıyla “Kızıl Ölüm,” “Tuhaflık Meleği” ve nihayet “Sessizlik”te
(“Dinle, der Şeytan, elini başıma koyarak, sözünü ettiğim ülke Libya’nın
tehlikeli bir bölgesidir, Zaire Irmağı kıyıları üzerindedir...”) kendi
maskesini taktığı alkolik bir hayal gücünün cehennemlerini yapmacıklı bir
tarzda keşfeder. Melville, efsanevi kaptanı Ahab’ı, Kötülüğü, Moby Dick adlı
efsanevi beyaz balinayı aramaya yollar. Ve Conrad’ın tüm eseri Düşüş üzerine
bitmez tükenmez bir soruşturmanın hikâyesi olacaktır; Karanlığın Yüreğin denin
kaçakçı Kurz’un, ölüm döşeğinde, “Dehşet! Dehşet!” diye hırladığı ünlü bölümünde
bile bu soruşturma son bulmaz.
241991 yılında hazırlanan bir dizinin İncil kâğıtlarına basmayı
uygun gördüğü ifrazatlardan yalnızca bir bölümü!
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Herkes en aşırı poz kesişiyle, grotesk el kol
hareketleriyle, boğuk bir ses tonundan destek alan edepsiz ve kötücül sözlerle,
çatık kaşlarla, beddualar ve gürültü patırtılarla bu yolda ilerledi, herkes
kendi şeytanını ortaya attı, ta ki “reklam” tarafından ele geçirilinceye kadar;
ve, (baştan çıkaran) "Fausta” çikolatası ve bir şeytanın bile yüreğini
ısıtan' "Termojen” astarları satmak için gazetelerde ve şehirlerin duvarlarında
şeytanların ve şeytanlıkların çoğaldığı görüldü. Petrolle çalışan ocakların adı
bile “şeytan”dı! Hatta refakatçi gemilerinin adı da “şeytan”dı! “Cinselliğin
işaretleriyle bedenden cin çıkarma stratejisi” dediği “cinsel devrim”in
ikiyüzlülüğünü açığa çıkardıktan sonra Baudrillard’ın haklı olarak dediği gibi
“herkes kendi görüntüsünü arıyor.”25 Breton’un gülünç diktasının
uzak yankısı: "Güzellik ya çırpıntılı olacaktır ya da güzellik
olmayacaktır.” Bu durumda, Charcot’nun bütün isterikleri güzel miydi? Fakat bir
“yeni filozof’ (eskilere ne oldu peki?) daha kesin konuşur: “iyilik için
reklam yalancı değildir: O, yalan için yapılan bir * reklamdır.’’26
Başka deyişle, samimiyet ancak Şeytan içindir.
Avrupa’nın tüm edebi, sanatsal ve müzikal üretimi
kendisini özgürleştiren bir Şeytan takıntısıyla hareketlenmişti. Neden
özgürleştiriyordu? Dar kafalı bir dinden, cansız ve despotik politik
iktidarlardan, sıkıntıdan, kuşkusuz, ama özellikle gündelik sıkıntıdan. Gündelik
sıkıntı, Tanrı’nın akıl almaz acımasızlığıyla insanların başına musallat
ettiği en iğrenç felakettir! Kuşkusuz sahte ama daha zehirleyici cinlenme
sürüyordu: “Sympathy for the Devif’i söyleyen Rolling Stones değilse,
yeryüzünün bir lanetlisine, “Opera’daki Hayalef’e yardım elini uzatan Elton
John oluyordu. Paris, Londra ya da New York’ta şeytansı “tags”lara rastlamadan
iki adım atılmıyordu: “Satan f... yat
25Jean Baudrillard, La
Transparence du Mal-Essai sur les
phtnomtnes extrSmes, Galilee, 1990.
26 Andre Glucksmann, LeXIe
Conuncındenıent,
Flammarion, 1991.
MODERN ZAMANLAR
each night” ya
da “Nique ta mere;” Fransa’da bir Kültür Bakanı’nın şahsında Fransa hükümetinin
yasakladığı ensest önerisi.
Demek ki Şeytan, sanayi çağının bütün Faust’larının, en
yoksullarından en zenginlerine kadar, suçortağıdır. Papini’nin alaycı bir
dille yazdığı gibi, “tamamen yeni bir ışık altında ortaya çıkar: İnsanın...
kurtarıcısı olarak. Tanrısal yasalara karşı çıkmanın ötesinde, insanoğlunu
Günah’m sonuçlarından en azından birinden kurtarmak ister. Şeytan, tinsel
kurtarıcının yanı sıra, maddi kurtarıcı olarak, insanın dostu olarak ortaya
çıkar.” Gerçek şeytanataparlık buradadır: California’daki mezheplerin
maskaralıkları değil, seçkinlerinkidir.
1905 yılında Paul Lafargue’ın Tembellik Hakkı
yorumcularından biri tarafından şöyle özetleniyordu: “... Adem’de kişileşen
insan Cennetken kovulduğunda Tanrı tarafından lanetlenip ekmeğini alnının teriyle
kazanmaya mahkûm edilmemiş miydi? Demek ki çalışma bir lanettir ve cennet
mutluluğunda hakim olan şey tembelliktir...”27
Rollerin eşi bulunmaz bir ters yüz edilmesi: Şeytan,
Zerdüştçü rahiplerin düşlediği mutlak iktidarın savunucusu olarak doğduktan
sonra mükemmel bir toplum-karşıtı fail, çalışmayı lanetleyen biri halini
almıştır. Hıristiyan teolojilerinin temel dayanağıyken varlığıyla demokrasilerin
mezar kazıcısı haline gelmiştir ve Cicero’nun iki bin yıl önce (batılinanç
konusunda) yazdığı gibi, totalitarizmlerin öncüsüdür. Bu nedenle bu kadar çok
dostu vardır.
Şeytan’ın varlığına inancı tektanrıcı dinlerin
getirdiğini düşünür-
27 Maurice Dommanget, Giriş, Le
Droit d la paresse,
FM/Petite Collection Maspero, 1972. Kari Marx’ın damadı Lafargue ünlü yergisine
şöyle başlar: “Bay Thiers, 1849 tarihli ilköğretim komisyonunda şöyle diyordu:
‘Din adamlarının mutlak etkisini belirtmek istiyorum, çünkü insana bu dünyada,
bir başka felsefenin söylediği gibi “zevk almak” için değil, acı çekmek için
var olduğunu öğreten doğru felsefeyi yaymak için onlara güveniyorum.’ Bay
Thiers, burjuva sınıfının ahlakım vahşi bencillik ve dar kafalılıkla
simgeliyordu," O dönemde işçi sınıfının kökleştirilmesinde din adamlarının
oynadığı rolü Lafargue iyi belirtmiştir.
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
sek bu inancın onların kontrolünde olduğu sanılabilir.
Fakat, popüler düzeyde oluşmakta olan Şeytan mitolojisi her türden örgütlü
dinin kontrolün dışındadır. Halk imgelemi, hangisi olursa olsun her türlü
kiliseden daha güçlüdür. Şeytan’ın kişiliğini yaratmış olan ve bu mitolojide
çağdaş filozoflara nöbeti devretmiş olan dinler çırak durumundadırlar.
Antimateryalist ve tinselci olduklarından anti-Marksist olan dinler, geçmişte
totalitarizmin aracı günümüzde de devrimin habercisi olan, esas olarak
nihilist, en temelde pagan mitin sürdürücüsüdürler.
Demek istediğim, Şeytan mitini geliştiren dinler
üstünde durdukları kurt yeniği dalı, toplumsal düzenin dahnı kesmek
üzeredirler.
Şeytan’ın, cin çarpmışların gerçekliğine, her türden
şeytanatapan, şeytançıkaran ve doğa-ötesine inanan kişi tarafından bolca -ve
sevgiyleanlatılan normal-ötesi olgulara inanmamak mıyız? Oysa şunu söylemek
gerekir ki, Şeytana inanmanın temel nedeni cin çarpma olaylarından ibarettir ve
bu vakalar histeri durumlarına çok benzemektedir; bunun açıklaması, eğer
bunlara değer vermek mümkünse, Charcot'nun başarısıydı. Her şey buradadır:
Davranış bozukluklarının habercileri, bilinç kaybı, “soytarılık” adı altında
canlı biçimde betimlenen (sinematografik tavırlara pek uygun) yüz
buruşturmalar, “hastanın hoş ya da güç, erotik ya da şiddetli sahneleri taklit
ettiği” tutkulu tavırlar, donuk duruşlar.28 En iyi psikiyatrlarla
birlikte tekrar etmek gerekir ki, “şeytan çarpmalar” histeri krizlerinin
ifadesinden başka bir şey değildir. İlave kanıt: Eğitimsiz kişilerde,
çocuklarda ve yeniyetmelerde meydana gelir. Şeytan çarpmanın en ufak bir
gerçekliği varsa niçin devlet görevlilerine, ünlü yazarlara, televizyon
sunucularına olmadığını, yalnızca vasat bir entelektüel ve psikolojik düzeydeki
insanların başına geldiğini sormak gerekir. Belki de Şeytan yalnız-
28Sillamy, Dictloimoire de
psychologie,
a.g.e.
MODERN ZAMANLAR.
ca geri zekâlılara saldıran gülünç bir düşmandır.
Kuşkusuz, Luther Şeytan’ı gördüğünü sanmıştır ve suratına
bir mürekkep hokkası fırlatmıştır. Fakat bu elbette bir şeytan çarpma vakası
değildir; ■ daha çok bir halüsinasyona benzemektedir. Çünkü, zekâsını, engin
teolojik ve felsefi eserini asla tartışma konusu etmeden, Luther’in heyecanlı
ve düş gören, genellikle çok gergin bîr kişilik olduğu bellidir. Bazı
takmakların hülasinasyon yarattığı psikiyatrinin kabul ettiği bir durumdur. Bu
halüsinasyonlar bireysel olabildiği gibi toplu da olabilirler.
Geriye, doğaüstü kalmaktadır. Maddi olmayan güçler belirebilir
mi? Eğer belirebilirlerse bunlar kötü güçler midir? Bu konu çok sayıda eserde'
ele alınmıştır. Bunlardan hiçbiri maddi olmayan güçlerin gerçekliğini kesin
olarak belirtmeyi sağlayamaz. Tarihte iyilik ya da kötülük güçlerinin
müdahalesinin tek bir somut kanıtı bugüne kadar olmamıştır. Tarihin en büyük
deneyleri doğaüstüne başvurmadan açıklanır. Gizemli olguların gerçekliğine
ilişkin tanıklıkların hemen hemen tamamının tek tek bireyleri ya da az sayıda
kişiyi ilgilendiriyor olması bir olgudur.
Bu sayfaların başında söylediğim gibi, bazı iyi niyetli
kişiler, Alman kamplarının Şeytan işi olduğunu ortaya çıkardıklarını sandılar.
Karanlık ve büyük bir olasılıkla utanç verici bir akıl yürütmeyle Hıristiyan’lar,
Tanrı’nın günahkâr uluslara ve özellikle Yahudilere sırt çevirdiğini ve onları
Şeytan’a teslim ettiğini düşündüler. 1941 yılında, III. Reich Almanyası’ndaki,
Yahudileri olduğu kadar Hıristiyanları da etkileyen kıyımlardan Amerika
Birleşik Devletleri geniş ölçüde haberdarken, Henry Ford, Charles Lindbergh,
açıkça Yahudi-karşıtı olan Christian Front ya da Hıristiyan Cephe’nin
esinleyicisi P. Coughlin, New York’taki Calvaire Vaftizci kilisesi rahibi
William Ward Ayer ve başkaları Nazilerin Yahudi-karşıtı politikalarını açıkça
kutluyorlardı. Öyle ki, The Churchman dergisinin bir başyazısı onları
şahsen ihbar
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
ediyordu. “Lİndbefgh’in Yahudi-karşıtı kabalığına”
üzülüyor ve birçok Hıristiyanın*Yahudi-karşıthğını ortaya sererek
“Hıristiyanlar adına hakkı" onlardan geri alıyordu.29
Çünkü Batı, Incilci Matta’nın, İsa’nın mahkûmiyetinin
öcünü Pilatus’tan almak için Yahudilerin ağzına yerleştirdiği, “Kam bizim ve çocuklarımızın
üzerine dökülsün,” şeklindeki aslen şeytansı, nefret taşıyan ve alçakça
uydurulmuş sözleri belleğinden atmayı başaramamaktadır. Politik tutsakların,
eşcinsellerin, çingenelerin yok edildiği ölüm kamplarının Tanrı’nm intikamım
temsil ettiğine inanmak, XX. yüzyıl belleğinin hatırlayabileceği en hayvanca,
en küstah kinin ifadesidir. Bu, Yahudi olmayan Gulag ölülerine, Afrika’daki
Ibolar ve Ik ölülerine, zihinsel özürlü bir ideoloji adına ve bugün Birleşmiş
Milletler tarafından koruyan bir caninin, Pol Pot’un katlettirdiği Kamboçyalılara
en büyük hakarettir. Şeytan’ın tüm bunlarla ilişkisi yoktur, Tanrı’nm da: Bu,
bir gerçeği yakaladığına İnanan insanın aptallığıdır. Belki hepimiz Budist
olsaydık tüm bu katliamlar işlenmezdi.
Ben bu satırları bitirirken Şeytan’ın gölgesi
Avrupa’nın üzerinde yeniden ortaya çıkmaktadır. 1992 sonuna ait bir kamuoyu
yoklaması, üç Alman’dan birinin Nazizim’de "‘iyi bir yan” bulduğunu,
Almanların % Tünün Yahudilerin başına gelenin kendi hataları olduğuna, inandığını,
bir başka kamuoyu araştırması İtalyanların yaklaşık % 10’unun Shoah’m bir
uydurma olduğuna inandıklarım ve içlerinden yaklaşık üçte birinin İtalyan
Yahudilerinin İtalyan olmadıklarına inandıklarını ortaya koyuyordu.30
Hiçbir şey öğrenmemiş miyiz? Bu şekilde düşünce belirtenler, ekolojist,
sosyalist, komünist, kapitalist, eşcinsel ya da liberal oldukları için yarın kendilerinin
de kıyıma uğrayabileceğinden
29Aktaran Robert W. Ross, So
it Was Tnıe The American Protestaııt Press and the Nazi Perseaıtions of the Jews, Universiıy of Minnesota
Press, 1980.
30“Ami-Semitism in Italy Rings True to Echoes in Europe 1 in 3
Germans See a Nazi Good Side,” International
Herald Tribune,
7-8 Kasım 1992.
MODERN ZAMANLAR
kuşku duymuyorlar mı? Her insanın düşmanı tarafından
anında şeytan muamelesi görebileceğinden kuşku duymuyorlar mı?
İnsan varlığı kendi tarihinden sorumludur ve tarih
boyunca dîn adamının haksız yere karıştığı her olay, Haçlı Seferlerinden bu
yana, istisnasız felaketle sonuçlanmıştır. ‘‘İnsan ancak kendi kendini aldatabilir,"
diye yazıyordu Emerson. Tanrı’nın zor yoluyla savunulabileceğine inanan insan
seller gibi kan akıttı, yani Şeytan görevi gördü ve bağışlayıcılık ve yaşam
tanrısına derinlemesine saldırdı. Benim en derin inancım bütün din
savaşlarının son derece şeytansı olduğudur; bütün tekelciliklerin şeytansı
olduğudur. İnancım, Şeytan’a inanmanın son derece şeytansı olduğudur.
Yirmialtı yüzyıl önce, iktidara susamış Iranlı rahipler
tarafından oluşturulmuş varolmayan bir tanrısallık koşullarında yaşıyoruz. Şeytan
ortamında yaşıyoruz. Yazgımız bu mu? Hayali canavarın bizi ciddi olarak
yutmasına izin verecek miyiz?
19.
SONUÇ
YERİNE BİRKAÇ DÜŞÜNCE
Tarih, kişisel duygulan yasaklamaz. Bu yolun, sonunda
kişisel düşüncemi özetlememe izin verilmesini istiyorum.
1Ö VI. yüzyılda, kaba ve çoktanrıcı bir aristokrasiye
karşı ayaklanan kanlı bir rahip olan Zerdüşt’ün uydurduğu, iktidara susamış
başka rahiplerin benimsedikleri ve dünyanın diğer yarısında asla olmayan bir
üstünlüğe terfi etmiş olan Şeytan, ardından ortadan kaybolabilirdi. Çok büyük
kötülük de olmazdı: Batı’mn, felsefesinin tohumlarını ödünç aldığı Yunan,
yasaların ruhunu esinleyen Roma ve özgürlük ve fetih zevkini miras aldığı
Kekler; hiçbir uygarlık' Şeytan ı bilmiyordu. Yine de bu uygarlıklar bizim
ideallerimizde panldamaya devam ediyorlardı.
Mısırlılar, Hindular, Caynacılar, Budistler’
Şintocular, Orta Amerika halkları, Okyanusyalılar; hiçbiri Tanrı’nın düşmanı
olan bu anlamsız kurguyu, Tanrı’ya küfür olarak kabul ettiğim bu kurguyu asla
bilmiyorlardı.
Savunucuları bende her zaman belli bir başkaldırı
şüphesi uyandırmış olan belirsiz bir kavramolan “Yahudi-Hıristiyan mirası,”
Şeytan’ın bize Yahuclilerden miras kaldığını ileri sürmektedir. Yani, Yahudi
İsa’dan miras kaldığını söylemektedirler. Bu iddiaların yanlışlığını kanıtladığımı
umuyorum: Yahudiliğin kuşkusuz kaynağı olan Eski Ahit hiçbir zaman Şeytan’a
Hıristiyanlığın atfettiği yeri vermemiştir: Eyüp Kitabı’ndan beri biliyoruz
ki, Şeytan, Düşüş’ten itibaren, Tanrı’nın hizmetkârıdır. Gökyüzünde, melekler
meclisinde yer alır ve bu konuda, metinlerin hiçbir ısrarı, hiçbir belirsizlik
gölgesi yoktur. Şeytan’ın Tanrı’nın Düşmanı olarak yeni rolünü dayatması için
tÖ III. yüzyılın sonuna doğru Ortadoğu’nun hareketlilik ve etkisinin bazı Yahudi
mezheplerine -kuşkusuz Yahudi halkının tümüne değilaniden
SONUÇ
nüfuz etmesi gerekti. Bu yeni rol dağılımının ilk
ortaya çıktığı yer “Enoş Kitabf’dır. Bu, Eski Ahit’e dahil olmayan bir kitaptır
ve en azından kısmen Essenliler tarafından yazıldığı bilinmektedir. Oysa İsa
Essendir. Böylece, Iranlı Şeytan Essenliler tarafından, ardından Hıristiyanlık
tarafından Akdeniz kıyılarına ulaştı. Yüzyıllar onun yararına geçti;
batılinançlılar için vazgeçilmez oldu.
Önceki sayfalarda gözden geçirilen bütün dinlerden beşi
çağdaş dünyaya egemendir: Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam, Hinduizm ve Budizm.
Nüfus itibarıyla baskın olan üç din Hristiyanlık, İslam ve Hinduizmdir; yani
ikisi tektanrılı, biri çoktanrılı din. Batı dünyasının tür mü Hıristiyandır ya
da daha doğrusu, ekonomizm takınağı içinde olan ve başka insanla duygudaşlık,
herkesin içinde bulunan Tanrı’ya1 saygı gibi dinin evrensel büyük
değerlerini artık hatırlamayan bir uygarlıkla ilişki içinde özü ve dili yıllar
içinde aşınmış Hıristiyanlıklara bağlıdır.
Oysa ortaçağdan bu yana, yani iki büyük tektanrılı
dinin zaferinden bu yana Batı dünyası, Yunanlılar, Romalılar, Mısırlılar
döneminde asla karşılaşmadıkları kadar çok katliama tanık oldu. Ağaç meyveleriyle
ölçülür, diyordu İsa. Wassy’nin ve Saint-Barthelemios’un, Yerlilerin
katledilmesinin ve bitip tükenmek bilmeyen Yahudi kıyımlarının, engizisyonun
sayısız odun yığınlarının ve ölüm kamplarının verdiği meyveler hakkında ne
düşünebiliriz? Çünkü bu kamplar doğrudan doğruya, yüzyıllardan beri Şeytan’la
özdeşleştirilen Yahudi nefretinden kaynaklanırlar.
1945’teki kanlı barış bir yanılsamaydı: İdeolojik bir
savaş ortamındayız, egemen olan iki tektanrılı din tehdit altındaymış gibi davranıyor
ve bir başka çağın yasaklarını çoğaltıyorlar. Yani, vaazlarına harfi harfine
uymayan her şeyi Şeytan’a bağlıyorlar. Bu yasakların bir çoğunun gülünçlüğünü
ve hatalarını boş yere göstermeye çalıştım: Örneğin Muhammed, Tanrı’mn sevgili
kullarının cennette içeceklerini
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
söylemesine rağmen Islarmn alkol içmeyi yasaklaması; Yeni
Din Dersi Kitabı’nm tütün içmeyi kötülemeye kalkışması, oysa ki bu
ne.eskatolojiden ne de Yaratıcı’nın kendi yaratısına verdiği bağımsızlık
ilkesinden kaynaklanır. Tanrı’nın niyetlerinden söz ederken, diğer yandan da
astrolojiyi mahkûm eden bir elkitabıyla alay etmek çok. kolaydır! Ama, her iki
tektanrıcılı dinin kadını, Yaratılış’ın işe yaramaz bir ürünü olarak
göstermesinden rahatsızlık duyulabilir. Kadınlara papazlık verilmesine izin
veren İngiltere kilisesinin din İşleri kurulunun kararının yol açtığı gürültü
patırtı sırasında buna tanık olduk ve kadınların araba kullanmasına bile izin
olmayan Suudi Arabistan gibi tslami ülkelerin en çatık kaşlılarında her gün
görüyoruz. Muhammed araba kullanmayı nerede yasaklamıştır? Çamaşır makinesi
kullanmak niçin yasak değildir?
Böyîece İslam ortaçağ tavırlarından destek aldı; bu
durum, îslamm modern uygarlığa kaçınılmaz eklemlenişinİ daha sert kılacaktır.
Aynı şekilde, Katolik kilisenin yandaşları her on yıldan on yıla giderek
azalmaktadır; öyle ki, örneğin Fransa’da vaftiz edilen nüfusun % 10’undan azma
kadar varır (oranlar Avrupa’nın geri kalanında daha iyi değildir).
Oysa bunlar, Şeytan’ın varlığını öğreten iki temel
dindir. Anlaşılacağı gibi bunlar Mutlak Kötülük’e inançlarıyla kendilerini
zehirliyorlardı. İslam, çağdaş dünyadan kendini ayırıyor, özellikle Mutlak
Kötülük’ün sürekli olarak bulunduğuna inandığı ve yalnızca teknoloji ve ürünler
ithal ettiği Batı’dan kendini ayırıyor. Hıristiyanlık, her türden doğum
kontrolünü yasakladığı Güney Amerika’daki Hıristiyan topluluklara hayali bir
umut bağlayarak can çekişiyor; böylece Roma kaybettiği yandaşları
Atlantik-ötesinden kazanır! Acımasız hayal! Yirmi yıldan beri Güney Amerika’da
saldırgan ve asi bir din adamları sınıfı oluştu ve iktisadi ve demografik gerçekler
üzerinde aforozların etkisi, yağmur yağdırmak için geçmişte yapılan Kızılderili
danslann-
SONUÇ
dan daha fazla değildir.
Dinin etkisini yitirmesinin kötü bir şey olmadığını,
çünkü Şeytan fikrinin de etkisini yitirmesini beraberinde getirdiğini düşünen
kimseye gerçeğin çok başka olduğunu söylemek gerekir: Bu düşüş, Hıristiyanlık
yanlısı mezheplerin yayılmasını .başlattı, bunların yaydıkları vahşi fikirler
kurbanlar bulmaya, yani hakikati buldukları yanılsamasıyla kandırılmış yoldan
çıkmış kişiler bulmaya devam ediyor. Başka deyişle, fiili fanatikler
buluyorlar.
Son derece daha ciddi olan şey, dine daha bağlı, daha
fazla ibadet ediyor olsak da, eskiden Hıristiyan olan Batı’daki, kilisenin
kültürel nüfuzunu ve Maniciliğin her şeyi niteleme kaçıklığım koruduk. Geçmiş
yüzyıllardan tek farklılık olan Şeytan fantazmına bu kölece bağlılık,
fantazmın yaratıcılarının öngördüklerinden başka politik amaçlara hizmet eder.
Fakat, şeytansı hayvan her zaman ve hiç olmadığı kadar politiktir. Çağdaş
Almanya’da Yahudiler, Türkler, Çingeneler karşısındaki Nazi aptallığının ve
hayvanca vahşetin dirilmesi, III. Reich nostaljisi içindeki hödüklerinin
dirilttikleri din savaşlarının eski ve bulaşıcı alışkanlığından başka bir şeye
varmaz. İç karartıcı 1992 yılı boyunca, Yugoslavya ateşi içinde Hıristiyanların
Müslümanları katletmesi de böyledir. Geçmiş yüzyıllardaki Protestanların
Papa’ya inananlara karşı kininin kalıntısı olan Britanya’nın Kuzey İrlanda’da
kalma inadı da böyledir. Ermeni ve Azeri katliamları da böyledir, Yukarı
Karabağ’daki Hıristiyan bölgeleriyle ilgili diğer din savaşları da böyledir.
İsrail ile diğer Arap ülkeleri arasındaki bitmez tükenmez düşmanlık da
böyledir. Başka topraklarda, esas olarak Budist olan SriLanka’da tutunabilmek
İçin Hindu ve Müslüman Tamulların öfkeli ka■ rarlılığı, bağımsız kabul
ettikleri topraklarda kendi dinlerini dayatma istekleri de böyledir. Bütün
çatışma odaklarında bu Şeytan’ın gölgesinin ışıldadığı görülür; oysa ki bu
Şeytan ikibin altıyüz yıl önce kanlı rahiplerin hayal gücünde varolmuştu
yalnızca! ■
' 551
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Yaratıcı’mn değil de Düşmanının daha belirgin bir
tanımını yapan ve Boynuzlu’ya siyah mumlar yakmayı asla ihmal etmeyen, fakat
Tanrı ve İsa adına bağış toplama fikri asla akıllarına gelmeyen, kendilerini
“inanan” olarak niteleyen, ama ibadet de yapmayan yukarda anlatılan Satanist
kaçıklar gibi, eğer gerçekten Tanrı’ya inanılmıyorsa, her zaman Şeytan’a
inanılıyordun Kendinin uygar olduğuna inanan Batı’nın her gün hakiki, gerçek
bir Satanizmi tartışması, açgözlülükleri, küçük tavırları içinde kurban
ettiğini göstermek için gündelik yaşamın tüm bir psikopatolojisi gerekir. Aynı
psikopatoloji belki bizde Kötülük takıntısı olarak ortaya çıkar ve paranoya
olarak adlandırılan bazı zihinsel bulanıklıklar geliştirir.
Çocukluktan ve yüzyıllardan beri .bilinçaltına
yerleşmiş batılinançlı bu altyapılarda hangi politika ve altyapı haklı
olabilir? Ve hangi eğitim? 1908 ve 1909’da Fransa’da, piskoposlar laik okulu
“şeytansı” olarak nitelediler ve papazlar laik ders kitaplarını yakmak için
aileleri dolaştılar (aktaran Jacques Ozotıf, Biz, Öğretmenler). 1929
yılında, Divini illius magistri papalık genelgesinde Papa XI. Pius
Katolik çocukların laik okula gitmesini yasakladı. Ve özel okula ilişkin yakın
dönemdeki gürültü patırtılar kafaların yarım yüzyılda değişmediğini gösteriyor.1
Yeni Din Dersi Kitabı’uda vahiy biçiminde şöyle deniyordu: “Dinsel
özgürlük hakkı kendinde ne sınırsız olabilir ne de pozitivist ya da natüralist
biçimde düşünülmüş bir ‘kamu düzeni’ adına sınırlandırılabilir.” Ve
ekliyorlar: “ ‘Uygun sınırlar’ her toplumsal durum için politik ihtiyatla
belirlenmelidir.”2 Demek ki, bazıları için, Şeytanın var-
1 Dahası var! 1880
yılında, genç kızlara ortaöğrenimin hakkı veren Camille j
See
yasasının oylanması sırasında, Hıristiyan sağının yayın organı Le Gtıulois, J
bu
tür öğrenimden geçmiş zavallı genç kızlar için intihar yâ da fahişelikten J
başka gelecek
görmüyordu! (Aktaran Mona Ozouf, l'Ecole de la France, esscıi
sur la R^volution, l’utopie
et l’enseignement, Gallimard, 1984). J
2 Yeni Din Dersi Ki
tabı ’mn 2357, maddesi eşcinselliği “doğa yasasına aykın”
olaJ
rak
niteliyordu. 1
SONUÇ
lığını öğretmek eskiden olduğu gibi zorunludur.
Sonuçta, kötücül olduğu kadar gülünç de olan bir
kurguyu savunmada bu kadar ısrar niçin? Hiçbir işe yaramadığını herkesin
bildiği, Şeytan’a ya da cinlere, büyüye ya da büyücülüğe başvurmayı Yeni Din Dersi
Kitah’nın yasaklamaktaki ısrarı (2113 ve 2116. maddeler) niçin? Şeytan’ı ve
yandaşlarını harekete geçirme olanağına ruhuyla ve bilinciyle inanan bir
kilise mensubu var mıdır? Bir başka dönemin bu buyruklarını yönlendiren şey
Kötülük takıntısı mıdır? Tam tersine. Tektanrılı üç din, ceza ve medeni yasalar
karşısında toplumsal işlevlerini bırakmışlardır: Cinayet, hırsızlık ve hatta
zina günümüzde yasa tarafından çok net biçimde cezalandırılmaktadır. Bizim
“ileri” demokrasilerimizde bile zina hukuksal bir ceza olarak ciddi mali ve
dahası ahlaki sonuçlara’ yol açar. Yalan yere yemin, yanlışlıkla bile, Batı’da
pek tutulmamaktadır ve arzuyu, Şeytan korkusuyla önlenmeye çalışılan günah
kabul etmek, günümüzde muhataba saldırı olarak kabul edilmektedir.
Tanrıtanımazlığın ve çoktanrıcıhğın mahkûm edilmesine (2110. ve 2112,.
maddeler) gelince, bu, Hıristiyanlığı savunma bahanesiyle, örneğin Hindu olma
özgürlüğüne temel bir saldırı oluşturur.
Geriye farklılıktan duyulan nefret ve cinsellik kalır.
Bu,, tektanrılı dinler tarafından Şeytan’a atfedilen gerçek alandır. Birincisi,
dünyanın tarihi kadar eskidir: Sonuç itibarıyla Adem kadından tiksinmiştir,
çünkü kadın farklıydı ve o dönemden bu yana insanlık yabancıdan nefret etmeye
devam etmektedir, hem de ilk bakışta nedensiz yere, yalnızca yabancı olduğu
için. Fakat açıktır ki, bireyi bu kine karşı korumaktan uzak olan tektanrılı
dinler görüldüğü gibi bu kini korumakta ve güçlendirmektedir. Merhamet görevi
yabancıdan nefrete dönüşmüştür. Oysa aynı kafada olmayan herkes yabancıdır.
Bu açıdan, Şeytan’ın savunması uzun sürmüş, gerekçe
kabul edilmemiştir. Tektanrılı dinler bizi Şeytan’ın kinine karşı korumamakta-
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
dır. Cinselliğin yasaklanması, daha çok Şeytan’ın
sistemine bağlıdır.
Çünkü tektanrılı üç din de özünde aynıdır: Yeryüzü bir.
gözyaşı vadisidir ve bu dünyadaki tek amacımız sadece ahiret mutluluğumuzu
hazırlarnakla sınırlıdır. Gördüğümüz gibi, Günah’ı bulanlar, Mezopotamyalılar
ömür boyu tövbe ile ahlaki olarak kendini cezalandırmayı birbirine
karıştırıyorlardı (gerçekte Şiiler her yıl Aşure ayında acımasız bir bayram
kutlamaktadırlar. En ateşli inananlar bedenleri çıplak bir halde kendilerini
kırbaçlamaktadırlar, fiziksel olarak ve kanlı bir şekilde, bunu da bizim
ortaçağ işkence aletlerimizin bir türü olan uçları çengelli, üç düğümlü
kırbaçlar yardımıyla yapmaktadırlar). Cennetin bu dünyada başlayabileceğim
ileri sürdüğünden, bütün zevk alma uygulamaları bastırılmalıdır. Böyle bir
uygulama öte dünyaya küfürdür.
Ama hangi zevk? Güzel yemek zevki artık geçerli
değildir, çağımız diet tutkunudur ve günlük beslenme zaten günah yerine geçmektedir
(Batı’daki şehir nüfusunun hemen hemen tümü fırsat buldukça sandviçe yönelir).
Eğlenceye yani! Görsel din büyük bayram seyirlerinin yerine geçmiştir ve Abu
Dabi hariç, bir televizyon dizisi seyrediliyor diye Cehennem’e gidileceğine
pek inanılmamaktadır. Geriye cinsellik kalıyor! Cinsellik, işte Şeytan’ın
varlığının nihai ve hakiki nesnesi!
Hıristiyanlarda, kendi deyişiyle eciş bücüş biri olan
Pavlus’dan beri bilinmektedir ki, cinsel organların kullanımına ancak evlilik
çerçevesinde izin verilmiştir ve dahası zevk almamak koşuluyla. Sonuçta bunun
bilinmesi gerekmektedir, kiliselerin en büyük kaygısı cinsel edimi denetlemek
ve meşru biçimlere kadar sınıflandırmaktı. Geçmişte denetlemek çok zahmetli
değildi; bir yandan, bugünkü büyük metropollerin anonimliği yoktu, diğer yandan
doğa açık saçıklıklara, yani hamileliğe uzun vadede bir yaptırım öngörmüştü.
Evlilik dışı hamilelik geçmişte karanlık bir maceraydı ve paraya mal oluyordu.
SONUÇ
Dolayısıyla genç kızlar engellenebiliyordu;
mastürbasyon yapan erkek çocuklara gelince, mastürbasyonun deli ve sağır
ettiğini, ve erken ölüm getirdiğini söylemek yetiyordu. Aslında, deniyordu,
mastürbasyon yapan kimse dişi bir şeytanla çiftleşmiş olur ve çok tehlikeli
bir hastalığa tutulur! 1930’lu yıllara doğru, “zenciler”le ve “îlkeller”le alay
edilirken, gençliğin zihni bilgiççe bir tonla vaaz edilen bu türden zırvalarla
bulandırıldı. Gençliğimde, nesnel bilgi örtüsü altında, mastürbasyonun ciğer
ve kalp hastalıklarına neden olduğunu ve güçsüzlüğe yol açtığını yeterince
İşittim! Şeytan zevkti elbette, çünkü bu dünyanın prensiydi ve yeryüzünde
orgazmı teşvik ediyordu.
Doğum kontrol haplarının ortaya çıkışı olayların akışım
kesinlikle değiştirdi ve bundan böyle (incelenmeye değer bir konudur) hapların
yaygınlaşması kiliselere gitme sıklığında azalmayla çakıştı. 28 Aralık 1968’de,
Neuwirth yasasıyla, Şeytan, adı artık kaygı verici bir şekilde Corydon ve
“Ahlaksızlık Ruhu”ydu, yeni bir ad edindi ve 19nor-progesterone dendi. Hâlâ
aynı yerdeyiz ve gezgin papalarımız, tehdit edici bir demografik patlamaya
yakalanmış topluluklara, tıpkı mastürbasyon ve eşcinsellik gibi, hapın da bir
günah olduğunu (kürtajdan söz bile etmeyelim) hatırlatıp duruyorlar. Yakın
dönemde ahlaki ve dinsel otoritelerimizin prezervatife karşı yürüttükleri
inatçı kampanyayı gördük. Bu tür söylemlerin dünya nüfusunun artış oranları
'karşısında bir anlamları olup olmadığını sormak insanın hakkıdır. Bugünkü
tempoyla, açlığın birçok yerde salgın boyutlarında kırıp geçirdiği bir
gezegenin üzerinde oniki milyar insan olacağız. Tabii eğer, nüfusun büyük
çoğunluğu Şeytan’ı Şeytan’a havale ettiğinden, hap evrensel yerleşme hakkı
edinmezse (1990 yılında tüm dünyada yüz onüç milyon kadın hap alıyordu)!
İşte bu nedenle Şeytan hayatta kalmaktadır; tıpkı,
birkaç on yıl önce diktatörlerin güçlükle yaşayan kadavralarının hayatta
kalması gibi: Bu, cinselliği gemlemeye yarayan bostan korkuluğudur. Tanrı
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Düşmanı’nın olağanüstü yozlaşması! Doğulu kökenlerinde,
masal ürünü bu canavar, epik kavgalar içinde evrendeki önceliği Yaratıcı ile
tartışmaya cesaret etmişti; ama artık yaşlı, küçük bir şehvetperestten başka
bir şey değildir. Genelevlere karşı savaşan Marthe Richard gibi, rahiplerden,
hahamlardan ve mollalardan oluşan geniş gövde Şeytan mitinin zincirlerinden
çılgınca boşanmasını engellemeye girişmişlerdir! Bu mücadelelerin yararı
ölçülebilir: Bunlar, bütün Avrupa şehirlerinde, fahişeliğe ayrılmış geniş
mahallelerdir, hem de ne fahişelik! Lautrec ve Zola’nın pek sevdiği
genelevlerin yanında pansiyon kalırlar! Mağaza zincirleri her yerde kötülüğe
karşı kolaylıkla reçete olarak hizmet eden videolar önermektedirler. Ama bu
arada, Yeni Din Dersi Kituh’nm uyarılarında özellikle eksik olan
uyuşturucu ve şiddet, metropollerimizi küçük Beyrut’larla kuşatmaktadır. Asıl
Şeytan'buradır, ama aldıran kim!
Kötülük kavramı olmadan mı yaşamak gerekir? Yunanlılar
ve Budistler bunun bir ütopya olmadığının tanığıdır. Tanrı, Şeytan’dan çekinmeden,
bize paylaştırdığı saygınlık içinde sevilebilir.. Şeytan’ın sürdürdüğü savaş
kan dökmekten başka bir işe yaramamış, en hayvani eğilimlerimizi coşturmuştur.
Jean d’Arc’ı yaktırmıştır, filozofları yaktırmıştır, “büyücüler”! yaktırmıştır,
Protestanları yaktırmıştır, Yerlileri yaktırmıştır, Yahudileri yaktırmıştır.
Kolaylıkla ölçülebilir: Hayvan’a teslim olmuş saldırıların açık ve sürekli
yenilgisi toplamlarımızı, filozoflardan sokak serserilerine kadar kemiren bu
müstehcen fantazmm tehlikelerini hiç değiştirmez. Antik Yunan’da yaşasaydı Hitler’in
bir fesatçı olacağından kim kuşku duyabilir?
Fakat bu, Nietzsche’nİn dediği gibi, öyle bir dönemdi
ki, "hiçbir tanrı bir diğerinin inkârı olmadığı gibi, bir diğerine küfür
de etmez!”
ABAELARDUS Petrus, 477,478 Abdera (Trakya), 235
ABDURRAHMAN, 511 ABDÛLMUTTALİP (Muhammed'in babası), 497
Abidos (Mısır), 277
ABİMELEK, Şekem kralı, 395
Actium, savaş, 2/0
AÇTAR (Arap Tanrısı), 163 .
Ad extirpanda, IV. Innocentius mührü, 474
ADEM (ilk insan),
141,166,385,386, 387,388,392,412, 468, 479, 501,
■ 541,553
Adem İle Havva'nın Yunan Yaşamı,
İki ahit arası metin, 412 Ademciler, mezhep, 475,479
ADONAI (Tanrı adı), 451 ADRASTOS, mistik Argos kralı, 224 Adulis, Zula
(Habeşistan), 299 AENEAS (Troyali kahraman), 249, 250,252
Aeneis,
Vergilius, 248,266 AESHMA (Mazda cini), 140 AFACAN TILL, 200, 205 Afganistan,
129,242
AFRODİT (Yunan aşk
tanrıçası), 151, ■163,219,228,439,442
AGAMEMNON, efsanevi
Argos kralı, 221
AGHORA (Hindu tanrısı), 89
AGNİ (Veda ateş
tanrısı), 71,86,198, 201
AHAB, İsrail kralı, 393,394 ■ AHMOSİSI, firavun,
274,277
AHONE (Virginia
yerlilerinin tanrısı), 332
AHRİMAN (Veda, ardından
da Mazda kötülük tanrısı), 131,140,141, 142,143,147,173,199,205,257, 362,413,415,416,418,430,498
AHU RA MAZDA (İran Veda
tanrısı), 130,131,133,135,138,139,140, 142,147,150,151,413,414,415, 418,440,501
-
AISH (keşiş), 499
AlSKHYLOS, 218,223,238,539
AKAMANIŞ (Pers
hanedanı), 129, 133,146,148,151
Akhaia (Yunan), 236
AKHENATON (AMENHOTEP
IV), firavun, 273,274,275,276, 278, 279,280,282,283, 284
AKİBEEL (melek), 401,402
AKOMAN (Mazda tanrısı), 140
AKSOBHYA (Buda’nın adı), 80 Aksum (Habeşistan),
298,299, 300, 496
ALAMANLAR, halk, 209
Alberta (Kanada), 328
ALBERTUS MAGNUS
(Dominiken), 478
ALBİLİLER, bkz. Katharlar, 451
ALEKSİOS l. KOMNESOS, 470
ALEXANDRE IV, papa, 474
ALEXANDROS IV İANNAİOS,
Kudüs başrahibi, 406
ALEXANDROS SEVERUS (Roma
imparatoru), 497
ALGONKİNLER, halk (Kanada), 329
Ali Kuş (İran), 125
557
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Ailen, film,
533
ALKMENE,
Mykenelilerin efsanevi prensesi, 219
Altın Dal, Sir
James Frazer, 53,179
Altın Post, 123
AMAR-UTUK
(Sümer tanrısı), 161
AMATERASU-O-Mİ-KAMİ
(Şintolann güneş tanrıçası), 82,116,117
AMBROSIUS
(Kilise Babası), 435 AMENOFİS I., firavun, 277 AMENOFİS II., firavun, 278, 390
AMENOFİS III., firavun, 274, 276, 278 AMENOFİS IV., firavun, 274, 276, 278, 283
Ameşaspend
(Mazdacıların ölümsüz ruhları), 414
AMİNE
(Muhammed'in annesi), 496 AMİTABHA (Buda'nın adı), 80,112 AMMİZADUGA, Sipar
Kralı, 391 AMMONİTLER, Sami halkı, 494 AMOGASİDDHİ (Buda'nın adı),'80 AMON
(Mısır tanrısı), 276,278,280, 282, 283, 284
AMPHITRYON,
efsanevi Tiryns kralı, 220
Anabâsis,
Ksenophon'un eseri, 17, 138
Anadolu,
122,126,178,217,218, 252
Anagni
(İtalya), 463
ANAHİTA (Veda
tanrısı), 147 ANGAMİ, Naga kabilesi, 58 ANGILLAR, halk, 208, 209
ANGLOSAKSONLAR, 184, 209, 210, 274
ANNUNAKİ'LER
(Mezopotamya aşağı panteonu), 164
ANSELMUS aziz,
477 Antiokheia, 152,405
ANT1OKHUS IV
EPIPHANES, Selefki
Kralı, 405
ANTIOPE, 219
ANTOlNEAziz, 92
ANTOINE
PADOVALI Aziz, 50
ANU (Babil
gökyüzü tanrısı), 160,161, 164,165,173
ANUBİS (Mısır
tanrısı), 227,351
ANULALAR, halk
(Avusturalya), 48
APAÇİLER, halk
(New Mexico), 332, 340,344,345
APOLLON (Yunan
ışık tanrısı), 150, 151,194,195, 218, 219, 224,228, 236,239,254, 270, 287,440,
442
APOLLONIUS
TYANAEUS, 234,447 APOPİS (Mısır yılanı), 288, 289 APSU (Babil su tanrısı),
162,167, 176,178, 390
APU İLLAPU(İnka
tanrısı), 374
Apulia, 209,
249,250, 271
Arabistan,
yarımada, 157,163,299, 300,489,490, 491,492, 506,508, 511
Arallu
(Mezopotamya cehennemi), 397
Aramca (dil),
129,401,509
Ardenne, 187
ARENDT Hannah,
15
ARES (Yunan
savaş tanrısı), 194, 200,219,439
ARGON AUTLAR,
123
ARIANE, 253
Arık Ülke
Budizmi, 112
ARİLER, halk,
68,69,71,74, 75,99, 128,132,189,221,310
ARİSTOBULOS
PHİLHELLEN, Kudüs başrahibi, 406
ARİSTOTELES,
223, 232, 233
ARİUS, 448,454
Arles, 475
558
DİZİN
Arlesii
Tarasque (canavar), 19,213 ARNAUD-AMÂURY, Citeaux rahibi, 473
Arslan-Taş
(Mezopotamya), 177
ARTASERKSESII,
Pers kralı, 147, 150,413
ARTEMİS (Yunan
tanrıçası), 225,228, 442
ARTEMİS
DYCTİNNA (Girit tanrıçası), 442
AS Amr ibnül,
510
ASARADEL
(melek), 402
ASARHADDON,
Mezopotamya kralı, 178
Asgard'(Kuzey
Olympos'u), 199
ASMODAİOS
(cin), 140
Assam
(Hindistan), 23, 53,57 ASTAROTH (Babil tanrısı), 493,527 ASTARTİ (Babil
panteonundan), 493, 494
asû, Babil
rahipleri, 174 asura’lar (Veda karşı tanrıları), 69 ASURBANİPAL, Asur kralı,
155,167, 178,179
AŞOKA (Hint
imparatoru), 111
AŞ İL (Homeros’un
kahramanı), 220, 378
aşipı/lar
(Mezopotamya büyücü rahipleri), 174
Aşure (Şii
bayramı), 554
ATAHUALPA, İnka
imparatoru, 372
Ateş Hırsızı,
343
Ateş İnsanları
(Apaçilerin mitik figürleri), 342,343
ATHANASIOUS
(İskenderiyeli Helenist), 436,437,438,478
ATHENA (Yunan
tanrıçası), 215,219, 220, 221,228,303
Atina,
123,131,215, 217,219,222,
224,235,236,238,253,267,439,
442
Atlantik,
okyanus, 297, 319,354, 377, 378,550
Atlantis, 354
ATLAS (dev),
354
Atlas, dağ, 354
ATSUVVEGİLER,
halk (Kuzey
Amerika), 327
ATTAR (Mineen
tanrısı), 493,494 ■ Attika, 177,214,217,231,236 ATUA-METUA (Paskalya tanrısı),
40 ATUM (Mısır tanrısı), 276,280,289,
- 292
Atum ile
Oiris’Arasında Söyleşi, Mısır metni, 292
AUGUSTINUS
Aziz, 459, 460
Auschwitz, 15
AUTUNLU HONORE,
477,479
Auvergne, 187
AUVERGNELİ
GUILLAUME, Paris piskoposu, 478
AVALOKİTESVARA
(Buda’nın biçimlerinden), 112 .
Avesta, İran
derlemesi, 124,133,134, 135,138,140,141,147, 414
Avignon,
463,475
AVİ LALI’TER
EZA,, azize, 33,105
Avusturalya
yerlileri, 32,46, 49
Ayasofya,
bazilika (İstanbul), 212
AYER William
Ward, 543
AYI ADIMI, halk
(Kuzey Amerika), 329
Aynaroz Dağı
(Yunanistan), 105 AYNULAR, halk (Japonya), 118 AZANDELER, halk (Yukarı Kongo),
316
AZAZEL
(Mazdacılıkta, daha sonra daincil'de cin), 141,396,400,402
AZKEEL (melek),
401
559
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
AZTEKLER, halk
(Meksika), 11,261, 339, 347, 354, 355, 364, 365, 367, 369,371,381
Aztlan (Aztek
gökyüzü), 354
B
BAAL (Asur
tanrısı), 286,408, 409,.
416, 440, 442
Baalbek
(Lübnan), 299
BAALZEBUB,
10,13, 50, 425
Babil,
127,129,137,138,147,150,
151,154,155,156,159,160,161,
162,163,164,167,172,173,174,
175,179,237,390,391,392, 394, 396,397,404,408,413,414,416,
417, 430,449,450,463,493,498
Babil Talmudu,
414
Bacab’lann
Dinsel Törenleri (Maya), 360 ■
BACCHUS (Roma
tanrısı), 251,254
BAHAULLAH; 491
BAHN Paul, 38,
39
BAİLLY Anatoîe,
225,456
BAİLA'LAR, halk
(Afrika), 310 BAHİRA, keşiş, 498, 509 Bakkhalar, Aiskhylos, 238
Baktriane,
129,135,175
BALDER (Kelt
tanrısı), 197,199
BAMBARALAR,
halk (Senegal ve
Nijerya),
317,319
BANDALAR, halk
(Gine), 315 BANDVA (Zerdüşt'ün düşmanı), 136 Banju Wangi (Java), 65
.BANTULAR, halk
(Zambiya), 300,320 Bar Kohba, 447 .
BARDİYA
(GAUMATA denen Persli sahtekâr), 146
BARDİYA
(Kambyses’in kardeşi), 146 BARKAYAL (melek), 402
BARON CUMARTESİ
(Vodu tanrısı), 362
BARTIMEUS
(kör), 426
BASEDOW
HERBERT, 47
BASILEIOS
(Bogomil keşiş), 470,471 BASILEIOS BÜYÜK (Kilise Babası), 435
BASILEIOS İL,
Bizans imparatoru, 469
BASILIEIDES
(gnostik), 445
Basra Körfezi,
122,129,154,175, 178, 386,492
BASUMBWA, halk
(Afrika), 312 BATAKLAR, halk (Sumatra), 32 Batı Pasifik Argonotları, B.
Malinowski, 41
Batman, film,
533
BATRES
Leopoldoi 352
BAUDELAIRE
Charles, 22, 24, 537
BAUDRILLARD
Jean, 540
Bavyera, 30,64
BEETHOVEN
Ludwig van -, 537 Bektaşiler, 491
BELİAL
(Şeytanin adlarından), 396, 408,409,410,411,416
Belize, 369
BERENİKE, 271
Bergama büyük
sunağı, 212 Bering Boğazı, 65,184,330,353 BERKOWITZ David, 525
BERNAL Martin,
303
BERNAND Andre,
225,226,232 BEYAZ TARA (Tibet ana tanrıça), 112 BHAGA (İran Veda tanrısı), 132
Bhradaranyaka (Upanişad), 87 Bingo-fudoki, Şinto metni, 117 Birmanya,
14,53,58,111 Biz, Öğretmenler, Jacques Ozouf, 552
560
DİZİN
BİZANSLI
HERAKÜTLER, 215
Blaue Reiter,
hareket, 513
BOGOMİLE,
Ortodoks papazı, 469
Bogomiller,
451,469,470,471 boğa kültü, 126
Bolivya,
351,376,379
BONAFATIUS
VIII., papa, 463
BONAVENTURA
aziz, 478
Bordeaux
Konsili, 455
Bosna,
469,471,472
BOŞİMANLAR,
halk (Kalahari), 298, 319
BOTHA (Fransız
arkeolog), 177
BOTTERO JEAN,
156,158,160,170, 171
BOUGAINVILLE
Louis Antoine de, 24 BOURBONLAR, hanedan, 453,487 BOURDIN Georges, 531 BOURGET
Paul, 76, 525
Bourgogne, 187
BOYANCE Pierre,
247, 250,251,253, 260, 262, 263,268,269
BOYER Regis,
208,210
Bozrah,497
Braga Konsili
(563), 457
Brahmancılık,
84,85,86,87,136
BRECHT Bertolt,
169
BRENDAN
(İrlandalI gemici), 354, 377, 378,379
Bretagne,
187,455
BRETON Andre,
540
BRİCRİU
(efsanevi Kelt şefi), 203, 204,205
BRİHASPATİ
(Veda tanrısı), 71
British Museum
(Londra), 166,216, 391
BRUEGEL Yaşlı,
385
BRUNO aziz, 476
Brücke, Alman
dışavurumcu hareketi,
513
BUDA,
63,74,75,76,78, 79, 80, 81, 82, 83,84,96,97,107,108,112, 114,120,149,194,195,248,274,
371,451,509
Budizm, Budist,
63,64, 81,82,83,84, 93, 98,107,112,113,114,445, ,544,548’551,556
Buhara, 510
BULTMANN
Rudolf, 423,424,427, 428
BUSH George, 14
Büyücü/erin
Çekici, H. Kraemer ve J.
Sprenger, 482
Büyücünün
Elkiîabı, fi,. La Vey, 528
BÜYÜK İSKENDER,
Makedonya
Kralı,
129,159,175,178,189,
216,223,385
Byblos
(Fenike), 293
BYBLOSLU
PHILON, 494
C
CACUS (Roma
cini), 257
CAHİZ EL,
511,512
Cajamarca
(Peru), 371
CAJETANUS
kardinal Tommaso de
VIO, 479
California,
113, 329, 333, 350, 513, 527,530, 541
CAMPBELL
Joseph, 66, 69, 85,169, 312,321,337,342,343,378
Campeche
(Meksika), 350
Capitolium
(Roma), 257,269
Carcassone, 472
CARCOPİNO
Jerome, 258,260,261,
264,265, 270
Carmanie, 129
CARMENTIS (Roma
tanrıçası), 264
CARPOCRADE
(gnostik), 445
561
ŞEYTANIN GENEL TARIHI
CASALIS Raymond
de, Ararens kathar "piskoposu”, 472
CATO yaşlı, 253
CAURİ (Tibet
cini), 96
Caynacılık, 67,
76, 77, 78,84,93, 548 Cehennemde Bir Mevsim, Arthur
Rimbaud, 538
CERES (Latin
tanrısı), 251,253
CERNUNNOS (Kelt
tanrısı), 194,195 Cezayir, 491,496
Cezayir İslami
Selamet Cephesi, 8 CHAC (Maya yağmur tanrısı), 360 CHARCOT Jean Martin,
426,522, 540,542
CHARLES MARTEL,
511
CHASTA-COSTALAR,
halk (Kuzey
Amerika), 327
CHATEAUBRIAND
François Rerö, vikont, 327
CHILDE V.G.,356
CHIRAC Jacques,
14
CHİBCA'LAR,
halk (Kolombiya), 370
Chilam Balam
(Maya), 360
CHİLKOTİNLER,
halk (Kanada), 343 CHİMU'LAR, halk (Peru), 371,372, 373,376
Choiseul, ada
(Pasifik), 45 CHRISTIANSON Joan, 521
Christian
FrontlfiBty, 543 CHRISTINE, İspanya kraliçesi, 488 Churchman, The, dergi (ABD),
543 CICERO, 247, 258, 266,541 Cistercium, tarikat, 473
ÇİZİN (Maya
ölüm tanrısı), 361,362
Cizvitlenn
İlişkileri, (Kuzey Amerika üzerine, 18. yy), 331
CLAUDIUS, Roma
imparatoru, 258
CLEMENS V.,
papa, 463
CLEMENS VI.,
papa, 463
CLEMENS
İSKENDERİYELİ (Kilise babası), 434,439,440,441,446
CONRAD Joseph,
297, 539 ■
CONSTANTINUS,
Roma imparatoru, 148, 432, 436,437,438,439,441, 448,454,497, 508
COOK Kaptan
James, 39,61
Cook'un
Seyahatine Ek, Diderot, 25
CORONADO
Francisco Vasquez de, 339
CORTES Hernan,
348
Cortes,
İspanyol parlementosu, 475, 487
COSMAS RAHİP
(BizanslI yazar), 470
Costa Rica,
351,369
COYOTE. Bkz.
Koyote
COZE Paul, 329,
334, 344, 345
CREEKLER, halk
(Georgia, ABD), 343
CROM CRUACH
(Kelt tanrısı), 195, 196
Cro-Magnon
insanı, 28,35,303,353
CROMWELL
Olivier, 461
Crotone
(İtalya), 262
CUCHULAINN
(Kelt kahramanı), 191, 192,205
CUPİD (Roma
tanrısı), 90
Ç
Çatalhöyük
(Türkiye), 30,126,193
ÇEÇENLER, halk
(Kafkasya), 204
ÇEHOV Anton,
517
ÇERKEZLER, halk
(Kafkasya), 204, 305,505
ÇEYENLER, halk
(Kuzey Amerika), 344
Çılgın
Efendiler, Jean Rouch’un filmi, 296,526
Çou, Çin
hanedanı, 100
562
DİZİN
ÇUKÇELER, halk
(Sibirya), 119 .
Çukur Mezarlar
kültürü (İtalya), 249
D
DAÇYALILAR,
halk, 175, 218 daeva'lar (Veda tanrıları), 69,130,140, 142,147
daimonlar
(Yunan), 18,225,231,232, 233
DAMKİNA (Babil
tanrıçası), 160,164
DANEL (melek),
401
Danimarka,
198,209
DANU (büyük
Kelt tanrıçası), 193
DARİUS i„ Pers
kralı, 121,128,137, 142,146,147,149,150,151,207, 299,413
DARWIN Charles,
384,385
DAVIS Edward,
37
DAVUD, İsrail
kralı, 395,397,398, 399,404,493
DAYAKLAR, halk
(Borneo), 49
De defectu
oraculorum, Plutarkhos, 232
De superstitio,
Seneca, 256
DEFOE Daniel,
21,461,482
DEİOKES (Med
kralı), 129 Delphoi, 217, 223,236.
DEMETER (Yunan
tanrıçası), 236, 238,239, 442
DEMETRIOS
(Yunan kiniği), 223
Demiurgos
(Gnostik kavram), 131, 167,234,400,433
DEMONAKS (Yunan
kiniği), 223
DEMOSTHENES,
238
Deniz
Kazasından Kurtulan Adam,
Mısır metni,
292
DESCARTES Rene,
458, 503
Deus Fidius
(Roma), 264
Devlet, Platon,
223, 229, 231,266
dharma (Brahman
dinsel yasası), 87, 96,111,114
DIDEROT Denis,
25
DION CHRYSOSTOMOS,
133.
DlOP BIRAGO,
323
Dicle, ırmak,
129,154,157,298,303, 386
DİDİGWARİ (İk
tanrısı), 311
DİDO, Kartaca
kraliçesi, 250
Diesirae, 170
Dinsel İnançlar
ve Fikirler Tarihi, Mircea Eliade, 30
Dinsel Yaşamın
Temel Biçimleri, Emile Durkheim, 35
Divini illius
magistri, Pius Xl’in papalık genelgesi, 552
DİMME (Sümer
tanrıçası), 172,173 DİNKALAR, halk (Sudan), 306,307 DİODOROS SİCİLYALI, 186,
205, 239,241
DÎOGENES, 223,
224
DIOMEDES, Argos
kralı, 18,220 DİONYSOS (Yunan tanrısı), 90,91, 228, 230, 236,237,238,239,240,
241,242, 254,440,441,442
DOGONLAR, halk
(Mali), 44,302, 313,316, 480
DOMITIANUS,
Roma imparatoru, 269 DORLAR,.halk (Yunan), 218 DOSITHEOS, 446, 450 •
Dracula, B.
Stoker, 539
Dragovista, 472
DRAUGR (Kelt
ruhu), 194 DRAVİDLER, halk (Hint), 68,69 DULL KNİFE, Çeyen şef, 344 DUMEZIL
Georges, 36, 71,128,132, 133,139,144,145,152,179,196, 197,198, 200,201,203,
204,207, 242,250, 251,253,254,260, 359
563
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
DUMUZİ (Babil
tanrısı), 237
DUNS SCOTUS
ÎONNES, 505 Dur Şarrukin (Mezopotamya), 177 DURKHEIM Emile, 35,60
Düzyazı
Edda’Iar, 191
Dyrakkhion, 447
E
EA (Babil su
tanrısı), 160,164,165
Ebu Cehil, 499
Ebu Dabi, 554
EBU TALİP
(Muhammed'İn amcası), 497,498
Edimlerimiz
Peşimizden Gelir, Paul Bourget, 76
Efes, 447
EH-AH-SA-PE,
Siu şefi, 329
EINSTEIN
Albert, 527
Ekbatana, 137
ELIADE Mircea,
30, 31,74,98,99, 101,126,135,136,138,144,167, 169,199,201,202,203, 207, 237,
239,241,282, 321
Elkasaİt,
Mezopotamya Essen mezhebi, 424,449,450
EMERSON Ralph
Waldo, 545
Emilia, 250
Encyclopaedia
Britannica, 37,39,58, 77, 82,85,102,103,104,105, 111,112,131,135,143,150,156,
157,166,170,171,172,187,217, 240, 253,278, 279,286, 288, 300, 310, 330,
331,362, 363,365,368, 371,376,451,456,466,475,493, 494
Encyclopaedia
Universalis, 77,127,
144, 215, 240,
255,360,414
Engizisyon,
385, 453, 465, 466, 467, 475,482,485,487,488,503
ENKİ (Sümer su
tanrısı),' 155,160, 163,168,169,390,391,392
ENKİDU (Sümer
kahramanı), 155,392
ENLİL (Babil
yeryüzü tanrısı), 160, 164,165,170,173
ENNIUS (Romalı
yazar), 263
ENOŞ (İncirdeki
ilk peygamberlerden), 388
Enoş Kitabı,
251,383,401,402,403, 404, 503,549
Enuma Eliş
(Babil Yaratılış şiiri), 162 Eolie, adalar. Bkz. Lipari, adalar
EOLİSLER, halk
(Yunan), 218
EPIMETHEUS
(Pandora'nın kocası), 220
EPİPHANİOS
aziz, 447
ERATOSTHENES,
35
Ereç
(Mezopotamya), 157,161,164
EREŞKİGAL
(Babil cehennem tanrıçası), 164,165,166,173
Eridu
(Mezopotamya), 164
Ermenonville,
çöl, 328
EROS (Yunan
tanrısı), 241,529 ershemma’lar (Sümer dinsel şarkıları), 170
Eski Ahit,
161,387, 390, 391,394, 396, 397, 398,399,400,401,402,
403,408,410,411,418,421,425, 427,428,429,431,433,438,448, 458,489,497, 500,
501,502, 505, 548, 549
Eski-Eski Ahit,
162, 399,402,418, 425,441,498
Essenliler,
mezhep, 213,383,396, 403,404, 406,407,408,409,410, 411,412,415,416,419,422,424,
425,429,443,450,496,549
eşcinsellik,
52, 284, 315, 316, 317, 469,485, 530, 544,552,555
564
DİZİN
Etiyopya. Bkz
Habeşistan
Etolya, 217
ETRÜSKLER,
halk, 185,193,252, 253,271
Euboia, ada
(Yunanistan), 217
EUROPA, 219
EURYDIKE, 240
EURİPİDES,
218,220, 222,224
EUTHYMİOS
ZİGABENOS (BizanslI keşiş), 470
Eutyphron,
Platon, 230
EYMERiCUS
NICOLAUS, 465,482
Eyüp Kitabi,
397,399,429,431,433, 548
F
Faust, Ch.
Gounod'un operası, 527
Faust, Goethe,
539
FENİKELİLER,
halk, 155,216,378, 492
FENRİR (Kelt
kurdu), 196,197,198, 199
FERİSİLER, 396
Feroe adaları,
198
Feroe Sağası,
Kelt hikâyeleri, 208
Fırat, ırmak,
129,154,157,158,164, 277, 303, 386, 507
/rates (Roma
kavramı), 269
Fiji adaları,
26,45
FİLİPUS
(havari), 152
Filistinliler,
397, 398
Finlandiya, 122
FİNTAN (Kelt
kahramanı), 188
FLAVIUS
JOSEPHUS, 17,.406
FLENLEYJohn,
38, 39
FORD Henry, 543
Frankenstein,
M. Shelley, 539
FRANKLAR, halk,
209,464
FRAZER Sir
James, 50,53,179,180,
181,235,331,336
FREUD Sigmund,
168, 275, 283
FRİGG (Kelt
tanrıçası), 199
Frigya,
218,237,238, 242,252,442, 443
FROBENIUS Leo,
298,319
FULVIA
(Antonius'un karısı), 258
FULVIUS
NOBILIOR (Romalı yazar), 263
Fusaro, göl
(İtalya), 266
G
GAİA (Yunan
yeryüzü), 315
Galatia, 190
GAMA Vasco de,
297
GANDİ Mahatma,
85
GANYMEDES,
Troya prensesi, 219 Gassan ve Kında, krallık (Arabistan), 493
GATHALAR,
Zerdüştçü ilahiler, 121, 134, 136,137,138,139,140,143, 144
GAURİ (Tibet
cini), 96
GEORGE Stefan,
216
GEORGIOS aziz,
33, 80,287, 305
GETLER, Trakya
halkı, 175
GHASMARİ (Tibet
cini), 97
GİBBON Edward,
300
GİDE Andre, 296
GILGAMIŞ (Sümer
kahramanı), 155, 156,161,165,392,418
Gılgamış
Destanı, 155,156,165 Girit, 90, 216, 218, 236,237,442 Gizli Oturum, J.-P.
Sartre, 534 Gnostikler, 88, 263,400, 445, 446, 447
GNOSTİSİZM,
124, 142, 231,232, 233,234,267,404,413,444,445, 446,447,460,467, 470
565
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
Gobi Çölü,
64,98
GOETHE, 216
GOLYAT (dev),
19
GONCOURT Edmond
ve Jules de -, 513
GOOD Sarah, 487
Gorbaçov
Mikhail, 16
Gorgias,
Platon, 266
GORGO, 18
Göl İnsanı
(Amerika yerlilerinin cini),
326
GRAF Kari, 390
Graf-Wellhausen
teorisi, 390
GREGORIUS
BÜYÜK, papa, 435
GREGORIUSIII.,
papa, 298
GREGORIUS
NAZİANSOS (Kilise babası), 436
GRETA GARBO,
274
GRIAULE Marcel,
302,314,316
Grönland, 332
Guatemala,
358,361,369
Guernesey, ada,
190
GUIBOURG rahip,
523
GUILLAUME IX.,
Akitanya dükü, 472
Guran(İran),
125
GURDJIEFF
Georges, 513
Güneş Kapısı
(Tiahuanaco), 373, 380
Güzellik Duvarı
(Machu Pichu), 352
H
Habeş Kitabı,
298
Habeşistan,
298,494
Habeşler, 496.
Habiru. Bkz.
İbrani
Hacılar
(Türkiye), 30
HADES (Yunan
tanrısı), 226, 239
Hadramut
(Yemen), 508
HADRIANUS, Roma
imparatoru, 406,
433
HALİKARNASSOSLU
DIONYSIOS, 252, 253, 254
HALLACI MANSUR,
514
HAMMURABİ
Yasaları, 159,162
HAMMURABİ,
Babil kralı, 159 HANANYA, 429
Harappa (İndus
uygarlığı), 67,69,85 HARMACHİS (Yunan Horus'u), 286 HARUN (Musa'nın kardeşi),
400 HATCİN (Apaçilerin maskeli tanrıları), 340,341
HATHOR (Mısır
bereket tanrısı), 126, 280,281,494
HAVVA (ilk
kadın), 166,184,198, 385, 386,387, 388, 392,412,418, 501
Hayalet Afrika,
M. Leiris, 296 HEIDEGGER Martin, 15,72,73,84 HEKATE (Yunan tanrıçası), 225,228
HEL (Kelt tanrıçası), 196 HELIOS (Yunan tannsı), 194 Heliopolis, 276,278, 283
HEPHAİSTOS (Yunan tanrısı), 200, 219,440
HERA (Yunan
tanrıçası), 219,236, 237
HERAKLES (Yunan
kahramanı), 18, 203, 218,220,223, 366,440,441, 442, 509
HERAKLES,
Euripides, 220 HERAKLEİOS (Yunan kiniği), 223 HERAKLEİTOS, 234
HERBERT Jean,
115,118 HERİMDALL (Kelt tanrısı), 199 Herkül. Bkz. Herakies
HERMES (Yunan
tanrısı), 151,194, 197, 203, 205, 219, 225, 226,351, 495
HERODES
AGRİPPAII, Khalkis kralı,
566
dizin
17,271
HERODES
ANTİPAS, Galile valisi, 190
HERODES BÜYÜK,
Yahudilerin kralı, 523
HERODOTOS,
129,138,151,159, 216,238,250,252
HERON
İSKENDERİYELİ, 31,35
Hersek, 472
HESİODOS, 219,
241
Hesychastes
(Aynaroz Dağı’nda), 105
HEYDRİCH
Reinhardt, 488
HEYERDAHL Thor,
38, 39, 378 HICKS Robert D„ 516,517, 520,521, 524,531
HILDEBERTDU
MANS, 476
HIMMLER
Heinrich, 488
Hi Brazil,
efsanevi Kelt adası, 190
HİDATSALAR,
halk (Missouri), 331
Hierakonpolis
(Mısır), 285
HİKSOSLULAR,
halk (Mısır), 277
HİMYERİLER,
halk (Arabistan), 493 HİRANYAGARBA (Veda tanrısı), 71 . HİRİTLER, halk
(Arabistan), 493 Hiroşima, 21,534
HİSTCHİTİ, halk
(Kuzey Amerika), 327
HİTLER Adolf,
15,16, 21,246, 385, 476,556
HİZKİYA (Yahuda
kralı), 409 HMONLAR, halk (Güneydoğu Asya), 111 1
Hoki (İnka
koruyucu meleği), 373
Hokkaido
(Japonya), 118 HOMEROS, 22,156, 215,216, 299, 439,440,539
homo sapiens,
303 homo sapiens sapiens, 37,99,303 Honduras, 369
HongKong,
65,120
Honolulu, 24
HOPİLER, halk
(Arizona), 332,334, 339
Horn Burnu, 378
HORIIS (Mısır
tanrısı), 276,279,280, 281,282, 285,286, 287, 289, 351
HÖLDERLİN, 216
Huaron (Peru),
375,376,377,379
HUBERT Aziz,
50,195
HUGHES Robert,
533
HUGO Victor,
266
HUMEYNİ
Ayetullah, 8,12,13
HUNAB KU (Maya
tanrısı), 361
HUXLEY Aidous,
10
HUYSMANS J. K.,
538
HYDATİUS,
Merida piskoposu, 455
Hymettos, dağ
(Yunanistan), 242
I
INNOCENTIUS
III., papa, 466,473
INNOCENTIUS
IV., papa, 474
Irak. Bkz.
Mezopotamya
Irala Adası
(Pasifik), 23,53, 54,57
Isis ve Osiris
Hakkında,. Plutarkhos, 232, 291
ITHACIUS,
Osşonuba piskoposu, 455
İ
İBOLAR, halk
(Nijerya), 544
İBRAHİM, Aksum
kralı, 300
İBRANİLER,
halk, 150,157,161,226, 386,389,390,396
İBİŞİN, Ur
kralı, 176
İGİGİ’LER
(Mezopotamya üst panteonu), 164
İlk Günah,
113,166,173,181,240, 291,311,341,389,439
İlkel Zihniyet,
Levy-Bruhl, 32,331
567
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
İLLYRİANLAR,
halk (Balkanlar), 218 İlyada, Homeros, 201,220,221 İMPORCİTOR (Roma tanrısı),
249 İNDRA (Veda tanrısı), 69,72,124, 132,139,140,144
İNDRA-VAYOU
(Mazda cini), 140 İndus. Bkz. Harappa
İNGUŞLAR, halk
(Kafkasya), 204 İNKALAR, halk (Peru), 347, 371,372, 373, 374, 375, 376, 377,381
İNNİNA (Babil
tanrıçası), 160,161, 164
İNSİTOR (Roma
tanrısı), 249 İNUİTLER (Eskimolar), 480 İOANNES CHRYSOSTOMOS aziz, 453,467
İONİALILAR,
halk (Yunan), 218 İRENAEUS (Kilise Babası), 432,434, 445,447,450
İROKUALAR, halk
(Kanada), 331, 335, 337, 338
İSA, HAZRETİ,
9,16,17, 51,66,78, 111,131,134,138, 151,161,212, 248, 270,365,366, 373,
374,379, 380, 381,396,403, 404,406,408, 419, 421,422, 423, 424,425,426,
427,428,429, 430, 431,435,436, 437,439,440, 441,442,443,444, 445,
446,447,448,449,450,451, 454, 457,458,461,463,464,467, 468,
474,480,481,485,491,495, 501,505,506,507, 509, 512, 522, 524, 525, 536,544,
548, 549, 552
İsin
(Mezopotamya), 170
İSİS (Mısır
tanrıçası), 280, 285, 286, 290, 292,293, 442
İskandinavya,
122,198 İSKANDİNAVLAR (Keltler), 187 İskenderiye, 152, 206, 215, 430, 447,
448,510
İskenderiye
kilisesi, 298
İskenderiye
Kütüphanesi, 385
İSKİTLER, halk,
129,130,175,201
İsrail,
283,393,395,396, 397,404,
414,415,494,551
İstanbul, 212,491
İsveç, 33,198,
209, 484, 503
İsviçre, 187
İŞAYA
(peygamber), 409
İŞTAR, Sabah
Yıldızı.(Sümer tanrıçası), 163,165,392,418,493
işaya Kitabı,
394, 395
İTZALAR, halk
(Meksika), 363
ITZAMMA (Maya
büyük tanrısı), 361, 362
IXCHEBELYAX
(Maya tanrıçası), 361
İYA (Siu
mitolojisinde bîr canavar), 333 .
İZANAGİ
(Şintocu cin), 116
İZANAMİ
(Şintocu cin), 116
İzlanda,
191,198
İznik Konsili
(325), 31,431,448,454, 495
J
Jaconde, L. de
Vİnci'nin tablosu, 212
Janseniusçuluk,
88
JANUS (Roma
tanrısı), 254
JASLER Paul,
519 .
JASON, Kudüs
başrahibi, 405
Java,
65,111,491 ■
JEAN D'ARC,
14,461,462,556
JEAN DE LA
CROIX aziz, 456
JEAN X., papa,
471
JEAN XXII.,
papa, 463
JEH (Mazda
cini), 140
JULIANUS
APOSTATA, Roma
568
dizin
imparatoru, 224
JUNON (Roma
tanrıçası), 251,257 JUVENAL, 259,265, 266 JUVENTUS (Roma tanrısı), 254
Jübileler Kitabı, 396,410
JÜPİTER (Roma
tanrısı), 251,253, 257, 260,264,265,269,440,442
JÜPİTER
(yıldız), 161
JÜTLER, Germen
halkı, 208,209
K
KABİL, 27
Kalahari, çöl,
298 .
KALİ (Hindu
tanrıça), 89,90
Kalkedon
(Kadıköy) Konsili (451), 111 KAMA (Hindu tanrı), 90
Kamboçya,
17,21,111,544 KAMBYSES, Pers kralı, 145,146,150 karni (Şintocu cinler), 116
KANT IMMANUEL,
78
KARAGÖZ, mitik
Türk figürü, 205
Karamsarın
Diyalogu, Asur metni, 169 Karanlığın Yüreği, J. Conrad, 297, 539 Karnak
(Mısır), 177, 276,278 KASKALAR, halk (Kuzey Amerika),
343
' Kassit,
krallık (günümüzde Irak), 129 Katharlar, 451,467,468,469,471, 472,474,
479,484,485
Kayıp Cennet,
John Milton, 384 Kefalonya (Yunanistan), 217 Kefernahum, 425,426
KELTLER,
74,125,151,169,181, 183,185,186,187,188,189,190, 191,192,193,194,195, 200, 201,
203,205,207, 208,. 209,210,332, 548
KEMOŞ(Moab
tanrısı), 494 KENAN, 388
KENANLAR, halk,
500
KERBEROS, 18
KEYHÜSREV ll„
Büyük Pers imparatoru, 128,145,147,148, 150,413,417
Khaironeia
(Yunanistan), 234 KHONSU (Mısır tanrısı), 280 KHOPRİ (Mısır tanrısı), 291
KIERKEGAARD Soren/371
KIPLİNG
Rudyard, 297
Kızıl Khmerler,
17,364
Kiev,
imparatorluk,.210,471
KİKUYULAR, halk
(Kenya), 310 KİLİBOB (Yeni Gine ruhu), 45 Kilise Babaları, 143, 396,421,431,
432,433,434,435,436,437,438, 439,440,444, 445,446,452
KİNGU
(Mezopotamya başcini), 166,
. 167
KİRDİLER, halk
(Kamerun), 302
KİRİL, filozof,
aziz, 471
KİRİRİŞNA (Elam
tanrıçası), 126,127 kishub’\ar (Sümer dinsel şarkıları), 170
Kiş
(Mezopotamya), 157,164 KLYTEMNESTRA, 220 KNİDOSLULAR, halk (Küçük Asya), 218
Kojiki, Şintocu
metin, 117
Kolkhis
(Girit), 123
Konfüçyüsçülük,
95,107,108,109, 110,111,112,113,120
Kongo
Yolculuğu, A. Gide, 296 Konstantinopolis, 470,472 Konstantinopolis Konsili
(543), 457 Korinthos, 215,217,236 KORYAKLAR, halk (Sibirya), 103,119 KOYOTE
(Amerika yerlilerinin mitik kişisi), 332, 333
569
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Krallar Vadisi
(Mısır), 277 KRAVÇENKO Victor, 15 KSENOKRATES (Yunan filozof), 232 KSENOPHON,
17,18,138 KSERKSES, Pers kralı, 147 Ktesifon Savaşı (637), 510
Kudüs,
141,150,152,159, 390,405, 406,408,413,416,430,444,465
KUETZALKOATL
(Meksika tanrısı), 339, 347, 358, 361,365,366,367, 368,369,373,379,381
KUKULKAN (Maya
tanrısı), 339,347, 365,379, 381
KUMALAR, halk
(Yeni Gine), 45 KUMARA (Hindu tanrısı), 90 Kumran, Essen cemaati, 396, 407,
408, 409,411,415,416,424
kuppuru (Babil
cin çıkarması), 174 KUREYŞLİLER (Arap kabilesi), 497, 498, 499, 507, 511
Kurgan
insanları, 122,123 KUROSAWA Akira, 100 KYAKSARES, Med kralı, 137 KYBELE
(tanrıça), 199, 217,442 Kyklades, ada (Yunanistan), 217
L
La Paz
(Bolivya), 351,376 LA VEY Anton, 527, 528, 529 LACTANTIUS, 432, 433 LAFARGUE
Paul, 541
LAMAŞTU
(Asur'un dişi şeytanı), 172 LANG Andrew, 46, 306
Languedoc, 475
Laodikeia
(Frigya), 447 Laokoon ve Oğulları, heykel grubu, 212
LAO-TZU,
102,105,106,107,108, 112, 371
Larsa
(Mezopotamya), 161,170 Laterano Konsili, 50,458 LATİNLER, halk, 250,253, 271
LAUTREAMONT (Isidore DUCASSE), 538
LAVERNA (Roma
tanrıçası), 254
LAVINIA
(Aeneas'ın eşi), 250
LE PEN
Jean-Marie, 14 LEDA, 219
LEIRIS
Michelle, 20,296
Leinster
Kitabı, anonim (XI. yy), 196 LENGUALAR, halk (Gran Chaco), 33 LEON l. BÜYÜK,
papa, 435
Lespugue
Venüs'ü, 30
LEVIATHEN
(Mazdacı cin), 141
LEVI-STRAUSS
Claude, 32, 34,60, 181,281,332,335
LEVY-BRUHL
Lucien, 32, 33, 34,60, 316, 331,332
LIBERA, 253
LILITH,
141,166,396
LINDBERGH
Charles, 543,544
Liber duodecim
quaestionibus, Autunlu Honore, 477
Libya, 129,
277,448,496, 539
Lidya
(Anadolu), 252
Liguria, 250
Limousin, 472
Lipari, adalar,
218
LODAGAALAR,
halk (Gana), 310 lokayata (Vedacı materyalizm), 76 LOKİ (Kelt Tanrısı),
183,196,197, 198,199,200, 201,202,203,204, 205,341,393
Lombardia,
250,472
LON NOL
Mareşal, 17
Londra,
180,443,540
LONGFELLOW
Henry Wadsworth, 336
570
DİZİN
Los Angeles,
24, 25,123,180, 385, 526
Loudun
Şeytanları, Aldous Huxley, 1C,70,139
LOUIS VIII
Aslan, Fransa kralı, 475 LOUISXIV. Fransa kralı, 214,246, 523, 524
LOUISXV Fransa
kralı, 522
LOVELOGK James,
337 LUCRETIUS, 266
LUCIFER, 10,13,
71,236,457,478, 527,531
Lucifer
Şahitleri, Fransız mezhebi, 531
LUCY
(ön-hominien), 302
LUG (Kelt
tanrısı), 193
LUKA (havari),
423,425,426,427, 428,429,430,431,480
Luksor (Mısır),
278
LURKER Manfred,
160,166,172,194, 196.197,198,199,251,332, 340, 494
LUTHER
MARTINUS, 10,460,543 Lyon, 180,193
Lyonesse,
efsanevi Kelt adası, 190
M
MAAT (Mısır
tanrıçası), 313 Macaristan, 210
MACHIAVELLI,
181
MADELEINE DE LA
CROIX Kordoba rahibesi, 460
MAFİT (Yeni
Gine ruhu), 45 Mahabharata, Hint şiiri, 201 MAHALALEL, 388
maitri (Budist
duygudaşlık), 83 MAKEMAKE (Paskalya tanrısı), 40 Makkabiler, 405,406,407,497
Maklu'lar, Akad metinleri, 173
MALAKI (peygamber),
404
Maldoror
Şarkıları, Lautreamont, 538 MALINOWSKi Bronislaw, 20, 23,24, 40,41,42,43,44,45,
51,168, 180,317
MALİK (İslami
şeytan), 490, 500
Malindi (Doğu
Afrika), 297
MALLARME
Stephane, 538
MALLOWAN
(Amerikalı arkeolog), 177
MALRAUX Andre,
16
MANASSE
(Hizkiya'nın oğlu), 409
Mandorom
Dinleri Tapınağı, Fransız mezhebi, 531
MANİ,
121,142,451,457,533
Mariiciiik,
14,131,259, 267,451,452, 478,533,551
MANŞON Charles,
526
MANUP (Yeni
Gine ruhu), 45
MAO ZEDUNG, 17
MAGRİLER, halk
(Yeni Zelanda), 27, 32,34
MARAya da
PAPİMANT (Budist "kötülük ruhu"), 63,78,79,80,81
MARALAR, halk
(Avusturalya), 48 MARCHAIS Georges, 14
MARCO,
Lombardiya kathar “piskoposu”, 472
MARCUSE
Herbert, 529, 530,536
MARDUK
(Babil'in koruyucu tanrısı), 161,163,166,167,168,413,424
MARDUK-ŞUMU-USUR,
178 MARKİON (gnostik), 445
MARKOS
(havari), 423,425,426, 427. 428,429
MARS (Roma
tanrısı), 218,235,251
MARSYAS
(satir), 218 MARTY Martin, 534 MARX Kari, 144,535,541
571
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
MASAILER, halk
(Sudan, Kenya), 315 MASSAGETLER, İskit halkı, 175 ' MASSASSİ (Wahungwe
Makonilerin tanrısı), 319
MÂSTEMA
(Şeytan'ın adlarından), 409,41'0
MATANBUKUS
(Şeytan'ın adlarından), 410
MATTA (havari),
405, 422,423, 425, 427, 429,449,544
M ATTATİ AS
(Makkabilerin rahibi), 405
MATTİVAZA
(Mitanni kralı), 124
MATTOLELER,
halk (Kuzey Amerika), 327
MAUGHAM
Somerset, 24,530 MAUSS Marcel, 60,335,338 MAXIMUS MAGNUS, Roma imparatoru, 455
MAYALAR, halk
(Meksika), 39,261, 339, 347,355,359,360, 362, 363, 364, 371,374, 381
MAYDULAR, halk
(Calİfornia), 333
MEAD Margaret,
24
Medine, 494
MEDLER, halk
(İran), 127,128,129, 159,413
Mejbrat, halk
(Yeni Gine), 45
Mekke, 299,
495,496, 497, 500,510
MELKİSEDEK
(Incil'deki ilk peygamberlerden), 480
MELKİSEDEKÇİLER,
mezhep, 480 Melnİkva, 472
MELVILLE
Herman, 539 MENANDREOS, 446
MENELAS, Kudüs
başrahibi, 405 Menfis (Mısır), 177,277
MERESGER (Mısır
tanrıçası), 290 MERTSERILLE Gerald, Carcassone
kathar
“piskoposu”, 472.
MERYEM
(Bakire), 111,365,374, 505,506
Messenia
(Yunanistan), 217
METHODIUS aziz,
471
METRAUX Alfred,
38,40,181
METUŞELAH
(Incil'deki ilk peygamberlerden), 388
METZABOC (Maya
tanrısı), 360 MEVET (Incil'de bircin), 396 MEVLANA (Ceialeddin Rumi), 491
Mezopotamya, 153,154,156,157, 158,160,161,162,163,164,166,
167,169,172,173,174,175,176, 177,178,179,181,283,321,347, 356, 362, 363,
364,371,372, 383, 389,390,391,397,415,416,417, 418, 424,427,428, 450,464,492,
554
MICHELANGELO,
272
MINOIS Georges,
266
Mısır Ölüler
Kitabı, 289,293
MİÇİZANE
Suguwara, 117,118
MİDGARD (Kelt
yılanı), 196,198 MİKAYA (Peygamber), 393,394 MİLKOM (Ammonit tanrısı), 494
MİLTON John, 384 ■
Mİneen Krallığı
(Arabistan), 493
MİNERVA (Roma
tanrıçası), 251,257, 351
Minotauros, 214
MİNUNGARA
(Avusturalya ruhları), 48 MİTRA (Veda tanrısı), 69,124,130,
131,132,139,140,141,143,144,
147, 251,418,443,444, 509
Mitracılık,
418,443,444,511 MOABLAR, halk, 494, 497 ■ MOCHİCA'LAR, halk (Peru), 371,372,
373, 376
572
dizin
MOLAY Jacques,
462
MOLE M., 144
MOLEK, 500
MOLIERE, 169
MOMMSEN
Theodor, 192/254,259, 260, 264,268
MONO, halk (New
Mexico), 333 MONTEZUMA, Aztek İmparatoru, 348,369
MORET
ALEXANDRE, 291
MORONGO
(Wahungwe Makoni tanrısı), 320
MOZART Wolfgang
Amadeus, 11 MUHAMMED HAZRETİ, 489,493, 495,496,497,498,499, 500,501,
502,503,504,505,506, 507,508, 509,510, 511,514,549, 550
MUHTEŞEM
TARQUINIUS, Roma kralı, 259
mulukwausi
(Trobriand büyücüleri), 42,43,44
MUMPANİ
(Avusturalya ruhu), 48
Munhata
(Filistin), 30
Muralug Adası
(Torres Boğazı), 53 MUSA, 159,178,263,271,275, 283, 400,405,454,459, 501,505,
509
MUSPELL (Kelt tanrısı),
197
MUSSOLİNİ
Benito, 246
MUSSUSSU (Babil
canavar yılanı), 161
Musul’un fethi
(639), 510
Mutluluk Adası,
efsanevi Kelt adası, 156
MUYINGWU (Hopi
tanrısı), 332
MVVUETSİ
(Wahungwe Makonilerin ilk insanı), 319,320
Mykene,
215,216, 217, 218, 237 mysterionlar (Yunan), 71,236,238,
239,441
N
NABU (Borsippa
ateş tanrısı), 163 NABUKADNEZAR II., Pers imparatoru, 137
NABUKODOhlOSOR
II, Babil kralı, 159,385,390,418
NAGALAR, halk
(Assam, Hint), 23, 53, 57,58, 59
Nahualt (Aztek
dili), 354
NAMTAR (Babil
cini), 165,173 NANNA (Kelt tanrıçası), 199 NAPOLYON I, imparator, 246,453, 507,
510
NARAYANA
(Hinndu tanrısı), 86 Narbonne Konsili, 474
Nart Uıyzmaeg
ve Uaerp ve Aeldar, Nart hikâyesi, 204
NARTLAR, halk,
204,205
NASATYA,
ikizler (Veda tanrıları), 69, 132,139,140,144
NASREDDİN HOCA,
205 NATCHEZLER, halk (Kuzey
Amerika), 327
NAVAHOLAR, halk (Arizona), 332, 355
Neandertal
insan, 28,35,303,353 Necronomicon, 530
NEFERTİTİ,
Mısır kraliçesi, 274, 284 NEFERTUM (Mısır tanrısı), 290 NEİTH (Mısır
demiurgosu), 282,288 NEMESİS (Yunan tanrıçası), 318 Nemrud (Mezopotamya), 177
NEPHTYS (Mısır tanrıçası), 280 NERGAL (Babil tanrısı), 164,165,
166,173,442
Nergal ve
Ereşkigal, Babil şiiri, 165 NERON (Roma imparatoru), 247,248, 270,271
573
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
Nesturiler,
111,496,509
NICOLAUS GUŞAN
US, 105 NIETZSCHE Friedrich, 267, 556 NİÇİREN (Japon keşişi), 115 Nikaragua,
369
NİMROD (İncil
kişisi), 424 NİNLİL (Babil tanrıçası), 160,164 Nİnova, 155,156,157,176,177,178,
179
NİNTUD (Babil
ana tanrıçası), 160, . 161,164
NİNURTA
(Mezopotamya tanrısı), 163 Nippur (Mezopotamya), 161,164 nirvana, 78
Normandiya,
187,209 Northumberland, 209 NUH (Incil'deki ilk peygamberlerden), 71,188, 375,
389, 390, 391,392, 410, 411,500, 501
NUSKU
(Mezopotamya tanrısı), 163 NUT (Mısır tanrıçası), 292,294 Nübye, 145, 277,303
NYSSE'Lİ
GREGORIUS (Kilise
Babası), 435
O
OATES
(Amerikalı arkeolog), 177 OBALUAİYE. Bkz. Shopona OBARATOR (Roma tanrısı), 249
OCCATOR (Roma tanrısı), 249 OCTAVIANUS (Actium savaşı), 270 ODİN (Kelt
tanrısı), 197,198,199, 200 Odysseia, Homeros, 201 OENOMAOS (Yunan trajiği), 224
OFFENBACH Jacques, 219 OİDİPUS, 168, 223
OJIBWAYLAR,
halk (Kuzey Amerika), 336,355
Okyanusya, 23,
36, 37, 44,45,49, 50,
51,53,55,57,
59,60,61,67,126, 163,174,184, 332, 343, 353,427, 513,548
ÖLMEKLER, halk
(Meksika), 347, 354, 355,356,357, 358, 359,364, 365, 371
Olympos,
192,199, 200, 211,213, 219,232, 237,242,260,267
On Emir,
159,162,283,417
Onbinler,
Ksenophon, 17
ONESIKRITOS
(Yunan kiniği), 223
Oniki Sez ar m
Yaşamı, Suetone, 60
OPS(Roma
tanrısı), 254
orenda (İrokua
mistik gücü), 325,335, 336,337,338
ORESTES, 220
ORMAZD (Mazda
tanrısı), 131,141 ORPHEUS, 236,237, 239,240,241, 242, 441,530
Orphikçilik,
124, 211,231,240,241, 242,267,529
OSETLER, halk
(Kafkasya), 130,201, 204,329
OSHUN (Yoruba
tanrıçası), 319
OSİRİS (Mısır
tanrısı), 237,277,280, 282,285, 286, 287,289,290, 291, 292,293,318, 319, 394
OSTROGOTLAR,
halk, 209
Otuzlar
Konsili, 50
OVİDİUS, 263
OYA (Yoruba
tanrıçası), 319
OZOUF Jacques,
552
Ö
Ölü Deniz
Elyazmaları, 408,424,447
Ölü Yakma
kültürü, 249
Ölüler
Okyanusu, 156
ÖMER, halife,
510
574
dizin
p
PACHACAMAC
(Peru tanrısı), 372 PAİUTE, halk (New Mexico), 333 PAKHET (Mısır'ın aslan
tanrıçalarından), 280
Palenque (New
Mexico), 20,350,351, 357, 361,368
PAN (tanrı),
11,40,42,46, 55,56,69, 99,111,160, 195,201,220,272, 277, 278,362, 369, 377,
394,396, 459,509,532
Panama, 369,377
PANDORA, 42, 220 Pandora’nın kutusu, 2.20
Papua-Yeni
Gine, 26,45,52,53,513
PARRIS rahip,
486
PARTHLAR, halk
(İran), 129,414
. Pasifik,
okyanus, 24,25,26,27,39, 41,48, 50,290, 303,344,353, 362, 377,378
Paskalya Adası,
23, 37, 38, 39, 41, 81 PASTEUR Louis, 21,290
PAWNEELER, halk
(Oklahoma), 329
PAZUZU (Asur
cini), 172
Peloponez, 217
Peloponez
Savaşı, Thucydides, 215
PEMBA (Bambara
“Yeryüzü”), 317, 318,319
PERİKLES, 214
PERSEPHONE,
225, 442
Persepolis,
137.
PERSEUS, 18,80
PERSLER, halk,
127, 218, 41.3, 414, 416,510
Peru, 37,38,
347, 370, 371,372, 373, 374,375,376,377,378,380
PETRARCA, 463
PETRONE, 259,
265
PETRUS
(havari), 152,429,430
Pettavathu
(hortlak hikâyeleri), Budist metin, 82
PHAENOS, 219
Phaidon,
Platon, 229,231,266,267
PHIDIAS, 223
phtonos (haset,
Yunanca), 227,232, 462, 526
PICASSO Pablo,
16,30, 529
PIERRE DE
POITIERS, 478
PJERRE İL,
Aragon kralı, 466
PINOCHET
Augusto, 14
PIUS XL, papa,
552
PIZARRO
Francisco, 371, 372, 373, 374
PİCTLER, halk
(İskoçya), 192
Piedra Furada
(Brezilya), 184,330
Piemonte, 250
pietas (Roma
kavramı), 268,269
PİMA YUMA, halk
(New Mexico), 333
PİNDUPİ, halk
(Avusturalya), 49 PİPİLLER, halk (Guatemala), 359 PÎTJENTARA, halk
(Avusturalya), 49 PLATON, 78,133, 211,223, 225, 229, 230,231,232, 233,241,266,
267, 439,460
PLINIUS Genç,
133.
PLINIUS Yaşlı,
205
PLOTİNUS, 105
PLUTARKHOS,
133, 232,233,234, 235,262, 263, 291
PLUTON (Yunan
tanrısı), 225,226, 228,238, 239
PLUTOS
(Plüton'un oğlu), 239
Po Ovası, 187,
250
POE Edgar
Allan, 417,539
Poisons Olayı
(Fransa), 523
Poitier savaşı,
511
POL POT, 14,
21,544
575
ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ
POLANSKİ Roman,
526
POLICHINELLE,
183,200,205
Polonya, 210
POLYBIOS, 269
POLYPHEMOS
(dev), 204
PONTIUS
PILATUS, 270,495, 544
Popol Vuh, Maya
kutsal kitabı, 360
Port Moresby
(Papua-Yeni Gine), 20, 26,27,45
POSEIDON (Yunan
tanrısı), 219,235, 236
POUSSIN Nicolas,
216
PRACAPATİ (Veda
tanrısı), 71,86
PRAMOHA (Tibet
cini), 97
PRASUPATİ
(Hindu tanrısı), 89
PRELAYO Alvaro,
463
PRİSCİLLİANUS,
453,455,456, 457, 461,466
PROMETHEUS,
123,219,220,343, 516,518
PROSERPINA
(Roma tanrıçası), 195
Protestan
Ahlakı ve Kapitalizmin
Ruhu, Max
Weber, 535
PROTO-KELTLER,
halk, 187,188, 190,191,192, 218
■ PSEZPOLNİCA
("Öğle Kadını"), Sırp cini, 333
PTAH (Mısır
tanrısı), 277,283,290
PTOLEMAIOSLAR,
Mısır hanedanı, 404 •
PUKKASİ (Tibet
cini), 97
PURUŞA (Hindu
tanrısı), 86
PURUSASPA (Zerdüşt'ün
babası), 135
PYTHAGORAS, 262
Pythagoras,
Ovidius, 263
Pylhagorasçı,
230, 231, 241,262, 263, 267, 269,270
Q
Qin krallığı
(Çin IV-lll.yy), 106 QİNG, Çin hanedanı, 54 QUINTUS PETİLİUS, 262 QUIRINUS (Roma
tanrısı), 251
R
RA (Mısır güneş
tanrısı), 166,276, 278,279,282,288,290,29!
RABANUS MAURUS
Mayence başpiskoposu, 465
Racasthan
(Hindistan), 75 RACINE Jean, 216 RADHVA, 86
RAFAEL
(başmelek), 402 Ragnarök, Germen mitolojisinde kıyamet, 197,202
RAHAB (Mazda
cini), 141 RAIS Gİlîes de, 518 RAMA, prens, 65
RAMAKRİŞNA
(Hindu teolog), 90 .RAMANUCA (Hindu düşünür), 86,87, 88
RAMUEL (melek),
401
Rapa Nui, 38
RASPUTİN Gregor
Efimovitch, 539 RATNASAMBHAVA (Buda'nın adı), 80 Ravenna, 509
REMUS (Latin
kahramanı), 252 REMY, Reİms piskoposu, 464, 465 REPARATOR (Roma tanrısı), 249
RESHEV (Incil’deki cin), 396 RICHARD Marthe, 556 RICHELIEU Armand Jean du '
PLESSIS,
kardinal dük, 278 RICHIER Ligier, 293 RIEDER H.R., 327,330,341 RIMBAUD Arthur,
538 RIVERA Geraldo, 521
576
DİZİN
Rigveda, İran
Vedacılığıntn kutsa! kitapları, 69,128,130
ROBIGO (Roma
cini), 257
Robinson
Crusoe, Daniel Defoe, 21, 461
ROCARD Michel,
14
Rodezya, 298
RODINSON
Maxime, 497,499,504
RODRİGÖ,
Vizigot kralı, 510
ROGGEVEEN
Jacob, 37 ROHEIM Geza, 46,47,48,49 ROLLING STONES, rock grubu, 540 ROMILLY
Jacqueline de, 231 ROMULUS (Roma kralı), 247,251, 252,262,263
RONGO (Paskalya
tanrısı), 40 Roqueperteuse Tapınağı, 191 Rosemary’nin Bebeği, film, 533 ROUCH
Jean, 296,526
ROUSSEAU
Jean-Jacques, 25,309, 385
ROUXGeorges,
157,160,177, 218
Rönesans, 212,
214, 246
RUANUKU
(Paskalya tanrısı), 40 Ruben’in Vasiyeti, iki ahit arası metin, 412
Rubül-Halİ
(Arabistan), 492
RUDRA (Veda
tanrısı), 89 Rumi, 491
RUPERT, Deutz
rahibi, 477
Rusya,
122,126,189,190, 531,539
RÜŞDİ Salman,
533
S
Saba Krallığı,
495
SABA MELİKESİ,
493
SABALILAR ya da
SABİİLER, 493,. 494,495
SABALILAR ya da
SABİİLER (Vaftizci
Yahya’nın
öğrencileri), 450,451, 495,509
SABAZIOS, 237
SABİNLER, halk
(İtalya), 250,251, 271
SADE Donatien
Alphonse Françoİs, marki, 538
SAHAGUN
Bernardîno de, 348,349 Sahra, çöl, 289,297,298
Saint-Barthelemios
katliamı (1572), 549
Saint-Clair-sur-Epte
Anlaşması (911), 209
Saİnt-Felix-de-Caraman,
Kathar “Konsili” (1167), 471
SAKSONLAR,
halk, 208,209
SAKTİ (Hindu
tanrıçası), 91
Sakticilik,
85,91, 92
Sakya Krallığı
(Hint), 78
SAMAEL, 409
Samhain, Kelt
bayramı, 194
SAMİLER, halk,
118,157,162, i72, 176,299,307,414
Samkhya (Hindu
felsefe okulu), 90 SAMNİTLER, halk (İtalya), 250 SAMUEL (Peygamber),
397,398,399 Samuel Kitabı, 397
SAMYAZA
(melek), 401
SANGO (Yoruba
tanrısı), 318 Sanskritçe, 83,123,128,134,201 . Sarasvati, efsanevi bölge
(Hint), 75 Saraybosna, 21
SARGON, Asur
kralı, 177,178 Sarmata, adalar (Pasifik), 53 SARMATLAR, halk (İran), 129,175
SARTRE Jean-Paul, 15,16,444, 534 ■ SASSANİLER, Pers hanedanı, 505, 507,508, 511
satori (Japon
Zen'İnde aydınlanma),
577
ŞEYTANIN GENEL TARİHİ
114
SATURNUS (Roma
tanrısı), 254 SAURVA (Mazda cini), 140 SAVINIEN R.P.,329 Savoie, 187
SAVONAROLE
Jerome, 253
SCHOPENHAUER
Arthur, 78 SEDEKİAS (peygamber), 159, 394 SEE Camille, 552
SEKANİLER, halk
(Saskatchewan), 329
SEKETH (Mısır
timsahı), 287 SEKHMET (Mısır'ın aslan tanrıçalarından), 280,290
SELEFKİLER-
Suriye hanedanı, 151, 175,404,405
SELKİS (Mısır
tanrıçası), 290 SEMELE, 236, 253
Semerkant, 510
SENECA,
248,256,258 SENNAKHERİB, Asur kralı, 155,176, 177
Sepik kültü
(Yeni Gine), 45
Set Tapınağı,
Amerikan mezhebi, 530 SETH (Mısır tanrısı), 78,166,273, 282, 285, 286, 288,
292,319, 530
Seylan, 64, 65,
80,81,93,111 SEZAR Julius, 195, 206 SHAKESPEARE William, 397, 539 Sharuhen
(Filistin), 277
SHAW George
Bemard, 119, 332
SHELLEY Mary,
539
Shetland
adaları, 209
SHOPONA (Yoruba
tanrısı), 319 SIMON Marcel, 438,445,447 Sibirya, 64,66,98,99,103,531 Sicilya,
209, 226,239, 250 SİDURİ SABİTU (Sümer tanrısı), 156 SİF (Kelt tanrıçası),
199,200
Simeon’un
Vasiyeti, iki ahit arası metin, 412
SİMON BÜYÜCÜ,
446,450
SİMO-RAPAO
(Yami tanrısı), 55
Sina Çölü, 508
Sina Dağı, 505
SİNHAMUKA
(Tibet cini), 97
SİRGALAMUKHA
(Tibet cini), 97
SİULAR, halk
(Kuzey Amerika), 329, 337,338,339
SİWA (Yeni
Gine'de ruh), 45
Siyam, 111
SKEVA, Kudüs
başkâhini (efsanevi), 430
SLEİPNİR
(Canavar Kelt atı), 196,199
SMASANİ (Tibet
cini), 97
SOBEK (Mısır
tanrısı), 282,290 Sodom ve Gomorra, 213,500
Sogdiane
(İran), 129
SOKARİS (Mısır
tanrısı), 277,291 SOKRATES, 18, 91,223, 225, 229, 230, 446
Solomon
adaları, 45
soma (bir
Kızılderili bitikisi), 70, 71,
138,141
Somme
theoiogique, Thomas Aquinas, 478
SOPHOKLES,
218,223,225, 239
SOTO Hernando
de, 374
SOUSTELLE
Jacques, 356, 359, 360, 363,364, 365
SOW I., 309
SOYINKAWole,
308,317
SpendNask,
Avestalardan, 134
SPERNONE
Robertde, 472
SPİTAMA, İran
kabilesi, 135
Split Konsili,
471
Sporades, ada
(Yunanistan), 217 SPRENGER Jacques, 482
578
DİZİN
SRAOSA (“İran
ülkesi kralı”), 132,133 SRAT(Slav cini), 333
Srinagar
(Hint), 491
STALİN,
15,16,144,364,476, 539
STATULINUS
(Roma tanrısı), 254 STEPHENS John Lloyd, 361 STEVENSON, Robert Louis, 26 STOKER
Bram, 539
STRABON,
186,194.
STRAUSS
Richard, 165
STREHLOW Cari,
49
STURLUSON
Snorri, 191
Stymphale, göl
kuşu, 18 Su Tanrısı, M. Griaule, 302, 3.13 Sudan, 277,304,305,306,311,315
SUETONE, 60,247
SUJİN, Japon
imparatoru, 118 Sumatra, 32,80,111 superstitio (Roma), 245,255 SURTUR (Kelt
tanrısı), 197,198 SURYA (Veda tanrısı), 71 SUSANO-WO (Şintocu tanrı), 116, 117
Suspiria, film,
533
Sutta Pitaka,
Budist metin, 82
Suudi
Arabistan, 550
SÜLEYMAN,
İsrail kralı, 493 Sümerler, 157,158,160,162,163, 172,386
Svetasvarate,
Upanişad, 90 SYRDON (Efsanevi Narte), 183,204, 205
ş
ŞAMAŞ (Sami
güneş tanrısı), 163, 493
Şampiyonun
Payı, Kelt hikâyesi, 203 ŞANKARA (Hindu teolog), 85,87 Şeol (Yahudi cehennemi),
383,397
Şeytan
Kilisesi, 527
Şeytan Incil'i,
A. La Vey, 527
Şeytan'ın
Tarihi, Daniel Defoe, 21, 461
Şeytana
Tapmanın Riîüeileri, A. La Vey, 528
ŞİLLUKLAR, halk
(Sudan), 306
ŞİT (Adem ile
Havva'nın oğlu), 388, 412.
ŞİVA (Hindu
yıkım tanrısı), 63,87,89, 90,91
Şivacıhk,
85,89, 91
ŞOŞONLAR, halk
(Kuzey Amerika), 337
ŞOMU, Japon
imparatoru, 82
Şölen, Platon,
231
ŞUPPİLULİUMA,
Hitit kralı, 124 Şurpu, Akad metni, 173
Şuruppak
(Mezopotamya), 157,392
T
TABARRİ EL
(Arap tarihçi), 498 tabu, 173
TACİTUS,
192,247, 264,270,271 TAKELMA, halk (Kuzey Amerika), 327
TALLENSİLER,
halk (Gana),.310 TAMİEL (melek), 401,402 TAMİLLER, haik (Hint), 333 T’ANG, Çin
hanedanı, 113
Tanrı Devleti,
Aziz Augustinus, 459
Tantracılık,
85,92
Taoculuk, 67,
95,102,103,104?-105, 106,107,108,111,112,113,120
TAO-SHENG
(Budist keşiş), 114
TARAKA (Hindu
cini), 90 Tarascon, 475
Tassüi kaya
resimleri (Sahra Çölü), 298
579
ŞEYTANİN GENEL TARİHİ
TATARLAR, halk,
204
TATE Sharon,
526
TATIEN (Kilise
Babası), 432,436, 440,445
TAURU (Mazda
tanrısı), 140,178 tauva'u (Trobriand cinleri), 42,43 Teb (Mısır), 177,178,
276,278 Tekvin, 51,307, 385, 386, 387, 388, 389,390, 391,392,396,411,412,
415,417,418, 500, 501
Teli Halaf, 30
Tembellik
Hakkı, P. Lafargue, 541
Templier
tarikat!, 462
Tenochtitlan
(Meksika), 348,349 Teotihuacan (Meksika), 351, 352, 354, 358, 359, 368
TERMINUS (Roma
tanrısı), 254
Terminator,
film, 533
TERTULLİANUS,
440,452
Teselya,
190,216,217 teslis, 87,124,139,147, 275 Tesniye, 88,407
Tessaradeskaditler,
Hıristiyan mezhebi, 480
TEYYSSEDRE
Bernard, 162, 394, 409,415
TEZKATLİPOKA
(Meksika tanrısı), 367, 368, 369
THATCHER
Margaret, 14
Thebai
(Yunanistan), 217, 222,223, 236
Theogonia,
Hesiodos, 241
Theravada
(Budist ekol), 81 THESEUS, 214, 220, 222,224 THEVENIN Rene, 329,334, 344, 345
THOMAS AQUINAS, 460,478,479 THOR (Kelt tanrısı), 38, 39,197,198, 199, 200, 203,
378
THOTH (Mısır
tanrısı), 226, 227,280
THUCYDIDES, 215
TIBERIUS, Roma
imparatoru, 270.
TIEHOLDTSODI
(Apaçi ve Navaho canavarı), 332
TIRESIAS
(kâhin), 223
Tİ ya da ŞANG
Tİ (Çin tanrısı), 99
Tiahuanaco
(Peru), 38,39,351,373, 374,376, 377, 379,380,381
TİAMAT (Babil
tanrıçası), 162,167, 391'
Tibet, 57, 58,
64, 81,82, 95, 96, 97, 112,158
Tibet Ölüler
Kitabı, 96, 97
TİEN (Çin
tanrısı), 100
T’ien-tai (Çin
Budist mezhebi), 113
Til-Barslip
(Mezopotamya), 177
TİLKİLER, halk
(Kuzey Amerika), 329 Timaios, Platon, 230
Timbuktu, 297
Titan idesler,
315
Titanlar,
18,236,237,240,315
Titicaca Gölü
(Peru), 373,376,377
TİTUBA (Salem
kölesi), 486
TİTUS (Roma
imparatoru), 251,271, 406
TLALOC (Meksika
tanrısı), 35'1 TNEONAS, Marmara piskoposu, 454 tokway (Trobriand cinleri), 42
Toledo Konsili,
456
TOLTEKLER, halk
(Meksika), 339, 347, 355, 365,367,368, 369
TONKAWALAR,
halk (Kuzey Amerika), 327
Tora, 406,
*07,416
TORQUEMADA
Thomas de, 465,488
TOTONAKLAR,
halk (Meksika), 358 Toulouse Konsili, 473, 475
TOULOUSE-LAUTREC
Henri de, 556 TOVAR Pedro de, 339
580
DİZİN
Tractatus
theologicus, Hild ebert du Mans, 476
TRAJANUS (Roma
İmparatoru), 497 Trakya, 90,190,218,235,236,237, 238, 242,469,505
TRAKYA-FRİGYALILAR,
halk, 218 TRAUNECKER Claude, 276, 280, 282, 287,289,290
Trİmurtİ (Hindu
teslisi), 87,90 TSELARERI Sicard, Albi kathar “piskoposu”, 472
Tukultininurta
(Mezopotamya), 177 TUMU (Mısır tanrısı), 291
TUN İKALAR,
halk (Kuzey Amerika), 327
TUPAWONG-TUMSI
(Hopi tanrıçası), 332
TURNBULLColin
M., 311,315
TUTANKHAMON,
firavun, 275
TUTMOSİS l„
firavun, 277
TUTMOSİS İL,
firavun, 278
TUTMOSİS III.,
firavun, 278
TUTMOSİS IV.,
firavun, 278
Türkiye, 190,
252
Türkmenistan,
129
Tüylü Yılan.
Bkz.'Kuetzalkoatl TYR (Kelt tanrı), 199
U
Upanişadlar,
72,73,76,79,85,87
Uppsala, 209
UPUAUT (Mısır
tanrısı), 280
UPU-LERA
(Okyanusya tanrısı), 53 Ur, 157,158,159,170,175 URAKABARAMEEL (melek), 401
ÜRANOS (Yunan
gökyüzü), 315 URİEL (melek), 403
UTANAPİŞTİM
(Sümer tanrısı), 156 UTU (Sümer tanrısı), 163
UTUKKU LİMNU
(Sümer cini), 173 Uxmal (Meksika), 351,363 UZZA (Arap tanrısı), 442
Ü
ÜSTAT ECKHART,
105
V
VAFTİZCİ YAHYA
aziz, 424, 425, 447,450,495,496, 506
VAİROKANA
(Buda'nm adı), 80
Val Canonica,
195
VALENTINUS
(gnostik), 445 VALVERDE VINCENTE DE, 372,373 VANDALLAR, Germen halkı, 209
VARAGAS Juan, 376 VARDHAMANNA (Vedacılığın reformcusu), 75, 76
VAREGLER, halk
(İsveç), 209 VARUNA (Veda tanrısı), 69,86,124, 132,139,144,251
Vatikan, 265,
287, 442,474, 478
Vatikan II,
Konsili, 474
Vedalar, Hint
kutsal kitapları, 63, 67, 68, 70,72, 74,124,130,144
VEJOVIS (Roma
tanrısı), 257 Vendidad, Avesta kitabı, 134,135 Venedik, 271,348, 362, 482 VENÜS
(Roma tanrıçası), 30,251, 253,351,354
Venüs, gezegen,
71,163,366,493 Veracruz (Meksika), 354, 358 VERCINGETORIX, 189 VERGILIUS,
247,248,266,271 VERNUS Pascal, 282, 283, 284 VERONEZ Paolo, 537 Versailles,
246, 328
VERVACTOR (Roma
tanrısı), 249 VESPASIANUS, Roma imparatoru,
581
şeytanin
genel tarihi
256,271
VETALİ (Tibet
tanrısı), 97
VİDAR (Kelt
tanrısı), 198
Videha
(Hindistan), 75
Videvdad,
Avesta’lardan, 147 Vinaque. Bkz. Huaron virtus (Roma kavramı), 269 VİKİNGLER,
halk, 189,190, 208, 209, 210, 339, 353, 354, 378
VİRACOCHA (İnka
tanrısı), 347,351, 372,379,381
VİRAJ (Hindu
tanrısı), 86
VİRTRA (Veda
karşı tanrısı), 69
VİŞNU-VİTHOBA
(Hindu tanrısı), 87 VİZİGOTLAR, halk, 209, 510
Vodu,362
VOISIN
(Catherine DESHAYES), 523
Vosges, 187
VREGILLE peder
(cizvit), 10 VYAGRİMUKHA (Tibet cini), 97
W
WAGNER Richard,
166,267
WAHUMGWE
MAKONİ'LER, halk (Kenya), 319
WAKAN TANKA
(Siularda tanrıların tanrısı), 339
WAPPOLAR, halk
(Kuzey Amerika), 327
Washington,
57,246
Wassy katliamı,
14, 549 WEBER Max, 535, 536 WELLHAUSEN Julius, 390 WHOPE (Siu tanrıçası), 339
WINCKELMANN Johann Joachim,
t 216
Wİ (Siu
tanrısı), 338
Wisconsin buzul
dönemi, 353 WOU-WANG (Çou hanedanının
kurucusu), 100
wu (Çin
Zen’inde aydınlanma), 114 wu wei (Taocu müdahelesizlik), 104 Württemberg, 30
X
XIPE TOTEC
(Meksika tanrısı), 368, 369
Xochimilco
(Meksika), 349,350
XOLOTL (Meksika
tanrısı), 366,379
Y
Yaban Düşünce,
C. Levi-Strauss, 32
Yahudi Savaşı
Üstüne, F. Josephus, 17
Yahudilerin
İlkçağı, F. Josephus, 17
YAKUP KÜÇÜK
(havari), 152
YAKUTLAR, halk
(Sibirya), 63, 66, 67
YAMİLER, halk
(İrala), 23,53,54,55, 56,57,59
Yang (eril
ilke), 104
YANOMAMİ, halk
(Brezilya), 180
YAO, efsanevi
Çin İmparatoru, 101
YARED, 388
Yasalar,
Platon, 223
Yasht,
Avestalardan, 134,135
Yasna, Avesta
kitabı, 134,135
YEKO YAKIM
(Yahuda kralı), 159
Yeni Ahit,
151,190, 399, 403,42-1,
422,427,500,502
Yeni Din Dersi
Kitabı, 550
Yeni Zelanda,
27,32,491
Yin (dişi
ilke), 104
YMİR (Kelt
devi), 197
YNGLİNGLER,
Viking hanedanı, 209
YO (Bambara
“düşünme-davranma"sı).
317
YOHANNES
HYRKANOS (Kudüs başrahibi), 406
582
dizin
YOKUTLAR, halk
(California), 329 YONATAS, Kudüs başrahibi, 406,
407
YORUBALAR, halk
(California), 197, 203,307, 308,318,319,480
YOŞİYA, İsrail
kralı, 494
YOYOTTE Jean,
282, 283,284, 289 yoyova (Trobriand büyücüleri), 43 • Yu Tao. Bkz. Irala
YU, efsanevi
Çin imparatoru, 101 Yucatan (Meksika), 348,355,360,
362,363
YUHANNA
(havari), 152,159,423, 425,426,429, 445,449
YUKİLER, halk
(Kuzey Amerika), 327 YUM ÇİMİL (Maya tanrısı), 362 YUMU, halk (Avusturalya), 49
YUSUPOV prens, 539
YVES DE
CHARTRES, 476
Z
Zagros Dağları
(İran), 125,147
ZAİRİ (Veda
tanrısı, daha sonra
Mazda cini),
141
Zambiya, 320
ZAPOTEKLER,
halk (Meksika), 351,
358
Zawi Semi
Chanidar (İran), 125 ZEKERİYA (Peygamber), 506 ZENON ELEALI, 234
ZERDÜŞT, 75,77,
81,93,121,129,
130,131,132,133,134,135,136,
137,138,139,142,143,144,145, 146,147,148,149,150,151,152, 174,189, 231,253,
307, 321,362, 413,414,417,451,496,500, 501, 514,531,541,548
Zerdüştçülük.
Bkz. Mazdacilık ZEUS (Yunan tanrısı), 18,151,157, 194, 213, 215, 217,219, 220,
221, 228, 236,237, 241,253,351,440, 442
Zeytinlikler
Dağı, 494
Zimbabwe,
298,313,321
ZİUSUDRA,
Şuruppak rahip-kralı, .391, 392
ZOLA Emile,
538, 556
ZURVAN
(Mezopotamya tanrısı), 130, 131,415
Zurvani, Med
mezhebi, 130,131
583
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar