Print Friendly and PDF

GERALD MESSADIE...ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

 

 

ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ

Histoire Gtntrale du Diable

  İstanbul 1998

 Messadie, Gerald

Şeytanın Genel Tarihi

1. Tarih. 2. Din 3, Felsefe

İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1998


Çeviren: Işık Ergüden

Özel adların yazımında sırasıyla şu kitaplar esas alınmıştır:

-   “Table des noms d’auteurs anciens et medidvaux,” Bulletnı de Philosophique Medi&vale, Belçika, 1996

-   Meydan Larousse, 1992

~ Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, 1997

Kitabın orijinalinde kaynakça yer almamaktadır.

Kabala Yayınevi                        

içindekiler

1

ÖNSÖZ

Bu “Tarih”in Nedenleri, 7

2.

OKYANUSYA’NIN ÎKI ANLAMLI CİNLERİ, 23

3

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT, 63

4

ÇİN VE JAPON:

  YAZI YOLUYLA ŞEYTAN ÇIKARMA, 95

5

ZERDÜŞT, İLK AYETULLAHLAR

VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU, 121

6 MEZOPOTAMYA

YA DA GÜNAHIN ORTAYA ÇIKIŞI, 153

7 KELTLER

YA DA ŞEYTANSIZ OTUZBEŞ YÜZYIL, 183

8 YUNAN

YA DA DEMOKRASİ YOLUYLA KOVULAN ŞEYTAN, 211

9

ROMA

YÂ DA ŞEYTAN’IN YASAKLANMASI, 245

10

MISIR YA DA AKLA GELMEYEN LANETLEME, 273

11

AFRİKA

DİNSEL EKOLOJİNİN BEŞİĞİ, 295

12

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ YA DA ANAVATAN, 325

13

KUETZALKOATL MUAMMASI,

TÜYLÜ YILAN VE AĞLAYAN TANRI, 347

14

İSRAİL YA DA GÖKSEL HİZMETKAR

İBLİSLERDEN MODERN ŞEYTANA, 383'

15

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

YA DA NEDEN-SONUÇ KARIŞIKLIĞI, 421

16

BATENIN BÜYÜK GECESİ:

ORTAÇAĞ’DAN FRANSIZ DEVR1M1NE, 453

17

İSLAM VE DEVLET GÖREVLİSİ ŞEYTAN, 489

18

MODERN ZAMANLAR VE TEMBELLİĞİN,'

NEFRETİN VE NİHİLİZMİN TANRISI, 515

19

SONUÇ

YERİNE BİRKAÇ DÜŞÜNCE, 547

DİZİN, 557

ÖNSÖZ

Bu “Tarih’in Nedenleri

Seksenli yılların ortasında, ilginç olduğu kadar da simgesel bir coğrafi yer değiştirme dünya kamuoyuna sunuldu. Gerçekten de, o yıllarda Amerika Birleşik Devletleri Başkam, astrolojiyle de yakından ilgilenen Ronald Reagan’ın SSCB’yi “Kötülük İmparatorluğu” olarak nitelediği görüldü. Buna karşılık İran’ın fiili başkanı Ayetullah Humeyni de Amerika Birleşik Devletlerini “Büyük Şeytan” ("Küçük Şey­tanin kim olduğu hiçbir zaman bilinemedi) olarak niteledi. Bu reto­rik bolluğundan çıkan ilk sonuç, Şeytan’ın yurdu olan Cehennem’in herkes için aynı yerde bulunmadığıydı. İkinci olarak ise Şeytan’ın po­litik olarak geçerli bir figür olduğu sonucu çıkıyordu. Oysa herkes bilir ki politika yalanın alanıdır.

Aslında 1992 yılında, Cezayir İslam! Selamet Cephesi lideri Abbassi Madani’nin başyardımcısı Ali Binhacı, “Tanrı’nın, Kuran’m ve S ünnet’in buyruklarından uzaklaşan her parti Şeytan’ın partisini tem­sil eder,” açıklamasıyla Şeytan’a yeni bir politik rol atfediyordu... Ce­henneme yollanan partiler gezegendeki politik partilerin neredeyse ta­mamıydı. Aynı ideoloji, daha sonra, Şeytan’ın dolaylı rolünü şu te­rimlerle özetleyecekti: “Demokrasi sorununa gelince, Müslüman bir ulusta en yüce iktidarın Tanrı’dan başka bir mercinin elinde olamaya­cağı inancındayım. Biz halkın halk üzerindeki iktidarına değil, Tanrı’nın halk üzerindeki iktidarına inanıyoruz.”1

Başka bir deyişle ve akıl yürütme yoluyla, Yaratıcının karşıtı Şey1 “Hicap Bulaşması,” Jeune Afrique, 26 Mart-1 Nisan 1992.

ÖNSÖZ

tan demokraside var olamaz, çünkü orada Tanrı yoktur. Buna karşı­lık, laik toplum bir Şeytan toplumudur.

Bu tür önermeler insanı öfke nöbetlerinden de ironiden de uzak durmaya davet eder. Doğduğu andan itibaren Hıristiyanlık, dünyevi kolları aracılığıyla, yeryüzünü Şeytan’m varlığı ve onun kralın ve pa­panın birleşik iradesine uygun olmayan her şey içinde mevcut olduğu ilkesine dayanarak yönetti. Onbinlerce hayat bu teokratik devlet kavranışını savunmaya kurban edilirken, yalnızca Fransız Devrimi buna son verebildi.

Şeytan var mıdır? Bu kadar iddialı bir soru sormak savında olun­duğunda mütevazılık kendi yerinin belirlenmesini ister. Katolik Hı­ristiyan olan ben; çocukluğumda Şeytan’m varlığı konusunda ikna edilmeye çalışıldım. Öyle ki, hangi çılgınlıkla bilmiyorum ama, ge­celeyin şeytanın ayağımı çekmesiyle bile tehdit edildim. Ciddi bir pe­dagojik hata; çünkü ben kuramsal olarak bu kadar önemli bir kişiliğin bir çocuk üzerinde bu kadar gülünç maceralara girişmesin­den pek de saygıdeğer olmadığı yargısında bulunmakta gecikmedim. Daha kötüsü, beni tehdit edenler onu belli bir mekânla sınırlandırı­yorlardı: Örneğin tuvaletlerden çıkmıyordu, bu da beni şaşkına çevi­riyordu; belki bağırsaklarından rahatsızdı. Mahzenlerden de çıkmı­yordu, burası da oturmak için pek saygın bir yer değildi. Birisine Tanrı’nın rakibi olma onuru verilirse, herhalde başka yerde oturur. Çocuklara saçma şeyler söylemenin daima kaybettirdiğini bugün anlı­yorum. Çünkü, bu tür ipe sapa gelmez şeyler yinelene yinelene bende bu kişiliğin varlığına ilişkin ilk kuşku tohumları atılmış oldu.

Yine de ısrar ettiler. Çöl’de İsa’yı O baştan çıkarmıştı. Doğrusu söylevi bana inandırıcı gelmedi. Gerçekten de Şeytan, Tanrı’nın oğlu kabul edilen birine, zaten sahip olduğu imparatorlukları önermek için son derece aptal olmalıydı. Bu durumda ona niçin “Şeytan” demeli? Ya İsa Tanrı’nın oğlu değildi ya da bilinçlere nüfuz eden Şeytan onun

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Her durumda ortada bir yanlışlık vardı.

Cizvit papazları arasındaki din eğitimi derslerinde -başka yerlerde de dendiğini sanıyorumŞeytan’a “Satan” denirdi. Bunun hiçbir anla­mı yoktur, çünkü sözcük Arapça Şitan’dan türemiştir ve sadece, kısa­ca, şeytan anlamına gelir. Onun, gururunun kışkırtmasına boyun eğip başka bazı kötü niyetlileri de düşüşe sürükleyerek efendisi Tanrı’ya karşı ayaklandığı ana kadar Tanrı’mn yanında ikamet eden bir melek olduğu kesin olarak belirtildi. Kışkırtma mı? Bu durumda kışkırtma Şeytan’dan önce vardı diye itiraz ettim hep; dolayısıyla Kötülük on­dan önceydi. Kötülüğün varsayılan mucidi O İse, bu nasıl olabilir? Akıl yürütme tarzım Peder Vregille’i çok kızdırmış olmalı kiüç aylık raporda beni kötü niyetli olmakla suçladı. Bugün, yarım yüzyıl son­ra, soru hâlâ yanıtsız kalmıştır ve hiçbir teoloji kitabı bu konuda be­ni henüz aydınlatabilmiş değil.

Kimileri onu bir Latin adı olan Lucifer, sonra Baalzebub, ardından da yirmi değişik adla adlandırdılar. Kavrama her yerde, rastladım. Luther’in onu gördüğü ve kafasına hokka fırlattığı söylenir. Benim ve başkalarının yararına, bu durum, Cinlilerin “ayan beyan” durumlarım anıştırdı. Ancak bu söylenenler konuyu tam olarak aydınlatmaktan uzaktır. Nil’e bakan bir terasta bir gün söyleştiğim ve Loudun Şeytanlan’m yazmış olan Aldoııs Huxley, Urbain Grandier ve etrafındaki deh rahibeler olayında sanrı yaratan etkenin büyük bir olasılıkla çavdar kılçığı olduğunu, Loudun rahibelerinin gösterdikleri semptomların bu buğday paraziti zehirlenmesinin semptomlarına şaşırtıcı ölçüde benzediğini açıkladı. Gerçekten de bu kılçık zihni rahatsız ediyor ve saplantılara neden oluyordu. Ayrıca, kısa süre sonra, ünlü Pont-SaintEsprit sanrıhları olayı meydana geldi; bunlar bozulmuş unla yapılmış ekmekleri yedikten sonra cehennemi saplantılar içine girmişlerdi. Luther’in de bozulmuş unla yapılmış ekmek yiyip yeme-

10

ÖNSÖZ

diği hiçbir zaman bilinemedi!

Çok daha sonraları, kuşkuculuğumun karşı çıktığı bir bilgi beni bir “cinli”yi ziyaret etmeye yöneltti. Garip biçimde, erkek cinli vaka­sı kadın Cinliden çok daha azdır; bunun nedeni herhalde kadınların aslında demon’un yaratıkları olmasıdır. O kadının tutarsız, kasıtlı müstehcen konuşmaları vardı. Cinli olduğunu nasıl anlayacaktık? Ya­kın dönemdeki kanıt, çevre kilisedeki bir rahibin kadını, cinini kova­rak “iyileştirmiş” olduğuydu,, ancak Şeytan geri dönmüştü. Demek ki Şeytan yapacak iş bulmakta zorlanıyordu, yoksa zavallı bir kadının bedenine girip yerleşmek ne işe yarardı? Birinin evrensel görevleri varsa herhalde yapacak daha iyi bir işi olmalıdır. Bu zavallı kadın histerik miydi, yalnızca kafası karışık biri miydi, alkol ya da başka herhangi bir nörotrop madde mi kullanmıştı, yoksa beyin damarları mı hasara uğramıştı? Bugün bunu bilmenin hiç olanağı yok. Bugünlerde Paris metrosunda, yüksek sesle uygunsuz laflar eden ve başka dönemlerde “cinli” olarak nitelenebilecek alkolik dilencilere sık sık rastlıyoruz. Gilles de La Tourette’in psikiyatrik sendromunu da unutma eğilimindeyiz; bu sendrom, normalde çok kibar olan insanla­rın ağzından aniden yığınla edepsizce uygunsuz söz çıkartır. Mo­zart’ın durumu da buydu.

Zamanla şaşırtıcı birçok başka motif de ortaya çıkacaktır. Önce, Şeytan’ın tasviri; Batı’da Şeytan niçin genellikle insan vücutlu, boy­nuzlu ve keçi ayaklı antik tanrı Pan’ın karikatür bir çeşitlemesidir? Ve niçin Kötülük, yine Avrupalılarda, genellikle sürüngenlere özgü bir şey olarak temsil edilmiştir de Mısırlılar ve Aztekler yılanı tanrılaştırmışlardır? Ve dahası, mitolojilerinde Şeytan’a denk düşecek hiçbir şey betimlenmediğine göre, Yunanlılar ve Romalılar -başkalarının ya­nı sıraŞeytan’sız nasıl yapabilmişlerdi?

Tanrı karşısındaki kuşkuculuğum gözler önündeyken beni yıllarca teolojiye çekmeye çalıştılar kuşkusuz. Tanrı’nın bir simetrisinin ol-

11

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ması gerekiyordu, aksi takdirde insanlığın kötülüklerini Tanrı’ya yık­mak gerekecekti, iyi bir tümevarımcı akıl yürütme tarzı! Peki, Tanrı yeryüz ündeki her şeye kadir değil miydi? Evet, ama insanların iradesi­ni araya sokuyordu: Kışkırtmaya karşı kendilerini savunması gere­kenler onlardı. Peki ya henüz çocukken hastalanıp ölenler? Bunlar Yaratıcı’nın akıl sır ermez işleriydi. Ama Yaratıcı’nın akıl sır ermez bu işleri Kötülüğün alanını da kapsadığına göre, insanlığın mutsuzlukla­rının geri kalanının da O’ndan kaynaklanmadığını kim söyleyebilirdi? “Hakaret!” Rahipler beni azarladılar. “îmanın sırlarına itaat et!” Bunu ben de çok istiyordum, ama o zaman Yaratıcı niçin durup dururken beni bir akılla donatmıştı? Kullanmayayım diye mi? Italyan filozof Giovanni Papini de kafamı iyice karıştırdı: Tanrının iyiliği sonsuz olduğuna göre, kıyamet günü ezeli düşmanını da bağışlaması gere­kirdi. Gelecekteki bu bağışlayıcılık bana mantıklı gözüktü. Fakat bu­nun sonuçları sapkındı: Sonunda aklanacağından haberli birine karşı savaşmanın pek yararı yoktu.

Teolojinin Şeytan’la ilgili konularda oldukça belirsiz olduğunu da söylemek uygun olur. Bilindiği gibi kilise Şeytan’a inanmaktadır, ama bu konudaki düşünceleri bana çelişik geliyor. Oldukça ama, laik dünya, Şeytan’a dair çok daha kesin ve güçlü bir düşünceye sahiptir. Dolayısıyla, vasat bir özlem duyduğumu itiraf ettiğim teolojiden vaz­geçtim. Oysa modern dünya paradoksal bir çatışmanın kurbanıydı. Artık Şeytan’a karşı eskinin sertliğiyle, davalar, odunlar ve engizis­yon üyelerinin gözdesi diğer işkence aletleriyle savaşılmıyordu, fakat Şeytan yine de her yerde görülüyordu; Reagan ve Humeyni bunun ta­nığıdır. Hem de “modernite”nin göbeğinde.

.Modernite yanılsaması güçlüdür. Türev bir kavram olan “mo­dern,” anlamdan yoksun bir terim olduğu sürece bu daha da güçlü bir yanılsamadır. Bay jourdain’in nesir yazması'gibi, ister istemez, yani farkında olmadan modern olduğumuzdan çok endişeliyim. Mimaride

12

ÖNSÖZ

ve felsefede karşılaşılan ve cinsellik ile mutfağın da sırada beklediği şaşırtıcı bir kavram olan postmodern olmaya gelince, bunun nasıl ol­duğunu kendime sorup duruyorum.

Artık büyücülük davaları açmadığımıza göre, demek ki modernite yanılsaması çağımızın geçmişin batılinançlarından kurtulmasını isti­yor. Göreceğiz! Kısa süre önce çıkan bir eser,2 ayda yürüyen insanın vatanı Amerika Birleşik Devletleri’nde çok sayıda polisin sadece bü­yücülükle uğraştığını ve dünyanın değişik yerlerinde Şeytan adına bü­yü yapmakla suçlanan insanların durum elverdiğinde katledildiklerini saptamaktadır.

Bunlar dinsel işlerdir, insanların inanç özgürlüğüne dokunmaya­lım, denilebilir. Hiç kuşkusuz; ama inanç özgürlüğü adaletin ve poli­tikanın işleyişini değiştiriyorsa durum böyle değildir.

Parlak laflara dayalı bu öfkelerin en çarpıcısı, politikacıların, Kö­tülüğü bir noktada toplayan ve buradan yola çıkarak tanımlayan mantık-öncesi zihnin -Kötülüğün değilkışkırtmasına çok sık teslim ol­malarıdır.

Çünkü, Kötülük tanımlandığı andan itibaren, yani adlandırılıp onu temsil edecek yetkili biri bulunduğunda sonunda belli bir yere yerleş­tirilir, bu iş de tamamlandığında artık tek hedef bu Kötülüğün imha­sıdır. Örneğin Reagan SSCB’nin imhası için çağrı yaparken, Humeyni de Büyük Şeytan’m imhasını istiyordu, ama her ikisinin söylevleri de ikiyüzlüydü; biri SSCB ile işbirliğine devam ediyor, diğeri de Büyük Şeytan’lâ silah ve rehineler sorunuyla ilgili gizlice pazarlık yapıyor­du. Yine de bu retorik taşkınlıklar şiddetlenebilir ve tarafları hakiki bir savaşa sürükleyebilirdi; bu örnek, Şeytanda, Lucifer ya da Baalzebub’ta var olduğuna inanılması gereken tehlikelerin kanıtıdır.

Fakat, renkleri canlı Reagan ve Humeyni’nin istisnai kusurlara bo­

lu Pursuit of Satan.

13

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

yun eğmeleri gerekirdi; gerçekten de çağdaş insanlık, büyük bölü­müyle, Kötülüğün ortaklarını ve şeflerini imlemekle, nitelemekle, ad­landırmakla, sınıflandırmakla, ayrıntılandırmakla ve yerini saptamak­la meşguldür. Gün geçmiyor ki birileri, kendi ya da bir grup adına, falanca ya da filanca Kötülüğün şu ya da bu olduğu, orada ya da bura­da olduğu, otomobil, televizyon, rock, işsizlik, AIDS, şehir yorgun­luğu, uyuşturucu, kirlilik, cinsellik, göç, Araplar, Yahudiler, KGB, C1A, Le Pen, Bush, Chirac, Pinochet, Margaret Thatcher, Giscard, Pol Pot, Marchais, Rocard, Birmanya rejimi, faşizm, kapitalizm, gürültü, sigara, kanser, nükleer santraller olduğunu ilan etmesin kim ya da ne eksik kaldı? Hepimiz her zaman bir başkasının Şeytan’ıyız.

Demek ki Kötülüğe karşı, fanatik, bitmek tükenmez gizli bir savaşa ister istemez ortak oluyoruz; fanatizm terimini bir dil alışkanlığı sonucu kullanmadım. Bunun .iyi, şunun kötü olduğunu id­dia eden Manici bizi, her an kötü niyetliliğe, güvensizliğe, ardından da hoşgörüsüzlüğe ve nihayet cinayete hazırlar. Yabancı her zaman düşmandır ve bu zihniyet içinde sonunda her şey yabancıdır. Demek ki Kötülükle, yani farklılıkla kuşatılmışız ve yaşamımızın her anında bunu bertaraf etmekteyiz. XIV. yüzyılda, Wassy’de, Katolik Fransa, örnek olacak bir sertlikle Yahudiler! kapı dışarı ettiğinde, onları Şey­tan’m işbirlikçileri, dolayısıyla düşman olarak kabul ediyordu. Ko­layca unutuluyor ama, günümüzde garip bir şekilde nostaljik bir Ka­tolik sağın simgesi olan Jean d’Arc’ı, kilise, piskopos Cauchon aracılı­ğıyla büyücülükle suçladığı için ateşe attılar. XVI. yüzyılda Fransa, Protestanları katletmeye giriştiğinde de neden aynıydı.

Demek istediğim şu ki, Şeytan’m sisteminin -çünkü bu öncelikle bir sistemdir, mantıksal bir çılgınlığın kurucusu olan bir sistemkayda değer bir politik etkisi vardır. Onun varlığı temelde politiktir.

Bu sistemin en olağanüstü etkisi sonunda peşinden sürüklediği ve düşünce tarihinde tümden bir yenilik olan ahlaki ve felsefi düşünme­li

ÖNSÖZ

nin doğasını bozmasıdır: Bu, "kötülüğün sıradanlaşmasına inanmak­tır. Bu formül, otuz yıl önce, son derece verimli bir zihindeki, sami­mi olduğuna inandığım ve samimi olduğuna inanmam için bütün ne­denlere sahip olduğum bir hüzün içinde bir kadın tarafından, yani Hannah Arendt tarafından ortaya atıldı. Bu yazarın, en tartışmalı çağ­daş düşünür olan Heidegger’le ilişkisi olmasının önemi yok: Arendt, bıkkınlık getirdiğimiz, dolayısıyla artık bize sıradan gelen kötülük örneği, yani Nazizm tarafından direncimizin kırıldığına yürekten ina­nıyordu. Bu kavram, Auschwitzden sonra tarihin bittiğine inanan çok sayıda saygın düşünür tarafından açıklanmış “postmodernizm”in şafa­ğını başlattı.

Bu, Şeytan’a ve daha da önemlisi artık kendimizi ondan sakınamadığımıza inanmanın tehlikelerine dair, mükemmel bir örnektir. Ger-, Çekten de, gençliğim boyunca, Stalin’in ve Sovyet komünizminin Na­zizm kadar kötü olduğunun ve şeytan diye kabul edilmeyi Nazizm ka­dar hak ettiğinin farkına çok az insan vardı. Utanç verici hesaplara gi­rişmek gerekirse, SSCB’deki onaltı milyon ölü, en azından, Nazi kamplarındaki altı milyon ölü kadar "ağır”dır. Stalin ve SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi), Hitler’e ve III. Reich’e hangi temelde tercih edilebilir? Nazilerin Yahudi-karşıtlığı mı? Sovyederin Yahudikarşıthğı daha az ifade edilse de vardı. Gulaglar toplama kamplarıyla eş değerdedir. Ama, “ilkel anti-sovyetizm”le damgalanma korkusuyla kimse böyle bir yerin varlığına inanmak İstemiyordu. Victor Kravçenko 1949’da Gulagları ilk kez gözler önüne serdiğinde bu bir skan­dal ve bir yuhlanma konusu oldu. Ona Amerikan ajanı dendi ve sahtekâr muamelesi gördü; dönemin saygın kişisi Sartre’ın yüreklili­ği bile, Kravçenko’nun iddialarının “montaj” olduğunu bizzat Kravçenko’nun itiraf etmesinin önüne geçemedi. “Şeytan, Hitler’dir, Nazi Almanyası’dır, niçin bunu inkâr etmek istiyorsunuz? Leningrad’ın çektiği korkunç acıyla Nazilerin canavarlığını bir kefeye koymaktan

15

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

çekinmiyor musunuz?” Kuşkusuz, sorun bu değildi, kimse bu tür kı­yaslamalar yapmayı düşünmüyordu; aslında işin özü Şeytan’m bir yerle sınırlandırılmış ve belirli bir alana kapatılmış olmasıdır. Dola­yısıyla başka yerde olamazdı ve Stalin Hitler’e karşı savaşmışsa, bu, “insani eksiklerine rağmen iyi olduğundandı,

Böylece, pratikte Gorbaçov’a kadar, Avrupa’nın en iyi, en entelek­tüel, en incelikli, en bilge kişileri, SBKP’nin solun ışığı olduğu yanıl­samasını yaşadılar. Picasso büyük bir ressamdı, çünkü komünistti; buna karşılık Franco rezilin tekiydi, çünkü Cumhuriyetçileri ezmişti. Malraux ve Sartre, aslında son derece dinsel olan bu yanılsamayı sür­dürdüler. Çünkü Malraux entelektüel yapısı itibarıyla sonuna kadar dindardı ve “XIX. yüzyıl ya dinin yüzyılı olacaktır ya da hiçbir şey” diye yazan oydu. Tanrı bizi korusun! Eğer solcu değilseniz sağcısı­nız, dolayısıyla “faşistler” in suçortağısınız (temeldeki politik kültür­süzlüğe ve dönemin tuhaf karmaşasına tanıklık eden sözdağarı bula­nıklığı). Bu sayfalardaki amacım, bu olağanüstü hatanın sonuçlarının dökümünü çıkarmak değildir. Dünyanın şeytanlaştırılmasmın, dola­yısıyla Şeytan’a İnanmanın zararlarını açığa çıkarmak istiyorum.

Yine de biraz tarih bu ilkel teolojiyi parça parça sökmeyi başarı­yor. Şeytan Staljn Şeytan Hitler’le anlaşma yaptı ve bunun nedeni, po­litikanın dar bakış açısıyla, Hitler’in usulüne uygun bir Şeytan -bu terminolojiyi kullanmak gerekirseolmaktan vazgeçmiş olması değildir; Molotov-Ribbentrop paktı bunu açıkça kanıtlar. Ellili, alt­mışlı ve hatta yetmişli yıllarda, Kuruşçev Raporu Sovyetlerin kusursuz görünümünde çatlaklar meydana getirmeye başladığında Alman-Sovyet Paktı’nın hatırlandığım görmek boşuna değildir. Sorun bu şekilde koyulduğunda, ya size bunların geçmiş zamanda kaldığı karşılığı verilecektir ya da en fazla kuşkulu bir kişi olarak görüleceksinizdir; tıpkı bir din adamları toplantısında, mayasız ekmeğin İsa’nın etine ve kanma dönüşeceği kesin ana ilişkin patavatsız sorulaı

16

ÖNSÖZ

soran bir rahip gibi.

Sırası gelmişken belirteyim, Tarih’in (büyük harfli, hiç kuşkusuz) ne olduğunu bilmiyorum ve kimsenin de bilmediğine dair güçlü bir inancım var. I. yüzyıldan itibaren Tarih üzerine söylenenlerden kuşku duymak için birçok nedenimiz oldu. Çünkü titiz tarihçi (ama o da Şeytan’a inanıyordu!) Flavius Josephus, Yahudi Savaşı Üstüne ve Yahudilerin ilkçağı adlı iki kitabında, sonraki iki bin yılı belirleyecek , olay­dan, yani Isa’nın vekaletinden ve ölüme mahkûm edilmesinden pek söz etmez. Kuşkusuz bundan haberdardı, çünkü bilgilenmesine hayli katkıda bulunmuş olan Herodes Agrippa II olaydan ona söz etmiş ol­malıydı, fakat hiç kuşkusuz o bunu önemsiz bulmuştu. Ardından tüm bir düşünürler topluluğunun Tarih’in bir yönü olduğu -bu yön sos­yalizmdikonusunda bize güvence verdiğini gördük, ancak son on yıhn olayları onları yalanlar gözükmektedir. Bu ünlü yönün peşinden gidildiği sanılırken, bazı kiliselerin, bürolarının içlerinden, Mao Zedung’u, ardından Mareşal Lon Nol’un Kamboçya yenilgisini övdükleri unutuluyor. Çikolatayı seven ama etkilerini sevmeyen in­sanlar gibi, bu insanlar da Kültür Devrimi sırasında ve ardından Kızıl Khmerlerin Phnom Penh’e girişleri sırasında kendilerini rahatsız his­settiler. Bu hataları hatırlatmak yakışıksız gibi geliyor; dolayısıyla yaratıcılarının adını anmayacağım, ancak Tarih’in, bağırsak kurtların­dan rahatsız bir köpek gibi kendi kuyruğunu ısırdığım düşünmekten de kendimi alamayacağım. Dolayısıyla, doğal sonucu Kötülüğün Sıra­danlaştırılması olan “postmodernite’ye inanmadığım gibi Tarih’in bir yönü olduğuna inanmıyorum.

“Modernite” üzerine kehanetlerin başarısının altında ezilen ben, “çağamızdan önce IV. yüzyılda, Anabasis’in çektiği dayanılmaz acılar içinde açlık, susuzluk, soğuk, öldürücü sıcaklar, bitkinlik, çıban, di­zanteri, sıtma, engerekler, sineklerPontus kıyılarına doğru geçerler­ken Ksenophon’un Onbm/er’inden bir erin düşüncelerinin ne olabilece-

17

ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ

ğini hep merak etmişimdir, insan, yaşamının ne önemi vardı? insan Site’nin kölesi miydi? Ne adına? Maceracı eski kurdun delice serüve­nini Ksenophon dinlemiş olduğuna göre bu Sokrates’in öğretisinin ürünü müydü? Tanrılar ne düşünüyorlardı? Bu askerlerden vaz mı geçmişlerdi? Varlıklarını sürdürüyorlar mıydı? Onların entelektüel çare olarak başvuracakları şeytanları hiç olmadı. Sokrates’in daimon’u bile yoktu. Çünkü Yunanlıların, bunun üzerinde iyice düşünelim, Şey­tanları yoktu! Canavarları kuşku-suz vardı, örneğin şu zavallı Gorgo, fakat onun da başım Perseus koparmıştı. Kerberos? Bir bekçi köpe­ğiydi o. Stymphale Gölü kuşları, Diomedes’in kısrağı, Erymanthos’un yabandomuzu? Onların hesabını Herakles gördü. Kentaurlar, kır tanrıları? Sevgili yokluğunda insana onlar eşlik ederdi. Tek bir kalıcı karşı-Tanrı yoktu; belki Tanrı’nın gökyüzünden aşağı attığı şu meleklerin ataları olan Titanlar bile karşı-Tanrı değildi: Çünkü onlar da Cehenneme gönderilmişlerdi ve Zeus’un gücünü artık tartışmıyor­lardı. Yunanlılar, Ksenophon’un askerleri de dahil olmak üzere, de­mek ki kendi hayatlarım, hakiki tehlikeleri ve hakiki şansları görerek yaşıyorlardı; bu hayat, tanrılar arasındaki ilişkilere ve birbirlerine sundukları şeylere bağlıydı.

Ah, Yunan, sandallarının tozundan asla kurtulamadığımız ülke! Sen her şeyi yaşadın, her şeyi anladın, her şeyi söyledin!

Genellikle terörist, yani korkak olan bizim modern askerlerimiz öldürdükleri kimselerin Cennet’e gideceğini ileri sürerler (vatanın ge­çerliliği kalmamıştır), esir düştüklerinde ve ender olarak, öldürül­düklerinde ise kendilerini şehit ilan ederler, çünkü Her Şeye Kadir Olan adına ve Şeytan’a karşı savaşmışlardır. Kısaca benim söylemek istediğim şey, Şeytan’a inanmanın şeytanca olduğudur; yoksa, Şeytan’ın en büyük kurnazlığının insanları, kendisinin var olmadığına inandırmak olduğu konusunda güvence veren Cizvit papazlarının bana öğrettiği gibi tersi değil.

18

ÖNSÖZ

Tanrısallıklar -ki kötülük de bunlardan biridir— her zaman bir yerden, verili bir dönemden doğduğuna göre dünyanın bütün kötü­lüklerini taşıyan bu meçhul şahıs nereden, gelmiştir? Ataları kimlerdi, tarihi neydi? Tüm zamanlarda var olmuş muydu? Soru çocukluğum­dan itibaren zihnimi meşgul ediyordu; bu sayfalarda yanıt verdiğimi umuyorum.

Çocukluğumdan bu kadar uzaktayken burada Şeytan’a inanmayı da şeytanlaştırmak niyetinde değilim. Her insanın, hatta hayvanın (ilk kez bir köpekle karşı karşıya gelen, kabarmış, gözleri yuvalarından fırlamış ve tüyleri diken diken olmuş bir kedinin dehşetini görmüş biri hayvanların da şeytanları olduğundan kuşku duyamaz) özünde bulunan iç sıkıntısının şeytan kovmaya ihtiyacı vardır ve her türlü şeytan kovmanın ilki düşmanı adlandırmak, ardından tanımlamak ve mümkünse yok etmektir. Dev Golyat’tan Gevaudan’m hayvanına, Arlesli Tarasque’dan Doktor Petiot’ya kadar korku nesnesinin neden ol­duğu iğrenme ve kine nasıl karşı koymalı, bütün kötülüklerin nedeni­ni değilse de en azından Kötülüğün bir yerle sınırlandırılmasını bu nesnede görme kışkırtmasına nasıl direnmeli? Çünkü, insan varlığı, yaygın kanının tersine, rasyonel değil, rasyonalleşebil irdir; ve bu çok farklı bir şeydir. Benim dileğim, burada okura sunduğum çalışmanın sonucu olarak, korkumuzun nesnesini nihai olarak değerlendirmekten ve onu sürekli olarak kategorize etmekten sakınmak, yani Şeytan’ı, deliliklerimizi taşıttığımız zihinsel bir nesne haline getirmekten kaçınmaktır.

Konunun kapsamı dikkate alındığında, başkalarının çalışmalarını temel almam kaçınılmazdı. Kaynakça ve inceleme notları buna tanık­tır. Şeytan sadece söylem dolayısıyla tanınabildiğine göre başka şansını yoktu. Şeytan’a hiç rastlamadığımdan dolayı birinci elden bir tanıklık sunamazdım. Bu nedenle Şeytan’dan söz edenlerin anlatılarım toplama zahmetine katlanmış olan tarihçi ve etnologlara, ilkçağ me-

19

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

tinlerini aktarmış olan kimliği belirsiz yazıcılara şükranlarımı sun­mak benim için bir zorunluluktur. Tarihçi olduğu kadar değerli bir belgeci de olan Annie Latour’a da şükranlarımı sunmalıyım; dikkate değer sezgisi benim için çok yararlı oldu, çünkü ben ne aradığımı bilmediğimde genellikle o buldu.

Burada, çalışmalarını hiç kuşkusuz herkesten daha güç koşullarda sürdüren, çünkü genellikle çok güç iklim ve koşullarda saha çalışma­sı yaparken, sadece beyinlerini değil, duyarlılıklarını ve bedenlerini de sınayan, Trobriand Adaları yerlilerinden hoşlanmayan bir Mali­no wski gibi ya da güncesinde ne Afrika’ya ne de Afrikalılara inandığı­nı itiraf eden bir Leiris gibi, kimi zaman kuşku ve cesaretsizlik içinde kıvranan etnologlara bir düşüncemi -bu sözcüğü kullanmaya cesaret ediyorumsevgiyle yöneltiyorum. Ne Malinowskfnin tiksintisine ne ele Leiris’inkine inanıyorum, sadece onların cesaretsizliklerinin bir kültürü diğerinin içine geçirmekten ibaret engin, sonsuz bir amaç gütmekten kaynaklandığım sanıyorum.

Etnolog değil-, iflah olmaz bir yolcu olan ben, kızgın isyancıların tehlikesi karşısında Port Moresby’deki odama kapandığımda ya da Palenque’da bir gece çamurun içinde bata çıka yürürken ve daha kötüsü, akşam yemeği için köşedeki yerliden yüksek bir fiyata satın alınmış neredeyse çürük iki muz ve ılık bir Coca Cola’dan başka bir şeyim yokken etnologların karşılaştığı güçlükleri hissetme fırsatım oldu. Kuşkusuz bu turistik bir gezi değildi! Birçok kez Paris’e dönerken yorgunluktan eşyalarımı paketleyemediğim oldu.

Bitmiş, açık seçik, akla yatkın, siyah beyaz basilmiş, notlar düşül­müş kitaplarda bile bu.cesaretsizlik her zaman tehdit edicidir. Ne çok inanç! Ne çok korku! Ne çok aptallık! Bununla birlikte, söz konusu, edilen insanlar şefkate ve kızgınlığa kuşkusuz layık, ama bugün anla­şılamayan insanlar oldu. Arada bunca mesafe varken 'onlardan gerçek­ten söz edebilir miyiz? Ve dahası onları yargılayabilir miyiz? Yalan

20

ÖNSÖZ

söyleme pahasına da olsa bu riske girmek gerekir, çünkü soğuk dü­şünce olmadığı gibi soğuk bilgi de yoktur. Bu satırlarda, önceden söyleyeyim, duygulanımlarımı ve inkârlarımı okuyacaksınız.

Cennet ve Cehennem hikâyeleri zaten vardı, ama ben sadece bir tek Şeytan’ın Tarihi biliyorum. XVIII. yüzyılda yazılmış bu hikâyenin yazarı Robinson Crusoe'nin “babası” Daniel Defoe’dan başkası değil­dir. Konu o dönem için riskli olduğundan yazar imzasını atmaktan çekinmiştir. Fakat, doğruyu söylemek gerekirse, bu bir tarihten çok bir anekdotlar ve düşünceler toplamıdır. Ve aradan iki yüzyıl geçti­ğinden, başlığı yeniden kullanabilirim gibi geliyor bana. Fakat, bu kez işin içine girerek.

Gerçekten de, ancak gerçek olayların tarihi olabilir ve Şeytan hiç­bir olaya karışmamıştır. Son yüzyılların en önemli anlarında bile utanç verici biçimde yoktu. Kuyruğu ve boynuzları, ne Fransız Devri­mi ne de 1917 Ekim Devrimi sırasında görüldü. Ne Hiroşima’da ne de Ay’da ona rastlandı; Pasteur’ün laboratuvarmda da Hitler’in yeraltı sığınağında da yoktu. Pol Pot ortalığı kırıp geçirirken Kamboçya’da, kadınlar ve çocuklar gönüllü savaşçılar tarafından kurşunlanırken Saraybosna’da ortaya çıkması beklendi. Ama orada görülen şey insani tutkuların, özgürlük ve haysiyet tutkularının, entelektüel keşif tutku­sunun ve de hayvanın bile bilmediği -çünkü hayvan asla hayvan/aptal değildir: sadece insan bir hayvandır/aptaldırkin tutkusunun' ifade­sinden başka bir şey değildi.

O halde, var olmayan bir şeyin tarihi nasıl yazılabilir? İtiraf ede­yim ki bu, Hegelci anlamda fenomenolojik bir tarihtir. Dolayısıyla çalışmam Tanrı’nın bir kadın, Büyük Tanrıça olduğu binlerce yıl ön­cesinden, insanlık cinayetlerinin karanlık güçlerin zaferiyle açıklan­maya çalışıldığı yakın yüzyıllara kadar uzanan tanıklıkların çözüm­lenmesinden ibarettir. Oysa bu karanlık güçlerin var olduğu tek yer toplum ve toplum ahlakı tarafından beyne kazınmış izlerdir. İçimiz-

21

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

dedirler, dışarda değil. Birkaç yıldan bu yana France ve Navarre ga­zetelerinin başyazarları okurlarını, “Şeytan’m Dönüşü!” başlığı altında, bu Şeytan’m kolektif bir fantazma olup olmadığını görünüşte kendilerine sormadan düzenli olarak azarlayıp duruyorlar. Dolayısıy­la burada göstermeye çalıştığım şey, insanların kendilerine bu Şey­tan ı imal ettikleri ve günümüzde galaksiler arası canavarlar ya da “nesneler”e ilişkin korku filmleri görmeye gittiğimizde hâlâ yaptığı­mız gibi, bu Golem’i model almaya devam ettikleri şemaların şifresi­nin çözülmesidir. ■

Çünkü insan varlığı korkuyu sever.

Sonunda, Baudelaire’in dediği kadar ikiyüzlü olmayan okurdan ri­cam, adlandırmadan önce inceleme, yargılamadan önce anlama ve iç sıkıntısına hakim olma lütfunu Yunan’dan alıp öğrenmesidir. Ve bi­zim tanrı ya da şeytan diye adlandırdığımız şeyden korkmamasıdır. Çünkü, Homeros’un dediği gibi, “Odysseus bile tanrıları kandırıyor­du.”

22

2.

OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

Okyanusya üzerine Okyanusya’nın uzun süreden beri kuşkusuz pek az değişmiş olması gerçe­ği üzerine İnsanlığın ilk dinlerinin neler oldu­ğunu bilmenin güçlüğü üzerine Antropolojinin ve etnolojinin bazı temel verileri üzerine Pas­kalya Adası ve Şeytan’ın oraya uğramaması üze­rine Malinowskfye göre Trobriand Adaları yerlileri Avusturalya ve bulmak istediğimiz şe­yi aramanın tehlikeleri üzerine Okyanusya’da Cinsel Kötülüğün yokluğu üzerine Irala Yamileri ve cinleri tanrı olarak kabul etmeleri olgusu üzerine Assam’ın Nagaları ve ahlaksız cinleri üzerine Okyanusya’da Kötülük Prensi bir Şeytan’in yokluğu üzerine.

Şeytan’ı rastgele ya da herhangi bir yerde aramıyoruz. Şeytan’a rastlanmayan yerleri biliyoruz. Örneğin Şeytan’ı Pasifik’te bulama­dım, tıpkı Afrika’da bulamadığım gibi. Dolayısıyla bu araştırmanın anlatısına Pasifik’ten başlıyorum, çünkü beni en çok şaşırtan orası ol­du.                  r

Pasifik, Batılı için, allak bullak edici bir deneyimdir; bu, yapıbozumu ve istikrarsızlaşma içeren İngilizcedeki confounding sözcüğünün taşıdığı güçlü anlamla beyledir. Yüzde doksanbeşi sudan ve yitip gi­den mitoslardan oluşan dünyanın bu bölgesine tembel işi bir yolcu­luk için yetmişli yıllarda Los Angeles’tan yola çıkan ben, yolculuk, boyunca destek olarak yanıma Margaret Mead’m o zamandan bu yana gözden düşmüş olan eseri Corning of Age in Samon yı ve Malinowski’nin Trobriand Takımadaları üzerine incelemelerini almıştım. Hawailerde verdiğimiz mola önemsiz ama sevimliydi. Aldanmış güver­cinlerin Waikiki Beach’deki Royal Hawaian Hotel’in plastik çimenlerini gagaladıkları Honolulu, bana, Miami’nin ihraç edilmiş bir çeşitlemesi gibi geldi. Maui ve Oahu en sıradan turizme terk edilmişti. Burası he­nüz Pasifik değildi. Birkaç gün sonra, Louis Antoine de Bougainville’in eski “Gemiciler Takımadası” olan ve “Amerikalı” denen Samoa Takımadaları’nm “başkenti” Pago-Pağo’ya tan vaktinde ayak ‘bastım. Bölgenin katlanılabilir tek otelinin adı Rainmaker’dı. Burası kurt yeni­ği pavyonların yanına gri ağaçtan yapılmış geniş bir tahıl ambarıydı. Somerset Maugham’ın Yağmurlar’! burada yazdığı söylenir; çalışanlar özellikle sürekli gülümseyen Baudelairevari dev kadınlardır.

Baştan savma bir yerleşmenin ardından yemek saatine kadar bana

24

OKYANUSYA’NIN IKI ANLAMLI CİNLERİ

bir saatten daha fazla bir zaman kalıyordu. Taksiyle çevreyi gezmeye karar verdim. Adım adım gidiyorduk, otele yakın bir köye geldiği­mizde iyice yavaşladık. Kalabalık yolu doldurmuştu, çünkü bayram vardı. Köyün başkam kalabalığın ortasında tüm ciddiyetiyle duruyor­du. Elli yaşlarında, güçlü ve çıplak gövdeli bu güzel erkek, bir hası­rın üstünde diz çökmüş, sayısız tasvirini okumuş olduğum bu törene başkanlık ediyordu. Ona hasırlar sunuluyor, o da tombul ve hassas başparmağı ve iri, çatlamış badem gözleriyle hasırların kalitesini bîr bir ölçüyordu; en güzelleri ilmikleri en sıkı olanlardı; antropologla­rın betimledikleri ünlü fine mats’lar. Bu hasırların örülmesiyle geçen zamanın onlara verilen değeri temsil ettiği çok kıymetli, aynı zaman­da da simges'el hediyeler.

Los Angeles’tan, Hollywoodkan, selüloid ve kudurmuş diskotekler serabından yaklaşık on saatlik uçuştan sonra yaşam burada önceki yüzyılda olduğu gibi -belki de birkaç yüzyıl önceki gibidevam edi­yordu.

Böylesi anlar düşünmeye fırsat kalmadan yaşanır. Yine de biliyo­rum ki Pasifik o dönemde beni fethetti. Bir süre sonra, geçmişin sey­yahlarını, Diderot’nun kusursuz Cook’un Seyahatine E/î’ini ve XVIII. yüzyıl mitolojilerinin bütün “iyi yürekli vahşilerini düşünüyordum. Bunlar, bu sıfata Rousseau’dan beri yüklenen kısmen aptalca anlamda ne “vahşi” ne de “iyi" olan, teknokratik kibir ve ticari imgelerle biz­den daha az dolu erkek ve kadınlar sadece. Orada bulunduğum dö­nemde, sanıyorum Pago-Pago’daki tek televizyon otelde bulunuyordu ve görüntüler öylesine delik deşikti ki dünyanın bir yansısını ara­maktan hızla vazgeçtim. Pasifik’in ek ilginçliklerinden biri, eğer dün­yanın sonu gelirse, bunun ancak ertesi gün öğrenilebileceğidir.

. Yine de, doğası gereği çok çekici olan, yapmacıklarımızı ve peru­kalarımızı bilmeyen, plajlarda ve gece mekânlarında sergilediğimiz sahte çıplaklığın sözünü bile işitmemiş Pasifik’in birçok takımadası -

25

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

o dönemde en azından yine de yakındılarhayran olunacak şekilde, Batı’ya Afrika’nın bazı bölgelerinden daha fazla direnmişti. Yaşamın burada uzun süreden beri pek değişmediği hemen hissediliyordu. Ne Batı Sanmalarında Appia’daki tek eczacının tefal tavaları ne de Fiji’de­ki Nandi ev kadınlarının taşıdıkları plastik örme sepetler, ne de Tongalı zengin yumurcakların transistorlu radyoları, ne Fort Moresby’deki bazı antika arabalar, ne de piskoposun kendi kafasından uydurup zorunlu kıldığı “Mirabella” sutyenleri, kuşkhsuz bunların hiçbiri bir şey değiştirmemişti. Papua-Yeni Gine’de ikram edilen bir sigarayı reddetmek, karşı tarafın yeterince cömert olmadığı anlamına geldi­ğinden meşru cinayet gerekçesidir. Fiji’de cinsel ilişki teklifini red­detmek ancak yabancı olmanın, yani bilmemenin affettirdiği bir kü­fürdür. Port Moresby’de ceplerimde daima iki paket sigara vardı.

Bu bölümün, en azından yanlı olduğunu ve Pasifik’i sevdiğimi bu­rada itiraf etmem uygun olur. Sevgisiz ya da nefretsiz bir şey yazıl­maz ve-ben Pasifik’i sevdim, çünkü orada geçmişte olabileceğim ken­dimi buldum. Hanımefendinin korkunç saygınlığını da, Tusitala’mn (Storyteller, “hikâye anlatıcısı,” yazar Robert Louis Stevenson’un laka­bının Pidgin diline tercümesi) Appia’sı, eşsiz bakışları ve göğüsleriy­le yemek salonunu gözetleyen son kralın sütannesini de sevdim; tay­funun çıktığı bir akşam, bitip tükenmeyen İstakozlarını bana sunar­ken dans eden Rainmaker çalışanlarının el ele tutuşarak oynadıkları Güney Fransa dansını sevdim; Cargo Cult’un bir örneğini istediğim Port Moresby yakınındaki Papu sanat satıcısının anasının gözü düzen­bazlıklarını sevdim; denize girmeye hazırlandığım, plajda “din”in pa­zarlan'denize girmeyi yasakladığını ukalaca bildiren ve teselli olarak bana bir “frangipanier” çiçeği sunan Tongalı yumurcağın fiyakalı in­celiğini sevdim; çekmek istediğim panoramik fotoğraf için bir zoom’dan yararlanmakla iyi ettiğimi bana belirtmek amacıyla fotoğraf makinemi kapan tüylerle örtülü yarı çıplak Papu’nun acımasızlığmda-

26

OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

ki ürkünç gülüşü sevdim; Tusitala’mn yemişle beslenen köstebek ka­fesini, siyah kauçuk şemsiyelerde baş aşağı uyuyan ve bu pozisyonda bile muzların tadına bakmayı beceren yaldızlı pelüş ayı yavrularını sevdim; Markizler’de, eğimli bir patikada canımın çıktığını görüp bi­nek hayvanını bana sunmak için atından inen genç adamın beylere ya­raşır inceliğini sevdim; Yeni Zelanda’da, hüznünün nedenini sordu­ğumda; sanki her şeyi açıklıyormuş gibi bana Maori olduğunu söyle­yen Aucklandlı taksi şoförünün o hüzünlü gülümsemesini sevdim; onurlu insanların saklayacak hiçbir şeyleri olmadığından gün boyu hasır duvarları kaldırdıkları ve gerçekten de yapmacıksızca soyun­dukları Samoa evlerini sevdim; Port Moresby’de, kısmen sıkıyönetim altındayken, penceremin altında öfkeyle ateş edilen bir akşam, huzur­suzluğumun farkına varıp odama çiçekler getiren Papu oda hizmetçi­sinin kaygısını sevdim...

Kuralların bilinmemesinin ancak kasıtlı ise suç oluşturduğu ve ya­bancının her zaman bağra basıldığı bir başka “eski rejim”i süsleyen arkaik incelik. Ve bu incelikte, ne “kendini melek sanma” ne de mer­hamet var...

Demek ki Pasifik’te dünya çok eskidir. Kötülüğün kökenlerini, ya­ni Şeytan’ı aramak için iyi bir yer.

Soyut Kötülük kavramının öncesiz sonrasız var olduğu olası gö­zükmektedir. Bütün kötülükleri, acıları, musibetleri ve ölüm dahil tüm kazaları temel bir değerin amblemi altına yerleştirme eğilimine güçlükle karşı konulabilir. Bu değerin bir “zihin,” yani karşısında in­sanın güçsüz olduğu bir kendilik, yani yazının keşfinden itibaren bir “tanrı” diye adlandırılan şey olması da olası gözükmektedir-. Demek ki çelişkileri ve nüansları kavramakta hiç kuşkusuz yetersiz olan, ya­ni indirgemeci ilkel yürek temizliği içindeki Kabil’in soyundan gelen insanın çektiği ıstırapların sorumluluğunu sırtına yüklediği Şeytan’m atası konumunda olan bir Büyük Kötülük Ruhu hayal etmiş olduğunu

27

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

düşünmeden edemeyiz. Çığlardan, şimşeklerden, depremlerden, vahşi hayvan saldırılarından, orman yangınlarından, yakınlarının ölümün­den korkan milyonlarca yıl önceki insanın, bu felaketlerin sorumlusu olarak kötücül bir doğaüstü yaratığın varlığını tasarlamış olduğuna inanma eğilimindeyiz.

Bununla birlikte, bu varsayım doğrulanmamıştır. Yaklaşık seksen bin yıl önce ortaya çıkıp otuzbeş bin yıl önce ortadan kaybolan Nean~ dertal insanının ve bir süre Neandertal insanla birlikte var olduktan sonra yerini alan gerçek atamız olan Cro-Magnon insanının dinsel İnanışlarına ilişkin neredeyse hiçbir şey bilmediğimizi kabul etmek zorundayız. Kuşkusuz, dinsel duygunun gerçekliği, ayrıntılı cenaze töreni kuralları tarafından kanıtlanmış gibidir. Yine kuşkusuz, grafik simgelerin bolluğu, özellikle güneşi, erkek ve kadın üreme organları­nı, bir kudret tanrısını ve bir verimlilik tanrıçasını temsil eden sim­gelerin bolluğu yaşam güçlerinin kutsallaştırılmasının işaretidir. Ama yeniden tasarlamada daha ileriye pek gidemeyiz. Kabilelerdeki yaşlıların, iyileştirmeyi ve -sanıldığı üzeretanrılarla ilişki kurmayı bilenlerin, büyücülerin, şamanların, medicine men'in klan ve ardından da kabile toplantılarında anlattıklarını ve mitosların tözünü oluşturan anlatıları metinlere dönüşmedikleri için bilemiyoruz.

Tarihöncesi fazlasıyla mitleştirilmiştir; tarihöncesinin en seçkin uzmanlarından biri olan Andre Leroi-Gourhan’ın uyardığı gibi, “en kalın sis tabakası” bu dönemin dini üzerindedir. Örneğin bir “kemik kültü,” bir “ayı kültü” ihtiyatsızca hatırlatıldı, ama birincisi hakkında “sadece muğlak tahminler” vardır, İkinciye gelince, bu, “üç çeyrek yüzyıllık çalışmadan ve onlarca kazıdan sonra bile hâlâ tartışmaya açık olduğundan, gerçeğin sahteye kolaylıkla karıştığı tahminlerin tercih edildiği bir alandır.”1 Ve Kötülüğü simgeleyecek bir hayvan

1 Andre beroi-Gourhan, Les Religions de la prthistoire, Quadrige-P.U.F., 1983.

Le Mont Bego La vallee des Merveilles et le vnl de Fontanalba, Kültür ve Ileti-

28

OKYANUSYA'NIN IKI ANLAMLI CİNLERİ

boş yere aranır: At, bizon, dağ keçisi, ren geyiği, mamut, yılan, balık ve herhangi bir kedi soyu arasında araştırma yapmak çok kuşkuludur. Söylenebilecek tek şey, “tarihöncesi İnsanhn -ne kadar boş bir terimetnik, coğrafi, kronolojik olarak dinsel bir duygusu­nun olduğu, fakat bunun yapısını ve ayrıntısını bilmediğimizdir.

Neolitik dönemden bize ulaşan ve eski din adamlarının Şeytan’m tezahürü olarak gördükleri taş anıtlar, dikili taşlar ve dolmenler etra­fında gelişen tuhaf edebiyata karşın, o dönemdeki tapınma törenleri ve onları esinlemiş mitoslar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Zaten gündönümlerine ve ekinokslara gönderme yapan, kesin olmayan bazı kaynaklarda Güneş’in görünür seyrinin kutlandığı ileri sürülür. Ciddi tarihçi genel sonuçlara varmaktan uzak durur.2

Şeytan’m soykütüğünün araştırılmasında, Orta Paleolitik ve Neoli­tik kültürlerin, yani 1Ö 6000 ve 8000 arasında uzanan dönemin bazı kalıntıları ve özellikle neolitik dönemin ve bronz çağının ,çok daha fazla sayıdaki kalıntıları dikkat çekici bilgiler sağlar: Tapınma simge­lerinin tümü yukarda anılan yaşam simgelerinin payına düşer. Her şey, sanki dinsel duygu tamamıyla yaşamın kutlanmasına ve özellik­le, birçok yerde gökyüzünde atıyla seyrine devam eden Büyük Avcı’yla özdeşleştirilen Güneş’e dönükmüş gibi cereyan eder. “Orta, Do­ğu ve Kuzey Avrupa’nın büyük bölümünde ... ilahi fenomen olarak Güneş’e gösterilen saygı insanın doğaüstü karşısındaki tavrım belirşim Bakanlığı, 1992. “Bronz Çağında Din Üzerine Deneme”de Henıy de Lumley benzer bir görüş belirtir: “1Ö 1800’den 1500’e kadar Güney Alplerde yerleşmiş bronz çağı insanlannın dinini bilmek sahip olduğumuz belgele­rin ender bulunurluğu ve büyük ölçüde benzeşmezliği nedeniyle özellikle güç bir girişimdir...” Demek ki, arkeolog, denemesinin büyük bölümünde, Bego Dağı’nın özgül dinsel törenlerinin çerçevesini oluşturmak için t ar İh-ön­cesinin dünya çapındaki büyük mitlerinin karşılaştırmalı bir incelemesine başvurmak zorundadır.

Pierre-Roland Giot, C.N.RS.’de araştırma .yöneticisi, “Dolmeriler ve Menhir’ler,” Science&Vie, üç aylık dergi, no 178.

29

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ler gibidir," diye yazar Green.3 Şeytan demek olan kutsallığın deri­nindeki bu imgede Şeytan yok gibidir. Genelde varsayımın tersine, Kötülük Kaygısı ya da Nefreti yaşama tapınmaktan daha az maddileş­miş gibidir.

“Modernist” ya da Avrupalı yorumlardan da birçok bakımdan sa­kınmak uygun olur; Mircea Eliade kusursuz yapıtı Dinsel inançlar ve Fikirler Tarihi4 adlı kitabında “Filistin’de bulunan ve yaklaşık olarak 4500 tarihli kadın heykele ikleri”nden söz eder; yani bunlar neolitik döneme aittirler ve “Ana Tanrıça’yı korkutucu ve şeytansı bir ifadeyle temsil ederler.” Çağdaş bir bakış açısıyla, Munhata’da bulunan bu kü­çük heykellerin endişe verici bir görünümünün olduğu tartışma gö­türmez. Ama bunlara bakanlar ve bunları yapmış olanlar için de böy­le miydiler? Bizim için aşırı şişman biri olan Lespugue Venüs’ü denen şu canavarı, Magdaleniyen insanları nasıl görüyordu? Bir. verimlilik ya da güzellik simgesi olarak mı? O dönemde güzellik nasıldı? Kuş­kusuz bizim güzellik anlayışımızla aynı değildi, önceki asrmkiyle de aynı değildi. Örneğin Afrika sanatlarındaki kadın güzelliğinin sayısız tasvirleri bir Batılıya, Aztek sanatının İspanyol serüvencilerine görün­düğü kadar canavarca gelebilir. Her şey alışkanlık işidir; çağımızda da Picasso’nun resimlerini güzel bulan insanlar görülmüştür.

Ayrıca, Hacılar, Çatalhöyük ya da Teli Halaf gibi sekiz bin ya da on bin yıl öncesinin tarihöncesi kentlerinde keşfedilen boğa ve kadın heykelcikleri, resimleri ya da diğer buluntular, inançları ve tapınma kurallarım asla açıklayamazlar. Bununla birlikte Eliade, örneğin Bavyera’da ve Württemberg’de bulunan kafatası depoları konusunda, bun­ların doğal ölümle ölüp ardından meçhul bir nedenle kafaları koparıl-

3 Mirand Green, The Sun-Gods of Ancient Europe, Hippocrene Books İne., Londra, 1991.

Mircea Eliade, Histoire des croyances et des idees religieuses, 3 cilt, Payot, 1976.

30

OKYANUSYA’NIN IKI ANLAMLI CİNLERİ

mış (bu tür kafataslarının yaşıyormuş görünümü vermek için kille sarmalandığı Melanezya’da olduğu gibi mevcudiyetlerinin sürdürül­mesi amacıyla koparıldığı kolaylıkla düşünülebilir) insanlar mı yoksa kelle avcıları ya da yamyamlar tarafından katledilmiş insanlar mı ol­duklarını bilmenin olanaksızlığını kabul eder.

Günümüzün “ilkel” dinlerinin görünür kalıntılarından yola çıka­rak geçmişin inançlarını yeniden kurmak için Eliade tarafından ileri sürülen "paralel etnolojiler” yöntemi tartışmalıdır, çünkü günümüz­deki “ilkel” dinlerin evrim geçirmediğine dair hiçbir kanıt yoktur. Hıristiyanlık bile iki bin yıldan bu yana birçok kez evrim geçirmiş­tir. Çok daha kesin olarak bildiğimiz şeyden yola çıkarsak, bu yüzyıl sonundaki bir Katolikten İznik Konsili dönemi Hıristiyanı kadar birbirinden daha uzak bir şey yoktur.

Daha baştan, bu ilk bölümde, geçmişin ve günümüzün dünyasının çözümlenmesine özel bir kültürün, uzun süre kendini Helenik sanmış (oysa ki daha çok düşmandı) ve ardından Hıristiyanlaşmış ve nihayet bilimsel-pozitivist olarak kendi kültürünün şemalarını dayatmış (ve hâlâ dayatan) bir Avrupa-merkezciliğin aşırılıklarını ortaya sermek bana bir o kadar gerekli görünmektedir. Zaten Çinlilerin keşfetmiş olduğu barutu kullanmak için, ardından (IÖ birinci yüzyıldaki İsken­deriyeli Heron’dan sonra) buhar makinesini yeniden keşfetmek için, sonra da atomun güçlerini serbest bırakmak için Batı, gerçekte, geç­mişin ve bugünün dünyasına maddi olarak dayattığı bir üstünlüğü kendine mal etti. Böylece, teknolojinin .ilerlemelerini aslında evrim geçirmeyen felsefenin ilerlemeleriyle karıştırmışa benziyoruz.

Bu sayfalarda, bakışımızı oldukça genişletmiş olan ve biz Satıh­ların dünyanın ve tarihin merkezi olduğumuzu düşünme eğilimimizi yatıştırmış olan iki bilim dalından, son on yılların antropoloji ve et­noloji çalışmalarından büyük ölçüde yararlanıldı. Bu iki bilim dalı belli bir alçakgönüllülüğü teşvik etmiştir. Antropolojiyi kuran ilkel

31

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Zihniyet5 adlı eserde Lucien Levy-Bruhl, 1922’de, yetmiş yıl sonra bile insanı hâlâ şaşırtmaya devam eden cümleler yazıyordu. “İlkel uygar­lıklarda düşün değeri" üzerine bir ders sırasında -ki bu düşünceler bu uygarlıklara ilişkin yorumları derinlemesine etkileyecektirYeni Zelanda’daki Maoriler, Kuzey Amerika yerlileri, Avusturalya yerlile­ri, Sumatra’nın Batakları ve başkaları için düşlerin çok önemli oldu­ğunu, onlar için düşlerin gerçekliği oluşturduğunu belirtir. Misyoner anlatılarını aktararak, bu “ilkellerdin genellikle düşlerin .ardından din değiştirdiklerini belirtir. “Genellikle, bir misyonerin bir yerlinin din değiştirmesi çabaları boş çıktığında, aniden bir düş bu kararı belir­ler, özellikle bu düş birçok kez yineleniyorsa,” diye yazar LevyBruhl, sanki burada “ilkeller” e özgü bir özellik söz konusuymuş gibi. “Bu zihniyeti ‘mantıköneesi’ diye kabul ettiren nedenlerden biri bu­dur,” diye yazarak antropolojinin anahtar kavramlarından birini oluş­turur Levy-Bruhl; çok sonraları Levi-Strauss Yaban Düşünce’de bu kavramı yeniden ele alacaktır.

Bazı başkan ve bakanlarımızın, önemli kararları falcılarına ya da ünlü astrologlarına danışmadan almadıklarını ve her günün başlangı­cında yüz milyonlarca Batılıya medyanın sayısız yıldız falı dökümü sunduğunu keşfedecek “ilkel” bir antropologun çıkaracağı sonuçları şimdiden merakla bekleyebiliriz. “Kovalar, dikkat edin, bugün size tuzaklar kurulabilir!” O halde, “mantıköneesi” zihniyet hangi tarafta­dır?          

Bu “mantıköneesi” zihniyet, Levy-Bruhlun yapıtında ve ardından modern antropolojide “ilkel” düşüncenin özelliği olarak ele alınıp teknolojik uygarlıkların tekelinde bulunan mantıksal düşünceden farklı diye kabul edilecektir. Öyleyse, bir bilim dalı tarafından, yani bu uygarlıkların kültürlerinde zaman aşımına uğramadan zikredilme

5 Lucien Levy-Bruhl, Ln Mentalite primitive, PUF, Paris, 1922.

32

OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

hakkını elde etmiş olan psikanaliz tarafından düşlerin yorumuna yapı­lan vurgu hakkında ne düşünülmesi gerektiğini kendimize sorabiliriz. Bazt dairelerde çalışmaya aday olanlara yapılan sınavlarda psikana­listlere başvurmaya kadar varılmadı mı? Bundan çıkarılması gereken sonuç, teknolojik uygarlıkların “mantıköncesi” düşünceye doğru geri­lediği midir? Yoksa, siyah kanapelerin müşterilerinin ve iş adayları­nın düşlerinin başka bir kapsamı ve değeri mi vardır?6 Bununla bir­likte, Levy-Bruhl “ilkellef’in bütün düşler tarafından kötüye kullanıl­maya izin vermediklerini ve “edimlerini düşlere göre düzenleyen bü­tün halklar gibi Cafreslerin de iyi düşlerle kötü düşleri, gerçeğe uy­gun olanlarla yalan olanları birbirlerinden ayırt ettiklerini,” açıkça belirtir.

Hiç kuşkusuz, Levy-Bruhl döneminde, politikacıların, Fransa’da, Navarre'da ve başka yerlerde (Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan’dan daha önce söz ettim), bazı politik kararların yerinde olup olmadığı konusunda gizlice kâhinlere akıl danışma alışkanlıkları yoktu.

Levy-Bruhl, “mantıköncesi" düşüncenin tipik tezahürü olarak Gran Chaco’daki Lengua yerlilerinin (antropolog, “Yerli’nin zihinsel işlem­leri” şeklinde kusursuz bir dolaylı anlatım kullanır), bir kişinin aynı anda başka yerde olmasına, yani hem burada hem orada, birbirinden birine uzak mesafelerde olma olanağına olan inançlarını da daha önce­den ortaya koyar. Oysa Levy-Bruhl’ün bizim Batı’mn Hıristiyan ruha­ni çevrelerindeki saygıdeğer azizlerin -yerden oldukça yükseğe çıkan isveçli Azize Brigitte’in ve Avilalı Azize Tereza’nm, bir ejderhayı öl­düren (ve bu inanılmaz olay nedeniyle takvimden sürülen) bahtsız Aziz Georgios’unyaşamını okuyup okumadığı sorulabilir. 1939’da

I. 6 Science.&Vie 1991 yılında psikanaliz sonuçlarının ve doktrininin eleştirel bir çözümlemesini yayımladığında, “modem bilimin çürütttüğü bilimci tavırlara" “arkaik” bir geri dönüşe karşı tepki gösteren birçok okur oldu...

33

k ■

L

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ölen Levy-Bruhl, Papa VI. Paul’ün 1970 yılında kitlelerin dinsel saygı­sına layık gördüğü, 1968’de ölen ve kısmen çağdaşı olan, aynı anda başka yerlerde olma yeteneği üzerine tanıklıklarıyla özellikle kitlele­rin dikkati çeken ermiş Padre Pio’yu hiç olmazsa bilebilirdi.7

Dolayısıyla, Levy-Bruhl’ün yorumları insanı şaşırtır, çünkü “mantıköncesi” düşüncenin “ilkeller”in bir özelliği olmasına gösterdiği ne­denler ve Gran Chaco yerlilerindeki aynı ânda başka yerlerde olmaya dair inancın çağdaş Italyanlarda niçin farklı olduğu konusunda insanı kendini sorgulamaya yöneltir. Bu yapıtın Afrika dinleri üzerine olan bölümü, ilkel düşüncenin görünür “mantıköncesi” doğasına ilişkin kalıcı bir yanlış anlamayı zaten ortadan kaldıracaktır; bu düşüncenin doğal olarak, özü itibarıyla dinsel olması, bir Maori’nin ya da Gran Chaco yerlisinin düşlerinde gördükleri hayvanla uyanıkken gördükle­rini ayırt edemeyeceği anlamına gelmez.

Antropolojinin birçok yanı bu bakımdan bir yeniden sorgulamayı gerektirir. Levi-Strauss bü nedenle mantıksal düşüncenin ve tekniğin gelişiminin tektanncılık tarafından teşvik edildiğini öngörmüştür. Batı’mn genel tarihine şöyle bir göz atmanın ilk bakışta düşünmeye

7 Mistisizmin bazı fiziksel görüngülerinin gerçekliğinden burada hiç kuşku duymadığımı belirtmek isterim. Bu konuda Herbert J. Thurston’un Les Ph^noınfcnes physiques du nıysticisme, Gallimard, 1973, * adh eserini öneririm. Benim hedefim, antropolojinin arkaik ya' da "pre-teknolojik” uygarlıklar üzerine bakış açısıyla teknolojik uygarlıklar üzerine bakış açısı arasındaki karşıtlığı ortaya çıkarmaktır. Aynca, "ilkel" zihniyetin, Papularm, Maorilerin ya da Afrikalılannkinin doğuştan olduğu ve bir anlamda, temelden “mantıköncesi” bir kültür nedeniyle çaresiz olduğu şeklindeki şüpheli bir ön kabule ilişkin kendi bakış açımı belirtmeyi de isterim. “llkeller"in kullandığı uçak ve helikoptere bindiğimden, araç kullanma ve mekanik bilgilerinin, beyaz mes­lektaşla minkinden hiçbir noktada aşağı olmadığını değerlendirebildim.

8 Claude Lövi-Strauss, Anthropologie structurale, Plon, 1952. Her şeye rağmen, Levi-Strauss, mantıksal zihniyetle mantıköncesi zihniyet arasındaki karşıtlık takınağını antropolojiden çıkarıp atan ilk kişidir; özellikle La Pensle scıuvcıge’da, Plon, 1962.

34

OKYANUSYA’NIN [Kİ ANLAMLI CİNLERİ

davet edeceği şey budur. İkinci olarak, mantıksal düşüncenin çoktannlı Yunanlılarda da eksik olmadığı fark edilir; bilim, ve teknik de ek­sik değildir; ÎÖ III. yüzyılda Eratosthenesbir yeryüzü meridyeninin uzunluğunu kilometrenin binde biri hata payıyla ölçüyor, IÖ I., yüz­yılda İskenderiyeli Heron ise buhar makinesini keşfediyordu. Çin’de, tektanrıcılığm yardımı olmaksızın, mantıksal düşünce de, bilim ve teknik de parladı; IÖ IV. yüzyılda aydınlatmada doğal gaz kullanılır­ken XIII. yüzyılda füzeler keşfedildi. Çoktanrılı Japonya tektanrılı Batı’yı yenilgiye uğrattı ve hâlâ uğratıyor. Dolayısıyla, bu tür yüklem­lerin, Yunanlı ya da mandarin olsun, "vahşiler” karşısındaki Batılı kü­çümsemesinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını insan kendine sora­caktır.

Önyargı gözler önüne serildiğine göre, modern antropolojinin (eğer bir başkası varsa), dar anlamda "mantıköneesi” olan ve vahiy yoluyla gelen ya da geleneksel bütün dinlerin değer verdiği bazı veri­lerine gönderme yapamamasından okurun şaşırmayacağını ummak istiyorum.9 Yazı öncesi kültürler üzerine sahip olduğumuz verilerden akla dayalı bir şekilde çıkarabileceğimiz şey, dinin bu kültürlerde toplumsal bir işlevinin olduğudur. Bu yüzyılın başında Emile Durkheim’m çalışmalarından, özellikle de temel yapıtı Dinsel Yaşamın Te­mel Biçimleri’nden bu yana bir gerçeklik kendini dayatmıştır: Din, kül­türü oluşturan şeydir. Bu düşünce, gelişmeye ve sürekli yeni açılım­lar oluşturmaya devam etmektedir. Neandertal ya da Cro-Magnon in­sanın mantığına göre tehditkâr, meçhul ve “dolayısıyla” doğaüstü güçlerle iletişim kurmak gerektiğinde; bu güçler şimşek, su, rüzgâr, toprak, vahşi hayvan ya da daha soyut olarak, verimlilik, hastalık, av

9 Dinin, -“mantıksız” terimini gizleyen bir örtmeceyi de meydana getirdiğini sandığım“mantıköneesi” görünümüne rağmen, insan varlığı için özellikle mantıksal bir tatmin meydana getirmediğini de, başka bir eserde, bir gün or­taya çıkarmak gerekecektir. Burada belirtilen sınırlayıcı nüansın nedeni bu­dur.

35

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ve savaşta başarı olsa da, pratikleri örgütlemek, yani ibadet usûllerini yaratmak gerekti. Bu usûller zorunlu olarak roller yaratıyordu, çünkü hâlâ dayanıksız bir kavram olan birey, klan ya da kabile adına söz ko­nusu güçlere ne tek başına, ne-de tesadüfi olarak aracılık edebilirdi. Kuşkusuz kurban etmelerle ödüllendirilen aracılık, şimşek tanrısına ya dâ örneğin su tanrısına çağrı yapılmasına bağlı olarak değişiyor­du. Düzenli ya da istisnai durumlarda yapılan bir ritüel olmasının ya­nı sıra, daha önce belirlenmiş bir zamanda tamamlanması gerekiyor­du.10

Ve aracılık özellikle yetkili bir kişi tarafından yapılmalıydı; ya ik­tidar sahibi tarafından, klanın ya da kabilenin seçilmiş şefi tarafından ya da falanca otun, falanca tözün, durumların falanca düzenlenişinin sırlarım bilen, büyülü güçlerle donanmış bir kişi, bir “hekim” tara­fından. Birinci durumda rahibin'kralla özdeşleşmesi söz konusu olur; ikinci durumda ise Dumezil tarafından ortaya çıkarılan iki işlev ara­sındaki ayrılık göze çarpar. (Klan ya da kabile şefi aynı zamanda savaşçı da olduğundan kral ile savaşçı arasında bir ayrılık olması olanaksız görülür.)

Her koşulda din zaten ilerde olacağı şeydi; o kolektif inançların, bir yerle sınırlı bir yaşantının ve gerçeklik karşismdaki bir politika­nın yansısıdır. Bu politika, ortama ve toplulukların niteliğine göre, binlerce yıl boyunca hiç kuşkusuz değişti.' Çünkü bazı usûller, onları savunmuş olan topluluklarla birlikte yok olurken, Okyanusya'daki Cdrgo Cult gibi yenileri de ortaya çıktı.

Kimileri on milyonlarca yıllık, kimileri sadece birkaç milyon yıl­lık olan, günümüzdeki üç büyük tektanrıcılıktan önce gelen eski din­lerin bugüne ulaşabilmiş unsurlarıyla' çözümlenememesinin nedeni budur. Burada sadece nesnellikle zikredilen bir varsayım olmaktan

10H. Breuİl ve R. Lantier, Les Honunes de la pierre aneleme, Payot, 1959.

36

...

OKYANUSYA’NIN IK1 ANLAMLI. CİNLERİ

öte bir anlam taşımayan ilkel denen toplulukların, tecrit oldukları ve çok yoksul bir teknoloji nedeniyle tarihin dışında kaldıkları kabul edilse de; bu topluluklar göçler, savaşlar, salgınlar, volkan patlamala­rı gibi doğal olaylar sırasında evrimleşebilmişlerdir. Örneğin Papua kabileleri, çok daha geniş olan, ticaretin, işgal ve fetihlerin zenginleş­tirdiği kıtalardaki topluluklarla aynı tarihsel çerçevede değerlendiri­lemez, ancak taş devrinde neyseler öyle kaldıkları da ileri sürüle­mez.11 Bunun nedeni, öncelikle, taş devri hakkında hiçbir şey bilinmemesidir, İkincisi, bu varsayım çok kuşkuludur. Sadece bu toplu­lukların ve dolayısıyla dinlerinin, kıtalardaki topluluklardan çok daha yavaş değiştiği ve bu nedenle de başlangıçta oldukları şeyin az ya da çok önemli bir nüvesini içerme şanslarının olduğu varsayılabilir. De­mek ki onları incelemek uzak geçmişimizi çözümlemeye çalışmaktır.

Okyanusya’daki bugünkü Papua’ya yaklaşık kırk bin yıl önce yerleşildiği, hakiki atamız homo sapiens supiens’in kökenlerinden birinin Afrika’da ortaya çıktığının paleoantropoloji tarafından doğrulandığı düşünülürse, o toplulukların dinlerinin önemi daha da ortaya çıkar. Hiç kuşkusuz, tarihöncesinde doğmuş bu dinlerin günümüze kadar oldukları gibi kaldıklarına dair hiç kimse güvence veremez. Öncelikle dinler az ya da çok ağır evrimleşen, yaşayan kendiliklerdir ve sonuç­ta, bir kez daha, hiçbir şey bilmediğimizi itiraf etmek zorundayız.

Paskalya Adası’nı ele alalım. On milyonlarca yıl önce volkan pat­lamalarından doğan, 1687’de Edward Davis adlı kayıp bir korsan ta­rafından keşfedilen, ardından “Davis Ülkesi” belirsiz adıyla gemiciler için kaybolan ve 1722 yılında HollandalI Jacob Roggeveen tarafından yeniden keşfedilen, yeniden kaybedilen, 1770 yılında Peru genel vali­sinin emrindeki bir sefer sırasında yeniden keşfedilen adaya en azın­dan İS IV. yüzyılda yerleşikliğine inanılmaktadır.' Günümüzde burası

L1"Easter Island,” Encyclopaedia Britannica.

37

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Rapa Nui diye adlandırılır.

Paskalya Adası baştan çıkartıcı sonuçların çok hızlı benimsenmesi­nin yol açabileceği tehlikelere ve mitlerin soy zincirini yeniden oluş­turma güçlüğüne iyi bir örnek oluşturur. Antropologların genel kanı­sı12 uzun süre boyunca karşıt iki yönden gelen göçmenlerin adaya ka­bul edilmiş olması yönündeydi; bir dalga, Paskalyahlann dilbilimsel olarak Polinezya kökenli olmalarının gösterdiği gibi kuşkusuz Polinezya’dan geldi, diğer dalga ise Polinezyalı olmayan terimler ve ünlü heykeller gibi bazı antropolojik özelliklerin gösterdiği gibi Güney. Amerika’nın ve belki Peru’nun okyanus kıyılarından gelmiş olabilir; bu heykeller, gerçekten de, Peru tarihinin Tiahuanaco denen evresinde meçhul bir halk tarafından dikilen anıtlara benzemektedir. Paskalya adalarına Güney Amerika’nın okyanus kıyılarından gelen insanların yerleştiği kuramını ne deniz akıntıları ne de rüzgârlar doğrulamasına karşın Thor Heyerdahl, ada uygarlığının oradan geldiğini ileri sür­mektedir. Bununla birlikte bu fikir o kadar yol katetmiştir ki, dok­sanlı yılların başında en akla yatkın fikir olarak pratikte kendini da­yatmıştır.

Fakat 1992’de iki' antropolog, Bahn ve Flenley, bu görüşü hemen hemen çürüttüler. Öncelikle, ada bitki örtüsünün büyük bölümü Gü­neydoğu Asya kökenliydi; Polinezya yoluyla gelmişti. En azından bir kamışın, totora, Güney Amerika’dan geldiği ileri sürülmüştü; oysa eski polenlerin incelenmesi bu kamışın otuz bin yıldan beri, And dağ­larındaki uygarlıkların ortaya çıkmasından çok önce adada yetiştiğini göstermektedir.

Ardından fiziksel antropoloji, Paskalyahlann kafatası ve diş yapı­larının karakteristik olarak Polinezyalı olduğu ve And dağlarındaki topluluklarla akrabalıklarının bulunmadığım belirlemiştir. Dilbilim-

uAlfred Metraux, L71e de Pdcjues, Gallimard, 1941.

38

OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

sel açıdan, Paskalya dili, Güney Amerika dil gruplarına değil, Polİnezya dil gruplarına yakındır. Esrarengiz rongo rongo yazıtları da, dü­şünce açısından ve işleme tarzı açısından Polinezyalı gibidir..

Nihayet, Heyerdahl’ın bir Tiahuanaco megalitik uygarlığının ya da İnka-öncesi bir megalitik uygarlığın etkisini ortaya çıkardığım sandı­ğı ünlü anıtsal heykeller rahatlıkla Markiz, Tahiti, Tongaların anıtsal heykel ve yapı geleneklerine bağlanabilir.13 Kaptan Cook, 1774’te karşılaştığı ilk Paskalyahlar konuştuğunda Tahiti dilini tanımıştır.

Demek ki Paskalya Adası’na, esas olarak Polinezyahlar tarafından binlerce yıl önce yerleşilmişti. Zaten, yaklaşık otuz milyon kilomet­rekareyi kapsayan Pasifik Adaları’nm büyük bölümünü sömürgeleştir­miş olanlar Polinezyalı denizcilerdir. Deniz keşfi bütün zamanların en görkemli keşiflerinden biridir ve Kolomb’un flotillasına bu kadar gü­venen biz Bat ıhlar, meçhul toprakları sömürgeleştirmek için dayanık­sız teknelerle yola çıkan bu kaşiflerin cesareti üzerine düşünürsek kendimize verdiğimiz değeri eksiltebiliriz. Demek ki yerleşildiği an­dan itibaren tecrit edilmiş olan Paskalya Adaları, Şeytan düşüncesinin olası oluşumunu incelemek için İdeal bir laboratuvar oluşturur.

Şeytan’ımızm soykütügünü yeniden oluşturmak için dünyadaki ve yüzyıllar içindeki yolculuğumuza buradan başlamayı öneriyorum.

Doğu’nun ya da Batı’mn katkılarıyla Kötülük hakkında oluşturulan düşüncelerin izinin orada bulunacağım umuyorduk. 1934 yılında ada,

i3Paul Bahn ve John Flenley, Easter Island, Earth Island, Thames & Hudson, Londra ve New York, 1992. Bu yazarlar, dahası, Paskalya uygarlığının çökü­şüne ada kaynaklannın ve özellikle cılız orman zenginliklerinin yaygın işletil­mesinin yol açtığını.belirtirler. Doğal zenginlikleri işletmekten ve korumak­tan başka bir şey bilmeyen ilkel toplulukların doğuştan bilgeliği üzerine bazı romantik düşünceleri ıhmlılaştırmaya davet eden şey budur. Mayalar gibi Paskalyalılar da sonunda toprakları yok ettiler, çünkü kaynakların yenilen­me ritmini bilmiyorlardı. Tezleri artık gözden düşmüş olan Thor HeyerdahPa Paskalya Adası üzerine makale yazdırmış olan mükemmel Encyclopaedia Britannica’yı burada hor görmüyorum,

'39

ŞEYTANIN GENEL TARİH!

egzotizm meraklıları için zorunlu bir mola yeri haline gelmeden çok önce, Alfred Metraux, Paskalya dininin büyük bir tanrı kabul ettiğini yazar; “en üstün atua ve evrenin yaratıcısı” Makemake. Hıristiyan misyonerlerinin ilk işittikleri onun adı oldu, ama 1862’de Paskalyalı din adamlarının katledilmesinden itibaren ona tapınmaktan vazgeçildi.H

Kuşkusuz tek tanrı o değildi, çünkü Paskalya tanrıları arasında, yine günümüzde unutulmuş olan Rongo, Ruanuku, Atua-Metua (ya da tanrı-baba) ve birçok başka tanrı da vardır. Bu tanrılar sayısız ve ön­ceden kestirilemeyen çiftleşmeler geçirmişlerdir. Örneğin KorkunçYüzlü Tanrı, Açık-Sözlü Tanrı yla çiftleşerek poporo adlı küçük koyla­rı ve Koruluk Gövde’yle birleşerek de marinkunı ağacını yarattı. Ama sonunda, yüce atua Makemake’nin varlığı simetrik bir düşmanın da işin içine dahil edildiğini tasavvur etmeye olanak tanır gözükmektedir.

Ancak durum böyle değildir, çünkü Metraux, “doğaüstü bütün varlıklar ayrım yapılmadan akuakıı ya da tatane diye adlandırılır” di­ye belirtir; bu. sözcük “Şeytan” sözcüğünden türemedir [karakteristik olarak Batı etkisindeki ve Batılı antropologlar tarafından ortaya çıka­rılan verilerin mutlak özgünlüğü konusunda sakmımlı olmaya yönel­ten dilbilimsel, ama belki de aynı zamanda kavramsal kanıt], “Bunun­la birlikte, bir deri bir kemik hortlaklarla yardımsever gözüken iyi­lik timsali ruhlar tek bir kategoriye yerleştirilemez.” Tek bir tatane yoktur: Metraux döneminin yıllığı en azından yüz kadar ad sayıyordu ve liste'tam değildi. Tek ve inatla kötü yürekli tatane yoktur, çünkü tatane’lar çokbiçimlidir; tamamen sıradan insan yaşamı sürdürebilen güzel genç kızlar ya da yürekli genç erkekler olabilirler, fakat gövde-

HBronislaw Malinowski, Argonauts of the Western Pacific, John Hawtkins and

Associates, Inc., New York, 1922; Les Argonautes du Pacifique Occidental, Fransızcaya çeviren ve önsöz Michel Panoff, Gallimard, 1989.

40

OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLER!

leri kısmen çürümüş, omurgaları gözüken ve kaburgalarının eti çık­mış bir deri bir kemik de olabilirler; bu durumda bunlar ölülerin ruhlarıdır. Kötücül ve kurnaz olan bu ruhlar geceleyin, yaşayanlara eziyet çektirmek için evlere girerler. Bununla birlikte, genellikle kötü yürekli olsalar da bu küçük tanrısallıklar Kötülüğü temsil etmezler; cehennemlerden gelirler, ama bizim Cehennem’imizin temsilcileri de­ğillerdir.

Tabularla dolu, sihirbazlar, büyücüler ve diğer büyü yapanlarla sürdürülen Paskalya doğaüstü yaşamı yararlı ve zararlı yorumlar ba­kımından zengindir, ama bizim Şeytanımızla yakından ya da uzaktan karşılaştırılabilecek Kötülüğün merkezi bir tasvirini aramak boş bir çabadır. Buradaki güçler birbirleriyle çatışır; bir büyücünün yaptığı büyü, daha güçlü bir büyücü tarafından ortadan kaldırılabilir. Örne­ğin büyü yaparak bir insan öldürülebilir; Bir horoz alınır ve baş aşa­ğı bir deliğe gömülür, sonra, hayvanın boğularak öldürüldüğü yer ayakla çiğnenirken, öldürülmek istenen kişinin adı büyülü bir şekilde söylenir. O kişi kesin olarak ölecektir, ama bir diğer sihirbaz büyüyü bozabilir. Yani, Paskalya Adası dininde, iyiliğin ve Kötülüğün Lekanlamh tasvirleri yoktur, bunlar karşıt kolektif ya da bireysel güçlerin ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.

Demek ki Paskalya Adası’nda Şeytan yoktur. Başka yere bakalım.

Ünlü antropolog Bronislaw Malinowski onyedi yıl boyunca Pasi­fik’teki ilkel kabileleri, yani Trobriand Adaları’ndaki yerlileri incele­di. 1914’den 1922’ye kadar kendisini, Yeni Gine’nin kuzeyinde, okya­nusa yayılmış, yaklaşık yüzelli bin kilometrekarelik alanı kaplayan otuz kadar adayı incelemeye adadı. “Alan üzerindeki” çalışma raporu olan Batı Pasifik Argonotları15 en ünlü üç dört antropoloji yapıtından biridir. O dönemde, yerliler zamanın başlangıcında var olan dünya

13Vittorio Maconi, Aııstralie et Mtlan&ie, Atlas, Paris, 1980.

41

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

miti ya da lili’u ile gerçek dünya arasındaki farkı tam olarak ortaya koyuyorlardı.16 Örneğin mitleri' uçan kanolarla, topraktan çıkan (Yu­nan mitolojisindeki ilk kadın Pandora’mn yaratılışından önceki erkek­ler gibi), iradi olarak gençleşen, hayvan haline dönüşen (ya da tersi) insanlarla ve diğer doğaüstü mucizelerle doludur, ama bu mucizenin gerçekleşmediğini ya da daha doğrusu gerçekleşemeyeceğini bilirler, çünkü bir kano uçamaz. Bir misyoner onlara Beyaz Adam’ın uçan ma­kineleri olduğunu söylediğinde, Malinowski’ye sorarlar, o da onlara uçak fotoğrafları gösterir; ama ona bu bir gerçek mi yoksa bir lili’u’mu diye sorarlar. Onlara göre, misyonerlerin kutsal tarihi bir lili'u’dur ve bunu reddederler. Geçmişin mucizeleri ancak, ya kaybol­muş ya da olağandışılıklar gerçekleştiremeyecek kadar azalmış bir ye­tenek olan büyü sayesinde olanaklıdır. Yine de, gerçek dünya ile mit dünyası arasında aracılık hizmeti yapan büyücüler vardır. Oysa mit dünyasında Kötülük cinleri vardır.

Kötülük, esas olarak hastalık, öncelikle büyücünün ya da bwm gu’u’nun aracılığıyla ortaya çıkar, ama aynı zamanda uçan büyücüler tarafından da ortaya çıkarılır; bunların en korkunçları görünmez olan, ağaçların ve evlerin tepesinde dolaşan ve insanların "içini,” ci­ğerlerini, kalbini, bağırsaklarını, beyin ve dillerini çalan mulukwusi’lerdir. Dahası salgınlardan sorumlu olan tauva’u’lar vardır. Hayvan haline gelmeye muktedir olan -bu durumda insandan kaçmazlar ve derileri üzerindeki parlak bir renk lekesiyle tanınırlarbu cinler kur­banlarım bir sopa ya da gürz darbesiyle öldürürler. Ama, değerli nes­neler sunularak yardımları alınabilir. Üçüncü grup zararlı cinler tökwa/lar yalnızca zararsız hastalıklara neden olan çin türüne girerler.

Malinowski, Trois Essais sur la vie sodale des priınittfs’de (Payot, 1980), yine de, şunu yazar: “Vahşi bir cemaatte var olduğu şekliyle, yani ilkel biçimiyle mit yalnızca anlatılan bir hikâye değil, yaşanmış bir gerçekliktir.” Cümle kafa karışıklığı yaratabilir, bence “imgelemde yaşanmış” diyerek tamamlanmalıdır.

42

OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

Kötülük ruhları, üç tektanrıcılıkta olduğu gibi burada da belli bir mekanla sınırlıdır: Ölüm ruhlarının Boyowa’mn kuzeybatısındaki Tu­rna -Adası’na doğru hızla göç etmesi gibi, muluhvcmsi’ler de Boyowa’nın orta ya da doğu yarısından gelirler: Örneğin Kitava, Iwa, Gava ve Murüa adalarından ve tauva’u’lar Normanby Adası’mn kuzey kıyı­sından, Du’a’u kazasından “ve daha özel olarak,” diye yazar Malinowski, “Sewatupa denen bir yerden,” gelirler.

Sonuçta, yeterince çabuk müdahale etme koşuluyla büyücüler, Kö­tülük güçlerini yenilgiye uğratabilirler. Malinowski bu konuda ol­dukça ilginç bir anekdot aktarır; anekdot Yunanlı bir tacirle Oburaku’lu bir Kİriwina’mn kızları tarafından anlatılmıştır. O, küçük bir kızken bir büyücü, bir hasır almalarım önermek için anne babasının yanma gelir. Anne baba hasırı almayı reddeder, yine de satıcı kadına bir parça yiyecek sunarlar. Ünlü büyücü ya da yoyova daha fazla ilgiye alışkın olduğundan bu duruma sinirlenir. Ertesi gün küçük kız öyle ciddi hastalanır ki anne babası öldüğünü sanatlar. Anne tarafından bü­yükbabası bir başka yoyova’yı yardıma çağırır, o da çalınmış bağır­sakların peşine düşüp onları bulur; gerekli olan ödünleyici tapınmala­ra girişir ve organlar yeniden yerlerine kavuşurlar. Malinowski bu anlatının hiç kuşkuya düşmeden ve inanarak anlatıldığım belirtir.

■ Böyle bir yoyova eyleminden kişisel olarak kuşku duymuyoruz. Kuşkusuz.bilinmeyen bitkilerle ve tözlerle gerçekleştirilen büyülü tö­renlerdir bunlar; incinmiş yoyova’nm, sağlıklı bir bireyi zombiye dönüştürmek için Haiti’deki büyücülerin kullandıklarına benzer zehir­lerden yararlanmış olması ve onarıcı yoyova’nm da karşı-zehirler kul­lanmış olması kuvvetle olasıdır.

Kötülük ruhlarına karşı koruyucu törenlere ilişkin Trobrİand yer­lilerinin imgelem zenginliğini gösteren bir strateji vardır: Kayga’u töreni bir tür sis yaratır ve böylece mulukıvausi’ler yollarını bulamaz­lar.

4’3

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Demek ki kötülüğe ilişkin Trobriand inançlarının yapısı öncelikle bizimkileri çağrıştırır: Kötülük, özünde kötü niyetli olan gözle görül­mez yaratıklar tarafından kışkırtılır, ama aynı zamanda, bizim şeytan çıkarma törenlerimize benzeyen törenler yardımıyla kötülükleri orta­dan kaldırabilen ve bu yaratıklarla ilişki içinde olan insanların aracı­lığıyla da kışkırtılabilîr. Dahası, bu yaratıklar coğrafi olarak bir yer­le sınırlıdırlar: Bizim Şeytan’ımızm .yer altında ikamet etmesi gibi onlar da uzak adalarda ikamet ederler; istisnai bir durumda, muluhwnusflerin. adalarında, ölülerin ruhlarının ikamet ettikleri yerin karşı­sında. Fakat karşılaştırma bundan daha öteye gölürülemez: Okyanus­ya animizminde [canlıcılık] Kötülük ruhları İyilik ruhlarıyla birlikte bulunurlar, öyle ki bu durum “demokratik” olarak nitelenebilir ve burada Şeytan’ın kaynağına ilişkin Hİnt-Ari yaratılış mitlerinde rastlanılan büyük yapılanmalara rastlanmaz.

Bu yapılara çok yakın olan şey Yeni Gine mitolojileridir?7. Bazı Afrika kabilelerinde de -özellikle Dogonlarda rastlananlarla kıyasla^ nabilecekTrobriandlılarmki gibi tam anlamıyla bir kozmogoni yok­tur. Ve onlarda Trobriand yerlileri gibi, çok uzak bir geçmişte bir “düş zamanının var olduğunu ileri sürerler; o zamanlarda mitler gerçekti, ama artık yeni mitler olamaz, çünkü mitler zamanı geride kalmıştır.

Yine de tamamen Batılı bir mantık içinde bu mitlerin hızla geçersizleştiği sonucu çıkarılmamak, çünkü yakın bir zamana kadar Tapu­ların toplumsal yaşamını bu mitler biçimlendiriyordu; mitler var ol­dukları gibi güçlüydüler de ve inançla kutlanıyorlardı. Örneğin (Trobriand yerlilerinin dinsel ve toplumsal yaşamını belirleyen) hint patatesi ya da domuzlar bayramının kutlaması olmadan hâlâ ne mah­sulün, ne hayvanların ne de yaşama sevincinin olamayacağına İnanan

I7Bronislaw Malinowski, La Vie sexuelle des sauvages du nord-ouest de la Mdandsie, Petite Bibliotheque Payot, 1970.

44

OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLER!

çok sayıda Melanezyalı vardır. Fakat açıktır ki nüfusun şehirlere özellikle Port Moresby’yedoğru akması bu törenlerin yavanlaşması­na katkıda bulundu. Yetmişli yıllarla seksenli yılların başında çok sık olarak rastladığımız Yeni Ginelilerin bazı Sepik ve Maprik törenleri, o zamandan bu yana kısmen kaybolmuştur; Solomon ve Fiji adaların­da da durum aynıdır. Televizyon, beslenme alışkanlıklarının ağır ağır değişimi ve sanayinin sürekli sızması -turizmden söz bile etmiyo­ruzOkyanusya dinlerini yirmi otuz yıl içinde kaybolmakla tehdit et­mektedir. ■

Bununla birlikte,, ayakta kalmış olan dinsel inançları yaklaşık ola­rak yeniden oluşturmak için yetmişli yıllardan geriye yeterince tanık­lık kalmıştır. Bir kozmogoni olarak betimlenebilecek olan şeyin için­de ve “Yeni Gine’nin, Kuzey ve Orta Malenezya’nın büyük bölümün­de,” diye yazar Maconi, “yaratılış mitolojisi genellikle erkek ve dişi, kimi zaman karşıtlıklarla dolu ilk kültürel kahraman çifti etrafında oluşur. Bu büyük ruhların adları kabilelere göre değişir; örneğin İrian’m18 büyük Mejbrat’larmda Siwa ve Mafit, Kuma’larda Boli ve Geru, Yeni Gine’nin diğer kabilelerinde Kilibob ve Manup diye adlandırılır­lar. Bu iki büyük ruh, yeryüzünde bulunan her şeyin yaratıcısı olarak kabul edilir. Dünyayı yaratma edimine gönderme yapan mitler ‘kur­ma’anlamına gelen bir sözcük altında yer alırlar." Demek ki bunlar kurucu mitlerdir.

Malinowski, gerçekte bu mitolojinin kısmen bulanık olduğunu gösterdi, çünkü Maconi’nin de belirttiği gibi, Güney İrian’da dünya­nın yaratıcısı olanlar, doğaüstü yaratıklar sürüsü olan demalar'dır. Ama, iki büyük yaratıcı ruh gibi, Bank Adaları’nda vuî, Yeni Hebridlerde umu, Yeni Gine’deki Kumalarda hibe, Choiseul ve Solomonlarda banara denen demalar da birbirlerîyle çatışır niteliktedir.

18Yeni Gine adası günümüzde, batı yansına ya da Batı İrian’a sahip olan Endo­nezya ile Papua-Yeni Gine bağımsız devleti arasında paylaşılmıştır.

■45

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Her durumda, iki büyük tanrının ya da iki uzlaşmaz gruptaki bir ya da birkaç ruhun iradesi olmaksızın hiçbir şey meydana gelemez. Deprem ya da hastalık, doğum ya da yağmurlar, her şey ya doğrudan ya da bir büyücü ya da sihirbaz aracılığıyla kurucu ruhların ürünü­dür. Büyücünün kötü yüreklilikle davrandığından her zaman kuşku duyan yerlilerin büyüye kötü gözle bakmalarının nedeni de zaten budur.

Demek ki Melanezyalıların, birinin iyi diğerinin kötü olması koşuluna bağlı kalmadan iki uzlaşmaz yaratıcı ilke ileri sürdüğü gö­rülmektedir. Kötü yüreklilik her zaman1 özde bulunmaz ve kurucu ruhlara özgü bir ayrıcalık da değildir. Çünkü, farklı bir gruba ait ata­ların ruhları bazı kabilelerde kötü yürekli olarak görülürler. Her durumda bunlar, yakın zamanda ölmüş insanlara ait olduklarında, olur olmaz işlerle uğraşan ruhlar olarak görülürler, oysa zamanla öy­le yumuşarlar ki iyi yürekli olurlar.

Bu karşıt anlamlılığa ya da daha kesin olarak, bizdeki Şeytan ile Tanrı’yı tanımlayan göksel ya da doğaüstü yaratıklar arasındaki kesin rol ayrımına Avusturalya yerlilerinde de rastlanmaz. Avusturalya yer­lilerinin mitolojileri bu yüzyılın başından beri sıkça inceleme konusu olmuştur.19 Mitolojileri de aynı kozmogonileri gibi çok gelişmiş ol­duğundan (ortak bir referans noktasıyla, çeşitli çatışma ve çiftleşme­lerin ardından Samanyolu’nda dünyanın yaratılması) ve bir kabileden diğerine değişiklikler gösterdiğinden burada hepsini sayıp dökmek olanaksızdır.

Bunları özetlemeden önce bir hatırlatma zorunludur. Antropolog Andrew Lang 1887’de, Avusturalya dinlerinin kısmen tektannlı bir niteliğe sahip olduğunu kanıtladığını ileri sürerek meslektaşları ara­sında kuşkulu bir sansasyon yarattı. Hâlâ yaygın bir sapma olan böy-

19Geza Roheim, The Panic oj the Gods, Harper-Row, New York, 1972 (Fransızca çevirisi, l_a Panique des dieux, Payot, 1974).

46

OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CÎNLLRÎ

le bir ulamanın, incelemeden kanıtlamaya yönelen Avr.up^-merkezci bir hatadan doğduğu biraz geç fark edildi. Bir başka alanda, bu hata­nın yarattığı'" bir başka miti dağıtmak için 1991 yılma, dek beklemek gerekti. Hiç kuşkusuz ezeli tektanrıcılık mitinden daha az sapkın, ama bir o kadar aptalca olan bu mit, dinazorların zorunlu yamyamlığı mi­tiydi. XIX. yüzyılda dinazorların yeniden yapımıyla1 çirkin oldukları kanıtlanınca bundan onların kötü olmaları gerektiği sonucu çıkarıldı. Ihtiyozor fosillerinin göğüs kafesinde daha küçük canlıların varlığı saptandığında kötülüğün kanıtının bulunduğu sanıldı. Bu, ihtiyozoda­rın birbirlerini yiyen kötü hayvanlar olduklarını gösteriyordu. Yakla­şık yarım yüzyıl sonra ise söz konusu “yamyamla r”m, gerçekte, gebe dişiler oldukları ve “yedikleri” küçüklerin, aslındadoğmayı bekleyen bebekler oldukları anlaşıldı.

Avusturalyahlara (diğer “ilkeller”e olduğu gibi) tektanrıcı bir dünya kavrayışı atfeden yanılgı yıllarca sürüp gitti. Örneğin 1925 yı­lında, yine Roheim’ın ortaya koyduğu gibi, İngiliz antropolog Her­bert Basedow şöyle yazıyordu: “Arrundta’larda ilahi Varlık, Altjerra adını taşır. İyiliksever Altjerra kendisi hiç durmaksızın gökyüzünde ■ koştururken altında koşturan kabilelerin davranışlarını ve olayları dikkatli bir gözle izler. Yerliler onun her yerde var olduğuna öyle ke­sin inanıyorlardı ki, Arrundta’ların gözde nidası, örneğin şeref sözü verirlerken, Altjerrim arrum’du ve yaklaşık olarak ‘Tanrı beni duy­sun!’ anlamına geliyordu, bu cümleyle, verdikleri söze Altjerra’yı ta? mk gösteriyorlardı...” Oysa Arrundta’ların Altjerra’sı, tektanrıcı, hati ta Hıristiyan Tanrı’dan kopya edilmiş bu tanıma asla uymayan, diğer r kabilelerin Altjerra’sından başka bir şey değildi ve dahası, Roheim’in = belirttiği gibi: “Basedow tarafından aktarılan deyim sadece misyonlar■' daki yerliler tarafından kullanılmıştır ve misyonerlerin kurduğu okuî 1un doğrudan sonucudur.” Antik Avusturalya’da tektanrıcılık yoktur, i     Bununla birlikte, ortodoks antropoloji yüzyılın başında ilerleme47

ŞEYTANIM GENEL TARİHİ

sini sürdürdü. Ve Avusturalya kabilelerinin hem tektanrıcılığın hem de tektanrıcılığın ahlaki merkeziyetçiliği diye adlandırılabilecek şeyin tam karşıtı dinleri olduğunu gösterdi. Örneğin Maralarda gökyüzü Minungara denen, sayısı iki olan ruhların yeridir. Ama bu Minungara’lar hem iyi hem de kötüydü. Kötüydüler, çünkü ne zaman biri has­ta olsa, onlar yeryüzüne inip onun.işini bitirmekten başka bir şey dü­şünmezlerdi; ama bu iş için yeryüzüne indiklerinde,, ormanda oturan ve Mumpani denilen karşıt bir ruh tarafından yenilgiye uğratıhrlardı. Her şeye rağmen iyiydiler, çünkü hastaları iyileştiren hekimler onlardı. Diğer kabilelerde de, örneğin Bimbinga’larda ve Anulalarda da az çok benzerine rastlanan paradoksal bir kavrayış tarzıdır bu.

Bu tür bir çelişki bizi şaşırtabilir; ama aslında bu rollerin diyalek­tik karmaşıklığına dayanan bir dünya yorumundan kaynaklanır; Hiç­bir şey kendinde “iyi” ya da “kötü” değildir, her şey bir an bu, başka bir an şu olabilir. Örneğin, "iblis ve üfürükçü aynı kumaştan insan­lardır,” diye belirtir Roheim. Bir kabilenin dininde önem taşıyan aynı ruh, isteğe göre, bir yerde “iyi,”. başka yerde “kötü” olarak nitelene­bilir ya da dahası sırayla bir iyi bir kötü olur, llinka grubunun Aranda’larında büyük ruh Altjerra iyidir ve mara’dır (bu sıfatı acele yo­rumlamaktan kaçınmak gerektiği daha ilerde görülecektir) ve Tjoritja grubundan olanlarda ise “kötü”dür. Ve yine Roheim belirtir ki, mara, iyi kavramına Hıristiyanların yükledikleri1 anlamda “iyi” demek de­ğildir... Mara sözcüğünün metafizik yananlamı yoktur; bir cine uy­gulanabileceği gibi başka herhangi bir şeye de uygulanabilir ve kısa­ca, hakkında yaratılış efsanesi olmayan herhangi bir şeyi ya da kimse­yi imler.

Pasifik dinlerini anlamak için gerekli olan anlambilimsel “gözden geçirme” burada bitmez. Gerçekten de, “cin” sözcüğü, hemcinslerine ister istemez bağlı olan Şeytan’m özel hizmetçisi şeklindeki Avrupalı anlamda anlaşılamaz. Avusturalya dinlerindeki cinlerin çoğunluğu

48

OKYANUSYA’NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

gerçekten kötü bir yaradılışa sahip olup, insanları dışarıdan ya da İçeriden kemiriyorlarsa da, Pindupi’lerde cin yiyerek beslenen mangtıkuıata adında bir cin (demon) vardır! “Bir sırık gibi ince üzün bu ib­lisin anüsü yoktur” (Roheim). Benzer bir ayrıksılık tektanrıh dinlerde bulunmadığı gibi, dahası, düşünülemez bile. Çünkü iblis yiyen bir İblis, bir anlamda, Tanrı’nın müttefiki olur. Oysa Avusturalya mangukurata'sı, hemcinsleriyle dişe diş boğuşsa da kötücül olmaya de­vam eder.

Gökyüzünde oturan doğaüstü bir ruh düşüncesi kaçınılmaz olarak bizi daha tanıdık olan tanrılarla, hatta Tanrı’nın kendisiyle bir takım karşılaştırmalar yapmaya yol açar; ve aynı kaçınılmazlıkla saygı kav­ramını dayatır. Avusturalyahlarda durum hiç de böyle değildir. Ör­neğin kişiliğinin temelden bozulmasıyla ilgili yukarda sözü edilen Altjerra hakkında Strehlow20 şunu belirtir: “Aranda’ların iyi tanrısı... İnsanlığı yaratmamıştır ve insanlığın iyiliği onu ilgilendirmez... Yer­liler ondan ne korkarlar ne de onu severler. Tek korkuları, gökyüzü­nün başlarına çöküp hepsini öldürmesidir."

Galyalılar ve Avusturalyahlar kadar birbirine uzak iki halkın kor­kuları arasındaki bu benzerlik çarpıcıdır; tıpkı Yumu, Pindupi, Pitjenlara gibi birçok Avusturalya kabilesi için Samanyolu’nda köpek ayak­lı, sarışın (doğuştan sarışın Avusturalya yerlilerinin varlığını unut­mayalım), çok güzel doğaüstü bir varlığın var olmasının çarpıcılığı gibi.

Sırası gelmişken, tanrısallık kavramına dair düşünceleri az çok olumlu olsa da birçok yerlinin cinleri, kolaylıkla aldatılan aptal ruh­lar olarak düşündüklerini de belirtmek ilginç olur. Okyanusya bölge­sinin batısındaki Borneo’nun Katoengouw nehri kıyısında yaşayan Da­yaklar, salgın dönemlerinde, cinler canlı insanlar yerine onları götür-

20Cari Strehlow, Die Aranda-und-Loritja Stâmme in Zentral-Australieıı, Frankfurt, 1907-1908.

49

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

simler diye kapılarının önüne tahtadan insan yontuları koyarlardı. Orta Avusturalya’nm Dieri’lerinde, bir salgın baş gösterdiğinde, bü­yücü salgının sorumlusu şeytanı ya da Cootchie'yi çıkarsın ve kamp­tan kovsun diye içi doldurulmuş bir kanguru kuyruğuyla toprağı dövmeye gönderilirdi.2’ Cinin zekâsı, cesareti ya da savaşçılığı karşı­sında gösterilen büyük saygının pek kanıtı olmayan uygulamalardır bunlar.

Fakat, Okyanusya’nın bir ucundan diğerine hiçbir bölgesinde, bi­zim büyük ve biricik Kötülük Ruhu’muz olan Şeytan’ın, Baalzebub’un, Deccal’ın ya da başkalarının; Laterano ve Otuzlar Konsili’nin öne sür­düğü üzere kişisel seçimiyle kötü olan ve insanı günaha ayartan bir kişiliğin izine rastlanmadığını da söylemek gerekir. Böyle bir ruh her yerde hazır ve nazır ve herkes tarafından tanınır olduğu kadar ezeli de olmalıdır. Ama Pasifik’te hiç de böyle değildir. Hastalığın, ölümün ve doğal felaketlerin korkunç etkeni olan Kötülük eğer Okyanusya, Polinezya ya da Melanezya dinleri -ya da en azından tepkimeli uçak­lar, transistörler ve plastik çağında bu dinlerden geriye kalanlar (ne yazık ki çok bir şey yok!)tarafından kabul gördüyse özel birtakım güçlerin ürünü olarak kabul gördü, yoksa biricik bir Tanrı’nın uzlaş­maz, merkezi gücünün belirmesi olarak değil, “İlkel” denen halklar ele alındığında varsayılmaya çalışılacak olan şeyin tersine Kötülük yorumunda indirgemecilik söz konusu değildir. îndirgemecilik, her zaman, animist kavramlar dağarı ile girişilen bir pazarlığın sonucu­dur; Kötülüğe neden olan Şeytan’a karşı Tanrı gücünü göstersin diye Tanrı nezdinde aracılıkla görevli kendilikler olan aziz ve azizelere; göz hastalıkları için Azize Lucie’ye, av kazaları için Aziz Hubert’e ya da kayıp eşyalar için Padovah Aziz Antoine’a başvuran Hıristiyanların kavramlarıyla belli ölçüler içinde kıyaslanabilir bir diyalektiktir bu.

21 Sir James Frazer, The Golden Bough, MacMillan, New York, 1963.

50

OKYANUSYA’NIN IKÎ ANLAMLI CİNLERİ

Bununla birlikte, Okyanusyalı farklı davranır, falanca yıkıma yol aç­mış özel cini yenilgiye uğratmak için bir büyücüyü ya da bir hekimi görevlendirir. Kıyaslamalar , tehlikeli olsa da, dünyanın ikiliğinden emin tektanrıcılığm, gökyüzünü merkezileşmiş bir yönetim alanı ola­rak kabul ettiği, oysa ki Okyanusya animistinin gökyüzünü bölgelere ayrılmış olarak gördüğü söylenebilir.' ■ *

Her adanın kendi mitolojisinin olmasını bölgesel bir karaktere bağlamak mümkün olsa da, durum kuşkusuz böyle değildir; tektanncı olan ve her biri kendini evrensel gören içkin eğilimli üç dinden çok farklı olarak bu mitolojiyi oluşturan mitler, cemaati oluşturan mitlerdir. Bu toplumlarda mitlerin değeri ve rolü, anayasaların de­mokratik toplumlardaki değeri ve rolüyle aynıdır; toplulukların ya­şam tarzını yönetirler. Dolayısıyla her adanın kendi mitinin olması normaldir. Bu mitlerin, bizzat yaşamla ve öncelikle toplumsal uyum­la iç içe girmiş olan İyiliğin asla karşıtı olmayan Kötülüğün, kötülü­ğe neden olabilecek ruhlarla diyalektik bir ritüel içinde önlenebilece­ğini ileri sürmesi de bir o kadar normaldir. Durum böyle olduğu içindir ki içkin Kötülük yoktur.

Bu farkı anlamak için şimdi modern Hıristiyanlıkla, örneğin Malinovvski’nin betimlediği mitleri karşılaştıracağız. Hıristiyanlık, önce­likle, Yehovalıkla paylaşılan ve Tekvin tarafından oluşturulmuş bir kozmogoni önerir. Tanrı vardır, dünyayı O yaratmıştır ve O, 1yilik’tir. Tanrı çok eski zamanlarda, davranışlarım ve toplumsal yaşam­larını düzeltmeleri için insanlara seslenmiştir. Son müdahalesi, Oğlu İsa’yı yeryüzüne göndermek olmuştur. Tanrı’nın karşısında, Şeytan tarafından yönetilen Kötülük vardır. Bu iyilik ve bu Kötülük içkindir, varlıklarını şimdiye dek sürdürmüşlerdir ve bütün toplumlarda var olacaklardır. Güncel dünyada, kiliselerle devletlerin ayrımı bu gerek­çeyle temellendirilir; Hıristiyanlığı oluşturan mitler artık toplumun mitleri değildir, Fransa’da en azından 1789 Devrimi’nden bu yana

51

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

böyledir. Nihayet, Şeytarida cisimleşen içkin bir Kötülük kavramının varlığını sürdürdüğü için, çağdaş laik toplamların yurttaşlarının tem­sil ettikleri Toplumsal İyilik ile bund'an böyle dogma halini almış olan kilise mitleri arasında büyüyen bir uçurumun açıldığı görülür: Bu uçurumun en görünür olduğu alan ise cinsellik alanıdır.

Örneğin Trobrİand Adaları’nda ya da Avusturalya toplumlarında, yaklaşık XX. yüzyılın ortalarına kadar ayakta kaldıkları haliyle, en­sesi tabuları hariç (ensest, geniş anlamıyla akrabalık ve kabile yapıla­rına aykırı bir ilişki anlamında anlaşılmalıdır) bir “Cinsel Kötülük” betimlemesine rastlanmaz; dolayısıyla şehvetperest bir Şeytan yoktur. Tektanrıcı dinlerde fazlasıyla egemen olan Kötülüğün bu temsilinin Trobrİand Adaları’nda, Papua-Yeni Gine’de olduğundan daha fazla bir anlamı yoktur. İstimna, kadın ya da erkek eşcinselliği, eş aldatma ya da çocuk düşürmenin sadece toplumsal bir değeri vardır. Örneğin Papua-Yeni Gine’de erkek eşcinselliği bir düzene konmuştur; hatta genç erkekler için büluğ çağlarını izleyen belirli bir dönemde zorun­ludur.22 Antik Yunan’daki düşüncenin bir çeşitlemesi olarak (Antik Yunan sanılandan çok daha az liberaldi, çünkü düzenleme tarafların arzusundan bağımsızdı ve örneğin cinsel alışveriş ancak yeniyetmelerle hoşgörülüyordu), gerçekten de Papular olgun erkeklerle (gerek­tiği gibi ayrıca düzenlenmiş olan) gündelik cinsel ilişkinin, nitelikleri herkesçe kabul edilmiş büyük savaşçıların erdemlerini oğlan çocukla­rına “bulaşma yoluyla” aktaracağını düşünürler. Eş aldatma kavramı da yoktur: Yolcular çok yakın bir geçmişe kadar, uğradığı kabiledeki herhangi bir kadının kendisine lütufta bulunduğuna tanık oluyordu; kadının evli olup olmamasının, yolcunun talepte bulunup bulunma­masının önemi yoktu. Aynı şekilde istimna kavramının da fazla bir anlamı yoktu.

22Maurice Godelier, La Production des grands hommss, Fayard, 1982 ve Gilbert

H. Herdt, Guardicıtı of the Flüte, Idioms ofMasadinity, McGraw-Hill, 1981.

52

OKYANUSYA’NIN IKl ANLAMLI CİNLER!

Böylesi uygulamaların tektanrıcılığm uygulamalarıyla uzlaşmama­sı üzerine burada konuşmak gerekmiyor. Ancak, Okyanusy ahları, sa­dece cinsellik alanında da olsa, dizginsiz sefahat düşkünleri olarak göstermek hatalı olur: Orta Avusturalya’da, Kaitish’lerin kabile şefi, çayırların büyümesi için yaptığı büyü törenleri boyunca karısıyla cin­sel ilişkiden kesin olarak uzak durur.23 Bu perhizin amacı enerjisini otlakların büyümesine adamağıdır. Başka birçok ilkel kabile gibi ka­dınların aybaşısmdan kutsal bir tiksinti duyan Orta Avusturalya Dieri’leri, kadınların bu dönemleri boyunca su akıntılarında yıkanmaları­nı, bunun akıntılardaki bütün balıkları öldüreceklerinden korkarak yasaklarlar. Torres Boğazı’ndaki adalardan biri olan Muralug Adası’nda erkekler kadınların denizden gelen şeyleri yemelerini, denizde yaşayan her şeyi öldürecekleri korkusuyla yasaklarlar. Bunun tersine, Letı’lerde, Sarmata’da ve Papua-Yeni Gine ile Güney Avusturalya ara­sında yer alan diğer adalarda, toprağı verimli kılan en önemli erkek tanrı olan Güneş’in, yani Upu-lera’nm bayramı, verimlilik ilkesini yüceltmek için çiftleşmenin derinden derine teşvik edildiği açık saçık eğlencelerle kutlanır.24

; Pek bilinmeyen iki kültürdeki, Tayvan’ın güneydoğusundaki Yu ■ Tao ya da Orkide Adası da denen Irala Adası’nda yaşayan Yamilerle, İ Birmanya sınırındaki Assam’m Hint devletinde bulunan ve 1961’den i!    bu yana Nagaland diye adlandırılan bir bölgede ikamet eden ilkel Gü-

f      neydoğu Asya kabilesi Nagalardaki Kötülük düşüncesi ve nedenleri

1 üzerine genel bir bakışı, dünya;turumuza devam niyetine burada sun­manın yararlı olduğunu sanıyorum.

; Yamiler, Malezya-Polinezyalı olduklarından Asya ile Polinezya ara­sında bağ oluşturan halklardan biridir. Bu araştırmada iki nedenden • . dolayı ilgi çekicidirler. Birincisi, Asya mitolojileriyle Avusturalya ; ----

23Frazer, Alim Dal.

M a

A.g.e.

ŞEYTANİN GENEL TARİHÎ

mitolojileri arasındaki geçiş konusunda tam. olarak bilgi verirler, çünkü diyalektleri bashiic geniş Avusturalya dil ailesine dahildir. Bu nedenle, Asya etkilerinden çok erken ayrılmışlardır ve bu da inançla­rının özgül bir $eytan mitine doğru evrilip evrilmediğini ya da tersi­ne bu miti güçsüzleştirip güçstizleştirmediklerini görmeye olanak ta­nır. İkinci neden, gerçekte, Yamilerin, Qing Hanedanı sırasında, yani 1644’den 1912’ye kadar en yakın ülke olan Tayvan’la .ilişkilerinin asgari düzeyde sürdürülmesidir. Irala’mn iktisadi önemi olmadığı gibi stratejik önemi de pek yoktur. 1895’ten 1945’e kadar adayı işgal etmiş olan Japonlar adayı “etnoloji müzesi” ilan ederek halka kapa­mışlardı.

Irala, aralarında iki sönmüş volkanın da bulunduğu bir sivri tepe­ler zincirinden oluşan dağlarla tamamen kaplı bir adadır. Nüfusu, beş altı köye dağılmış yaklaşık iki bin kişiden ibarettir; teknisyen, asker ve eğitimcilerden oluşan Tayvanh personel ve aileleri de dahil edilir­se nüfus üç bine çıkar. Geçimlerini balıkçılıktan, esas olarak uçanbalıktan, aynı zamanda da ton, kalamar ve başka bazı çeşitleri avlamak­tan, ayrıca taro, hint patatesi ve darı yetiştirmekten sağlarlar. Irala, kuşkusuz, turistik bir yer değildir: Otel yoktur ve tayfunlar sık sık ortalığı kasıp kavurduğundan evler -çatıları dışındatoprağın altın­dadır. Yerel ekonominin ilkel karakteri nedeniyle gençlik Tayvan’a doğru göç ettiğinden yüzyılın sonunda Yami kültüründen pek bir şey kalmaması olasıdır.

Irala, yabancı kültürlerin etkisinden tümüyle uzak kalmış olsaydı etnologlar için ideal bir yer olurdu. Ancak durum böyle değildir, çünkü Hıristiyanlık oraya, 1945’ten sonra Asya’da rastlanan en yaygın iki biçimi olan Katolik ve Presbiteryen biçimleri altında girmiştir. Yine de Hıristiyanlığın yerel, kültür tarafından emildiği ve geleneksel dinin yerini alamadığı söylenebilir. Yazıları olmadığından ve bütün gelenekleri sözlü olarak aktarıldığından Yami inançlarının ne kadar

54

OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

eski olduğunu belirlemek zaten olanaksızdır.

Esas olarak dinsel bir sistem olan Yamilerin etik sistemi, balık .tü­ketim kurallarından yola çıkarak oluşturulmuştur: Listeledikleri dörtyüz elli çeşit balığın bazıları her yaştan kadınlar ve erkekler tara­fından, diğer bazıları yaşlı erkekler ve kadınlar tarafından tüketilebi­lir. Bazı türler yalnızca hamile kadınlar içindir. Bazıları yalnızca lo­ğusalıktan kalkan kadınlar tarafından tüketilebilirken, bazı köylerde oturanlara yasaktır. İzin verilmiş balıklarla yasak balıkların listesi ol­dukça karmaşıktır: Seksensekiztür herkese yasaktır, altmışı belli ko­şullarda erkeklere yasaktır, bunların bazıları karıları hamile kaldığı andan itibaren kocalara yasaktır, diğer akmış tür balık ise kadınlara yasaktır, yalnızca dört tür.hamile kadınlar için serbesttir...

Bu, hemen hemen bütün Okyanusya’da görülen tabu sisteminin özellikle “okunabilir” bir modelidir. Bu sistem bir etiğe dayanmaz; her zaman olduğu gibi, dünyanın klasik korunması sistemine daya­nır: Tabuya saygı, kozmik düzeni sürdürür. Bir Yami “tabu durumun­da” ölürse, Hıristiyan bile olsa, Hıristiyan gömme törenleri reddedi­lir. Ama görüleceği gibi, Yamilerin tabu sistemi tanrılardan bağım­sızdır.

Üzerinde yaşadıkları adanın küçüklüğüne rağmen, Yamilerde, ya­ratılış mitlerini ve hiyerarşik tanrılar silsilesini içeren gelişmiş bir kozmoloji vardır. Çarpıcı nokta, özellikle Doğu’daki Tufan mitine tufana hamile bir kadın yol açmıştırburada da rastlanmasıdır. Panteonun tepesinde Simo-Rapao hüküm sürer: ilk insan çiftini o ya­ratmıştır ve Yahudi Yaratılış Tanrısı gibi etrafında bir tanrılar konse­yi vardır. Bu panteonun en altında ise kötücül tanrılar vardır. Bunla­rın oburlukları Yamileri "taro”lardan ve hint patatesinden yoksun bı­rakabilir ve kükürtlü özsuları iğrenç çekirge ve tırtıl yağmurlarına neden olabilir. Yami kozmogonisi, adada ortaya çıkan ilk insan varlı­ğından başlayarak karmaşık Yami soykütüğüyle tamamlanır.

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Panteonun iki ucu arasında aşağı tanrılar ve hatta doğaüstü, ama tanrısal olmayan kendilikler vardır; bunlar doğuma ve yaşama yön veren iki dişi olan Pina Langalangoa’lardır. “Tanrı” kavramı diğer kültürlerclekiyle aynı değildir, çünkü tanrılara “göksel atalar” anlamı­na gelen akey do to ve “yakardaki insanlar” anlamına gelen tawo do to denir.

Demek ki Yamilerin sistemi, yukarda çözümlenenler gibi, cehen­nemin başkentini de içeren bir panteon sistemidir. Bunun kanıtı, Ya­milerin yılda bir kez, aralık ayında bütün tanrılara kurban sunmaları­dır. Fakat inançlarının bir özelliği olarak; doğaüstü alanında tanrılar, ruhlardan sonra gelirler. Onlara göre her insan varlığı bir “temel ruh”a ve organlarda, eklemlerde, vs. bulunan birçok ikincil ruha sa­hiptir. Ölüm ruhları serbest bırakır, yine de büyü yoluyla, örneğin ruhları görmeye ve onları duayla korumaya tanrının rızasıyla mukte­dir (zinanın kokusunu alabilen ve hatta zinaya dair düşünceleri okuya­bilen) tek kişi olan bir büyücü, makahaw, aracılığıyla ruhları geri ça­ğırmak'da olanaklıdır.

Bir kişi doğal bir nedenle öldüğünde -yani bir kaza ya da acı çek­tiren bir hastalık değil de yaşlılık neden olmuşsatemel anito Beyaz Ada denen mitik bir adaya çekip gider. Ama . eğer hoşnutsuzsa, o ve diğer ruhlar canlılara, insanlara olduğu kadar hayvanlara da acı ver­mek için geri gelebilirler ve canlıları kötü ya da hasta yapabilirler. Dolayısıyla Yamiler, ister istemez, anito denen ölülerin ruhlarının sü­rekli ve “denetlenemeyen" korkusu içinde yaşarlar. En güçlü Yami ta­buları cenaze törenleriyle ilgili olanlardır. Ölünün başında geçirilen geceler boyunca, ölünün akraba ve dost çevresinden hiç kimse gözünü kapamaz, çünkü ölünün anito’sunun saldırısından korkarlar. En kor­kunç kara büyü, bir insanın bir mezarın kumuna dokunmasını sağ­layarak yapılır; çünkü kum bir anito taşıyor olabilir.

Bu inançlarda iki çarpıcı özellik görülür. Öncelikle, ruhlarla Yami

56

OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

panteonunun alt düzeyindeki cinler arasında net bir ayrım vardır. Ar­dından, ruhların ikili karakteri: Tümden kötü değillerdir, ama kötü olabilirler. En ürkünç Kötülük tanrıların değil, insanların ürünüdür, anito’Iarıdır. Bu mitolojinin felsefesi, yukarda açıklanan birçok Okya­nusya inancında da olduğu gibi, ilkel Asya dinlerindeki ölülerden duyulan korkuya da bağlıdır. Elbette Yamilerde Şeytan yoktur.25

Gerçekten de, inançlarının temel felsefesi Kötülüğün kökeninin, insanların kötü niyetliliğinin bir kalıntısı olarak insani olduğu, doğa­üstü olmadığıdır. Bu felsefe, “kötü düşünceler içimizdedir” formülüy­le özetlenebilir.

Yarım milyon nüfusu bulan Assam Nagaları farklı kültürlere sahip belli başlı onbeş kabileden ibarettir. Düz siyah saçlı, siyah, çekik gözlü, baskın olarak Mongoloid tipinde olmalarıdışında kökenleri hakkında çok şey bilinmemektedir. Otuzbeş bin yıl önce başlamış. Güney Amerika’ya kadar uzanan büyük Mongoloid göçleri sırasında, günümüzde kaybolmuş olan ve Avusturalyalı ya da zenci -bunlar, özellikle kıvırcık ya da dalgalı saçlarla ayırt edilirleryerel topluluk­ların yerine geçmiş olmaları olasıdır. Bazı Nagâlarda rastlanan mon­goloid olmayan kimi özelliklerin düşündürdüğü budur. Zaten, Naga hikâyelerinde Mongoloid olmayan topluluklarla bir karşılaşmadan söz edilir. Nagalar, büyük Çin-Tibet dil ailesine ait otuz kadar tonal dil konuşurlar; dolayısıyla, Güney Çin’den gelmiş olmalıdırlar.26 Di-

25Yamile.r üzerine bilgilerin önemli bölümünün alındığı eserler: Yamiler üzerine en eksiksiz inceleme olan Deszo Benedek’in mükemmel incelemesi The Yami of Irala, The World aııd I, The Washington Times Corporation yayını, Eylül 1987 ve Krista Weider’in incelemesi, The Legends of Irala, Research-Penn Sta­te University, cilt 6, no 3, Eylül 1985. Kurban eden ayin yöneticisinin başın­daki kötülüğe neden olduğu varsayılan hırsız ya da kötü ruhlu kişiden hak­sız yere verdiği ıstırap dolayısıyla intikam almakla görevli bir kertenkelenin kurban edildiği özel bir Yami dinsel törenini belirtmek gerekir.

Nagalar üzerine bilgilerin önemli bölümü Julian Jacobs’un Alan MacFarlane, Sarah Harrison ve Anita Elerle ile birlikte yazdığı şu mükemmel eserden alın-

57

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

ğer ortak nokta, son yüzyıla kadar hepsinin kelle avcısı olmasıdır. Her koşulda Nagalar, paleolitik olmasa da eski bir ilkel kabiledir; Nagaların Güneybatı Asya’ya göçlerinden önce burada yaşayan toplulukların dinlerinden kimi öğeleri almış olması olası olan dinleri dünyanın yorumuna dair eski şemaları yansıtır; Naga dinsel politik rejünlerden bağımsız gibi gözüktüğünden bu şemalar açıklayıcıdır; Ao kabilesi gibi bazı kabilelerde topluluğu en yaşlılar yönetir, Kon­yaklar gibi başka kabileler otokratik bir rejime tabidirler ve'Angami’ler gibileri ise Encyclopaedia Britannica'nm değerlendirmesine göre “en katışıksız” demokrasi uygular. Bunlar, mevcut halleriyle, uzun süre önce bir araya gelmiş ve kimi zaman geleneklerden kimi zaman da sıfırdan yola çıkarak uyumsuz bir kültür oluşturmuş, az ya da çok birbirine bağlı kabileler olarak ortaya çıkarlar.

1890’dan bu yana adım adım Hıristiyanlaştırılmış olmakla birlik­te başlangıçtaki dinlerinin hatırasını daima koruyan Nagalara göre in­sanın kökeni doğaüstüdür. Bu, kimilerine göre bir taş, kimilerine gö­re bir balkabağı ya da dev bir kuştur. Dinsel tören ve inançlar bakı­mından kabileler arasında ortak özellikler olsa da, Nagaların ne ortak bir mitolojileri ne de ortak dinleri vardır. Yaratıcı bir tanrıyı kabul ederler. Fakat Angamiler gibi bazı kabilelere göre, bu, aslında insan­ların yaşamına pek karışmayan, uzak bir tanrıçadır; Konyaklara göre ise, yeryüzü faaliyetlerine sürekli karışan, Kawang denen bir tanrıdır. Ama hepsi de iki tür ruh olduğunu ileri sürer; alt düzeydekiler yer­yüzü ruhlarıdır ve yüksek olanlar ise elbetteki gökyüzü ruhlarıdır. Birinciler arasında kötü ruhlara, avın, verimliliğin, vs.’nin ruhlarına rastlanır. Nagalar, tanrı rızası için kurban adadıkları Kötülüğün ruh­ları da dahil olmak üzere aşağı ruhlara çok önem verirler.

mıştır; Les Nagas, Ediüons Olizane, 1990, Cenevre. Nagalann dil grubu üze­rine görüşler farklı farklıdır, çünkü Encyclopaedia Britannica'nm 1980 baskı­sındaki “Naga” maddesine, göre dilleri Tibet-Birmanya grubuna dahildir.

58

OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

Nagalara göre, Kötülüğün evrensel nedenleri olmadığı gibi onlarda Kötülüğe ilişkin ortak bir kavram da yoktur. Kötülük çeşitli biçimlere bürünür, her kötülüğün kendi nedeni ve çaresi vardır. Ör­neğin Konyak’lar için bir deprem, bir klan şefinin ruhunun geçerken, yolunu kapayan büyük sarmaşıkları kesmesiyle meydana gelir. Dep­remin çaresi basit bir ritüeldir; köy bir araya gelir ve bağırır: “Düş­me, düşme ki toprak sakin kalsın!” Korkutucu, bir olay olan güneş ya da ay tutulmasına, güneşi ya da ayı ısırmaya kalkışan bir kaplan, bir kurbağa ya da bir köpek neden olur ve klan şefleri bağırırlar: “Yeme onu, bizim Güneş’imiz o!”

Burada anılan inançların tümünde Kötülük güçleriyle pazarlık yap­ma olanağı vardır: Bu güçler de diğerleri gibidir, bunlar da kurban isterler. İlkel dinlerin hedefi, insan varlığını çevreleyen çeşitli doğa­üstü güçler arasında bir denge kurmaktır, ki bu denge ritüeller saye­sinde sağlanır. Bu dinlerde ne dünya geri döndürülemez biçimde bö­lünmüştür ne de ilk günah vardır. İnsanın doğaüstü güçlere boyun eğmesi söz konusu değildir. Dinlerin hedefi tanrıların ve cinlerin ha­reketliliğinin insan faaliyetlerini aşırı rahatsız etmesini ve özellikle tanrı ve cinlerin bu. faaliyetlere etik renkler vermesini engellemektir. Bunlar, saygı gösterilmesi gereken, ama teolojik bir sistem dayatamayacak, ikili özellik gösteren yabancılar, bir anlamda can sıkıcı kişiler­dir. Yani dinler esas olarak doğaüstünün sürçmelerini uzak tutmaya yönelik ayinlerdir. Bu anlamda yaptıkları belki tam da tektanrıcı din­lerin yaptıkları şeyin karşıtıdır. Farklılık akademik gibi gelebilir; ama'böyle değildir, bunu ilerde kanıtlamayı umuyorum.

Hâlâ yarı-özgün halde yaşayan ender gruplardan biri olan Nagalarm özel durumunda, merkezi bir yönetimin yokluğunda, ne merkezi­leşmiş bir Kötülüğün ne de tek bir Şeytan’m temsilinin bulunduğunu bir kez daha belirtmek gerekir. Okyanusya’daki Yamiler ve Nagala'r gibi “ilkel” denen toplumlar, mutlak İyiyi ve mutlak Kötü’yü niçin

59

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

tasarlamadılar? Burada yanıtlanması gereken soru budur. Dinsel ant­ropolojinin büyük sorularından biridir bu ve bu sorunun konusu bu­rada ele alınamayacak ve aydınlatılamayacak kadar geniştir. Bir LevyBruhl’ün “aşağı toplumlar” -çünkü yazılı gelenekleri yokturüzerine tezlerini (kısmen!), bir Marcel Mauss’un ve bir Emile Durkheim’m toplumsal ile dinsel arasındaki karşılıklı bağımlılık üzerine tezlerini ve elbette bir Levi-Strauss’un dinselliğin oluşum kipi ve bunun tek­nik, ekonomik ve toplumsal gerçeklikle ilişkisi üzerine tezlerini ele almak yetmez; gerçekten de işe etiğin doğuşundan başlamak gerekir. Çeşitli yeteneklerle donatılmış birçok kişinin yaşamlarım bu. işe adaması bile konunun ancak kısmen aydınlığa kavuşturulmasına ye­ter.

Bununla birlikte başlangıç için sınırlı bir açıklama önerilebilir. Okyanusya’daki topluluklar gibi sayısal olarak kısıtlı ve coğrafi ola­rak sınırlı topluluklar, Kötülüğün ancak görece bir kavramına sahip olabilirler, çünkü kaza, hastalık, açlık, ölüm, aynı anda genel olarak az sayıda insanı etkiler. Felaketin sayısal işareti orada zayıftır, başka yerde yığınla cesedi art arda dizen büyük salgınların yol açtığı yı­kımlar burada bilinmez. Kültürel çeşitlilik de cılızdır ya da yakın bir geçmişe kadar en azından böyleydi: Okyanusya toplulukları, örneğin Yunan ya da Roma tiyatrolarının ve daha sonra matbaanın olanaklı kıldığı büyük edebi yayılmaları tanımadılar, Böylece, örneğin Trobriandlıların, Suetone’un Onihi Sevr’in Yaşamı’nda bir araya, getirdiği türden dehşet hikâyelerine vakıf olabileceklerini hayal etmek çok güç­tür. Demek ki Kötülük kavramı, Okyanusya’da, güneş, deniz, bitkiler ve kadınların doğurganlığı gibi yaşam güçleri karşısında gülünçtür. Okyanusya mitleri, bu açıdan Yunan mitleriyle ve belki de tüm yarı­mada mitleriyle kıyaslanabilir; bunlar, etik kategorilerin gevşekçe İçeri alındığı yaşam mitleridir.

Nihayet, iktisadi zayıflık dolayısıyla iktidar burada sınırlıdır. Do-

60.

OKYANUSYA'NIN İKİ ANLAMLI CİNLERİ

ğu toplumlarının tanıdığı türden haksızlık yapan katil zorbaların anı­sı olmadığı gibi, büyük politik sistemlere de sahne olmamıştır. Bü­yük politik sistemler büyük dinsel sistemlerle bir arada olduklarına göre, demek ki Okyanusya, büyük toplumsal yasakları bir Kötülük ciniyle özdeşleştiren bir öze sahip'merkezi dini asla tanımadı.

Dolayısıyla, büyük tektanrıcı bedduaların hedefi olan Şeytan’a bu­rada yer yoktur. Yaşayanlara acı çektirenler, olasılıkla etik değeri ol­mayan kendiliklerdir. Belki bu, Cook’dan Bougainville’e kadar adaya ayak basan ilk Batılı gemicilerin hissettikleri büyülenme motifin arkasında yatan gerçektir. Ve İyi Vahşi mitinin kökenidir. Bu “vah­şiler “iyi” değildi, kötülükleri kadar iyiydiler. Yakın bir geçmişe ka­dar içlerinden çoğu yamyamdı. Ama bizim kaşiflerimizin hissettikleri şey onların, her durumda bize ait olan, karanlık, nedensiz, kirli, aptal ve kötü olan Kötülüğü bilmedikleri oldu.

Onları idealleştirdik; ardından bu ideali yıktık, sonunda da yoldan çıkardık; önce cinsel organlarını ve özellikle fiziksel çekiciliklerini saklamaya yönelik “güzelliği bozucu şeylerle” anatomilerini gizleye­rek, ardından Şeytan’m varlığını onlara öğreterek ve nihayet görsel ürünlerimizle onlara Şeytan m varlığını kanıtlayarak...

3.

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

“Asya”da.n bir kendilik olarak söz etmenin güç­lüğü üzerine Yakutların Hıristiyanlığı kendi içlerinde eritme ve Şeytan’ı yutma tarzları üzeri­ne Çok sayıdaki başka , dinin anası Vedacılık üzerine Bildiğimiz her şeyin ve Vedalar’ın “kim bilir?”inin göreceliliği üzerine Buda, Mara’yla savaşı, iblislerin varlığı ve Budist kozmo­lojide Şeytan’m yokluğu üzerine Hinduizmi açıkça tanımlamanın olanaksızlığı üzerine Kö­tü Şiva’nın iyilik edimleri ürerine Tanrısallık­la kaynaşma demek olan Hinduizmin tek gerek­liliği üzerine.

Bir şeyin başka bir şey olmadığı şeklinde formüle edilen çelişmez­lik İlkesi içine işlemiş olan ve mantık kurallarını izleyen Batılı bir zi­hin için, Asya’ya ayak basıldığında Şeytan’ı araştırmak içinden çıkıl­maz bir hal alır. Örneğin Seylan’daki herhangi bir tapınağın freskoları ve çengelli şeytan yavrularını inceleyen bir yolcu, elbette Budistlerin, Şeytan’ı değilse de en azından şeytanları, şeytanın çocuklarını, yeğenlerini ve diğerlerini tanıdığı ve dolayısıyla Şeytan’ın evrensel olduğu sonucunu çıkarma eğilimini gösterir.

Fakat Asya’dan söz etmek maceralıdır. Öncelikle herkesin kendi Asya’sı olduğu için bu böyledir. Tibet ya da Sibirya, Endonezya ya da Borneo, Malezya ya da F ilip inler, Hindistan ya da Pakistan, Çin ya da Japonya; bu ülkelerin her birini az da olsa tüm bir yaşam olarak tanı­mak gerekir. Dahası da var! Bu ülkelerin hepsi farklıdır ve bunun karşısında Avrupa, Britanya’nın Savoia’dan, Asturia’mn Endülüs’ten ya da Mecklembourg’un Bavyera’dan kısmen daha farklı olduğu bir eyaletler birlikteliği gibi görünür. Barrington çiçeklerinin -ardlarında ortaya çıkışlarının tek izi olarak toprağa saçılmış pembe bir gü­müş püskül bırakarakancak bir saat yaşayabildikleri denli yaşamın hızlı olduğu, Malezya cangılından, geçen yüzyılın Rus seyyahlarının boğazlarında yuttukları kılıçla gömülmüş insanlara rastladıklarını an­lattıkları Gobi Çölü’ne dek uzanan topraklarda, “inatçı iki ayaklı” dı­şında tek bir ortak canlı yoktur. Bu durumda ortak bir dinleri oldu­ğuna nasıl inanılır? Ve paylaşılan bir Şeytan’ın varlığına nasıl inanı­lır?

Dahası, Asya bizim dünyamızdan daha yaşlıdır. “Asya” demek, et-

64

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

nolojinin hakkmdaki bilgilerimizi en ince ayrıntılarına dek belirttiği günümüzde, ilkokul coğrafya derslerine kadar uzanan bir kavramı kullanmaktır; mutlaka merkezde olan Avrupa pembeye ve Asya sarıya (Afrika, çoğu kez kahverengidir; siyahın edeplice anıştırılmasıdır bu) boyanmıştır. Ama, antropologların bir dönem inandırmak istedikle­rinden birbirine çok daha az benzeyen Asyalılar bilinmez bir şeyin ar­dından kuzeydoğuya doğru yola çıkıp, buzlar arasında sıkışmış Bering Boğazı’m ayakları ıslanmadan (ama donarak) geçerek, Ateş Adası’na kadar uzanıp Amerika kıtasına yerleştiklerinde, Avrupa, kaçırıl­mış bakire kız adına hâlâ viyaklıyor gibiydi. Bu, otuz beş bin yıl ön­ceydi ve Madrid ile Moskova arasında yaşayan atalarımız hâlâ neolitik dönemi yaşıyordu.

O halde, Saul’ün kendi kilisesini kurmak için Roma’ya kadar yay­dığı mantıksal düşünce kategorileri içinde donup kalmış bizimki gibi inançlara, bunca zamandan sonra bu insanların da inandığı nasıl düşü­nülebilir? Eski Hong Kong’un Hırsızlar Pazarı’nda, yirmi yıl önce, fildişinden heykeli yapılmış bir Mongol yeniyetmesiyle konuştuğu­muzda ve on yıl sonra Java’nın güneyinde, Banju Wangi yakınlarında bir ihtiyarla konuştuğumuzda aynı binlerce yıllık bakışla karşılaşı­yorduk. Sekseniki yaşında olduğunu itiraf eden yarı çıplak Hindu ra­hibinin yanıma verdiği kişi kördü ve Seylan’da, Prens Rama’mn düş­tüğü ve kanatlı cinler tarafından kurtarıldığı yeri göstermek için beni bir kahve masasından biraz büyük, fakat denizden üç yüz metre yük­sekte sarp bir kayaya çıkardı. Asya’nın yaşı yoktur, bizim tarihimizi üç kez yaşamıştır ve oradaki bütün çocuklar, bakışlarının ciddiliğiyle genç Dalay-Lama’ya benzerler.

Ne televizyon ne de mobil telefonlar Asya’da bir şey değiştirdi. Asya, zaman ve mekan açısından her şeye direniyor. Antropologların Kuzey Türkleri olarak betimledikleri ve Buz Denizi kıyısında, ama gerçekte cehennemin kıyısında (Hidrolik bir proje için 1926 yılında

65

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Yakutistan’a gönderilen bir Sovyet gezi heyeti, tuzun, yarım kilosunun dört gram akına, etinkinin yirmi grama satıldığı bu ülkede açlıktan öldü) yaşayan Sibirya Yakutları bunun iyi bir örneğidir. XVIII. yüzyıl sonunda dayanıklı misyonerler onları Hıristiyanlaştırmaya gittiler. Birkaç on yıl sonra Yakutlar şunları anlatıyorlardı:

“Şeytan Isa’nın ağabeyidir, ama kötü kalplidir, oysa ki Isa iyi yürekliydi. Ve Tanrı Yeryüzü’nü yaratmak istediğinde Şeytan’a şöyle dedi: ‘Her şeyi yapmakla ve benden daha büyük olmakla övünüyorsun; öyleyse, okyanusun dibinden biraz kum getir.’ Bunun üzerine Şeytan denizin dibine daldı, ama yakan çıktığında ellerindeki kumu suyun götürdüğünü fark elti. İla defa da­ha daldı, hepsi boşunaydı; dördüncüde kırlangıç halini aldı ve gagasının ucunda biraz balçık getirmeyi başardı. Bunun üzerine İsa çamuru kutsadı, çamur da Yeryüzü oldu, Yeryüzü güzel, düz ve kaygandı, Ama Şeytan, ken­dine bir dünya yaratmak İstediğinden, gagasında biraz çamur saklamıştı. İsa kurnazlığı fark etti ve ensesine bir tokat attı. Bunun üzerine Şeytan çamuru tükürdü ve bunlar da düşerek dağlan meydana getirdiler.”1

Hikâye anlamlıdır, çünkü burada Şeytan’m önceki mitolojiler tara­lından yutulmuş olduğu görülür. Şeytan, Hıristiyanlar tarafından ka­bul edilen kötülüğüne -ki burada kötülük yapma eğilimi haline geldi­ğini varsayalımve dillere destan zekâsına rağmen, suçüstü yakalan­mış bir üçkâğıtçı gibi İsa’nın şiddetli saldısına uğrar. Şeytan, evren­sel ve kıyamete ilişkin tüm gücünü kaybederek -daha ilerde ayrıntıla­rına girilecek olanyine evrensel, ama hiç kuşkusuz şeytani olmayan bir figür olan soytarıya, trickster’e dönüşür.2 Çünkü Asyahlar Buz Denizı’nden Hint Okyanusu’na dek, tepede bir Tanrının, altta da bir Şeytan’m olduğunu asla hayal etmemişlerdir. Gerçekten, bu iki kişi-

V.L. Serosevskii, Yakuty, Perograd, 1896, aktaran Joseph Campbell, Primitive Mythology The Masks of God, Viking Penguin İne., New York, 1959.

2  Bkz. 8. bölüm.

66

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

lik de kültüreldir ve Asyalı nasıl bir Tanrı’nın var olduğuna doğal olarak inanma eğilimindeyse aynı şekilde Tanrı’nın ve Şeytan’ın bir­birine karıştığını hayal etmesi de doğal olarak olanaksızdır. Bu kita­bın sonunda görülecektir ki bu düşünce utanç verici değildir, çünkü modern ve Hıristiyan bir filozof olan Giovanni Papini de, Yakutların yardımı olmaksızın, bunu formüle etmiştir.

Afrika, Okyanusya ve Amerika’nın eski sakinleri gibi Asyanmkiler de, dünyanın geri kalanına göre değerlendirildiğinde, özellikle güneyindekilerde doğal olarak dindardır. Batı, Asya’nın cinlerle ve mu­cizelerle çalkalandığını, kısacası hâlâ putperest, yani putatapar oldu­ğunu sandı. Kıta günümüzde üç dine, Budizme, Hinduizme ve İslama aitmiş gibi gözükse de, bu dinlerin yerleşmesi (Budizmi bir felsefe­den çok din olarak, kabul edersek) ve birbirlerini etkilemesi çok kar­maşıktır. Her şey Hint’te başladı, çünkü Hint, Asya’nın Yunan’ıydı. Bu nedenle eğer Asya’dan söz etme cesaretimiz varsa, söze Asya’nın tinsel anası Hint’ten başlamak gerekir.

Gerçekten de Asya’nın büyük yerli dinleri, Hinduizm, Budizm, Caynacıhk, Taoculuk, Şintoculuk esas olarak, Ari (Arya, yani “soylu” • sözcüğünden gelir) istilalarıyla, İran’dan gelen halkların istilalarıyla ’i IÖ 1500’e doğru Hint alt-kıtasma girmiş olan Vedacılıktan türerler.3

İ      Kutsal kitaplar olan Vedalar’dan yola çikarak adlandırılan Vedacılık

bir ya da birçok eski dinin yerini aldı. Böyle bir araştırmada ilk tan| rılarm, dolayısıyla ilk şeytanların nereden geldiğini bilmek gerekli İ         olduğundan ve insanlık IÖ XV. yüzyıldan önemli ölçüde daha yaşlı

I      olduğundan Vedacıhğı önceleyen dinlerin hangileri olduğunu ve Şey-

I tan’a inanıp inanmadıklarını kendimize sormaya hakkımız vardır. OyI sa bu belli belirsiz bilinmektedir.

i Ari istilasından önce Harappa uygarlığı ya da boyunca yerleştiği

3  Bkz. 5. bölüm.

67

ŞEYTANİN GENEL TARIH1

büyük ırmaktan aldığı adıyla Indus uygarlığı diye adlandırılan uygar­lığın var olduğu kuşkusuz bilinmektedir. Ama, yazıdan yararlanama­dığı için bu uygarlık hakkında pek az şey bilmekteyiz. Hayvan değiş tokuşu dışında dış dünyayla bağlantıları çok azdı, denize kıyısı yok­tu, aslında ne atları ne de at arabalarını tanımasına karşın surlarla ko­runuyordu ve uygulamada politik bir yapısı yoktu: Şefin hem general hem de’ büyük rahip olduğu ilkel bir krallıktı. Dravidler denen bu uygarlığın insanlarının, bunları küçümsemiş ve bunlardan nefret et­miş gözüken Arilerin tanımlarına göre, tenlerinin Afilerden daha ko­yu ve yüzlerinin yassı olduğunu söyleyebiliriz/

Ari-öncesi bu uygarlık ÎÖ V. bin yılından beri var olmuş olabilir. Tekerleği bilmiyor olmaları, Ariler Hint’e yerleşmeye geldiklerinde, Dravidlerin, son derece ilkel özelliklerini koruduklarını gösterir. Çok eski başka uygarlık örneklerinden yola çıkıldığında, Güneş ve verimlilik gibi temel kültlere dayanan Dravid dininin de ilkel olduğu hayal edilebilir. Büyük Tanrıça kültünü uyguladıklarını düşünmek için nedenler olsa da burada artık arkeolojinin alanı sona erer ve spekülasyonunki başlar,

Hint’e yerleşen Arilerin Vedacılığı bin yıl sürdü. Bu on yüzyıl hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir: Arilerin taştan yaptıkları hiçbir şey yoktur ve hiçbir şey yazmamışlardır. Kutsal ki­tapları Vedalar IO III. yüzyıla doğru belirgin hal almıştır; o zamana kadar, sözlü olarak aktarıldığından yüzyıllar sonra yazılmış trans­kripsiyonun aslına uygunluğu hakkında fikir yürütülemez. Demek ki başlangıçtaki Ari dini hakkında kesin bir şey bilinmemektedir; bilgi­miz, ileri tarihlere ait yazılı transkripsiyonlarına dayanmaktadır. Fa­kat, aristokratik ve savaşçı bir kast olan, erkek dostluğunu geliştiren

4 J.Pİ Mallory, In Secırch of the hıdo-Eııropeans-Language, Archaeology and Myth, Thanıes&Hudson, Londra, 1989; ve Sir Mortimer Wheeler, The Indus Civilization, Cambridge, 1968.

68

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

Arilerin Hint’e, Büyük Tanrıça'y? tahtından indiren ya da her durum­da onun üstünlüğünü tartışan erkek bir panteon dayattıkları varsayılabilir.

Bütün dinler gibi eski Vedacılık da kendi Yaratılış yorumu olan Nasadiya ya da Rigvedalar’m Yaratılış İlahisi denen bölümde (X: 129). başlangıçta, ne varlığın ne vârlık-olmayanın, ne havanın ne gökyüzü. nün, ne ölümün ne ölümsüzlüğün, ne gecenin ne gündüzün, hiçbir şe­yin olmadığını, sadece soluk almadan, kendi gücünden nefes alan Bir’in var olduğunu ileri sürer. Nasadiya’ya göre, İlk Varlığın iç zo­runluluğu, varlık ile varlık-olmayan arasındaki ilk antitezi yarattı ve ardından aktif enerji ile pasif madde arasındaki antitez yaratıldı. Purusa-Sukta ya da İnsan ilahisi biraz farklı bir yorum sunar: Tanrılar dünyayı bir ilk varlığın, asla var olmamış ve asla var olmayacak olan purusha’nın kurban edilmesi sayesinde yaratmışlardır.6

Eski İran'daki gibi, Hint Vedacılığmda da ikici bir şema vardır: Varıma, Mitra, İndra ve Nasatya ikizlerinden oluşan tanrılar ya da da; evn’lar iktidarını dengeleyen karşı-tanrılar ya da cısura’lar. Varuna’nm ;           savaşıp zafer kazandığı Virtra gibi karşı-tanrılar da tıpkı tanrılar gibi

j.     çokbiçimlidir. Bunlar, Arilerih düşmanlarının mitolojik biçimlerini

temsil ediyorlardı ve olasılıkla Pani, Dasa ve Indus uygarlığının başka temsilcileriydiler. Gerçekten de İndra, purandara, yani “surla­rın yıkıcısı” diye nitelendirilmiştir ve hiç kuşku yok ki Harappa topluluklarına aittir.7 Eski hikâye: Rakip, şeytana dönüştürülmüş ve kap­kara temsil edilmiştir, çünkü Dravidler koyu tenliydiler.

Ama bu ikicilikteki simgecilik, varlığın ve varlık-olmayanın, ya­ratılışın ve kaosun da ikiciliğidir. Bu, zorunlu karşıtlıklar üzerinde

5  Campbell, Primitive MythologyThe Masks of God.

ö The Rig Veda, Penguin Classic, Londra, 1981.

      7 Mircea ELiade, Histoire des croyances et des idees religieuses, c. I, De l’âge de la

; pierre nux nıystfcres d’Eleusis, Payot, 1976.

!                                               69

T

£ ‘

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

kurulmuş bir dünya yorumudur. Kozmos esas olarak insan karşısında iyi yüreklidir. Bu, Kötülüğün olmadığı anlamına gelmez; ne var ki kötülük, normaldir, kozmik kaosun bir sonucudur, çünkü Gökyüzü’nün karşıt güçleri arasında barış hiçbir zaman inşa edilmemiştir ve eğer kötülük insanı etkiliyorsa bu, insan mikrokozmosunun makrokozmosun bir parçası olduğu içindir. Ev içindeki grhya ve cemaatle ilgili srauta ritüellerine gösterilen özenin önemi de buradan kaynak­lanır: Ritüel, göksel yasaların kutlanması olduğu kadar gözlenmesidir de ve yanlış yerine getirilen bir ritüelin kendisi bizzat bir felaket kay­nağı olabilir. Ritüelin bu önemi Ari Hindindeki yapılan yansıtır: Toplum çoktan hiyerarşikleşmiş ve kurallara bağlanmıştır ve din, toplumun bağlaşıklığının ruhu ve politik aracıdır. Ritüel, rahiplerin iktidarını yücelttiğinden, rahiplerin bekçiliğindeki toplumu da güç­lendirir. Çember kapalıdır.

Gerçekten de, dünyanın dengesi, yani davea’lar ile asura’lar ara­sındaki denge, yine bir ritüel olan soma ile, kurban ve sunu törenle­riyle sürdürülür. Soma, yalancı altmmantar ya da falloid mantar ol­ması olası bir bitkinin suyu, yani halüsinasyon yapıcı bir içkidir.8 Bu

8 Bu açıdan, soma üzerine şu kayda değer incelemeyi belirtmek gerekir: Mott T. Greene, Natural Knowledge in Preclassical Antiquity, The John Hopkins University Press, Baltimore ve Londra, 1992. Greene,. Hint’te Soma ve İran’da Hrıoınn diye adlandırılan ve dinsel törenlerde içilen, toplu zehirlenmelere yol açan ve Hint-lran Vedacılığında başat bir yer işgal eden içeceğin Özel bir bit­kiden değil, fakat halüsinasyon yaratıcı aynı özelliklere sahip çeşitli bitkiler­den çıkarıldığını kanıtlar. Esas bitki bulunamadığında kullanılacak bitkilerin listesini Vedalar’ın verdiğini saptar. Bu içkiyle ilgilenmiş çok sayıdaki botanist araştırmalarında bu içeceğin “asclepiade” birası ya da ravent şarabı olduğunu ileri sürdüler. Fakat öyle gözüküyor ki, özellikle R. Gordon Wasson’un kla­sik incelemesi, “Soma: Divine Mushroom of Immortality”den bu yana bu iç­kinin, suyunda güçlü bir halüsinojen madde bulunan bizdeki yalancı altm­mantar olduğu bellidir. Greene bunun belki de çavdar kılçığından çıkarılan “ergotin” olduğunu ileri sürer; bu, çok güçlü bir başka alkoloiddir ve çok ünlü Loudun Şeytanları olayında Loudun rahibelerinin, rastlantı sonucu maruz kaldıkları ünlü taşkınlık krizlerinin nedenidir.

70

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

arada, dinsel ayinin anlamı da artık değer görmeye layık olur: Dün­ya, insanın belirli tarihlerde ve ritüel olarak kendini sarhoşluğa ver­mesi koşuluyla vardır, sarhoşluk da insanı tanrıların doğasına katar. Yunan mysterionlarmm temel ilkesi budur. Fakat bu aynı zamanda Yahudilerin tepkisine de yol açacak şeydir; bu tepkiyle, Nuh’un mitik hikâyesinde çok açıkça görüldüğü gibi sarhoşluk lanetlenir. Ariler, her durumda, İçkiyi küçümsemiyorlardı, çünkü, soma’mn yanı sıra dinsel değeri olmayan sura’yı da kullanıyorlardı.

IÖ V. yüzyıla doğru Vedacıhk, İran’da olduğu gibi, düşüş göster­meye başladı. Gerçekte bir belirsizlik içerisindeydi. Artık tanrıların adlan, kimlikleri ve rolleri gerçek anlamda bilinmiyordu. En üstün tanrı Pracapati miydi? Öyleyse niçin onu Hiranyagarba ve kimi za­man da Brihaspati diye adlandırıyorlardı? Ayrıca, o gerçekten her şe­yin ve her olayın en üstün tanrısı mıydı yoksa sadece yaratıkların tanrısı mıydı? Güneş Tanrısı Surya’dan ve Ateş Tanrısı Agni’den üs­tün ya da onlara denk miydi? Tanrılar farklı kendilikler miydi yoksa tek bir gerçekliğin tezahürleri miydi? Veda ilahilerine göre inanılacak olan bu sonuncu yorumdur: “Gerçek birdir, ama bilge insan farklı adlarla çağırmayı öğrenir.” (X: 129, 2). Ve, ayrıca: "Rahipler ve şair­ler, tek olan gizli gerçeği sözcüklerle çoğaltıyorlar.” (X: 114)9

Kuşkusuz, ne tek Tanrı vardı, ne tek Şeytan. Çünkü Vedacılığın karşı-tanrıları Modern Batı’da bizim anladığımız anlamda cin olma­dıkları gibi Şeytan hiç değillerdi: Bunlar “sadece” karşı-iktidarlardı. Dumezil bunların “en başcinler” ve başmelekler olduklarını özellikle belirtir.10 Tektanrıcı dinlerde ve özellikle Yahudi tektanrıcılığmda iz­leri kalacak temel bir noktadır bu: Lucifer (bunun, güneş batarken gö­rülen Venüs gezegeninin eski adı olduğunu hatırlatalım) bir başmelekti ve öyle de kaldı. Gerçekten de, Yahudilik, teolojisinin önemli

9  The Rig Veda, a.g.e.

10 Georges. Dumezil, Les Dieux souverains des Indo-Europeens, Gallimard, 1977.

71

ŞEYTANİN GENEL TARIHÎ

bölümünü İran aracılığıyla Vedacılıktan ödünç almıştır.

Vedalar’m tarihi belli değildir, ama en azından ihahilerinden biri­nin tarihsel bir dönemi yansıttığı kabul edilmiştir. Bu ilahi, Hint ta­rihinin tanrıların belirsiz ve çokanlamlı karakteri karşısında inananla­rın çaresiz kaldığı bir döneminde ifade edilmiştir: “İndra kimdir? Kim görmüştür onu? Armağanlarımızı hangi tanrıya sunacağız?” (Meçhul Tanrı ya da Altın Embriyon,” X: 121.)” Bu dönem, lö V. yüzyıla doğru meydana gelmiş olan Vedacılığm çöküş donemidir.

Ama Hint Vedacıhğının tüm gelişimi boyunca insanın dünya kar­şısındaki temel kuşkusunu öne sürmekten geri kalmadığını belirtmek gerekir. Veda döneminin sonu, şekillenen kuşkuculuğun bilinen ilk başlangıcıdır: Sonunculara, yani Vedalar’m en son bölümleri olan ve Vedanta1 da denen Upanişadlar’a göre hakikat bilinemezdir ve dinin hedefi insan ruhuna huzur getirmektir. Genellikle. Vedalar’mkinden farklı kabul edilen, bu kuşkuculuk yine de Vedalar’m vardığı noktadır, çünkü evrensel kuşku Nasadiya’nın başlangıcında zaten mevcuttur:

“Kim bilir gerçekten? Bunu kim burada ilan edecektir?... Yaratılış nere­den kaynaklanır? Tanrılar bu evrenin yaratılışından sonra gelmişlerdir. O halde evrenin nereden doğduğunu kim bilir?” (X: 129, 6).

Bütün Veda öğretisine “kim bilir?” anlamına gelen “Kt> veda?” damgasını vurmuştur. Ne var ki kuşku Upanişadiar’da çok daha belir­gindir. Veda panteonu burada üstünlüğünü kaybeder: Bu aşağı dünya­da hiçbir şey açıklanamaz. Tabandaki ilke olan madde, dirimsel gö­rüngüleri açıklamaz. Kendilikler tanımlanamazdır. Tin, mantıksal gö-1 rüngiileri açıklayamaz ve nihayet, mantık Varlığın yüksek görünüm­lerini açıklamakta güçsüzdür/ Varlık, durumlarının toplamına indir­genemez ya da Varlık, (Vedacılıkla ilgilenmiş olan) Heidegger’in çok sonraları söyleyeceği gibi, Oradaki-Varlık değildir. Varlık değişme-

11 The Rig Veda, a.g.e.

72

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

yen ve kalıcı bir kendiliktir, Evren’in özüyle özdeş olan Atman, Brah­man, yani en yüksek ve tek mutluluk, Evren’in bütünsel ve nihai açıklamasıdır. Tat twam asi: “Bu sensin.” Evren’in özü tanım gereği bilinemez olduğundan Varlık da bilinemezdir. Çember kapalıdır. Asla bir şey bilemeyeceğiz.

Fakat, Brahman tek ve ^tüm gerçek olduğundan ikicilik terk edil­miştir; Upanişadlar’daki hakim unsur budur. Mutluluk, ananda, Kö­tülüğü içeremez. Demek ki Kötülük yoktur, olamaz; dolayısıyla cinlerin ya da Şeytan’ın olmaması için de daha güçlü nedenler vardır; bunlar yanılsamadan başka bir şey değildir. Bu temel bilgi daha sonra Vedacılıktan türeyecek bütün dinleri koşullayacaktır; ve Hint, kültü­rünü Asya’nın bütününe yaydığından, Şeytan’ın Asya’da bilinmediği, insan ruhundan esinlenmiş bir kurgudan başka bir şey olmadığı söy­lenebilir.

Upanişadlar’da ve ikiciliği reddinde, ilk haliyle Vedacılık, tanrıla­rın maskesini atarak kendi maskesini de fırlatıp atmıştır: Maskeler insan tarafından yaratılmış ve bilinmeyene asılmış yapay yüzlerden başka bir şey değildir.

Veda panteonunun çöküşüne yol açan -Avrupalı terimlerle“bula­nıklık,” tartışma götürür bir şey değildir. Hint din felsefesinin güçlü­ğü de pek tartışma götürmez. Hiç kuşku yok ki bu, metafiziğin ince­liklerinden kopmuş okumuşlara ve meditasyona dalan zihinlere dö­nük aristokratik bir felsefedir. Prenslere yaraşır “neşeli ehli keyifler” olan IÖ XV. yüzyılın Ari istilacıları, gerçekten de, yüzyıllar boyunca öyle nitelikli entelektüel seçkinler yaratmıştır ki, Vedacıhğm çökü­şünden otuz yüzyıl sonra bile, Batı felsefesi Vedacılığm ortaya attığı Varlık sorusuna12 katkıda bulunamamıştır. Rahiplerin, b rahmanların

l2Eserinin büyük bölümünü Kendinde-Varlık ve Oradaki-Varlık çözümleme­lerine adamış olan Martin Heidegger’in yaşamının sonuna doğru Doğu felse­felerini incelemeye yöneldiği bilinmektedir.

73

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

yüksek bir aristokrasi kastı oluşturmuş oldukları kolaylıkla kavranır. Halkın da kolaylıkla erişilebilir kavramlara, büyüye yatkın olduğu kavranır, ama bu inançlı insanların onbeş yüzyıl boyunca alıştıkları şeyi birden neden bıraktıkları sorulabilir. Yine de bin beşyüz yıl, bir panteonun “güvenilirliği’nin farkına varmak ya da varmamak için ye­terince uzun bir süredir; hele bu panteon, tüm diğerleri gibi halktan doğmuşsa.

Bu sorunun yanıtı, öncelikle yukarda belirtilen ritüellerin eskime­sinde yatar. Gerçekten de Veda panteonu kaybolmamıştır; eski tanrı­lara saygı gösterilmeye devam edilir, ama ibadetler köhneleşmiştir. Yanıt, Hint’in Vedacı döneminden epik dönemine kadar Vedacılıktan doğan toplamların evriminde de yatar. Bu noktada, yukarda sergile­nen genel tabloyu daha ayrıntılı olarak yeniden ele almak gerekir.

Hint Yarımadası’nın. kuzeyine açıldıklarında Ariler aristokratların yönettikleri savaşçı çeteler ya da kabilelerdi. Başlarında prensler, racalar bulunuyordu ve kabile konseyleri olan sabhalar ve samitiler prenslerin iktidarım dengeliyordu. Bu kabilelerin en ünlüsü Bharata’dır.Vedalar bize Arilerin özlü ama çok renkli bir tablosunu çizer­ler: Bunlar neşeli ehli keyiflerdir,13 dolayısıyla çiftçi ve hayvan yetiş­tiricisi oldukları kadar seçkin savaşçılardır da, müziği (“flüt, lut ve arp çalıyorlardı”1'1) ve dansı seviyorlardı, doğal olarak alkole ve bü­yük olasılıkla kadın güzelliğine de değer veriyorlardı. Küçük köyler­de yaşıyor (onlara ait 'bir başkent ya da şehir bilinmemektedir), ge­çimlerini tarım, ve hayvancılıktan -sağlıyorlardı, savaştan savaşa gidi­yorlar ve fırsat oldukça içki âlemleri düzenliyorlardı. Bu, ayrıca, di­ğer Hint-Avrupalılarda, Keklerde de rastlanılan bir şemadır.

13 Bu terimler Buda’nm yaşamının birinci döneminin olgularından alınmadır. “Neşeli alemcilerin inanç değiştirmesi,” Bhadravadin’lerin, yüksek sınıftan genç insanları belirttiği sanılır.

14Eliade, Histoire des croycmces et des id^es reîigieuses.

74

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

Ariler önce, günümüzde Hindistan-Pakistan sınırı arasında kalmış olan Pencap’a, “beş nehir ülkesi”ne yerleştiler. Bazıları efsanevi Sarasvatı bölgesine -kutsanarak hitabet, bilgi ve bilgelik tanrıçası olacak olan, olasılıkla, günümüzdeki Sarsuti nehri bölgesinekadar Doğu’da macera aradılar. Bölge daha sonra Budizmin en kutsal bölgesi olacak­tır.1"’ Yaşamlarını tarım, hayvancılık ve savaşla geçirerek hâlâ kabile halinde yaşamaktaydılar.

Ama zamanla imparatorluklar kurulur. Ariler, günümüzdeki Racasthan denen Kurular ülkesine doğru inerler ve Delhi yakınlarında bilinen ilk başkentlerini kurarlar. Hanedana dayalı gerçek bir politik iktidar örgütlenir ve o dönemde din olmadan politika olmadığından, çok belirsiz olan Vedacılık ilk reformlara maruz kalır. Ardından, Ku­rular İmparatorluğu çöker ve Ganj Vadisi’ne, yani doğuya doğru inen bir kısım Ari, yolları üzerinde bir dizi başka imparatorluk kurarlar, bunların merkezleri Kosala, Videha, Kasi’dir; okyanus kıyısına doğru inen diğer bölümü ise Ujjain’e vararak iktidarını ticaret kapılarına ka­dar yayar.

Demek ki Ari olan Hint’in büyük bölümü politikleşmiştir. Hem belirsiz hem de kemikleşmiş bir dinin ortaya koyacağı bir şey olma­dığından Vedacılık reform çağrısı yapar. Ve, çarpıcı nokta, bu reform yaklaşık olarak İran’daki reformla aynı dönemde meydana gelir; İran’da bu reformu ÎÖ 600’den itibaren gerçekleştiren Zerdüşt; Hint’te. ise, yaklaşık 570’ten İtibaren Vardhamanna ve 560’tan itibaren de Buda’dır. Her iki yerde de genel durum aynıdır: Merkezi bir politik iktidar oluşumu. Ama, önemli ayrım, Hint Vedacılığınm Iran’dakinden farklı bir yol izleyeceğidir.

Değişimin, tanrıların "reenkarnasyon” u yönünde gerçekleştiği ha­yal edilebilse de durum hiç de böyle değildir. Şaşırtıcı bir silkinişle

15Waker A. Faiservis, Jr., The Origins of Oriental Civilization, The New American

Library, Mentor Books, New York, 1959.

■75

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Vedacılık tanrıcılığın son kalıntılarından kurtulur ve entelektüelizmini güçlendirir. Epik dönemde, Vedacılığm yerini alan ve dinsel yönü çok az olan üç düşünce sistemi ortaya çıkar.

Birincisi materyalizm ya da lokayata’dır. Algı, bilmenin tek kayna­ğıdır ve algının gerçeklikten bilebileceği her şey maddidir. Zekâ ek­siktir ve ayırt ettiğine inandığı benzeşimler ve evrensel ilişkiler rast­lantısaldır. Bilinç, maddenin bir işlevidir, ölümden sonra yaşam yok­tur ve ruh da bedenle birlikte ölür. Dünya kendi kendine yaratılmış­tır ve tanrısallık, bilgisizlik ve yetersizlik nedeniyle kabul ettiğimiz bir mittir. Etik yoktur, içkin etikse hiç yoktur, çünkü kusur ve er­dem yalnızca birer sözleşmedir. Burada Yunan kiniklerinin bir yansı­sıyla karşılaşıldığı samlabilir.

İkinci sistem Buda’nm çağdaşı olan ve garip bir şekilde Batı’da bi­linmeyen, felsefi görececiliğin kurucusu, yukarda bahsettiğimiz Vardhamanna’nın yapıtıdır ve Caynacdık denir. Caynacıhk, her biri bir fi­lin farklı yerini tutan ve her biri hayvanı tanımlamaya çalışan altı kö­rün hikâyesiyle özetlenebilir. Kulağım tutan bunun yumuşak bir yel­paze olduğu, ayağım tutan bir direk olduğu, vs. sonucunu çıkarır.

Caynacı doktrinin bakış açıları ya da nuya’lar her bilginin görece olduğunu ve şeylerin karmaşıklığı verili olduğundan bir şeyi ne onaylayabileceğimiz! ne de inkâr edebileceğimizi öğretir. Caynacıhğın dünyayı sınıflandırdığı kategoriler temel kategorilerdir: Canlı ve cansız nesneler, ilk madde ve akışkan madde, hareketli nesneler ve hareketsiz nesneler... Akışkan madde ya da karma evreni doldurur ve evrenin onunla ilişkisinden ruh nüfuz eder. Karma’mn yapısı öyledir ki her değişme oraya kalıcı olarak dahil olur ve kişisel yansımasında her birinin yazgısını belirler. Bu, Upanişadlar’ın gecikmiş Vedacılıgmdan doğrudan doğruya türeyen bir fikirdir ve XX. yüzyılın başın­dan itibaren Batı’da, örneğin Paul Bourget’nin günümüzde unutulmuş romanı Edimlerimiz Peşimizden Gelir'de olduğu gibi çeşitli yankılar bul-

76

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

muştur.

Caynacıhkta, 2500 yıl eskiye dayanan ve bir o kadar da ilginç bir sezgiyle karşılaşıldığını belirtmek gerekir. Bu sezgi dünyanın iki bi­çim altında, atomlar ve bizim molekül diye adlandırdığımız çeşitli atom kombinasyonları biçiminde var olduğu ve “homojen [atomların] çeşitli bileşimlere uygun olarak farklı elementler meydana getirdikleri”dir;lc bu sezgi Batı fiziği tarafından ancak XVIII. yüzyılda doğru­lanmıştır.

Caynacıhkta -ruhlar, zor bir yaşam sayesinde “tanrısal bir statü”ye17 erişebilseler detanrı yoktur. Bu “statüde” Karma’nm İmhası­na ulaşılır ve yeniden doğuş ve dolayısıyla yeni ve zahmetli ruh göç­leri engellenmiş olur. Demek ki Caynacıhkta $eytan da yoktur, ama Cayna göreneğinde etik yine de önemli bir.yer tutar. Gerçekten de bu dinsel hareket daima var olmuştur ve dogmatik olmadığından, birbi1 rinden oldukça farklı beş kastı içerir.18

Epik dönemde ortaya çıkan üçüncü düşünce sistemi Budizmdir.

Etkisi, Zerdüşt’ün etkisinden daha büyük değilse de onunla kıyaslana. bilen ve belki de insanlık tarihindeki tüm dinsel kişiliklerin en büyü­ğü olan bir büyük reformcunun (Vedacılık reformcusunun), Schopen-

16“Hint Felsefesi,” Encyclopaedia Britannica, 1962. Hindistan’ın eski başkan yar­dımcısı ve Oxford Üniversitesi’nde eski etik ve Doğu dinleri profesörü Sarvepalli Radhakrishnan’ın kaleme aldığı bu makale, çok zengin bir kaynakçayla birlikte konu hakkındaki kayda değer sentezlerden biridir. Bu kitap, Hint’­teki'dinlerin genel tanımına kaynaklık etmektedir.

17A.g.e:

18Nalini Balbir, “Caynacıhk," s. 88 ve 350-1, “Büyük Dinler Atlası," Encydopaedia Universalis, 1988. Hint nüfusunun % 0,48’ini oluşturan (1981 sayımları­na göre Hint nüfusu yaklaşık 650 milyondur, dolayısıyla Caynalar 3,5 mil­yondan azdır) Cayna cemaati I. yüzyıldan beri iki temel gruba bölünmüşler. dır; keşişlerin beyaz giydikleri diganıbara’lar ve en resmi keşişlerin çıplak ol­dukları Sveta mbara’lar. Bu sonuncu kast da VII. yüzyıldan itibaren putpe­restler ve putperest .olmayanlar şeklinde ikiye bölünmüştür. Caynalar cinsi­yet eşitliğine saygı gösterir.

77

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

hauer’in deyişiyle insanlığın üç büyük filozofundan biri olan, yani tıpkı Kouroi’nin gülümsemesinin Yunan sanatının yakasım bırakma-' ması ve Mona Lisa’mnkinin de Batı mutluluğunun betimlenemeyen ta­rihine musallat, olması gibi, gülümsemesi dinler tarihine egemen olan Buda’nın19 öğretisinden kaynaklanır.

Şeytan’m doğuşu ve nedenleri üzerine ister istemez sınırlı bu araş­tırma çerçevesinde, ÎÖ 563’te, bugünkü Hindistan ve Nepal sınırların­daki Sakya krallığında bir kralın oğlu olarak doğan Budanın macera­ları, özel olarak Rokayata materyalizminin ve genel olarak Caynacılığm kopuşunu yalanlar gibidir. Çünkü, bizim Şeytan’ımızm en net be­lirtisinin Mısır’ın Seth’inden sonra burada bulunduğuna inanılabilir. Gerçekten de, onu bir iskelete döndürmüş ve ölümün eşiğine kadar götürmüş olan altı aylık bir orucun ardından, henüz bir çömez, “do­ğacak Buda” ya da bodhisatva olan Gautama,20 bir incir ağacının altına oturmuş aydınlanmayı beklerken, Papimant da denen Kötü Mara, yani Kötücüllük, Ölümün Kişileşmesi, kötülük yapıcı ruhlar sürüsünün başında ona yaklaşır. Buda’ya yönelttiği kışkırtıcı söylem özünde kö­tü değildir. Gautama solgun dururken Mara onun karşısında belirir ve şöyle der: “Yersel ve göksel bağlarla bağlısın, her türden bağla bağlısın. Ey çilekeş, sen özgürleşemezsin.”21 Kuşkusuz bu, biraz da, Şeytan’m İsa’ya çölde çektiği söylevin önbelirtisidir. Bu söylemin an­laşılması için, Hıristiyanlıkla hiç ilgisi olmayan kendi bağlamına ye­niden yerleştirilmesi gerekir. Gerçekten de bu, algının olmadığı, ama algı-olmayanın da olmadığı üst durum, Hiçlik alanı ya da akincanayatana; kısacası mutlak hakikat ya da nirvana; varlığın yeniden doğmak l9Prederic Morin ile söyleşi. Diğer ikisi Platon ve Kant’tır.

20Gautama, “tarihsel Buda Çakyamuni’nin ait olduğu klanın adıdır ve eski me­tinlerde de bu adla geçer.” Andre Bareau, En suivant Bouddha, Philippe Lebaud Yayınlan, Paris, 1985.

21 A.g.e.

78

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

ve acı çekmek zorunluluğundan kurtulduğu durum olan Buda’nm ara­yışına karşıt olmalıdır. Oysa bu durum, Mara’nm bodhisatva’yı, kop­manın olanaksızlığını göstererek sürüklemeye çalıştığı yeryüzündeki varoluşa özünde karşı durur.

Burada Upanişadlar’ın Vedacılığı tarafından terk edilmiş ikiciliğin görünüşte yeniden ortaya çıktığı görülür: Kötülük vardır ve insan ru­hunun bir yansısı değildir. Bu ikicilik, yeryüzüne ait olan her şeyin kötü olduğunu ileri süren Gnostik düşünceye.yaklaşır (aslında köke­ninde bu düşünce vardır). Gerçekten de Mara, Buda’yı suça, sefahate ya da hırsızlığa itmez; sadece yaşamaya iter ve Buda yaşamakla “kö­tüdür. Mara bir şeytan değildir, Şeytan hiç değildir, meğer ki bizim Hıristiyan kavramlarımızla kıyaslamalar çok uzağa götürülmesin: O, Ölüm tanrısıdır, çünkü yaşayan her şey ölmeye çağrılıdır ve her ya­şam başlangıcından itibaren ölümün tohumunu içerir. Yaşamak, de­mek ki ölmeye hazırlanmaktır. Buda’ya bağlarından kurtulamayacağı­nı hatırlatmak, cesaretsizliğe, ışıksız insanların kaba yazgısına boyun eğmeye, yani ölüme karar vermeye kışkırtmaktır.

Ama, on büyük erdemle ya da paramha’Iarla desteklenen Gautama, Mara’ya şu yanıtı verir: “Tensel istekler senin ilk silahındır, İkincisi yüksek bir yaşamdan iğrenmektir, üçüncüsü susuzluk ve aç­lıktır, dördüncüsü arzudur, beşincisi uyuşukluk ve tembelliktir, altıncısı ödleklik, yedincisi kuşku, sekizincisi ikiyüzlülük ve inattır, dokuzuncusunu meydana getiren kâr, övgü, şeref ve sahte zaferdir ve onuncusu kendini önemseme ve başkalarını küçümsemedir. İşte senin silahların, Mara. Hiçbir güçsüz insan onları yok edemez ve bununla birlikte mutluluğa ancak onları yok ederek erişmek olanaklıdır.” Ma­ra IÖ 528 Mayısında bir dolunay gecesi en büyük yenilgiye uğradı. Gerçekten de, uyanık geçen üçüncü gece boyunca, saat ikiden altıya ilerlerken Gautama, Dört Soylu Hakikat’e erişti; artık bu dünyanın kışkırtmalarının erişemeyeceği biri olmuştu. Yine de Mara, birçok

79

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

kez Buda’dan intikamını alacaktır. Sonuncusu en başarılı olandır, çün­kü Buda sonunda ölür.

Buda’nın tarihsel gerçeği ve tarihler önemli değildir. Buda’mn ki­şiliğinin tarihsel olarak yeniden inşası çabalarının boşunalığı üzerine Lamotte’un22 klasik incelemesinden bu yana böyle bir çaba pek denen­miş gözükmemektedir. Zaten bu bir işe de yaramaz. Çünkü IV. yüz­yıldan itibaren Çin, Kore, ardından Japonya, Sumatra ve hatta çok da­ha katı geleneksel bir din kuralınım geliştirildiği Seylan’a kadar uza­nan May abana akımının “geniş”. Budacılığı çok sayıda Buda olduğunu ileri sürmektedir. Kimilerine göre beştir (Vairokana, Aksobhya, Ratnasambhava, Amitabha ve Amogasiddhi), kimilerine göre de önceden yirmi dört kimliği vardır. Aslında birbirleriyle asla mücadele etme­yen birçok Budacıhk biçimi vardır, herkes için bir Budacılık olduğu söylenebilir. Öğreti ise aynı kalır: Merhamet ve bu dünya karşısında mesafe.

Budanın Mara’yla ilk çatışmasının ardından karşılaştığı Uruvilva’lı Acımasız Naga da Şeytan değildir. O, ejderhaların yeğeni olan, Uruvilva’da bir evde oturan ve kendi evinde ona hakim olmak isteyen Buda tarafından kışkırtılacak efsanevi bir kobradır. Buda, gövdesi dimdik ve bacakları kavuşmuş halde eve yerleşir. Buda’yı görür gör­mez Naga duman tükürür, buna karşılık Buda da duman tükürür. Sonra Naga alev tükürür, Buda da alev tükürür. Evden duman ve alev çıktığını uzaktan görenler endişelenirler. Ama karşılaşmanın sonucu­nu öğrendiklerinde, Buda, doğaüstü gücü sayesinde, Nagayı itaate mecbur etmiş ve bir tasın içine çöreklemişti. Buda, Aziz Georgios mitinin, Cyclope’un gözünü oyan Odysseus’tan Andromeda’nm bekçi­si ejderhayı öldüren Perseus’a kadar ünlü canavarları yenen bütün kahraman mitlerinin barışçıl önbelirtisidir. Bu, madde üzerinde zafer

22Etienne Lamofte, “La legende du Bouddha,” Revue de l’histoire des religions, no 134, 37-71, 1947-1948.

80

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

kazanan ruhun simgesidir.

Eski Budizm öğretisini yayan okul olan Theravada’ya göre kozmo­lojide “Şeytan-Efendi” de yoktur. Üç evrenin alt alanı olan Arzu ala­nında beş altı tür yaratık vardır; yarı-tanrılar, insanlar, iblisler ve Paskalya Adası’ndakileri kısmen hatırlatan, bir deri bir kemik, aç ha­yaletler. Bu çeşitliliğe Sharvastivada, Sautrantika, Mahİsasaka, Dharmaguptaka, Sammatiya, Vinaya, Mahasanghika, Lokottaravada, Satyasiddhi adı verilir. Bizimki gibi başiblisleri de yoktur. Budanın Mara üzerindeki zaferine Asya’daki farklı Budist geleneklerde; Hindistan’da, Seylan’da, Çin’de ve Japonya’da verilen öneme rağmen, aslında tıpkı tanrılar gibi iblislerin de ancak aşağı alanda, yani Arzu alanında ka­lındığı sürece var oldukları kabul edilir. Zaten büyük tefekkürcüler tanrılara da iblislere de inancı reddetmeyi buyururlar. Budizm, özün­de, Nirvana’ya götürmesi gereken ardışık arınmalar öğretisi olduğun­dan, tektanrıcı dinlerde tanrılara ve iblislere atfedilen aşkın ve metafi­zik özün bir Şeytan’a, şeytanlara ya da tanrılara verilmesi söz konusu olamaz:. Bunlar gerçek, ama olumsal kendiliklerdir. Hinduizmden ödünç alınan ve bizim Yaratıcı Tanrı’mızla kıyaslanan Brahma bile ezeli değildir: Her döngünün başında ilk ortaya çıkacak, sonunda son yok olacak odur. Demek ki tanrısallık da ister cehennemi olsun ister göksel, geçicidir.

Budizmde Tanrı-Şeytan çelişkisi olmadığı gibi bu çelişkinin anla­mı da yoktur; teolojik bir değişimin öğretici örneği: Tibet’te, Budizm tarafından VIII. yüzyılda tahttan indirilen eski tanrıların aksi iblislere dönüşebilecekleri kabul edilir, bunları yenilgiye uğratabilecek olan yalnızca eski büyücüler ya da bon’lardır. Vedacılığm Zerdüştçü re­formunda gerçekleştirilen panteonun yeniden düzenlenmesinin bir de­ğişkesidir bu;23 yine de bu durumda, yeniden örgütlenme dışlama yö23Bkz. 5. bölüm.

81

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

nünde değil bütünleşme yönünde gerçekleşir. Tibetli Budistler, Çin’dekiler gibi, yabancı tanrıların öfkesine karşı yalvarmak için di­ğer dinlerin tapınaklarının yanında küçük tapmaklar inşa ederler. As­ya, daha o dönemde örnek bir dinsel hoşgörü toprağı olarak görülür: VIII. yüzyılda Budizm, Japonya’da yerel Şintoculukla rekabete girdi­ğinde (rekabet oldukça incelikliydi, çatışma olmadı, din savaşma ben­zeyen hiçbir şey yoktu, Şintocular Budist tapmaklarda küçük kiliseler kurdular ve Budistler de aynı şeyi yaptılar) ve din adamları “iyi” din üzerine kendilerine soru sormaya başladıklarında İmparator Şomu düşünde, Güneş Tanrıçası ve hanedanın kurucusu tanrıça Amaterasu’yu gördü ve tanrıça Japonya tanrıların toprağı olduğundan hepsine saygı gösterilmesi gerektiğini, “beşli”nin ilki olan Buda Vairocananın onlarla aynı doğada olduğunu söyledi.24

Peki ama suçlu ruhlar kimdi? Eğer, tamamlanmamış bazı yaşam­ların sonu olan cehennem varsa bile ezeli değildir çünkü reenkarnasyon döngüleri oradan çıkaracak şekildedir. Hiçbir suç, en mahkûm edilebiliri olan babayı öldürme bile, ezeli “lanetlenme ”yi (Budizmin kavrayamadığı terim) haklı çıkarmaz. Pali din kitabı Sutta Pitaka'nın otuz iki metnini içeren üç büyük "sepet”ten birinin kitabı olan "Hort­lak Hikâyeleri” ya da Pettavathu, suç işleyenlerin gittikleri korkunç yerlerin tariflerini içerir.25 Bunlar yine de bizim anladığımız anlamda nihai cehennemler değil, araflardır. Her durumda ve mantıksal ola­rak, kötülük ezeli olmadığından cehennemler de ezeli olamaz, çünkü ilk günah yoktur, insan Kötülük denen bu yüksek hayal gücü ürünün­den sorumlu değildir. Böyle bir sistemde Şeytan, elbette hiçbir yere

24 Dinler arası bu hoşgörü, ne yazık ki, Hinduizmin şiddetli gerilimler yaratarak kutsal mekânlarını Budizmin elinden almaya çalıştığı günümüz Hindistan’­ında tehdit altında gözükmektedir. Bunun nedeni bir kez daha sosyo-politiktir: Budistlerin kutsal yerleri aşağı kastlara ve dokunulmazlığı olanlara hoş­görü gösterir.

2j"Buddha and Buddhism,” Encydopaedia Britannica.

82

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

' dahil olamaz, çünkü Kötülüğün metafizik dayanağı ayaklarının altın­dan çekildiğinden dolayı tanrılar kötülüğü tanımazlar ve onu ancak insanlıkla ilişkilerinde ortaya çıkarırlar.

Agnostik sözcüğüne Avrupa’da verdiğimiz anlamda Budistlerin ag­nostik oldukları sonucunu çıkarmakhatalı olur: Evren yaratılmamış olduğundan ve Nyaya Okulu’nun mükemmel beş tasım önermesine26 göre, kendileri de başka nedenlerin sonucu olan nedenlerin art arda dizilişinden başka bir şey olmadığından, yeterince bilgiye sahip ol­madığımızdan dolayı Mutlak’ı bilemeyiz. Budist metafizik yoktur; metafizik asla Budizmin konusu olmamıştır: Budizm bir etiktir, ve Bu­dist öğretinin dışladığı dogmalara değil (aklı yatmıyorsa kimse din­sel bir önermeye inanmak zorunda değildir) merhamete dayanır. Buda tarafından belirtilen kusur ve erdemler, hemcinslerimizle ilişkilerde en üst uyuma ulaşmanın araçlarına gönderme yaparlar.

Demek ki erdemlerin ya da “yüce koşullaf’ın ilki Sanskritçede maitri, Palı dilinde mettra olan merhamettir ve Budistin, kendisi de dahil, herhangi bir kimseyi incitmesini önler. Diğerleri sevgi, başka­larının acısından acı duymak, kendi acı ve sevinçlerine dair soğuk­kanlı olmaktır. Kusurlar ya da (dünyayla kurulan) "bağlar” on tanei dir: Ben’in var olduğuna dair yanılsama, kuşku, çileciliğe yatırım, nefsine. düşkünlük, kötü niyet, yeryüzünde reenkarnasyon arzusu, 1 gökyüzüne varma arzusu, gurur, ahlaka aşırı bağlılık ve kibir. Yeryül zündeki durumlarını bir an önce aşmak isteyen, mutlaklık arayışında 1; olanların sığınağı olan çilecilikteki aşırılıklar, Buda’nın temel ilkeleI rini -bu, bizzat Gautama tarafından öğütlenen orta yoldurbilmemek I. kadar uygunsuzdur.

1 Başka deyişle, mnitri’nin kuşattığı insan, yeryüzünde ya da başka

26Birinci önerme, ses geçicidir. İkincisi, akıl nedenlerin ürünüdür. Üçüncüsü ve örnekçömlekler gibidir. Dördüncüsü -ve uygulamaçömlekler neden­lerin ürünüdür ve sesler gibi geçicidir. Sonuç, ses geçicidir.

83

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

yerde ödül beklemeden ve ummadan merhametle davranacaktır. Bu dünya görüşü tam anlamıyla Batıklaştırılmak isteniyorsa Budistin Qasein ile, yani Heidegger’in “oradaki-varlık”ı ile sınırlı olduğu söy­lenecektir. Ama belki merhamet haddini bilmez bir şeydir. Buda’nın eylemi, öğretisini yaydığı koşullar göz önünde tutulursa anlaşılabilir. Gerçekten de Buda, dönemin dinlerinin iki ucunda, reddedilmiş haki­kati arayan insanlara hitap ediyordu: Bir yanda duyuların yüceltilme­sini öğütleyen Brahmancıhk, diğer yanda, yaşamsal ve hatta zihinsel süreçleri durdurmayı hedefleyen Caynacılık gibi aşırı bir çilecilik.

Buda bir insan olarak ne kadar mitik.olsa da, burada üstünde dur­mayı hak eder. Kendinden önceki inançları aşabilmiştir. Bu inançlar ruhun ölümsüzlüğünü değilse de hayatta kalacağını ileri sürüyorlardı ve köylüler kızgın bir atanın ruhunun gelip domuzlarını ya da tavuk­larım öldüreceği korkusuyla kulübelerinde titriyorlardı; Buda buna son verdi. Budizmde Batılı anlamda ruh yoktur. Başlayan her şey bi­ter ve ruh, yaşamla birlikte başladığına göre onunla birlikte son bu­lur. Kuşkusuz ilaç acıydı ve öğrencileri ruhgöçüne başvurarak bu ila­cı yumuşattılar: Ruhun yine de ölümsüz olduğunu, fakat geçici ola­rak; mükemmelliğe erişinceye kadar reenkarnasyon geçirdiğini ve mükemmelliğe eriştiğinde de büyük Bütün içinde yok olduğunu ileri sürdüler. Bu durumda Budizm ne sinizmle ne de materyalizmle suçlanabilirdi: Madde geçici olduğuna göre ona geçici muamelesi yapılı­yordu. lyi’nin ve Kötü’nün sınıflandırılması isteniyordu; Buda bunları yeryüzü yanılsamalarına indirgedi. Bu katı etik düzenlemede her Şey­tan, hiç kuşku yok ki, günümüzde Perhiz çarşambasının şafağında ko­vulan bir karnaval kişisi gibi kovulmuştur. Hakkıyla kazanılan hazzın doğrulanması bekleniyordu; Bu, Birin yansıyacağı suyu bulandırmak­tan başka bir şey olmazdı. Buda, arzuyu öğütlemedi: Yüksek bir ruh arzu duyamaz. Böylece döneminin tüm dinsel özlemlerine aykırı bir yerdeydi ve -burada Hint övülmelidirkendi bakış açısını, ne kadar

84

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

zahmetli ve ağırbaşlı olsa da dayattı.

Budizme ve üç büyük Budizm sistemine koşut olarak eski Vedacılık yine de varlığını sürdürüyordu. Upanişadlar’m Vedacılıgı ile bo­yun eğdirilen ama ortadan kaldırılamayan Harappa gelenekleri ve el­bette, genellikle kabilesel olan küçük geleneklerin kaynaşmasından doğan Hinduizm diye adlandırılan geniş bir inanç kitlesi içinde mev­cuttu.27 Bunu hemen incelemek gerekir: "Hinduizm” teriminin bir be­timlemeden çök bir dil alışkanlığı olduğu konusunda bütün yazarlar hemfikirdir.28 Gerçekten de, Hinduizmlerden ortak bir inanç gövdesi çıkarmak istenirse, Brahmancıhk, Vişnuculuk, Şivacılık, Tantracılık, Sakticilik, popüler Hinduizm ve Hindu mistisizminin çeşitli biçimle­ri gibi çok sayıdaki akım arasındaki farklılıkların derin ve sayısız ol­duğu görülür. Dahası, Hinduizmler, sayısız yabancı etkiyi içlerine alarak, sürekli yeni dallar yaratarak ve çağımıza kadar çeşitlenerek za­man içinde değişmiş ve yenilenmiştir. Örneğin, “Dağdaki Vaız"ın Mahatma Gandi üzerindeki etkisi bilinmektedir, ama ender bir hoşgörü örneği olarak Hindularm Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlığa geçişe fazla­sıyla hoşgörü gösterdikleri, fakat genel olarak Hıristiyan teolojisini ve dogmalarını, tam da uzlaşmazlıkları nedeniyle reddettikleri pek bi­linmemektedir. Yine de Hinduizmin, üç büyük ustanın, Şankara, Ra27 Campbell, Primitive Mythölogy ve “Hinduizm,” Encyclopaedia Britannica.

^Encyclopaedia Britannica, Hindu sosyolog Mysore Narasimhachar Srinivas, “Hinduizmin tanımı olanaksızdır” isimli makalesinde, bir Hindu’nun ne oldu­ğunu tanımlamanın bile olanaksızlığını şaka yollu belirttikten sonra alçakgö­nüllülükle ve haklı olarak “Hinduizmin tanımı olanaksızdır” diye Saptar! Ba­zdan, gerçekten de, bilim dallarının metinlerin incelenmesiyle tanımlandığım, diğerleri ise geleneklerin incelenmesiyle tanımlandığını düşünürler. Hinduiz­min, en azından, Hint’e etnik aidiyetle tanımlandığı olgusu üzerinde ortak bir anlayış vardır, fakat burada da iddia ılımh olmalıdır, çünkü en azından es­ki istisnalar bilinmektedir: IÖ II. yüzyılda Yunan Höliodore, Vişnu öğrencisi anlamına gelen blıagavata sıfatını aldı ve Samajistler Hindu-olmayanlar dîye kabul edilmek için çabaladılar.

85

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

manuca ve Radhva’nın öğretileri tarafından belirlendiğini kabul etmek gelenektendir.

Vedacılığın ilk haline en yakın Hinduizm olan Brahmancılıkta teo­loji önce bir tek tanrının varlığını öne sürdü. Bu, bizim tektanrıcılığımızın başlangıcı olan hem tanrı hem madde Puruşa’dır. Puruşa’dan Tanrıça Viraj doğdu ve Puruşa da bir kez daha doğdu. Puruşa’nın düş­manı yoktu. Kozmos, Vedacıhkta kendisini tehdit eden dramları bil­miyordu. Ancak Brahmancılık evrim geçirdi ve Hıristiyan teolojisi­nin çarpıcı bir önbelirtisinde Puruşa, insanoğlu Narayana ve Varlıkla­rın Tanrısı olduğu kadar tüm diğer tanrıların da tanrısı olan Pracapati olarak yok oldu. Böylece hem Tanrı hem de cisimleşmiş oğlu oldu. Bütün yaşam biçimlerinden farklılaşarak yaratılmış olduğundan tapın­ma töreninde bütünlüğü bozuldu, yeniden bütünleşti ve eridi. Yani ta­pınmanın kendisi tanrısallıktı ve tanrısallığın tamamlanması tapınma­yı sürdürüyordu.

Brahmancılıkta da, tektanrıcı dinlerin tanımladıkları şekliyle Kö> tülük, yani hatalı bir davranış yoluyla dünyanın düzenini bozma is­tenci yoktur. Mutlak İyilik gibi Mutlak Kötülük de ölümlülerin erişe­bileceği bir şey değildir; mutlak iyilik tapınma kurallarına uyulmuş olmasını ödüllendirirken mutlak kötülük de uyulmamış olmasını ce­zalandırır; Hinduizmin bu yanındaki aşırı biçimcilik buradan kaynak­lanır. Örneğin hastalık ya da ani ölüm, ritüel bir ihlalin sonuçlarıdır. Bu ihlal bir kurban töreni protokolünde ya da bir dua okunmasındaki hata olabileceği gibi bir cesetde dokunmak da olabilir. Bu durumlar­da, tanrı rızası için yeni bir kurban sunulmadıkça, normalde iyi yü­rekli, kötülüğü yiyip yutan ateş tanrısı Agni ya da denge tanrısı Varuna gibi tanrılar, intikamcı tanrılar haline gelirler.

Bu durum önemlidir, çünkü, Vedacıhkta olduğu gibi, art arda reenkarnasyonlar sırasında dinsel değerlerin kaybı anlamına gelen en kötü mutsuzluğu önleyebilecek tek şey, tapınma kurallarına titizlikle

86

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HÎNT

uyulmasıdır. Diğer Hinduizmlerde olduğu gibi Brahmancılıkta da bir yenilik olan ve Upanişadlar’ın Vedacılığmda zaten var olan reenkarnasyona inanç gelişmiş ve çeşitlenmiştir. Herhangi bir kimse, taşıdı­ğı ya da kaybettiği değerlere göre, bir farede (Hindularm ayrıca çok zeki buldukları bu hayvan karşısındaki saygıları buradan gelir), bir inek ya da başka bir insanda reenkarnasyona uğramış olabilir. Önem­li olan, bir insan yaşamında birikmiş üstünlükleri kaybetmemektir ve Upanişad’m ya da Bhradaranyaka denen kutsal kitabın öne sürdüğü gibi bu da ancak yine ritüelin oluşturduğu kozmik bağlantının bilin­mesiyle mümkündür. Bu kitabın1 talimatları ritüel katışıksızlık, kuş­kulu rastlantılardan kaçınmak ve dinsel yasaya, yani dharmn’ya saygı­dır. Bu üç şey, inanan kişiye “kesin” bir dünya, yani loka ile birlikte sorunsuz bir reenkarnasyon olanağı sağlar.

Vişnuculuk, araştırmacıyı Hinduizmin karmaşıklıklarına daha do­laysız sokar. Gerçekten de, Vişnu tanrısına ve onun on cisimleşmiş şekline tapınmanın Batılı bir zihin tarafından anlaşılması, ancak Evre­nin Yaratıcısı Tann’nın, yani Isana ya da diğer adıyla Brahman’ın, Brahma, Vişnu ve Şiva’dan oluşan bir teslisde, yani Trimurti içinde oluştuğunu bilmesiyle olanaklıdır. Ama bu noktada, Batılı zihniyet şaşkınlığa düşebilir, çünkü, bazı değişkeleri içinde, Vişnuculuk, Vişnu’nun ilahi birliğini ileri sürer ve üç büyük tektanrıcılığa, özellikle Hıristiyanlığa şaşırtıcı ölçüde yakın tektanrıcılık biçimlerinden birini XII. yüzyılda ortaya atar. Hinduist reenkarnasyon takıntısını ilk kez aşan ve Tann’nın, yani söz konusu durumda Vişnu Vithoba’mn, yani evrenin ve her şeyin azledilemez nedeninin kurtuluşun tek kapısı ol­duğunu öne süren, Hindu düşünürü ve Hinduist, Hint’in güneyinde baskın olan Srivaisnava eğilimli Vişnucu Ramanuca’dır. Bundan dola­yı, VII1-IX. yüzyıldaki Birci teoloji uzmanı Şankara’nın kişisellikten uzak teolojisini reddeder ve kendi öğretisini ve üç büyük yorum yapıtını, kişisel bir tanrıya ilişkin Hıristiyan olmayan ilk bakış açısı-

87

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ııı kendi manastırında uygular. Aynı vesileyle, yaratılışın asla mutlak bir şekli olmadığını, Tanrı Vişnu’hun maddileşmediğini, her türlü maddeden kökten farklı olduğunu ve mükemmelliği içinde bütün can­lı varlıkların, bilinçlerinin ve hatta bunların "üstün” durumlarının, (bir başka çarpıcı belini olarak bu bakış psikanalitik kuramların belirtisidir) ruhlarının tümlüğünü oluşturduğunu öne sürer.

Bu Tanrı-Madde ikiliği Hıristiyanlıkta gizliden gizliye görülen ikicilikle karşılaştırılamaz, çünkü bu görüş Tanrı’nın maddi olmadı­ğını ve cisimleşmediğini öne sürer; bu haliyle daha çok Hıristiyan ve Yahudi Gnostiklerine yakındır. Gerçekten de, maddi olan hiçbir şey ilahi değildir, dolayısıyla kötüdür. Ama Tanrı’nın bir melek, düşmüş bir tanrı ya da başka bir şey olarak bir düşman olduğunu da ileri sür­mez. Vedacılığa bağlılığı içinde Tanrı’nın Tesniye’nin "kıskanç Tanrı”sı olmadığını, sayesinde insanın mükemmelce gelişip yanlış olanı reddedebileceği, iyi yürekli bir Tanrı olduğunu ileri sürer. Başka de­yişle, birey ya bilgi tarafından kutsallaştırılmıştır (bu bilgi, çile dı­şında, bir lütufla bahşedilir ki, bu tanımının Janseniusçu lütufla ben­zerlikleri şaşırtıcıdır) ya da yoktur. Ramanuca’nın öğretisi yalınlaştırıldığında ya Tanrı vardır ya da hiçbir şey yoktur. Açıktır ki bu bizi Cehennem’den yöneten her yerde hazır ve nazır bir Kötülük düşünce­sinden Önemli oranda uzaklaştırır.

Ramanuca’nın öğretisinin Vişnuculuk üzerinde önemli bir etkisi olmuşsa da, eğilimin bütününe bu Gnostik bakış sinmemiştir: Gele­nek, bütün varlıkların hem fiziksel hem de psişik doğalarım oluştu­ran bir Tanrı’ya ilişkin geleneksel düşünceyi benimsemiştir. Ayrıca, ritüel yanılgı ve hatalarının riski kavramım da almış, ama diğer özel­lik olarak, güçlü erotik renkleri olan bir mistisizmin tercih edilmesi­nin dışında, Tanrı Vişnu’nun özüne katılımı engelleyen günah kavra­mını oluşturmuştur: Kıskançlık, sahtelik, ikiyüzlülük (öncekinden farklıdır), küfür ve kibir.

88

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

Bir Batı zihnini şaşırtmaya hiç kuşkusuz en uygun olan din Şivacıİlk ya da Hinduist panteonunun çok biçimliliğinin kanıtı olan Parvati, Prithivİ, Uma, Ambika, Kali ve Durka adlan altında da bilinen eski Veda Rudra, yıkım tanrısı Şiva tanrısallığı kültüdür. Ölümlülerle ilişkilerinde kadın kılığına girmeye dek varan Vişnu’nun büyük deği­şiklikleri, çoklukları içinde zaten şaşırtıcıdır. Bir de Şiva’nın temel karşıt anlamlılığı iyice kafa karışıklığına yol açabilir. Yine de Hindu­izm, şimdiye kadar boş yere aradığımız bu Şeytan’m eseri Kötülük’le en doğrudan tartışmaya burada girer. Oysa “mutluluk getiren" Şiva, hem bütün yaşamın kaynağı hem de yıkım tanrısı olabilir; O, hem büyük bir kinci hem de armağan dağıtıcısıdır.

Tamamen şaşırtıcı olan Şiva, Vedacılık için doğanın kaprislerini temsil eden öngörülemez bir tanrı gibidir, ama pek önemli bir tanrı değildir. Sürü hayvanlarının tanrısı, yani Prasupati’dir, aynı zamanda cezalandırma tanrısı, yani Aghora’dır, ünlü kötülükçü ve örnek koca­dır, kimi zaman mistik kimi zaman ateşli biridir, uzun cinsel pehrizlerden sonra kendini dizginsiz bir cinselliğe bırakır (failusu teoloji açısından kayda değer oranlardadır), sürekli çift kutuplu ve öz olarak çelişiktir. Temel özellik olarak kendinde bir yandan üstün bir tanrı­nın, yüksek bir tinselliğin, diğer yandan, kızgın ve kötücül bir gücün özelliklerini barındırması çok sonraları, Hinduizmin gelişimi içinde olmuştur. Kaprisli ve şiddetli bu unsur, Şivacılık tarafından mahkûm edilmiş değildir, çünkü o, gerçekten de, bir sezgi parıltısı (Zen’de bu­lunan kavram) yoluyla vahye erişilebileceğini ileri sürer. Ama, tinsel gücüne paralel olarak Şiva’nın etrafında bahtsız ölümlülere acı çektir­mek için bincin sürüsü vardır.

Şeytan’m habercisi olan bizim Kötülük Ruhunun Şiva’da bulundu­ğu sanılsa da durum hiç böyle değildir. Çünkü o, hayvanca, yüzünü korkunç hallere sokan ve kurbanlarının kanıyla kızaran haliyle karşımıza çıktığı gibi, son derece tatlı, ezeli yaşamın suyunun damla

89

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

damla belirdiği hilali başında olarak da karşımıza çıkar. Hint’in din­sel hayal gücünün zenginliğinin ifadesi olan bu mitolojik olaylardan birinde, Şiva, karısı Sati’nin intihar etmesine neden olan kayınpederi Daksa’dan nefret ederek düşünceye dalmak için dağa çekilir. Reenkarnasyon geçiren Sati, yalnızlık içinde, onun yanında kalmaya gelir. Fa­kat, korkunç bir cin olan Taraka’dan kurtulmak için dünyanın ona ih­tiyacı vardır. Bu durum, Şiva’nın Şeytan olmadığını da kanıtlar, çün­kü ölümlüler tarafından Kötülükle boğaz boğaza gelmekle görevlendi­rilen odur. Şiva’yla hiçbir şey yalın olmadığından dünyanın kurtarıl­ması da bir tehlike riski taşır. Gerçekten de, aşk tanrısı Kama, Şiva’nın kalbini aşka açık tutmak için onun yanında uçmaktadır. Altmış milyon yıl bekler ve ona ilk okunu fırlatır (bu da ‘bizim Cupid’imizin Asyalı kökleri hakkında bilgi vermektedir). Rahatsız edilmesine kızan Şiva, Kama’yı bir anda öldürür. Bu sırada Taraka dünyamıza karşı koymaktadır elbette. Ancak nihayet ok harekete geçer, çünkü Şiva dal­dığı düşünceden uyanır ve reenkarnasyon geçirmiş Sati’yi fark ederek onun da sürdürdüğü çileci yaşamdan heyecan duyar; içine arzu dolar. Kumara adlı bir çocukları olur ve dünyayı sonunda iblis Taraka’dan kurtaracak olan odur.

Demek ki Şiva’nın yüzyıllar geçtikçe daha büyüleyici olduğu anla­şılıyor ve 1Ö IV. yüzyılda Upanişad Svetasvarata’da, Trimurti’ye dahil olarak erişebileceği nihai düzeye varır. Büyük Hindu felsefe okulu Samkhya, beşli doğasının temel yirmibeş elemente denk düştüğü ko­nusunda güvence verir. XX. yüzyılda, mistik teolog Ramakrişna onu tanrıça-canavar Kali biçiminde gördü, çünkü Hindu tanrılarının cin­selliği, en yüksek tanrısallık özelliği olarak genellikle art arda deği­şir. Şiva, tuhaf bir şekilde, özellikle evrensel yaşamı ritme sokan dansı ve sarhoşluk törenleriyle Dionysos’a benzer. Fakat Dionysos’un Yunan kökenli değilse de (Girit’ten değil, Trakya ya da Tesalya’dan gelir), aslında Hindu olduğunu kanıtlayan bir şey yoktur. Dahası Di-

90

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HİNT

onysos, ne Şiva gibi merhametsiz ne de onun gibi kimi zaman eril, kimi zaman dişi, kimi zaman da Ardhanarisvara biçiminde hem eril hem de dişi olan bir biseksüeldir.

Şİvacı teolojide cinler vardır, ancak bunlar hayaletlerin soyuna eş bir soydan gelen ikincil kişiliklerdir. Onları “bizîmkiler”in kardeşi olarak kabul etmek hata olur; cin adı onlara, tektânrıcı dinlerde güna­hın esinleyicisi anlamında, Şeytan adına semantik olarak çok yakın olan iblisten daha uygun düşer. Bunlar daha çok Sokrates’in danışma­nı Daimon’un yeğenleridir.

Şiva gibi her biçime girebilen bir tanrının himayesi altındaki Şivacı etik apaçık gelişmiştir. Yine açıktır ki Tanrı Şiva’nm kendisi, kaprislerine uygun bir kötülüğü temsil ettiğinden Kötülüğün Büyük Ruhu’nü içermez; insanları etkileyebilecek olan Kötülük, ya bilgisizli­ğin ya da tanrının öfkesine neden olan erdemsizliğin ürünüdür.

Şiva’da çok belirgin olan ilahi çokbiçimlilik, Tantracılığa genel­likle içinden çıkılmaz biçimde karışmış olan Hinduist okul Sakticiliğin kavramlarında bulunur. Akımlar ve eğilimler çok sayıda oldu­ğundan ve iç içe girdiklerinden Sakticiliği derinlemesine tanımlamak bu kitapta konuya ayrılan yerden daha fazlasını gerektirmektedir. Şöyle özetleyebiliriz: Sakticilik, Brahman’ın eşi olan ve enerjiyi ifade eden Tanrıça Sakti’ye tapınmadır. Hinduizmde fazlasıyla bulunan bu türevler oyunuyla Sakti’ye, Şiva’nm annesi olarak yeniden rastlanır. Aynı zamanda Bengal Saktici tapınmasında Şiva’nm kişileşmelerinden biri olan canavar, Kali’yle özdeşleşmiştir ve dolayısıyla kanlı kurban­lar talep eder. Bu, yaratıcı olduğu kadar kaprisli, kötü huylu bir tan­rıçadır; bir eliyle verdiğini diğer eliyle alır. Sakticilik Şivacıhğa öyle yakındır ki içinde eriyecek gibidir; ama aslında durum böyle değil­dir: Çilenin önemli bir yer tuttuğu Vişnuculuktan ve yumuşatılmış bir biçimde de olsa var olduğu Şivacılıktan da farklı olarak Sakticilikte cinsellik yasaklar arasında değildir. Tam tersine, cinsel alış-

91

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

veriş ve şehvet -ritüelleştirilmiş olmak koşuluylaruh ile bedenin, insani olanla ilahi olanın birleşme seremonisi olarak yüceltilir. Sakticilik evli bir kadınla birleşmeyi önermeye kadar varır, çünkü onu baştan çıkarmak çok güçtür!

Demek ki kaosu kovmak amacıyla makrokozmos ile kişisel mikrokozmosu uyumlandırmayı amaçlayan, düşünceye dalıcı disiplin Sakticilikte ve de Tantracıhkta, kötü yürekli, ısırıcı ya da şehvetperest iblisleri aramaktan vazgeçmek gerekir. Bizim Aziz Antoine’a akla karavı seçtiren bu doğaüstü kendilikleri burada aramak boşunadır.

Yukarda tanımlanan, coğrafi olarak şu ya da bu bölgede egemen çeşitli akımların bir derlemesi olan popüler Hinduizm aslında oriji­nal bir akım değildir; o, daha çok, cinlerin bolca bulunduğu, ama Hinduizmi oluşturan unsurlardan biri olarak Şeytan’m var olmadığı bir kaynama kazam’dır.

Yukarda sunulmuş olan çok kısa veriler ister istemez şematiktir, çünkü Hinduist akımlar burada açıklanamayacak kadar çok yorumla yüzyıllar boyunca yeniden şekillenmiştir. Unutulmaması gereken şey, Hinduizmin lyi’yi ve Kötü’yü iki yanlı güçlerin tamamlayıcı yanları olarak kabul ettiği ve sistematik bir-bireysel yükseliş arayışının ente­lektüel aracı olarak bir denge metafiziği yarattığıdır. Aslında inananın isteklerini harekete geçirecek olan İyi ya da Kötü değil tanrısallıkta erime arayışıdır. Bu arayış, bir Kötülük İmparatorluğu kavramının Hint’te yokluğunu açıklamaya yeter.

İran’da Kötülük ve Şeytan’a ilişkin katı kavramların ortaya çıkma­sına neden olmuş Hint-Ari Vedacılığımn Hint’teki dinlerin kaynağı olması şaşırtıcıdır. Ama, ilerde göreceğimiz gibi, Iran sınırlı boyut­larda olduğundan merkezileşmiş bir imparatorluktu ve Hint ne geç­mişte bir imparatorluktu ne de bugün öyledir. Maurya, Andhra, Satavahana, Kalinga ve daha sonraları Gupta hanedanları ve VIII. yüzyılda Arap istilacılar Hint’i bütünleştirmeyi başaramadılar. lyi’yle Kötü’yü

92

KÖTÜLÜKTEN KURTULAN HINT

ayırdığı için sonunda Şeytan’ı imal etmeye varan katı bir inançlar bir­liğini Hint’e dayatmak olanaksızdı. Burada önemli olan Vedacı, Hin­du, Caynacı ya da Budist Hint’te Şeytan’m, her durumda bizim Şeytan’m olmamasıdır. Hint, Şeytan’m Zerdüştçü istilasından kurtuldu.

Büyük rüzgârların çıkacağı akşamlar, Polonnaruwa’da, Seylan’da, sayısız böcek, leş yiyen hayvanlardan korunmak için evlere üşüşür­ler. Sabahleyin evlerin tabanları bu böceklerin kadavralarından oluşan , yumak yumak, yaldızlı, neredeyse kristal gibi bir karla kaplı olur. Bu, batılinançları yok eden ruhun büyük rüzgârlarının sessiz bir para­bolü gibidir.

4.

ÇİN VE JAPON:

YAZI YOLUYLA ŞEYTAN ÇIKARMA

Cinlerin insani bir yanılsamadan başka bir şey olmadıkları Tibet Budizmi üzerine Tao ve din­sel kutlamaları Taocü küçümseyiş Konfüçyüs, etik pragmatizm ve Konfüçyüsçü kuşkuculuk üzerine Şinto, bir armağan olarak yaratılış dü­şüncesi ve bu düşüncede lyi’nin ya da Kötü’nün yokluğu üzerine Çin ve Japon dinlerinde Şeytan’ın yokluğu üzerine Köylü batılinançlarımn ve şeytanlarının dışlanmasında yazının rolü üze­rine.

“Ey, soylu oğlu, iyi dinle. Onihinci gün geldiğinde, Karma ailesinin Kutsan­mış Karma-heruka denen kan emicisi, beyninin kuzey bölgesinden doğacak ve eşiyle birlikte senin önünde açıkça belirecektir; koyu yeşil gövdesi, üç başı, altı kolu ve ayrık dört bacağıyla birlikte; sağ yüzü beyazdır, sol kırmızı ve ortada­ki, muhteşem bir koyu yeşil; altı elinden sağdan birincisi iki ağzı keskin bir kılıç, ortadaki, ucuna üç insan başı geçirilmiş üç dişli yaba, soldaki bir çan, bir diğe­ri bir kafatası içinde yontulmuş bir kupa, sonuncusu bir saban demiri tutar; eşi Karma-Krodhisvari sağ koluyla vücudunu kucaklar, eli boynunda ve sol eliyle dudaklarına kan dolu bir kafatası götürür. Ondan korkma, ürkme, şa­şırma. Onda kendi ruhunun biçimini gör. O senin ’yidam'indir [bireyin ay­dınlanmasını temsil eden özel tanrısallık), dolayısıyla korkma. O gerçek­ten, eşiyle birlikte Kutsanmış Amogh-yasiddhVdir, yürekten bağlılık hisset. Minnettarlık ve özgürlük eşzamanlıdır.1,1

Tibet Ölüler Kitabı’nda bulunan ve ölecek olanlara hitap eden uyarı böyledir. Yaşamdân ölüme geçiş olan bardo, yani sıçrayışla çakışan durdurulmuş zamanda, yukarıda tanımlanan tanrısallığın ortaya çıktı­ğım gören birey, ışığın da ortaya çıktığını görür ve o zaman Hakika­tin Gövdesi’ne, dharmakaya’ya, Buda’nm mutlak doğasına erişir.

Bardo’ya erişen bireyin sahip olabileceği tek görü bu değildir. Arada kalmış ruhu bekleyen sayısız başka görü vardır; sağ elinde gürz yerine bir kadavra sallayan ve sol elinde kan dolu bir kafatası ta­şıyan Beyaz Gauri; okuyla bir yay fırlatan Sarı Cauri; bir deniz cana-

1 The Tîbelaıı Book of the Detıd, Francesca Fremantle ve Chögyam Trungpa’nın çeviri ve yorumlan, Shambhala Dragon Yayınevi, Londra ve Boston, 1987.

96

ÇIN VE JAPON

varının flamasını sallayan Kırmızı Pramoha; sağ elinde bir vaja (çivi dolu, bilye) ve sol elinde kan dolu bir kafatası tutan Kara Vetali; sağ elinde tuttuğu bağırsakları sol eliyle yiyen Portakal Sarısı Pukkasi; sağ elinde bir vajra sallarken sol elinde tuttuğu kan dolu kafatasından kan içen Yeşil Ghasmari; bir bedenin uzuvlarını koparıp yiyen Sarı Candali; aynısını yapan Lacivert Smasani; dişleri arasında bir kadavra tutan ve yelesini sallayan şarap renkli ve aslan yeleli Sinhamuka; sırı­tarak dişlerini gösteren dişi kaplan kafalı Kırmızı Vyagrimukha; sağ elinde bir ustura tutan ve sol elinde tuttuğu bağırsakları yiyen, tilki başlı Kara Sirgalamukha...

Bunlar bizim için cehennemi görülerdir. Yine de bu vahşi canavar­lar gülünçtür. Tibet Ölüler Kitabı bunları “ruhun bir yanılsaması" ola­rak, “bireyin kendi yansımaları" olarak kabul etmeyi buyurur.

' Çünkü bu cinler aslında yoktur. Ölüler duası bunu açıkça tekrarla( yıp durur:

“Sevgili dostlarımı terk ettiğimde ve tek başıma dolanırken, j ve kendi yansımalarımın boş biçimleri ortaya çıktığında, I Budalar merhametlerinin gücünü bana emanet ettiklerinde t Bardo’nün saldığı korkular gelmesin diye.

I         Bilgeliğin beş ışığı parladığında, korkusuzca tanıyabilirim kendimi. ■. ”2

I Tek-tehlike insanın kendi imgeleminin yaratıklarına inanmasıdır. I Ölüm ile yeniden doğuş arasındaki kırk dokuz güne kadar süreri ara I durum olan bardo’nün ötesinde bir şey yoktur. Geçiş ancak korkak I ruh için güçtür. .

|. Batılı bir zihin için Hint dinlerinde gezinmek, sayısız nüanslarınI? dan, çelişik görünümlerinden ve olanak tanıdıkları zengin yorumlar1 dan dolayı nasıl tehlikeli ise Asya’nın geri kalan bölgelerini keşfet-

2 The Tibetcm Book of the Dead.

97

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

inek de bir o kadar tehlikelidir. Himalaya sınırı geçilir geçilmez de­ğişen ve tıpkı bir Avrupa portakalının Afrika’da farklı tatlarda meyve­ler vermesi gibi farklı ürünler veren Budizm başta olmak üzere bu böyledir.

Gerçekten de Kuzey Asya’nın mayası farklıdır. V. bin yılda, Altay Dağ kolu altında ve bugünkü Moğolistan’ın güneyindeki Gobi Çölü girişinde Barköl (Şensi) bölgesi Çinlileri kendi hesaplarına tarımı keşfettiler. Hiç kuşkusuz Hint-Avrupalılar karşısında iki, hatta üç bin yıl gecikmişlerdi, ama önemli olan, başka teknolojileri keşfetmeleri gibi bunu da tek başlarına keşfetmeleridir.' Bu durum, çok eski yerle­rin işgalinin kanıtıdır. Ve Hint-Avrupa etkilerinden bağımsız gelişen bir dinin varlığını da kanıtlar. Yazılı iz olmadığından bu dinin ne ol­duğu hakkında hiçbir şey bilemiyoruz. En fazla söylenebilecek şey, mezarların içine yiyecek ve kap kacak koyduklarından Kuzey Çinlile­rinin ruhun ölümsüzlüğüne inandıklarıdır.4 Cinsel organların tasvir­lerinin, varlığını kanıtladığı verimlilik tapınmasında, mevsimlerin bilgisinin yönlendirdiği kozmik döngü kavramında, bilindiği kada­rıyla, bu dönem için istisnai hiçbir şey yoktur. Ne var ki küçük evle­ri temsil eden ve hem tabut hem de “ata evi” olan küçük seramiklerin sanat alanında ortaya çıktığı görülür. Bazı yazarlar, Çinlilerin atalara tapınmasının en azından II. bin yılda başlamış olduğunu iddia etmektedir. Fakat her halk kendi mitlerini kendi topraklarında yara­tır; örneğin ilk Kuzey Çinlilerin dinlerinin doğduğu mitler Ganj Hin­ci ularınınkiyle aynı değildir. Yani, Budist misyonerler geldiklerinde toprak ne bakirdi ne de Hint’tekine benziyordu.

IÖ 11. bin yıldan başlayarak Hint-Avrupalılar, Batı Sibirya’ya ulaş-

3  Mircea Eliade, Histoire des croyances et des idtes religieuses 11. De Gamama Bouddha au triomphe du christianisme, Pay ot, 1978,.

4  J.G. Anderson, Children of the Yellow Earth, ve Kwang-Chih Chang, The Archaeoİogy of Aiicie.nl China, aktaran Eliade, ag.e.

98

ÇIN VE JAPON

tılar. Arkeolojinin bize belirttiği kadarıyla orada kalıcı, ancak belli bir yerle sınırlı ve kültürlerini yoğun bir şekilde yaymadıkları düşü­nülen merkezler oluşturdular? Yerel topluluklarla ilişkileri bilinme­mektedir? Dolayısıyla Hint-Avrupalılarm dinlerinin unsurlarını yerli AsyalIlarla ilişkiye sokup sokmadıkları hakkında bir şey söylenemez. Şurası kesin ki, Şang Hanedanı altında (1751-1028’a doğru) büyük şe­hirlerin, askeri bir aristokrasinin, bir krallığın ve yazının ortaya çık­tığı görülür. Panteon, Hint-Arilerinkinden tamamen farklıdır: Ti ya da Şang Ti (Efendi ya da Yukardaki Efendi) denen, verimlilik ve yağ­mur kralı, tanrılar kralı ve kral ataları olan yüce bir tanrı tarafından yönetilir. Onların dinleri neolitik dönemde var olan dinden türemiş gibidir: Atalara tapınmanın dışında bereket tapınması da görülür. İn­san .kurban etmeler ritüeldir: Kral mezarlarında hayvan iskeletlerinin yanında, ‘'hükümdara öte dünyada eşlik etsin diye gerçeğe uygunluk­ları bozulmadan öldürülmüş” çok sayıda kurban edilmiş insan iskele­ti de bulunur.7 Ruhun ölümsüzlüğüne duyulan inanç, insani yaşama saygıya ya da merhamete asla yöneltmemiş tir. Özellikle ruhun ölüm-

3 J.P. Mallory, hıSearchof the lndo-Europeans~Language, Archaeology and Myth, Thames & Hudson, Londra, 1989. Bildiğim kadanyla günümüze kadarki en

■ tam ve en yakın bu geniş sentezde Mallory, Andronöv denen kültürden Hint-AvrupalIların bronz < çağında Batı Sibirya’ya yerleştiklerine inanmamızı sağlayacak bütün nedenleri ve bütün çalışmalan sunar, fakat günümüzdeki bilginin sınırlarını da ortaya koyar: Andronov kültüründen bu Hint-Avrupa­lIların Iranlılarla ve diğer bölgelerdeki Hint-lranlılanyla ilişkileri bilinmemek­tedir. Bu “ilk” SibiryalIların Hint-Avrupa diniyle kültürel ilişkileri tamamen spekülatif kalır.

6 Seksenli yılların, sonundan itibaren, gerçekten de, günümüz insanının, yani homo sapiens sapiens’in tek bir kaynaktan değil, Afrika’daki, Doğu ve Asya’da­ki bağımsız odaklarda ortaya çıktığı kabul edilmektedir, yani kıtalara özerk şekilde yerleşildigi kabul edilmektedir. Örneğin Çin’de Hint-Avrupaldann so­yundan bağımsız bir soydan gelen topluluklar vardır. Fakat, bu satırlan yaz■ dıgım zaman geçerli olan yerküreye yerleşime ilişkin bu düşüncenin daha sonra değişikliğe uğraması da mümkündür.

'1 Eliade, Histoire des croyances et des idies religieuses.

99

ŞEYTANIN GENEL TARIHI

süzlüğû salt efendilere verilmişken...

O dönemde, “soylunun aklının fikrinin atalarında olmasının ne­denleri vardı, çünkü yalnızca soylu sınıftan insanlar varlığını sürdür­meye muktedir bir ruha sahiptiler. Hatta bunların iki ruhu vardı: Bi­ri, ölümden sonra cesedin etrafında güç de olsa yaşamaya devam eden bir tür hortlak halini almaya yönelik hayvan soluğundan başka bir şey değilken, diğeri, vefattan sonra cin biçiminde göğe yükselen, ama beslenmesi atalarının mezarlık bağışları sayesinde olduğu için orada tutunamayan tinsel ruhtur.”8 Bu gerçeği bilmeyen çağdaş Avrupalı için atalara tapınma, evladın atasına duyduğu saygının bir örneği ola­rak hayranlık verici ve etkileyici görünebilir. Oysa sunu, genellikle basit insanların kurban edilmesi şeklindeydi: Bir “serf,” bir aristokra­tın ruhuna eşlik etsin diye öldürülüyordu. O dönemde basit insanla­rın ruhu yoktu. Ruh, belli ki lüks bir şeydi. Bu da göstermektedir ki, şu ünlü atalara tapınma geleneğine duyulan hayranlık konusunda temkinli olmak gerekir.

Son Şang kralı Çu-Hsin zalim ve sefihti. Far West, öncülerini ya da Akira Kurosawa filmlerini hatırlatan yarı-göçebe şeflerden biri olan Wou-wang, kralın ordusunu bozguna uğrattı. Yenilgisinin ardın­dan Çu-Hsin sarayına döndü, Geyik terasına çıktı, mücevherlerini ve yeşimtaşmdan süslerini takındı .ve kendini ateşe attı. Wou-wang kra­lın cesedinin kellesini Büyük Sarı Baha’yla uçurdu ve kendi hanedanı olan Çou hanedanını kurdu. Şang hanedanının hemen ardından gelen Çin hanedanları arasında en uzun hükümranlık süresine (1028-256) sahip olan Çou’lar döneminde, 'İyilik, Kötülük ve din kavramı daha iyi ayırt edilebilir bir niteliğe sahip oldu. T’ien (Gökyüzü) haline gel­miş olan Ti, Batı’nın tektanrıcı üç dininin Yehova-Tanrı-Allah’ma çok yakın, insan görünümlü kişisel bir tanrıdır. Büyük Ayı’da ikamet

Rene Grousseı, Histoire deChine, Fayard, 1942.

100

ÇIN VE JAPON

eder, her şeyi görür ve her şeyi bilir. Salt kozmik düzeni sağlamakla kalmaz, insanların ahlaki yasasını da düzenler. O da aşağı sınıftan in­sanları ruhtan yoksun mu görüyordu?. Bilmiyoruz, ama tersi şüpheli görünmektedir.

Şurası bir gerçektir ki, gökyüzünden esin alan bir etik kavramının en eski tezahürlerinden biri burada bulunur. Olağanüstü hiçbir şey yoktur?bu, tarihin birçok yerinde ve özellikle bu eserin sonraki bö­lümünde İran’da rastlanacak şemadır: Merkezileşmiş bir devlette tota­liter bir iktidarın inşasından İtibaren kral, “gökyüzünün vekili” ola­rak seçilir ve onun uyguladığı yasa ister, istemez “Gökyüzü” tarafın­dan buyrulmuştur. Yani, iktidar lyi’ye ve Kötü’ye karar vermenin mutlak hakkını kendine mal eder.

O halde Mutlak Kötü var mıydı? Kral tarafından buyrulan yasaya karşı gelen her şey Kötü’ydü.' Dönemin Çin kozmogonisi hakkında pek az ipucuna sahibiz, ama Gökyüzü’yle Yeryüzü’nü kesin biçimde ayıran ilk “ritüel hata” kavramına daha o dönemde rastlanıyordu. “Gökyüzüne değen dağ düzleşniişti.”9 Bu, daha o dönemde Yitik Cen­net kavramıydı; Kötülük kavramı yakındadır, tıpkı bu kavramın te­melindeki Şeytan kavramı gibi. Mitik imparator Yao döneminde ■ “dünya düzen içinde değildi.” Oğlu Yu “yeryüzünü kazdı, sulan akıttı ve yılanlarla canavarları bataklıklara sürdü.”10 Yılanlar ve canavarlar düzene karşı çıkarlar ve yalnızca kraliyet iktidarının yenilgiye uğrata­bileceği Kötülüğün habercisi bir ilkeyi temsil ederler.

Kötülüğün ve İyiliğin iktidar tarafından sahiplenilme sürecinin es­kiliği zaten bilinmektedir: Bu durum ilk merkezi devletler kadar eski­dir. Bu arkaik süreci yenilgiye uğratacak tek şey Hint’te olduğu gibi kopma felsefeleri ve Yunan’da olduğu gibi, politik olarak, de'mokrasi9 Eliade, Histoire des croyances et des idees religieııses. Mencius, aktaran Eliade, a.g.e.

101

ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ

dir. Geniş feodal topraklardan ibaret Çin, ilk bakışta, Kötülüğü ve cinleri yeryüzü imgeleminin yaratıkları olarak sunan, insanların eşit­liğini ve hoşgörüyü vaaz eden Budizmin yerleşmesine uygun değildir. Ve aslında ilerde göreceğimiz gibi, Çin Budizmi, Hindu Budizminden tümüyle farklıdır. Bu yüzden düşman toprağa uyum sağlamıştır.

Bununla birlikte, Budizm Çin’e, Hint’te oluşumundan yaklaşık üç yüzyıl sonra, yani 1Ö III. yüzyılda geldiğinde, bu topraklarda yukarda tanımlanan arkaik ve kanlı bir din yoktu: Çin’in yerli ideolojisi Taoculuktur. Taoculuk, 1Ö VI. yüzyılda, Doğu’nun ve Uzakdoğu’nun bü­yük dinlerinin doğmasına son dçrece uygun bu dönemde ortaya çıktı. Bilge Lao-tzu tarafından kurulduğu söylenir. Daha sonraları, Laotzu’nun da bir tanrının ve hatta evrenin ilk soluğunun reenkarnasyonu olduğu söylenecektir. İngilizcede ilginç bir sözcük olan tranmogrification sözcüğüyle tanımlanan bu tür ölümden sonra yüceltmeler, ger­çekten de evrenseldir. Bugün bilmekteyiz ki Lao-tzu sadece okumuş biri ve bir din adamıydı.

Tao, yani “yol” sözcüğünden gelen Taoculuk teriminin anlamı be­lirsizdir, çünkü hem bir felsefeyi hem de bir inancı imler. Felsefe bir yüzyıldır birçok İncelemeye konu olmuştur; din ise XX. yüzyılın yet­mişli yıllarına doğru incelenmeye başlanmıştır. Felsefeyle Hinin birbirine karışması sonucu büyüyle, fizyolojiyle (solunum denetimi, birleşme sırasında spermin tutulması ve diğer cinsel incelikler) ve besinle ilgili uygulamalar “taoc-u” olarak nitelendi, oysa ki bunlar ge­nellikle Taoculuk-öngesi uygulamalardan kaynaklanıyordu.11 Taoculuk bunları kendi felsefesine göre yeniden süzmüş, arındırmış ve ken­dine dahil etmişti.

Taoculuk ortaya çıktığında, topluluklar, az çok folklorik, arkaik dinden miras kalmış geniş bir tanrılar grubuna saygı gösteriyorlardı.

11 “Histoty of Taoisın,” Encyclopaedia Britannica, 1980.

102

ÇIN VE JAPON

Ayinleri, bizim anladığımız anlamda inançtan ve Çin okumuşlarının tartıştıkları ruhsal yücelme kavramından çok büyüden kaynaklanan kurallara bağlıdır. Bu ayinler bir şamun’ın, büyücünün, yani doğaüstü güçlerle, geleceğin ve geçmişin söyletildiği tanrı ve cinlerle ilişkiye geçme güfcüne sahip olduğunu söyleyen birinin otoritesi altında uygu­lanır. Kısaca söylersek, bu ayinler şeytan çıkarma ve büyü yapmadır. Konumuza dönersek; Taoculuk bu panteonun, en iyi durumlarda in­sanlara yardımcı, ama genellikle zararlı olan ve sık sık görüşmenin deliliğe ya da doğru yoldan çıkmaya götürdüğü bir ruhlar grubundan oluştuğunu kabul eder. Taoculuğa göre Çin halk dininin Tao ile hiçbir ilişkisi yoktur. “Yol" köylülerin ve kültürsüz barbarların taş­kınlığından geçemez.                                          !

Taocular, köylerde ve hatta şehirlerde karşılaştıkları, aromatik dumanlarla hipnotize olmuş ya da alkollü ya da alkoloit içeceklerle zehirlenmiş,12 uyuşturucu almış şamanların ve müstehcen esrimeleri, çılgın ■ el kol hareketleriyle kendilerinden geçmiş elebaşların ardısıra çılgınca dönen müminlerin ve basit ruhların -genellikle köylülerindinsel kutlamalarını küçümserler. Bunları yin~su, "kötüye kullanılan tapınmalar” olarak adlandırırlar ve kınamaları sonucunda yetkilileri bunları yasaklamaya ikna etmişlerdir.13

Bu tapınmaların yerine ne koyarlar? iki karşıt güç arasında denge­ye dayalı bir .dünya yorumu sistemi; soğuk ve sıcak, gece ve gündüz, kış ve yaz, kuru ve ıslak... gibi karşıt, ama aynı zamanda tamamlayı-

12İki ünlü mantarbilimci, Mushrooms, Russia and History, 2 cilt, New York, 1957 yazan R. Gordon Wasson ve Champignons toxiques et haUucînogtnes, N. Bouböe&Cie, 1963, yeni baskı 1978 yazan Renö Heim Sibirya ve kuzey As­ya’daki Kamçad, Samoyed, loukaghire, Koryak ve diğer topluluklarda halüsinojen mantarların törenlerde kullanıldığını ileri sürerler. Bu tüketim, trans haline benzeyen ve erotik taşkınhklann eşlik ettiği çılgınlık durumlanna sürüklüyordu.

13“History of Taoism,” Encyclopaedia Britannica.

103

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

cı olan dişil Yin ve eril Yang. Ve insan varlığının, makrokozmosa bağlı, simgesel sayılar tarafından yönetilen bir mikrokozmos olarak temsil edildiğini savunurlar: Örneğin gövdenin üçyüz altmış eklemi ritüel yılın üçyüz altmış gününe denk düşer, aynı tutkunun, gövdenin beş büyük organına (kalp, ciğerler, dalak, bağırsaklar ve üreme or­ganları) beş yöne, beş kutsal dağa, ■ gökyüzünün bölümlerine, mev­simlere ve elementlere denk düştüğü gibi. İnsan mikro kozmosunda makrokozmostaki tanrıların aynıları bulunur. Kendinde-Kötülük yok­tur, yalnızca düzensizlik vardır.

Günümüzde Taoculuk özellikle, kopmayı öğreten bir mistisizm olarak ortaya çıkar: Bağımsız bir yolla Budizme kavuşan Taoculuk, bilme arzusu da dahil bütün arzuların dengeyi bozduğunu, bitkisel ve tinsel özün birliğini tehdit ettiğini ve bunun da ölümle sonuçlanabile­ceğini söylerler. Müdahalesizliği, wu wefyi öğütler; derin bilinci dün­yanın en üstün birliğiyle, mutlakla birleştirebilecek tek şey olan mis­tik esrimeyi önerir. Taoculuğun üstadlarından biri olan Çuang-tse (IV. yüzyıl sonu-lll. yüzyıl) zanaatkârlığı ve ticareti de kötülük nedeni olarak mahkûm edecektir:

“ Tenekeler ve ölçekler imal edin, insanlar tenekelerle ve ölçeklerle çala­caktır.^

Bir çömlek imali bile doğanın düzenini bozar! Kötülüğe gelince, Taoculuğa göre bu bir yanlış anlamanın ürünüdür: Çüang-tse’ye göre, doğru ve yanlış gibi iyi ve kötü de, Tüm’ün bilinmemesinin've tanınmamasının yansılarıdır; yani yine Tao’ya göre:

“ Eğer tartışıyorsan, bilmediğin bir şey var demektir. En büyük Tao’da hiçbir şey adlandırılmamıştır; en büyük tartışmalar sözsüz cereyan eder... Bi­len kimse susar, Konuşan bilmez." 14“History of Taoism,” Encyclopaeâia Britannica.

104

ÇIN VE JAPON

Bu radikal, asosyal, aşırı-dinginci mistisizmden halkın sadece “ikincil pratikler” diye adlandırılan şeyi, örneğin gizli toplulukları ya da tıbbi uygulamaları akılda tutmuş olması anlaşılır bir şeydir. Çün­kü Taocu hekimler ve üfürükçüler tedavi sanatını, “havayla beslenme”ye (bin kez soluğunu tutabilen kimse ölümsüz olacağından emin­dir) yönelik soluk alma denetimini, jimnastiği, kâhinliği ve paradok­sal-olarak zanaatkârlığı deneyimleriyle zenginleştirirler.

Çünkü, “katışıksız ve katı” Taocu mistisizm ancak kültürlü seç­kinler tarafından kavranabilir. Bu gerçekte böyle olmuş olsa da Taoculuğun etkisi geniş olmuştur. Bu etki önce Çin’de, özellikle sanat ve zanaatkârlıkta (iyi bir zanaatkar nesnelerini “içerden” işlemelidir) gö­rüldü. Demirciler ve çömlekçiler gibi araba ustaları da, güzellikleri ve incelikleri hâlâ Batı’nın hayranlığını çeken nesneler yaratarak bun­dan büyük ölçüde yararlandılar. Ardından Batı da etkilendi; III. yüz­yılda Plotinus ve XV. yüzyılda Nicolaus Cusanus gibi mistikler, kar­şıtların birleştiği Taocu mutlak birlik ilkesini geliştirdiler. Alman Üstat Eckhart, İspanyol Avila’h Azize Tereza ve XIV, yüzyılda solu­num denetimine ve gövdenin organları üzerinde yoğunlaşmaya başvu­ran Aynaroz Dağı’ndaki Hesychastesler gibi Avrupalı mistiklerle Tao■ culuk arasında kabul edilen bağlar vardı.

Taoculuk üzerine bu çok kısa, fazlasıyla kısa açıklama,15 yukarda betimlenen ve totaliter bir iktidar tarafından etik bir sistemin oluştu­rulup sahiplenilmesi şeklindeki sürecin, bir saray kültürünün (Laotzu, Çou Hânedanı’nın saray arşivcisiydi, hanedanın çöküşünü hisset­tiği için sarayı terk ettiği söylenir) tersine çevrilme biçimini açıklar. Bu paradoks, VI. ve sonraki yüzyıllar Çin’inin İki temel özelliğine bağlıdır: Çin’in geniş topraklan ve sarayın aristokratik evreninin tec­rit edilmişliği.

15“History of Taoism,” Eııcyclopaedia Britannica.

105

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Gerçekten de, Çin de Hint gibi, bir ideolojik hegemonyanın yerle­şebilmesi için fazla geniş bir ülkeydi.16 Totaliter iktidarların kuruldu­ğu devletlerdeki ilişkiler, boyutlarıyla orantılı olarak, yıldızların faa­liyet düzenlerinin hüküm sürdüğü ülkelerle kıyaslanabilir. 7 Arkaik Çin monarşilerinde cinlerin doğmasına yol açan hegemonya, bu dev­letler sınırlı büyüklükte olduklarından olanaklıydı. Bu devletler, bir ya da iki bölgeye, genellikle şehirleşmenin ardından “ilkbaharlar ve Sonbaharlar” denen dönemlerde nüfusları artan site-devletlere eşitti. Küçük krallar arasındaki bitip tükenmeyen savaşların sonucu olan fe­tihlerle VI. yüzyıldan itibaren gerçek devletler oluşmaya başladı. IV. yüzyılın ortasında yaklaşık 1000 km2’lik küçük bir devlet olan Qin krallığı, Shu, Wei, Zhou, Han komşu krallıklarını, ardından Yan, Zhao, Qi, Chou krallıklarını art arda kendine kattı ve 111. yüzyılın so­nunda yüzölçümü 225 000 km2 oldu.18

İmparatorluk Çin’inin bir diğer temel özelliği, başlangıcından iti­baren, sarayın devlet içinde bir üst devlet olarak faaliyet sürdürme­siydi: Pekinde Yasak Şehir olarak gözle görülür bir hal alan olgu. Bu­rası, son imparatorun düşüşüne kadar, az rastlanır bir kültür orta­mında, neredeyse kelebeklerin uçuşunu bile emirleriyle kontrol eden bir protokol tarafından yönetilen eşsiz bir yerdi. Taoculuk Laotzu’nun hayranlık verici beyninde, burada doğdu. Taoculuğu önce aristokrasi uyguladı; ta ki politikadan çok ezoterizme alışkın bakanla­rın doktrinlerini ideal yönetime dayandırmak istedikleri Han Hsiao Wu Ti (10 141’den 87’ye kadar hüküm sürmüş) imparatorluğunda ol-

16İletişim araçlarının çok daha sıkı politik denetimlere olanak tanıdığı XX. yüz­yılda bile Maoculuğun, ardından komünizmin “yaygınlık düzeyi” bir bölge­den diğerine değişiyordu ve hâlâ çok değişmektedir, iktidar merkezinden, yani Pekin’den uzaklaştıkça bu yaygınlık azalmak eğilimindedir.

17 Örneğin ağırlığı Güneş’in ağırlığının en az beş katı olan bir yıldızın yerçekimsel çökmesi kara delik oluşmasına yol açabilir.

18C. Birinden ve M. Elwin, Atlas de la Chiae, Nathan, 1986.

106

ÇİN VB JAPON

■ duğu gibi politik anlamını kaybedinceye kadar.19

Kuşkusuz, sonraki yüzyıllarda Taoculuğun kurallar halinde düzen­lenmesi,cinlere perilere olan inancın yeniden ortaya çıkmasına yol açtı: Her kural dikotomiye yol açar. Ancak iş işten geçmişti! Bazı kü­çük şeytanlar halk kültürünü istila etmiş olsalar da Şeytan, Çin’deki Taoc.u topluluklarda yaşama hakkını her durumda kaybetmişti.

Şeytart’ın yaşama hakkını kaybetmesi yalnızca Taoculuğun değil, aynı zamanda, Asya kültürüne derinlemesine nüfuz etmiş bir başka düşünce okulu olan Konfüçyüsçülük sayesindeydi de. Çünkü Konfüçyüsçülü'k de bir etik ve bir dünya yorumu sunar. Peki Konfüçyüsçü­lük bir din midir? Taoculuk ve Budacılık için olduğu gibi Konfüçyüs­çülük konusunda da farklı düşünceler vardır. Biz Batıkların kafasında, bir dinin doğaüstüne başvurması gerektiği fikri öylesine yer etmiştir ki Konfüçyüsçülük bize daha çok bir felsefe olarak gelir. Kuşkusuz bir felsefedir de, çünkü kendilerini Budist, Taocu, hatta Hıristiyan ka­bul eden Asyahlar Konfüçyüsçülüklerini uygulamaya devam ederler. Avrupa’da hem Hıristiyan hem de H eğele i olunabileceği (ya da olun­duğu samlabileceği) gibi Asya’da da hem Budist hem de Konfüçyüsçü olunabilir. Ama sonuçta, hangi felsefe özünde dinsiz olmasına rağmen dinsel yankılar taşır?

Konfüçyüs de her koşulda dindardı. Çünkü dua ediyor, oruç tutu­yor, dinsel törenlere katılıyor, kurban adıyor ve Gökyüzü üzerine ye­min ediyordu. Ancak bu durum, Yin hanedanından ve yukarda betim­lenen arkaik kültürlerden miras kalan döneminin dinsel göreneğini şiddetle, reddetmesini engellemedi. Bu görenek büyücülük ve gözbağ­cılık halini alarak yozlaşmıştı. Konfüçyüs’ün tepkisi Lao-tzu ile aynıy­dı: Reddetme. Şaşırtıcı bir şey yok. Çünkü Çüang-tse’nin aktardığı, Konfüçyüs ile ondan yaşça büyük Lao-tzu arasında geçen bir konuş-

19Felsefe ile politikayı bu kanştırma eğilimi IV, yüzyılda, tamamen romanesk bir dönemde, Mao Shari’ın Vahiyleri döneminde yeniden ortaya çıktı.

107

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

mada Konfüçyüs, ustanın bilgeliği karşısında kafası karışmış bir hal­de görülür. Fakat Çuang-tse, Lao-tzu’nun esere adım veren ünlü öğ­rencisi tarafından kaleme alındığından (yedi çeşitlemesi bulunan) ko­nuşmanın biraz farklı cereyan etmiş olması olasıdır.

1Ö 551’de, yani Buda’dan yedi yıl önce, benim mesut dönem diye adlandırdığım çağda fakir düşmüş soylu bir ailede doğan K’ung-FuTzu ya da Konfüçyüs iyi bir yaşam sürdü. Çok küçük yaşta öksüz kal­dığı bilinmektedir; yoksul bir çocukluğu oldu ve yaşamını parklarda ve devlet ambarlarında memurluk yaparak kazandı. Kendi kendini ye­tiştirdi, döneminin en eğitimli insanı olduğu söylenir, iddia abartılı olsa da, istisnai bir kişiliği olduğu bir gerçektir.

Kişiliğinin anahtarı feodaller arası savaşların yol açtığı sefalete, açlığa, vergilere ve bu sözde soyluların dayattığı zorunlu çalışmaya tepkisinde yatar. Bu tepki merhametti. Duruma çare bulmaya çaba gösteren Konfüçyüs genç insanlar yetiştirdi. Kuşkusuz, hiçbir otoriter skolastik bilgi dayatmayarak herkesi kendi doğasına uygun geliştir­meyeçalıştı ve onlarda sadece samimiyet aradı. “Seçme Yazılanında “erdem insanları sevmektir, bilgelik onları anlamaktır,” dedi. Ve “Dört denizin arasında bütün insanlar kardeştir.” Diğerlerinin yanı sıra Hıristiyanların da Konfüçyüsçülüğü benimsediği anlaşılır. Bu­nunla birlikte, üstadın öğretisinde metafiziğin önemli izlerine pek rastlanmaz. O, gerçeğin sözcüklerle pek öğrenilemeyeceğini düşündü­ğünden metafizik kadar mantığı da küçümsüyordu.

Konfüçyüsçülük Tao’yu kabul etse de ne Taocu ezoterizm ne de mistisizm onun çizgisindeydi. Belki yaşlı bilge Tao’nun tehlikelerini keşfetmişti:

“Üstad şöyle der: Üç yüz şiiri söylemeyi bilen bir adam hayal edin, ona bir yönetim emanet edilir, ancak o bu seviyede değildir; dünyanın dört bucağına elçi olarak gönderilir, ancak karşılık vermeye yetkin olmadığı görülür. Bütün

108

ÇIN VE JAPON

bilgisi neye yaramaktadır?3'20

Ayrıca:

“Üstad şöyle der: 'Azizlere rastlama şansım hiç olmadı. Şerefli bir insana rastlasaydım daha iyi olurdu. ’ ”21

Çuang-tse hemen imayı anladı ve Konfüsyüsçülüğün övdüğü kah­ramanlan ve kâşifleri, aynı zamanda da toplum kurallarını ve usûlleri öğretmek için araya giren bilgeleri mahkûm etmekte acele etti:

“Tao ve erdemi yok edildi, çünkü iyilikseverlik ve doğruluk yaratılmak is­tenmişti.”

Kimi zaman Joseph Prudhomme’un öğütlerini hatırlatan bir bilge­likle her şeyi istediği gibi yönetme niyetleri içindeki Konfüçyüsçülük daha doğrudan mahkûm edilemezdi.

Buna karşın, Konfüçyüsçülük resmi felsefe düzeyine çıktı ve kalıcı bir devamlılığı oldu. Konfüçyüs’ün iki önemli öğrencisinden biri olan ve 371 ile 289 arasında yaşadığı için tanımadığı kurucusuna sa­dık Meng-Tzu, ki ismi. kaimleştirilip Mencius yapılmıştır, göksel ya da cehennemi güçler üzerine teorik yapılar kurmadı. “İnsanlar nasıl görüyorsa gökyüzü de öyle görür. İnsanlar nasıl anlıyorsa gökyüzü de öyle anlıyor,” diye yazdı. Başka deyişle, Gökyüzü ölümlülerden daha fazla bilemez. Her şeyi bilen üstün güçler için de durum aynı­dır. Çünkü, Konfüçyüs gibi, insanların olabildiğince iyi olmalarına

20Les Entretiens de Conjiıcius, Çinceden çeviren, sunan ve notlayan Pierre Ryckmans, önsöz d’Etiemble, Gallimard,. 1987 XIII; 5. Önsözde Etiemble, Konfüçyüs’ün politik anlamını tartışma konusu etmektedir: “Sonlu bir dün­yanın bütün güçlüklerini sadece ahlak yoluyla çözmek istediğinden, Kon­füçyüs, itiraf etmek gerekir ki, politik olarak yenildi: 496 yılında başbakanlık görevini uygulamanın ona yettiği ve kasapların eti doğru fiyatla satmalarını sağlamada bile yetersiz bir selefi idam ettirdiği konusunda bizi ikna etmek is­temeleri boşunadır. Bu hikâyeye kanacak değiliz.”

21 Les Entretiens de Confucius, VII; 26.

109

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

yardım ederek yeryüzü üzerinde mutlu olunmasıyla ilgilenen Mencius’u özne pek ilgilendirmez. Çünkü herkesin gelişmesiyle İlgilenen bir yaşam gücünün, ch’i denen evrensel bir unsurun var olduğuna ina­nır. İnsan ch’i ile dolduğunda göksel doğasıyla yeryûzündeki doğası birbirinden ayrılmaz: “Yaşayan bütün oh bin şey bizim içimizdedir.”22 Demek ki, var olmuş olsaydı Şeytan da buna dahil olacaktı!

ÎÖ III. yüzyılda yaşamış diğer Konfüçyüsçü Hsün-tzu şöyle yazar: “insanın doğası kötüdür. İyilik sonradan edinilir.” Bu düşünce, ilk günah, yani Hata üzerine Sami düşüncelerini yansıtıyor gibi gözükse de öyle değildir. Hata kimin huzurunda işlenmiştir? Gökyüzü karşı­sında kesinlikle değil; çünkü Hsün-tzu kendisine saygı gösterilmesini hiç istemez. Gökyüzü, bir lütuf kaynağı değildir; kendine yardım edene yardım etmez. Ezeli bir tanrının oturduğu yer olmadığı gibi insanbiçimli bir tanrının bulunduğu yer de değildir. Bu reddediş, kuşkusuz, Hıristiyanlığı onaylamamağının yansısıdır, insanın Gökyüzü’nden bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Gökyüzü, yalnızca kendi hesa­bına çalışan mekanik bir süreçtir. Metafiziği bu reddedişte sanki Pindaros’un sesi işitilir: “Ey ruhum, ezeli yaşama özlem duyma, olanaklı olanın alanını tüket!” Cinler var mıdır? Hayır, çünkü Hsün-tzu büyü­yü, kehaneti, cin çıkarmaları ve diğer batıl pratikleri şiddetle redde­der. Doğaüstü güçlere -ki yokturlarbaşvurmayı ve dini reddeder. Onun konusu Yeryüzü İmparatorluğudur; dinleyicilerini, imparator­ları yararsız kılmak için, daha iyi olsunlar diye sık sık kendilerine yetmeye davet eder. “Her birey, kendine hakim olacağı ve ödevini ta­mamlayacağı kendi doğru yerini bulduğunda, imparator, bir toprak yığını gibi gereksiz olacaktı.”

Teorik olarak Budizmin bu bağlamda çok küçük bir eylem alanı vardır. Ama bu alanı yine de bulur. Gerçekten de Budizm ÎÖ III. yüz22Wıi-chi Liu, A Short History of Confiıçian Philosophy, Londra, 1955.

110

ÇIN VE JAPON

yılda Konfüçyüsçülüğe olduğu kadar Taoculuğa da uymaya elverişliy­di. IÖ 321-297 arasında Hint yarımadasında hüküm sürmüş olan23 İmparator Aşoka, Seylan’da, ardından ilk din değiştirenlerin Hmonlar olduğu Güneydoğu Asya’da, Birmanya’da, Kamboçya’da, Siyam’da, ar­dından Güney Çin’de misyonerlerin işini bitiren ilk kişi oldu. V. yüz­yıldan önce Budizm Java ve Sumatra’ya ulaşmıştı. Gautama’nın öğreti­sinin Orta Asya’ya nasıl geçtiği hâlâ bilinmemektedir. Şurası kesin ki oradan geçti ve dil, din, kültür ve kavim fırtınası demek olan Tarım Havzası’nda biçimlendi ve değişti.24

Tersi zaten şaşırtıcı olurdu. Çünkü Budizm orada Iran Mazdacılığın, Nesturi Hıristiyanlarının, büyük Hıristiyanlık yayıcılarının,25 yerel dinlerin ve VIII. yüzyıldan itibaren de Islamm etkisine maruz

23Krallığında gerçek bir dharma ya da tamamen Budizmden esinlenen ideal ku­ral yerleştirmek kaygısıyla bir “sosyal güvenlik” uygulayan ilk o oldu. Ücretsiz tıbbi tedavilerin insanlara olduğu kadar hayvanlara da sunulduğunu belirt­mek gerekir.                             x

24“History of Buddhism,” Encydopaedia Britannica, 1980. .

2jNesturiler sapkın olarak görülüyordu; çünkü başlan olan Kostantino polis piskoposu Nestorius, Meryem’e Theotokos, Tann’nın Anası sıfatım vermeyi reddetti, çünkü o bir insandı ve Tann’nın bir insandan doğmuş olması ola-, naksızdı. Nestorius’a göre, ona uygun sıfat sadece Christotokos’tu, yani “İsa’nın Anası." Dahası, piskopos, İsa’nın insan olarak özgür ve eksiksiz bir kişiliğe sahip olduğunu oysa ki rakip ve düşmanlan olan İskenderiyelilerin onu “basit bir Logos aracı”na indirgemiş olduklarını kabul ediyordu (“Nestorius-Nestorianisme,” Encyclopedie 'du christianisme ancien, cilt II, Cerf, 1990). Nestorius ve öğrencileri 451 yılında Kalkedon (Kadıköy) Konsili’nden -an­laşılamadankovuldular. Tersine, bu onlan İncil yolundaki çabalanndan alı­koyamadı, çünkü Asya’yı Hıristiyanlaşman onlar oldu; Thomas ya da Bartholomaeus ve efsanenin tersine Hıristiyanlaştırma kampanyası, bir yenilgi olan İskenderiyeli Pantainos değil. Gerçekten de dinsel misyonları sadece Su­riye, Emenistan ve Pers’e değil, Seylan’a ve Malabarlar kıyısında o dönemde dörtyüz bin Suriyeli Nesturi bulunan Hint’e kadar yayıldı; bunla ta daha son­ra “Thomas Hıristiyanlan” denecektir (bu adı taşıyan havari tarafından dine geçtikleri için değil, VIII. yüzyılın sonunda piskopos Kanalı Thomas’ı izleyen göçmenlerle sayılan kabarıklaştığmdan böyle adlandınlacaklardır). Pekin’e bile ulaştılar.                                              *

111

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

kaldı. Budizm Çin’de, özellikle Han hanedanı döneminde (Han impa­ratorlarından biri olan Mtng, altın sarısı ve uçan bir tanrısallığı Buda’nın ilham kaynaklarından biri olarak yorumladı) çok yaygınlaştı. Ancak bu, yerel Taoculuğun telafi ettiği ve özellikle yaygın büyü pra­tikleri tarafından biçimlenen yozlaşmış bir Budacılıktı.26 Budizmin Çin’de farklı bir yaşamı oldu; örneğin burada Arık Ülke Budizmi de­nen yeni bir okulun ortaya çıktığı görüldü. Buna göre, Amitabha üze­rine on kez meditasyonda bulunulduğunda Arık Ülke cennette yeniden doğma şansına sahip olunabilirdi. Kuşkusuz biraz kolay: Bu bizim Hıristiyanlığın bağışlama ticaretini can sıkıcı şekilde hatırlatmakta­dır.

Yaygınlaşmanın bedelini ödemek için feda etmesi gereken silahlar ve bilgi dağarcığı hesaba katılsa bile, bir dinin bu ihraç başarısı şa­şırtıcıdır. Bu başarı ancak yayıcılarının yüzseksen derece fikir değiş­tirmeleriyle açıklanabilir: Başlangıçtaki Budizm ruhun var olmadığını ileri sürse bile -bu, hem atalara tapınma hem de Taocu iki ruh kavra­mına aykırı düşen radikal bir düşüncediryeni Budistler ruhun orta­dan kaldırılamaz olduğunu öne sürerler. Nirvana bir Hiç’ti; ölümsüz­lük haline gelmişti.27 Buda, tutkuları dışlamayan Orta Yolu seçmişken onlar tutkuları ortadan kaldırmayı öğretirler, bu da onları bir kez da­ha Taoc ularla uyuşturur. Nihayet, iyiliğin ve merhametin erdemleri­ne vurguda bulunmaları bu kez de onları Konfüçyüsçülerle uyum içi­ne sokar. Diğer bir ödün örneği: Bodhisatva ya da “doğacak Buda” Avalokitesvara cinsiyet değiştirdi, dişi bir tanrı haline geldi ve Çin ana-tanrıça Kuan-yin’le ve benzeri olan Tibet’teki Beyaz Tara’yla öz-

26Gerçekten de, Han hanedanı'döneminde Buda’nın Lao-tzu’nun reenkarnasyonu olduğu ve aynı sunak üzerinde yan yana bulunan Buda ve Lao-tzu’ya birçok imparatorun derin saygı duyduklan öğretilir.

27Kenneth K.S. Ch’en, Buddhismin Chiııa: A Historical Survey, New York, 1964 ve “Hisıory of Buddhism,” Encydopaedia Britannica, 1980.

112

ÇİN VE JAPON

deşleşti.' Bunlar' küçük değişiklikler değildi.

Sonra, “Konfüçyüsçüleşmiş" Budizm, Hint Budizminden farklı ola­rak pragmatik, hatta bayağı bir hal aldı: “Manastırlar yağhaneleri ve genel mağazaları yönetiyor, yolların bakımını yapıyor, hatta ticaret ve ödünç para vermekle uğraşıyorlardı.”28

Fakat İlk Günah’ta Şeytan hiç yoktu: Örneğin T’ien-tai mezhebi her bir anın ve her bir tohumun içinde tüm evrenin bulunduğunu öğ­retiyordu. Her pirinç tanesinde Şeytan’ı aramak mı .gerekiyordu?

T’ang hanedanı döneminde Budizm devlet dini haline geldiğinde ve Budizmin keşişleri, bir Batı demokrasisinde çalışma izinlerini ye­nileten göçmenler gibi hükümet bürolarındaki Konfüçyüsçü görevli­lerden papazlık sertifikası talep etmek zorunda kaldıklarında bile (çünkü Çin’in tuhafbürokratik alışkanlığı dün başlamamıştır) kimse Şeytan’ı tasarlamadı. Neyin iyi neyin kötü olduğuna ve .Kötülüğe do­ğaüstü bir gücün neden olduğuna karar vermekte acele eden devlet ik­tidarı aslında bunu istemişti; ama iktidarı ellerinde tutanlar Taocular­dan, Konfüçyüsçülerden ve Budistlerden oluştuğu için bir Kötülük Şeytanı’na kolay inanamıyorlardı. Bitki ruhlarının, varlığın karşıtı olan ölülerin ruhlarının onları tedirgin etmekte kararlı olduklarını düşünen.batılinançlı insanlar orada burada hâlâ vardı. Yani, bunun için altın ya da gümüş para karşılığı ya da ağırlığınca kurban ada­yarak, hayaletleri ait oldukları yere göndermek için dua okumakla görevli şamanlara başvuruyorlardı; bir şey yapılamıyordu. Cahiller her zaman batılinançhdır ve ayrıca bölge huzurunu garanti ettikleri ölçüde bu göreneklere hoşgörü göstermek daha uygundu. Din adam­ları ve yöneticiler için önemli olan, devrimler! kışkırtmak değil, bireşimler yapmaktı. Hatta Japonya’da, Ani Aydınlanma mezhebinin aşırılıkları Zen haline geldiğinde ve XX. yüzyılda California’da belli

28 .

A.g.e.

113

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

belirsiz bir geleceğe yükselip doruk noktasına ulaştığında bile ufukta Şeytan m görüntüsünden eser yoktu.

Bununla birlikte, Zen Budizm mezhebi, V. ya da VI. yüzyıl As­ya’sından çok sonraları çeşitli yerlerdeki Hıristiyanlara, Şeytan’m kuyruğu ve çatal ağızlı tahta pabuçlarıyla pek yakında olduğuna inan­dıracak bu yoğun cesaretten yoksun değildi. Bu mezhep iki öğretiden türüyordu: Biri, 470 yılında Hint’ten gelip önce Kantona yerleşen, ar­dından yarım yüzyıl sonra kuzeye çıkacak bir Budist olan Boddhidharma’nm, diğeri yine V. yüzyıldaki bir diğer keşiş olan Tao-sheng’in öğretisinden. Bu mezhep, Çincede wu ve Japoncada satori demek olan Uyanış ya da Aydmlanma’nın, metinlerin kıt anlayışlı okunmasıyla hiç ilişkisi olmadığını öğretiyordu: Uyanış ya gelir ya da gelmezdi, hepsi bu; insan kendinde boşluk yaratmayı biliyorsa gelir ve o anda Hakikat birden oraya dolardı.

Başlangıçta bu şekilde tanımlanan Zen, barışçı bir mistisizm görü­nümü altındaydı. Ancak korkunç aşırılıklara eğilim' gösteriyordu. Boddhidarma’nın kendini soktuğu transın dokuz yıl sürdüğü öne sü­rülüyordu; neden sonra Boddhidarma’nın bacakları düştü, ama o bunu fark etmedi. Ve gözkapaklarının kımıldaması meditasyonunu rahatsız edeceğinden Boddhidarma bunları kesti. Gerçekten de, bir Zen öğren­cisi meditasyonunu ne pahasına olursa olsun tehlikeye atmamalıdır ve üstad I Hsüan şöyle buyuruyordu:

“Size engel olan herkesi öldürün. Buda size engel olursa onu öldürün! Efendilerin Efendisi'ne rastlarsanız, arhanlara [Nirvanaya ulaşmış bu ulu kişiler, çilelerini bitirdiklerinden reenkarnasyondan muaftırlar] rastlarsanız, onları öldürün!”

Kanlı program! Yine de bu tür şiddetin kökeninde Şeytan ya da cinler yoktu. Çünkü boşlukta ne Tanrı ne Şeytan vardı; hiçbir şey yoktu, “Bedene mutlak hakim olmak, reflekslere güvenmek, ölümü

114

ÇIN VE JAPON

küçümsemek için zihin tekniklerinden [Zen tekniklerinden] elde edile­bilecek yaran anlamış olan”29 askeri sınıfın bazı temsilcileri tarafın­dan Japonya’da, bu şiddet işler hale getirildi. İşte savaş sanatları böyle doğdu.

Çünkü Japonya, Kore yoluyla gelen Budizmi, önce kuşkuyla karşı­ladı; sonra işler hale getirdi. Bununla birlikte, kendi yerli dini olan Şintoculuğa ya da daha doğru bir deyişle şinto, yani Tao gibi “yol” ya da dahası “tanrıların öğretisi” demek olan dinine de sahip çıktı. Ama bu, Budizmin Japonya tarafından iyi niyetle özümsendiği anlamına gelmez. XIII. yüzyılda kendi mezhebinin kurucusu olan keşiş Niçiren, Zen’i “şeytan işi” olarak niteledi ve Japonlaşmış olan ve imparatorluk iktidarı tarafından korunan Zen’in iki biçiminden biri olan Shingon’u “ülkeyi yok etmek”le suçladı. Ama, Niçiren’in fanatik ve tutarsız biri olduğu da doğrudur.30

Batıkların pek bilmediği Japon dilini kullanmanın güçlüğünün ya­nı sıra, Japonya’nın tek ulusal dini Şinto, din düşüncesinin kendisi de dahil olmak üzere günlük Batılı kavramlara meydan okur. Bir Japonya uzmanı olan Herbert’in yazdığı gibi,31 bu “diğer dinlere benzer bir din 'değildir. Dogmalardan tamamen yoksun, kutsal kitap olarak yalnızca kısa metinler ve güç yorumlara dayanan, asla ahlaki kurallar düzenlememiş, hiçbir ritüel dayatmayan Şinto, Japonyalılar için daha çök kendilerini benzerlerine, Doğa’ya,. Tanrısallığa bağlayan bağların bilincine varılmasıdır.”

Demek ki bu dinde bizim “Kötülük” diye adlandırdığımız şeyin 29Rene Sieffert, Les Religions duJapon, Presses universitaires de France, 1968.

30Rene Sieffert, Les Religions du Japon, Presses universitaires de France, 1968.

31Jean Herbert, Les Dieux nationaux du Japon, Albin Michel, 1965. Bu bilgin, pek rastlanmayan bir alçakgönüllülükle, Japon Şintoculann kendi yorumlan üzerine görüşlerini, ne tamamen hemfikir olasalar ne de hepsi birden övseler de yayımladı.

115

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

tanımı olmadığı gibi, etik ve dahası kötülüğü .simgeleyecek karşı-tanrısallık da yoktur. Araştırmamızı demek ki burada kesmeli ve kendimizi Sintoda Şeytan’m yokluğu koyutuyla smırlamalıyız, ancak bu biraz baştan savma olur. Gerçekten de Şinto göksel ve yersel uyumsuzluklar olduğunu kabul eder. Şintocu kozmogonik mitlerin çok sayıdaki çeşitlemelerinden birine göre, başlangıçtaki iki cin ya da karni (ayrıca sekiz yüzden fazla vardır), .İzanagi ve İzanami evrenin karşıt eğilimli efendilerini, biri göksel diğeri yersel olan, Güneş Tan­rıçası Amaterasu-o-mi-kami ve erkek kardeşi Susano-Wo’yu (gerçekte üçüncü bir çocuk da vardır, Ay Tanrısı Isuki-yomi) doğurduklarında bir çatışma patlak verdi. Okyanus Düzlüğü, yani Su Yüzüne Çıkmış Topraklar Tanrısı olan Susano-Wo yazgısından hoşnut değildi; nehir­leri ve denizleri kuruttuğunda ağladı. Aşağı Ülke’deki, yani cehen­nemlerdeki annesine kavuşmak istedi, bu isteği de babası İzanagi tara­fından gökyüzünden kovulmasına mal oldu. Kovulma buyruğu yerine getirilmeden önce Susano-Wo bir an olsun kız kardeşi Amaterasu’ya kavuşmak istedi, sonra sonsuza kadâr gidecekti. Kız kardeş bu kızgın ve taşkın erkek kardeşin gelişinden telaşa kapıldı ve göksel yaratıklar için elbise dokuduğu salonda nedimeleriyle barikat kurdu. Kız karde­şin bu sevgisizliği yersel Kami’nin göksel alanlara giremeyeceği olgu­suyla açıklanır, çünkü bu doğaya karşıdır. Bununla birlikte davetsiz Susano-Wo göksel barınağa saldırdı ve Amaterasu’nun nedimeleri kendilerini tecavüze uğramış kabul ettiler; bunun üzerine dokuma aletlerini cinsel organlarına soktular. Amaterasu ise direndi ve bir ka­yalığa saklanmaya gitti.32

Bununla birlikte, bir ağaç biçimindeki bitkisel yaşam, kuş biçi­mindeki hayvansal yaşam, cinsel organım ve göğüslerini gösteren di­şi bir karni tarafından simgelenen üreme yeteneği, mücevherler, yani 32J.-M. Martin, S.M.E.P., Le Shintoisıne ancien, Jean Maisonneuve, Paris, 1988.

116

ÇİN VB JAPON

insanın zenginlik ve güzellik üretme yeteneği ve son olarak da insa­nın kutsal olanı yansıtma olanağını belirten kusursuz ayna, Amaterasu’yu sığmağını terk etmeye ve gökyüzüne yeniden ulaşmaya ikna et­tiler, Susano-Wo sonsuza dek yeryüzü alanlarına atandı.

Bu ilk çatışmanın birçok çeşitlemesi vardır;33 ben burada bir bireşim gerçekleştirdim. Genel simgeciliği ortadadır: Uzlaşmaz olan, göksel ve yersel güçlerin karşıtlığından oluşur. Yersel olan SusanoWo Kötülükle ya da her durumda bilgelik yokluğuyla bir tutulabile­cek karakter eksiklerini, saygısızlığı, hayasızlığı, ajitasyonu ifade eder. Nihongİ* çeşitlemesinde, gerçekten de, şöyle denmektedir: “Bu kami’nin doğası sapkındı ve sızlanmalardan ve kızgınlıktan her zaman zevk alıyordu... Bu nedenle ailesi ona şöyle dedi: ‘Yeryüzünde hüküm sürmek istiyorsan bunun sonunda kesinlikle çok yaşam yok olur.’” Gerçekten de, bir başka metin olan Bingo-fudokfde Susano-Wo’nun tüm insan soyunu yok ettiği yazılıdır, yalnızca erkek kardeşi Som in ve onun, karısı ve çocuğunun canını, bir gece kendisini barındırdıkla­rı için bağışlamıştır. Yine de Asya’nın diğer tanrıları gibi karşıt yan­ları vardır, çünkü ev sahibine tarım tekniklerini öğreten de odur. O bir iblis değil, dünyanın karmaşıklığının Asyalı anlamını yansıtan çe­lişik bir cindir. Her durumda o, Japonya’da Şeytan olarak görülme­miştir çünkü bazı tapmaklarda ona tapılır.

Dünyayı oluşturan ikiliğe Şinto, kuşkusuz, cinlerin ya da karnile­rin ikiliğini de ekler, çünkü bunların iyileri ve kötüleri vardır. Bu şunu gösterir ki, bakan, klan şefi, kültürün efsanevi cisimleşmesi ve şair Miçizane Suguwara bir adaletsizliğin kurbanı olarak 903 yılında öldüğünde hayaleti imparatorluk sarayını ve ülkeyi dehşete düşürdü. Düşmanları ve hatta imparatorluk prensi kısa aralıklarla öldüler.

î3Bunlar Herbert’in önceden belirtilen eserinde ayrıntılı olarak bulunur.

*720 yılında yazıldı;,712’de yazılmış olan Kojikî ile birlikte Şinto’nun belli başlı kutsal metinlerinden biridir. Yedi yorumu vardır.

117

-................ .................................... r~ .....  " --  ----------

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

İnatçı kızgınlık; çünkü 947’de Miçizane, hizmetinde yüzaltmışsekiz bin iblisi olduğunu bir çocuğun ağzından açıkladı. Nihayet kendisine, imparatorlara bile verilmeyen Tenjin, Göksel Kami sıfatı verilerek yatıştırıldı. Demek ki iblisler vardır. Ancak bunlar, göksel Karnile­rin karşıtı yeryüzü Karnileridir. Ele avuca sığmazlıkları yersel olan yaşamın da ele avuca sığmaz olmasından kaynaklanır.

Şinto’nun Yaratıhş’ı erdemsiz kabul ettiği, böylece Samilerin ilk günah kavramına yaklaştığı söylenebilir mi? Hayır: “Şinto, yaratılışı, insanlığın son derece minnettar olması gereken bir olay olarak kabul etmesi gerektiğini düşünür ve dünyamızın gelecekteki yok oluşuna dair hiçbir imada bulunmaz.” (Herbert) Dünyada Kötülüğün varlığı ne dünyanın kötü olması ne de Kötülüğün lyilik’ten sonsuza dek ayrı kalması demektir; Kötülüğün belirli bir yerde bulunması demek hiç değildir. Aşağıdaki hikâyenin gösterdiği gibi, Kötülük, tanrıların öf­kesinin sonucudur: İmparator Sujin döneminde salgın hastalıklar ül­keyi kırıp geçiriyordu ve çok sayıda kurban oldu. “Bir gece, Mikado sarayındaki aile tapınağında üzüntü içerisinde uyumuştu ki tanrı O Mono Mushi düşünde göründü ve şöyle dedi: ‘Olanlar benim irade­min sonucudur. Benim karşımda bakan O Ta Taneko’ya matsuri’ler [dinsel kurbanlar] sundurursan öfkem yatışır ve ülke huzur içinde olur.

Tek bir Şeytan’ı hayal etmekten yoksun olan Asya, hiç kuşkusuz, kötü tanrılara ya da bir iyi bir kötü olan tanrılara inanmıştı. Tüm Uzakdoğu kavimler indeki iyi tanrı ve kötü tanrı düşüncelerinin dökü­münü çıkarmak için ciltler gerekir; burada birkaç örnek yeterlidir. Örneğin: “Kuril ve Hokkaido Aynuları... kötü • tanrıların varlığına inanırlar, ancak bu tanrıların dünyanın yönetiminde hiçbir payları yoktur; sadece iyi tanrılar dünya üzerinde yargılama yetkisine sahip-

Martinin belirlilen eserinde bu öğüdün değişik biçimleri vardır.

118

ÇİN VE JAPON

tir.”36 Çukçeler ve Koryaklar ise iyi ve kötü tanrıların var olduğuna inanırlar, ama kötü tanrılara ilişkin oldukça hayvani bir fikir oluştur­muşa benzerler, çünkü bunlar sanki kurt ya da tilkiymiş gibi davul sesinin onları korkutmaya yettiğim düşünürler. Ayrıca davul “şaman törenlerinde temel bir rol”, oynar. Korelilere göre, “tanrılar, doğada hemen hemen her yere yayılmış ruhlar gibi düşünülür; onlardan korkulmamadır, yine de onları hoşnutsuz etmekten kaçınılmalıdır.”

Bununla birlikte ve işin özü de sanıyorum budur, cinlere inanç Asya’da toplumsal basamaklar yükseldikçe azalır. Pek şehirleşmem iş ilkel halklar ve köylüler için iblisler hayvana çok yakın kaba varlık­larla bir tutulur; ancak toplulukların okumuş tabakalarındaki dünya kavrayışı, cinleri hissedilir görüngülerin hatalı yorumları olarak bir kenara atar. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, batılinanç toplum se­viyesinde yayılır. Bu durumdan, cehennemi yumurtaya düşük yaptır­mış olanın okumuş aristokrasi olduğu, sonucu çıkarılabilir. Bu sonuç yanlış olmaz, ancak okumuş bir aristokrasinin var olduğu başka kıta ve ülkelerde bu durum görülmediğinden akıl yürütme eksik kalır.

ilk bakışta bütün Asya, Şeytan’ı dünyaya getirecek dinlere sahipti: Arkaik dinler ve devletlerin otoriter hegemonyaları tarafından sürdü­rülen yerel ilkel toplulukların batılinançla Fakat iki önemli olgu bunu engeller. Birincisi, sınırları sık sık değişen toprakların genişli­ğidir; Hint bir ülkeden fazladır, bir kıtadır ve Çin’in tarihi özellikle kırk yüzyıldan fazla süren sınırların sürekli yeniden biçimlenmesiyle iç içedir. G.B. Shavv’ın önemli bir sözünü açarsak, bir süre için tüm bir kıta yönetilebilir ya da bir ülke (görece olarak konuşursak) daima yönetilebilir, ama tüm bir kıta daima yönetilemez. Her işgal, her fe­tih gibi, egemen ideoloji için can sıkıcı kültür şoklarına neden oîur.

İkinci olgu, Asya’nın iki büyük dininin (üçüncü büyük felsefe olan

Martın, a.g.e.

119

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Konfüçyüsçülüğü saymıyoruz), Budizm, ve Taoculuğun, yeryüzü toplumlarımn yansıması olan etik ile Budizmin de Taoculuğun da insani özellik atfetmeyi reddettikleri ve hatta Buda’nın Hiçlik’le bir tuttuğu en yüce bir kendilik arasında hemen ayrım yapan iki yüksek tin tara­fından (hemen hemen aynı anda) kurulmuş olmalarıdır. Peygamberler varolan inançları, güçlendirmek için aştıklarında, aynı dönemde Zarathoustra örneğinde olduğu gibi, her parçadan yeni bir düşünce sis­temi yarattılar. Köylüleri ve okur yazar olmayanları korkutan ve şamanların kehanet ve mucizeleri sayesinde uzak tutulan kırların müda­vimi küçük cinler varlıklarını sürdürdüler kuşkusuz, fakat asla yetiş­kin durumuna, bizim Şeytanımızın durumuna doğru evrilmediler.

Sanki yazıyla birlikte'Cehennem’den ve yüzlerini korkunç şekille­re sokan, kin dolu cehennem sakinlerinden kurtulmuşuzdur. Bu so­nuncular, bu bölümün başındaki ölülere uyarı gibi, ölümlülerin fantazmları, güçlü ve doğru bir ruhun çaba sarf etmeden reddetmesi ge­reken geçici halüsinasyonlardır.

Kitabın bu noktasında cinlere ve daha çok da Şeytan’a bu elvedayla Asya’dan ayrılmayı diliyorum. İlk Batılı seyyahlar bu kıtadan ateş püskürten canavar imgeleri aktardılar; kuşkusuz, Endonezya açıkla­rındaki Komodo Adaları’nm dev kertenkeleleridir bunlar. Ancak so­nunda, bir şey kesindir: Asya Şeytan’dan kurtulmuştur. Asya’nın ca­navarları, harika dekoratif motiflerden ya da özsaygılarına saygı duy­mak gereken yeraltı cinlerinden başka bir şey değildir. Bu nedenle, Hong Konğda bin bina inşa edildiğinde bir yeraltı cininin rahatsız edilmediğini bilmek gerekir.

Çin Bankası’mn görkemli gökdeleni bu protokolü ihmal etmiş gö­zükmektedir. Geç kalınmış olunsa bile yeraltı cinine kurban sunul­muş, ancak bu biraz pahalıya mal olmuştur...

120

5.

ZERDÜŞT, İLK AYETULLAHLAR

VE ŞEYTANIN GERÇEK DOĞUMU

İran’daki uygarlığın çok eskiliği üzerine İlk Hint-Avrupa krallığının merkezileşmiş yapısı ve güçlü bir dinin gerekliliği üzerine Ari Vedacılığı üzerine IÖ VI. yüzyılda Zerdüşt devrimi üzerine İkici gökyüzü ve cehennem düşüncesi üzerine Dinler tarihinde tektanrıcıhğın ilk or­taya çıkışı üzerine Zerdüşt ve kişiliği üzerine Aristokratların gözdesi kanlı kurban törenleri­ne tepkisinin nedenleri üzerine Gathaların “Incilvari” niteliği üzerine Kutsal Ruh’un, yedi te­mel günahın ve kıyametin anlamının ortaya çıkı­şı üzerine Cinbilimin icadı üzerine Zerdüşt ve Mani mirası üzerine Mecusi din adamları­nın politik eğilimleri ve teokratik darbe girişirçıleri üzerine Darius’un din adamlarına olan tepkisi, ama yine de Mecusiliği benimsemek zo­runda kalması üzerine.

Bugünkü Rusya’nın güneyinden, Dinyeper ve Don havzasını içeren geniş bir bölge olan aşağı Volga vadisi ve Kazakistan steplerinden dört bin yıl kadar önce gelen atlılar, İran’a yerleşmek için Kafkasya Vadisi üzerinden İran’ın bereketli ovalarına akın ettiler. Böylelikle Ka­radeniz ve Azak Denizi kıyılarının yerine Hazar ve Basra Körfezi kıyı­larını geçiriyorlardı; fakat başka kabileler Yunanistan ve Anadolu’ya doğru yola devam ettiler; daha başkalarıysa İskandinavya’nın ve Fin­landiya’nın güneyine doğru gittiler ve 1Ö 2000 yılma doğru Britanya Adaları’na ulaştılar. Ayaklarında sıkı potur, başlarında bizim dağcı başlıklarımızı hatırlatan bereler, küçük atlara binmiş, peşlerindeki kadın, çocuk ve eşya yüklü at arabalarının tekerlek gürültüsünü bas­tırmak için gırtlaklarını yırtarcasına bağırırken düşünebiliriz onları.

Eşyalar arasında sandıklar, heybeler, çömlek ve sepetler kımılda­madan duruyordu. Asla hayal edilmemiş en güçlü patlayıcı çok sonra­ları fark edilecektir; başlangıçta neredeyse bir hiç olan, küçük heykel­ler ve muskalar biçiminde simgelenen kimi inançlar, kuşkusuz aslın­da Şeytan’ın tohumuydu. Bu savaşçı ve "Kurgan insanları” ("tümsek” anlamına gelen Rusça sözcükten gelir) denen çoban göçmenler, ger­çekten de, dünyada tek bir Tanrı’nın karşısına tek bir Şeytanı çıkaran ilk dini kurmaya gidiyorlardı.1

Tarihçiler tarafından ortak olarak kabul gören Marija Gimbutas’ın. tezini, 1963Te sunulduğu haliyle burada tekrar ele alıyorum (Marija Gimbutas: “The Indo-Europaens: Archaeological Problems,” American Anthropologlst, cilt LXV). III. ve II. bin yıl arasında meydana gelen Hint ve Avrupa arasındaki kaynaşmanın muammasını aydınlatmak gerekiyor. Dar dilbilimsel açıdan, Hint-Avrupa dillerinin birçok dala bölündüğünü burada hatırlamak gerekir, Hint-lran grubu Hint-Ari kolunu yaratmıştır.

122

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU

Önceki dönemlerde de başka güzergâhlar üzerinden tekrarlanmış bu ışıl ışıl geniş işgal, birçok açıdan insanlık tarihinin en önemli olaylarından biriydi. Konuştukları dillerin Sanskritçeyle olan ilişkisi dolayımıyla Hint-Avrupalı diye adlandırılanlar insanlardı bunlar. Av­rupa dillerinin hemen hemen tamamı, Yukarı ve Aşağı Almanca, La­tince, Yunanca, Fransızca ve İngilizce, Ermenice, Norveççe ve Litvanyaca, gerçekten de Sanskritçeden türemiştir. Çünkü Vladivostok’tan Paris’e, Roma ve Atina’dan Los Angeles ve Rio’ya uzanan ve bugün bi­ze ait olan kültürün kaynakları Hint-Avrupa işgaliyle kuruldu. Batı denen dev kültür ve inançlar bloğu bu kolonizasyon sonucu oluştu. “Kurgan insanları” Yakın ve Ortadoğu’nun, Avrupa’nın hemen tümünü ele geçirmemiş olsaydı, tanrısallık dahil, Evreni yorumlayış sistem­lerimizin büyük bir bölümü bugün var olmazdı.

Bugün bunu unuttuk, ama neyi unutmadık kil Yine de Yunanlılar, her şeyin bu yörelerde başladığım biliyorlardı. Prometheus’un tanrı­lara meydan okuduğu ve göksel ateşi çaldığı için zincirlendiği dağı, Rion Vadisi’nde Kolkhis’e yerleştirmişlerdi ve Altın Post’u ele geçir­sinler diye Argonautları gönderdikleri yer de orasıydı.

Kabile örgütlenmelerine rağmen Kurgan insanları çoktan yapılaş­mış toplumsal bir sisteme, bir tekniğe ve bir dine sahip olarak gel­mişlerdi. Politik olarak, kralın iktidarı, hakiki modern devletlerdeki, parlamentoların önbelirtisi olan aristokratik, bir meclis tarafından de­netleniyordu. Teknolojik olarak, sadece tekerleği ve nehir gemiciliği­ni değil sabanı da biliyorlardı; un yaptıkları tahılı yetiştirmek için toprağı işlemeyi de biliyorlardı. Felsefi olarak, ruhun ölümsüzlüğüne ve öbür dünyadaki yaşama inanıyorlardı; orada, elinde bir balta ya da bir çekiç taşıyan ve ölülerini emanet ettikleri erkek bir tanrı hüküm sürüyordu. Hiç kuşkusuz ülkenin önceki işgalcilerinden mirası kalan bir ana tanrıçaya tapıyorlardı; güneş ve kutsal ateş, at, yılan,, yabandomuzu Kurgan insanları için sihirli özelliklere sahipti.

123

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Hint dinleriyle kaynaşmanın ne zaman başladığı da ne şekilde ol­duğu da bilinmemektedir; ama kaynaşmanın olduğu kesindir: II. bin yılın son çeyreğinde Ortadoğuya yerleşen Hindular vardı; ÎÖ 1380’de Hitit kralı Şuppiluliuma’yla yaptığı anlaşmada Mitanni kralı Mattivaza’nın belirttiği tanrıların listesi bunun kanıtıdır; bunlar aynı zaman­da Hindu panteonunun tanrılarıdır: Mitra-Varuna-lndra teslisi ve Nasatyalar. Demek ki Hint ve İran uzun süre aynı tanrıları paylaştılar; Vedalar denen kutsal yazılarda belirtilen Veda tanrılarıydı bunlar.

Demek ki, Hint-Avrupalılar demir çağından önce, IÖ iki, belki üç bin yıllarında hakiki bir uygarlık kurdular; belki de uygarlık adına layık ilk uygarlığı kurdular. İran’a, yüksek yerlerde, yansı yeraltına kurulmuş köylerle tahkim edilmiş şehirler kurarak hakiki modern yöneticiler olarak yerleştiler. Oradan yalnızca Doğu üzerine değil, uzak dünya üzerine de ışık saçtılar: Sadece politik olarak değil, ente­lektüel olarak da.

Gerçekten de, Hint-Avrupa odağı -tarihçilerin genel kabulü ola­rakeski dinlerin oluşumunda en etkili odaktır. Coğrafi konumunun ve güçlü politik örgütlenmesinin sağladığı parlamayla Ortadoğu’nun ve Doğu Akdeniz’in büyük bölümünü yüzyıllar boyunca belirlemiştir. Med savaşlarıyla yoğunlaşan Helen askeri direnişi Hint-Ari odağı için gerçek bir engel oluşturmadı, çünkü örneğin Yunan Orphikçiliğinde Hint-Ari etkileriyle tekrar karşılaşılacaktır. Yahudi ve Hıristiyan Gnostisizminin çeşitli akımları, .Sürgün sonrası Yahudilik, Hıristi­yanlık gibi Islamın Şii mezhebi de az çok onun derin izlerini taşır. Tektanrıcı teolojilerin büyük bölümünün, özellikle, modern kültürle­ri kurmuş olanların İran’ın döl yatağında oluştukları ileri sürülebilir. Bizim Yahudi, Hıristiyan, Müslüman melek ve başmeleklerimiz ve Şeytan’ımız orada doğmuştur. Örneğin İslam, Çennet’inin imgesini ondan ödünç almıştır: Daha Avesta’da, daha sonra Müslüman Cen­net’inde olduğu gibi, seçilmiş ruha, ölmüş olanın gerçekleştirdiği bü-

124

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU

tün iyi eylemleri temsil eden bir genç kız eşlik eder. Dolayısıyla, İran dini özel bir dikkati hak eder. Ve bu geniş etki nedeniyle kaynak­larının çözümlenmesi kendini bir zorunluluk olarak dayatılır.

Hint-Avrupah istilacılar bomboş bir ülkeye gelmediler. Gerçekten de Iran’.m tarihi çok uzundur,' istisnai olarak uzundur. Ülkeye, bir buz çağından ötekine, neredeyse sürekli olarak yerleşilmiş gibidir; ki bu, kuşkusuz dünyanın geri kalanının durumundan farklıdır. En azın­dan üst Paleolitik dönemden itibaren, yani otuzbeş bin yıldan beri, orada insan vardır. Aslında Zagros Dağlan’nda otuzlu yıllardan itiba­ren yapılan keşiflerin kanıtladığı gibi orta Paleolitik dönemden ya da Musterien dönemden, yani yüz bin yıldan beri burada insan vardır ve aşağı Paleolotiğe, yani yüzelli bin yıla uzanan insan varlığının izleri­nin bile bulunduğu dışlanmamaktadır. Demek ki burası gelişmiş bir toplumsal anlamın binlerce yıldır var olduğu bir ülkedir.

Dahası, Hint-Avrupahlarm burada karşılaştıkları topluluklar As­ya’da olduğu gibi dağınık değildi, yaylalarda toplanmışlardı. Tarıma, bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirilmesine dayanan ilk yerleşik köyler de burada ortaya çıktılar. İran, dünyada Neolitik devrimin or­taya çıktığı ilk bölge değilse de, her durumda ilk bölgelerden biri ol­du; Batı’daki Guran, Asiyab, Ganj-e-Dareh, Ali Kuş kentleri, Huzistan Horramşahr ve Zavi Semi Çanidar gibi şu anki Iran sınırındaki doğu kentleri bunun kanıtıdır. 1Ö VIII. bin yıldan itibaren gelişmiş ve dü­zenli bir tarım vardı. Tarihsel uygarlığın temelleri atılmıştı. Köyler yaylalarda ve aşağı Huzistan’da çoğaldılar.2

2 10 III. bin yılda İran’ı işgal eden Hint-Avrupa halklannın aslında VIII. bin yıl­dan bu yana orayı işgal eden ve bu arada başka yere göç etmiş ilkel topluluk­ların soyundan geldikleri varsayımı hiçbir şey çürütemedigi gibi doğrulamamaktadır da. İlk işgalcilerin uzak akrabalan tarafından toprakların yeniden işgal edilmesine dayanan bu şema, gerçekten de, Keklerle birlikte görülmüş­tür (bkz. s. 169). Bununla birlikte, böyle bir varsayım ancak, yapılmayı bek­leyen arkeolojik keşiflerle doğrulanabilir. Bununla birlikte, 1947-1949’da

125

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Bu köylerde yaşayanların bir dini vardı; bu dini bildiğimizi ileri süremeyiz, Okyanusya dinleri bölümünde tarihöncesi dinler konusun­da bunu açıkladım. Bu dinin çoktanrılı olduğu, köyden köye değiştiği varsaylabilir. Eliade, Ortadoğu’nun her yerinde simge olarak boğaya tapıldığını ileri sürer,3 bu olasıdır, ama kanıtlanmamıştır ve her du­rumda boğayı eril bir ilkeye tapınmanın kanıtı olarak yorumlamaktan kaçınmak gerekir. Örneğin Anadolu’da tarihi VIII. bin yıl öncesine uzanan bir kent olan Çatalhöyük’te, boğa "tapınması” tezini doğrula­yan öküz başları bulunduğu doğru olsa da, simgeler konusunda çoğul okumaya açık olmak gerekir. Gerçekten de, boğanın boynuzları ile hilal ve rahim (fallop boruları ile birlikte) arasında temel bir benzer­lik vardır. Amerikalı Cameron bu yorumu sistematize etmiştir/ Simge ikilemesinin anlamlı örneği olan Hathor, Mısır bereket tanrı. çası, inek başındaki boynuzların arasında bir hilalle simgelenmiştir. Her durumda, eski dinlerin güç İle doğurganlığı birleştiren eril-dişil bir simgede boğayla verimliliği birleştirdiklerini düşünmek olasıdır. Hem ineğin hem de kadının gebeliğinin dokuz ay sürüyor olması -ilk tarımcıları şaşırtan bu çakışmabu düşünceyi güçlendirir.

§u da açıklayıcı bir durumdur ki, Bereketli Hilal merkezlerinden biri olan Elam ülkesinde, en önemli tanrıça olan Kiririşna bir bereket

kaleme alınmış Enstitü üyesi Roman Ghirshman’ın eseri Viran, des origines â l'islum’da {Kuruluşundan İslama dek İran] (Albin Michel, 1976) şu belirtilir: “Bu vahalara en eski yerleşen insanların [Hint-Avrupalılardan önce gelen III. bin yılın hanlıları] kemiklerinden yapılan antropolojik incelemeler çok ho­mojen bir ırkın varlığını kanıtlamaz ve bilgilerimizin şu anki durumunda, orada karşılaşılan iki tür Dolisephal insanın sonradan gelip gelmediği ya da tersine, Akdenizli adı altında belirtilen ve tarih-öncesi dönemde, Akde­niz’den Rusya Türkistan’ına ve İndus Vadisi’ne uzanan aynı grubun özellik­lerini taşıyıp taşımadığı bilinmemektedir.”

3  Mircea Eliade, Histoire des croyances et des idees religieuses, c. II, Payot, 1973.

4  Dorothy Cameron, Symbols of Birth and Death in the Neolithic Era, KenyonDeane, Londra, 1981.

126

ZERDÜŞT VE ŞEYTANİN GERÇEK DOĞUMU tapınmasının resmi işaretleri, olan çömelmiş, doğurma pozisyonunda ve göğüslerini tutarken temsil edilmiştir, ama beklenenin aksine, Kiririşna’nm eşi olan tanrı Inşuşinak boğa’yı çağnştırmamaktadır.

Demek ki İran yaylaları, toplumsal bir bilincin Ötesinde hiç kuş­kusuz dinsel bir bilincin ortaya çıktığı ilk yerlerdir. Yine de, III. bin yılın ortalarına kadar bu yaylalar görece tecrit edilmiş kaldıklarından Iran dini gerçek anlamıyla burada değil, Huzistan’ı ve komşu dağların bir bölümünü kapsayan ve dört şehirden oluşan -en ünlüleri, krallı­ğın federal başkenti Sus’turElam’da gelişti. . .

Elam krallığı çok eskidir; IÖ 2700’e kadar uzanır. Katı hanedanlık kurallarına tabi olarak, kesin stratejik kısıtlamalara da boyun eğiyor­du, çünkü bir yandan yaylaları ve diğer yandan, Doğu’nun ilkel top­luluklarının yayılmacı atıhmlarım denetliyordu. Aslında IÖ IX. yüz­yıl ortasında Med krallığının kurulmasına kadar Elam tarihi Ur, Ba­bil ve Asurlulara karşı seferlerin olduğu art arda köleleştirmelerin ve fetihlerin tarihidir. Ligare, yani "bağlamak”, sözcüğünden geldiğini gördüğümüz religio sözcüğünde semantik işlevini de yerine getiren din, politik bir işleve sahiptir. Medler, ardından Persler geldiklerin­de, günümüze kadar belirlenememiş topluluklar arasında, özellikle Hint-Ari olmayanlar arasında5 güçlü ve eski, hem politik hem dinsel yapıların bulunduğunu gördüler.

Dolayısıyla, Hint-Avrupa işgallerinden çok önceleri Iran, merkezi­leşmiş bir ulus-devletin gelişimine istisnai olarak uygun ve gelenek­sel olarak güçlü bir iktidara elverişli bir alan teşkil ediyordu. Ger­çekten de, yalnızca İran’da değil, bütün eski uygarlıklarda zorba hü­kümdar hemen her zaman “yazgı işareti” diye adlandırılabilecek şeyin

Sorunu saptayan bicydopaedia Universalis şöyle yazar: “Başkent Sus’u çevre­leyen yaylalarda ve kuzeye ve doğuya uzanan Elam Kralhğı’nda yaşayanların etnik kökenlerinin ne olduğu bilinmemektedir; ne Sümerdiler ne Sami; ve Sümer, Akad, Babil ve Asurlularla sürekli savaş halindeydiler.”

127

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

izleriyle çevrilidir: Seçilerek gelmiş olsa da onu seçen yazgıdır; başka deyişle, erişilmez tanrısallıklar tarafından seçilmiştir ve onların yeryüzündeki vekilidir. Dolayısıyla, hem onlara tapınmanın kefilidir hem de iradelerine saygının ve iradelerinin sözcüsüdür. Dumezil’in önerdiği6 ünlü savaşçı-rahip-çiftçi üçlüsü burada bazı küçük farklılık­lar gösteriyor gibidir, çünkü kral birçok durumda hem en yüksek pa­paz hem de askeri şeftir. Firavunlar ve Yahudi krallar bunu kanıtlayan örneklerdir.

Her durumda, yalnızca tanrılara değil krala da kutsal diye tapını­lır. Kral panteon üzerinde egemenliğini yitirmeye ■ hoşgörü göstere­mez (ama, Keyhüsrev ve Darius döneminde, krallık iktidarının tartış­masız olduğu ve ikbalin zirvesine çıktığı için hoşgörülü davranacak­tır). Hiyerarşide yer almayan, birbirine rakip birçok tanrı, kralın sa­hip olduğu iktidarı tartışma konusu edebilir.

Böyle bir politik sistem, ortak zihniyete hakim olabilmek için, an­latı ve simge bakımından yeterince zengin, güçlü bir ditıi gerektirir. Bu da, kutsal yazılar olan Rigvedalar’a dayanan Vedacıhk oldu.7 Vedacılık, Medler geldiğinde Iran halklarının tümü tarafından paylaşılı­yordu. Tam bir hükümdar diniydi; Hint’ten gelen, çok sayıda at ve öküzü kurban eden, daha ilerde göreceğimiz gibi, uyuşturucu almış kutlayıcıların kendilerini cinsellik ve şiddet âlemlerine bıraktıkları vahşi tören yandaşı Aryalar ya da Ariler. Nihayet bu, Iran halklarına dayatılan din oldu.

O dönemde “İran halkları” denince ne anlaşılıyordu? Bu tanım yalnızca, özellikle Hint-Avrupa kökenlileri değil -bunlar ilk kez 10 111. bin yılda ve ikinci kez 1Ö 1700’e doğru gelerek yaklaşık olarak şu anki İran topraklarını işgal etmişlerdiek olarak Hazar Denizi’nin

6 Georges Dumezil, Les Dieux souveraines des Indo-Europtens, Gallimard, 1977.

7 Sanskritçe kaleme alınmış kutsal kitaplar olan Rigvedalar 1Ö 1200 ile 900 arasında yazılmıştır.

128

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN'IN GERÇEK DOĞUMU

her iki kıyısındaki İşkiller ve Sarmallar ile Don ve Ural arasında Sar­mallar gibi göçebe yaşayan Alanları da içeriyordu. Iran dininin güçlü yapılanmasına katkıda bulunan site-devletlerin bu dinin etkisini kom­şu topluluklara da yaydığı varsayılabilir; genel olarak Doğu’ya, Sogdiane (Sogd bölgesi), Baktriane (bugünkü Afganistan), Sakas, Arachosie, elbette güney dahil, Carmanie (bugünkü İran Belücistam’na denk düşer), ayrıca Sarmallarla îranlılar arasında (bugünkü Türkmenis­tan’ın bir bölümü) yaşayan Pardılar, Asur ve Babil (Fırat ve Dicle ara­sında) ve nihayet aşağı yukarı bugünkü Irak’ın yerinde bulunan Kassit krallığına,

Böylece Medler geldi. Övünç dönemi de geldi.

Herodotos’a göre IÖ 728’de (ancak görünüşe bakılırsa bir yüzyıl önce) Deiokes tarafından kurulmuş olan ve Hint-Avrupa işgallerinden yaklaşık on yüzyıl sonra yeni İran İmparatorluğunun çekirdeğini oluşturan Med krallığı, kuşkusuz, savaşçı ve -VII. yüzyılın yarısın­dan VI. yüzyıl sonuna kadar süren İskit ara dönemi bir yana bırakılır­samuzaffer bir krallıktı. IÖ VI. ve V. yüzyıllarda, Akamanış döne­minde, tarihin en büyük imparatorluklarından biri oldu; Libya’dan Hint’e, Karadeniz’den Hazar ve Aral Denizi’ne, Etiyopya’ya kadar uza­nıyor, Basra Körfezi’nin ve Arap Denİzi’nin doğu kıyılarının tümünü kapsıyordu. Bir Yedi Denizler imparatorluğuydu: Akdeniz, Kızıldeniz, Karadeniz, Hazar, Aral Denizi, Basra Körfezi ve Arap Denizi. Tüm ta­rihin en geniş imparatorluklarından biriydi ve imparatorluğun hemen hemen tümünü fetheden İskender tarafından bozguna uğratılacaktı.

Med imparatorluğunda birçok dil konuşuluyordu. Öncelikle, im­paratorluğun neredeyse tümünde konuşulan Aramca -çünkü bu impa­ratorluk bürokrasisinin diliydisadece Elam bölgesi haline gelen yer hariç, eski Perçe, Babil dili ve nihayet Elam dili konuşuluyordu.

600 yılma doğru dinsel bir kopma oldu. Bu, şaşırtıcı bir olay olan Zerdüşt reformudur. O zamana kadar Veda çoktanrıcıhğı hüküm

120

ŞEYTANIN GENEL TARlHI

sürmüştü. Zerdüştlük ya da öncesi İran’ında din ve dinsel örgütlenme üzerine Rigvedalar’dan başka pek az metne sahibiz; her durumda Veda dininin doğaüstü iki büyük güç grubunun hükmü altında olduğu bi­linmektedir: Ahumlar, üst tanrılar ve daeva’lar ya da alt tanrılar. Bunların her ikisi de, Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların seyrini yöneten iki temel tanrı, Ahura Mazda ve Mitra tarafından yönetilir. Şeytanla kıyaslanabilecek önemli bir karşı-tanrı ya da cin bilinmemektedir.

Ancak dinler tarihinde tamamen yeni bir kavram ortaya çıkmıştır: Ahiret mutluluğu kavramı. İran dininin temel teması, gerçekten de, Zerdüşt reformundan çok önce, bireysel ve kolektif, ahiret mutlulu­ğuydu. Hemen söylemek gerekir, Şeytan, burada, bir Ağar kültürün­deki streptokok kolonileri kadar oluşmaya hazırdı. Çünkü “ahiret mutluluğu”ndan kim söz ederse “cehennem azabı”ndan da söz eder ve her kim ki “cehennem azabf’ndan söz eder “Şeytan”dan da söz etmiş olur. Ölenin ruhunun çaresiz yargılanmasının ilk kez gündelik Sar­mal ve Alan (Iskitlerinki pek bilinmemektedir) teolojisinde ortaya çıktığı görülür: Osetlerİn uyguladıkları cenaze töreninde, bahfaldisyn, Nart denen kahramanların ülkesine atla gitmiş olan ölenin ruhuna, Dilek Sahibi Köprüsü ya da Shinvat Peretu denen dar bir köprüyü geç­mesi gerektiğini hatırlatmak için, biri söz alır; eğer ruhu doğruysa geçecektir; değilse, onun ve atının altındaki köprü çökecektir. Bu ge­çişin çeşitli biçimleri vardır. Zaman ve yazgı tanrısı Zurvan’m adın­dan dolayı Zurvani denen Med mezhebine göre bu köprü, üzerinden suçlu geçerken -yaygın imge olarakbir kılıç ağzı gibi keskinleşir.

Suçlu nereye gider? Ruhun yazgısına karar vermekle görevli tanrı Rashnu’nıın yargısı olumsuzsa, günahkâr, yakıcı ve pis kokulu cehen­nemi bir yere, hamestagan’a gidecektir. Bununla birlikte, Zerdüşt re­formundan sonra bile bu cehennem geçicidir, çünkü Kıyamet Günü tüm bedenler dirildiğinde yok olacaktır; Hıristiyanların alışkın ol­dukları bir temadır bu. Dolayısıyla, bizim sonlu Cehennem’imizden

130

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU

çok Hıristiyan Araf'ına daha yakındır. Ancak kuşkusuz, ahiret mutlu­luğu kavramı, günah kavramını zaten içeriyordu.

Ahiret mutluluğu teması Zerdüşt öncesi Mitra mitinde daha güçlü olarak ortaya çıkmıştır. Bizimki gibi, peygamberler tarafından bildi­rilmiş ve doğumu, yine İsa gibi, bir mağarada, mucizevi küçük bir çocuk biçiminde olan ve istisnai bir yıldızın ortaya çıkışıyla belirti­len Mitra, evrenin yöneticisi karşıt tanrılar olan ve kimliği akımlara göre değişen farksız bir Demiurgos’tan doğmuş Ahura Mazda ve Ahriman ya da Angra Manyu, iyi ve Kötü arasındaki göksel aracıdır. Ör­neğin özellikle Iranlı akıma göre bu, kendi kendine gebe kalmış olan ■ Ahura Mazda’dır. Zurvani akımına göre ise, Ahura Mazda veAhriman’a, yani iyi ile Kötü’ye birlikte gebe kalmış olan çiftcinsiyetli tan­rı Zurvan’dır.8 Her durumda burada Mitra, Vişnu’nun yerini doldu­rur; Vişnu, Zerdüşt öncesi dinde dünyanın Kurtarıcısıdır: Tanrılar ve iblisler evreni ateşler içine atarak savaşa tutuşurlarken ve -dönem için olağanüstü metafizik kavramuzamı yok etmekle tehdit ederler­ken Vişnu yayılabilen gövdesiyle uzamı kapsadı ve dünya yeniden do­ğabildi.

Geriye bir olgu kalır: 10 III. yüzyıla, yani Parth dönemine kadar i aralıksız varlığını sürdürmüş olan İran dini, Şeytan’m şekillenmesinî de tüm dinlerden daha fazla rol oynamıştır.

8 453’e doğru Şam’da (Damas) doğmuş ve 533’e doğru ölmüş Yunan filozof i Damaskios ya da Damaskius, Atina Felsefe Okulu’nun son temsilcisi, ilkeler Üzerine Kuşkular ve Çözünıler’de, bir öncülü olan 300’den önce yaşamış Rol doslu Eudemos’un sözlerini belirtir:.“Müneccimlerin [Bağdaştırmacı bir akım ■ kurmuş olan, Iran dininde büyük bir rol oynamış olan Med müneccimleri] bazdan, Tüm Birleşik Zaman diye, diğerleri Uzam diye adlandırırlar. Bunun j   sonucu bir İyi Tanrı ile bir Kötü Cin, yani aydınlık ile karanlık arasındaki

i   farklılıktır. Ve aynıları, bölünmez doğayı böylece paylaştıktan sonra, en

önemli elementlerin ikili bir sınıflandırmasını yaparlar ve birinin yönetimini i Oromazes’e lOrmazda ya da Ahura Mazda], digerininki Areimanios’a [Ahriman] verir.” Encyclopaedia Britannica, “Iranian Religiöns.” İran dininin nihai ] akımını temsil eden Maniciliğin açıkça oluştuğu burada görülür.

İ                                          131      

ı

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Burada tanrısallığın bürünebileceği toplumsal rolün belki de eşsiz bir netlikle belirdiğini saptamak gerekir. Tanık Aryaman: Mitra ve Varuna ile sık sık bağdaştırılan, Bhaga ile birlikte Mitra’nm temel “yardımcısı” kabul edilen Aryaman’ın adı “dost” anlamına gelir; “Ar­ya toplulukların üyelerini birleştiren bağların sağlamlığına göz kulak olur,” diye yazar Dumezil. Aynı zamanda, konukseverlik ilişkilerine, yollarda serbestçe dolaşmaya (salt yeryüzünde değil, öbür dünyada da), evliliklere, ritüel faaliyete, karşılıklı hediye alıp vermelere ve yardımlara da göz kulak olur; bu tür toplumsal işler bakanlığının te­mel doğaüstü faaliyeti “Babalaf’a da göz kulak olmaktır. Dumezil’in belirttiğine göre bu terim, ataların bir bölümünü ve önemsiz cinler topluluğunu da belirtir.9 Tanrısallığın bu yanı anlamlıdır, çünkü Ar­yaların, ilk hakiki Arilerin kendi tanrılarını ve her durumda Aryaman’ı kendi toplumlarına göre özel olarak ve doğrudan şekillendir­diklerini belirtir, kanlılara göre tanrılar yeryüzü işlerini yönetmek için vardırlar.

Zerdüşt re fo m undan sonra bile, Aryaman, tanrısallık katını kay­bettiğinde ve Sraosa adı altında dirildiğinde, “kan vatanının tanrısı” aşağı yukarı aynı İşlevlere sahiptir ve hatta yeni işlevler yüklenmiş­tir: Bu, tam olarak Hıristiyanlığın koruyucu meleğinin habercisidir; “öncelikle kendi cesedinin başucunda duran, sonra bu dünyadan öteki­ne geçmek için atnjıosferi aşan ruhu [ölümü takip eden üç gün boyun­ca ruhu] cehenneme götürmek isteyen İblislere karşı koruyan” Srao-

9 Dumezil’e göre, panteonun bu yeniden düzenlenmesi tarihin doğrudan so­nucudur: “Davranıştan, farklı olduktan için reform için tehditkâr idealleri, şiddete dayalı ve taşkın bir aristokrasiyle bayağı ve açgözlü bir köylülüğün ■ ideallerini garanti eden diğer düzeylerden tanrılar [yani Indra' ve Nasatyalar] reddedildi, mahkûm edildi ve rezil edildiler.” Bu şema, Fransa’da isyancı yerel derebeyliklere ve ayaklanmaya her zaman müsait köylülüğe karşı krallığın inşasının şemasına çok benzemektedir. Hint tarihinde, her durumda, Gök; yüzünün Yeryüzü’nünkinin yansısından başka bir şey olmadığı yine de soylenebiîir. Dumözil, Les Diex souverains des hıdo-Europeens.       4

132

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU

sa’dır, diye yazar Dumezil (Zend Avesta'yı bizzat yorumlamış olan J. Darmesteter’den aktarır). İlk hakiki tektanrıcılığm yakın olduğu gö­rülür.

Demek ki İran’ın görünüşteki çoktanncıhğı, yeryüzü yönetiminin göksel bir yansısı olan merkezileşmiş göksel yönetim sistemine göre kurulmuştur. Yeryüzü yönetimi gibi iyi ve Kötü arasındaki geçici bir dengeye dayanır ve bunun gibi, kötülüğün, lyi’nin nihai zaferiyle, varsayımsal bir gelecekte yok olacağını vaat eder. Bu da .İran’daki gi­bi, özellikle Akamanışların muhteşem döneminde, bir fetih yönetimi­dir. Vedacılık imparatorluğun politik,, kraliyetle ilgili ve aristokratik yapısını yansıtır.

Sonuçta Zerdüşt gelir.

Eski Farsçada Zarathustra, modern Farsçada Zarthosht, kuşkusuz 628’e doğru doğdu ve 551’e doğru öldü. Adının anlamı belirsizdir. Platon onu “Oromazdes’in oğlu”10 diye adlandırır. Bu hiç kuşkusuz bir imgedir, çünkü Oromazdes, Vedacı panteonun iki büyük tanrısın­dan biri olan Ahura Mazda’dan başkası değildir. Fakat, ÎS I. yüzyılda, Plutarkhos’un da ona tanrılarla bir akrabalık atfettiği doğrudur.11 Pli­nius, daha doğduğu gün güldüğü konusunda teminat verir.12 Tüm i bunlar onun Yunanlılarda tanrı oğlu ya da yarı-tanrı kabul edilen efsaİ   nevi bir kişilik olduğunu gösterir. Dion Chrysostomos’a göre, bir

?  dağa çekilmişti, ateşler dağı yakıp kül etti, peygamber sağ salim kur-

> tuldu ve halka hitap etmeye başladı.

; Tek başına kişiliği bile dikkate değer; gerçekten de, bir reformcunun karakterinin reform kararında belirleyici olmadığını düşünmek güçtür, tıpkı bir reformun uygun bir tarihsel koşula denk düşmediği-

10Piaton, Alcibiade, The Loeb Classical Library, Harvard Universıty Press, ;• Cambridge, Mass. ve William Heinemann, Londra, 1923.

-■ HPlutarkos, Muma, 4, “Ünlü Adamların Hayatları,” La Pleiade, Gallimard, 1956. ı ' 12Pline, Histoire naturelle, VII, 15, XXX.

J                                            133

ŞEYTANIM GENEL TARİHİ

ni düşünmenin güç olduğu gibi.

Avesta’nın13 onüçüncü kitabı olan ve Zerdüşt’ün biyografisine ay­rılmış Spend Nask kaybolmamış olsaydı kuşkusuz daha fazla şey bi­lirdik. Gerçekten de, Avesta’ların geri kalanından yaşamı üzerine ta­rihsel olarak pek bir şey öğrenemeyiz: Avestu’lardan biri olan Yasht, Zerdüşt ortaya çıktığında tüm doğanın bayram ettiğini ve tanrılara kurban sunan bir rahip ve bir ozan, Sanskritçede hotar, olduğunu be­lirtir. Bu sonuncu nokta önemlidir, çünkü Zerdüşt özellikle öküz kur­ban eden insanlara öfke duyuyordu. İkinci çözümlemede, Avesta’larda bulunan kişiliğinin bazı özellikleri sanıldığından daha açıklayıcıdır.

Isa’nın çölde baştan çıkarılmasının altı yüzyıldan daha fazla bir sü­re önceki habercisi olan Avestn’ların diğer kitabı Vendidad, Şeytanın inancından vazgeçmeye kışkırtmak için ona yaklaştığım aktarır ve Yasht ise cinlerle çatışmadan sonra zafer kazandığını ve onları yeryü­zünden kovduğunu belirtir. Zerdüşt’ten söz eden daha ileri tarihli di­ğer kitaplar olan Dinkard, Şehname, Zerdüştname olağanüstü olaylar ve mucizevi tedaviler aktaran övgülerle dolu biyografilerdir. Hiç kuş­ku yok ki Zerdüşt kendi döneminde ve sonraki yüzyıllarda salt bir peygamber olarak değil, dahası doğaüstü bir kişilik olarak görülür. Bu, tıpkı bazı tarihçilerin İsa’nın varlığından kuşku duymaları gibi,

1JZerdüşt öğretisini, Zend-Avesta da denen Avestn’lardan öğreniyoruz. Bunlar, çok daha yaygın gibi gözüken ve İskender’in İran fethi sırasında yok edildiği ileri sürülen kozmogonik, yasa koyucu ve dinsel bir corpus’un tek kalıntıla­rıdır. Bize ulaşan Avesta’lar ilk çeşitlemenin parçalarından yola çıkarak, İS 111. ve IV. yüzyıllarda, Sasani kralları döneminde yeniden oluşturulmuştur. Beş bölümden oluşur, Gathalar merkezi bölüme aittir; Yasna dinsel kurallardır ve kutsal içecek lidoıncı’nın hazırlanmasının ve tüketilmesinin kurallarını belirtir . (bkz. dipnot 19). Gathalar Zerdüştçü ezgilerdir ve Zerdüşt’ün yazdığı şekliy­le aktarıldıkları ileri sürülür. Diğer dört bölüm, Zerdüştçü din şeflerine saygı­dan ibaret olan Visp-rnt; dinsel ve sivil Zerdüşt yasasını içeren Veııdiıtad’lar ya da Vidçvdud’lardır; Yasht’lar, çeşitli kahramanlara, yani meleklere ya da yazata’lara yönelik yirmibir ezgiden oluşur ve Khurda Avesta küçük metinlerden ibarettir.

134

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU .

bazı İran uzmanlarının da onu tarihsel tözü olmayan bir mit olarak kabul etmelerine yol açmıştır. Birçok peygamberin yazgısıdır bu14... Burada Zerdüşt’e karşı ölçülü davranmak daha akla yatkın olur, çünkü belirli bir dönemde Vedacılıkta reform yapan etten kemikten bir in­sandır o.

Kuşkusuz Zerdüşt’ün de bir doğum yeri vardır. Bazı tarihçiler Baktriane, başkaları Media ya da Pers derler. Avesta’mn iki kitabı Yasna ve Vendidad’a göre, doğduğu yer olan babası Purusaspa’nın evi ("benekli attan") Airan Vej bölgesindeki Dareja Nehri kıyısmdadır. Bir başka eski metin doğum yerinin Atropatene yönünde olduğunu belirttiğinden bunun eski Media’nın15 kuzeybatı sınırında, kısmen Er­menistan sınırı ve Hazar Denizi kıyısında, Araks Nehri kıyısındaki Aran çevresi olduğu sonucu çıkarılabilir. Demek ki müneccimler ül­kesinden geliyordu ve o da müneccimlerden biriydi. Evli olduğu kesindir; çünkü küçük kızının adının Purucista olduğu bilinmektedir. Yine Yasht’tan öğreniyoruz ki, at yetiştiricisi bir kabileden geliyordu: Spitama kabilesi, “parlak saldırı.” Tam adı Zarosht Spitama’dır.

Kısa sürede düşmanlar edindi. Yoksuldu. Ahura Mazda’ya yakar­masında bunu oldukça sık ifade eder: “Ey bilge, niçin güçsüz olduğu­mu biliyorum, az sürüm ve az insanım olduğundan." Onu horgören zengin bir grup genç savaşçının düşmanlığını kazandı; bunlar gizli bir erkek dayanışma topluluğunun üyesiydiler ve sloganları aesma idi, yani “büyük öfke,” kısacası bunlar günümüzde kendilerine “şama-

14Eliade, Histoire des croyances et des idĞes religieııses'de (Payot, 1973) “Zerdüşt ve İran Dini” bölümünde, Mazdacılığın bazı tarihçilere göre İran dininin sa­dece bir parçasını oluşturduğunu, dolayısıyla reform olmadığım ve bu bakış açısına göre reformcu da olmadığını belirtir. Bu eleştirel radikalizm, çalışma­ların ve kaynaklann yeniden incelenmesini gerektirmesine rağmen, bu sayfa­larda elbette benimsenmemiştir. Zerdüşt reformunun kanıtları ciddi biçimde tartışmak için yeterince çok gibidir.

15“Zoroaster,” Encydopaedia Britannica, 1962.

135

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

tacı” denilen insan grubundandılar. ikisinin adı bilinmektedir; çünkü Zerdüşt bunları, müritlerinin önünde lanetle miştir. Birinin adı Bandva’dır, digeri de sert bir kış günü soğuktan titreyen Zerdüşt’ü ve hay­vanlarını misafir etmeyi reddeden “küçük Vaepya prensi.”

Şimdiden bir portresi olmuştur: Yoksul ve coşkulu bir şair, aynı zamanda şiddet-karşıtı biri, kuşkusuz bir müşfik, bir meczup, belki bir şaman, ama aynı zamanda kinci biri. Gerçekten de, kendilerini kanlı tapınmalara verenlere amansız bir şiddetle saldırır. Oysa Eliade’ın ortaya koyduğu gibi, bu tapınmalar tam da erkek kültlerini nite­leyen şeylerdi. Bir at yetiştiricisinin oğlu olan Zerdüşt’ün bu hayvan­ların kurban edilmesinden tiksinti duyduğunu düşünmek oldukça çe­kicidir. Çünkü bu görkemli hayvanlarla yaşamış herhangi bir kimse­nin onlara karşı neredeyse kardeşçe bir bağlılık duymadığını, ve tanrı­sallığı tatmin ettiği sanılan böyle bir katliamdan tiksinmediğini dü­şünmek son derece güçtür. Daha çekici olan şey, Zerdüşt’ün hayvan kurban etmek konusundaki tiksintisinin, Gathaların düşündürttügü gibi kurban edenlerin gaddar ve kibirli kişiliğinden dolayı güçlendi­ğini düşünmektir. Ancak nihayetinde, bu çözümlemeyi yirmialtı yüz­yıl sonra daha ileriye götürmek macera olur. Kesin olan tek şey, pey­gamberin bu zalim aristokratlar karşısında hissettikleridir.

Bu, kuşkusuz, Zerdüştçülüğün, at ve öküz kurban eden zengin kurban ediciler karşısında Zerdüşt’ün kişisel kininden doğduğunu ile­ri sürmek anlamına gelmez. Bu, yukarda belirtilen ayrıntılardan anla­şıldığı üzere Zerdüşt’ün karakterinin şiddete dayalı ve çok daha dün­yevileşmiş aristokratik bir dinin reddine denk düştüğünü gösterir.16

16Bu konuda, Vedacılıktan türemiş olan Brahmancıhğın bunun iç mantığını açıklamış gözüktüğünü saptamak gerekir, çünkü kast sisteminin inşasına ve brahmanlarm ezici yararına brahmanlar tarafından yönetilen bir toplumun inşasına yöneltmiştir.Tersine, Hint’in ineklere mutlak saygıyı Zerdüşt’ün ve Zerdüştçülüğün etkisine borçlu olup olmadığı sorulabilir. Konu, ne yazık |d, Şeytanın kökenleri üzerine bu araştırmada ele alınmayacak kadar geniştir.

136

ZERDÜŞT VE ŞEYTANİN GERÇEK DOGüMÜ

Güçlülerin dini olan Vedacılık İran’da halkı gerçek tinsel yardımdan yorsun bırakıyordu. Oysa Zerdüşt de bir müneccimdi. Böyle bir ek­sikliğe ilgisiz kalamazdı. Gathalarının tinsel öfkesi, acıları ve lirizm­leri çoğu zaman merhametle de zenginleşiyordu. Zerdüşt, halka karşı büyük bir şefkat ve ilgi besleyen büyük peygamberler soyandandır. Ve dönem Zerdüşt için uygundu.

Gerçekten de Zerdüşt’ün ortaya çıkışı, II. Nabukadnezar ve Kyaksares dönemlerinde Asurluların bozguna uğratılması ve komşu ülke­lerin kökleştirilmesinin ardından büyük İran Imparatorluğu’nun kurulmasıyla aynı zamana denk düşer. O dönemde imparatorluk düş­manlara karşı, güçlendirilmiş, merkezileşmişti; başkenti Persepolis ışıl ışıl parıldıyordu. Sus’ta, Ekbatana’da ve diğer şehirlerde egemen kasta ayrılmış şatafatlı bahçelerle çevrili olağanüstü saraylar ve tapı­naklar yükseliyordu,. Çalışanların, zengin kastlar tarafından sömürülmelerini engellemek amacıyla çalışma saatlerinin belirlendiği fer­manının gösterdiği gibi Darius, toplumsal bir bilincin belirtilerini sergilemiş olsa da, halk, büyük kült törenlerinin dışında kalıyordu.

Bu genç imparatorluğun ölçülerine uygun bir dinin ihtiyacı o za­man hissedildi. Gerçekten de imparatorluğun boyutları ve uygulanan dinlerin çokluğu din adamlarını çöküşle tehdit ediyordu; müneccim­ler kabilenin diğer kastlarından birini oluşturuyorlardı, ki Babil mü­neccimleri gibi bazıları açıkça şarlatan olarak suçlanmıştır. Med mü­neccimlerinin dinlerinin kesinliği ve basitliğiyle yürürlükteki çoktanrıcılıktan farklılaşması gerekiyordu. Bu din görkemli tapınma kural­larıyla, kurbanlarıyla ve yandaşlarının gücüyle değil, birey üzerinde­ki iç nüfuzuyla, kaçınılmaz bir aciliyetin ve müthiş bir hedefin duy­gusuyla kendini dayatacaktı: Gökyüzü’nün kazanılması ya da kaybe­dilmesi, ahiret mutluluğu ya da ezeli güçsüzlük; Peygamber işte o dö­nemde ortaya çıktı; konuştu ve Vedacılık temelleri üzerinde kurduğu din bir kalıntıdan başka bir şey olmasa da sesinin yankıları titreşti ve

137

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

hiç kuşkusuz yüzyıllar boyunca da tilreşecektir.

Doğumundaki efsanenin kanıtladığı gibi İsa’nın prototipi olan Zerdüşt, bir reformdan daha fazlasını yapmıştır; Avesta’daki Gatha denen “incilvari” ilahilerinin belirttiği, Pehlevi kitaplarının ve Yunan tarihçilerinin doğruladığı gibi ilk tektanrıcılığın gerçek kurucusu­dur.17 Öğretisinin çoktanrıcı görünümleri, yukarda kısaca betimlenen ve yok etme iddiasında bulunmadığı eski dinin kalıntılarından başka bir şey değildir.

Zerdüşt, dininin bir anda ortaya çıktığım ve müneccimin, tama­men silahlı, tam ve değişmez bir dinsel sistemle ortaya çıktığını dü­şünmekten kaçınmak gerekir. Tersine, Zerdüşt ilahileri olan Gathalar, ağır bir evrime işaret ederler.18 Ateş öncelikle Kutsal Ruh’la öz­deşleşmiştir, ardından Tanrı’nın görünür biçimi olan Güneş’le, niha­yet tanrıların en yükseği olan Ahura Mazda’yla. Vedacılığın yeniden yapılanması aşama aşama gerçekleştirilir ve öncelikle kurban törenle­rine ve haoma içmeye eşlik eden sefih aşırılıkların ihbarıyla sınırla­nır.19 Gerçekten de, kan seyriyle şiddetlenen, şiddete dayalı halüsinas-

17 Bunlar, esas olarak, Herodotos’un Tarihler’i, Photius’un seçmeleri aracılığıyla bize ulaştığı şekliyle Ctesias de Cnide’in Persitjues’i,'Ksenophon’un Anabasis ve Helenikler’i ve belli ölçüler içinde, eski İran üzerine bizi bilgilendiren Berosos’un Babil Tarihi’dir. Bkz. R. Henry, Ctfoias, la Perse, l’Inde et les 5mnmaires.de Photius, 1947.

18Bkz. Eliade, Zarathoustra et la religion iranienne, s. 336-338.

19Bunun spemıatik nitelikteki kutsal içecek olan ve tüketimi, Zerdüşt tarafın­dan gözler önüne serilen, sefahat taşkınlıklarına yol açan haoma olduğu bi­linmemektedir. John Allegro’nun Le Champignoıı sacre et h Croix (Albin Michel, 1971) adlı incelemesi, Güney Asya kabilelerinin soma’sına benzer gözü­ken haoma’nın, kuşkusuz çok açık simgesel nedenlerle, en zehirli mantarın sıvısından hazırlanmış olduğunu düşündürtür. Fakat V. Pavlovna ve R. Gordon Wasson’un Muslırooms, Russin and History, Cambridge, Mass., 1957 ve Roger Heim’in, Enstitü’den, Les Chmnpignons toxiques et halltıcinogenes (Boubee, 1978) adlı çalışmaları, söz konusu olanın yalancı altınmantar oldu­ğunu düşündürtür daha çok. Yalancı altmmantann, doğurduğu şiddetli sap­lantılar nedeniyle neden olduğu şeytanca anlamı Watson mükemmel tanım-

138

ZERDÜŞT VE ŞEYTANİN GERÇEK DOĞUMU

yonlar Veda törenlerine katılanları, hiç kuşkusuz, Zerdüşt’ü isyan ettırten cinsel ve ölümcül taşkınlıklara sürüklüyordu. Zerdüşt, gençli­ğinde, komşu ülke İskit’in şamanlarının vecd törenlerine katılmış ve bü törenlerde hazır bulunan kimse bir ocağın üstüne serilmiş kenevir tohumundan sarhoş olmuş olsa da, bunlar, Vedacılığm sefih törenle­rinin çılgın öfkesinin yanında zararsız gözükür.

Dolayısıyla peygamber sözcüsü müneccimin Vedacılığa müdahale­si bir reform olmaya başlar; öncelikle, dunlaştırıcı ve uzlaştırıcı ola­rak kendini gösterir. Yolun sonunda, son Gathalarda, usulüne uygun bir devrim olarak ortaya çıkar.

Her ne olursa olsun, bu yolun sonunda tektanrıcılık vardır: Dumezil’in belirttiği gibi, bir yandan Varuna ve Mitra çiftinden ve di­ğer yandan İndra’dan oluşan eski teslis kaybolmuştur. Tapınmaya la­yık olan Tek Tanrı yalnızca Ahura Mazda’dır. Eski tanrı İndra, cin düzeyine indirilmiştir; tıpkı iki Nasatya’nm reform öncesi “ikincil” tanrıları olması gibi. Gathalara göre, Ahura Mazda, gökyüzünün ve yeryüzünün, maddi ve tinsel dünyanın yaratıcısıdır. Yasa Koyucu hü­kümran, En Yetkin Yargıç, günün ve gecenin Düzenleyicisi, doğanın

lamıştır. Watson’un çalışmalarını yorumlayan Heim şöyle yazar: “Veda metin­lerinin dar yorumuna dayanan bu teori birçok değerli Hint uzmanının sem­patisini kazanmıştır. Doğru olduğu ortaya çıkarsa, yalancı altınmantar tapın­masının en azından üçbin beşyüz yıl boyunca Hint-Avrupahlar tarafından uygulandığını ve sonuç olarak, halüsinasyon yaratıcı mantarların etkisine ve bunların yol açtığı pratiklere bağlı çok eski dinlerin kökeninin Orta Ameri­kalılara değil Küçük Asya’ya bağh olduğunu kabul etmeye yöneltir.” Mott T. Greehe’in Natural Knovdedge in PrecUıssical Antiquity, The John Hopkins Universiıy Press, Baltimore ve Londra, 1992 eserinde konunun derin bir incele­mesi, halüsinasyon yaratıcı etkileri Vedacı rahipler tarafından kullanılmış olan bitki türleri katoloğunu önemli oranda genişletir; bunun, güçlü bir ha­lüsinasyon yaratıcı olan ve önce XVII.. yüzyıldaki ünlü “Loudun Şeytanları” olayında Loudun rahibeleri arasında neden olduğu histerik taşkınlıklar ne­deniyle, ardından altmışlı ve sonraki yıllarda katışıksızlaştırılmış LSD 25 biçi­mi altında bazı “iç egzotizm” meraklıları arasındaki ünü nedeniyle Batıkla bi­linen çavdar sapı olduğu sonucunu çıkarır.

139

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Merkezi ve ahlak yasasının Kâşifi’dir. Sonraki tektanrıh üç dinin Tan­rısı bundan daha iyi tanımlanamaz. Çünkü Mazdacılık ile Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki bağ açıkça ortadadır.

Abura Mazda-Tanrı kesinlikle erkektir ve eşi yoktur. Ataerkil. sis­tem, gerçekten de, iktidarın bir kadın ya da dişil bir varlık tarafından paylaşılmasını ya da ona devredilmesini tasarlayamaz.

Sonraki AvesM'lar Tanrı’nın, Ameşaspend denen yedi Ölümsüz Yardımsever’le çevrili olduğunu belirtir. Bunların birincisi eskiden Ateş denen Kutsal-Ruh’tur; diğerleri ise Adalet, Düşünce Doğruluğu, İba­det, Arzu Edilir Alan, Tümlük ve Ölümsüzlük’tür. Bununla birlikte, bu varlıklar da Tanrı yaratıklarıdır ve Ahura Mazda’nın insan müridi, nshavcm’larla aynı ahlak yasasını izlemek zorundadırlar.

Bu Ölümsüzlerin dördüncüsüne özellikle dikkat etmek gerekir, çünkü bunda kıyamet düşüncesinin ve Yahudİ-Hıristiyan eskatolojisinin çekirdeği vardır; Arzu Edilir Alan ise gelecekteki Krallığı temsil eder.

Ve Şeytan İlk kez İran’da ortaya çıkar. Gathalar, dünyanın başlan­gıcında özgür seçim yapabilen iki ruhun karşılaştıklarını öğretirler. Birincisi, Ahura Mazda; doğru tercihi yapmıştır ve O bizim iyi Tanrı­mızın açıkça öncüsü olan “Bilge Tanrı”dır. İkincisi, Ahriman, Angra Manya,, Kötü Ruh, kötü tercihi yapar ve O Kötü Tann’dır. O’nun pe­şinden gidenler “yalanın takipçilerindir» dregvant'hr, yani yalan ya da druj tarafından yoldan çıkarılanlardır.

Ahriman, eski tanrıları ve özellikle dnevn’ları bünyesinde toplar; İndra (Ölüm tanrısı Indra-Vayou olur), eski • Vedacı Nasatya tanrılarından Saıırva (ölüm ve hastalık cini), Akoman (Kötü Ruh), Ta­mu, Aeshma (kuşkusuz Incil’de yeniden karşımıza çıkacak olan Asmodaios’un “babası,” ve şiddet, öfke, suç güdüleri cini), Az (tensel istekler cini), Mitrandruj (Mitra’ya yalan söyleyen, sahtelik cini), Jeh (insan soyunu küçük düşürmek için Ahriman tarafından sonradan ya-

140

ZERDÜŞT VE ŞEYTANİN GERÇEK DOĞUMU

ratılan, fahişe cin) ve hatta, Vedacı tapınmanın törensel içecekleri olan haoma ya da somanın içimine eşlik eden tanrı Zairi. Bu, Vedacılığın sefih pratiklerine son darbenin indirilmesi ve tektanrıh üç dinin uz bir dille habercisi olan ağırbaşlı ve tinsel bir yaşam dininin doğru­lanmasıdır.

Temel bir nokta daha o zamanda belirir: Karşıtlık içermeyen özel bir Kötülük Tanrısı ilk kez ortaya çıkar; Ahrİman’dır bu. tkiz karde­şi, iyilik Tanrısı Ormazd’m eşitidir ve bu ikisi acımasız bir mücade­leye girişeceklerdir. Pehlevi metinlerinde yansısına rastlanan Avesta’ların kayıp bazı cehennemi metinlerinde, bir Büyük Savaş vuku bu:          lacaktır ve bunun sonunda Gökyüzü bîr Büyük Kral20 gönderecektir;

j Mitra’dır bu: Ancak yeryüzündekî yaşamının sonunda reenkarnasyon ;  geçirmiştir. Kurtarıcı Mitra, Kötülük güçlerini ateş ve keskin kılıçla

J        yok edecektir. Dinler tarihinde İlk kez, peygamberlerin getirdiği tek-

ı tanrılı dinlerin büyük temaları ortaya çıkmıştır; iyi ve Kötü aşkın İlkeler olarak kurulmuştur. Varlığın pragmatik yorumundan esinlen| miş iki anlamlılıklar ortadan kalkmıştır.

I             Ahriman’ın uğursuz ordularında ıssız yerlerin cini olan ve Günah

' Keçisi’nde cisimleşen Azazel -ki, hemen hemen aynı şekilde Yahudili­ğe aktarılacaktırkaos cinleri Leviathan ve Rahab ve yine Yahudiliğin devralacağı efsanenin Adem’in ilk karısı olduğunu doğruladığı içli Lilith -ne yazık ki kısırdır ve ilk erkek tarafından terk edilmesinin inti:        kamım almak için geceleyin ortalığı kırıp geçirir21de bulunacaktır.

i        . 2°Bu temanın, din değiştirmiş bir Yahudi olan Nostradamus’un Yüzyıllıkların­da yeniden karşımıza çıkması ilginçtir. Belki, orjinal metinlerin Hıristiyan ve Yahudi transkripsiyonlan dolayısıyla bunlan biliyordu.

“ Gerçekten de, Isaie bunu Edom Krallığı’nın sonunu ve dünyanın başlangıç­taki kaosa düşüşü tanımlarken zikreder: “Vahşi kediler sırtlanlara rastlaya­caklardır ve satirler oraya çağrılacaktır; Lilith sükûnet bulmak için orada da saklanacaktır.” (XXXIX, 14). Lilith miline dair önemli incelemesinde (Lilith ou İti ııı^re obscure, Payot, 1981) Jacques Brill, Lilith’in Kudüs Incili’nin Eyüp, XVIII, 15’inde de karşımıza çıktığını gösterir.

141

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Hâlâ bu mirası yaşıyoruz. Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların hepsi bu cinleri çok iyi bilirler.

Yedi temel günah geniş ölçüde tasarlanmıştır: Tensel istekler, çekemezlik, öfke, yalan, cinayet...

Görünüşte, ama sadece görünüşte, Zerdüşt, kökten yenilik yapma­mıştır; Ahura Mazda ile Ahriman arasındaki karşıtlık Veda mirasında öâttık biçimde de olsa zaten vardı; reformcu, panteonu sadeleştirmek­ten başka bir şey yapmadı; sonradan eklenmiş tanrıları kovdu ve özellikle reformdan önce Ahura Mazda’nın simetrik tanrısı olan Ahriman’a ve Cehennem’e, Ahriman saflarına gönderilmiş olan eski Veda’daki ikincil tanrılar olan dueva’lara yapılan kurban törenlerini ya­sakladı. Ama aslında müdahalesi son derece radikaldir: İki anlamlılığı tanrıların arasına göndermiştir; ilk kez iyi iyidir, kötü de kötü, ikilik resmileşmiştir. Zerdüşt, aynı anda, cinbilimi de icat etmiştir.

İS III. yüzyılda bir başka kanlı, Mani, Zerdüşt düşüncesini kendi tarzında tamamlayacaktır: Yaşam, insan varlığının Kötülüğün saldırı­larına sürekli maruz kaldığı bir sınavdan başka bir şey değildir; bun­dan, bizi alçaklığa karşı dayanıksız kılan şeyin ye ry özündeki varlığı­mız olduğu sonucu çıkar. Kötülük ancak maddiyattan kaynaklanabilir; biz tenden ve mizaçtan oluştuğumuz için cinlerin üzerimizde etkileri vardır. Bir kez ruhani alana girdiğimizde Kötülükten uzak oluruz. De­mek ki madde kötü, ruh temizdir. Gnostisizm, bu kavramlarda rüşeym hâlinde bulunuyordu. Bu, daha sonra göreceğimiz bir şeydir.

Tarihsel olarak, Zerdüşt’ün kısa biyografisinde bir ayrıntı öne çı­kar: Kırk yaşında, yani IÖ 588’e doğru bir kralı, Vishtashpa’yı. kendisine inandırmıştı; bu kral 1. Darius’un babasıydı büyük bir ola­sılıkla ve Aral Denizinin güneyinde bir bölgede, Horazmie’de hüküm sürmektedir. Bu ayrıntının önemi ilerde görülecektir. Vishtashpa, tüm yaşamı boyunca Zerdüşt’ün koruyucusu olarak kalacaktır.

Şu an için önemli olan Zerdüşt’ün içkin, önceden var olan ve an-

142

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU

cak zamanın sonunda yok olacak İyilik ve Kötülüğü icat etmiş olması­dır. Dünyaya ilişkin teolojik düşüncesi Hıristiyanlığınkiyle öyle sıkı sıkıya özdeşleşmiştir ki Kilise Babaları’mn Gathaları kopya etmemiş­lerse de okumuş oldukları kimi zaman düşünülebilir:22 Yaşam, her bir düşüncenin, her bir sözün ve her bir eylemin bireyin öte dünya­daki yazgısını hazırladığı bir geçişten başka bir şey değildir. Orada, İyi Tanrı kötüleri cezalandıracak ve iyileri ödüllendirecektir. Zaman­ların sonunda Ahriman, insan biçiminde cisimlenmiş Mitra tarafından yenilgiye uğratıldığında ölüler dirilecek ve Kıyametteki yargı günü kötüleri yeniden cehenneme gönderecektir. İyiler sonsuza dek Cen­net’te yaşayacaklardır. Ana harlarıyla bu çerçeve, tektanrılı üç dinle aynıdır. Bu nüfus cüzdanını îranlı bir rahibin imzaladığı bizim $eytan’ımızdır.

.Kolaylıkla anlaşılır ki Zerdüşt’ün girişimi tarihçilerin kafasını ka­rıştırmaya devam etmektedir. Önce şöyle açıklandı: Hayvan kurban etmenin yasaklanması aynı zamanda’ bu kurbanların adandığı tanrıla­rın da -ki bunlar genellikle utanç verici, sefih tanrılardıreddini be­raberinde getiriyordu. Ancak Zerdüşt’ü basit bir erdemci olarak hayal etmek kolay değildir; reformunun hedefi apaçıktır, bu, esritıci tören­lerin reddinden ve panteonun yalınlaştırılmasından daha fazla bir şey­dir; bu, ayrılmaz bir parçası olan eski tanrı ve törenlerin yasaklanma­sıyla birlikte bütünlüklü bir revizyon ve ilahi hiyerarşinin radikal olarak yeniden örgütlenmesidir. Bununla birlikte, tarihçilerin farklı

22Bu yakınlık elbette birçok kez yalanlanmıştır ve Mazdacıhkla Yahudi-Hıristiyanlık arasındaki “ortaklıkların Mazdacılık üzerindeki bir Huistiyanhk-sonrası etkisinden, hatta (15 II. yüzyılda başlayıp VII. yüzyılda sona eren) Sasani ■ dönemi kadar gecikmiş bir etkiden kaynaklandığı bile kimi zaman ileri sürül­meye çalışılmıştır. "Bu girişimler,” diye yazar Encyclopaedia Britannica, “gözden düşürülmüştür.” Metin yorumlama biçimseldir, bu benzerliği aktaran metin­ler Hıristiyanlıktan çok öncedir. Mazdacılığı belirleyen Hıristiyanlık değildir, tersi doğrudur.

143

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

düşünceleri vardır. Dumezil burada neredeyse “basit” bir tanrı ikame­si görmektedir,23 Mole bir teolojinin yaratılışı sonucünu çıkarıyor gi­bidir.24 Menasce^ burada, kendi açısından, kaybolacak kadar düzensiz hale gelmiş dindeki kurban etme pratiğinin Zerdüşt tarafından reddedilişini görür. Ancak bu farklılıklar, bir kez daha, olayın düğümünü unutturmazlar; yani Tann-Şeytan İkilisinin ve yine öncesi olmayan lyi-Köttı etik ikiliğinin öncesi olmayan yaratılışını. Hiç kuşkusuz, Savonarole, ardından da Luther’in henüz olgunlaşmamış hali olarak Zer­düşt’ün İran dinini Protestan anlamında “reforme” edebildiği varsa­yımı akla yatkındır, ama tümüyle tatmin edici değildir.

Gerçekten de, Zerdüşt’ün reform girişimini niçin o dönemde ve yeterince canlı gözüken bir muhalefete karşı gerçekleştirdiği pek anla­şılamamaktadır; bu muhalefete Zerdüşt’ün reformunu ılımlılaştırmak ve bazı eski tanrıları ve kurban törenlerini kabul etmek zorunda kal­dığının. öğrenildiği Gatha metinleri tanıklık ederler. Ve müneccimle­rin, bir çıkar bulamadılarsa sonunda niçin Zerdüştçülüğe dahil olduk­ları ve lyi-Kötü ikiliğini benimsedikleri de güç anlaşılacaktır.

23Dumezil, Les Dieux souverains des İndo-Europtens.

24M. Mole, La Legende de Zoroastre selem ks textes Pehkvis, P.U.F., 1967.

25Jean de Menasce, “Zoroastre," Encydopaedia Universalis. Eliade gibi Menasce da Zerdüşt tarafından gerçekleştirilen tersine çevirmenin görüldüğü -kadar radikal olmadığını ve yaptığı reformun özünde ikici olmadığını ileri sürer. Fa­kat bu Zerdüşt’ün ayrıksılığını güçlendirmekten başka bir şey yapmaz. Çün­kü, bu ikicilik daha önce değil, Zerdüşt’ten itibaren ortaya çıkar ve sonunda kendini dayatır. Bu, gerçekten de, Dumezil’in gösterdiği gibi,'Vedacılığm eşsiz ve açmlayıcı serüvenlerinde açıkça görülür, oysa ki, Vedalar’da, başlangıçtaki taunlar, hiyerarşik düzene göre, Varuna-Mitra ikiliği, ardından İndra, ve ni­hayet iki Nasatya’dır, Zerdüştçülüğün teolojik yeniden düzenlenişi sırasında İndra ve Nasatya’ların iblisler safına geçtikleri görülür. Veda panteonu basit­leştirilmiş ve “ radikalleşti rilmiştir": tıpkı Sovyet “panteonu”nda Stalin’in ikti­darı alışının ardından eski “tanrı” Troçki’nin, tek kutsal üçleme olan EngelsMarx-Lenin yararına, iblis düzeyine indirilmesi gibi Mitrâ-Varuna çifti de gök­yüzünde tek kalır ve diğer tanrılar uzlaşmaz hal alırlar.

144

ZERDÜŞT VE ŞEYTANIN GERÇEK DOĞUMU

Oysa bir çıkar buldular, çünkü teoloji reformun tek kapsamı de­ğildi. Rahip ve müneccim Zerdüşt, hiç kuşkusuz ve ilkkez, kendi kastı için tanrıların iki anlamlılığına, iradelerinin çözülemez doğasına ve belki de -ancak bu sadece varsayımdırdini yeryüzü toplumlarının çok sadık bir yansısı yapmaktaki tehlikeye bağlı riskleri ölçmüş­tü: Ondan önceki rahiplerin cin çıkarma ve büyü yapması, kehanet, ona tam bir şaklabanlık olarak gelmiş olmalıdır, hükümdarlar kan­mış gibi yapsalar da bunların yararsızlığının farkındaydılar. Din an­cak sarsılmaz temellere, yani lyi’nin ve Kötünün -yeryüzündeki yö­neticisi din adamlarıdıraşkın tanımına dayandığı sürece iktidara sa­hip olabilirdi. Rahiplerin iktidarı ancak böyle sağlamlaştırılabilirdi.

Dahası, müneccimlerin iktidarı, dinin halkın dini olduğu ve ancak halkın uyrukluğuyla değer kazanacağı ileri sürülerek sağlamlaştırıldı. Bu demagojinin başlıca değeri, din adamlarının iktidarım yalnızca tinsellik, yani İyi ile Kötü’yü niteleme gücü üzerine değil, politika üzerine, yani halkın iradesi üzerine dayandır maşıydı, Böylece Mazdacılık, krala boyun eğmek zorunda kalmayan hakiki bir. paralel iktidar kurdu; o zamana kadarki uygarlıkların tarihi içinde eşsiz bir re­formdu bu.

Rahipler ya da müneccimler kastı kuşkusuz güçlü olduğu ölçüde bu varsayım yerindedir, ancak o dönemde insan belleğinde eşi olma­yan dünyevi bir iktidarın varlığı karşısında bu kast kendini tehdit edilmiş hissetti. Dumezil’in yasa koyııcu-savaşçı-rahip üçlü tezi kabul edilirse rahipler kastı, zaferden zafere koşan ve ilk Pers imparatorlu­ğunu kalkanların ve trompetlerin gürültüsü içinde kuran Keyhüsrev ve generalleri kadar parlak savaşçılar kastı karşısında ağırlık oluşturamamaya başlıyorlardı. Zerdüşt reformu ise rahiplere dünyevi ikti­darların ötesinde bir meşruiyet veriyordu. Kuşkusuz bu meşruiyeti biraz fazla ciddiye aldılar, IÖ 522’de, Pers kralı Kambyses Nübye’de (bir Yahudi kiralık askerler alayıyla birlikte) fazla başarı kazanamadan

145

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

savaşırken ülke ona karşı isyan etti: Kendini, kralın öz kardeşi Bardiya yerine koyan bir sahtekâr, ülkede olmayan hükümdara, ama aslında Akamamş iktidarına karşı bölgeleri ayaklandırdı. Müneccim­ler onun tarafını tuttular (Bardiya -eski bir hileye başvurarakvergi­leri düşüreceğini vaat etmişti.) Tahta çıkmasında katkıda bulundukla­rı bir kralın kendilerine daha saygılı davranacağı umuduyla Akamamş hanedanına da kuşkusuz ihanet ettiler; yani eylemleri güdüleyen temelde politik ihtirastı. Hanedan için bir talihsizlik daha gerçekleşti; Kambyses tam bu anda öldü. Dolayısıyla iktidar bir sahtekârın eline geçmek üzeredir. Tahtı kurtaran, iktidarı alan, sahtekârı öldüren ve müneccimleri yere seren bir Chorasmie prensi oldu ki bu, daha son­ra, 1. Darius adı altında tanınacaktır.

Olay, üzerinde daha fazla durmayı hak eder; çünkü Şeytan’ın keşfi­nin anahtarı burada yatmaktadır: Sahtekârın adı aslında Gaumata idi ve aslında bir müneccimdi. Çağımızdaki Ayetullahların Şah’a karşı yaptıkları gibi müneccimler bir tür hükümet darbesini dinsel bir halk iktidarı adına tezgâhladılar. Tahtta bir dalavere ortağıyla dünyadaki ilk teokrasiyi yerleştirebilirlerdi; kısmen de başardılar. Bu, XX. yüz­yılın moda bir jargonunu kullanırsak, bir “popüler teokrasi” olacaktı, çünkü Zerdüştçü olduğu sanılan Gautama, başka densizlikleri yanı sı­ra, soylulara tahsis edilmiş sunakları da yıktırdı, yani soyluların din­sel imtiyazlarını ortadan kaldırdı,' gördüğümüz gibi Zerdüştçülük halkın bağlılığına dayanıyor ve Pers’te alışılmamış bir demokrasi uy­guluyordu. Büyük yanlış; çünkü birçok satrap sahtekârdan yana tavır almış olsalar da, aristokrasi imtiyazlarını koruyordu ve hanedanlık kendini muzafferane bir şekilde savunuyordu.

Darius, ayrıca, hanedanlığa dayanıyordu ve hanedanlığın altı pren­sinin yardımıyla birlikte sahte Bardiya’nın göğsünü kendi mızrağıyla delip geçti, kellesini kesti ve halkın önünde sergiledi. Ve bu nedenle, mücadeleyi kazanmış olarak, soyluların sunaklarım yeniden yaptırdı,

146

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU

Ah ura Mazda’ya tapınmayı öğretti, fakat tabii ki yarım ağızla,^6 çünkü daeva’lara tapınma sürüyordu. Bu arada belirtelim ki, aşağılanma Zerdüşt müneccimlerinin kendi dinlerini tek din olarak dayatmalarnın nedeni değildi, çünkü Darius’un oğlu Kserkses bütün imparator­lukta, iblis haline gelmiş eski tanrılar olan daeva’lara tapınmayı ya­sakladı. Ancak şunu da belirtelim ki, zafer kısa süreli oldu, çünkü Kserkses'in halefi II. Artakserkses, tek tanrı Ahura Mazda’nın yanında Mitra ve Anahita’yı da kapsayan, gözden geçirilmiş eski Veda teslisini yeniden kurdu.          .

Şurası bir gerçek ki, Darius, zaferinden sonra, heyecan verici ol­duğu kadar anlamlı bir davranış olarak, başarılarının hikâyesini Zagros Dağlarındaki Behistun falezinin kaya yüzlerine kazıttı. Ve bilme­yen kalmasın diye üç dilden kaleme aldırdı: Eski Farsça, Elam dili ve Akadça. Hükümdar orada, müneccimlerin elinden aldıklarını ileri sürdükleri yasa koyucu ve düzenleyici rolünü kesin olarak üstlenir. Oysa istek tuhaftır, çünkü açıktır ki, hükümdar tanım gereği yasa ko­yucudur. Darius, imtiyazı üzerinde bu kadar ısrar ettiyse tartışıldığı içindir.

Ve, gerçekten de tartışılmıştır, çünkü Zerdüşt rahipleri yasama gücünü her zaman talep etmişlerdir. Bizzat Zerdüşt tarafından yazıl­mış Avesta’larm beş kitabından biri olan Vtdevdnd’lar sadece dinsel yasayı değil, medeni yasayı da ortaya koyma iddiasındadırlar. Eğer müneccimler darbelerinde başarılı olmuş olsalardı, Şeytan Ahriman’a dünyada ilk medeni hal kâğıdını vermiş olacaklardı. Dinsel hiyerar­şide yer alanların eski düşü olan, dinsel yasadaki her kusurun din dı-

^W.B. Henning, Zoroaster, Politician ar Witch Doctor, Oxford University Press, 195i. ‘‘İran Tarihi,” XXX. Gerçekten de Darius, halefi Keyhüsrev gibi, yoz bir Zerdüştçülük uyguladı, çünkü Zerdüşt’ün buyurduğu gibi, iblis haline gelen eski tanrılar dcıevhlara tapınmaya karşı çıkıp, bir “Büyük Tann” olan Ahura Mazda’ya tapınmayı teşvik etmekle kendini sınırlandırmadı. Babil gibi fethet­tiği bölgelerde Ahura Mazda’ya tapınma dışındaki tapınmaları yasakladı.

147

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

şı otoriteler tarafından cezalandırılması gerçekleşecekti. Bir tek Tan­rı nın ve bir Şeytan’m belirtilmesiyle başlamış olan Zerdüşt macerası dolayısıyla politika arenasında tamamlanacaktı. Bu ancak ertelenmiş karşılaşmaydı, çünkü teokrasi yine de, inancın “koruyucusu" impara­tor Constantinus’un yükselişiyle birlikte, yaklaşık sekiz yüzyıl sonra tekrar gün ışığına çıkacaktır. Her durumda, Şeytan’ı doğurmuş olan politikaydı ve demek ki Şeytan politik bir icattır.

Halk iktidarına dayanan müneccimlerin demokrasinin habercileri oldukları söylenebilir mi? Olabilirlikten tamamen uzak bir varsayım, çünkü bu öncelikle İran’da vaktinden çok daha önce eleştirel bir poli­tik düşüncenin olmasını ve bunun sözcüsü olacak müneccimlerin po­litik bir parti kurmuş olmalarını gerektirir. Saçma bir aşırılık: Du­rum böyle olsaydı, Büyük Keyhüsrev başta olmak üzere krallık ikti­darları tarafından saman çöpü gibi süpürülmüş olmalarından pek kuş­ku duyulmazdı. Gerçekten de, Akamanış Pers’inde modern anlamda örgütlü bir politik karşı çıkış hayal edilemez’. Dahası yasa yapanların rahipler olduğu bir rejimi “demokratik” diye adlandırmak tehlikeli olur. Her durumda, dönemin Pers tarihine eğilindiğinde, imparator­luklara sızmış Helenik anlamdaki bir demokrasi fikri oldukça tuhaf görülür. Hayır, eğer müneccimler, iktidarlarına oturmak için halka dayanıyorlarsa, bu, demagoji yoluyla olmuştur. Kuşkusuz, Zerdüşt Usta için durum farklıdır.

Gerçekten de, Mazdacılığm görünürdeki “demokrasisinin" açıkla­ması bunun, yukarda hatırlatılan, çok başka bir görünümünde yatar: Dinin imparatorluk yurttaşına değil bireye hitap edebileceği, etmesi gerektiği şeklindeki Zerdüşt’ün dâhice sezgisinde yalar. Ruhun esenli­ğini vaaz ederek, yani bu dünyanın mutluluğunu bir başka dünyaya taşıyarak dinden, öncelikle, eski çoktanrılı dinlerin kutlamalarının gökyüzünden beklenen ve zaten geçici olan armağanlar bir tanrı tara­fından bahşedilip diğeri tarafından reddedilebiliyorduolağan işlerini

148

;                            ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU

söküp alıyordu. Gerçekten de, ahret mutluluğu, eğer varsa, ancak bir 1.      otoriteye ve cehennem azabı da bir başkasına bağlı olabilirdi. Ancak

ı     ardından bireyi, Gökyüzü üzerinde hiçbir otoritesi olmayan, ahiret

mutluluğunu bahşetme ya da reddetmenin herhangi bir aracına sahip

! olmayan dünyevi güçlerin nüfuz alanından çıkarıyordu.

■ Demek ki Zerdüşt, tarihin ilk tinselci dinini, tektanrıh üç dinin • döl yatağını kurmuştu. Esin ona nereden geldi? Çünkü, maddi dünya;         nın ruhun büyük alanlarının bekleme odası olduğu,düşüncesinde Bu-

    da’dan bir yüzyıl önce geliyordu. Daha çok bu dünyanın örtük kü­

çümsenmesini Buda’nın ona ödünç verdiği varsayılabilir. Aslında her ikisi de Hint temeli üzerinde yetişmişlerdi, çünkü Zerdüşt Vedacılıktan geliyordu. Ve doğanın dev akımları tarafından oldum olası kırılıp geçirilmiş bu temelde, ölümün her yerde her zamanda mevcudiyeti, İ dünyanın geçici doğası üzerine meditasyonu teşvik etmekten başka ; bir şey yapmamıştır. Buda için de Zerdüşt için de bu böyledir.

J Bundan böyle, din adamları,, imparatorluğun sınırlarına, hatta daî ha ötesine kadar uzanmaya elverişli, kraliyet iktidarının üstünde ken­dini dayatan yüksek bir güç edinmişlerdi. Dinsel nüfuzun mutlak ol­ması için bir tek, günah çıkarma ve vaftiz gibi dinsel işlemler eksik­ti. Yaklaşık yedi yüzyıl sonra, teokratik iktidarın bu tamamlayıcısı ; zaten ortaya çıkacaktır. Zerdüşt reformu önseziliydi: Gerçekten de ye­ni İran dini, Hıristiyanlığın habercisi olan geç-Yahudîliği belirleye? çektir. ‘

Böylece, Darius tarafından şiddetle baskı altında tutulmuş olsalar i da müneccimler, ilahi içkinliğin temsilcisi olarak ve hiç kuşkusuz •halkın da desteği sayesinde varlıklarım sürdürdüler. Dolayısıyla, kıs­men mücadeleyi kazanmışlardı, özellikle Zerdüştçülüğün yayılmasın­dan ve Darius’un onlara en azından görünüşte saygı göstermek zorun: da kalmasından sonra. Bu hükümdarın, bizzat Zerdüşt’ün etkisiyle din değiştiren (bu, kesin değildir, çünkü dönemin ne olduğu pek belli de149

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ğildir ve dahası, Darius’un, Kambyses’in bir kuzeni olduğu da ileri sürülür) kral Vishtashpa’nın oğlu olduğu ileri sürülür. Bu durumda, babasının örneğini inkâr edemedi, ancak kendisiyle tartışan rahiplere iktidarı isteyerek vermekte kararlı olmadığı da anlaşılır. Darius Zer­düştçü kaldı, ancak gördüğümüz çekincelerle birlikte.

Darius’un Pers geleneği olan kraliyet dinsel hoşgörüsüne teslim olmuş olması daha olasıdır. IÖ yaklaşık 550-539 arasında hüküm sürmüş Keyhüsrev döneminde gerçekten de bütün dinlerin, Babil dini ve Yahudilik de dahil27 Pers ülkesinde yerleşme hakkı vardı. Zerdüşt­çülük, saray tarafından uygulanıyor olsa da, diğer dinler arasında bir dindi. Keyhüsrev’in Zerdüştçü olduğu görülür, ancak Zerdüştçülüğü­nün rahiplerin dilediği kadar “katışıksız ve katı” olduğu kesin değil­dir ve bunun iki nedeni vardır: Birincisi, eğer böyle olsaydı, hüküm­darın Zerdüşt’ün tekelci öğütlerini benimsemesi ve Ahura Mazda dı­şındaki tanrılara kurban, sunulmasını yasaklaması gerekirdi; İkincisi, bu şekilde reformun kendisi, onu daha az katı kılacak çeşitli düzenle­melere maruz kalırdı.28

Bu kraliyet hoşgörüsü, demek ki, kendileri de Zerdüştçü olan mü­neccimlerin rızasıyla olmamalıydı, çünkü bu hoşgörü onların iktida­rım (ve kuşkusuz gelirlerini) azaltıyordu. Reforma uğramış Ahura

27“His(oty of İran,” Encydopaedia Britannica, 1983.

28

kanlı hükümdarlar Zerdüştçü gözükseler de hanlı hoşgörüsü önemliydi. Babil’e sürülmüş mahkûmlar olan İbranilerin Kudüs’ü yeniden inşa etmek için oraya geri dönmelerine izin veren Keyhüsrev oldu. Darius da Kudüs tapma­ğının yeniden inşasına izin verdi ve Yahudiliğin kurulmasına izin vermiş olan, Ezra ve Nehemiah’m koruyucusu 1. Artakserkses oldu. Bilindiği gibi bu hoş­görü karşılıklı değildi. Fakat bu hoşgörüden sadece Yahudiler yararlanmadı, çünkü bilinmektedir ki, Darius, Meandre üzerindeki Magnesie bölgesindeki ya da ptıraıııtıiııos’undaki satrap Gadatas’a yerel Apollon tapmağının imtiyaz­larına titizlikle saygı göstermeyi emretti, Her durumda, Yunan mabetlerine imparatorluk topraklarının tümünde tamamen saygı gösterildi. ‘'Persia,” Encycloptıedin Brikınnicn, 1962.

150

ZERDÜŞT VE ŞEYTAN’IN GERÇEK DOĞUMU

Mazda tapınmasını dayatan Darius, yine de müneccimlerin aşağılama­larına maruz kalmadı. Müneccimler maruz kaldıkları baskıya rağmen, önemli bir işe koyuluyorlardı, çünkü bağımsız bir dinsel iktidar ola­rak varlıklarını sürdürüyorlardı.

Geriye, en ünlü temsilcileri Şeytan’ı keşfeden, bizim Yeni Ahit’imize kadar ayakta kalıp İsa’nın doğumunda hazır bulunan bu münec­cimlerin kim olduklarım bilmek kalıyor. Herodotos’a göre Med ol­malıydılar. Babadan oğula geçen bir rahipler kastı oluşturuyorlardı, Zerdüşt’ü fazlasıyla öfkelendiren beyaz atların kurban edilmesi vesile­siyle kehanette bulunan kâhin ve peygamberlerdi bunlar. Görünüşte 10 IX. yüzyılın ortasına doğru Med işgaliyle birlikte geldiler ve kral­lığın kurulmasında, kuşkusuz, astroloji yoluyla kâhinlik kapasiteleri ve şamanlık güçleri aracılığıyla önemli bir rol oynadılar. Dayanıklıy­dılar, çünkü Akamanış egemenliği dışında Parth, Selefki ve Sasani egemenliği altında da onlara rastlanır. Yüzyıllar boyunca prestijleri artıyordu. Dinsel prestij sadece onların elindeydi, çünkü Babil mü­neccimleri her zaman sahtekâr olarak görülüyordu.

Burada, bu kitap bitiyor gibi görünüyor; Demek ki, Şeytanın IÖ VI. yüzyıla doğru İran’da doğduğu; onu vaftiz kurnalarının üzerinde tutanların müneccimler olduğu; bu keşfin politik bir keşif olduğu söylenebilir. Çıkarılacak ders açıktır: Dinsel iktidar, göksel de olsa, çoğulluk ve demokrasiyle çatışkılıdır.

Gerçekten de, aşırı kalabalık panteonlar, ölümlülerin gürültü pa­tırtısına, ardından da ölümsüzlerle alay etmelerine izin verir. Örne­ğin Yunanlılar tanrılarını yenmekten geri kalmazlar, Keltler de öyle. Çoktanrılı dinlerde de din adamları bütünlükten yoksundurlar; Apollon rahibi hangi hakla Afrodit ya da Hermes rahibinden daha üstün olduğunu söyleyecektir? Her biri kendi için ve Zeus herkes içindir. Hıristiyanlık kadar kural olarak merkezileşmiş bir dinde bile düş­manlıkların acımasızlığı görüldü, örneğin Pavlus sünnetşizleri vaftiz

151

ŞEYTANİN GENEL TARIH1

etmek için araya girdiğinde, Kudüs’te kalan. Petrus, Küçük Yakup, Filipus ve Yuhanna gibi havarilerin öfkesini çekti. Antiokheia ve Ku­düs arasındaki ve daha sonra Antiokheia ve İskenderiye arasındaki acımasız düşmanlık da başka bir örnektir. O halde Zerdüşt’ün çoktanrılı bir dinde, tıpkı seçim bölgelerini yeniden düzenlemek isteyen bir içişleri bakanı gibi, İran panteonunda reform yapmaya karar vermesi­nin nedeni sürekli büyüyen bir politik iktidar karşısında dinin çok zayıf kalmasıdır. Kültler dağınık ve kurallar düzensizdir.

Burada bir karşılaştırma gerekir: Bu müneccimler aslında bugün­kü Ayetullahların atalarıydı, Güçlü bir devletten doğan, Zerdüştçü tepki ve reformla güçlenen müneccimler, dindışı iktidara kıskanç gözle bakmaktan ve din ile politika arasında bir bağlantı kurmayı de­nemekten geri duramazlardı. Dumezil’in üçlemesi tehlikedeydi, bunu bu arada belirtelim, çünkü aynı kişilik o dönemde hem hükümdar, hem de savaşçı ve yasa koyucu rollerine yargılıydı.

Fakat burada, müneccimler mücadeleyi kaybetmişti. Şeytan’ı ya­ratmışlardı, ama onu politik karşı-iktidar olarak yerleştirmeyi başa­ramamışlardı. Bu keşfi başaracak olan Hıristiyan Kilisesi olacaktır. Bununla birlikte, Faust’un işkencecisinin bu atası sonsuza dek sürüp gidecektir. Fİ er durumda müneccimler düşüncelerini yaydılar.

Şaşırtıcı olan şey, bölgede durumun başka türlü olduğu ve uzun süre boyunca başka türlü olacağıdır.

152

MEZOPOTAMYA

YA DA GÜNAHIN ORTAYA ÇIKIŞI

Mezopotamya uygarlıklarının çok eskiliği üzeri­ne Mezopotamya’nın bir İran bölgesi oluncaya kadarki yazgısı üzerine Aşırı panteonları üze­rine Kozmogonileri ve mitik kahramanları üzerine Suçlusu kadın olan Günah’m onlarda ilk kez ortaya çıkmasının nedenleri üzerine Metafizik kötülüğün keşfi ve günah çıkarma ku­rallarının ortaya çıkışı üzerine Bütün dinleri kapsayan bir selametin ortaya çıkışı üzerine Bu olguların nedenleri, sınırlı bir-topraktaki te­okratik tiranlık ve bireyin değersizliği üzerine.

Bugünkü Irak’ta, yaklaşık olarak Dicle ve Fırat arasında yer alan Mezopotamya’nın ya da “iki nehir arasf’mn tarihsel imgesi, birçok insan için, bu toprakların büyük bölümü gibi bataklıktır. Bani Lam’dan kuzeydoğuya ve batıdaki Nasirya’dan Basra Körfezi’ne akan Şattülarap kanalıyla yarılan güney ucuna kadar bu bölgeler, gerçekten de, XX. yüzyıl sonuna kadar insanın talancı dehasına salta durdurtan ge­niş bataklıklardır. Yalnızca kıyıdaki ilkel toplulukların tarada ve balam’ları -hançer ağzı gibi ve saygınlık alameti gibi uzayan pruvalı ve planı yüzyıllardan beri değişmeyen, deyim yerindeyse, gondola ben­zer oyma kayık türleribu bataklığı aşabilmiştir.

Birkaç ender istisna dışında Batılı oraya pek seyahat etmedi ve modern İraklı da, bu XX. yüzyıl sonunda bölgeyi sarsan gülünç gü­rültü patırtıya kadar, kredi kartıyla çalışan telefonların tamamen mü­nasebetsiz kaçtığı bu bölgeler karşısında bazı tereddütler hissediyor­du. “Kültürel” bilgiye gelince, kavramlar kısmen daha dayanıklıdır. Dün Mezopotamya, bugün Irak; bölge, antikçağ haritacılarının hiçbir şey bilmediği ve Latince üç sözcükle, Hic sunt leones, “orada aslanlar var,” yani “aldırmayın!” diye tanımladıkları alanların yazgısını paylaşarak, dünyanın bilinçdışında kalır. Bugün orada kendini tehli­keye atan yolcu, sazların dikine yerleştirildiği ve tan vaktinin kan de­nizine çevirdiği bu düzlük yörelerde, Babil, Asur, Sümer gibi parlak imparatorlukların yükseldiğine inanmakta güçlük çekecektir. Ve daha­sı, Batı’nın tinsel yazgısının bu bölgede hazırlandığına inanmakta da güçlük çekecektir. Çünkü anlaşılır ve parlak Yunan bile; bizi sonunda hummalı düşlerin ve miyasmaların magması Doğu’nun bulanıkhğın-

154

MEZOPOTAMYA

dan kurtardığına inandığımız Yunan bile bu çırkef dolu yörelerin et­kisine maruz kalmıştır.

Yine de doğrudur; kuzevde As ur, güneyde Babil ülkesi ve bunun kalbinde, kuzeyde Akad ve yine güneyde Sümer; bu yankılar uyandı­ran imparatorluklar iki nehrin kudurgan çiğliğine adanmış bu bölge­lerde önce Doğu’nun, ardından da Batı’mn yazgısını değiştirdiler. IÖ 6300’e doğru orada ilk dokumacılık mesleği ortaya çıktı ve yine ora­da, iki ya da üç yüzyıl sonra, vahşi sığırlar evcilleştirildi ve insan süt içmeyi öğrendi. 3700’e doğru Sümer’de ilk site-devletler kuruldu. Ar­dından birey ilk imza ile kendini gösterdi: Mühür, bundan böyle, betik ustalarını niteler. 3400’de, tüm zamanların en büyük keşfi ken­dini dayattı; tekerlektir bu. 3100’e doğru, insan zekâsının en eşsiz ürünü, sözcükleri ve kapsadıkları bilginin ölümsüzleşmesini sağlar: Sümer’de yazı doğar.1 Bronz çağı henüz sona ermemiştir ki, Gılgamış Destam’nın üç bin satırı Ninova’da, Sennakherib ve Asurbanipal krali­yet kütüphanelerinde bulunan oniki tablete kaydedilmiştir. Böylelikle, yaklaşık dört bin yıl boyunca tüm insanlık, yani tozlu kütüphaneler­deki birkaç okumuş, yalnızca dostu Enkidu’yu seven yarı-tanrı Babil kahramanı Gılgamış’m, kendisine âşık olan tanrıça Iştar, yani Sabah Yıldızı’nın ısrarlarını reddettiğini bilmektedir. Enkidu öldüğünde bü­yük Gılgamış’m acısı patlak verir:

“Enkidu, dostum, küçük kardeşim, çöl panteri,

Benimle birlikte aslanları öldüren dostum,

Benimle birlikte güçlüklere göğüs geren dostum,

Yazgısı onu yakaladı;

1 Bizim bildiğimiz haliyle yazının keşfinin birçok evrede gerçekleştiğini, en ya­kının Fenikeliler tarafından 1Ö II, bin yıla doğru yapılmış olan alfabe taslağı olduğunu ve bunun, alfabenin'gerçek yaratıcısı Yunanlılarca tamamlandığını burada hatırlamak uygun olur. V.E. Puech, “Alfabenin Kökeni” -II. bin yılın lineer ve çivi yazısı alfabe belgeleriRevue biblique, no 93, 1986, ve Françoise Briquet-Chatonnet, “Alfabenin Doğuşu,” L’Histoire, no 156, Haziran 1992.

155

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

onun üzerinde altı gün altı gece ağladım...”

Ve kahraman, Ölüler Okyanusu nehri üzerinde bizzat Ölüm’le kar­şılaşmaya karar verir. O zaman, kutsal meyhaneci Siduri Sabitu onu, aklını başına toplamaya yöneltmeye ve insan varlığının sınırlarını ona göstermeye çalışır. Boşunadır bu çaba; Gılgamış, insan dayanık­sızlığının bilinciyle geri döneceği Öte Dünya’ya doğru yola çıkar.2 Ölüler Okyanustı’nun ötesinde, Mutluluk Adası’nda, yerlerin efendisi UtanapişLim, Gılgamış’a kahramanca ayrıcalıklarının tanrıların katı­şıksız bir bağışı olduğunu, ne bir fetih ne de yeteneğin ödülü olduğu­nu öğretecektir. İlahi adaletsizlik birkaç dizede anlatılır: Güçlüler güçlerini şansa borçludurlar ve diğerleri de şanssızlıklarına.

Üstünlük bildiren sıfatlar Gılgamış Destanı’na hücum etmiştir, özellikle çağdaş dönemde ve belki de haksız değillerdir: Başeğmez er­kekliğin bu kutlanması insanlığın tanıdığı ilk büyük şiirdir ve Home­ros’un, insanın yazgısına meydan okumasını tanımlamak için kıyasla­nabilir vurgular bulduğu tek şiirdir. Ölüm anlamına gelen Kötülüğün varlığı, bu destanda, umutsuzluğun çarpıcı bir tanımını esinler. Fakat Mezopotamya’nın, daha o zamandan üstün güçlerin oyuncağı olduğunu bildiği doğrudur, çünkü Gılgamış’a Utana piştim’in anlata­cağı, tanrıların deliliğinin unutulmaz göstergesi Tufan’ı görmüştür.

2000 yılı civarına denk düşen çiviyazısı metinlerde anlatılan bu felaket, eski yerleşim tabakalarının üstünde arkeologlar tarafından saptanan, sellerin bıraktığı balçıkların gösterdiği gibi gerçekten ol­muştur. Güvenilir tarihler yoktur.3 Dönemin topluluklarına göre, ar-

2 The Babylonian Gilgamesh Epie, Oxford University Press, 1993, Andrew George yönetiminde basılmış, yayımlanmamış bölümler içeren eser. Gılgamış Des­tanı’mn iki çeşitlemesi vardır, Babil çeşitlemesi de denen eski çeşitlemesi ve Ninova çeşitlemesi. Bölümlerin kimliği, sayısı ve değeri üzerine Jean Bottero’hun.L’Epop^e de Gilgamesh, Gallimard, 1992 eserine başvurulacaktır.

3 İlk Sümer Tufan hikâyesi IÖ 2000’lere kadar uzanır. Bu tarihten önce de balçık ve kum yığınları bulunmuştur ancak, diye aktarır Encydopaedifl. Britan-

156

MEZOPOTAMYA

dından hikâyeyi eskatolojik hedeflerle yeniden düzenleyen IÖ VIII. ve VI. yüzyıl İbranilerine göre felaket evrenseldi, çünkü Mezopotam­ya’nın çok büyük bölümünü etkilemiş gibidir. Buna, 1954’te meydana geldiği gibi Dicle ve Fırat’ın istisnai taşmasının neden olduğu kolay­lıkla anlaşılır. Ancak su yüzüne çıkmış topraklar efsanede olduğu gibi asla sular altında kalmaz.

Tufan ya da tufanlar Mezopotamya’da yaşayanlara, tanrıların insan soyunun dostları olmalarının zorunlu olmadığını öğretmiştir. Yine de çok eski bir dönemde4 Mezopotamya’ya girmiş Samilere göre, tanrı­sal düşmanlık düşüncesi, özellikle Mezopotamyalıların tasarladığı şekliyle hiç kuşkusuz, hoşgörülemezdi; bu nedenle İbraniler bunu, bir Akit teolojisine -uzaktan daha katlanılır olan, ancak yine de kıs­kanç ve kinci bir Tanrı imgesini silmeyen bir teolojidahil edecek şekilde yorumladılar. Bu bölgelerde Tanrı asla Yunandaki Zeus gibi sevimli olmadı.

İran gibi Mezopotamya da her zaman işgal altında gibidir. Ama gerçekte kimin işgali altında olduğu bilinmememektedir. Konu iro­

nim (“Flood in Religion and Myth”) bunlar katmanbilimsel olarak birbirlerine denk düşmezler, deprem sonrasından kalma olabilirler. Ur’da, 3,7 ile 2,7 metre derinlikteki bir kil yığını 111.-IV. bin yıla uzanıyor gibidir, oysa Kiş’te benzer bir yığın 0,30 metre derinliktedir ve IÖ 2800’e uzanır. Ereç ve Şuruppak’ta yığın aynı döneme uzanır, fakat 1,55 ile 0,60 metreler arasında değişen derinliklerdedir, Ninova’da, 21,1 ile 21,3 metre derinlikler arasında 13 yığma rastlanmıştır. Encydopaedia Britannica’nm aktardığı ve bugüne ka­dar genel kabul gören çözüme göre, kuşkusuz iklim değişikliklerinin ardın­dan, bir değil birden çok tufan olmuştur. İçlerinden biri, büyük bir olasılıkla, öylesine şiddetli olmuştur ki hayal güçlerini derinlemesine etkilemiştir.

Bölgede Sami varlığının ne zaman başladığı bilinmemektedir; Sümerlerin var­lığından önce gibi gözükmektedir (“Babylonia and Assyria,” Encyclopnedia Britannica). Sırayla Doğu Anadolu’ya, Arabistan’a ve hatta Mezopotamya’ya yerleştirilen Proto-Sami dillerin merkezinin nerede bulunduğu hâlâ bilinme­diğinden sorun çözülmeye hazır gözükmemektedir. Bilinmeyen bu durum­lar Georges Roux tarafından ustaca kaleme alınmıştır: La Mfeopotanıie Essai d’histûire politique, economique et culturelîe (Le Seuil, 1985).

157

ŞEYTANIN GENEL TARIHI

niktir: Otomobil sürücüsü, Resmi Gazele başyazarı ve köpeğini gezdi­ren kadın kadar, İyi hamur pişiren fırıncı ve tekstil sanayicisi de ata­larından hangisinin tekerleği ve yazıyı keşfettiğini, buğday yetiştirdi­ğini, hayvan cinslerini evcilleştirdiğini ve giyinmek için kenevir ve keten dokumayı icat ettiğini bilmez. S amerlerin kökenleri de bilin­memektedir; tamamen karanlık bir geçmişten ortaya çıkarlar. En faz­la Fırat’ın doğu yakasından geldiklerini düşünebiliriz, çünkü efsanele­rinde kayıp bir şehirden söz ederler, Der in Ashunak; bu şehir ger­çekten de var olmuştur, çünkü Bağdat’ın kuzeydoğusuna kırk kilomet­re kadar mesafedeki bugünkü Asmar yakınlarında izleri bulunmuştur.

Dillerinden de daha fazla bir şey öğrenilememektedir: Hİnt-Avrupa değildir ve bu, hâlâ bir tartışma konusudur? Bu karanlık noktalar kuşkusuz can sıkıcıdır, çünkü Mezopotamya inançlarının ve teknikle­rinin gerisine doğru adım adım gitmek eğitici olurdu; belki ilerdeki keşifler bunu sağlayacaktır.

Bu sayfaların konusu Mezopotamya tarihini yeniden okumak de­ğildir. Zaten bu tarih şaşırtıcı biçimde karmaşıktır. Kısa bir genel ba­kış bu tarihin ana hatlarını kısmen belirtecektir. Ur krallarından Me­zopotamya’yı bir eyalete indirgeyen İran hakimiyetine kadar hanedan­lar birbirini izlerken sınırlar da değişti. Sümer hanedanının ardından, gerçekten de, bir Sami hanedanı olan Akadlar geldi; ardından Akad imparatorluğunun yıkılmasından sonra Guti hanedanı egemen oldu,

5 Jean Boltero, Misopotanüe L’ecıitııre, la raison, les dieux, Gallimard, 1987. Bilinen ilk yazı “bilinen tüm diğer dillerden ya da dilbilimsel ailelerden ... tec­rit edilmiş (bir dildeydi] ve Tibet dili Fransızcadan ne kadar farklıysa Akad dilinden de o kadar farklıydı." Asurbilimi folklorunda iki saygın akademisye­nin enstitü koridorlarında şemsiyelerle kavga etmeye vardıklarını Bottero nakleder... Üniversite dışı dünyada oldukça yaygın olan bazı yanılsamalara rağmen Yakın ve Ona Doğu’nun antik dillerini hâlâ dikenli bir alandır. Çev­riyazı ve Dilbilgisi Akademisi’nin, Enstitü’nün üyesi Emmanuel Laroche’un tebliği buna tanıktır: “Küçük Asya’da Diller ve Uygarlıklar," s. 407-412, Annu­trire du Collöge de France, 74. Yıl, 1974.

158

MEZOPOTAMYA

ardından III, Ur hanedanı denen yine bir Sümer hanedanı geldi; sonra krallık yeniden ikiye bölündü, Ur imparatorluğu çöktüğünden Sami kralları Babil ülkesine, Asurlular Asur’a yerleştiler. Babilli Hammurabi imparatorluğu birleştirdi; ardından hanedanı yok oldu ve Asur ve Babil düşmanlığı yeniden başladı. Kimi zaman biri büyüdü, kimi za­man diğeri, her biri komşusunun gölgesini taşıdı, Medler Asur’u fet­hettiklerinde Asur hanedanı nihayet zafer kazanmış gözüktü. Eski im­paratorluk, Medler ve bir Kaide hanedanı arasında parçalandı ve In­cil’deki Nebukadretzar adıyla daha iyi tanınan II. Nabu-kudurri-usur bu hanedanın en ünlü temsilcisi olacaktır. Babil, bir Pers eyaletinden başka bir şey değildir ve ÎÖ 330’da İskender oraya girdiğinde Babil’de, bir yüzyıl önce Herodotos tarafından anlatılmış büyük ziguratın harabelerinden başka bir şey bulamadı. Kıyamet bedduaları ger­çekleşmişti, fakat dört yüzyıl önceki "Büyük Babil, dünyanın tüm fahişelerinin ve çirkinliklerinin koruyucusu,” Tanrı halkının kanıyla sarhoş Babil artık çölden başka bir şey değildir.

Kıyamet yaratıcısının öfkesi bugün şaşırtıcıdır, çünkü Musa, Hı­ristiyanlık tarafından yeniden ele alınan On Emir’in esinini Babil’de, Hammurabi yasalarında bulunur. I. yüzyılda, yani Yuhanna’nın kinci ve kehanet içeren şiirini yazdığı dönemde Babil, bir hayaletten başka bir şey değildi ve bu kadar alçakça davranışı kuşkusuz hak etmiyor­du. Ancak Yahudiler ebediyen hatırlarlar ki, IÖ 598’de Nabükodonosor, Kudüs kuşatmasını zaferle gerçekleştirdi ve Yahuda kralı Yekoyakim’i Babil’e tutsak götürdü, onun tahtına kukla Sedekias’ı ge­çirdi. Yine hatırlarlar ki 587’de Sedekias da isyan etti ve Babilliler ge­ri geldiler ve bu kez çok daha fazla sayıda Yahudiyi savaş esiri olarak Babil’e götürdüler. Bunu hatırlıyorlardı çünkü iki tutsaklık Yahuda krallığının sonunu getirmişti. Canlı hatıra! Yahudiler bu dönemden sonra Akdinhâlâ yürürlükte olup olmadığım ve Tanrının kendi hal­kını hâlâ hatırlayıp hatırlamadığını kendilerine sormaya başladılar.

159

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Ancak Bahirin Yahudi lanetini kışkırtacak özelliklerinin olduğu doğrudur: Birçok tanrıya tapılıyor olması iğrenç bir suçtur. Hangi tanrılar? Bîr Mezopotamya uzmanı olan Georges Roux, “Mezopotam­ya tanrılarının ‘rasyonel’ bir sınıflandırılması pratik olarak olanaksız­dır, çünkü bizim mantığımız eskilerinkiyle aynı değildir,” der. Daha­sı bu yazar, bu tanrılar arasında “zaten oldukça belirsiz olan katman türleri”6 ayırt etmeye rıza gösterir. Panteonu yöneten belli başlı tanrı­lar şunlardı: Öncelikle Gökyüzü nün efendisi ve diğer tanrıların baba­sı Anu; ana tanrıça olmasına karşın bekâr olan Nintud; göksel bakire Innina; yeryüzü tanrısı Enlil ve eşi Ninlil; Sümercede Enki denen su tanrısı E a ve eşi Damkina; yani üç çift ve bir anlamda bir yönetici. Yine de bu tanrıların adları, sıfatları ve tercihli tapınma yerleri ve hatta kimlikleri değişkendir. Nintud’un kırkbir kadar değişik adı vardır: Belit ilam ya da “tanrıların anası;” aynı zamanda Makh, Ninhursag ya da “dağ kraliçesi” adıyla da anılır; bu Sümerler için “yer­yüzü kraliçesi,” Babilliler içinse “ölüler ülkesi kraliçesi” demektir. Ancak Artını ya da “hamilelik tanrıçası," daha basit olarak ise Mama da denir ona; dişil bir yaratılış ilkesinin antik örneği olan Mama, anaerkil bir toplumun yansısı olan bir anlayışın sonucu olarak erkeği kilden yaratmıştır/ Aslında bütün bunlar Mezopotamya hükümdarlık­larını, uygarlıklarım,, dillerini ve dinlerini kat edecek yedi tanrı, daha doğrusu yedi tanrı arketipidir.

“Tanrıların sayısı zamanla kayda değer bir şekilde azaldı,” diye yazar Bottero. “Yaratılış Destanı, IÖ 1200 yılına doğru ‘altı yüz’den fazla tanrı saymaz.”8

Bir tek Şeytana bile rastlanmaz. Enki, yani yeryüzünün yüzeyin-

Roux, La Mtsopotamie.

7 Bottero, Mdsopotamie L’ecriture, la raisoıı, les dieux.

8 Manfred Lurker, Lexikon der Götter and Damonem Alfred Kramer Verlag, Mü­nih, 1984.

160

MEZOPOTAMYA

den cehenneme kadar uzanan dünya olan “Ki Efendisi,” anlaşıldığı an­lamıyla cehennemi değildir. Çünkü o aynı zamanda su tanrısıdır ve Mezopotamy ahlar için Yeryüzünün Donuk suyunun tanrısıdır.

Tıpkı Antik dinlerde olduğu gibi tanrıların kimlikleri birbirine karışmış ya da üst üste binmişti: Örneğin Nintud ve Innina aynı öznitelikleri paylaşıyord u; insanlık günah işlediğinde ve tanrılar insanlığı kötü muameleyle tehdit ettiğinde bu iki tanrıça aracılıkları yoluyla onları cezadan kurtarıyorlardı. Günah kavramı bile şimdiden bağışla­mayı içeriyordu. Ve yeryüzü yaşamında olduğu gibi bağışlama kadın­ların işiydi. Ezeli olarak suçlu bir İnsanlığı kurtarmak için aracılık eden tanrıçalarımızın işleri'zordur.

O halde hangi tanrının nezdinde aracılık ederler? Marduk; başlan­gıçta Sümer tanrısı Amar-Utuk, yani “Güneş-Tanrı’nın Kalçası,” İbranilerin Merodach’ı, Babil’şehrinin ve ardından tüm Babil imparatorlu­ğunun vasisi olan ve Yargı ve İlkbahar Işığı tanrısı da olan Marduk, simgeleri bizim Jüpiter dediğimiz yıldızve ejderha-yılan Mussussu’dur. Çünkü, fetihler ve tutsaklıklar boyunca tanrılar bir ülkeden diğe­rine geçerler ve bunu yaparken, bazı özniteliklerini bırakıp başkaları­nı kazanarak bir dinden diğerine geçerler.9

Tanrıların ve adlarının çokluğuna rağmen Mezopotamya dinleri­nin kaosta olması eksik olmuyordu. Ve barbar adlar taşıyan kaçık kahramanlarla dolu mitler dizisine indirgendikçe çok daha fazla kaos oluyordu. Çünkü, Mezopotamyalıların epik soluğu, Eski Ahit’teki Yaratılış’ın bir “taşaron haftası” görünümü aldığı bir genişliktedir. Daha sonraki çeşitlemeleri bile çarpıcıdır. Marduk doğduğunda, yüce Evren tanrısı Anu’nun torunu ve evrende düzeni inşa etmesi gereken kahramanın -Gılgamış, Herkül ya da Isaprototipidir. Anu, tahtını kaybettiğini hissederek öfkelenir. Böylece, dört rüzgârla dişi deniz ej-

9 Marduk’un Babil’de bu yükselişi Ereç, Nippur, Larsa, Er, Kiş gibi Sümer site­lerindeki diğer teolojik merkezler tarafından kabul görmemiştir,

161

ŞEYTANÎN GENEL TARİHİ

derhası, tüm yaşamın yaratıcısı ve cehennem ırmağının tanrıçası Tiamat’ı bu isyankâra karşı kışkırtır:

“Karşı konulmaz silahlar yaptı, dev-yılanlar doğurdu

Sivri dişli, acımasız çeneli; .

kan yerine vücutlarını zehirle doldurdu,

öfkeli ejderhalara korku giydirdi,

Onları ihtişamla taçladı ve onları tanrılara eş kıldı;

Kim görse onları korkudan düşüp kalır!

En ön safta, geri çekilmekten sakınırlar!

Yedi Başlı Yılan Bashma’yı, Kızıl Ejderhayı ve Lahamu’yu o yarattı,

Dev aslanları, ateş püskürten köpekleri ve akrepdnsam,

Fırtınaların kötü yürekli iblislerim, bahk-insam ve Kusarikku’yu.”

Çünkü, Sümerler ya da dengi Samiler, Mezopotamyalılar kendi tanrılarını bir korku imgesi haline getiriyorlardı, hiç kuşkusuz bütün dinlerin en ürküncüdür bu. Yahudi tanrısı, ne epik Babil soluğunun etkisinden ne de onu işitenlerde yarattığı kutsal korkudan kaçabildi. Yahudi tanrısının kendi On Emir’i haline getirdiği Hammurabi Yasa­larımdan başka, kitaplarının ilki olan Yaratılış’ta Her Şeyin başlangıç hikâyesini de, Yaratılış, yani kaosa karşı mücadele şiiri olan Enuma Eliş’teki haliyle aldı. Aşağıdaki karşılaştırmayı Bernard Teyssedre’den alıyorum:10

Enuma Eliş I, 1-16

Yukarda Gökyüzü yokken, aşağıda Yeryüzü adlandırılmamışken, tanrı­ların doğacağı esas Apsu, doğurgan-Mummu ve onların hepsini doğuracak olan Tiamat, bütün sularını tek bir suda birleştiriyorlardı...

10Bernard TeyssMre, Naissaııce du Diable, Albin Michel, 1985. Teyssâdre, "EskiEski” Ahitlerle Babil litürjiierinin metinleri arasındaki anlamlı karşılaştırmayı daha öteye götürür.

162

MEZOPOTAMYA

Yaratılış I, 1-2

Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu; ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı; ve Tanrı’nın Ruhu suların yüzü üzerinde ha­reket ediyordu...

XX. yüzyılda iyi bilinmeyen bu tanrıları küçümsemek oldukça yanlış olur, çünkü insanlık tarihinde ilk kez Mezopotamya’da tanrılar insanlara hizmet edecektir; ne Okyanusya’da, ne Hint’te, ne Çin’de, ne Mısır’da asla böyle hizmet etmemişlerdir. Ancak bu bölgenin çalkan­tılı tarihi boyunca bu tanrıların izlerini takip etmek güçtür. Bir tanrı­nın herhangi bir devlet ya da site tarafından benimsenmesi kuşkusuz beraberinde ad, kimi zaman da cinsiyet değişiklikleri getirir. Yukarda belirtilen çoğul kimliklerden başka, gelecekteki Astarte, ardından Afrodit olacak olan îştar’ın başlangıçta niçin erkek bir tanrı olduğunu; Venüs gezegeni tanrısı Arap Açtar’m Arabistan’dan Mezopotamya’ya geçerken niçin dişi olduğunu kimse bilmemektedir. Sapkın eşdeğerlikleri de akılda tutmak gerekir, örneğin Sami Güneş Tanrısı Şamaş Sümerlerin Utu’sundan başka bir şey değildir, bizim tarafımızdan zararsız Babbar adıyla da bilinir.11 Dahası, Sümer, Samı, Babil ve Asur dinleri arasındaki karşılaşmalardan doğan zorunlu bagdaştırmacılıklar, günümüzde, Mezopotamya’nın yaklaşık dört bin tanrısının kimliklerini deşifre etmek için bir bilgisayar gerektirir. Örneğin sa­vaş tanrısı Ninurta eski Ninib’den başkası değildir, ama ateş tanrısı Nusku ile birleşir. Babil’in Marduk’u Borsippa’nm Nabu’suyla aynıdır ve su ve ateş karşıtlıkları sevinçle uçuşurlar, çünkü ateş tanrısı Gibil, Nusku’nun diğer adı, su tanrısı Enki’den ayrılamaz, aynı şekilde Marduk ve Nabu’dan da...

Mezopotamya panteonlarının akrabalık, yakınlık ve özdeşliklerini

11 E, Cassin, La Splendear divine Introduction d lYtude de la mçntalite babylonien-, ne, 1968.

163

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

tanımlamaya tüm bir almanak yetmez. Örneğin Innina’mn bir kız kar­deşi vardır, Ereşkigal; cehennemlerde hüküm sürer, ancak cehennem­ler Nintud’un da alanıdır; bu da înnina ve Nintud’u kardeş yapar. Me­zopotamya teologlarının altı yüz tanrıdan -Igigi’leroluşan ve göksel oldukları için yüksek ve üç yüz tanrıdan oluşan -Annunaki’lerdün­yevi ve cehennemi olduklarından aşağı bir panteon oluşturdukları ve Babil ve Asur dinlerinin yaklaşık dört bin tanrıdan ibaret olduğu bi­lindiğinde teologların tam gün çalıştıkları seve seve kabul edilir.

Yeri belli olmayan Keş şehrinde, aynı zamanda kuzeydeki büyük şehir Kiş’te (Keş olmadığı sanılmaktadır) Nintud’a tapıldığı öğrenildi; ğinde yorumların karmaşıklığı daha da artar. Anu ve Innina’nın tapı­nakları Ereç’te, Enlil ve Nihlil’inki Nippur’da, Ea ve Damkina’mnki ise Erid’u’da, Fırat’ın ağzındadır.               \

Bununla birlikte iki büyük mit bu teolojik mozaiğe egemen gö; zükmektedir; bunun içinde her ilke kendi karşıtına bağlıdır, tıpkı yu­karda belirtilen su ve ateş bağının gösterdiği gibi. Birincisi, yukarı : dünyadan bir tanrının, yaz ve sıcaklık yöneticisi Nergaîin, aşağı düni yadan bir tanrıçayla, cehennemlerin tanrıçası, yani ölüler ve soğuk j kraliçesi Ereşkigal ile evliliğidir; tabii eğer burada sıcakla soğuğun < birliğini daima tanımlayan Afrika mitolojilerine başvurmaya izin vej rilirse. Bu elbette gürültüsüz bir evlilik değildir, hafif meşrep bir ; sahne ise hiç değildir: Tanrıların emri üzerine yeraltı dünyasına inmiş Nergal’m bir ziyaretini izler, bir şekilde kızdırdığı Ereşkigal’dan ; özür dilemeye gelmiştir, ama sonunda cehennemi bedeninin güzelli­ğiyle baştan çıkarak kendini onunla, “erkeklerin ve kadınların yaptık­ları şeyi” yapma arzusüna kaptırır. Kuşkusuz bu işte iyidir,, çünkü, o gittikten sonra baştan çıkarıcı Ereşkigal iki gözü iki çeşme ağlar:

"Nergal, zevklerimin sevgilisi!

Onunla birlikte zevk alacak kadar yeterince boş zamanım olmadı!”

164

MEZOPOTAMYA

Bu madrigal tonunun “Nergal ve Ereşkigal” şiiri boyunca egemen olması, çapkınlık tonunu ilk kullananın XVII. yüzyıl Fransızcası ol­madığını gösterir. Aşktan deliye dönen Ereşkigal, Nergal’i yakalamak ve tekrar kucaklayabilmek için cehenneme getirmek üzere tanrılara bîr haberci -Namtar’ıgönderir.

“Git, Namtar, Anu, Enlil ve Ea ile konuşmalısın!

Anıt, Enlil ve Ea’nın kapısına sür yüzünü,

De ki onlara, çocukluğumdan beri ben,

Diğer kızların tanıdığı zevki tatmadım,

Çocukların oyununu bilmedim.

Bana gönderdiğiniz ve beni hamile bırakan tanrı, yemden yatsın benimle!

Geri gelsin bu tanrı ve geceyi geçirsin benimle sevgilim olarak!”

Otuz yüzyıl sonra Richard Strauss’un kadın kahramanlarına yara­şır bu şaşırtıcı, ateşli aşk söylevi, gözyaşı döken yaşlı bir kızın değil, kinci bir gücün söylevidir. Çünkü haberci Namtar şu mesajla da gö­revlidir: Eğer Nergal, Ereşkigal’in yatağına girmeye gelmezse:

“Ölüleri dirilteceğim ve canlıları kemirecekler,

Yeryüzünde ölüleri canlılardan kalabalık kılacağım!”

G ılgamış Destanı’nda, güzel Gılgamış kurlarına direndiğinde bir başka çılgın âşığın, Iştar’ın savurduğu aynı korkunç tehdittir. Gılgamış direndi, ama Nergal büyük öfkenin isteklerine boyun eğmek zo­rundadır. Bu yüzden Gökyüzü’nden Cehennem’e götüren merdivenden iner; görünüşte çok kötü bir ruh hali içindedir, Yedi Kapı’nın bekçile­rini birbiri ardına yener, taht salonuna erişir, Ereşkigal’i görüverir, kahkahadan kırılır ve onu saçlarından yakaladığı gibi tahttan aşağı atar ve sürükler, o sırada Ereşkigal ağlamakta ve evlenmek için yal­varmaktadır.

“Benim eşim olabilirsin, ben de senin eşin,

165

ŞEYTANIN GENEL TARIHI

Sana bırakacağım                                                            '

Büyük toprakların krallığım! Eline vereceğim                >

Bilgelik tabletlerini! Efendi olabilirsin,

Ben de Efendi!”'2

Nihayet Nergal tükenir, karanlık âşığını kucaklar ve tahtını onun­la paylaşmayı kabul eder. Oysa Richard Wagner’in pek sevdiği büyük mitlerle şaşırtıcı bir yakınlık gösteren bu şiddetli aşk hikâyesi bir simgecilik taşır ve bunları çözmek için terimleri zorlamaya pek gerek yoktur: Canlılar dünyası ölüler i nkine sıkı sıkıya bağlıdır ve Cehen-, nem’in gücü gökyüzününkinden daha büyüktür. Çürüme, canlı mad­denin kalbinde bulunur. Ölüm ve Kötülük, Ereşkigal’in dişiliğiyle temsil edilmiştir. İlk Günah kavramı burada rüşeym halinde mevcuttur; tümü de ataerkil sistemlerden türeyen vahiyli dinlerin temelinde; ki kadın düşmanlığı gibi cinsellik Günah’m taşıyıcısıdır ve Ereşkigal, ; ilk büyük baştan çıkarıcı, daha o zamandan hem Havva’nın atasıdır ; hem de Adem’in ilk gerçek karısı olan.Lilith’in atasıdır.                                    j

Gerçekten de, Mezopotamya dininin temeli Günah ve Varlığa içkin | Kötülük kavramına dayanıyor olmasıdır.                                          I

Anlamlı ikinci mit, insanın yaratılış mitidir: İnsan eski bir tanrı1 nın, Kingu’nun kanından doğmuştur; Kİngu başcin olmuş ve evrende 1 düzensizlik tohumları ektiği için Marduk’un emriyle ölüme mahkûm I edilmiştir. Oysa Kingu ikilik taşımayan bir cindir: Kötüdür; salt kötüdür, tıpkı bizim Şeytan’ımız gibi; ondan hiçbir yardım dilenilemez, : örneğin Mısır mitolojisinde Ra’nın Katlanılmaz Seth’den aldığı türden | bir yardım dilenilemez. Bu, Kingu’nun oğlu insanın temelde kötü ve j şeytansı olduğu anlamına gelir; Kötülük onun tenindedir.13

i2Lurker, a.g.e. ve “Babylonian and Assyrian religion,” Encyclopaedia Britannica. 'ı

13                                                                                          !

Aktaran Hennetla McCall, Mesopotmniaıı Myths, Brîtish Museum Publications, Londra, 1990. Buradaki Amarna versiyonudur, çünkü Mısır’da, Teli al■■

166                                             1

. MEZOPOTAMYA

i

Şiir ve mizah, dünyanın ve insan doğasının bu olumsuz görüntü­sünü saklamayı tam anlamıyla başaramasa da, ikisi de Mezopotamya kültürlerinde fazlasıyla bulunurlar. Birincisi, Yaratılış anlatısından beri mevcuttur, metinleri, -ne ironi!Asurbanipal’m sarayının harai            belerinde bulunmuştur. Demiurgos, Güneş ve Babil tanrısı Marduk

!    orada dişi bir ejderhayla karşı karşıya gelir; Tiamat’la Tiamat’m Her

i.   Şey’in de anası, tuzlu su tanrıçası ve tatlı su tanrısı Apsu’nun eşi ol-

1   duğunu belirtmek ilginçtir. Tiamat ve Apsu, gerçekten de, tanrılar

İ    doğurmuşlardır ve bunların gençliği gürültü patırtı içinde geçmiştir;

Apsu, eşine şikâyet ediyordu: “Davranışları katlanılır gibi değil. Ne j gündüz dinlenebiliyorum ne de gece uyuyabiliyorum. Bu gürültüye ; son vermek için onları yok etmek istiyorum ki sonunda sükunet egeJ men olsun da uyuyabilelim!”14

Bunun ardından, hem burjuva hem de canice, şaşırtıcı bir tartışma gelir: Bir cumartesi akşamı çocuklarının hırgüründen sinirleri bozu­lan banliyödeki aileler gibi, çabuk öfkelenen Apsu’nun talep ettiği ço1   cuk öldürmeyi tartışırlar. Bu durum tanrıların kulağına çalınır.

1   Tiamat’la boğaz boğaza gelmek ve göksel güçlerin davasını savunmak

; için seçilmiş Marduk, savaş arabasıyla yola çıkar.' Cadaloz kadının İ oniki müttefiki onun geldiğini görünce kaçarlar. Marduk, düşmanı ; dişi ejderhayı ışıktan bir ağla yakalar, ağzından fırtına saçar ve oklaî         rıyla onu deler. Cadaloz öldüğünde bedenini uzunlamasına parçalara

:    böler ve benekli sırtını yukarıya doğru fırlatır böylece gökkubbeyi

yaratır. Sonra, karnını aşağıya doğru fırlatır ve yeryüzüyle okyanus; lan yaratır. Annesi Tiamat tarafından yardımına gelsin diye gönderi­len Kingu bu devlere yaraşır bir kavga sırasında Marduk tarafından

14 Garelli ve Leibovici çevirilerinden uyarlanma: La Naissance du monde selon Akkad. Aktaran Eliade.

167

ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ

öldürülecektir.

Ana katilliğine dayanan bu kanlı kozmogonide, erkek kahramanlı­ğı dehşeti gerektiği kadar gizleyemez ve simge meraklıları erkek ilke­de dişi ilke arasındaki, dişinin ölümüyle sonuçlanan bu düellonun an­lamını çözmekle, kuşkusuz, uğraşacaklardır. Kötülük, söylediğimiz gibi, Kadındır. Eğer isterseniz, erkeğin içsel yazgısının “Ödipyen” yorumlarının dayanıksızlığını ölçebilirsiniz.15

Mizah duygusu, çirkin insanların yaratılış hikâyesinin bulunduğu bir başka kozmogonide de kendini gösterir. Burada, soğuk su tanrısı Enki -yukarda gördüğümüz gibi Marduk’un babası olacaktırderin sular tanrıçası, annesi Nammu tarafından uyandırılır. Naramu tanrıla­ra dayatılan zahmetli çalışmadan şikâyetçi olur. Bunun üzerine Enki, onların yerine çalışacak kuklalar yaratmalarını önerir. Öncelikle, der, yeryüzü ile derin sular arasındaki ara bölgeden getirilmiş kil gereki­yordu. Nammu’nun bedeninden çıkarılması gereken bu kil, kuklaların kalbini yapmaya yarayacaktır. Sekiz tanrı daha göreve katkıda bulu­nurlar ve insan soyu böyle yaratılır.

İş burada bitmez. Enki, başarısını kutlamak için bir şölen düzen­ler. Şölende çok bira içilir. Enkfnih karısı Ninmah çakırkeyf olur.' Yaratılışın başarılması onu hiç kuşkusuz kuşkucu kılmıştır, ki Enki’ye şöyle der: “İnsan bedeni neye değer? Ben rahat rahat yaparım onu! ” Bu sarhoş meydan okumasını, "Yapın o halde, sizin yaratacağı­nız her insan varlığına bir yer bulacağıma söz veririm," diye yanıtlar kocası. Ninmah, işe koyularak bir hadım, bir kısır kadın ve dört sa­kat yaratır. Enki onlara toplumda rol verir. Hadımı bir memur, kısır

15Freudcü “Oidipus kompleksi,” Freudcûlara göre “kurucu” kompleks teorile­rini bu parlak yalanlama konusunda ve ilave olarak, psikanalizin bugüne ka­dar antropolojinin ve dinler tarihinin katkılarından pek yararlanmışa benze­mediğini belirtmek belki yararlı olur. Böylece, Malinowski tarafından bu teo­rinin geçersiz kılınması, ünlü "kompleks” yanlılannca hâlâ geniş ölçüde -ve kasıtlı olarakbilmezlikten gelinmektedir.

1.68

MEZOPOTAMYA

kadım nikâhsız yaşayan bir eş yapar; sakatları ne yaptığı bilinmemek­tedir. Sonra oyuna dahil olup, bir kaynağa göre, “rolleri değiştirerek devam etmesi için Ninmah’a meydan okur. En tuhafı o yaratacak ve bu yaratıkların yerlerini de Ninmah bulacaktır. Ninmah meydan oku­mayı kabul eder. Enki, önce, ‘doğalı çok olmuş’ bir adam yaratır, bu ilk yaşlıdır. Adam Ninmah’m. karşısına çıkar. Ninmah adama bir par­ça ekmek sunar, ancak yaşlı adamın ne dişleri vardır ne de ekmeği tu­tacak gücü. Ninmah bu zavallıya ne yapacağını bilemez. Adamakıllı sarhoş olan Enki, zaferini tamamlamak için, her. biri birbirinden bi­çimsiz ve musibet beş erkek ve kadın daha yaratarak tanrısal eşinin elindekini avucundakini alır. Ninmah onlara hiçbir iş bulamaz. Gece gürültü patırtı içinde son bulur.”16

Burada, Mezopotamyalılarm, tanrıları karşısında, Yunanlılardan ve Keklerden daha saygılı olmadıklarına inanılabilir. Ancak benzerlik yalnızca yüzeyseldir. Ciddiyetle başlamış Yaratılış’ın bir içki âlemiyle şiddetlenmiş acımasız bir toplumsal oyunla tamamlandığı bu hikâyede tanrıların acımasız güçler olarak gösterildiğini görmek ge­rekir. Kötülüğün ürünü olmadıkları zaman insanlar yalnızca tanrılara ev işlerinde hizmet etmek için yaratılmışlardır.

Asurlunun kendi kölelik duygusundan oluştuğunu söylemek gere­kir; imparatorlara özgü olan güçlü olmak hariç. Aşağıdaki bölüm bu­nun kanıtıdır. Efendiyle kölesi arasındaki bu diyalog Moliere’in (ya da Brecht’in) habercisi gibidir ve Karamsarın Diyalogu adını taşır:

-  Hizmetçi, itaat et bana!

-  Evet, efendim, evet!

-Evet, sev, efendim, sev. Bir kadım seven bir erkek acıyı ve sıkıntıyı unu-, tur.

16Alexander Eliot, Mircea Eliade, Joseph Campbell, Detlef I. Lauf, L'Uııivers fantastique des nvythes, Presses de la Connaissance, Paris, 1976.

169

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

-  Hayır, hizmetçi, kadm sevmeyeceğim.

-   Sevme, efendim, sevme. Kadm bir tuzak, keskin bir kılıç, sicimdir yani! Bir erkeğin boynunu uçurur.”'7

Bu metinlerde, özgürlüğü en yüksek şey olarak belirtmiş Helen dini ve kültürünün en küçük bir yansıması bile bulunmaz. Sümer, dinsel özgürlüğü asla dikkate almamıştır; özgürlük zaten Yunanlılara özgü bir keşiftir. Litürjileri sadece Yahudi ve Hıristiyan usûllerinin habercisi olmakla kalmayıp Bizans kökenli ayinlerde rastlanan türden Doğu’nun varoluş sıkıntısının en karanlık tezahürlerinin de habercisi­dir. Bunlar tanrılara, özellikle Enlil’e yönelik bitmez tükenmez “monodik” kutlamalar olan, flüt eşliğindeki ve bitkinlik şarkılarıyla -Jıishubskesintiye uğrayan ershemma’lardır. Tanrıların giyimine, beslen­mesine, evliliklerine (“baş başa bırakmak için 'zifaf odalan’na götü­rülmeden önce süsleyip püsledikleri heykeller aracılığıyla” yapılır18) ve tapınmalarına eşlik ediyorlardı.

Son Ur hanedanı ve Larsa ve İsin kralları dönemindeki Büyük Sü­mer yenilenmesinin klasik dönem din adamları, ershemma’lann ve kishub’lann düzenlenmesinin “en iç karartıcı ve istiğfarla ilgili” büyük teolojik temaları sergilemeye yaradığı karmaşık ayinler derlemişler­dir.19 Her litürji, hitap ettiği tanrının “Öfke Sözü” ilahisinden ibaret­ti. Burada bizim Dies irae’mizin kökeni kolayca görülür. Katolik litanilerin kökeni de buradadır: Çünkü bu litürjilerde, tanrıların adlarını sayan uzun yakarıları bir cenaze nakaratı izler. Bu yürek parçalayıcı seremoniler Katolik kutsal Cumasında olduğu gibi istiğfar yakarısıy­la noktalanır.20 Dahası, "inanılmaz sayıda olumlu ve özellikle olum-

17"Babylonian and Assyrian Religion,” Ene. Britaıı.; S. Langdon, Babylonian Peııitential Psaims, Paris, 1913; Sumerinn Liturgies and Psaims, Philadelphia, 1919, 18 n

Bottero, a.g.e.

19“Babylonian and Assyrian Religion,” Encydopaedia Britannica, 1962.

20 A

A.g.e.

170

MEZOPOTAMYA

suz talimatlar [vardır]... Ant içmek için kaldırılan el yıkanmış olmak zorundadır, çapa sallarken kutsal bir ad ağza alınamaz; ne pişmemiş kil bir kupadan içilebilir; ne stepten çalı çırpı ne de kamışlıktan ka­mış koparılabilir...”21

İşte daha şimdiden kısmen Bizans’tayız; çünkü litürjik takvim mo­deli çoktan çizilmiştir, tamdır, uyarlanmaya hazırdır: Her ay uygun litürjileri, rahipler tarafından bazı günlerde söylenen düzenli ayinleri ya da gala’ları içerir. Litûrjiler kötü kehanetleri savmaya yöneliktir; ritüeller herhangi bir vesileyle kutlanacakları yerleri belirtirler. Ökümenizm de [Evrensel kilise anlayışı, çn] mevcuttur, çünkü, dinler ta­rihinde ilk kez, insanlığın bütününü tehdit eden felaketleri uzaklaştır­mak ve tanrıların gazabını savmak için ayinlerin ortaya çıktığı görü­lür. Ancak, Encyclopaedia Britannica, “bu müzikli ayinlerde büyülü anlamda hiçbir apotropaik şey yoktur,’’22 der, yani bunlar, uğursuz karakteri temeldeki umutsuz üslubu bağışlatan büyülü bela savmalar değildir: “Bunlar, tanrıların şerefine söylenen -arada, yaşamın iğrenç sefilliğini anlatan insan ıstıraplarının karamsar betimlemeleriyle kesi­lenkuru ilahilerdir.” Dev tapmaklarda, bitip tükenmez ıstırap ayin­lerini aşırı titiz bir maharetle yerine getiren karanlık bakışlı ve kara sakallı rahipler kortejinin ilerlediği kolaylıkla, fakat geriye dönük bir acıyla hayal edilebilir.

Kamusal ibadetlerin yetmediği yerde, Sümer dini, özel olarak söy­lenecek bir pişmanlık duaları toplamı öngördü: Sümer dininin kökle­rine uzanan ve derin izler bırakacak olan diğer bir yenilik olan özel istiğfar mezmurlan. Fakat bir başka uygunluk daha vardır: Sonraki bir icat olan, bir rahiple birlikte söylenen övgü, günah çıkarma ve şe­faat mezmurlan. Günah çıkarma töreninin de ilk kez ortaya çıktığı görülür. Bu metinlerin tabletlerini bulan arkeologların, Sümer dili

21Bottero, a.g.e.

22 A.g.e.

171

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

geçerliliğini yitirmişken bile litürjinin her zaman, tıpkı Roma Kato­lik kilisesindeki litürjilerin Latince söylenmesi gibi, Sümer dilinde söylendiğini keşfettiklerinde düştükleri şaşkınlık hayal edilebilir.

Kıyamet yaratıcılarının Babil karşısındaki öfkelerinin nedeni bir kez daha sorulabilir: Ünlü “fahişeler anası” bizim ölü ayini törenleri­mizin sevimli opera türevleri olarak görüleceği bir yerdi. Dünyada hiçbir şey Sümer dini kadar korkunç değildir ve burada ileri sürüyo­rum ki umutsuzluk, yazıyla aynı zamanda ve aynı yerde, Sümer’de doğmuştur.

Fakat, Sümer dininin vahiyli dinlerle ve özellikle Yahudilik ve Hı­ristiyanlıkla çarpıcı benzerliğini sorgulamak daha yerinde gözüküyor. Bu dinlerin teolojilerine kadar uzanan bu Günah anlayışının kökenle­rinin ne oldukları sorgulanabilir. Ve, ana hatları İran’da çizilen Şey­tan’m yaratılışının daha kesin biçimde ifade edilen temel şeması bura­da bulunacaktır.

Teolojik olarak, Sümerler ve Sam iler başlarına gelen felaketlerin büyük kısmının iblislerin suçu olduğunu kabulediyorlardı. “Iblisbilim, dinlerinin çok önemli bir yanıydı,” diye yazar Encyclopaedia Bri­tannica.23 Gerçekten de, Iranlı komşuları tanrısallığı ve karşı-tannsallığı merkezileştirmişken, Mezopotamy ahlar hâlâ iblislerle dolu çoktanrıcıhğı uyguluyorlardı. Yedi iblisleri vardı; aslan, panter, köpek, koyun, keçi, kuş ve yılan gibi hayvan başlı, yarı insan canavarlar.

Bu korkunç yedili iki iğrenç keşifle süsleniyordu: Dört kanatlı, yarasa başlı, akrep kuyruklu, güneydoğu rüzgârlarını temsil eden ib­lis, Asurlu Pazuzu; ve loğusalık ateşinin dişi şeytanı, Sümer Dim­ine’nîn reenkarnasyonu, genellikle bir memesiyle bir köpeğe, diğeriy­le bîr domuza süt verirken temsil edilen dişi kâbus Lamaştu.24 23“Babylonian and Assyrian Religion,” Encyclopaedia Britannica.

24Lurker, a.g.e.

172

MEZOPOTAMYA

Burada, Veda tanrılarında görüldüğü gibi, çok fazla belirsizlik vardır, çünkü Gökyüzünün Efendisi Anu’nun öz kızı Dimme, HintIranlıların zalim Ahriman’ımn kızkardeşiydi aynı zamanda. Her du­rumda, pek de iyi olmayan bir erkek kardeşi vardı ve tek bir iyiliğini bile belirtmekte güçlük çekilirdi, Utukku Limnu da Anu’nun oğludur ve iblislerin başıdır. Mezopotamyalılara göre, tanrıların çiftleşmeleri pek mutluluk getirmezdi, çünkü üçüncü bir iblis, yazgı iblisi Nam­lar, Yeryüzü’nün Efendisi tanrı Enlil ile Ereşkigal’in habercisi, yukar­da gördüğümüz ve insanlara ölüm getirmekle görevli Cehennemlerin Dişi Efendisi’nin oğluydu.25 Bu tüyler ürpertici tanrısal evlatlar “tan­rıların acı zehiri” diye adlandırılıyor ve yeraltı dünyasında doğuyor­lardı. Cehennemler giderek daha net bir şekilde vahiyli dinlerin Cehennem’inin rengini -Yahudi Gehenne’den başlayarakalıyordu; her şeye kadir tanrılar en ürkünç çocuklarım burada doğuruyorlardı.

Varsayılanın tersine, günah kavramı vahiyli dinlerden çok önce­dir, çünkü ilk kez Sümer dininde ortaya çıkmıştır; Nergal ve Ereşkigal tarihlerinde açığa çıkarılan ilk Günah’m ilk ürünlerinden çok daha önce. Sümer’de iblislerin lanetinin sonucu olarak kabul edilmiştir. İblislerin insanlar üzerindeki iktidarları insanlara ahlaki ve dinsel .buyrukları ihlal ettirir ya da tabu (terim gerçekten de Sümer’den gel­mektedir) bir nesneye dokundurtur. İlk günah kavramı da ana batlar­ıyla belirtilmiştir, çünkü etik ya da ritüel günahları sayan Akad (yani Sami) metinleri olan Şurpu ve Muhlu’larda dilek sahibinin kendisi ta­rafından değil, atalarından biri tarafından işlenen günah temasının or­taya çıktığı görülür.

Ve, cinlerin sadece günahkârların kafasını karıştırdığı ve bir insan cinliyse muhakkak bir' günah işlemiş olduğundandır şeklinde formülleştirilen, Asur ve Babil dinlerinin değişik biçimlerinde güçle25A.g.e.

173

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

necek ve Yahudilik aracılığıyla tüm Hıristiyanlık tarihi boyunca sü­rüp gidecek olan anlayış burada belirginleşir. Tarih çok önemlidir, çünkü yeryüzü etiği ilk kez gökyüzüne demir atar: Veda ve Zerdüşt müneccimleri gibi Mezopotamya din adamları da yasa koyucunun yet­kesini kendilerine mal ederler, çünkü hak etikten gelmelidir.

Ahiret mutluluğu [selamet], gerçekten de, din adamlarının, yani büyücülerin ya da aşipu’ların müdahalesine bağlıdır. Burada “sela­met”! Hıristiyanlıktaki anlamıyla anlamak gerekir; yoksa bu, büyücü, hekim ya da şamanın cin çıkarmasının eskatolojik hiçbir anlamının ol­madığı Okyanusya, Afrika ya da Asya’daki diğer uygarlıklarda olduğu gibi bir “iyileşme” değildir. Sadece Babil müneccimi, davetsiz misafi­ri kovmaya yarayan lanetleri söyleyebilecek durumdadır. Büyülü ritüellerle, şeytani dalaverenin tanımlarıyla ve iblis adlarının okunmasıy­la dolu uzun bir seremonidir bu, çünkü suçlunun kimliği bilinme­mektedir ve bu iblis adları sayılarak suçluyu kovma olanağı vardır. Sonra hastanın bedenine su, hamur, otlar, tuz ve diğer maddeler uy­gulanır; büyülü sözler iblisi oradan başka yere gitmeye zorlar, bu maddeler o zaman yok olacaktır. Hastanın yatağına renkli kurdeleler .bağlanır, sonra, iblisin bağının koptuğuna işaret etmek için kurdele­ler koparılır. Bu kuppurıı seremonisidir, yani pişmanlık seremonisi; bu da dinler tarihinde ilk kez ortaya çıkmaktadır ve buradan Yahudili­ğe geçecektir.

İş uzundur ve cin çıkarma kimi zaman etkilidir, çünkü kutsal ol­mayan, ne dinsel ezgiler düzen, ne büyücü, ne peygamber, ne kâhin olan bir rahip, asft gönüllü olarak müdahale eder. Günümüzde eczacı, cum, doktor diye adlandırılan budur; ve sanatının önemli bir bölümü batılinanç pratiklerinden oluşsa da, sonradan bulunan metinler, Mezo­potamya doktorlarının bazı bitki ve minerallerin bilgisine sahip ol­duklarını gösterir, [yi bir kusturucu, bir ateş düşürücü, bir mikrop öldürücü ya da kan boğmasını giderici bir damla bedenleri işgal eden

174

MEZOPOTAMYA

“cin”i doğru yola getirebilir elbette ve din, kuşkusuz, galip gelir. Tüm Doğu, günümüzde bile, bu türden numaralara yatkındır.

Asur ve Babil dinlerine göre insanlar iblislerin ezeli ikametgâhını oluştururlar. Her insana, doğumundan itibaren koruyucu bir tanrı, daha sonra “Falancanın Tanrısı” diye adlandırılacak ve erdemi Ölüm­lüyü aşacak özel bir tanrı verme zorunluluğu buradan gelir. Bu tanrı ölümlüde yaşayacaktır, fakat günah işlediğinde onu terk edecektir, böylece yeri iblislere bırakacaktır. İşte bizim koruyucu meleğimiz!

İşte özellikle din tarafından kuşatılmış insan! Ne sağdan ne sol­dan, ne aşağıdan ne yukarıdan hiçbir çıkış yok: Ya mutlak itaat ya da tanrı yojundan ayrılma var. Hayat dar ve tehlikeli bir yoldur, en ufak yanlış adım yolcunun ezeli lanetine mal olur. Ne Asya’da, ne Afri­ka’da, ne de daha önce başka bir yerde meydana gelmemiş bu mucize nasıl gerçekleşti?

Öncelikle olayın geçtiği yerin darlığını dikkate almak gerekir:, Mısır kadar olması için on tane Mezopotamya’nın, Baktriane kadar olması için elli tane Mezopotamya’nın yan yana getirilmesi gerekir. Bir tufan, kökten bir tufan, onu tümüyle Basra Körfezi’ne sürükledi. Pontus ve Hazar etrafında dönüp duran îskitler, Daçyalılar, Getler, Sarmatlar, Massagetesler çok daha geniş topraklar işgal ediyorlardı ve İskender’in halefleri burayı Selefki Imparatorluğu’na kattıklarında haritalarda şaşkınlıkla arandı; bu boyu eninden uzun tohum yumağı, engin Yunan hamur teknesinde kaybolmuştu. Bu çok küçük topraklar­da iktidar, en köktenci biçimde işlemekte hiç güçlük çekmedi.

Gerçekten de iktidar güç kullanarak işledi. Ur, Asur, Akad, Babil kartal yuvalarıdır. Endişeli zorba hükümdarlar,-örneğin çok sonra doğacak olan, kuşkusuz saygısız fakat kendine yeterli, günlük hayatın keçi peyniri, zeytin ve incirden, şarap ve şiirden, aynı zamanda da ironiden ibaret olduğu küçük köyler olan Helenik Yunan siteleriyle hiçbir benzerlikleri olmayansite-devletlerin ticaret ve silah münave-

175

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

besi sayesinde oraya yerleştiler. Mezopotamya kralları zengindir: IÖ III. bin yıldan itibaren, Mısır ne yapacağını bilemezken ve Yunan be­lirsizlik içindeyken, bölge tüm dünyayla ticaret yapmaktaydı ve ör­dek ya da aslan biçiminde sayısız kurşun, ağırlığın kanıtladığı gibi malı tartmayı bilmektedirler. Ne ticareti yapılmaktadır? Altın, bakır, kalay, mücevherler ve değerli taşlar, fildişi, mercan, baharat, tıbbi otlar, kürkler ve daha sonra da, cam eşyalar, porselenler, halılar, ipekliler, sanat eşyaları. Yunan sanatına Romalılarla birlikte ilk bizim değer verdiğimize seve seve inanıyoruz, ancak IÖ V. yüzyılda, bölge­nin zalim hükümdarları ondan bizim kadar zevk alıyorlardı. Örneğin Küçük Asya’daki kolonilerde gereksinimlerini oradan sağlıyorlardı.

Ülke tarım yönünden de zengindi: Bağları işletmek bilindiğinde sayısız balçık istisnai ürünler verir. Bunu biliyorlardı, çünkü 111. bin yılın sonundan itibaren Ur kralları, krallık angaryası gücüyle sulama kanalları inşa ettirdiler ve Mezopotamya'nın art arda gelen hükümdar­ları ülke zenginliğinin tatlı su tanrısı Apsu’nun köleleştirilmesinden kaynaklandığını asla unutmadılar.26 Yüzyıllar boyunca, tarım kanalla­rı yüksek su yolları düzeyine erişti ve Sennakherib, Ninova’daki sara­yını süsleyecek taştan dev boğaları kayıklarla bu yollardan getirtti. Arapların gelişinden sonra Mezopotamya’nın su yolu ağları önce ih­mal edildi, ardından terk edilerek batağa dönüştü ve iki nehir, ülke üzerinde bugün hâlâ korudukları etkilerine yeniden kavuştular.

Bu bolluk, III. Ur hanedanına, yani IÖ 2030’a kadar devlet tarafından denetlenecek ardından da özel kapitalizmin egemenliğine girecektir. Son Ur kralı ibişin, küçük bir kraliyet çiftliğini yönetiyor ve dış ticareti olduğu kadar iç ticareti de denetliyor olsa da Samilerin gelişiyle birlikte her şey değişir: Serbest girişim zafer kazanır; sonra

26John Boardam ve diğerleri, “The Assyrian and Babylonîan Empires and Other States of the Near East, from the Eigth to Sixth Centuries B.C.,” The Cambridge Aucient History, c. 111, Cambridge University Press, 1992.

176

MEZOPOTAMYA

kraliyet tebasınm serveti üzerindeki vergileri kaldırarak iktidarı yeniden kazanır. Tüm Mezopotamya krallıklarının tarihi birbirinden görkemli saraylar, freskolarla süslü kaleler, anıtsal alçak kabartma­lar, heykeller, okçuların koruduğu ve hovardalarla rahiplerden oluşan bir kalabalığın doldurduğu cennet benzeri, bahçelerin resmi geçidi gi­bidir. Tüm bu krallar, antik Ur döneminde kral-tanrılar olduktan sonra artık güneş-tanrılardır da.

Fransız Botha’nm 1843’te Horsabad’da, Amerikalı Mallowan ve Oates’m ise Nemrud’da yaptığı kazılar sayesinde değişik Mezopotam­ya saraylarına ilişkin bilgilerimiz gittikçe zenginleşmiştir: Asur, Tukultininurta, Dur Şarrukin (“Sargon Sarayı”), Til-Barslip, Arslan-Taş, Ninova (“Sennakherib Sarayı”) saraylarının yeniden inşası arkeoloji­nin ve mimarinin katışıksız alanım aşar. Bu inşalar öncelikle, bu ikti­dar merkezlerinin koskoca, şatafatının dünya tarihinde emsalsiz oldu­ğunu gösterirler: Teb, Menfis ya da Karnak onlarla ancak kısmen boy ölçüşebilir. Çok daha geniş halklara hükmeden Çin imparatorları ya da Hint imparatorları bile böylesine görkemli bir kibre tanıklık et­memişlerdir. Mezopotamya’nın Yunanı etkilediği ise son derece açıktır. Her ne kadar biz -ya da en azından içimizden bazılarıYunan mucizesinin sadece sevecen gökyüzü ile lâl rengi denizin karşılaşması olan Attika sayesinde doğmuş olduğuna inanmak istesek de bu böyledir. Yunan da Mezopotamya’ya borçludur.27

Bu yeniden inşa etmeler, özellikle, bu inanılmaz binaları (Sargon sarayının iki yüz dokuz salonu için on hektar) inşa ettirmiş olan hü­kümdarların dev gücünü hayal etmemizi sağlar. Bu insanların fetihten başka hayalleri yoktur ve Mezopotamya tarihi baştan sona yalnızca fe-

27Bu saptama Georges Roux’nun çalışmasının sonucudur, a.g.e. “Mükemmelliği reddedilemeyecek olan ‘Yunan mucizesiyle uzun süre gözü kamaşan klasik anükçağ tarihçileri Helenik düşünce ve sanat üzerinde Doğu etkilerinin tüm izini şimdi kabul etmektedirler.”

177

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

tihtir: İskender gibi bize daha yakın fatihlerin yararına zamanın örttü­ğü bir cesaretle sürdürülen bir dizi savaşın belirlediği bir tarih. Ör­neğin annesi tarafından bir sandık içinde ırmağa bırakılan (tıpkı Musa gibi)28 S argon, IÖ XXIV, yüzyılda tahtı ele geçirdi, Taurus’a ulaştı, Anadolu yaylalarını aştı, tüm Ur Krallığı’nf fethetti ve Basra Körfezi’nde "silahlarını yıkamaya” indi, ardından Akad’m mükemmel baş­kentini inşa etti. IÖ VII, yüzyılda, Asarhaddon Mısır’a inecek kadar cesaret gösterdi, Mısır’ı fethetti ve ülkeyi Asurlu memurların yöneti­minde yirmiiki bölgeye ayırdı; genç oğlu Asurbanipal ise isyan içindeki ülkeyi yeniden fethetti, firavunu rehin aldı, Teb’i yerle bir etti ve ganimet olarak iki dikilitaşı Ninova’ya götürdü,

Sümer’den Asur’a Mezopotamya rejimleri, görüldüğü gibi, zorba rejimlerdi. Kesin bir ritüeller ve törensel davranışlar toplamı, krali­yet yönetimi üyelerinin kendi aralarındaki raporlarından mektuplaş­malardaki görgü kurallarına kadar imparatorluktaki tüm davranışları düzenliyordu. Her sözcükte kraliyetin her şeye kadirliği okunur. Ör­neğin Sargon’a hitap eden bir mektubunda bir vasal kendini şöyle ta­nıtır: "Ben, evde doğmuş bir köle, efendim kralın bir hizmetçisiyim! Gördüğüm ve işittiğim her şeyi efendim krala rapor ederim, efen­dimden hiçbir şey saklamam.”29 Oysa söz konusu olan bir taşra vali­sidir, Kâhinlere ne demeli! Kurbanların bağırsaklarını inceleyen bir kâhin olan Marduk-Şumu-Usur Asurbanipal’a, tahta çıkışından kısa süre sonra şöyle yazıyordu: “Bir düşte Asur efendimin bilge büyük babasını çağırdı. Kral, kralların efendisi bir bilgenin ve Adapa’nm soyundandır. Sen, Apsu’nun ve tüm derin bilginin bilgeliğini aştın.”30

28Yüzyıllarca mesafeden Sargon ile Musa’nın, iki insan yöneticisinin kökense! mitlerinin sıkı benzerliğini ortaya çıkarmak iştah kabartıcıdır.

29 C.N.R.5,’de araştırma görevlisi Cöcile Michel, “Saray Yönetimi ve Arşivleri,” Les Dossiers d’archtfologie, no 171, Mayıs 1992.

MPierre Villard, “Çapkınlar," Les Dossiers d’archtologie, no 171, Mayıs 1992.

178

MEZOPOTAMYA

“Ben, efendim kralı kutsayan köpek...,” der mektubuna girişte bir di­ğer dalkavuk. Çünkü Mezopotamya krallıklarının mutlak teokrasisin­de birey küçümsenecek bir nicelik, ilahi iradenin bir alt-ürünü, dün­yanın yüzündeki bir pisliktir. Sadece kral vardır, o da sadece kendi memurları ve tebası üzerinde değil, onların çocukları üzerinde de hü­küm sürmek ister: “Oğullarınızı getirin banal Çevremde dursunlar!” diye emreder Asurbanipal, Ninova’mn büyük ailelerinin reislerine.31

Antik dünyanın en gelişmiş, son derece büyük bürokrasisi aracılı­ğıyla uyguladığı otoritenin ötesinde, bu sistemde hükümdarın tebası üzerindeki otoritesi, aynı zamanda dinsel lider de olduğundan sınır­sızdır: “Ritüelleri okurken, Asur kültünün en önemli kişiliğinin o ol­duğu izlenimi edinilir, çünkü ya kült edimi onun huzurunda cereyan eder ya da ‘büyük rahip’ diye çevirdiğimizden daha fazla bir sıfatla o kültün esas amilidir,” diye yazar Durand32 ve daha ilerde şunu ilave eder: "Zaten bazı krallar kendilerini falanca' tanrının ya da tapmağın rahibi olarak atamışlardır.” Kral, iki krallığında -Asur ve Babil’debir şehir ve tapmaktan diğer şehir ve tapınağa koşar. Mezopotamya dini boş bir sözcük değildir; kral üzerinde olduğu kadar en küçük köylü üzerinde de aralıksız nüfuz uygular.

Sir James Frazer ünlü eseri Altın Dal’da, hiç kuşkusuz bilinçdışı, fakat yine de alçaklığa yakın şaşırtıcı yanlı sayfalarda, başka şeylerin yanı sıra Babil zorbalığının savunmasını üstlenir: “Bu ilkel dönemde despotizmin insanlığın ve ne kadar paradoksal gözükse de özgürlüğün en iyi dostu olduğunu söylemek pek abartılı olmaz. Çünkü yine de, bireyin bahtının beşikten mezara miras aldığı alışkanlıkların sarsıl-

ilJean-Marie Durand, yüksek öğretim pratik okulunda (IV. bölüm) eğitim mü­dürü ve C.N.R.S.’de laboratuvar müdürü, “Sarayındaki Asur Kralı," Les Dossiers d’archtologie, a.g.s. Dumezil’in üçlü şemasından net bir şekilde aynlan sa­vaşçı rolleri ile sivil ve dinsel yasa koyucu rollan arasındaki kaynaşmayı göz­lemlemek belki ilginç olur.

32Cecîle Michel, age.

179

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

maz cenderesinde akıp gittiği vahşi yaşamın görünüşteki özgürlüğündense en mutlak despotizm, .en baskıcı zorbalık koşullarında bu sözcüğün en iyi anlamıyla -kendi düşüncelerimize sahip olma ■ ve yazgımıza biçim verme özgürlüğüdaha fazla özgürlük vardır.”-33

Britanya împaratorlugu’nun baron bozması Frazer’in, üzerinde gü­neşin henüz asla batmadığı bu imparatorluğun en güzel dönemlerinde yazdığı ■ (eseri 1922’de yayımlanmıştır) ve Tacın iyilikleri olmasaydı kolonilerde olacak olan “vahşi durum”dansa Britanya zorbalığının da­ha iyi olduğu duygusunu yurttaşlarıyla paylaştığı kuşkusuz doğru­dur. Diğer zorbalıkların deneyimi ve geçen zaman, Frazer’in bu konu­daki teorilerinin çılgın boşunalığını olduğu kadar “vahşi durum” üze­rine düşüncelerinin aşikâr yanlışlığını da kanıtladı. Frazer, insan var­lığının “ilerleme”sine inananlardandır; bunlar, Brezilya Yanomami’siyle elektronik dalgalarla ve konforun otomatizmiyle çepçevre kuşatılmış olsa da bizim megapollerimizin “Yerli”si arasındaki tıpatıp benzerliği bilmezler ya da bilmek istemezler. Londra, Lyon ya da Los Angeles kenar mahallelerindeki nasipsizlerin ayaklanmaları, genel oyun ve ücretli tatillerin varsayılan “ilerleme”lerinin sahte doğasını, politikanın ötesinde, kanıtlamıştır. Olgular üzerine teorileri şişirme­ye maruz kalmanın tehlikelerini de zaman ve deneyim kanıtlamıştır.

“Soğuk” antropoloji yapıldığına inanmak, her durumda, tam bir yanılsama ve küstah bir ikiyüzlülüktür. Malinowskfnin günlüğü, j “yerliler"e duyduğu derin tiksintiyi, onun yerlilerin hayatlarım arşeJ nik haplarından ve küçümsemelerden destek alarak, istemeden incele:diğini birçok yerde kanıtlar.34              '                   -j

33Sir James George Frazer, The Golden Bough, MacMillan Co., New York, 1992. 34Ünlü ve özenli antropolog, modern etnolojinin kurucusu Malinowski

1917’de şöyle yazıyordu: “Etnolojiye gelince, yerlilerin yaşamını tamamen il. giden ve önemden yoksun görüyorum, bir köpeğin yaşamı kadar bana yaj bancı bir şey." (Journal (Tethnographe, Recherches anthropologiques, Le Seuil, 1 1985, s. 172). Aynca: “Doğruyu söylemek gerekirse, Nigger’lerden tüm içten;;

180

MEZOPOTAMYA

Mezopotamya krallıklarının, Sümer’den itibaren ve dar anlamda politik nedenlerle, birey bilincinin özel alanında bile kölelik ve aşağı­lanmayı vurgulayan dinleri ürettiklerini saptamak gerekir. Mezopo­tamya’daki uygarlıklar dışında hiçbir uygarlıkta bireyin bu noktaya indirildiği görülmedi. Temel amaç, bireyi cismani ve tinsel olarak en aşağılık tabiyetİiğe indirgemektir. Bir Frazer’in, fakat daha yakın dö­nemdeki birçok antropologun da laflarından alttan alta anlaşılan köle­liğin “ilerleme”nin bir bileşeni olmasının ötesinde kölelik kaçınılmaz değildi: Kekler ya da Yunanlılar örneği birbirleriyle yarışırcasına bu­nu kanıtlarlar. Mezopotamya krallıklarının, ilk Günah kavramında özetlenen, yine Keklerin ve Yunanlıların hakaret etmeden, ne esriklik ne de çılgınlık geçirdikleri metafizik Kötülüğü de keşfettiklerini sap­tamak gerekir. Oysa bu Günah’ın tanımı bunun dayatıldığı insanlara eşit insan varlıklarının ürünüdür: Bu Machiavelli’in hesaplarını otuzbeş yüzyıl önce gören kaba bir teokrasinin çatık kaşlı memurlarının politik hayal gücünün ürününden başka bir şey değildir.

Mezopotamya bireyi ezmek için ve daha kötüsü birey kendi ezili­şini doğrulasın diye Günah’ı keşfetti ve İran bireyi korkutmak için Şeytan’ı icat etti. Bizim “şeytansılaşmış” tektanncılıklarımızın yatağı hazırdı. Geriye kalan tek şey o yatağa yatmaktı.

ligimle nefret ederek Kiriwina’dan uzakta, çok uzakta yaşıyorum.” (A.g.e., s. 259), Daha ilerde: “Yerliler beni hâlâ sinirlendiriyor, özellikle de Ginger, seve seve gebertebilirim. Belçikalılann ve Almanlann tüm sömürgeci acımasızlıkla­rını anlamaya başlıyorum.” (A.g.e., s. 272). “Vahşiler” üzerindeki Batılı bakışın insanileşmesi için Mötraux ve Lövi-Straussün beklenmesi gerekti.

181

7.

KELTLER

YA DA ŞEYTANSIZ OTUZBEŞ YÜZYIL

Keklerin Hint-Avrupa kökeni üzerine Keklere verilen eski tanımlar üzerine Atalarının eski dininden farklı bir din yaratmaları olgusu üzeri­ne-Bu din, dört yüz tanrıları ve Büyük Tanrı­ça üzerine Kek dininde cinlerin varlığı ve şeytan’ın yokluğu üzerine Zirzop tanrı Loki’nin kişiliği, Polichinelle’in yeğenleri diğer trickster tanrılar Evnissyen ve Syrdon’le benzerlikleri üzerine Keklerin bir sefahat, kötülük ve zayıf­lık tanrısına sahip olamamalarının politik ve ta­rihsel nedenleri üzerine.

XX. yüzyılın altmışlı yıllarında, antropologların çoğunluğu insa­nın Afrika’da ortaya çıktığını, belirsiz bir dönemde oradan diğer kıta­lara doğru göç ettiğini İleri sürdüler. Daha sonra, göçün Ortadoğu’ya ulaştığını ve orada en azından iki büyük akıma bölündüğünü, birinin Avrupa diğerinin Asya nüfusunu oluşturduğunu varsaydılar. Buradan, doğmakta olan insanlığın bir bölümü, kuşkusuz düşman topraklarda güçlükle ilerleyen sürüler, Bering Boğazı’ndan Amerika kıtasına, diğe­ri ise deniz yoluyla Okyanusya adalarına erişti. Hepimizin anası “Af­rikalı Havva” olmalıydı.

Otuz yıl sonra bu hipotez çöktü. Gerçekten de Asya’da çok başka bir şeye işaret eden kemik kalıntıları bulundu: İnsanlaşma, yani dik yürümeye alışkın, sözcüğün gerçek anlamıyla ilk insan varlıklarının ortaya çıkışı yine Asya’da meydana gelmiş olabilirdi, ama. belki de başka yerde, örneğin Avrupa’da meydana gelmişlerdi. Yeryüzünün nüfuslanmasımn kronolojik akışına ilişkin hipotezler temkinlilikle ele alınmalı ve Anglosaksonların alaycı bir şekilde famous laşt words diye adlandırdıkları şeye bel bağlanmamalıdır. Gerçekten de, 1980’li on yılın başına kadar, Amerika kıtasına yerleşimin yaklaşık oniki bin yıl önce meydana gelen son buzlanmadan önce olamayacağı öğretiliyordu ve ben bile uzmanların tanıklığı üzerine eskiden bu kanıyı benimse­miştim; zaten o zamanlar konuya ilişkin başka bir görüş de yoktu. Daha sonra, 1980’li on yılın başında, öncelikle, özellikle Amerikan arkeoloji okulu tarafından açık bir düşmanlık demesek de belirgin bir kuşkuculukla karşılanan yeterince olağanüstü bir keşif yapıldı. Fran­sız arkeologlar, gerçekten de, Brezilya’da, Piedra Furada, yani Delikli

184

KELTLER

Taş denen kazı bölgesinde, önceden belirtilmiş tarihlerden çok daha eskiye giden, yani karbon 14 yöntemiyle yapılan tarih saptamalarının kanıtladığı gibi en azından otuz bin yıla, belki daha fazlasına doğru uzanan bir insan varlığına tanıklık eden mağaralar buldular. 1990’lt on yılların başında, Amerika kıtasında söylenenden önce insan bulun­duğu hipotezi bir olgu haline geldi.

Geriye bu kadar farklı kavmin naSıl oluştuğunu bilmek kaldı: Ör­neğin iri ve sarışın Keklerle ufak tefek ve siyah saçlı mongoloid As­yalIların. Bu, gerçekten de, sizin Şeytan imgenizi değiştirebilir.

Bu konu açıldığına göre, ilerde söyleneceklerin anlaşılması için antropologlar tarafından genel kabul gören bir hipotezden söz etmek yararlı olabilir: Bu hipotez, görece tecrit edilmiş, nüfus gruplarının tekrarlanan melezleşmesinin, genlerin katlanarak tekrarlanan aktarımı yoluyla çekinik ve baskın genleri, örneğin (fakat işleyen tek mekaniz­ma bu değildir) bazı fiziksel karakterlerin ortaya çıktıkları genetik “havuzlar”ı yarattıklarıdır. Böylece, Kuzey Avrupa’nın sarışın toplu­lukları, yani Keklerin sarı saçları ve mavi gözleri çekinik genlerin ağır basması sonucunda oluşmuştur. Ve yine örneğin mongoloid top­lulukların bireyleri genetik miras yoluyla belirlenen özelliklerden ta­nınır: Kulak kirinin bileşimiyle ve hemen hemen düz saç telinin oval­leşmiş bölümüyle, saç bölümleri yuvarlak olan Afrikalılardan ve ku­lak kirleri çok daha akışkan ve saç bölümleri neredeyse kare şeklinde olan, ortak olarak Kafkasya soyundan geldikleri söylenen beyaz toplu­luklardan ayrılırlar. Bu özellikler, günümüzde terk edilmiş olan insan “ırkları” kurgusuna yol açmıştır; herhangi bir genetikçi deney yoluy­la bilmektedir ki, “soyu sağlam” bir Parisli ya da New Yorklu, gene­tik olarak Trobriand Adaları’ndan bir Melanezyalıya kapı komşuların­dan çok daha yakın olabilir. Irk konusunda bir ve bölünmez tek bir insan ırkı vardır.

Batı’nm kolektif hayal gücünde Etrüskler ve “Yunanlılar”la birlikte

185

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

en ünlü Avrupalı topluluklardan biri olan Keklerin kökenleri hakkın­da, Hint-Avrupa denen geniş topluluklar bütününe ait olmaları dışın­da pek az şey bilinmektedir. “Kelt” terimi bile anlam belirsizlikleri­ne, yorumlara, spekülasyonlara ve açıkçası, rahip, taşanıt, doğaüstü bilgiler şeklinde -hepsi de basit düşünceyle yıkılmışçılgınca fante­zilere yol açmıştır. Eski bir romantik önyargı hayal gücünün gerçek­ten daha zengin olduğunu ileri sürer, fakat bilime yapılan biraz kibar, yani sakınımlı her başvuru tamamen tersi olduğunu gösterir. Kısaca­sı, birçok noktada zaten övgüye değer tarihsel bir kesinlik olan “Galyalı Asteriks,” masalsı “Kelt bilgisi” üzerine bazı'mistik gevişlerden daha fazla şey öğretir.

Keltoi terimi, ilk sözünü eden Yunanlılardan geldiğinden, Keltler hakkında onların bize sundukları tanıma en azından saygı gösterelim: Bunlar, iri yarı ve sarışın, mavi ya da gri renk gözlü, Alplerin kuze­yinde yaşayan insanlardı.

IÖ l. yüzyılda, bir hikâye derleyicisi ve kulaktan kulağa aktarıcısı olan Sicilyalı Diodoros, “Galyalılar”m -çünkü “Galyalı” ve “Kelt” te­rimleri birbirlerinin yerine kullanılabilirçok kaba ve boğuk sesle­riyle korkunç görünüşleri olduğunu; sınırlı bir söz dağarına sahip ol­duklarını ve bulmacalarla konuştuklarını, konuşurken şeylere imada bulunmakla yetindiklerini ve birçok şeyi keşfedilmeye bıraktıklarım; kendi değerlerini yüceltmek ve başkalarını aşağılamak için abartıya başvurduklarım; bunların, abartıyı bir tehdit olarak kullanan övüngenler olduklarını, fakat yine de canlı ve hızla öğrenmeye muktedir olduklarını aktarır; “Bard adım verdikleri lirik şairleri de vardır. Li­re benzeyen enstrümanlar eşliğinde kimi zaman içli şiirler kimi za­man da hicivler söylerler. Özel önem verdikleri filozofları ve teolog­ları da vardır ve bunlara druid derler.”

Kısaca, kötü yürekli ve kuşkusuz duygusal, alaya duyarlı zırlak­lar. I. yüzyılın başında Strabon, onları bir yandan çılgınca kavgacı,

186

KELTLER

cesur ve dalaşa yatkm fakat diğer yandan dürüst ve kötülükten uzak bulur. Güçlerinden ve cesaretlerinden başka bir şeyleri olmasa da, her zaman tehlikeyle karşılaşmaya hazırdırlar.

Keltler gözü karalıkları ve dil yoksulluklarıyla farklılaşsalar bile, birlikte şiir okuma zevkleriyle ve özellikle kahramanlardan oluşan topluluklarıyla Yunanlıları fazlasıyla çağrıştırırlar.

Onlara Kuzeyde, Norse denir ve önce üç gruba bölünrnüş gibidir­ler: Kartal burun, uzun kafatası (dolikosefal) ve çok açık renk saçlarla Yunanlıların tanımına tamı tamına denk düşen Iskandinavlar; Güney­doğu Fransa’da, Savoie’da, İsviçre’de, Po Ovası'nda, Tiroller’de, Auvergne’de, Bretagne’da, Normandiya’da, Bourgogne’da, Ardenne’de, Vosges’da rastlanan ve kafalarının yuvarlak, burunlarının iri, boyları­nın kısa, fındık gözlü ve kestane saçlı olmalarıyla vücut hatları önce­kilerden farklı olan Alpliler; ve orta boy, ince, uzun yüzlü, koyu renk saçlı, koyu renk gözlü Akdenizliler. Bu tanım, »Eski Kıta’nm nüfusunu oluşturan büyük istilaların ikinci dalgasını oluşturan topluluklara denk düşüyordu.1 Birincisi, doğudan batıya, 1Ö yaklaşık üç bin yılda Hint’ten gelen Hint-Avrupa topluluklarmkiydi; hakkında daha geniş

1 “Celts,” Encyclopaedia Britannica. Sözcüğün tam anlamıyla Keklerin belirli sayı­da “dalgayla” akın akın hücum ettikleri düşüncesinin, XVII. yüzyılda ve bu yüzyılın başına kadar, Edward Lhwyd’den bu yana tarihte egemen olan bu düşüncenin terk edildiğini konuya girişte belirtmek bana gerekli gelmekte­dir. Archaelogy and Language: The Puzzle of Indo-Europeans Origlns (Cambridge University Press, New York, 1987)’de Coiin Renfrew’in yazdığı gibi, “Kelt” te­rimi sekiz anlamda anlaşılabilir: Romalıların anladığı anlamda, kendilerini Kelt olarak adlandıranlann anladığı anlamda, dilbilimsel bir grup anlamında, Avrupa’nın ortabatısındaki arkeolojik bir kompleks anlamında, sanatsal bir üslup.olarak, bir ruh hali olarak, Ortaçağ İrlanda’sı olarak ve Kelt mirası ola­rak... Dolayısıyla, “dalgalar” kavramına bağlı kalırsak neden söz edildiği kesin olarak bilinemez. Ve Renfrew, Romalılardan çok önceki arkeolojik dönem­lerdeki insanları bugün aynı gruba dahil etmek zorunda olduğumuzu belir­tir. Benim burada benimsediğim taraf budur, mevcut bilgilerimize dayana­rak, “ölülerini yakan” halklar, Proto-Keltler ve geleneksel -belirsizanlamda Keklerin aynı kökenden olduğusöylenebilir.

187

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

bilgilere sahip olduğumuz İkincisi batıdan doğuya ve kuzeye, kuşku­suz 1Û VIII. yüzyıla doğru Orta Avrupa’dan gelmiş topluluklarınkiydi ve çeşitli Kelt kavimlerinin önceden oluşmuş krallıklara ortaçağda yerleşmesiyle tamamlanan üçüncüsü V. yüzyılda başladı.

Üç istila dalgasından toplulukların ortak bir soydan geldikleri hi­potezi büyük oranda genel kabul görür. Gerçekten de, “Keklerde kıta­nın ilk .Hint-Avrupa istilacılarının soyundan gelenler görülür.”2 Bu hipotezi destekleyen olgu, Kar patlarla Ural arasında “bir yerde” yak­laşık dört bin beş yüz yıl önce kök salmış olan Hint-Avrupa dil ağacı­na mensup Kelt dilidir. Kekçe, gerçekten de, Latincenin olduğu kadar Slav dilinin, Hinducanın olduğu kadar Yunancanm akrabasıdır.

Kekler dalga dalga yayıldıklarında boş alan bulamadılar. Ataları, “ölülerini yakan” halklar ve Proto-Keltler onlardan önce gelmişlerdi; Titizlikle hazırlanmış bazı soyağaçlarına rağmen, ikinci ve üçüncü dalga Kekler, kökenlerini bilmezlikten gelmişe benzerler. Buna şaş­mamak gerekir, çünkü sözlü geleneğe ayrıcalık tanıyorlardı. Tüm Kek edebiyatı -zaten geç dönemlidirbunu kanıtlar, eğer sözcükler şiir değilse yararsızdırlar ve geçmiş ya olağanüstü ya da sıkıcı bir hikâyedir. Keklerin kökenlerine gönderme yapan efsaneler hayal gü­cünde iç içe girerler. “İstilalar kitabı der ki, İrlanda’nın ilk istilacıla­rı, elli bir kadın ve üç erkek, Nuh soyundan geliyorlardı ve hepsi, tek bir erkek hariç Tufan’da öldüler. Hayatta kalan o adam, Fintan, büyü yeteneğine sahip olduğundan, dalgalar arasında yüzebilmek için

Duncan Norton-Taylor, The Celts, Time-Life, 1974. Örneğin günümüzdeki Belçika’ya denk düşen bölgelerde bulunan ilkel toplulukları belirten Fir Bolg terimi, Belgae teriminin kökeninde bulunur ve IÖ IV-III. yüzyılda ikinci Kelt istila dalgasıyla karşılaşan Fir Bolg’lar selefler ve “atalar”dı. Proto-Keltler daha genel olarak çeşitli akımları niteleyen kültürlerin adıyla anılırlar, savaş baltalı halklar, çan kupalı halklar (kilden kupalarının çan biçiminde olması nede­niyle), ölülerim yakan halklar (ölülerin küllerini şişelere koyup nekropollere yerleştirmeleri nedeniyle).

188

KELTLER

somon balığına dönüştü. Sular çekildiğinde, kartal oldu, ardından at­maca; atmaca olarak ülkenin çok yükseklerinde uçtu ve su çekilirken ortaya çıkan dağları ve ovaları gözledi.”3

Tez şaşırtabilir, çünkü Yunan tarihçileri tarafından tanımlanan sa­rışınlık, örneğin îranhlarda hiç yoktur. Fakat genetik bilimi öğretir ki, gördüğümüz gibi, çekinik genlerin üstün gelmesini sağlayan bir ırk karışımı meydana gelmiş olabilir.

Bu nokta önemlidir, çünkü Kekler dahil Avrupa istila toplulukla­rının tümünün kökeninde Vedacılığa ve Zerdüştçülüğe yol açmış top-' luluklarla aynı inançlar vardır. Bu da önemlidir, çünkü bu topluluk­lar hiç de Hint-Arilerle aynı dinleri yaratmamışlardır. Aynı ağacın dalları, demek ki, farklı meyveler vermektedir.

Sözcüğün tam anlamıyla Kekler hakkında bilinen her şey, ikinci istila dalgasını oluşturanlara adanmış terime göre, köken olarak Orta Avrupalı gözüktükleri ve IÖ V. yüzyılda başlayan La Tene4 denen dö­nemden itibaren kayda değer biçimde yayıldıklarıdır: Britanya adala­rını, Ispanya’yı, Yunanistan’ı, Rusya’yı almışlardır. Kabile halinde ya­şamışlar ve seçmiş oldukları topraklara göre farklılaşmışlardır: Ki­mileri kendilerini İrlandalI olarak tanımlarlarken, diğerleri de Galyalı, Damimarkah, Norveçli olarak tanımlamışlardır... Aynı dönemde, Germania ve Bohemya’dan gelen bu göçebe soylular Galya’yı işgal et­tiler. Pireneleri aşıp Ispanya’ya ulaşmak için onlara elli yıl gerekti.5 Hiç kuşkusuz Makedonyah İskender bir Kektir; tıpkı Vercingetorix ve on yüzyıl sonra Amerika’yı keşfedecek Vikingler gibi.

Romalı tarihçiler tarafından telkin edilen ve onlar açısından uy-

3  Frank Delaney, Legends of the Celts, Grafton Books, Londra, 1991.

4  Neuchatel Gölü kıyısındaki bölgenin adından gelen Tene sanatı, zenginliği ve dekoratif özellikleri, Asya ve Doğu sanatlannı çagnştıran kıvnm ve arabeskle­riyle şaşırtıcı derecede özgün bir estetiğin en katışıksız ifadesini temsil eder.

5  John Sharkey, Celtîc Mysteries, Thames & Hudson, Londra, 1985.

189'

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

günsüz önyargı kuşkusuz kesin olarak doğrulanmamıştır: Bu halklar ileri bir metalürji miras almışlardı, 1Ö III. bin yıldan beri tekerlekli                   '

araçları’ kullanan Proto-Keltlerin ‘mirasını. Barbar olmaları da bakış       :

açısına bağlıdır, çünkü “ölülerini yakan” halklar, aynı dönemde, etle­rini zaten küçük bronz kazanlarda pişiriyorlardı; mücevheratlarının ve giysilerinin (günümüz Balkan köylülerinin giysilerine oldukça ! benzer) tanıklık ettiği gibi gelişmiş bir estetik duyuları vardı. Ve Vi~                                                                             j

kingler gemi inşa etmeye başladıklarında, “drakkar” denen ve Ko-            î

lomb’un karayellerinden beş yüzyıl önce Amerika’ya kadar okyanusları aşabilen denizcilik dehasının bu başyapıtını gerçekleştirdiler.             

IÖ 279’da Keltler yeniden Makedonya’yı, Trakya’yı ve Teselya’yı,     \

dolayısıyla Yunanistan’ı istila ettiler. Kelt paralı askerleri III. yüzyılın     ;

Helenik savaşlarında çarpıştılar; Roma tarafından Yeni Ahit’in ünlü         ;

“tetrark”ı Herodes Antipas’a hediye edilen dört yüz Galyalıdan oluşan    

özel muhafızlar da yine Kelt idi. İçlerinden yirmi bin kadarı bu kez          :-

de Küçük Asya’yı işgal etmek için yola çıktılar ve Galatia’ya yerleşti-     ;

ler. Britanya’da olduğu kadar Türkiye’de de, Ispanya’da olduğu kadar Rusya’da da Keltler vardı: Bilinen dünyanın sınırlarının üzerinden her ■ yönde ve hatta, daha sonra, denizlerin ötesinde akan iğrenç altın sı­

vısı leke. Ünlü “Galyalı atalarımız” Kelt idi.                            i

Kekler hakkında konuşmak ya da Mutlular Adası, Lyonesse (Bü­

yük Britanya ve Fransa arasında, kuşkusuz Jersey ya da Guernesey           1

Adası olmalıdır) gibi efsanevi adaların Uzakkuzeylerinin [hyperborlu-     :|

lar] kim olduğunu saptamak oldukça zordur. İrlanda’nın güneybatı-          1

smda Hi Brazil Adası gibi en kuzey bölgelere kadar varan Keltler ho-       |

mojen ve farklı bir bütün oluşturmazlar. Avrupa’nın her yerinde Kelt-     

ler vardı, ama birkaç yüzyılın sonunda artık aynı değillerdi: Örneğin        1

Vikinglerle Galyahlar arasındaki farklılıklar ortadadır. Yüzyıllar için-      ;

de görenekleri de inançları da farklılaşmıştı.

Ne var ki inançları ortak bir gövdeden geliyordu ve püristleri ya"l

190                                                   ?

KELTLER

lanlasa bile burada bunları yüzyıllar ve ülkeler boyunca anlatacağım, bu inançların yerleşimler ve zaman boyunca farklılaşmış olması olgu­suna rağmen Arverni ya da Viking olmaları olgusu üzerinde aşırı durmayacağım.

Bu inançların başlangıçta, bronz çağında, ardından demir çağında nasıl olduklarına dair hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Kekler hakkında bildiklerimiz XIII. yüzyılda yaşamış Snorri Sturluson adlı İzlandalI bir bilginin çalışmalarından kaynaklanır. Bu bilgin Kek efsa­nelerini, sonraki bütün çalışmaların ana temelini teşkil edecek bir yapıtta topladı: Düzyazı Edda’lar'(böyle adlandırılırlar, çünkü belirsiz bir tarihte derlenmiş olan aynı adlı şiirlerden ayırt etmek gerekir).1 Proto-Keklere gelince, onlar hakkındaki kullanılabilecek birkaç parça şey dinlerini yeniden tasarlama olanağı vermez. Sanat ve metinlerinin geniş ölçüde gösterdiği gibi kesik baş kültleri vardı;. IÖ III.-II. yüz­yıllara kadar uzanan Bouches-du-Rhöne’daki Roqueperteuse Tapmağı’mn tüyler ürpertici sütunu yığınla örnekten biridir ve Papua’nın en korkunç el yapımı ürünlerinden hiç aşağı kalmaz: Bu, taşlar arasına yerleştirilmiş hakiki bir kafatasıdır. Çünkü Kekler ellerine geçen her kesik başın onları doğaüstü güçlere karşı koruduğuna inanıyorlardı.7 Buradan yola çıkarak bir dini yeniden oluşturmak şairlerin alanına giren büyük bir adımdır.

Kelt efsanelerinin ve Özellikle kafasını uçurmadan herhangi bir kimseye kendini .ifade edemeyen yeniyetme ve terbiyesiz kahraman Cuchulâinn’in zaferlerinin tanıklık ettiği gibi bu kafa takmağı sürekli-

6  Kopenhag Kraliyet Kütüphanesi’nde korunan Edda şiirlerinin XIII. yüzyılın ikinci yansında yazıldığı kabul edilir. Bu şiirlerin sonuncu özel sahipleri olan İrlandalI piskopos Brynjolf Sveinsson onlann XII. yüzyıldaki İzlandak bilge Saemund Sigfusson tarafından yazıldığını ileri sürer. Fakat şiirlerin üslubu daha ileri bir tarihe işaret eder.

7  Sharkey, Celtic Mysteries, a.g.e.

191

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

lik arzeder.8

Taptıkları ana tanrıçanın kutsal renginin mavi olduğu inancı onla­rı gövdelerini boyamaya yöneltiyordu; örneğin Romalılara akla kara­yı seçtiren Pictlerin, Relilerin (belki de Proto-Keltlerin), îskoçyalıların adları buradan kaynaklanır. Onları yamyam olarak niteleyen Ro­malı yazarların onlara yükledikleri korkunç ün de buradan kaynakla­nır. Kuşkusuz, dönemin en uygarları olan Romalılar için, çığlıklar atarak, çırılçıplak, boyalı bedenleriyle hafif at arabaları üzerinde sava­şa atılan bu insanlar korkunç bir barbarlığı temsil ediyorlardı.

Galler ile Anglesey Adası arasında Menai Boğazı’ndaki kıyı üzerin­de Romalıları bekleyen görüntüyü Tacitus anlattığında aktarmaya ça­baladığı korku anlaşılır (o dönemde henüz küçük bir çocuk olduğun­dan kavgaya kuşkusuz tanık olmadı): Kara çarşaflı, ellerinde alevler alev yanan meşaleler taşıyan kadınlar, Roma lejyonlarının üzerine bü­yük bir öfkeyle atlarlarken beyaz elbiseli bir grup druid de lanetler okuyorlardı. Romalılar bu tür bir çılgınlıkla daha önce hiç karşılaş­mamışlardı. Üstelik Keklerin şenlikleri sırasında ortalık yerde seviş­meleri de Romalılara göre pek hoş bir şey değildi.

Fakat yine de bir panteonları vardı. Mommsen, “bu Kelt Olympos’unu dolduran acayip ve fantastik yeryüzü eşyalarfna hayran kalır, ancak başka bir yerde onları, “güzellikten ve katışıksızhktan yoksun” bulur. Ayrıca, “spekülasyonun ve hayal gücünün garip bir şekilde birbirine karıştığı Kelt rahiplerinin (druidlerin) öğretisi hak­kında kesin bir fikir belirtme isteğinin” boş bir çaba olduğu konu­sunda da.güvence verir.9 Ancak Mommsen’in Kelt dinini, kuşkusuz

8 Delaney’in Legends of the CeJts adlı yapıtında, başka şeylerle birlikte değerlen­dirilebileceği gibi, Keli efsaneleri, genellikle, uzun bir zaferler dizisidir. Çağ­daş sinemanın bazı kişiliklerinin habercisi olan Yalancı Pehlivan Cuchulainn gibi, “ahin saçlı” kahramanların erkekliğinin kanıtı olarak kelle uçurmalar boldur.

9  Theodor Mommsen, Histoire romaine, L. VI, Les Provinces Gauloises.

192

KELTLER

ruhu tatmin etmeye daha uygun bulduğu Greko-Romen diniyle karşı­laştırdığı unutulmamalıdır; bu, yukarda gösterilmiş olan, XIX. yüzyı­lın bakış açısı yanılsamasıdır. Kelt panteonunda, “en az dört yüz tan­rı” sayılmıştır.10 Burada bir Büyük Tanrıça Danu vardır, İrlanda Kek­leri onun soyundan geldiklerini söylerler: Tuatha De Danann, Danu’nun oğulları. Büyük Tanrıça’nın soykütüğünü belirlemek olanak­sızdır: Çatalhöyük gibi kimi zaman ÎÖ VIII. bin yıla kadar uzanan bu işaret noktalarını belirtmekle yetinirsek, Çatalhöyük’ten LepenskiVir’e ve Etrüsklere kadar sayısız eski uygarlık ona tapmıştır; Kekle­rin Hint-Ari kökenleriyle yakınlığının kesin bir şemasını oluşturmak rastlantıya kalmış bir iştir. Tarımın başlangıcından itibaren, öncelik' le hayatta kalmanın garantisi, sonra da zenginlik kaynağı olan topra­ğın ve sürülerin verimliliğinin, tohum ekmeyi ve boynuzlugilleri, ar­dından da vahşi koyunları evcilleştirmeyi öğrenmiş tüm halklar tara­fından kutsallaştırılmış olduğu hemen hemen doğrudur. Verimlilik ve bunu sürdüren cinsellik, Kek el yapımlarında neredeyse takınak halindedir: Fallus-taş anıtlardan vajinalarını iki elleriyle ayırarak du­ran tanrıça temsillerine, küçük tepe yamaçlarındaki yumuşak kireç kayalarda ereksiyon halindeki erkekleri tasvir eden dev gravürlere ka­dar liste oldukça uzundur. Keklerin hayal gücü cinsellikle ölüm ku, tupları arasında, müstehcenden ölümcüle salınır gibidir.

Her durumda, Danu tek ana-tanrıça değildi: “Kelt panteonunun tanrıçaları, genel olarak sıfatları aile yaşamını temsil eden ana-tanrıçalardı. Gerçekten de, kollarında çocuk, meyve ya da ekmek somunu tutarlar.’’11

:     Göksel soykütükler oluşturmanın bu güçlüğü erkek tanrılarda da

; görülür. Örneğin Lug -adını eskiden Lugdunum denen bugünkü

Lyon’a vermiştirİran ve Yunan panteonlarının sentezine benzer:

i  10Norton-Taylor, The Celts.

ııA

A.g.e.

193

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Hem savaş tanrısı, hem de büyü, güneş, şimşek ve sanat tanrısıdır;12 Ares, Hermes, Helios, Zeus ve Apollon tek bir erkekte bir aradadır.

“Yakın dönem.” tanıklıklarına, yani ikinci Kelt istila dalgasından kaynaklanan tarihsel tanıklıklara başvurulduğunda bile Kelt inançları ancak kısmen yeniden oluşturulabilir. Bunların hemen hepsi çokbiçimlidir; bir kabileden diğerine değişirler. Keklerin doğaüstüne inan­ma istekleri vardı, ama görünüşte hepsi her zaman aynı şeye inanmı­yordu. Yine de uygulama ve törenleri hakkında çok şey bilinmekte­dir. En büyük şenlikleri olan ve bizim 1 Kasımımızın arifesinde kut­lanan Samhain, düzen karşısında kaos yok olduğunda dünyanın yara­tılışını kutluyordu. Ölülerin ruhlarının Yeryüzü’ne musallat olmak için geri döndükleri bu korkunç dönemde, dönüşlerini engellemek için kurban sunuluyordu. Hıristiyanlık ise ölüleri kutlamak için sade­ce bir gün kaydırmıştı: 2 Kasım.13 Demek ki Kekler ölülerin ruhları­na, yani ruhun dirilişine inanıyorlardı. Onları çağırmak için druidleri vardı; bunlar, II. yüzyılda Strabon’un naklettiğine göre, bir insan kurban ederek kehanete girişiyorlardı. Romalı tarihçi Justinus, Trogus Tarihlerinin Özeti’nde, III. yüzyılda Keklerin kehanet sanatında çok başarılı olduklarını belirtir. Kek dini, günümüzdekilerden çok başka, birçok batılinanç pratiği içeriyordu.

Cinlere ve ölülerin ruhlarına da inanıyorlardı; örneğin Draugr, bu öfkeli ruh kurganlarda dolaşıyordu;14 fakat Keklerde, tek bir Yaratıcı’nın karşıtı olacak tek bir Şeytan’ın izine rastlanmamıştır.

Boynuzlarla temsil ettikleri (kimi zaman Buda duruşuna benzer bi­çimde oturan), adı “Boynuzlu” anlamına gelen Cernunnos, kuşkusuz

UManfred Lurker, Lexikon des Götter und Danıonen, Alfred Kramer Verlag, Smttgart, 1984.

13Norton-Taylor, The Celts.

14H.R. Ellis Davidson, Gods and Myths of Northern Europe, Pelican Books, 1964, Londra.

194

KELTLER

cehennemle ilişkilidir, ama aynı zamanda, cehennemler tanrıçası Pro­serpina gibi bereket, şans ve hasat tanrısıdır.15 Eğer bu “geyiklerin tanrısı” bir şeytan idiyse -bizim Şeytan’ımız boynuzlarını ona borçlu­duraynı zamanda da iyi bir tanrıydı. Bütün tanrısallık işaretleri iç içe girer; Cernunnos hem tanrı Pan’ın hem de bizim Aziz Hubert’imizin kuzenidir, çünkü aynı zamanda avcıların koruyucu tanrısıydı. Uzun süre yaşamış bu tanrının II. yüzyıl tarihli gecikmiş bir tasviri, Buda duruşuyla ve Roma işgalinin dayattığı Apollon ve Merkür’le çevrili olarak Reims Müzesi’nde görülebilir. Orada, Pan’a benzer ve pek endişelendirmez. Fakat yine galloromen parçası olan Cluny Müzesi’ndeki resmi incelendiğinde bir tür kötülük ortaya çıkar: Keçi boy­nuzları ve sabit bakışlarıyla bizim ortaçağ Şeytan’ımıza son derece benzemeye başlar. Bu, Val Canonica’da, IÖ IV-III. yüzyıllara kadar ge­len tasvirleri bulunan eski bir tanrının en son ve en kötü temsilidir.

Başka tasvirler bizi kararsız bırakır; Bouches-du-Rhöne’da, Noves şehrinde bulunan ve IÖ III. yüzyıla tarihlenen Noves canavarı gibi, iri dişli ve iri pençeli, ağzında yarı yarıya yenmiş bir insan kolu bulu­nan, ayakları iki kesik baş üzerinde duran, fallusu ereksiyon halinde­ki bu canavar, ilk bakışta,, kesin biçimini almamış Hıristiyan $eytan’mm en mükemmel tasvirlerinden biridir. . Kesin olarak, Romalı ve ardından Gotik sanatçılar, Büyük Kötülük'ün en karakteristik çizgile­rini belirlemek için bu türden figürlerin geniş dağarından yararlan­maktan başka bir şey yapmamışlardır. Ancak bu canavar Tanrı Crom Cruach’tır: Yani Tepenin kamburu. Keklerin insan kurban ettikleri ve julius Sezar’m belirttiğine göre yedikleri kanlı törenlerde hazır bulunan doğaüstü figür.

Crom Cruach’tan bize sadece taş resimler kalmıştır, fakat XI. yüz­yılın adı bilinmeyen bir keşişinin metninin aktardığı gibi, altın

15Sharkey, Celtic Mysteries.

195

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

işlemeli resimleri de vardır; Leinster Kitabı’nda. şöyle denir:

"... Kötü davranırlar,

Ellerini çırparak, bedenlerim döverek,

onları zincire vuran canavarın yanında ağlaşarak,

Gözyaşları yağmur gibi dökülerek.

Taştan on İki put diziliyordu;

Fakat Crpm’unki altındandı."16

Crom önemli bir tanrıydı. Efsane buna tanıktır. Efsaneye göre, yine efsanevi bir tanrı olan Iskoçyalı Tiernmas döneminde, IÖ XVI. yüzyılda, bütün klan şeflerinin ilk doğan çocukları Tapınma Ovası olan Mag Slecht’te ona kurban ediliyordu.

İkinci olarak, bereket ile ölümün her birliği, yararlı oldukları ka­dar gaddar da olan doğaüstü güçlerin anlam belirsizliğini yansıtır. Burada şeytansı bir resim gören bizleriz, yani iki bin yıllık Hıristi­yan ikonografisinin koşullandırdığı XX. yüzyıllılar. Çünkü, eğer Crom Şeytan’sa, yararlı ve verimli güçleri de Şeytan’a atfetmemiz ge­rekir ki, durum böyle değildir.

Şeytan’ın Kelt atası sıfatına daha uygun bir aday olabilir gibi gö­züken bir başka tanrı vardır: Loki. Dumezil tüm bir çalışmasını ona adamıştır ve daha başlangıçta, “İskandinav tanrıları arasında en eşsiz­lerinden biri” diye yazar.17 Loki kuzey ülkelerinin, İskandinav ve Germen panteonunun kurnaz soytarısıdır; tanrıya düşman güçler olan Kurt Fenrir’in, Hel’in, cehennemler tanrıçasının, yılan Midgard’ın ba­bası ve komutanıdır.18 istediği biçimi alabilen bir tanrıdır ve Kelt ef­sanelerinde sekiz bacaklı at Sleipnir’in babası olarak geçer. 9 “Halk

16 A

A.g.e.

17 Georges Dumezil, Loki, Flammarion, 1986.

Lurker, Lexikon.

196

19A.g.e.

I

KELELER

etimolojisi," diye yazar Lurker,20 “adım log sözcüğüne yaklaştırır (Almancada lohe vahşi alevler)."

Kimi zaman görünüş değiştirse de, genellikle ufak tefek, neredey­se cüce bir insan görünümüyle ortaya çıkar. Loki gerçekten bir şeytan mıdır? Dumezil onu yalnızca bir soytarı, bir trickster olarak görmek istemez; trickster birçok dinde rastlanan ve kralın delisiyle, jokerle karşılaştırılabilecek mitik bir kişiliktir; kralı, tanrıları sinirlendirebilir, ama saraydaki yerini asla kaybetmez. Şunu belirtmek gerekir ki, çağdaş iskambil oyunlarımız da dahil bütün ikonografilerde ona söz­cüğün zararsız anlamıyla kötü yürekli bir görünüm verilir; bir ope­radaki küçük şeytan görünümü. Bu tanrı tipinde en ilginç olan şey görünürde birbiriyle ilişkisi olmayan dinlerde rastlamlmasıdır; Batı Afrika’nın büyük kavmi Yoruba panteonunda Eshu’dur, bütün tanrıla­rın habercisi, bu dinde Hermes-Merkür’ün karşılığıdır. Yine de Dumezil, Loki’de gerçek bir Kötülük cini görme eğilimindedir.

Ne var ki Loki, tanrı Odin’in hizmetindedir. Loki, Odin ve Thor dışında hiçbir Kelt tanrısında olmayan bir özelliğe,sahiptir; eşi vardır ve' bu onun toplumsallığıdır. Hatta devler ve canavarlarla da yakın­dır.21 Ne yazık ki, efendisine ve diğer ölümsüzlere kötü, hatta çok kö­tü oyunlar oynama fırsatını hiç kaçırmaz, örneğin tanrı Balder’in ölü­müne neden olur ve neredeyse dünyanın mahvına neden olacaktır.

Germen mitolojisinde Loki, gelecek olan Kıyamet’in ya da Ragnarök’iın failidir: Gelecekteki Baka ve Kılıç döneminde insanlar bütün dünya yanana kadar dövüşeceklerdir. Bunun üzerine tanrılar, Kötülük güçlerine karşı son bir-savaş için sjlahlanacaklardır: Devler Ymir’in komutasında, Muspell’in oğulları Loki’nin komutasında ve Surttır ateşle birlikte. Kurt Fenrir büyük tanrı Odin’i yutacak, bunun üzerine

20        .

A.g.e.

21 Eliis Davidson, Gods and Myths  

197

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Odin’in oğlu Vidar, Fenrir’i öldürecektir. Diğer yandan, Thor, yılan Mİdgarçl’ı yenecektir, ama onun zehirli soluğuyla kendisi de can vere­cektir. Freya, ateş tanrısı Surtur tarafından yenilgiye uğratılacaktır ve o zaman dünyayı ateşe verecektir. “Güneş karardı, toprak deniz tara­fından yutuldu ve parlak yıldızlar gökyüzünden düştüler.”22 Hiç kuş­ku yok ki kıyametler birbirlerine benziyorlar!

Demek ki Loki, Hint-Ari Agni’den türeyen -şu farkla ki Loki’ye tapılmazateş tanrısı olacaktır.. Bununla birlikte, Norveç, İskandi­navya, Danimarka, Ferde, İzlanda köylülerinin geleneklerinde hâlâ ya­şamaktadır: “Atasözlerinde, bazı hikâyelerde onun adı vardır,” der Dumezil. “Telemarken’de ... sütün kaymağı ‘Lokje için’ diyerek ateşe atılır,” bu, Loki olmalıdır ve “İsveç’in birçok bölgesinde ve halta yerli Finliler arasında bir dişi düşen çocuk onu, ‘Loki, bana kemik bir diş karşılığında altın bir diş ver!’ diyerek ateşe atar.”

Fakat Loki’nin ateş tanrısı olduğundan emin miyiz? Dumözil, “do­ğalcı okulun ilk yandaşlarının hipotezini buna bağlar; belki bu, Lurker’in belirttiği ve açıklayıcı etimolojiyi belli bir küçümsemeyle ih­mal etmektir. Günümüzde “doğalcı okul”un terimleri “din-karşıtı,” “bilimci” ya da “özgür düşünceli” olduğu kadar yakışıksız ve geçer­sizdirler. Ne var ki Loki genellikle ateşle birlikte anılır. Bu onun “ce­hennemi” doğasının kanıtıdır. Başka uzmanların onda bir su tanrısını, bitkilerin, cehennemi güçlerin tanrısını, • hatta dünyanın sonunu geti­ren “joker”! gördükleri doğrudur. Bu sonuncu yorum Yaratılış’tan iti­baren insanlık tarihi -son taç giymeler, suikastlar ve kraliyet evli­likleri(elmayı Havva’ya uzatırken kalçalarını kıvıran bir aktörle) an­latıldıktan sonra beliren grotesk kostümlü bir cücenin, gülünç olduğu için hikâyenin bitmesi gerektiğini duyurup perdeyi indirdiği bir orta­çağ oyununun kinizmini anımsatır.

22L'Universfantastique des mythes, kolektif eser, Presses de la Connaissance, Pa­ris, 1976.

198

KELTLER

Hikâye, kuşkusuz, gülünçtür ve Loki hakkındaki görüş eğer böyleyse ve eğer Loki şeytansa bunun kabul edilmesine çalışılır. Fakat sonuçta, burada belirlenmesi gereken şey Loki’nin doğasıdır: Şeytan mıdır değil midir ya da yaklaşık olarak, Pers Ahriman’m yeğeni mi­dir? Bu-pek kesin değildir, çünkü o bir Ase’dir,23 diğer yarı-ölümsüzler olan O din, Thor, Tyr, Balder (Loki yüzünden ölecektir), Herimdall ve tanrıçalar Frigg, Nanna ve Sif ile birlikte Kuzey Olympos’unda, Asgard’da oturan tanrıların ya da Aesir’lerin soyundandır. Bu ol­guda onun bir şeytan ya da tek Şeytan olduğu hipotezini içeren hiçbir şey yoktur, çünkü cehennem ruhuyla göksel ruhun aynı yerde oturdu­ğu pek görülmez. Yine de devam edelim.

Bitki tanrısı Loki hipotezinin elenmesi gerekir gibidir: Loki’nin kötü oyunlarından biri güzel tanrıça Şifin altın saçlarını kesmesidir. Sif,'tanrı Thor’un karısıdır; Thor ise -eski Saksoncada Thunar, çağ­daş. Almancada Donnerbüyük Odin’in öz oğlu olup fırtına ve bere­ket tanrısıdır. Şifin altın saçları meltemle dalgalanan buğday tarlala­rının şiirsel bir tasviriydi, ki bu, Kuzey Kybele’si, hasat ve bitki tan­rıçası Şifin işlevine tamamen denk düşer. Eğer korkunç Loki bitki tanrısı olsaydı öncelikle yüce Thor’u gereksiz yere tekrarlamış olur­du, sonra da zavallı Şifin kafasını kazıyarak kendisine karşı bir suç işlemiş olurdu. Hasat tanrısı sahneden çekilir. Loki bir başkasıdır.

23Filolojik yazışma meraklılanntn zevki için, Palmyra’daki ve diğer bazı kazı bölgelerindeki yazıtlarda rastlanan eski Arap binicilik tanrısının adı Aesir’dir: Oysa Loki, “ase,” masal atı Sleipnir’in babasıdır. Pegasus’un kuzeni olan bu at anılmaya değer. Lurker’e göre o, Loki’nin hem oğlu hem de atıdır, fakat L’Universfantastique des mythes'e. göre, Loki’nin binek hayvanı, Loki’nin öz oğlu olan kurt Fenrir’dir, Sleipnir, Germen panteonunun efendisi Odin’in binek hayvanıdır. Bu, Kelt mitlerinin sayısız çakışmasından ve çeşitlemesin­den biridir. Sekiz bacağı Sleipnir’in olağanüstü hızlılığına işaret eder; bunla­rın, binicisi Odin’in şamanizminin simgesi olduklan Eliade’nin bir varsayımı­dır ve dünyada olup bitenden haberdar etmek için krala her yerde eşlik

■ eden İki karga bunu doğrular. Dolayısıyla Odin, her yerde, şimşek hızında yer değiştirebilir ve en uzaktaki olaylardan bile haberdar olabilir.

199

ŞEYTANIN GENEL TARlHl

Bu arada, açıklayıcı olduğundan, Loki’nin kurbanı, olan tanrıların zararlı tepkilerini belirtelim: “Porr [Edda’da Thor’un diğer adı24] bu­nu öğrendiğinde, Loki’yi aldı ve eğer Loki, Siyah Hava Perileri’ne Sif için, doğal saçlar gibi bitme özelliğine sahip altın bir saç yaptırmaya yemin etmeseydi bütün kemiklerini kırardı.” Kısacası, hakarete uğra­yan kadının kocasının korkunç ellerinde hapsolan Loki, bir peruka vaat eder. Hiç kuşkusuz Kekler de, Yunanlılar gibi, tanrılarının öfke­sini övgüye değer bir fikir haline getirmezler. Çünkü aslında Loki, bir peruka aracılığıyla hayatını kurtarır! Demek ki bu bölüm bir farstır.

Bütün bunlardan şu çıkar ki, Loki, güzel saçlarından kuşkusuz çok gurur duyan Şifin saçını kazıma arzusuna dayanamamıştır, ama Thor’un ö firesi onu pişman etmiştir. Oysa bu, Loki’nin kötülüğünün tek örneği değildir: Bir başka sefer, bu soytarı,'tanrıça Freya’nın dört cüce tarafından yapılmış bir kolyeyi ele geçirmek için can attığını öğ­renir. Cüceler, her biriyle bir gece sevişmesi koşuluyla bunu ona ver­meyi kabul ederler: Pamuk Prenses’in uçkuruna düşkün çeşitlemesi. Loki bu pazarlıktan tanrıçanın kocası Odin’i haberdar eder, o da Lo­ki’yi kolyeyi çalmakla görevlendirir. Bu arada belirtelim ki, bu vodvilvari bölümler ilginç bir şekilde Yunan mitolojisinin grotesk hikâyelerini hatırlatır; örneğin karısını Ares ile yatakta yakalayan Hephaistos âşıkların üzerine bir ağ fırlatır ve onları bu şekilde Olymposlularm önüne getirir, onlar da elbette gülmekten kırılır. Mitoloji’ lerde bu tür gülmeceler es geçilemeyecek kadar azdır. Özellikle Kek­lerde egemen olan insan özgürlüğünün anlamını açığa çıkaran doğaüs­tü güçler nezdinde bir ironiye tanıklık ederler. Bu kötü yürekli, kaçı­nılmaz bir şekilde, jandarmanın ve sahte kahramanlarım ezeli düşmanı Afacan Till’i, hatta Polİchinelle’yi hatırlatır.

u Dumezil, a.g.e.

200

KELTLER

Loki’nin diğer, yorumlarına da bir göz atmak gerekir. Su tanrısı olduğu söylenir. Oysa bu tam da, Veda ateş tanrısı ve aynı zamanda da su tanrısı Agni’nin durumudur, “suyun içinde sönmüş ateşin ruhu bulunur." Dumezil Loki’yi, yeraltı güçlerinin tanrısı diye de adlandı­rır: Çok basit benzerlikler yaptığıma üzgünüm fakat bu da Agni’nin durumudur: Bu Hint-Ari tanrı da Yeryüzünün derinliklerinden doğ­muştur.25

Dumezil’in bir gözleminden yola çıkan Eliade, Loki’nin Şeytan ol­duğuna ikna olmuştur. Gerçekten de, Dumezil, Loki’nin şeytansı bir kişilik olan ve “çağımızın iblisinin en üstün cisimleşmesi" Duryodhana’nın benzeri olduğunu belirtir.26 Oysa Eliade abartmaktadır. Benzer­lik kesindir, fakat Duryodhana, Mahabharata'da Şeytan değildir,27 dünyanın sonunun sorumlusu ise hiç değildir. Kuşkusuz tiksinti veri­ci bir karakterdir; yaptığı en büyük haksızlık prens Yudhisthira’nın bütün servetini zarda kazanmış olmasıdır, fakat sonuçta Yudhisthira,

25Dumözil Keklerin, Gelinenlerin ve Osetlerin ya da İşkillerin efsanevi temaları arasındaki önemli benzerliğe şaşırır (ya da şaşırmış gibi yapar), böylece okuru Hint-Ari akımının değişik dallannın yüzyıllar boyunca ve tüm farklılıklarla, pek az değişmiş eski temalan korudukları varsayımını kabul etmeye yöneltir. Kuşkusuz, İşkillerin Keklerden farklı bir tarihleri vardır, fakat akrabalıklar sürmektedir.

26Mircea Eliade, Histoire des croyances et des iâğes religieıışes, 11: De Gamamı Bouddha an triomphe da christianisme, Payot, 1978.

27Mahabharata, yani “Bharata’ların büyük şiiri,” ya da “Bharata prenslerinin bü­yük şiiri” (bharata Sanskrîtçede “oyuncu” anlamına da gelir), Hint’in iki bü­yük epik şiirinden biridir, diğeri İse Yamayana'dır. Onsekiz kitaba bölünmüş yüz bin dizeden oluşur, Uyudu ve Odyssein’nm bir araya gelmiş ciltlerinin se­kiz katını temsil eder ve düzenlemesi Visatya’ya atfedilir, 1Û IV. yüzyıldan bu yana var olduğu sanılmaktadır. Tarihsel, olgulara, kuşkusuz Kurularla Pandular arasındaki savaşa dayanmaktadır. Dinsel mezheplerin etkisi akında, görü­nüşte birçok kez yeniden düzenlemeye uğramıştır ve sonuçta, hüküm sür­müş olan prensler Hastinapura, Dhiritarashtra, Pandu ve Vishna destanından başlayarak anlatılan olayların büyük ölçüde mitleştirilmesine varmıştır. İS V. yüzyılda, otoritesi, yargı görüşü bildirecek kadar artmıştır.

201

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

göksel güçler köpekleri kabul etmediğinden, köpeğiyle birlikte gökyüzünün kapılarından geçmeyi reddettiğinde onun ruhunu çalmayı denemez bile.

Ardından, burada Şeytan düşüncesinin ana bir teması söz konusu olduğundan, dünyanın selameti ve yazgısı, yani yine nihai amaçlar ya da eskatoloji söz konusu olduğundan, dinlerin evriminin kaçınılmaz biçimde Hıristiyanlığı hazırladığı şeklindeki moda bir düşünceyi in­celikleriyle belirtmek belki yararlı olur. Kelt Ragnarök’ü kuşkusuz dünyanın bir sonudur, fakat lektanrılı üç dinde sunulduğu şekliyle dünyanın sonu, evrenin nihai sonu değildir. Gerçekten de, yukarda be­timlenen korkunç kavgadan sonra, “hiç olmadığı kadar verimli, yeşil, güzel, yeni bir toprak ortaya çıkar. Öncekinden daha parlak, yeni bir güneş gökyüzünde dönmeye başlayacaktır,” diye yazar Eliade. Sırası gelmişken inceleyelim, bu düşünce Yeni İmparatorluk koşullarında Antik Mısır’da geçerli olan fikirle hemen hemen aynıdır.29

Söz konusu dünyanın sonu büyük bir döngünün tamamlanmasıdır; ardından bir başka döngünün başlangıcı gelir. Eğer Loki burada baskın bir rol, aslında kavgacı bir provokatör rolü oynuyorsa bunun nedeni, “Germen mitlerinin bir kahraman tanrılar miti aktarmaları­dır. Bu mite göre, kavga dünyanın düzenini sürdürür ve yeni bir ev­renin şafağından önce onu yok eder.” Bu, kavga etmenin iyi olduğu anlamına gelir, çünkü kavga güçler dengesini korur ve aynı zamanda dünyanın yenilenmesini sağlar. Bu inancın yankısı bir Orta-Amerika geleneği olan potlatch’da görülür; bu gelenekte herkes yenilerini edin­mek için belirli tarihlerde sahip olduğu bütün çanak çömleği yok eder.

Dolayısıyla Loki’de Şeytanın bir habercisini görmekte ısrar etmek

28Eliade, a.g.e.

29Bkz. bölüm 10.

202

KELTLER

boşunadır. Sonuçta Loki, ilk bakışta soğuk şakalar yapan biridir,30 ikinci olarak tıpkı öncedenbelirtilmiş olan Yorubalann dinindeki meslektaşı Eshu gibi, dünyanın düzeni için gerekli bir güçtür.

Zaten Keklerin bu tür kişilikler yaratmada benzersiz bir dehaları vardı. “Zehirli dilli” Br'icriu buna örnektir. Tanrılıkla hiç ilgisi olma­yan Bricriu, .efsanevi kral Conor Mac Nessa’nın yönetimindeki Ulster kabilelerinden birisinin efsanevi şefidir. Övüngen biridir, bütün ko­nuklarının konukseverliğinden övgüyle söz etmelerini ister; kaba biri olsa da, her tarafta taklit edilen olağanüstü bir kale inşa ettirmiştir. Fakat aslında, der “Şampiyonun Payı”31 adlı hikâye, o kargaşa yaratan biridir. Örneğin bütün Ulster şeflerini evine davet eder ve her birini tek tek, kralın şampiyona vereceği hediyeyi kazanacağına ikna eder. Şölen günü geldiğinde doğal olarak rekabet kötü bir biçim alır, her­kes ünlü hediyeyi istemektedir. Daha kötüsü, her birinin karısını, hepsinin en çekicisi olduğu konusunda ikna ederek baştan çıkarmayı dener. Fitne tohumları ekmekten büyük zevk alır.

Bununla birlikte bir Şeytan değildir, anlayışlı hatta peygambervari biridir'32 ve ileri dönem belgelerinde, diye belirtir Dumözil, “genel­likle bir ollam, yani bilge olarak gösterilmiştir." Eğer kötü yürekliyse bu, ne dilini ne de bir sırrı tutabildiğindendir, yoksa alnında yum­ruk gibi büyük bir kan çıbanı çıkar.

Diğer bir hayta örneği, Evnissyen’dir. Birbirleriyle iyi anlaşan in-

^Jan de Vries, Loki’nin edebi kaynaklarının incelenmesine geniş bir araştırma adamıştır ve. Loki’nin kişiliğinin ileri tarihlerde alçaltıldığım, başlangıçta Lo­ki’nin Öncelikle bir hırsız olduğunu belirtir: Tanrılardan gençlik elmalarını (Herakles’in ele geçirdiği Hesperidlerin bahçesinin altın elmalanna benzetilir), Thorün kemerini ve eldivenlerini, Freya’mn kolyesini çalar. Dumözil’e göre, bu hırsız prototipi ilk Hint-Avrupa mitolojilerine kadar uzanır,bunun bir kolu Helenlerin hırsız-tanrısı Hermes mitini yaratmıştır.

31Delaney, a.g.e.

32Eliade, a.g.e.

203

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

sanları birbirine düşüren, kimi zaman çekilmez biridir; üvey kız kar­deşiyle evlenen İrlanda kralına verilen atları vahşice sakatlar, böylece savaşa neden olur, fakat başka vesilelerde, barışın kutlandığı şölen sa­lonunda, çantaların içine savaşçıları saklamış olan Irlandahların kur­nazlığını anlayışlılığı sayesinde bozar?3

Dumezil, bir başka mitik kişilik olan Sydron’u da Loki ve Bricritı’ya benzetir. Sydron, kayıp bir “ırk” olan Nartlara atfedilen efsane­lerden çıkmıştır ve birçok Kafkas kabilesi bu geleneği sürdürür: İs­kit, Sarmat, Alan ve Roksolan kabilelerinin soyundan gelen sonuncu­lar Osetler, Tatarlar, Doğu ve Batı Çerkezleri, Çeçenler ve Inguşlar?4 O da “kötülük yapmaktan zevk” duyar, ve “Nartların baş belası” diye adlandırılır. Bilinçsiz ve sefih biridir, mutsuzlar ve can çekişenlerle alay eder ve kötü oyunlar oynar. Ayrıca, şeytansı ataları olduğu da varsayılır; Doğumuna ilişkin bir yoruma göre bir şeytanla güzel bir Nart’m'Oğludur; bir başka yorumda, bir lanet sonucu hamile kalmış dişi bir şeytanın oğludur.

İşte, ilk bakışta, Şeytan rolü için akla yatkın bir başka aday. Ne yazık ki, Nartlar onu genellikle anlaşmazlıklarında hakem olarak se­çerler, çünkü çok akıllıdır ve kötü yürekliliğine rağmen onlara hiz­met eder, örneğin Nardan esir almış devlerin tuzaklarım bozmuş ve onları ökseye batırılmış koltuklara oturtmuştur; burada, dayanılmazbir şekilde, Polyphemos’un tutsağı olmuş arkadaşlarını kurtarmak is­teyen Odysseus’un kurnazlıklarını hatırlatır. Dahası, Syrdon, Nartlar için av hayvanı bulur. Bu pek şeytansı bir şey değildir. “Nart Uryzmaeg ve Uaerp ve Aeldar” hikâyesinde?5 cesur bir rol bile oynar, çünkü ününü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan ünlü Uryzmaeg’i kadın düşkünlüğünden vazgeçirir. Aynı hikâyede, “Tanrı

33 Delaney, a.g.e.

34G. Sanajev, aktaran Dumezil, a.g.e.

35Bra!iweıı, the Daughter of LLyr, aktaran Delaney, a.g.e.

204

KELTLER

[Syrdon’u] Nartlar kesin olarak onsuz yaşayamasmlar diye yaratmış­tır,” diye eklenir. Bu, bizim Şeytan’ımızın rolüne ve onun Tanrı’yla ilişkilerine pek uygun bir şey değildir.

Bundan çıkan sonuç Syrdon, Evnissyen, Loki, Cuchulainn ve Bricriu’nun Kelt karakterinin bir yanını temsil eden kişilikler oldukları­dır; kavgacı, övüngen, vahşi, kurnaz, ama zeki ve özünde halkları on­lara ihtiyaç duyduğunda iyi ve fedakâr olan çocuklardır. Nasreddin Hoca’nın ve Afacan Till’in kuzenleridirler, hatta gece toplantılarında şaklabanlıkları ve marifetleriyle güldüren kurnaz tiplerin, bizim Polichinelle’imizin, Türklerin Karagöz’ünün ataşıdırlar. Göksel gücü temsil ederek jandarmayı kandırdığında alkışlarız, fakat dayanılmaz biri olduğundan, jandarma tarafından pestili çıkana kadar dövüldü­ğünde de güleriz. Sürüleri çalan Hermes’in işlediği suçlarda onun iziyle karşılaşırız. Oysa Hermes, Şeytan değildir.

Demek ki Keklerde Şeytan yoktur. Tıpkı tüccar ve korsan, güçle­rinden gurur duyan, öncelikle cesarete değer veren Yunanlılar gibi saygısız, maceraperest, batılinançlıdırlar kuşkusuz, fakat zekâyla tan­rıların öfkesinin caydırılacağına da inanırlar, toplumların kabile yapı­larını . koruduğu küçük krallıklar halinde sağa sola dağılmışlardır, merkezi ve merkezileştirici bir iktidar asla kurulmamıştır.

Şeytan’ı doğal olarak' yaratan hanlılarda gördüğümüz bu evreye Kelt dininin nasıl asla erişmediğini bilmek kalır geriye. Kökleri yine de ortaktır ve III. bin yılda Avrupa’ya vardıklarında, hiç kuşkusuz, hanlılara Ahrimanlarını yaratmalarını sağlayan aynı özü taşıyorlardı.

Keklerin Şeytanlarının “olmaması” dinsel yapının hatası mıdır? Pek öyle gözükmemektedir: Diodoros’un “filozof ve teolog” olarak nitelediği Kelt rahipleri (druidler),30 Kelt toplumlarında han münec30

Yunanlılar ve Romalılar bunlara önceleri druidai, dnıides, drysidae, dryadae adı­nı vermişlerdi. Norton-Taylor şöyle yazar: “İS I. yüzyılda Galiçya’da dava ve­kili mevkiini işgal eden Yaşlı Plinius, “meşe” anlamına gelen Yunanca

205

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

cimleriyle aynı rolü oynamış gibidirler. Gördük ki, bunlar korkak din adamları değillerdi; savaşların ortasında yer alıyorlar, kendi ta­raflarının savaşçı coşkusunu körüklüyorlardı. Ayrıca, oldukça ilginç bir şekilde, İskenderiye’nin Yunan bilginleri onları Hindu müneccim­leri ve brahmanlara benzetmişlerdir; hak ettikleri prestij ve yetenek­ten daha fazlasının bahşedildiği sanıldı; durum bu değildir. Julius Sezar onlara dinsel bir rolün dışında, hukuksal bir rol de atfediyordu: “Yargı bildiriyorlar ve cezai ve hukuksal durumlara bağlı zarar ziyan bedellerine ve cezalara karar veriyorlardı, aynı zamanda miras ve sı­nır anlaşmazlıklarında karar veriyorlardı...” Mahkemeler yılda bir kez, Charles yakınlarında, Carnutes topraklarında toplanıyorlardı. “Anlaşmazlık içinde olan herkes, dört bir yandan bu mahkemelere başvurmaya geliyordu.”37 Oysa “İrlanda yasalarının eski metinlerinin belirtiği gibi, Kelt yasasına göre, sadece suçlunun kendisi değil, tüm yakın akrabaları da işlenen suçtan sorumlu tutulabileceğinden tüm ai­leleri davaya dahil eden” bu yargılar hiç de basit değildi. Örneğin sü­rüsünü komşusunun tarlalarına salan biri bütün bir mevsim boyunca tarlalarını komşusunun kullanımına verme emri alabilirdi.”38 Demek ki işlevleri aynı dönemdeki hahamlarınkine benzemektedir.

Rahiplik rolünün yasa koyucu rolüyle böyle özdeşleştirilmesi te-

sözcüğün drus olduğunu fark edince onlann adlarının belki de bu ağacın adından türemiş olduğunu ileri sürdü..." Birçok Avrupa dilinde, diye devam eder bu tarihçi, dru terimi “güçlü" anlamına gelir (Fransızcada olduğu gibi), oysa ki “wid” ve bazı değişkeleri genel olarak “bilme’’ye denk düşer. Dolayı­sıyla, Kelt rahiplerinin [druidlerj hem bilge olduğunu hem de kurallarından bazılarını meşelerin altında gerçekleştirdiklerini öne süren benzerliğe bağlı olarak sözcüğün etimolojisini belirlemek güçtür.

37Norton-Taylor, The Celts; “Mesela Ülad,” Mediaeval and Modern Irish Series, XIII, Dublin, 1941.

38Jules Cesar, Commentarii de bello gallico, yayına hazırlayan Maurice Rat, Flammarion, 1964.

206

KELTLER

okrasitıin tipik özelliğidir;39 Iran teokrasisinde bu daha karakteristik­tir. Darius örneğinde gördüğümüz gibi sadece kral yasa koyucudur. Gerçekten de Kekler, toplumu, müneccim ve yasa koyucu olan rahip­lere, savaşçılara ve özgür insanlara, yani inek sahiplerine bölüyorlar­dı, diye yazar Eliade.40 Dolayısıyla rahipler, Kelt toplumsal piramidi­nin en. tepesinde yer alıyorlardı, çünkü hukuksal iktidarlarının gücü­nü gördük; bu iktidar onları, kabile şeflerinden daha yüksek bir sıra­ya değilse de, onlarla aynı sıraya yerleştiriyorlardı. Dolayısıyla, Iran müneccimlerinin yolunu hangi olgudan dolayı izlemedikleri ve bir tek Tanrı’nın ve onun karşısında da bir tek Şeytan’ın resmen ilanına varan panteonun merkezileştirilmesine -ya da daha doğrusu, birden fazla Kelt merkezi dikkate alındığında merkezileşmelereyol açma­dıkları sorulabilir.

Bu durum ancak belli sayıdaki faktör bir araya geldiğinde anlaşı­lır. öncelikle, Kelt toplumu, Eliade’ın söylediği kadar katı değildi. Yapılar (toplumsal hiyerarşiyi koşullandıran ekonomik yapılar) bir kraliyet yönetimi ve yerleşik bir rahipler gövdesiyle iyi tanımlanmış olsa da, büyük bir toplumsal hareketlilik de gösteriyordu, çünkü sa­vaşçılar, seçkinleri oluşturan bilgeler ve hatta zanaatkarlar “başarıla­rına ya da talihsizliklerine bağlı olarak kralın iyi niyetine tabiydi­ler.”41 Demek ki, bu yapı esas erdemin, feodal bir toplumda hayal

39Dumezil’in ünlü üçlemesini burada da aynntılanyla belirtmeye1 çağıran öz­deşlik.

40Eliade, a.g.e. Aslında Norton-Taylor, The Celts’de şöyle belirtir: “Eski yasa me­tinlerine göre, tipik bir özgür insan yedi ineğe, bir boğaya, yedi domuza, do­ğurgan bir dişi domuza, yedi koyuna, bir ata ve yılda yedi inek yetiştirmek için yeterince geniş otlaklara sahipti.” Aynca: “Diğer üç çiftçiyle birlikle bir sa­bana, bir saban demirine, bir öküze, bir üvendireye ve bir yulara sahipti; yine onlarla birlikte bir fınn, bir değirmen ve bir tahıl ambarını paylaşıyordu.”

41 Norton-Taylor, The'Celts. Rollerin bu paylaşımı, Dumezil’in bütün eski toplumlara atfettiği savaşçı-rahip-çiftçi üçlemesine, eksik olarak, bir kez daha denk düşer. Bu şemayı bütün Hint-Avrupa toplumlarına uygulamanın güç-

207

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

edilebilecek olan şeyin tersine, kişisel cesaret, yani bireysellik olduğu bir “meritokrasi”ydi.

Kelt soyundan gelenler, Hıristiyanlaştırıldıklannda bile, efsanele­rinin üne kavuşturduğu, savaştaki şaşırtıcı vahşiliklerini korurlar. Vikinglere Hıristiyan bağışlayıcılığı öğretildikten çok sonra derlen­miş kahramanca mücadele ve savaş derlemesi olan Feroienlerin Sagası’nda,42 kaybolan savaşçıların intikamını almak ya da kişisel anlaş­mazlıkları çözümlemek için temel retorik unsuru olarak balta ve kılıç görülür: İnsanlar başları koparılmış, kolları kesilmiş, delik deşik edilmiş, ya da ikiye bölünmüş halde sinekler gibi öldürülürler. Kelt kültüründe başat olan kahramanlar kültü, İran toplumlarındakiyle karşılaştırılamaz biçimde güçlüdür. Dolayısıyla tanrılar güç tanrısıydılar ve zayıflık tanrısı asla olmadığından bu eksikliği temsil' eden karşı-tanrı da var olamazdı. Hakiki teorik güç olan Şeytan, eğer cesa­rete, zekâya ve kurnazlığa sahipse bir düşman olamazdı?3

Ayrıca, Kelt toplumlarının hepsi kabile toplumlarıydı, yani mer­kezileşmiş bir din adamları sınıfının' emrindeki birleşik bir dini -ge­rektiren merkezileşmiş bir devlet oluşturmuyorlardı. Asla büyük bir devlet ya da büyük bir Kelt metropolü olmadı. Her kabilenin komşu kabileden bağımsız kendi rahipleri vardı. Roma imparatorluğunun sonuna kadar Kekler sürekli değişen ve hareket halinde bir mozaik oluşturdular, Jütler, Angıllar ve Saksonlar İngiltere’yi fethederek ora­da yedi küçük devlet kurdular ve kendi paganizmlerini oraya ithal et-

lüklerine ilişkin Renfrew’in Archaeology and Language’daki açıklamasına da dikkat çekelim.

42Jean Renaud’nun çevirisi ve sunuşu, önsöz Rögis Boyer, La Sağa des Feroiens, Aubier-Montaigne, Paris, 1983.

43 XIX. yüzyılda romantizmin getirdiği bireyciliğin zaferinin, klasisizmin uygula­dığı Greko-Romen uygarlığının kuralları tarafından uzun süre gölgede bıra­kılan Kelt kültü ve mitlerinin yeniden keşfinin bir sonucu olduğu ileri sürü­lebilir.

208

KELTLER

tiler. Franklar, Vandallar, Alamanlar, Ostrogotlar, Vizigotlar ve sayı­sız başka halk, kıtada, güvenlik içinde yerleşecekleri bir yer aradı­lar.44 Hk Avrupa krallıkları yavaş yavaş biçimlendikten sonra bile Hebrides Adaları’nı, Orkney’leri, Shetland’ları, Man Adası ve Dublin’i yöneten Vikingler göçebeliklerine, talan ve fetihlerine devam ettiler, fırsat buldukça akınlarını, talanlarını, yıkım ve fetihlerini kıta üzeri­ne, Paris ve Hamburg’a kadar yaymaya kalkıştılar. İsveç Vareglerini Novgorod’a kadar püskürten Vikingler 896 yılında Seine ağzına yer­leştiler ve daima pagan kaldılar.45 Vikinglerin Hıristayanlaştırılması­nın yaklaşık olarak 1000 yılına kadar uzandığını hatırlamak gerekir. İlk Viking devleti, 600 yılında Ynglingler hanedanından Uppsala kral­ları tarafından birleştirilen İsveç’tir. ve Vikinglerin korsanlıktan ilk vazgeçişleri 911 gibi geç bir tarihte Seine Vikingleri ile Frank kralı Basit Charles arasındaki Saint-Clair-sur-Epte Anlaşması’yladır.40

Nihayet ve paradoksal olarak, Kelt halklarında ulusal bilinç asla olmadı: Örneğin 450 yılında Kelt Bretonları Galler Ülkesinden çıkar­mak için onlara karşı savaşanlar Kelt kökenli Jütler, Angıllar ve Saksonlardı ve 862 yılında Northumberland ve Doğu Anglia'yı almak için Kelt Angıllar ve Saksonlara karşı savaşanlar da yine Kelt, Dani­marka Vikingleriydi. Her Kelt kabilesi diğer Kelt kabilelerinin mal varlığını kıskanırdı. Bu koşullarda örgütlü bir din oluşturmak ola­naksızdır.

O dönemde Normanlar denen Kekler yerleştikleri yerlerde, İngil­tere ve Normandiya, Apulia ve Sicilya krallıkları gibi devletler kur-

hH.R. Ellis Davidson, a.g.e.

^Grand Atlas historigue, editions du Livre de Paris-Stock, 1968.

^Grand Atlas historique. Yine de İngiltere, VII. yüzyılda kısmen Hıristiyanlaştırıl­dı ve üç kilise vardı: Galler ülkesinde Breton kilisesi, Irlanda-lskoçya ve Ang­losakson kilisesi. Bir tanesinin, Papa Büyük Gregorius tarafından gönderilen ilk Canterbury piskoposu Theodore de Tarse sayesinde Roma kilisesiyle sıkı ilişkileri vardı.

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

duklannda ya da Kiev İmparatorluğu’nda, Polonya Dükalığı’nda ve Macaristan Kralhğı’nda olduğu gibi devletlere katıldıklarında, kıtaya güçlü bir şekilde nüfuz etmiş olan Hıristiyanlığın etkisi altına girer­ler. Dinleri, yeniden örgütlenemeden yok olur, birkaç tören ve efsa­nesi Hıristiyanlığa kalır. Kültürel etkileri XIX. yüzyıla kadar yitip gi­der; bu yüzyılda, bireycilik ve kahramanlık kültlerinden yana, özel­likle Anglosakson edebi nostaljilerde yeniden dirilir. Son büyük gö­çebeler'olan Vikinglere gelince, onlar yerlerini, daha önceleri başka Kekler tarafından kurulmuş krallıkların etkisine bırakırlar. Regis Boyer’nin yazdığı gibi, eğer “her şey ölçülmüş olsaydı, Viking etkisi Orta ve Güney Avrupa için belirleyici olmazdı,” ve “Doğu Avrupa’da kısa sürede ortadan kaldırılır ve nihayet Batı Avrupa’da pek kalıcı ol­mazdı,”47 istikrarlı ve güçlü dinsel ve politik rejimlere çarpardı.

Göçebeliklerin ve gürültü patırtının sonunda Şeytan devreye gi­rer; Kelt gözü pekliğinin üstesinden gelmesi için sonunda Şeytan’a yaklaşık otuzbeş yüzyıl gerekti.

47 Regis Boyer, Yggdrasil, in religion ctes cmcieııs Setindincıves, Payot, 1992.

21.0

8.

YUNAN

YA DA

DEMOKRASİ YOLUYLA

KOVULAN ŞEYTAN

Yunan’a ilişkin sıradan düşünceler üzerine Yu­nan tanrılarının tuhaf kökenleri ve düzensiz dav­ranışları üzerine Olympos’ta Şeytan’ın yoklu­ğu üzerine Yunan’ın Tanrıları karşısında kah­ramanca saygısızlığı ve özgürlük duygusu üzeri­ne Helenik ve helenistik dünyalarda batılinançlar üzerine Platon’un özel olarak büyücülük ve genel olarak din hakkındaki bulanık düşünceleri ve mistisizmi üzerine Yunanlıların iç sıkıntıla­rıyla ve Dionysik, Eleusiyen ve Orphikçi sırla­rıyla başa çıkma biçimleri üzerine Yunan de­mokrasisinin Şeytan’a karşı koruyucu rolü üze­rine.

Yunan’da Şeytan’ı aramak ilk bakışta tuhaf gelebilecek bir fikirdir: Yunan’da Şeytan’m olmadığını biliyoruz. Bunu nereden biliyoruz? Çünkü; Şeytan’a inanmak insanlara can sıkıcı bir görünüş verir. İnsan derken sanatı kastediyorum, çünkü geçmiş çağların insanları kendile­ri hakkında bizde bu imgeyi bırakmışlardır. Gotik sanatın kişileri, Bizans kişilikleri gibi, kısmen hasta görünüşlüdürler; bir deri bir ke­miktirler ve yüzleri kırış kırıştır. Ünlü Reims Gülümsemesi neredey­se tüm gücünü yitirmiştir ve yüce İsa’nın İstanbul Ayasofya’daki do­nuk yüzü kuşkusuz tanrısallığın sevincine kanıt değildir.

Tüm Hıristiyan sanatı, Rönesansm getirdiği canlanmaya kadar, gülümsemeyi ve bedenlerin güzelliğini bilmezlikten gelir. Gülümse­yen ilk kadın -La Jacondeyine de kısmen yas içindedir; bu saygısız­lığıyla şaşılacak bir üne erişmiştir. Gülümsemesi gizemli olduğundan değil, gülümsediği için! Ya da daha doğrusu, Yunan sanatının arkaik gülümsemesine, houroi’lerin hafifçe alaycı ve muzafferane gülümseme­sine yeniden kavuşmuştur. Başlangıcından itibaren, Helenistik pathos’a, yani doğunun etkisine kadar, “Laokoon ve Oğulları”na ya da Bergama’daki büyük sunağa gelip kararmadan önce, Yunan sanatı uyumlu mimarisinden resimli vazolarındaki kişilere kadar gülmeye devam edecektir. Bunun nedeni basittir: Çünkü tanrılarının düşmanı olmamıştır. Tanrısallık muzaffer olduğundan insanlık da huzur için­dedir, Ya da tam tersi.

Demek.ki, araştırma, Yunan’da niçin Şeytan yok sorusuna yanıt verme dışında boşunadır. Şeytan’m yaratıcısı Irsfn Hint-Avrupahlarına zaman ve mekân içinde bu kadar yakın olan Yunan nasıl olmuş da bu

212

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

akımın dışında kalhııştır? Tanrılarında, yani insanlarında -çünkü tan­rıları kendi imgelerinden yaratanlar insanlardırbu kadar özel olan nedir?

Yunan tanrılarından söz edildiğinde, genellikle hafif giyimli, ben­cil bir yaşam süren ve insanların işlerine ancak kendi kavgaları yara­rına karışan kahramanlar temsil edilir. Bu anlayışın, bireylerin ve toplulukların edimlerini, Sodom ve Gomorra örneğinde görüldüğü gibi dengelemek pahasına sürekli. ve kıskançça gözlerle gözetleyen tanrısallık anlayışlarıyla ve Essenlilerin uç örneğinde ya da Hıristi­yan dinsel tarikatlarında olduğu gibi her edimin tek Tanrı’ya tapın­maya adandığı kabul edilen tektanrıh dinlerle kıyaslanacak hiçbir şey yoktur.

Tektanrıh dinler açısından bu tanrılar gülünç değilse bile, ciddi­yetten uzak görünürler. Bu tanrıların hiçbiri, günümüzde egemen olan tektanrıh dinlerin tanrıları olan Yehova, Tanrı ya da Allah’ın ça­ğırdığı varlığın fışkırmasına; bireyin döküntülerini yakıp kavuran ve onu inanç aydınlanmasına doğru yöneltmek için olumsallıklarından arındıran aşkın kaynaşmaya yol açamaz. Bir durumdan diğerine geçiş­te ilerleme kaydettiğine sık sık inanan insan ruhunun doğuştan küçük bu kusuruna, “tarihin ilerlemesi” yanılsamalarının yansısına boyun eğilirse, tanrısallığın tektanrıh tasvirinin Olympos’un hakimi Zeus’unkilerle kıyaslandığında daha geniş, daha derin, daha dinamik ol­duğu sonucu çıkarılabilir.

Bu durumda Yunan ve Roma dinlerinde Şeytan’ı ve önbelirtilerinİ bulmaya yönelik tüm aramalar gülünç olacaktır, çünkü tektanrıh dinlerin Şeytan’mın soykütüğünde gerektiğinde yer alabilen yolunu şaşırmış bazı canavarlar Yunan mitolojisinde yer alsa da, bunlar Arlesli Tarasque’dan daha ilginç olmayacaklardır. Gerçekten de, herkes ancak hak ettiği düşmanı bulur. Eğer böyle olsaydı Yunan, insan ru­hunun tarihinde garip' bir andan, ürünleri en fazla müzeler ve uzman

213

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

kitapları için yararlı olabilecek arkaik bir rastlantıdan başka bir şey olmazdı.

Oysa -ve uzun zamandır bilindiği gibiher şey çok başka türlü­dür. Ne Yunan ne de Roma olmadan tarih tasarlanamaz.

Önce Rönesans’la, a'rdından XVIII. yüzyılda, toprak araştırılmaya ve Yunan uygarlığıyla biraz daha bilimsel olarak ilgilenilmeye başlan­dığında art arda yapılan keşiflerinden bu yana algıladığımız haliyle Yunan, .gerçekten de, bu “rastlantı”dan çok daha fazlasını oluşturur: Burası, her insan için tektanrılı dinler tarafından yerleştirilmiş olan “Şeytan yoksa Tanrı da yoktur!” eski düşüncesi ile özgürlük arasında­ki düellonun cereyan ettiği, cereyan etmesi gereken arenadır. Şey­tan m yokluğunda insan varlığının dinsizliğe teslim olacağı düşünce­sini sadece bu ölümcül kavga boşa çıkarabilir.

Sonuçta bu Theseus’un Minotauros’a -ondan boynuzlarını almış olan bizim Şeytanla uzaktan karşılaştırılabilecek tek Yunan canavarıkarşı mücadelesidir. Kadın ve korkunun garip ve kaçınılmaz birleşi­miyle Minotauros simgesel olarak Ariadne’ın üvey kardeşidir! Yunan’ı incelemek, dibinde canavarın sinip saklandığı labirente girmek ve ar­dından, sonunda bize denizlerin özgürlüğünün sunulduğu metafizik boğa güreşine katılmaktır. Tuzlu nefes Hayvan’ın soluğunun canavar­ca anısını yok eder, denizin köpüğü de onu kandan, salya ve terden temizler.

Yunan’a hayranız, çünkü Şeytandan kurtulmuştur.

Fakat hangi Yunan? Uzun süre boyunca sövüp sayılmış ve XVIII. ve XIX. yüzyılların teorik tasvirlerinden ödünç alınmış ve daha genel olarak Yunan ve Latin Dili ve Edebiyatında “Perikles Dönemi” diye adlandırılan döneme, yani yarım asra dayanan Yunan. Oysa Attika dö­nemi, XIV. Louis döneminin Fransa’yı özetlemesinden daha fazla Yu­nan ruhunu ifade etmez. Yunan, deha tarafından bir çırpıda yontulmuş yekpare bir mermer değildir ve Romalılar da, hâlâ öğretildiği gibi,

214

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

bu dehayı Avrupa’nın geri kalanına aktarmaya elverişli hale birdenbire gelmemişlerdir. Yunanlıların gökyüzü, uyumlu renklerle boyanmış ve istikrarsız tanrıların doldurduğu bir dekordan ibaret de­ğildir. Helen ve Helenistik Yunan, tüm Akdeniz havzasına yayıldı; As­ya sınırlarına bile uzandı ve İskenderiye’den kovulan Yunan Atina’ya ya da Korinthos’a olduğu kadar oraya dahil olmayı da, en azından, hak eder. Başlangıcından çöküşüne, IÖ II. bin yıldaki Mykene ve III. yüzyıldaki Dor istilalarından VII. yüzyıldaki BizanslI Heraklitlerin tahta çıkışlarına dek Yunan ruhu yaklaşık otuz yüzyıl yaşadı; “Çin” uygarlığı hariç hiç kuşkusuz başka hiçbir uygarlığın tanımadığı deği­şimlerden geçti.

Yunan, Zeus’un kafatasından Athena’nın doğmasını andırır biçimde bir güneş gibi doğmadı: Öncelikle, Homeros döneminde, genellikle küçük kralların iktidarına tabi olan ve Thucydides’in Peloponez Savaşı’nın başında belirttiği gibi vurgun ve korsanlık dolu savaşlara tes­lim olmuş sınırlı boyutlarda bir sürü site-devletlerden ibaretti. Din, kuşkusuz, daha bronz çağından, ardından demir çağından beri vardı, fakat ülke yapıları gibi, dokusu gevşek ve karmaşıktı. Insanbiçimli kahramanları ve Rüzgârlar gibi, henüz doğru dürüst tanımlanamamış kahramanları işleyen mitler ve efsaneler dizisinden ibaretti.

Bu kuşkusuz bir folklor değildi, fakat kurallar getiren bir din de değildi. Tanrılara yapılan ibadet “gelişmiş kurallar içermez ve bir din adamları sınıfının varlığını gerektirmez. Şereflerine bağışlarda bulu­nulur, içmeye hazırlanılan kupalardan yere dökülen şaraplar ya da tüm bir sürünün kurban edildiği hekatomb törenleri yapılır.”1 Bu özellikler son Helenistik ateşlerin sönmesine kadar varlıklarım sür­dürdüler: Yunan, tanrılarıyla doğrudan ilişki kurar, tapınakların mu­hafazası ve bazı ibadetlerin yerine getirilmesiyle görevli olan ve daha

“Homeros Uygarlığı,” Encyclopaedia Universalis.

215

ŞEYTANIN GENEL TARİH!

sonra ortaya çıkacak papazlar, Mısır ya da İran uygarlıklarında oldu­ğu gibi kendilerine emanet edilmiş iktidara asla sahip olmayacaklar­dır. Yunan panteonu yüzyıllar boyunca belirginleşecek ve zenginleşe­cek, ama asla karakter değiştirmeyecektir: Hayranlık ve korku duy­maya layık bir kahramanlar toplumudur, fakat bunların hiçbiri Mut­lak İyilik ve Kötülüğün metafizik boyutlarına erişememiştir.

Yunan denen ve dünyada eşi olmayan insani sorunların bu çözü­münün garipliğinin başlangıçta “Yunan” olan hiçbir yanı yoktu. Bu bir mozaiktir. Bizzat Herodotos’un söylediği gibi, dili Fenikelilerden, dini Doğudan, geçmişi Ege’nin kaba uygarlıklarından gelir. Ve bü­yüklüğünün önemli bir bölümü de hiç Yunan olmayan bir kahraman­dan, bir MakedonyalIdan, yani Yunanca bile konuşmayan yarı-göçebe bir halktan çıkmış olan bir barbardan, İskender’den gelir. XX. yüzyı­lın sonuna kadar Yunanistan Makedonya’yı istemiştir, tıpkı geçmişte İtalya’nın Savoie’yı ve Nice kontluğunu istemesi gibi ya da Alman­ya’nın Alsace’ı ve Lorraine’i istemesi gibi.

Tarihsel olarak ve harfi harfine söz edersek bizim Yunan ve Latin kültürümüzün “Yunanistan”!, “Akropol’de ibadet”in ve “Genz Park’ın beyaz Yunanistan”ı, tıpkı Racine’in, Poussin’in, Stefan Georg’un ve Hölderlin’in Yunanistan’ı gibi, Britİsh Museum’un Elgin mermerlerini satın alan XVIII. yüzyıl İngiltere’si de dahil olmak üzere, gerçekten de tam anlamıyla edebi bir kurgudur. Batı üniversite geleneğinin pek sevdiği Helenler, Winckelmann’m bilgiçliklerinden, Goethe’nin verdi­ği değerden bu yana, hatırlanamayan zamanlardan beri Yunan’ı işgal ettiğine seve seve İnanılan bu Helenler, Homeros’un döneminde, kü­çük bir Teselya kabilesinden başka bir şey değillerdi! ■

Düş ve cehalet ürünü olan bu Yunan, üç bin yıl boyunca Akdeniz’i çalkalayan bir su taşkınının köpüğüdür ve bazı akımları VII. bin yıla kadar bile uzanır. Çok sonraları “Klasik Yunan”-halini alacak olan uy­garlığın ilk taşlarını koymuş olan Mykene uygarlıkları, Girit etrafın-

216

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

da toplanmışlardır, buradan adım adım Kykladeslere ve birkaç başka adaya doğru yayıldılar. Oysa dört bin yıl önceden, yani taş çağı ve neolitik sonundaki Girit’ten daha az Yunan olan bir şey yoktur. İlk Giritliler Anadolulular ya da Kuzey Afrikalılardır,2 hatta ikisi bir ara­dadır, Büyük Tanrıça kültünü sürdürürler. Kuzey’den çok Güney’le ib gilenenler daha çok Doğululardır. Mısır’la ilişkileri gerçek olduğu kadar yaygındır da: Knossos sarayı Mısır’ın devasa tapınaklarının izi­ni taşır. Taş vazoları bile Mısır vazolarının taklididir. Mısır’la ilişki­ler ancak 11. bin yılın sonunda, XIX. Mısır hanedanı döneminde, Mykene İmparatorluğu kralları ve firavunlar birbirlerini kıskanç göz­lerle süzmeye başlayacak kadar güç ve özerklik kazandığında soğuya­caktır. Fakat yine de tanrıların kralı Zeus, müstakbel Kybele olan Bü­yük Tanrıça’nm gücünü dengelemek için yabancı topraklarda, Psychro yakınlarındaki bir mağarada doğdu.

Mykene uygarlığı IÖ 1250’ye doğru doruk noktasına ulaştı. Sade­ce Kykladesleri ve Sporadesleri değil, “bizim” Yunanistan’ımızı da, Messenia’yı, Peloponez’i, Kefalonya’yı, Attika’yı, Euböia’yı, Etolya’nın ve Teselya’nın bir bölümünü de işgal etti. Atina, Korinthos, Thebai, Delphoi, antik tragedyanın ve çağdaş imgelemin ünlü yerleri Doğulu fatihlerin sultası altındadır.

Mykenelilerin Yunan’ı bu dönemde kurdukları hayal edilebilir. Fa­kat böyle değildir. Bilinmeyen nedenlerle, Küçük Asya toplulukları

2 Bu, Cplin Renfrew’un Archaeology&Language: The Puzzle of Indo-European Origiııs, Cambridge University Press, New York, 1985’te, en uç sonuçlarına kadar götürülmüş tezidir. Dilbilimsel örneklere dayanarak Anadolu’dan gel­miş Hint-Avrupaldann IÖ VII. bin yılda Yunan’ı işgal ettiklerini ileri sürer. Bu tez, J.P. Malloıy tarafından ıhmlılaştınlnuştır (in Search of the Indo-Europeans Language, Archaeology tıııd Myth, Thames & Hudson, Londra ve New York, 1989). Mallory, Yunan’ın Renfrew tarafından belirtilen dönemden itibaren Anadolu işgali altında olduğunu kabul eder, fakat başka çalışmalar temelin­de, Yunan’m Anadolu işgalinin Balkanlardan yola çıkarak yeniden yapıldığını da ileri sürer. Aynca bkz. “Crete,” Encyclopaedia Britannica.

217

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ani bir yayılmacı atılıma maruz kalırlar, Proto-Kelt olan Illyria ular ve Daçyalılar Balkanlara nüfuz ederler, o sırada Trakya-Frigyalılar ters yönde Anadolu’ya doğru ilerlerler. "Klasik Yunanlılar" diye ad­landırılan Dorlar, Eolisler, loniahlar bu dönemde Helen yarımadası­na saldırıya geçerler, Mykenelileri geri püskürtürler ve nihayet Yu­nanın öncüllerini kuradan Bu işgalciler kimlerdir? Yabancı, barbar kabileler, Girit kökenli Dorlar, Asyalı loniahlar5 ve yine Asyalı olan, daha sonraki Frigyalılar ve Eolisler (Eolisler aslında Eolie Adaları’nı, bugünkü Lipari, kolonileştirmiş olan Knidoslulardı). Tümü de torna­lılar ve Eolisler gibi yabancı kanıyla, Perslerle karışmış insanlardır.4

Hepsi, az çok yakın tarihli, mitlere düşkün Hint-Avru pahlar olan bu topluluklar, bu mitler aracılığıyla Yunan zevkini yayacaklardır. Çünkü Yunanlılar, masallara ve büyük anlatılara, trajik seyirlere, hat­ta komedilere hayrandırlar. Sophokles, Aiskhylos ve Euripides’in Yu­nan olması ve Romalıların asla onlara rakip ye t iş ürememiş olması bir rastlantı değildir. Bu arada, işgalcilerin hakkını verelim: Komşu­larını şaşkınlığa uğratan İbadet törenleriyle bu önemli tanrıları, Apol­lon’u ve Herakles’i Yunan’a sokmuş olan eski Mykeneliler, yani Dorlardır.

Demek ki şaşılacak şey, her şeye rağmen bir Yunan’m var olması­dır. Bu bitip tükenmeyen istilalardan ve birbiri ardına gelen bu me­lezlerin melezleşlirilmesinden özel bir kültür doğmuştur. Çünkü bir Yunan panteonu vardır, hemen hemen ezbere bilinir. Oysa örneğin Hindu panteonu kadar paradoksaldır. Bizim güzellikle, ışıkla, ilahi parlaklıkla, yani ışıl ışıl bir gönül yüceliğinin bütün erdemleriyle öz­deşleştirdiğimiz Apollon, korkunç bir kıskançlık krizi geçirerek, ken­disinden daha iyi flüt çalan satir Marsyas’ın derisini canlı canlı yüzer.

3  Herodot, 1; 146.

4  Georges Roux, La M&opotamie, essai d’histoire poli lique, ecoiiomique et aılturelle, Le Seuil, 1985.

218

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

Hükümdar Zeus, Hera’yla evli olmasına rağmen, dur durak bilmeden çapkınlık yapar, Antiope’yi, Alkmene’yi, Leda’yı, Europa’yı baştan çı­karır, fırsat bulduğunda da darkafalı davranır, çünkü güzel Ganymedes’i de kaçırır (daha az da olsa bir başka güzel oğlanın adı da geçer, Phaenos, sonunda göğe kaçar.) Denizler tanrısı Poseidon, Atinalılar Athena’yı ona tercih ettiler diye öfkelenerek su baskınlarına yol açar. Yine bir tanrı ve aynı zamanda topal bir demirci de olan Hephaistos’un eşi Afrodit onu Ares’le aldatır ve ıstırap ve zevk için kendini suçüstü yakalatır. Ruhları Cehennem’deki ikametlerine götü­ren Hermes, en iddialı dinlerden birine koruyucu olarak hizmet eden Hermes, Apollon’un sürüsünden elli inek çalar... Yunan tanrılarının çok insani zayıflıkları, cinayetleri değilse de suçları saymakla bitmez. Anakronizmler ve saygısızlıklar için pek az istek duyulsa da taşkın­lıklarının Offenbach’ın müziğinden daha soylu bir şeyle eşlik edilme­yi pek hak etmediğini kabul edebiliriz.

Baştan çıkarıcı, hırsız, sadakatsiz, gaddar, katil, öfkeli, sinsi; işte, hakikatte, güzel tanrılar'. Bu kadar az çekici imge nereden kaynakla­nır? Öncelikle, Olympos güçlerinin sonuçta insan zekâsının ürünü ol­duklarını hatırlamak gerekir. Yine de, insan soyunun sözcüsü olduğu­nu öne süren ve göksel ateşi çalıp yeryüzüne getiren Prometheus’un yazgısına maruz kalmamak için temkinli olmak yerinde olur; bu, Prometheus’a, sonsuza dek kayaya zincirlenip Zeus’un kartalının kara­ciğerini deşmesine mal olmuştur. Bu güçler gerçekte kincidirler ya da en azından böyle kabul edilirler. Kuşkusuz güçlüdürler, fakat ahlaklı­lıkları olsa olsa şüphelidir; çünkü bu tanrılar genellikle sefahat düş­künüdürler. Yunanın ahlaki olduğu, ama ahlakçı olmadığı doğrudur.

Roma’nın çöküşünü ve Barbarların iktidara gelişini izleyen yıllar­da Yunanlıların tanrısallığın gelişiminde hiçbir katkıları olmamış mı­dır? Tanrısal ilkeden yüksek hiçbir erdem tasarlamamışlar mıdır? Kuşkusuz, Hesiodos’un kozmogonileri doğaüstüne fazlasıyla çağrıda

219

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

bulunur, fakat Yunan tanrıları ölümlülerin eleştirel bakışma tabi ka­lırlar: Onlara karşı pek iyi niyet beslenmez ve etik de onlardan kay­naklanmaz. Her zaman ve zorunlu olarak iyi yürekli değillerdir. Ör­neğin Athena, annesi Klytemnestra’yı öldüren Orestes’i koruması altı­na alabilir ve Bilgeler Kurulu’nu topladıktan sonra, teraziyi ondan ya­na eğebilir, yine tıpkı Ilyada’da olduğu gibi, Diomedes’in safında dö­vüşerek taraf tutabilir: ölümlüler için şefkatin (ve başkalarını küçüm­seme ya da düşmanlığın) iyi kanıtları. Fakat tanrılar, Pandora’nıri ku­tusunun kanıtladığı gibi, doğaları gereği iyi değillerdir: Bu kutu, Pandora’nın kocası, Prometheus’un erkek kardeşi Epimetheus’a Ze­us’un hazırladığı zehirli bir hediyedir. Bir gün, meraka kapılan Pan­dora kutuyu açar ve bütün ıstırap ve hastalıklar, bütün mutsuzluklar insanın üzerine çökmek için dışarı çıkarlar.

Yunanlıların tasvir ettiği biçimiyle tanrılar insanlığın ne dostları ne de düşmanlarıdır. Tanrısal işler insanlarla ilgili değildir. Birçok yerde ölçülürler. Euripides’in Herakles tragedyasında anlattığı gibi, Zeus’un evlilik dışı oğlu Herakles bir çılgınlık krizine tutulup babası sandığı Amphitryon’um sarayında öz evlatlarını öldürdüğünde ve ar­dından aklı başına gelip, umutsuzluk ve vicdan azabı içinde kendini öldürmek istediğinde Theseus onu sakinleştirir: "Ölümlü varlık tan­rısal olan hiçbir şeyi lekeleyemez.” Ve daha ilerde, öfkeli Herakles, "tanrılar küstah, ben de onlara karşı küstahım” diyerek kendisini deli eden tanrılardan öç almak istediğinde Theseus yine ona itiraz eder: "Tanrıların senin tehditlerinden korktuklarını mı sanıyorsun?"'5 Oysa klasik dönemin ortasında, IÖ 424’e doğru Euripides, Yunan seyircisi­ne tanrıların bu gözü açılmış imgesini gösterir. Ve bu imge, tarihinin başından sonuna kadar Yunan dinine egemen olur.

Ölümlüler tanrıların yıldırmasına da izin vermezler. Aşil kılıcını

5  Euripides, c. 111, Herakles, 1230 ve 1240, Les Belles-Lettres, 1976.

220

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

Agamemnona saplamaya hazırlandığında, saçlarını bir elin tuttuğunu hisseder, ardına döner ve bu hareketiyle onu sakinleştirmeye gelmiş olan, sevgi dolu ve sevimli Athena’yı görür. Hâlâ öfke dolu olarak haykırır: “Pallas’m kalkanını tutan Zeus’un kızı, ne yapmaya geldin?” “Atreus oğlu saygısız Agamemnon’u görmeye mi geldin?”6

Demek ki Yunan tanrılarını anlamak uzak ataları Hint-Ariler kadar olanaksızdır. Neye alınacakları ve neyin onlara iyilik ya da kötülük telkin edeceği asla bilinemez, Bu durumda hangi dinsel duygu onlarda etkili olabilir? Burada, öncelikle, Antik Yunanda saygı duyulduğu sa­nılan tanrıların doğası karşısında,, dinin ne olduğunu sormak gerekir. Soru, Yunanlılar kadar eskidir. Din terimi, burada, her durumda, bi­zim tektanrılı dinlerimizde olduğu gibi anlaşılamaz; yani, tek başına vecd içinde gerçekleştirilen ve mümini aşkmhğa götürdüğü varsayı­lan bireysel bir pratik olarak anlaşılamaz. Bunu kavrayabilmek için sözcüğün etimolojisini yeniden ele almak gerekir: batince ligare’den, yani “bağlamaksan gelir ve Yunan dini aslında şudur: Müminler ara­sındaki bir ilişki ya da daha kesin olarak, Site’de oturanlar arasındaki bir bağ. Belki tüm diğer uygarlıklardan daha fazla Yunan Sitesi’nde oynadığı rolü, yani politik rolünü dikkate almazsak Antik Yunan dini­ni anlamamız olanaksızdır.

Bu din, gerçekten de, devletin birleştirici hamuruydu ve tanrıları, tüm tanrılar gibi, kurucu mitlerin ağırlığıyla yüklü kahramanlardı. Dolayısıyla, onlara yapılan ibadet metafizik bir macera, bireyin yu­karda anlatılan aşkınlığa doğru bir atılımının ritüelleştirilmesi değil, Site’nin özüyle özdeşleştirilen ve fırsat olduğunda isyanlara ve savaş­lara yol açmaya uygun bir erdemin kutlanmasıydı. Yunan demokrasi­si, bu şekilde, tanrıların temsil ettiği medeni ideallere sıkı sıkıya bağlı bulunur. Roma panteonunun kendine dahil ettiği Yunan tanrıla-

6 llyada, I, 202-203.

ŞEYTANIN GENEL TARIHl

rı, imparatorlar zorbaca taşkınlıklarıyla onları gülünçleştirmek için kendilerine uydurduklarında önemlerini yitireceklerdir. Yunanlılar tanrıların yardımıyla zorbalarım devirirler, Romalılar ise zorba im­paratorları aracılığıyla tanrılarını devirirler. Fakat Yunanlıların haki­ki tanrısı polis’tir.

Paralel olarak, Yunan ruhu, parlak çeşitliliği içinde -çünkü hiçbir şey bir MakedonyalInın bir Atİnalıdan farklı olduğu kadar farklı de­ğildirörneğin belki dinler tarihinin bütününde eşi benzeri olmayan, insan onuru açısından büyük bir eleştirel özene çok erkenden tanıklık eder; kurucu bir mit, kuşkusuz, yurttaşlık onurunun maddi olmayan kanıyla doludur, fakat eleştirel aklın aydınlığına tabi değildir, aynı zamanda özgür bir insanın da onuru olan bu yurttaşlık onuruyla bağ­daşmayan zorba ve boş bir kurgudan başka bir şey .olmama riski ta­şır. Demek ki Yunanlıların paradoksal dehası, sırası gelmişken, tanrı­ları tasarlamak fakat zorbalıklarını reddetmektir. Çünkü zorbalık, tek bir kişinin ya da birkaç kişinin mutlak iktidarı, Yunanla bağdaşır bir şey değildir. Thebaili bir haberci Atina’ya gelip kralı aradığında The­seus ona şu cevabı verir: “Söylemin, yabancı, bir yanılgıyla başlıyor, asla tek bir kişinin iktidarından olmayan bu şehirde bir kralı boş ye­re arıyorsun: Atina özgürdür...”7 Bu nedenle tanrılar sorgulanmış ve mitolojiler onlara kötü alışkanlıklar, zihihnsel sarsıntılar, kötülükler ve bizim lektanrıh dinlerimizin yandaşlarını elbette rahatsız eden ah­laksız maceralar atfetmişlerdir.

Yunan, tinsel tarihte de eşsiz bir dönemi temsil etmiştir; zekânın kendi yarattığı mitleri, kumlar üzerinde bekleyen bir deniz yıldızının gülünç durumuna indirgediği bir dönem. Gerçekten de, 10 V. yüzyıl­dan itibaren Kinizm dinin, şairlerin, oyun yazarlarının ve geleneğin yaratmış olduğu bu büyük masallar mağazasını yağmalamaya başla-

7  Euripides, c. 111, Ycıkcıranlar, 400.

222

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

mıştır, böylece özgürlüğün temeli olan saygısızlığın en etkileyici ör­neklerinden birini vermiştir. Bu okulun kurucusu Diogenes, Oidipus hakkında şunu ileri sürer: “O, Delphoi’ye, mucizeye tanık olmak için gitmemiştir, Tiresias’a rastlamıştır ve cehaleti nedeniyle bu sefil kâhinin kehanetlerinden büyük belalar gelmiştir başına. Gerçekten de, öz annesiyle evlendiğini ve ondan oğulları olduğunu öğrenmiştir; ar­dından, hiçbir şey söylememekle ya da en azından Thebaili insanların gözünde olayları meşrulaştırmakla belki iyi yapardı: Fakat, tam tersi­ne, önce herkese duyurdu, sonra kendinden tiksindi ve çocuklarının hem babası hem de ağabeyi, aynı kadının hem eşi hem oğlu olduğunu bağıra bağıra ilan etti.” Bunun üzerine, muhatabı karşılık verir: “Söy­le bakalım, Diogenes, Oidipus’u, insan soyunun en aptal varlığı ola­rak tasvir ediyorsun! Tersine, Yunanlılar onun, şanssız bir insan olsa da, insanların en uyanığı olduğuna inanırlar.” Ve Diogenes gülmekten kırılır ve aptallık simgesi Sphinks’le karşılaşma bölümüne kadar Oidipus’u bir aptal olarak betimlemeye devam eder?

Bilinen saygısızlıkla İskender’e cevap vermiş olan (kendisine ne hizmette bulunabileceğini soran kahramana “gölge etme!” diye cevap verir), Platonla alay eden (Devlet’ten sonra, sanki devletin yasaları yokmuş gibi, Yasalar'ı yazmayı niçin gerekli gördüğünü sorar), Flerakles’in kahramanlıklarının içyüzünü ortaya çıkaran, kısacası, sonra­ki yüzyılların, özellikle XIX. ve XX. yüzyılın büyük bir ciddiyetle baktığı tüm karmakarışık yığını yerle bir eden bu Diogenes’dir.

Oysa Diogenes ve diğer Kinikler, Monime, Onesikritos, ardından Demetrios, Demonaks, Herakleios da Platon, Aristoteles, Sophokles, Aiskhylos ve Phidias kadar Yunan’ı temsil ederler. Kuşkusuz Pla­ton’un adlandırdığı gibi bu “kendinden geçmiş Sokrates"ten Hint bil­geleriyle ve özellikle “gymnosophistes”lerle -bunlar da, üstelik ilk

8  Dion Chıysostome, IX. söylev, aktaran Leonce Paquet, Les Cyııic/ııes grecs, Livre de Poche, 1992.

223

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

defa olmak üzere, tam feragati ve yoksunlaşmayı vaaz ediyorlardı (hâlâ da ediyorlar)özel bir benzerlik çıkarılabilir. Büyük bir olasılıkla yine Hint-Ari etkiler, çünkü Yunanlılar, gerçekten de, Hin­du “gymnosophistes”lerini biliyorlardı, ama. bunları Helenik ironi­siyle uygun şekilde özümlediler.

Bu durumda kolaylıkla anlaşılır ki, tanrıların her zaman büyük bir prestiji olmadı, cinlerin daha da az. Çok sonraları bu, İmparator Julianus’u kızdıracaktı. Kinikleri saygısızlıkla suçladı ve Diogenes’e atfedilen tragedyaların (bunlar kayıptır) aşırı iğrençlikleri nedeniyle tiksinti uyandırdığını düşündü; “sapkınlığın en yüksek derecesi," “al­çaklığın alçaklığı” Oenomaos’un tragedyalarının sözü bile edilmez,9 Bilindiği gibi, tanrılarla zorba hükümdarların ortaklıkları vardır. Gü­nümüzde Şeytan’ın varlığı İnkâr edilmektedir ve polis bundan endişe duymaktadır; bu sayfaların sonunda görülecektir. Çünkü polis’ten po­lise giden yol düzdür.

Fakat bir imparator her zaman şaibelidir ve Yunan’a âşık olan Ju­lianus bir Romalıydı ve öğrenimini Hıristiyanlıkta yapmıştı. Yunanlı­lar, özellikle klasik dönem Yunanlılar, bilicilerin kehanetlerine ve di­ğer falcılıklarına inanmıyorlardı. Theseus, Phoibos’taki Apollon kahi­nini dinleyerek kızlarını meçhul kişilerle evlendiren Kral Adrastos’u bir kez daha azarlar: “Phoibos’ıın yaydığı kehanete boyun eğerek, şaş­kın bir şekilde kızlarını yabancılara veren o insanlardansın sen de!”10 Bu demektir ki, kehanetler Atina’da pek dikkate alınmıyordu Ve dü­şüncesizliğiyle ünlü dönek Julianus, bir Romalı gibi düşünüyordu,, yoksa bir Yunan gibi değil.

Yine de Yunan’ı, kendi tarihinin onüç yüzyılı boyunca, din duygu­sundan ve varoluş sıkıntısından tamamen kurtulmuş saygısız kahra-

9  Paquet, a.g.e.

10 Euripides, Yaka rai ila r, 215.

224

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

manlar uygarlığı olarak düşünmek gerekir. Her durumda, deisidaimonia, 5eTOT0a:|UODia mevcuttur. Yunanistan ve sonra Magna Graecia ve Roma dünyasının Yunanları, 1Ö V. yüzyıldan itibaren, kendilerini ka­ranlık pratiklere adadılar; bu pratikler müneccimlerin, büyücülerin, keramet sahiplerinin, göz bağcıların -magoi, geotoi, pharmakoi"aracı­lığıyla gerçekleştirilir, bunlar yukarda bahsettiğimiz reçeteleri uygu­larlar ve o dönem için bizim kırlarımızdaki büyücülerin işlevini yeri­ne getirirler: Resmi statüleri yoktur, ancak yarı resmidirler.

Deisidaimonia sözcüğü üstünde durmak gerekir; bu sözcük her şey­den ve bildiğimiz herhangi bir şeye karşı duyulan batılinancı değil, daimon denen tanrılara karşı duyulan aşırı endişeyi belirtir. Çünkü, sırası gelmişken, kimi zaman Sokrates’e esin kaynağı olmuş olan ün­lü “iblis” üzerine Hıristiyan teologlarının tüm söylemleri sözcüğün tamamen yanlış ve anakronik bir yorumundan kaynaklanır: Sözcük sadece “tanrı” anlamına gelmektedir, ek olarak “ruh” ya da “cin” de­mektir ve bu konuda ikna olmak için Bailly’nin Yunanca-Fransızca sözlüğünü incelemek yeter. Epikastes diye biri komşusunun kem gö­zünün kızı için ayarladığı güzel evliliği suya düşürmesinden korkar, bunun üzerine sadece bir eczacı değil, Sophokles’e göre bir zehirleyici ve Platon’a göre bir büyücü de olan bir pharmakos’a gizlice danışır. 0, korkunç hammaddeler yardımıyla bir hamur hazırlar ve yine kor­kunç formüller söyleyerek üç ayaklı bir masa üzerinde bu hamuru ya­kar, böylece komşunun kötülüğünü etkisizleştirir.

Bu şarlatanlar, küçümsenselerde, yurttaşların özel hayatına şaşır­tıcı bir sıklıkla müdahale ederler. Çünkü Yunanlıların ve özellikle. Helenist dönem Yunanlılarının gündelik yaşamı lanetlerle, büyü ve bü­yücülükle belirlenir hale gelmiştir. Artemis’in diğer yüzü Kükürtlü Hekate, Pluton, Persephone, Hermes ve başkalarının adı geçiyordu, ki

11 Andre Bemand, Sorciers grecs, Fayard, 1991.

225

şeytanin genel tarihi

ileri yaşlarda, lavolh diye adlandırılan İbranilerin tanrısının değişik türleri bile, herhangi bir eve geçimsizlik taşımakla ya da herhangi bir kimsenin -deyim yerindeysecinsel ilişki için en ufak bir rıza gös­termesini engellemekle görevlendirilmişlerdi.

Andre Bernand, tatlı bir renklilikle, birçok büyücülük metni aktarır?2 “[Bu büyüyü] size emanet ediyorum, size, yeraltı tanrıları ve tanrıçaları, Pluton Uesmigadoth ve Kore Eroschigal, Barbaritha ve yeraltı Hermes’i de denen Adonis, Thoth ve Aroubis, sonra Hades’in anahtarlarını elinde tutan Pseriphta ve sizlere yeraltı ruhları, vaktin­den önce ölmüş oğlanlar ve kızlar, genç erkekler ve genç kızlar, yıl be yıl, ay be ay, gün be gün, gece be gece, saat be saat. Bu yerde bu­lunan bütün ruhlara ant. içerim: Buradaki ruha tanık olun. Ölüm ru­hu, kim. olursan ol, kadın ya da erkek, benim için uyan ve her yerde, her mahallede, her evde hazır bulun, ki Heronous, Thsenoubasthis’i doğurmuş olan, ne vajinal birleşmeyi, ne anal birleşmeyi bilsin, ne de benden başka herhangi bir erkekten zevk alsın.” Yeraltı ruhları onun saçmalıklarını işitirler!

Saçma değilse bile tamamen egzotik olan çok sayıdaki tanrının ötesinde, Barovchambra’lar, Barbaramcheloumbra’lar, Abrathabrasaks’lar, Sesengenbarpharages’ler ve Fenikelilerden, AsyalIlardan ve Sicilya’nın ya da Malta’mn içinden çıkılmaz aşağı tabakalarından, hal­ta bizzat büyücülerin serbest bırakılmış imgeleminden alınan diğer Pakeptoh’lar, demek ki, resmi Yunan tanrılarıydı ve bunlarla esas ola­rak bu işlerle görevli büyücüler “çalışıyordu;” bunun anlamı, bu tan­rıların her zaman geçmişin hümanizmasının temsil etmek istediği ay­dınlanmanın yüzleri olmadıklarıdır. Fakat, diğer yandan, bu tanrıla­rın karanlık bir yanları da vardı ve ayrıca, batılinançlıların zevkine göre yeterince tehditkâr olmadıklarında, bizim diplomalılarımız yine

UA.g.e.

226

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

tamamen resmi, fakat yabancı olan Thoth ve Anubis gibi başkalarını arayacaklardır.

Büyücülerimiz, kötü yürekli ya da terk ettikleri bir dünyanın işlerine karışmakta acele eden patavatsız ölülerin ruhlarıyla da çalışıyor­lardı, çünkü Yunanlılar, başkaları, örneğin Melanezyalılar gibi, zor kullanılarak, acı çekerek ya da şanssızlıkla ölüme götürülen insanla­rın yaşayanlara diş bilediğine inanma eğilimindeydiler. Dolayısıyla her zaman aşağı işler için çağrılabilirler ve böylece hırçınlıklarını ifa­de etme olanağı bulabilirler. Başka deyişle, Yunanlılar diğerleri gibi batılinançlıydılar, kem gözden, korkunç phtonos’tan sürekli korkmala­rı bunun kanıtıdır; daha az talihli olanların daha çok talihli olanlara duydukları şu tiksinti verici kıskançlık ifadesi.

Fakat burada da, yakarışların ayrıntılı İncelenmesi merkezi bir Şeytan’a referans bulmayı hiç de sağlamaz. Dahası, Helenistik büyü­cülüğün büyük işinin, sonuçta tensel aşk ya da aşağılık tartışmalar ol­masıyla etkileniriz. Genellikle tanrıları ve ölüleri sadece şehvetperest amaçlarla seferber etmekle uğraşılır, bunlarda karanlık ya da kurbanı olduğu sanılan bir haksızlıktan intikam alacak, yani kendi “phtonos”unu tatmin edecek hiçbir şey yoktur. Anlaşılması çok güç bu ya­karışlar, XIX. yüzyıl îngilizlerinden çok önce XVII. ve XVIII. yüzyılı­nın Fransız, dekadan ruhlarının gözdesi kara ayinler kuşkusuz değil­dir, fakat bu yoksun bırakılmış âşıkların çağdaşlarım güldürüp gül­dürmedikleri ilk akla gelen sorulardır. Sonuçta, bir XX. yüzyıl göz­lemcisini bile bunların, göz dikilen nesnenin buna göz diken kimse­nin kalbinde arzuyu kökleştirmeyi hedefleyip hedeflemediklerini sor­maya kışkırtır.

İlk bakışta, bu batılinanç pratiklerini dinle paralel pratikler olarak koymak aşırı görünebilir. Onların evrenleri öyle sınırlı ve amaçları öyle küçümsenecek bir şeydir ki sadece önemsiz işlerle uğraşan ruh­lar ya da kategorik teorisyenler -daha ilerde görülecektirbundan ra-

ŞEYTANIN GENET TARİHİ

hatsız olurlar. Fakat, İkinci düzlemde olay açıklayıcıdır. Gerçekten de, bu düzlem sözde-dinsel bîr pratiğin, daha sonra Kötülük olarak adlandırılacak olumsuza doğru kaymasını ifade eder. Bizim ortaçağı­mızda olduğu gibi, korku ve aptallık Şeytan’ı yaratacak olan ikinci sı­nıf bir tür din örecektir. Çünkü Şeytan asla soylu biri değildir, her zaman utanç verici, ter içinde bırakacak bir korkutuculuğun ve ceha­letin yaratığı, zavallı ve üstelik hırçın bir Şeytan’dır.

Yakarışların okunması, bizi batılinançhların motivasyonları konu­sunda son derece bilgilendirir: Kişisel bastırma ve kötü yüreklilik. Din sadece polis erdemlerinin güçlendirilmesi olan temel işlevini yi­tirmekle kalmadı; dahası, Site’nin temellerini de dinamitledi, çünkü bir bireye karşı bir diğerine hizmetten başka bir şey yapmıyordu; hem de -gördüğümüz gibiyasadışı bir biçimde. Çünkü, daha sonra Fransa’da söyleneceği gibi, kötü ruhlar gün ışığında dua etmezler. Müneccimlerin, büyücülerin ya da diğer gözbağcılarm, kısacası her türlü şarlatanın karanlık tezgâhlarında dua ederler. Dahası, bunlar bü­yük tanrılar diye adlandırılan Zeus, Apollon, Dionysos, Athena, Afrodit değil, Pluton gibi “ikincil” tanrılar ya da yeraltı tanrılarıdır, Artemis’in ikizi Hekate gibi büyük tanrıların karanlık biçimleri ya da ölü­lerin ruhlarıdır. Daha doğrusu yukarda gördük, bunlar genellikle ya­bancı tanrılardır.

Tektanrılı dinlerde görülen değişmez özellik kötücül güçlerin ya­bancı olarak kabul edilmesidir.

Yunan batılinanç pratiklerinin meydana getirdiği Hıristiyan büyü­cülüğünün bu Şeytan’sız önbelirtisi, demek ki, son derece anlamlıdır: Kınanması gereken işlerle kişisel istekleri yerine getirmek söz konu­su olduğunda karanlık güçlere başvurulur. Böylelikle, kötü niyetli ruhlara en fazla inananların bundan en fazla kâr elde etmek isteyenler oldukları anlaşılır: Bu boynuzlu şeytanlar kendileridir!

Bu karşı-dine ilişkin filozofların sert sözleri de şimdi daha iyi an-

228

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

laşılır: Platon’a göre, magganeia, yani büyü, “büyücülük yoluyla aldatma”dır.13 Namuslu bir yurttaşın tanrılardan aşırı ölçüde korkması gerekmez. Ve Sokrates “ğoete”in şarlatan olduğunu belirtir.14 Bu in­sanlar, kişisel amaçlarla ölülerin ruhundan yararlandıklarını ileri sü­rerek Site’yi karıştırırlar, Yine de, resmi dinle batılinanç arasındaki çatışmayı yerli yerine oturmak için, Sokrates’in ve Platonun, usta ve öğrencisinin -her zaman öyle görülmeseler dekısmen totaliter bir toplumun yandaşları olduğunu unutmamak gerekir. Devlet’te bulunan ideal site tanımı insanın kanını donduran bir ütopyadır.'5

Bu açıdan, Platon’un özellikle dinsel duygusu sorgulanabilir. Bü­yücüleri, sırlara vakıf olanları ve yandaşlarını dinin karşısında çıka­rırken bile sözleri kuşkuludur: “Vahşi hayvanlar gibi tanrıların varlı­ğım inkâr etmekten memnun olmayarak ya da ister umursamaz olsun ister ayartıcı, onlara inanarak, ölülerin ruhlarını çağırabileceklerini ileri sürerek ya da kurbanlarla, dualar ve büyülerle büyüleyerek tan­rıları bile baştan, çıkarmayı vaat ederek canlıların önemli bir bölümü­nün ruhlarım ele geçirecek kadar insanları aşağılayanlara gelince; baş-

13Platon, Yasalar, 908 d, Garnier.

14Platon, Phaidon, 81b.

13Amerikalı tarihçi lıving Stone, Sokrates’in tiranlık kurmayı hedefleyen İki hükümet darbesine katıldığını gösterdi ve filozofu yargıçlar karşısına çıkaran üçüncü bir komploya katılmadığına ilişkin yurttaşları gözündeki haklı kuş­kudur. Sokrates nasıl bir tiranlık hayal ediyordu? Örneğin öğrencisi ve göz­desi Alkibiades’in katıldığı -ki, açıklayıcı bir olaydırbir hükümet darbesinin dayattığı Dört Yüzler yan-tiranlığmdan sonuç çıkanlabilir. Bu, kuşkusuz, ik­tidarın ortak bir din adamları kurulunun elinde olduğu bir Uranlıktır. Irving Stone, The Trial of Socrate, Liftle, Brown & Co., Boston & Toronto, 1988. Özellikle Platon’a göre Devlette betimlediği İdeal Site aslında, Bentham’a ka­dar ütopistlerin hayal ettiği otoriter bir rejime tabiydi. Demek ki, öğrenci için olduğu kadar ustası için de, İrrasyonel, bireysel, ortak yasaya tabi kılınması olanaksız olan ve büyücülüğün ortaya koyduğu gibi güçlere başvurmak bir bayağılıktır. Dolayısıyla, Sokrates ve Platon batılinanca karşı değil, dinin bi­reysel bir pratiğine karşı başkaldınrlar.

229

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

tan aşağı özel kişileri bütün aileleri ve siteleri para aşkıyla mahvet­meye can atanlar; bu suçlara kim kanarsa mahkeme onu yasaya göre merkez cezaevinde hapse mahkûm edecektir ve hiçbir özgür insan zi­yaretine gitmeyecektir...”

İşte, çok kesin olan şey! Yine de insan kendisine Platon’un hangi dönemde yaşadığım sorar; çünkü bir yandan tanrınınvarlığım inkâr eden diğer yandan onlara kurbanlar sunan ayin yöneticileri güçlükle hayal edilir; bunlar Platon’un belirttiği gibi yıkılmaya yüz tutmuş kurbanlardır ve düşüncesizce bu işe girişmek kimsenin akima gel­mez. Dahası, “vahşi hayvanlar gibi...” olanlara yapılan ima,Diony­so s’l a geleneksel olarak eş tutulan pantere değilse de, zımnen, fakat doğrudan doğruya Bakkhos törenlerini kutlayanlara -bunlar, gerçek­ten de panter derisine bürünürlergöndermedir. Demek kİ Platon bu dönemdedir.

Dahası, tanrılarını kesin olarak bilen Platon, onların kendi söyle­diği şey olduklarını da iyi bilir, kaprisli, zorba ve tarafgir olmanın ötesinde hem umursamaz hem de ayartıcıdırlar (bunun kanıtı, dişi ölümlülerin ya da erkek güzeli ölümlülerin peşinden gittikleri buyur­gan buluşmalardır). Gerçekte ve büyücüleri kötüleme bahanesiyle Pla­ton dolaylı olarak, sadece dinsel ateşliliğin aşırılıklarına değil, tanrı­lara da saldırır. Bu, başka eserlerin yanı sıra Eutyphron'da,17 bu adda­ki teologu Sokrates’in huzuruna çıkardığında ve sofuluk üzerine bir söylev başlattığında görülür; bu Eutyphron aslında vasat bir zekâdır, Sokrates’i anlamaktan yoksun biridir. İdeal devlette kuşkusuz ancak bir memur olacaktır.

Aslında, ve Timaios ile Eulyphran’da da açıkça görüldüğü gibi, Pla­ton bir Pythagorasçıdır; adeta, biraz kaba bir örnek kullanırsak

16Platon, Yasalar, 909 a-b.

17Platon, Eutyphron, 3 b-c.

230

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

vekâlet verilmiş bir Batılıdır. O, Attika ruhundan çok Zerdüşt’e ve Orphikçilere daha yakın bir mistiktir. Gerçekten de, Pythagorasçılar ruhgöçüne inanırlar; bu, onların Hindu Vedacılığmdan. doğrudan mi­ras aldıkları bir düşüncedir; ve ruhun hayatta kaldığına inanırlar, bu da açıkça Phaidon’da ve özellikle Çölen’de rastlanan bir düşüncedir; bu eserde Platon insanlarla tanrılar arasında aracılar olduğunu ve bunla­rın, esas olarak iyi olan, ünlü daimon’lar olduklarını ileri sürer (para­doksal olarak, Hıristiyan yazarlar iblislerin etrafımızdaki havada ya­şadıkları fikrîni Platondan ödünç almışlardır). Bu temayı daha sonra Hıristiyan skolastiği uygulayacaktır.

Ayrıca I. yüzyılda, yeniPythagorasçı öğreti Platon’un öğretisi içinde eriyecektir: Her ikisine göre de, dünyada yüce bir düzen, tdea barınır. Jacqueline de Romilly bu durumu şu terimlerle açıklamıştır: KO [Platon’un, dünyanın tümünü tabi kılmak istediği ideal aydınlık ve anlatılamaz bir varoluş edinmek ister: Gerçek olduğunu sandığımız her şey bozulmuş bir kopyadan başka bir şey değildir,”18 Gerçek dün­yanın bir yanılsama olduğu düşüncesine burada da rastlanır, Gnostisizın bu düşünceyi, maddi olan her şeyin kötü olduğunu ileri sürme­ye kadar götürecektir. Yani, Platon’un dini Yunan değildir; bu en açık ifadesini Devlet’te bulur: Platon, mutlak, tam, bilinebilir ve kavrana­bilir. İyi ilkesini öne sürdüğünde ve yücelttiğinde, diğer diyaloglarda itiraf etmeye cesaret edemediği ya da ikili bir dil ve retorik bir yaldız altında sakladığı, Yunan panteonu ve bütün Helenik dinsel pratikten duyduğu tiksintiyi kem küm etmeden dile getirir. Yunan kültürüyle sert bir şekilde.çatışanve nesne ile özne arasındaki diyalektik ilkesine dayanan bu dinsel totalitarizm, sonuçta Platon’u -olgulardan çok öğ­retiler sayesinde, neredeyse münasebetsiz, eşsiz bir yer işgal ettiği— Helenik tablodan dışlar. Çünkü, Devlet’te yüceltilen Mutlak İyi; Mut-

18Jacquelİne de Romilly, Pourquoi la Grece? Editions de Fallois, 1992.

231

ŞEYTANİN GENEL'TARIHl

lak Kötü’yü, yani Yunan ruhuna tamamen yabancı olan Şeytan’ı içerir. Olympos’un pek yakında boşaltılması ve tanrılarının sürülmesi! Böy­le bir tavır Gnostisizmin ve hatta Hıristiyanlığın habercisidir ve bu nedenle., Platonculuk Platoncu Hıristiyanlık tarafından kolaylıkla alı­nacak ve benimsenecektir. Daha sonra, Fransız Devrimi koşullarında birkaç sözle, aniden yeşerecek olan yaygın duygu olan tanrıcılık bi­çimlerinde yeniden ortaya çıkacaktır. Sanki Platon Şeytan’m çok yakı­nından geçmiştir.

Platon’un öğrencisi Ksenokrates, Aristoteles gibi, hakiki sistema­tik bir iblisbilim kaleme alacaktır: Ona göre, daimon'lar, bedenlerde cisimleşmeden önce var olan ve bedenler öldüklerinde hayatta kalan, yüzer gezer ruhlardır. Ksenokrates iyi ve kötü daimon’ları da birbi­rinden ayırır.

Özellikle büyücülükle ilgilenen Aristoteles arzuyu, büyücülerin güdüsü yapmıştır. Arzu, Yunan dünyasının mutlak ideali olan Site’nin uyumunu bozacak, bayağı bir duygu olduğundan büyücülük ancak bu ideale karşıt olabilir: Karanlık işlerin tezgâhlandığı yerlerde yasadışı bir şekilde uygulanır, oysa ki din, törensel bir şekilde halka açık ola­rak kutlanır. Bernand, açıkça göstermiştir ki,19 arzu, yukarda belirti­len phtonos, çok sayıda Yunan düşünürü tarafından geçimsizliğin ana : nedenlerinden biri olarak görülür; dolayısıyla, bunun aracı olan bü­yücülük-düzeni kurmakla görevlidine karşıdır. Ancak Aristoteles, arzuyu mahkûm ederken onun Kötülüğün biçimlerinden biri olduğu­nu ileri sürmez: Ona göre bu bir “eksiklik”tir.

Doğudan ve kuşkusuz İran’dan etkilenen Plutarkhos da, II. yüzyıl­da, Isis ve Osiris Hakkında ve De defectu oraculorum adlı iki yapıtında dmmon’ları ele almıştır: Ksenokrates’in düşüncelerinin bir bölümünü ele alarak dnimon’ları, tanrı olabilecek ya da insanların, safına düşebi-

19Bernard, a.g.e.

232

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

lecek aracı ruhlar olarak tanımlar. İyileriyle kötülerini birbirinden ayırır ve bu açıdan kafası oldukça karışık olan Plutarkhos, kötüleri, tanrıları olduğu kadar insanları da kötü eylemlere teşvik etmekle suç­lar; iyi daimon’lar ise tanrıları ve insanları iyi eylemlere teşvik eder. Bu söylemde Gnostisizm apaçık ortadadır: Demek ki, hem Kötülük ruhları hem de İyilik ruhları vardır. Hıristiyan savunuları burada görülür: Kötü duimon’ların varlığı tanrıları kötü eylemlerin sorumlu­luğundan kurtarır. Bu, pek Yunan bir düşünce değildir, çünkü bu dü­şünce insanları ve tanrıları doğaüstü güçlere boyun eğdirerek özgür­lüğü yadsır. Kuşkusuz Şeytan’a sahip değiliz, fakat sonuçta Şeytan’dan çok uzak da değiliz, çünkü, İyi ve kötü daimonlar arasında ayrım yaptığımızda ikilik ortaya çıkar ye böylece aslında meleklerle iblisler arasında ayrım yapılır.

Demek ki Yunan filozoflarında Kötülük güçlerinin tek bir yansı­sına pek rastlanmaz, çünkü onlarda İyilik tanrısının da tek yansısı pek bulunmaz. Bununla birlikte, Yunan uygarlığından doğan Yunan felsefesini, Yunanlıların günlük gerçeğine ve inançlarına yabancı, katı­şıksız entelektüel bir yapı olarak kabul etmek saçmadır. Kojeve çok doğru bir-şekilde göstermiştir:20 Stoacılar Helenistik dönemde Aris­toteles’in felsefesini yüceltirler, bu felsefe de köken olarak Platoncudur; esas olarak kozmosun özdeşleşebileceği tanrısallığın onun sürek­li oluşumu olduğunu ve bu tanrısallığın ortaya çıktığı kozmosun de­ğirmi ve döngüsel bir hareket izlediğini ileri sürer. Burada, bütün Yunan edebiyatının ilgisiz kaldığı, hem alaycı hem de endişeli kuşku­culuk (Septisizm) kendini gösterir. Her şey, hiç durmaksızın aynı noktaya geldiğinden, bir ilkenin diğeri' üzerinde “zaferi” yoktur; yani Yunan felsefesi modem, Hegelci anlamda bir tarih kavramını redde­der. Gecikmiş Yahudiliğin getireceği kıyamet kavramım da reddeder.

20Alexandre Kojeve, Esscıi d’une histoire raisonnte de lu philosophie paienne, 111, Ea philosophie hellenistique et les neo-plutoniciens, Gallimard, 1973.

233

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Hiçbir şey ilerlemez, Zenon paradoksunun ifade ettiği gibi her hare­ket bîr yanılsamadır. Dolayısıyla, Helenistik dönemde, şeylerin akışı­nı özetleyen imge olarak kendini açıklayan Yunan felsefesi; ilk ezeli yeniden başlamayı ileri süren Herakleitos tarafından başlatılan hal­kayı böylece tamamlar. İnsan düşüncesi de kozmos gibi ilerlemez.

Bu durumda, Kojeve’in dediği gibi ne Mutlak iyi ne de Mutlak Kö­tü var olabilir.21 Sonuç olarak ne İyilik Tanrısı vardır ne de Kötülük Tanrısı. Tyanaeus’lu Apollonius gibi Stoacılığın etkilediği sonraki Helenistik düşünürler ve hatiplerin devamında Gnostisizmin bu tema­yı tekrar işlediği görülecektir; Gnostisizme göre yaratılış îyi’nin ve Kotu nün ötesindeki bir Demiurgos’un ürünü olacaktır, Yahudi-Hıristiyan Tann’sı ve Şeytan’ı ise ancak ikincil ve geçici tanrılar olacaktır.

Görüldüğü gibi, “Yunan filozofu’’nun -burada bu terimi en geniş anlamıyla ele almak gerekir, çünkü örneğin bir Herakleitos’la bir Kinik’ten daha farklı hiçbir şey yokturHelen ve Helenistik pratikten farklılaştığı doğruysa, bu filozof bütün İnsan varlığı için doğa karşı­sındaki sınırlarının ve dayanıksızlığının bilincinin İçerdiği sıkıntıya pek yer vermez; kutsallık duygusunu ele almaz. Ama Yunan dinsel pratiği devlet dinini aşabilir ve dışına çıkarabilir, hem de sadece batılinançta değil: Dinsel oyunların belirttiği budur. Varoluş sıkıntısının doğurduğu canavarlarla Yunanlıların başa çıkma tarzını başka yerde aramak gerekir.

Örneğin çok sonralara kadar süren insan kurban etme pratiğinde bu görülür. Yunan’da böylesi bir kurban etme fikri insanı sarsar; ama Phıtarkhos’un (yaklaşık 50-125) tanıklığı bunu doğrulamıştır. Doğdu­ğu şehir olan Khaironeia’da en yüksek yargıç mertebesine yükselen

Stoacılar aslında sözcüğün tam anlamıyla hiçbir etkileşim ya da ne (koz­mik) Gökyüzü’nde ne de İlk Ateş’te (Kozmos’un yokluğu sırasında) (“zıtlar” arasında) indirgenemez bir karşıtlık kabul etmezler...,” Essni (Tüne histoire misillinde de kı philosophie pcıieıme, 111, a.g.e.

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

Plutarkhos “açlığın kovulması” törenine başkanlık ediyordu: Bu tö­ren, özel bir ağacın (Roma dilinde Agnus castus, bazı sihirli özellikle­re şahip bir ağaçtır) dallarıyla bir köleyi dövme şeklindedir, ardından bu köle siteden kovulurken törene katılanlar törensel olarak, “açlığı kovalım, refah ve sağlık gelsin!” diye bağırırlar.22 Fakat kurban etme, Frazer’in belirttiği gibi, her zaman simgesel değildir: En zengin ve en parlak Yunan kolonilerinden biri olan Marsilya “veba” salgınına ma­ruz kaldığında genellikle en yoksul sınıflardan bir erkek kurban ola­rak sunuluyordu; site masraflarıyla beslenen erkek, bir yılın sonunda tören giysileri giymiş olarak, başında kutsal dallarla şehirde gezdiri­lirdi, o dolaştırılırken şehir sakinleri şehirlerindeki bütün kötülükle­rin onun başına düşmesi için dua ediyorlardı. Kurban da siteden ko­vuluyordu ve duvarların dışında taşa tutularak öldürülüyordu.

Küçük Asya’da, yine salgın ya da deprem gibi bir felaket duru­munda, bu amaçlar için önceden seçilmiş çirkin ya da sakat biri top­luluğun bütün kötülüklerini yükleniyordu, flüt sesi eşliğinde cinsel organlarına vuruluyor ve sonra da bir odun yığının üstüne atılıp ya­kılıyordu. Böyle bir kurban etme her zaman istisnai olmuyordu, dü­zenli de olabiliyordu. Önceki yüzyıllarda, mayıs ayında Atina’da dü­zenlenen Thargelie'festivalinde -yine Frazer belirtirbir erkek ve bir kadın şehir dışına götürülür ve taşlanarak öldürülürdü. Trakya’daki Abdera’da kefaret kurbanı olarak hali vakti yerinde bir yurttaş kurban ediliyordu. Leukas’larda, dalgalar tanrısı Poseidon’a borç ödemek için her yıl bir erkek denize atılıyordu.

Tanrıların da insanlar kadar kendini beğenmiş ve tamahkâr olduk­larına ve olası gazaplarını dizginlemek için kurbanlar istediklerine dair evrensel inancı sürdüren Yunanlılar böylece siteyi temizledikleri­ni sanıyorlardı. Temizlik kavramı da temiz olmamayı içerdiğine

22Sir James Frazer, The Golden Boııgh, MacMillan, New York, 1973.

235

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

göre, demek ki, Yunanlıların maddi olmayan bir kötülük kavramı vardı; panteonlarının tanrılarından herhangi biriyle pazarlık yaparak bunu önlemek olanaklıydı. Fakat bu kötülük özel bir tanrısallık tara­fından yönetilmiyordu; bu, kurbanın sunulduğu tanrısallığın olumsuz bir ifadesiydi. Leukas’larda genç erkeğin denize atılmasında amaçla­nan tanrı Poseidon olduğu kadar Apollon da olabilirdi ya da her ikisi birden.

Bu kurban etmeler, demek ki, ritüel biçimde uygulanıyordu; ancak törenlerin tümü bunlardan ibaret değildi. Dinsel oyunların ta­nıklık ettiği gibi başka kutlamaları da içeriyordu. Helenik dönemde üç büyük tür görülür: Dionysos törenleri, Eleusis mysterionları ve Orpheus törenleri. Birinciler, en bilinen geleneğe göre şarap tanrısı olan, ama aynı zamanda bölgelere göre buğday, bağ, çiçek tanrısı da olan (Attika ve Akhaia’da çiçeklerin tanrısı, Atina’da meyvelerin tanrı­sı, Korinthos’ta çamların, Trakya’da buğdayın tanrısıdır), Trakya kö­kenli kahraman Dionysos’u kutlamaya adanmıştır. Zeus ve Semele’nin gayrimeşru çocuklarından biri olan Demeter’in benzeri bu erkek ve­rimlilik tanrısı, Zeus’un meşru eşi olan Hera’mn lanetine uğramıştır; bir Girit yorumuna göre, Hera’mn kışkırtmasıyla Titanlar tarafından kolları bacakları koparılmış, 'pişirilmiş ve yenmiştir. Titanların bu davranışı ölümcül oldu, çünkü ünlü ölke nöbetlerinden birine kapılan Zeus eski hizmetkârlarını öldürdü. Apollon tarafından yeniden bir araya getirilen Dionysos’un gövdesi daha sonra, bazı efsanelere göre Delphoi’ye, diğer efsanelere göre Thebai’ye gömüldü, dirildi ya da başka efsanelere göre Zeus tarafından diriltildi; Yunan dini her mit için sayısız farklı yorum içerir.

Akla hemen Titanların, tanrı olarak dirilen ezeli kahramanı katle­den iblislerin bir çeşitlemesi olup olmadıkları sorusu gelir. Tıpkı Gökyüzü’nden Cehennem’e atılmış bizim Lucifer’imiz ve boynuzlu ta­kipçilerinden oluşan birliği gibi onlar da kafese kapatılmadan önce

236

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

Olympos’tan aşağı atılmışlardır. Theos’ıın teta’sından Zeus’un zeta’sına fonetik, ardından semantik kayma kolaydır ve kötü hizmetçilerini "şeytana” havale eden bu tanrı-kral, Hıristiyanların Tanrı’sını dehşetli bir şekilde çağrıştırmaktadır; ki, o da, kötü meleklerini cehennemin derinliklerine göndermiştir. Fakat öncelikle, Titanlar korkunç yam­yamlıklarının sonucunda mitolojinin belleğinde bir daha görülemeye­ceklerdir: Küllleri insanlığı yaratmaktan başka bir işe yaramayacak­tır. Eliade’ın -hiç kuşkusuz biraz fazla kesinlikle ileri sürdüğü gibi— Dionysos’un katliamı mitinin dine giriş törenlerinin senaryolarını kopya ediyor olması pek olasıdır; bu senaryolar, gerçekten de, pişir­meden ve kol bacak koparılmasından geçerler.

IÖ VII. yüzyılda Trakya’dan ya da Sabazios adıyla anıldığı Frigya’dan gelen Dionysos’un adı Mykene metinlerinde önceden geçiyor­du, fakat bazıları ön-Mİnos döneminden itibaren, yani III. bin yıldan önce Dionysos’a tapınıldığım ileri sürer; doğumu cilalı taş çağma denk düşer. Başkaları da onun Mısırlı Osiris’in değişik bir biçimi ol­duğunu iddia ederler, yazgısı gerçekten de onunkine çok benzer, çün­kü o da yeniden doğuş tanrısıdır ve onun gövdesi' de parçalanmıştır. Belki hatırlamak gerekir ki, Babilli Dumuzi gibi yeniden doğuş sim­gesi olan başka uygarlıkların başka tanrıları da cinayetlerin kurbanıy­dı ve onlara da muzaffer dirilişler vaat edilmişti.

Yunan sanatında ortaya çıktığı haliyle Dionysos sevimli bir tanrı­dır, gençliğinden itibaren toramandır, sürekli gülümser; daha ilerde görülecektir, Orpheus’u Mainadlara katlettiren öfkesinden dolayı an­cak eleştirilebilir. Onun da canavarca ölümü kem göze, Hera’nm photonos’una atfedilir; Hera cehennemi bir tanrıçayı temsil etmekten uzaktır,, çünkü eşi Zeus’un yanında Olympos’ta ikamet eder. Yunanlılar önemli bir bayramı Dionysos’a adadıklarından onu her du­rumda severler; bazı bölgelerde yıllık, Girit gibi bazı bölgelerde altı ayda bir düzenlenen Dionysos törenlerinde tanrı aşkı, yer yer vahşili-

237

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ğe başvurarak canlandırılıyordu. Örneğin Girit’te bir boğanın kol ve bacakları koparılıyor, törene katılanlar dişleri arasında kanlı bir par­ça taşıyorlardı.

Eski zamanlarda, kuşkusuz VII. yüzyıla doğru, bu dinsel törenleri kutlayanların, Mainadlar ya da “delilef’in, insanların kol ve bacakla­rını parçaladıkları (sparagmos) ve çiğ yedikleri (omophagie) ileri sürü­lür. En azından Bakkhalar’da Aiskhylos’un belirttiği budur. Bu müm­kündür, çünkü Yunanlılar insan kurban etmekten iğrenmezler ve Dionysos tapınmasını getirmiş olan Trakya ve Frigya toplulukları, ger­çekten de, benzer vahşilikler gösterebiliyordu. Her durumda, 1Ö V. ya da IV. yüzyıldan itibaren insan öldüren bu tür coşku kaybolmuş gibidir. Ve haklı bir nedenle: Doğa güçleriyle mistisizme varan bir kaynaşmanın doğrudan ifadesi olan Dionysos törenleri kefaret tören­leri değildir; Kötülüğü kovmazlar, yaşamı; ölülerle, yaşayanlarla, ge­lecek kuşaklarla metafizik birliği kutlarlar. Bu nedenle burada din po­lis çerçevesini geniş ölçüde aşar.

Fakat, belirtmek gerekir ki, Antik Çağ’dan itibaren, geçici, “deli­lik,” Dionysos gösterilerinin “korybantlığı” birçok kişinin keyfini kaçırır. Herodotos ve Demosthenes bunlarla alay ederler. Bu hareket­lilikler ve bu taşkınlıklar onlara iyi niyetle ortaya. çıkmış gibi gel­mez. Bu işte Şeytan’ın parmağını görecek kadar ileri gitmemişlerse bu, özellikle Şeytan’ı tanımadıkları içindir.

Dinsel gösterilerin ikinci türü Eleusis’te Demeter adına yapılan mysterionlardır. Bunlar aslında Atina ve Megare arasındaki Eleusis’te kutlanan tarım festivalleridir; tanrıça Demeter ve kızı Kore’nin ikili koruması altındaki ekin, tohum atma ve hasat kutlanır. Gerçekten de, mite göre, cehennem tanrısı Pluton kadın aramaktadır ve Kore’yi ka­çırır. Kızını arayan Demeter Eleusis’e gelir; bereket tanrıçası olmasına rağmen atılmış tohumu yeşertmeyi reddeder. Plüton’a rehi­neyi serbest bırakması emredilir ve Kore yeryüzüne yeniden çıkar,

238

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

böylece Demeter tohumu yeşertir ve aynı vesileyle, Yunancada “zen­ginlik” anlamına gelen oğlu Plutos’u doğurur. Bununla birlikte Kore, yeraltı dünyasında ölüm ve doğum simgesi olan bir nar yediğinden yeryüzünde kesin olarak kalamaz ve bir anlaşma yolu bulunur: Buna göre Kore, yılın üçte birinde eşinin yanında geri kalan sürede annesi­nin yanında kalacaktır. Böylece tatmin olan Demeter, Eleusis mysterİonlarını başlatır.

Plüton’u bizim Seylan’ımızla ya da onun habercilerinden biriyle özdeşleştirmeye yönelik tüm çabalar boşunadır, çünkü bu Tanrı ezeli bir ölümü değil, geçici bir ölümü temsil etmektedir. -Eleusis mysterionları hakkında Sophokles, “Bu dinsel gösterileri seyrettikten sonra Hades’in yanma gidecek olanlar üç kez mutludurlar: Sadece on­lar orada yaşayabilirler; diğerleri için her şey ıstırap olacaktır,” diye yazar. Doğanın karşıt güçleri arasındaki yukarda belirtilen birliğe ka­tılım sanki törene katliam ezeli ve mutlu yaşamın sırrına vakıf biri yapar.

Üçüncü grubu oluşturan Orpheus dinsel gösterileri öncekileri güçlü bir şekilde çağrıştırır, çünkü Mainadlar tarafından Orpheus’un kollan ve bacakları koparılmıştır, bazı yorumlara göre bu Dionysos’un emriyle olmuştur. Sevimli Dionysos’un bu şaşırtıcı gaddarlığı başka durumlardaki Apollon’un gaddarlığını çağrıştırır, çünkü bu sı­radan bir kıskançlık sonucudur; Müzisyen kahraman, Dionysos’u yü­celtmek yerine Apollon’u yüceltmekte ısrar edince şarap tanrısı da onu katlettirir. SicilyalI Diodoros’tan23 nakleden Eliade, Orpheus’un Dionysos adına düzenlenen dinsel gösterilerde reform yapan biri ol­duğunu söyler. “Reform yapan” belki aşırı bir sözcüktür, çünkü Orp­heus dinsel ayinleri Eleusis’tekileri de çağrıştırır, çünkü onlar da ce­henneme bir ziyareti ve ölüler arasından birinin, bir yılan ısırığıyla

23Mircea Eliade, Histoire des croyances et des idees religieuses, 1. De l’âge de pierre auxMyst&res d’Eleusis, Bibliotheque historique Payot, 3 cih, 1976.

239

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ölmüş burydike’in kurtarılmasını içerir.

Yunan mitlerinin değişkelerini, kesiştikleri noktaları ve kökenleri­ni çözümleme çabalarının ucu bucağı yoktur. Bu arada, özellikle Orp­heus dinsel gösterilerinin Hıristiyanlık Öncesi nitelikleri ve Doğu kö­keni göz önüne alındığında, Orphik ile Helen ve Helenistik kültürle­rin toplamı arasındaki belirgin karşıtlığın akını çizmek gerekir: Orphik ilahiler tensel bir yüceltmeyi taşımaktan uzak olarak, ne et ne şarap tüketilen, cinsel perhiz uygulanan sade bir yaşamı emre­diyordu. Sadece Orphikçi bir disiplin içinde böylesi bir yaşam -Helenik uygarlıkta öncesi olmayan düşünceCennet’te selamete erişmeye ve tersine Dionysosvari bir yaşam sürdürmüş olanlara ayrılmış olan cehennem azabından kurtulmaya olanak tanıyordu. Oysa bu öte dünya ve selamet kaygısı Helenik kültürün bütünüyle tamamen çelişiktir.

Dahası, Orphik İyi ve Kötü karşıtlığı, İlk Günah ilkelerini, deyim yerindeyse, yalnızca tohum halinde taşıyan değil, yeşertmiş ilk Yunan hareketidir. Gerçekten de, Orphik metinlere göre24 insanların kötü yürekli ruhlar olan Titanların küllerinden doğmuş olmaları insanlar­daki kötülük payının kanıtıdır. Fakat yıldırımla öldürülmeden önce, bir tanrının, genç Dionysos’un etini yedikleri için Titanların külleri ve dolayısıyla insanlar da tanrısal öğeler içerirler, insanların ortaya çıkmasından önce dünya mükemmeldi. Dünyanın dengesinin bozul­ması Titanların hatasıdır. Bundan böyle, her İnsanın kendi selametine kavuşmak için tanrısallık payım yeniden bulması gerekir. Bu, Hıristi­yan eskatolojisinin habercisidir. Kuşkusuz henüz Şeytan yoktur, fakat dekor şimdiden kurulmuştur ve Şeytan’m yapacağı, tek şey ortaya çık­maktır.

Encyclopaedia Universalis haklı olarak şöyle yazar: “Orfeizm esas olarak, 10 VI. yüzyılda Yunan’da ortaya çıkmış dinsel bir protesto ha-

24“Çoktanncıhk,’’ Encydopaedia Britannica.

240

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

reke tidir..." ve "... Orphikçi mistisizm ... Yunan sitesinin resmi dini­nin sistematik olarak sorgulanmasıdır.” Dolayısıyla Orphikçi gösteri­lerin, birçok öğesini miras alan özellikle Pythagorasçı başka dinsel gösteriler aracılığıyla Platon üzerindeki etkisi (Platonun bazı Orphikçilere yönelttiği iğnelemelere rağmen) bir yana Yunan’da pek başarı kazanamaması şaşırtmaz.

Demek ki Orphik Yunan değildir ve 1962’ye kadar, Orphik dinin gecikmiş bir yapı olmasından pek az kuşku duyuldu; fakat, o yıl, IÖ V. yüzyıl sonuna varan metinler bulundu; hiç kuşku yoktu, bu, pek erkenden Yunan’da yerleşmeyi denemiş olan eski bir mitolojik gele­nekti, fakat gerçekte başarılı olamamıştı. Diodoros tarafından, “Dionysos peygamberi” ve “bütün giriş törenlerinin kurucusu”25 olarak nitelenen Orpheus sadece Dionysos’un yükselişinin çağdaşı değil, da­ha da ötesi ondan öncedir. Bu eskilik şaşırtabilir, çünkü Yunan’da tan­rılar karşısında -Hesiodos’un sövgüsüne göre bu “şimdiki zaman yi­yicileri” karşısındainsan tavrının birliği ve bütünlüğü çok erken oluştu. Yunan dininin kurucu büyüklerinden biri olarak kabul edilebi­lecek olan Hesiodos, gerçekten de, VIII. ve VII. yüzyılın zirvesinde yaşadı ve onun Theogonia'sı ile en geç Helenistik düşünürler arasında neredeyse düz bir ilişki görülür. Hesiodos’a göre, dünyanın başlangı­cında kaos vardı ve ancak çetin mücadelelerden sonra Zeus hüküm­ranlığını dayatabilmiştir. Buna karşılık Orpheus’a göre, ilk tanrı olan Eros’un, yani karşıt-kaos’un doğduğu Yumurta en baştan itibaren var­dı. Birincilere göre düzen, kaosun beklenmedik olaylarından sonra düzenlendi, İkincilere göre baştan itibaren vardı. Orphikçilerin Hesiodos’u ve Helen dinsel düşüncesinin egemen akımını bilmedikleri düşünülemez. Ve karşı çıkış içinde yaşamamış olsalar da, en azından, bir tecrit içinde yaşadıkları sonucu çıkabilir.

25Eliade, a.g.e.

241

ŞEYTANIN GENEL TARÎHl

Yunanlıların Orphikçilere baskı yaptığı ve sadece sınırlı bir or­tamda yaşamalarına izin verdiğini düşünmek çekici gelir. Ortaya çık­tığı haliyle Orphikçilik Yunanlıları kuşkulandırıyordu, çünkü insan ile tanrı arasında aracı olan rahibi, Dumezil’in önerdiği üçlemenin kral, rahip, savaşçıtepesine yerleştirerek site’nin özünü oluşturan demokrasinin ölüm fermanım imzalıyordu. Bu, kısa sürede bir Kutsal Ittifak’a ve her durumda, kralla rahip arasında bir kaynaşmaya ya da Mısır’da uygulandığı ve İmparatorluk Roması’nda olduğu gibi kralın kutsallaştırılmasına varabilirdi.

Böylece, kızgın Dionysos’un, Orpheus’u Mainadların öfkesine terk etmesi daha iyi anlaşılır. Orpheus mitinin bu yanı, hiç kuşkusuz, Orphikçiliğin yerleşmesinden sonradır ve dillerden düşmeyen kahra­mana karşı Yunanlıların nefretini açıklar. Orphikçilik nereden gelir, Orpheus nereden gelmiştir? Bilinmemektedir. Arkeoloji sonsuza dek tamamlanmadan kalacak bir kitaptır ve II. ve I' bin yılın Hint-Avrupa topluluklarının akınları kısmen bilinmektedir. Şurası kesin ki, perhizci, etyemez, bu sade Trakya tanrısı ne vatandaşı Dionysos’a ne de başka herhangi bir tanrıya benzer. Bir İskit de değildir, Frigyalı da değildir, karakteri kaçınılmaz olarak İran’ı hatırlatır. Eğer İran’dan gelmişse, bu, Orta Asya, Yakın ve Ortadoğu topluluklarını IÖ XV. ve VIII. yüzyıllar arasında yerlerinden eden büyük göçler sırasında ol­muştur. Belki bir gün İran’da ya da Afganistan’da elinde lir olan bir tanrının portresi bulunur ve o zaman kesin olarak söylenebilir: Bu dönemde, burada doğdu. O zamana kadar, Şeytan’ı Olympos’a dahil etmek ve bu sahte canavarı Hymettos Dağı yamaçlarında bırakmak gerektiği saptanabilir ancak. Hint-Avrupahlara ve Dogu’ya bu kadar yakın, mitlerle bu kadar dolu Yunan, Yabancfyı kıl payı kaçırmıştır.

Dikkate değer bir olay kalır geriye: Şeytan’ı sınırların dışında tu­tan Helen ve ardından Helenistik demokrasi oldu. Çünkü Düşmüş Melek, özünde, totaliter güçlerin mantıksal bir kurnazlığından başka

242

YUNAN YA DA DEMOKRASİ

bir şey değildir. Yunan din adamı, İyilik ile Kötülük’ü birbirinden ayırmanın uluslarötesi hakkını asla kendine mal etmedi. Yunan, tanrı­larını ve onun yansısı olanları kendinin icat ettiğini asla unutmadı. Demek istediğim şu: Yunanlılar asla köle olmadı.

Paradoks gözler önüne sermekten kaçamayacağım kadar güzeldir: Tragedyayı, bu kölelik anlatısını keşfetmiş olan uygarlık, dramla, yazgıya karşı isyanların anlatısıyla, zafer kazandı.

ROMA

YA DA ŞEYTANIN YASAKLANMASI

Roma’nm sonraki yüzyıllardaki etkisi üzerine Roma dininin kökenleri üzerine Roma dininin başlangıcından itibaren yozlaşmış olduğunu ve Hıristiyanlığa özlem duyduğunu kanıtlamak için tarihçilerin giriştikleri boş çabalar üzerine Bu tarihçilerin yalanları üzerine Romalıların de­rin dindarlıkları üzerine ve Kötülüğe ancak önemsiz ya da gülünç tanrılar atfetmiş olmaları olgusu üzerine Religio’nun esas anlamı üzerine Bu dinin ihmal edilen anahtarı üzerine ya da' tanrılarla bireysel olarak ilişki kurmanın yasak­lanması demek olan superstitio üzerine Bu yasa­ğın Roma yurttaşlık erdemlerini, özgürlüğün ve haysiyetin anlamını ve Şeytan’m yasaklanmasını açıklaması üzerine Demokrasilere model ola­rak hizmet etmeye devam eden bir imparator­lukta Şeytan’m yokluğundan çıkarılan dersler üzerine.

Yasaların anası Romanın ayırıcı özelliği, günümüze kadar varlığı­nı sürdüren dünya çapındaki gücü ve nüfuzu, tarihsel yazgısına, para­doksal olarak, şans getirmemiştir. Yüzyıllar boyunca ve özellikle Rö­nesans’tan bu yana, Roma’ya gönderme yapmayan pek az zorba ve ide­olog vardır; bunların her biri nalıncı keseri gibi hep kendine yont­muş ya da imparatorluk kırmızısını çekip almış ve Roma’nın sahte bir imgesini sunmuştur. Romalı gibi poz veren XIV. Louis ve Napolyon’clan Mussolini ve Hitler’e, Yeni Roma’ların yaratıcıları olarak kendilerini tanımlayan sayısız küçük zorbadan söz etmesek bile, liste uzundur. Versailles, sonuçta, dev bir Roma villasından başka bir şey değildir, tıpkı Berlin’deki Wilhelm Almanyası’nm resmi binalarının, Washingtondaki Capitol ve Beyaz Saray’ın büyük Roma binalarının ruhsuz kopyalarından başka bir şey olmaması gibi. İngiltere, kendi gençliğine “Roma tarzı bir eğitim” verdiğini sanmıştır ve en ünlü otomobilinin önüne klasik Roma alınlığını kopya etmiştir. Hıristi­yanlığa geçen Bizans imparatorları, tektanrıcıhğın ve bireysel ibade­tin Roma ruhunun en açık inkârı olduğunu bilmiyormuş gibi “Augus­tus” [yüce, ulu] sıfatıyla övünmeye devam etmişlerdir. Roma, öncele­ri, tek bir politik ilkenin hüküm sürdüğü tüccar bir ulustu. “Ruhu” olmadığına üzülündü, özellikle Hıristiyan, faşist, nazi -bu tür şeylerdeğil diye üzülündü, bu “ruhlardan biri ona vermek için yarışıldı. Gerçekten de ne Tanrı’sı --özellikle tek ve aşkın bir tanrı— vardı, ne de Şeytan’ı, yani Cehennemi Şeytan Roma’yı Şeytan’sız nasıl tahay­yül edebilir?

Bunun üzerine, Roma dininin kökenleri üzerine eğilen çok sayıda

246

ROMA

bilgili kişinin ahuları kırıştı.1 Herkes sorun üzerine kendi bakış açı­sını dayatmak istedi ve hâlâ istiyor ve çoğu, Roma dininin, kısacası, Romalı olmadığını kanıtlamayı denedi: Neredeyse Romulus tarafın­dan kuruluşundan itibaren Hıristiyanlığa hazırlanıyordu. Seçkin uz­manlar, böylece, Romalıların “bu serpilmiş, kendi yataklarına uzan­mış ve sıradan yurttaşlar tarzında bir yemeğe katılır havasındaki Yu­nan-Roma tanrı ve tanrıçalarının zavallı görüntülerine” saygı göstere­bileceklerini kabul etmediler.2 Kimi zaman grotesk sınırlara kadar va­ran bu revizyonizm Roma’yı “kutsallaştırma” açık niyeti tarafından dayatıldı: Britanya İmparatorluğu’nun, ardından, XX. yüzyıl ortaları­na kadar rağbette olan her türden emperyalizmin dayandığı model Roma’dır. Roma’yı okullarda öğretmek gerekti, fakat zındıkların inat­çılığı olan çoktanrıcılığın, azgelişmiş zihinler, barbarlar, putperestler yarattığı tekrarlandığına göre, Roma’nm çoktanrıcılığı nasıl aklana­caktı? Bunun üzerine Suetone’dan ve Tacitus’tan daha ileri gidilerek birbiriyle yarışırcasına Hıristiyanlara eziyet eden imparator figürle­rine gölge düşürüldü; böylece kaçıklarla aptal ve kanlı ahlaksızların geniş derlemesi yapıldı; tanrıya şükür, kuşkusuz bunlar “hakiki” Roma’yı, Vergilius’un, Cicero’nun ve Marcus Aurelius’un Roması’nı tem­sil etmiyorlardı. Örneğin Tacitus’un boş yere kötü yürekli olduğunu ve romanesk uydurmaların tersine, o anda elli kilometre uzakta bulu­nan Neron’un Roma’yı yakmadığını, ezeli şehrin külleri üzerinde ne lir ne de keman çaldığını ve hatta başka şeylerle birlikte kendi güzel sarayını da kaybettiği bir yangına üzüldüğünü ortaya koymak için bu

Pierre Boyance’nin önemli eseri Etudes sur la religion romcıine’in [Roma Dini Üzerine İncelemeler] (Ecole française de Rome, 1972) ilk sayfalarından’ iti­baren bunun bir yansısı bulunacaktır. Bilginler kendi inançlanndan uzaklaşanlara ya da çalışmalanna yeterince saygı göstermeyenlere karşı pek yumu­şak değillerdir.

Bu kolay .kolay inanmayan kızgınlığın pek hoş ifadesi, bu yüzyıl başındaki İngiliz tarihçi W. Warde Fowlefa aittir ve aktaran Boyance’dir.

247

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

yüzyılın sonunu beklemek gerekti. Daha kötüsü: Bu “isterik şarlatan”ın, kısacası Şeytan’ın bu destekçisinin, aslında Seneca tarafından eğitildiğini, Augustine Tapmağı’nın kütüphanesini yeniden yaptırdığı­nı, edebiyat ve güzel sanatları önemli ölçüde desteklediğini kanıtla­mak için daha beklemek gerekti? Yine güçlükle yapılan başka düzelt­meler bunları izledi.

Kısaca durum, böyle. Tarihçiler Roma tanrılarını, Yahudi-Hıristiyanlığa şaşırtıcı derecede benzeyen, XX. yüzyılda Melanezya etnograf­yasından ödünç alınan ve kutsal bir duyguyu ifade eden manu’da özet­lenen mistik bir tanrısallık kavrayışıyla donatmak için çaba gösterdi­ler.4

Bu arada, Roma dininin çok uzaklardan, Romalıların o dönemde bilmedikleri bir bölgeden ödünç alman bir sözcükle ya da daha kötü­sü, bir kavramla -dahası, sözel ifadeye hakim olan Romalıların eşde­ğerini asla formüle' etmedikleri bir sözcükleaçıklanması gerektiği­nin (densizlik demesek de) garipliğini kimse ortaya koymadı. Bu tıp­kı, Budacılığı mayasız ekmeğin İsa peygamberin etine ve kanına dö­nüşmesiyle açıklamak gibidir. O halde, mana’yı bir yana bırakalım. Peki ya numen? Bu sözcük en azından bir Roma sözcüğüdür, Vergili­us’un Aeneis’inde geçer ve ortak kabul gören bir tanımı olmasa da, “kutsal varoluş” anlamına geldiğini ileri sürebilirim. Anlaşılacağı gi-

“Neron’un kişiliği geleneksel tarihin sandığı, romanın ve televizyon ekranının popülerleşrirdiği en cılkı çıkmış klişelerin öne sürdüğü kadar basit değildir. Neron, Cehennem’in püskürttüğü bir canavar olarak verilmiştir ve Roma’nın küçük insanları tarafından ona hayranlık duyulmuştur. Histerik bir palyaço olarak, başında tacı olan sıradan bir soytarı olarak gösterilmiştir, bu flamenko tavrının altındaki niyetin ne olduğu anlaşılmadığı gibi, Nerop’a duyulan hayranlığın, Senato için her zaman güven verici olmasa da, genellikle ileri gö­rüşlü olma olgusu dikkate alınmamıştır.” Lucien Jerphagnon, Vivre et phiiosophersous les Cesars, Edouard Privat, Toulouse, 1980.

4 H. Wagenwoort, Roman Dynamism Studies in Ancient Roman Thought, Language and Cıısiom, Blackwell, Oxford, 1947.

248

ROMA

bi varsayım tamamen akla yatkındır: İnsanda, başlangıçtan itibaren, doğaüstü duygusu vardır. Bilindiği gibi, başlangıçtan itibaren Roma­lıların büyük bir pratik duyulan vardı ve tanrılarına meslek adı veri­yorlardı, yani onları görevli yapıyorlardı: Birinci ekin tanrısının adı Vervactor’du, ikincisininki Reparator, tapan geçme tanrısının adı İmporcitor’du, tohumlama tanrısmınki İnsitor’du ve böyle devam edi­yordu. Yüzeysel bir saygısızlıktan dolayı bu tanrılar beni bağışlasın­lar: Romalıların onlara hasat zamanı sundukları kurbanlar, bu yüzyı­lın baş ma kadar mevsimlik işçilere verilen (ve günümüzde bağ bozu­muna giden gönüllü öğrencilere hâlâ verilen) aylıklara benziyordu.

Hemen söylemeliyim kİ, Roma’da benden Önce de şeytan arandı. Bulunamadı. Nedeni basittir: Bir şey ters gittiğinde bunun nedeni, Obarator ya'da'Occator ve başkalarının memnuniyetsiz olmaları ve intikam almalarıydı.

Fakat bu yararcı tanrılar nereden kaynaklanıyordu? İtalya’ya kim­ler, ne zaman geldiler? Bu insanların bir dini var mıydı? Oysa evet, İtalya’ya Roma’dan çok önce yerleşildi ve Romalılar 1Ö I. bin yılın İtalyanlarının soyundan geliyorlardı: Bu dönemden itibaren, büyük bir kültür homojenliği ortaya çıkar. İki temel kültür vardır, ölülerin gömüldüğü Çukur Mezarlar kültürü ve daha önce de gördüğümüz ölülerin yakıldığı Ölü Yakma kültürü. Birincisi Villanova, Adriyatik, Apulia ve Siculi kültürlerini bir araya getirir; İkincisi ise Golasecca, Atestine ve Latial kültürlerini. Dinleri hakkında az şey, pek az şey bi­linmektedir. îki grubun ölüleriyle farklı ilişkiler sürdürdükleri sonu­cu, haklı'olarak, çıkarılabilir.'5

Yine bilmekteyiz ki, savaş alanından kaçan Troyah Aeneas, babası-

3 Gömme ile yakma arasındaki kültürel ve etnolojik farklılıklar bu kitabı aşar. Okuru yoksun bırakmamak için, kesin olmamakla birlikte, ölülerini gömen­lerin “yeniden çıkmasını" umduklarını, yakanlannsa cesedin dehşetini ateşle temizleyerek kovduklannı söyleyebiliriz.

ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ

nı Sicilya’da kaybettikten ve Kartaca kraliçesi Dido’nun cilvelerine esir düştükten sonra Tiber Nehrİ’nin döküldüğü ağza vardığında (“latin” sözcüğünün türediği) Latium, kralı tarafından kabul edildi; kral, kızı Lavinia’yı ona verdi. Aeneas’ın kurduğu şehrin adı olan Lavinium buradan gelir. Dolayısıyla, IÖ XIII. yüzyıl İtalya’sında -bu tarih, Aeneas’ın gelişine ilişkin Herodotos’un verdiği tarihtiren azından bir uygarlık vardı. Bu uygarlığın, yani Latium’un,' kendi dini vardı ve yukarda belirtilen tanrılar kısmen ondan türerler. “Kısmen” terimi bir başka İtalya halkının, Samnitlere akraba olan Şahinlerin de Roma’nın kuruluşuna katılmış olması ve kendi tanrılarından bazılarım Roma dinine dahil etmesiyle doğrulanır.

Latinlerin ve Şahinlerin kökeni kesinlikle Hint-Avrupalıdır, çünkü İtalya’daki diğer dillerin büyük bölümü, Falisci, Osk-Umbria, Venetce. Doğu Italyancası, sonra Po Ovası’nda, Lombardİa’da, Piemonte’de, Liguria’da ve Emilia’nın bir bölümünde konuşulan Kelt dili, Apulia’da konuşulan Messapia dili ve çizmenin ucunun ve Sicilya’nın kıyı böl­gelerinde konuşulan Yunanca Hint-Avrupa dil ailesine dahildi.1

Latinlerin ve Şahinlerin dinleri de Hint-Avrupa kökenliydi; yani en azından Aeneas geldiğinde çoktannlıydılar. Latinlerin ve Şahinle­rin özdeşleştikleri büyük doğa güçleri ve insan faaliyetleri için -gü­neş, gökyüzü, yıldızlar, şimşek, bereket ve hasat, sonra savaş, sanat­lar, ticaret, aşk, vsTanrıları vardı. Roma’nın oluşumunda Hint-îran panteonunun etkisi belki abartıldı; benim işim bu değil.7 Birçok baş-

6  T. Corneli ve J. Matlhews, Atlas du nıoııde ramam, Edition du Fanal, Amsterdam, 1986.

7  Georges Dumezil’in öncüllerinden ve rakiplerinden alıntı yapan P. Boyance, “Etimolojilerin sistematik kullanımı, doğalcı hipotez üzerinde kurulu mitle­rin çözümlenmesi ... hayal kırıcı sonuçlara varmıştır,” diye yazar. Fakat bir anlamda asıl kaynaklan bulmak için Dumezil’in ne pahasına olursa olsun sürdürdüğü çabalar pek de inandırıcı olmamıştır: “Georges Dumezil’in Festin d’immorlalitf. (1924) ya da ProbRıııe des ceııtnures (1927) adlı yapıtlarındaki ilk araştırmalan artık kendisi tarafından bile geçerli görülmemektedir,” diye

250

ROMA

ka dîn gibi, eski İtalya’dan türeyen ve yerel dinleri birleştiren Roma dininde de bir Gökyüzü tanrısı vardı; önce şimşek ona bağlandı (daha sonra, verilmiş sözün koruyucusu yapıldı) ve bu, dünya işlerine pek karışmadan dünyaya hakim olan Jüpiter’di. Başka tanrılar da pante­onuna katıldılar, Mars, Quirinus8, Ceres, Herkül, Bacchus, Venüs;..

yazar Boyance. Dumezil kişiliğinde bir bilgine duyulan bütün saygıyla birlik­te, Les dieux souveraines âes Indo-Europeens (Gallimard, 1977) kitabının “Jü­piter ve çevresi” bölümünde sergilediği şekliyle Roma mitolojisi üzerine kimi tezleri bazı ayrıntılar getiriyor gibidir. Örneğin Roma mitolojisinin iki kişiliği­ni, Romulus ve Numa’yı Hint-Avrupa tannlan olan Varuna ve Mİtra çerçevesi­ne dahil etmek rastlantısaldır. Yapısalcılık, kimi zaman, en. ünlü tarihçileri za­man ve mekân gibi basit etkenleri ihmal etmeye sürükledi. Hint-AvrupalIlar İtalya’ya birkaç yılda gelmediler, ve İtalya ne İran’dır ne Hint. Tannlar zaman ve mekân içinde değişirler; tıpkı Meseller Kitabı’ndan Enoş Kitabı’na kadar Şeytan’m da rol değiştirmesi gibi. Romulus, kökeninde Varuna’dan daha ger­çek bir kişi olmalıdır; ve ne kadar efsanevi olsa da Roma’nm ikinci kralı Numa’nm uydurulduğunu herhangi bir biçimde belirten hiçbir ipucu yok­tur: o, Titus Tatius’un kızıyla evli bir Sabin idi, Titus Tatius da bir yıllık fetret devrinin sonunda kral seçilmişti ve yaptığı işler arasında Jüpiter, Mars ve Qui­rinus rahiplerini yaratmak da vardı. 181 yılında Janİculum’da bulunan mezarı tarihsel bir kişilik olduğunu doğrular. Günümüzde, açıktır ki, büyük bilinçliliği içerisinde Dumezil Hint-Avrupahlan bazılarının yanlış olarak açığa çıkardıklarını sandıklan homojen bir varlık yapmaya çalışmamaktadır; bu, verimli gruplaşmalar gerçekleştirmeyi sağlamış bir çalışma hipotezidir.

Özel bir tartışmaya girmeden Jüpiter, Mars, Quirinius üçlemesinin Hint-Avrupa’daki büyücü-rahip, savaşçı, çiftçi üçlüsünün taklidi olduğu şeklindeki Dumözil’in hipotezini burada hatırlatmam gerekir. Fakat, öncelikle belirtil­meli ki, bu üçleme Roma dininde asla kutsanmamıştır. Dahası, Quirinius La­tin tannlan olan Jüpiter ve Mars’a Sabin olduğu için benzeyebilir ve Romalı­lar bu halkla sıkı ilişkiler sürdürüyorlardı (Numa’nm bu tannyla özdeşleştiril­me yanılgısı buradan kaynaklanır). O, özel olarak, Quirinale Tepesi’ne yerleş­miş Şahinlerin tannsıydı (Manfred Lurker, Lexikon der Götter ıınd Dâınonen, Alfred Kramer Verlag, Stuttgart, 1984). Boyance’nin ileri sürdüğü gibi rolü belirsiz, hatta bulanık gibidir: Asla üretici bir tann değildir, fakat saldırgan ol­maktan çok savunan bir başka savaş tanrısıdır, ve “cılız" karakteri zaten yok olmasına ve Romulus’la özdeşleştirilmesine yol açmıştır; bu da Numa’yla öz­deşleştirilmesi kadar yanlıştır. Nihayet, Roma’nm en kutsal tapmağında bulu­nan üç tanrı Jüpiter, eşi Junon ve kızı Minerva’dır ve bu da Hint-Avrupa üç­lemesini yeniden oluşturuyor gibi görünmemektedir.

251

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Ne var ki. İtalya’nın bir özelliği vardır; eğilimin yöneldiği gibi, Avrupa’nın.diğer Akdenizli halklarıyla, yani Yunan’dan başlayan ve Hint-Avrupalılarla son bulan halklarla çok sıkı bir özdeşleşmeyi en­geller. Gerçekten de, Yunanlılara göre9 Aeneas’ın soyundan gelen efsa­nevi kahramanlar Romulus ve Re mus’un Roma’yı 1Ö 753-749 arasın­da kurduğu dönemde kuruluşun üçüncü büyük katılımcısı olan ve ilk bakışta Hint-Avrupalı olmayan bir halk vardır? Etrüskler.. "İlk bakış­ta” diyorum, çünkü eskiden onların Hint-Avrupalı olmadıkları varsa­yılmıştı' gerçekten de dilleri Hint-Avrupa dili değildi.

' Etrüskler nereden geliyorlardı? Herodotos Etrüskierin Doğu Ana­dolu’daki Lidya kökenli olduklarını, II. bin yıl sonu, ile I. bin yıl başı arasında İtalya’ya göç etmiş olduklarını söyler.10 O halde Hint-Avrupa kökenlidirler," fakat dilleri yüzyıllar boyunca farklı türde evrimleşmiş olmalıdır. Çarpıcı, ayrıntı, Troyalı ve dolayısıyla coğrafi olarak Lidyahlara yakın bir halk olan Frigyah Aeneas’ın Etrüskierin “kuze­ni” olmasıdır. Bu .demektir ki, İtalya’nın ve ilk Roma topluluğunun önemli bir bölümü I. bin yılda Türkiye’den gelmişti. Çünkü, Etrüsk-

9 10 II. yüzyıla doğru Romalıların tarihsel edebiyatları yoktu. Yunan efsanesi Romulus ile Remus’un, Aeneas’ın, 1Û XII. yüzyıla doğru Latium’a sığındığın­da -Lavinium şehrini de kurmuşturkurduğu Alba hanedanının uzaktan akrabalan olduğunu ileri sürer. “Alba” sıfatı kaynağını Aeneas’ın oğlu Askanios’un Alba Longa şehrini kumlasından alır. Arkeoloji bunu kısmen doğrular; gerçekten de Lavinium’da ve Alba tepelerinde ilkel yerleşim yerlerinin en eski kalıntıları keşfedilmiştir. Corneli ve Matthews, Adaş du monde Romain.

101Ö I. yüzyılda Roma’da yaşayan Yunan Halikarnassoslu Dionysios Etrüskierin İtalya’nın yerlileri olduğunu ileri sürdü. Bu hipotez genel kabul görmedi, çünkü Herodotos’unkini kabul etmek için çok fazla neden vardır. Örneğin Vico Gölü yakınlarında kayaların İçine oyulmuş Etrüsk mezarlan ile Türki­ye’deki Lidya ve Likya mezarları arasında çarpıcı benzerlikler vardır; tıpkı Et­rüsk dini ve soy zincir tarzı ile Lidyalılannki arasındaki diğer benzerlikler gibi.

UColin Renfrew’un Archaeology Language The Puzzle of Indo-European Origins, Cambridge University Press, New York, 1987’de, onu reddetmeden ha­tırlattığı hipotez en azından budur.

252

ROMA

ler Latinlerle birlikte Roma metropolünün kur uçuşudurlar.12

Şeytan’m kökenlerini araştıran bir çalışmada ilginç olan şey, Et' rüsklerin, İtalya’nın diğer sakinleri gibi, Zerdüşt reformundan çok önce Hint-Avrupa odağını terk etmiş olmalarıdır. Yani, Vedacı pante­onun Tanrı-Şeytan kutuplaşmasından kurtulmuşlardı. Aslında Etrüsk ve Roma dininde şeytanın gölgesine rastlanmaz. IÖ VI. yüzyıldan iti­baren İtalya, yaşlı Cato denen Savonarole’u pek kızdıran Yunan etkisi­ne -'yayılmasına” demek daha doğru olurmaruz kaldığı andan iti­baren şeytana rastlama olasılığı daha da azalır. Daha önce gördüğü­müz gibi Yunan’da Şeytan yoktur. Batılinançlılar için ortalıkta dolaşan ve özellikle engellenmiş âşıkların, kazıklanmış tüccarların, boynuz­lanmış kocaların ve kıskanç komşuların kötü mizaçlarını dile getir­meye yarayan bazı iblisler bulunur yalnızca.

Bunları söylemişken, Yunan’ın Roma üzerindeki etkisinin sanıla­nın ve söylenenin tersine çok daha az derin olduğunu söylememe İzin verin, çünkü Jüpiter’in Zeus’la özdeşleşmesi, eğer buradan başlarsak, tamamen biçimsel, biçimci ve yapaydır, örneğin Zeus Yunan’da veri­len sözün güvencesi asla olmamıştır. Ceres’in Libera mı, Ariane, Ve­nüs ya da Semele mi olduğu hâlâ alabildiğine tartışılmaktadır.13 Ro­ma, Atina’nın bir taklidi değildir.

O dönemde İtalya’daki dinler, Etrüsk, Latin, Sabin ortak bir İtalya dininde iç içe girmişlerdi. Dumezil kuşkusuz hoş bir şekilde, “aydın­lanma çağında Romalıların mitolojisi yoktu ve Halikarnassoslu Dion­ysios, onları büyüden koruyan ve ritüellerini katışıksız ve süssüz bir teolojiye bağlamalarını sağlayan bu hayal gücü sadeliklerini övüyor-

12“Etrüskler” ve “Roma,” Encydopaedia Britannica.

13Bu konuda, Boyance’nin Etudes sur la religion romaine adlı eserindeki “Roma’da Ceres Kültü” makalesini öneririm. Burada, Büyük Tannça’nın bir biçi­mi olan Ceres’in diğer Yunan ya da Latin tanrıçalanyla paylaşabileceği tek kimlik üzerinde yazarlar kadar farklı yorumlar da olduğu gözlenir.

253

ŞEYTANIN GENEL TARİH!

du,” der.’4 Romalılar için, Roma’ya sürgün edilmiş bir Yunanlı olan 1 ve Roma'nın Yunan’ın bir yansısı olduğunu sistematik olarak söyleme i eğiliminde olan Halikarnassoslu Dionysios’un iyi niyeti elbette bir-                 j

çok açıdan kuşku vericidir. Romalıları dinsel geleneklerinin fiili, gö- i

rünür yavanlığı içinde tutmayı dileyip dilemediği sorulabilir!

Çünkü gördüğümüz gibi, başlangıcından itibaren Romalıların       İ

konsül, eyalet yöneticisi, memur, yani görevli olan tanrıları vardır.    ;

Buğday ve bağlar için bir tanrıları, Saturnus; tarlalardaki faaliyet için .?

bir başkası, Ops; şehirlerin ve evlerin kapıları için bir başkası, Janus; gençlik için biri, Juventus; tarlaların sınırlarını korumak için biri,             ?

Terminus; çocuğa dik durmasını öğretmek için biri, Statulinus, vs.     ’ı

vardır. Hatta hırsızlar için de bir tanrıça vardır, Laverna! “Roma pan-            j

teonu dünyevi Roma’yı yansıtır,” diye belirtir Mommsen,15 “titiz bir j

kesinlikle her şeyi yeniden üretmeye çabalar. Devlet, aileler, doğa     j

olayları, ahlaki dünyadaki olaylar, insanlar, mekânlar, nesneler, yasa-           ;

larla ilgili davalar bile Roma tanrıları sisteminde yeniden ortaya çı-   i

karlar... Orada, hem dünyevi hem ideal olan Apollon kültünün mu-    1

zaffer imgelerini, Bacchus Dionysos’un tanrısal sarhoşluklarını, Yer- j

yüzü mitinin kural ve esrarı altında saklanmış derin dogmaları boşuna aramayın...” Dinsel törenler Arvallar ya da Tarlaların On İki Kardeşi gibi birlikler, otuz cıma’nm kutsal ateşini korumakla görevli Ti< tienler gibi yardımlaşma dernekleri, Herkül kültünden sorumlu Potii tienler ve Pinarienler gibi özel olarak belirtilmiş aileler taraftndan * kutlanır.16 Ne ayinleri yönetenler ne de şenlikler. saymakla biter. i Bunlarla karşılaştırılınca Avrupa’daki ulusal geçit törenlerimiz pinti angaryalar sayılır.                                                                                        t

14DumeziI, Les dieux souverains des Indo-Europeens, a.g.e.

JHistoire ronidine, I., Des comnencements de Rome jusqu’aux guerres civiles, Ro­bert Laffonl, 1985.

16 a

A.g.e.

254

ROMA

Kuşkusuz, Romalıların mitlerinde büyük fanteziler yoktur. Eğer inancı, her durumda şiir duygusuna ya da saçmalığa benzetmek gere­kiyorsa, Melanezyahlar bile kendi kozmogonilerinde, mitolojilerinde ve panteonlarında daha fazla esine tanıklık ederler. Fakat, sonuçta, Romalıları ayaklarını yerden kesmedikleri ve doğaüstüne yönelme­dikleri için suçlayabilir miyiz? Çünkü doğaüstü onlar için düzensizlik anlamına geliyordu ve bu da onları korkutuyordu. Yunanlılar dini, demokrasinin garantörü yapmıştı; Romalılar dini, düzenin, ardından da devletin garantörü yaptılar. Ve Yunan da Roma da tuhaflıkları be­nimsemediler ve insanın bir taştan, yılan kuyruklu bir kuştan ya da canavarların kozmik çiftleşmesinden doğduğunu ileri sürmediler. Çok erkenden bir gens dini, klanın, evin, ölülerin dini oldu ve -açık­layıcı bir olgu olaraktemel toplumsal grubun, curia'nın. ve bütün mesleki gruplaşmaların, diğer deyişle collegia’nın dini oldu. Başlan­gıçtan itibaren dinleri işlevseldi, Yunan taşkınlıklarına yabancıydı bu taşkınlıklar zaten Doğu kökenliydiDoğu’nun ve Asya’nın dinleri­nin tinsel fırtınalarına daha da yabancıydı. Bu özellik onların portre­lerini de belirleyecektir: Sanat tarihinde gerçekçiliğin özellikle Roma-                                                                                               |

lı ve öncesi olmayan bir sunuş olduğu söylenebilir.                        ı

Roma dininin anahtarı, oldukça paradoksal bir şekilde, en sık İh-          j

mal edilen ya da -bu konuya değinmeden tamamlananbirçok çalış-           '

ma tarafından belki de gönüllü olarak üstü örtülen noktadır: Bu, tan­rılarla doğrudan ilişki sürdürmeyi ileri sürmenin yasaklanmasıdır; her ihlal Romalıyı superstitio’dan, yani “anarşik dindarlıksan suçlu kılacaktır ve bu zaten, belirttiği terimin ve yanılgının, genellikle bi­linmeyen kökenidir. Sürekli olarak gözleri önünde olsa da, Tanrılar karşısında özgür olan Romalı onlarla kişisel bir ilişki kurmaya kalkışmamalıdır.17 Kehanet, kişisel falcılık ve bilicilik Romalılar tara-                        j

--------------------------- :----                                                             j 17 Roma dininin bu temel yanı Encyclopaedia üniversel lis’in “Roma ve Roma İm-     i

paratorluğu” makalesinin Roma dini üzerine araştırmasının başında yer alır. .   i

255

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

fından din ihlalleri olarak kabul edilir; bu her şeyden önce, koruyucu tanrılarla toplumsal bir sözleşmedir. Falların falcı tarafından yorumu topluluğun özel olarak yönlendirdiği bir faaliyettir. Mısır’da, bir ke­ramet gücü olduğuna inandırılan İmparator Vespasianus bile Roma’ya girdiğinde tavır değiştirir: Burada doğaüstü güçlerin lafı edilmez, Se­nato kaşlarını çatar.

Tanrılara doğrudan başvurunun bu yasaklanması kâğıt üstünde ka­lacak bîr hüküm değildir: Örneğin Seneca, tüm bir kitabım bu konu­ya ayırmıştır: De superstitio. Bu kitapta özellikle bazı Roma ibadetleri­ni eleştirir; bu ibadetlerde özellikle Doğu ibadetlerinden oluşan ve İç Şehir’i istila etmeye başlayan aşırılığı gösterir. Öncelikle törenlerin, yukarda belirtilen gens, curia, collegia ve benzeri topluluklara dağılımı­nı açıklar. Hıristiyan öğretiden geçmiş çağdaş insana bu durum anla­şılmaz gelebilir; fakat tanrısallığa bireysel başvurunun iki tehlike içerdiği anlaşıldığında konu açıklığa kavuşur. Birincisi, koruyucu tanrıların iktidarının, yani bizzat Site’nin ruhunun bir birey tarafın­dan yasadışı bir şekilde çalınmasıdır. Bu, ilahi güçlerin tanrısallığı­nın kendisine verildiğini ileri süren bir insanın Uranlığına olanak tanıyan’bir gedik olur. Bu nedenle doğaüstü ya da olağandışı bir gös­terinin tanığı olan her Roma yurttaşı kendi grubunun dinsel otoritesi­ne -bununla savaşma yeteneğine tek o sahiptirbaşvurur.

İçerdiği ikinci tehlike, topluluğun üstünlüğüne dayanan site yasa­larının çökmesidir. Çünkü, bin insan tanrısal güce sahip olduğunu söylediği anda başkaları da aynı şeyi yapabilir. Bu, yasaların üstünlü­ğüne son verir.

Aynı yasaklama, daha sonra, sadece Roma dininde mistisizmin yokluğunu değil olanaksızlığım da açıklar; bu, çağdaş tarihçileri pek şaşırtmış, sonra da yanıltmıştır. Bu eksiklik bir zayıflık değil, bir görevdir: Çünkü, tanrılarla konuşan ya da tanrıların onunla konuştu­ğu bir insan artık topluluğun bir üyesi değildir. Ve, herkes bilir ki,

256

ROMA

mistisizmden, histeriye değilse de deliliğe ya da ahlak bozukluğuna kolaylıkla kayılır.

Nihayet, aynı yasaklama Şeytan’ın yokluğunu da açıklamaktadır. Mazdacılığın. ve Yahudiliğin Ahriman’a ya da Şeytan’a verdiği kadar kayda değer iktidara sahip olan her güç tanrıdan başka bir şey olamaz ve bir insanın kendi çıkarları için bir tanrıya başvurabilmesi ve site’nin koruyucu tanrılarının uyumuna karşı çıkabilmesi kamu düzeni için tehlikelidir. Roma dinindeki az sayıdaki cinin rollerinin son de­rece sınırlı olmasının nedeni budur; örneğin buğdaydaki pas hastalı­ğına yol açan cin Robigo ve ateş cini Cacus ya da “kötü Jüpiter” Vejo­vis gibi kötü oyunlar oynamaya yatkın ikincil tanrılar (yaşamın her anı için bir tanrı ve tanrıçanın olduğu) geniş Roma panteonunun silik bir parçasını oluştururlar. Roma’da tanrılar özellikle olumludur san­ki. Tanrısallık kavramı yaşamın ve sitenin özüne dahildir. Ve, Capitolium'a göz kulak olan üç tanrının Roma’nın üç temel bileşeninin ko­ruyucuları olmaları rastlantı değildir. Jüpiter yeminin koruyucusu­dur, Junon evlilik tarıçasıdır ve Minerva Romanın koruyucu tanrıça­sıdır.

Romalılar Kötülüğü bilmiyorlar mıydı? Kötülüğün temsilcisi ola­rak sadece “tanrıcıklar” mı atamışlardı? Etik alanda kuşkusuz hayır, fakat dinsel ve metafizik alanda kuşkusuz evet: Her yerde hazır ve na­zır olan, tiksinç ve tehditkâr bir Kötülük kavramının ayrıcalığı Hıris­tiyanlığa ve bundan kaynaklanan varoluş sıkıntısına aittir. Romalıla­rın elbette miyasma, ateş, hastalık tanrıları vardır; fakat bunlar alanın “küçük'parçaları” arasında yer alırlar ve Merkezi bir Şeytan’ın taslağı­nı bile oluşturmazlar. Kötülük bir kültün ihmalinden kaynaklanır: Bu, ilkel tabunun nihai biçimidir. Aynı zamanda da cehalettir: “İyilik nedir? Gerçekliğin bilinmesi. Kötülük nedir? Gerçekliğin bilinmeme-

257

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

si,” diye yazar Seneca.’8 Eğer herhangi bir kötülük ortalığı kırıp geçi­rirse bu tanrıların intikamı yüzündendir. ‘Takat, kalbin aradığı bu es­rarlı ürpertiyi o [Roma dinij kendinde uyandırmayı bilmez,” diye ya­zar Mommsen.19 Ya Romalıların kalbi yoktu ya da Mommsen’in dü­şündüğünden farklıydı, çünkü bu esrarlı ürpertinin yok olduğu yüz­yıllar boyunca buna alışmış gibidirler.

Romalılar donuk, mayasız insanlar oldukları ve Roma’da sıkıldık­ları için mi? “Yeryüzü nimetlerinin tatmin edilmiş sevinci ve, ikinci olarak, doğa olayları zincirlerinden boşandığında bunlardan duyulan korku, işte Latin dininin temel özellikleri,” diye yazar Mommsen. “İtalya’da kehanetler ve kâhinler Yunanda kazandıkları güce asla sahip olmadılar.” Metafizik duygunun bu körelmesi Romalıları neredeyse barbarlıkla suçlamaya vardıracaktır; fakat burada, tersine, esas olarak yasalarla yönetilen bir uygarlık söz konusudur, Yunan’da olduğu gibi insan kurban etmeye asla rastlanmaz: “... İtalya’da suçlunun canının alındığını asla görmeyiz, elbette cani olduğuna hukuksal olarak karar verilmiş kişi ile doğal olarak öldürülmüş masum kişi hariç.”

Belki Mommsen, çağdaşları gibi Roma modeline vurgun olduğun­dan, Romalıları aşırı temiz görmektedir ya da Britanya’nın Roma’yla özdeşleştirilmesine teslim olarak onları Viktoryen burjuvalarla özdeş­leştirmeyi denemektedir. Onlar da başkaları gibi insandı, yüceliklere de hayvansı vahşiliklere de yatkındırlar, Mommsen’in onlara ördüğü taçları dikkate alarak, Cicero’nun vahşice katledilmesini ve Claudius’un dul eşi ve Antonius’un karısı cadaloz Fulvia’mn herkesin gözü önünde hatibin kesik başındaki dilini saç iğnesiyle deldiği sahne ha­tırlanmadan edilemez.20 Roma’mn, Cumhuriyet’in doğuşundan (son

ü vivre, lettres â, seçen ve çeviren Alain Golomb, Paris, Anclrea, 1990.

19

Mommsen, liisloüc romame, a.g.e.

z0Jerome Carcopino, Lcı Vie quotidienne â Rome ü l’ayogte de VEnıpire, Hachette,

258

ROMA

temsilcisi Tarquini us’un Romalılara bıraktığı iğrenç hatıra dışında krallık hakkında pek bir şey bilinmemektedir) İmparatorluğun çökü­şüne kadar bir tutku, entrika, vahşilik, taşkınlık, aynı zamanda da işi­tilmemiş bir incelik ve kültür şehri olduğunu hatırlamak gerekir. Ve bir Juvenal’in ya da bir Petrone’nin çağdaşları hakkında söyledikleri çarpıcı bir ironidir ve yaptıkları betimlemeler Roma’da kuşkusuz sıkılınmadığım gösterir.

Çünkü sonuçta, çoktanrılı olsun olmasın birçok ülkenin yüzyıllar boyunca Roma modelini izlemeye çabalamış olması boşuna değildir. Gerçekten de Roma, ulus devletin en tamamlanmış modeliydi; si­tenin daha sınırlı modelini mükemmelleştirmekle meşgul olan Yunan buraya pek aldırmıyordu. Roma özünde sömürgeleştirici, fakat1 -üs­tünde yeterince durduğumuz gibihâlâ uygarlaştırıcı olan dehası içinde site’yi özümsedi ve devletin çok daha geniş boyutlarına yaydı. Bir Pax romana böyle oluştu, fakat asla bir Pax graeca oluşmadı.

Burada durulabilir. Romalılarda Şeytan hiç olmadı; binaların ka­ranlığında gezinen hayaletler gibi, ancak ikincil birkaç cin vardır. Öteki dünyaya ilişkin düşüncelerini daha ilerde göreceğiz, çünkü din­leri bu konuda hiçbir inanç belirtmiyordu. Kötülük hakkındaki dü­şüncelerini de göreceğiz. Burada belirtilmesi gereken şey, imparator­luk döneminden itibaren Roma dininin temsil etmeye devam ettiği meydan okumadır; bu, Manici şeytansılıkla ve varoluş sıkıntılarıyla dolu çağımız için çok daha fazladır. Antik tapınakların beyazlamış taşları üzerinde sarmaşığın büyümesi gibi, bilgelerin geniş ve süre­ğen girişimi, Roma’yı, ona Yahudi-Hıristiyanlığm habercisi endişe ve sarsıntılarını yükleyen spekülasyonlarla kuşatmayı denemiştir.

En yakından başlayalım. Bu yüzyılın başından itibaren,' “cansız” buldukları bir dinden rahatsız olan çok sayıda tarihçi25 bunun Roma’-

1939.

J1Warde Fowler, Cyril Bailey, Friedrich Pfister, H. Wagenwoort, aktaran

259

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

nın asıl dini olmadığını ve dönemin metin ve yazıtlarına aldanmamak gerektiğini kanıtlamaya çabalamışlardır. Bu tutum daha sonraki dö­nemlerde “revizyonist” olarak nitelenecektir. Yararsızlığı burada ay­rıntılı olarak sergilemek bana can sıkıcı gelmektedir; bu bana Büyük Piramid’in “sırları” üzerine anlaşılmayan teorileri bazı kişilere esinle­ten aynı ruh haline katılmak gibi geliyor.

Roma’nın a posteriori olarak “ön-Hıristiyanlaştırılması" çabasına katılan Dumezil, Romalıların dinsel bir duyuları olduğunu, fakat bunu kaybettiklerini22 ileri sürer; ama “dinsel duyu” derken neyi kas­tettiğini, bu duyuyu ne zaman ve niçin kaybettiklerini belirtmez. Da­ha 1.939 yılında Carcopino, İmparatorluk döneminde dinsel pratiğin çöktüğünü savunur: “Roma panteonu görünüşte kımıltısız olsa da varlığını sürdürür elbette ve yüzyıllardan beri, papazlar tarafından kutsal takvimlerinde belirtilen tarihlerde gerçekleşen törenler ataların geleneklerine uygun olarak gerçekleşmeye devam eder. Ancak insanla­rın ruhu onu bırakıp gitmiştir ve insanların hizmetlerinden ya­rarlanıyor olsa da, onların kalplerine ve inançlarına hakim olamadığı da doğrudur. Belirsiz tanrıları ve renksiz mitleriyle, Latin topografİsinin ayrıntılarından ya da Yunan destanlarında Olymposluların başı­na gelen maceraların zayıf yansımalarından uydurulan basit hikâyelerdi... Roma dini, ölçülü soğukluğu ve yavan yararcılığıyla inanç itkilerini donduruyordu.”23

Romalılara, İmparatorluk dini tarafından gerçekleşmesi engelle-

Boyance. Söz konusu kişiler, Boyance’ye göre, “XIX. yüzyılda bir Mommsen’in üzerinde çalışmış olduğu bu bakış açısındaki eksiklikleri göstermişler­dir.” Dünya tarihini Hıristiyanlığın doğuşunun uzun hazırlığı olarak yorumla­yan Arnold Toynbee’nin adını da bunlara ekliyorum.

'“"Jüpiter ve Çevresi,” Les Dieux souverains des Indo-Europeens, a.g.e.

23Sezar’ın öldürülmesinden sonra komplocular Antonius ve Brutus tarafından sürgüne gönderildi, 1Ö 7 Aralık 43’te Formiae’de öldürüldü. Düşmanlan, Philippicae adlı eserini bağışlamadılar. Başı ve elleri kesildi ve Senato’da sergi­lenmesi için Roma’ya gönderildi.

260

ROMA

nen, bir anlamda Hıristiyanlık-öncesi bir inanç verme İsteği karşısın­da insan nasıl şaşkınlığa düşmez? Hıristiyan anlamda ‘'İman” kavra­mını esas olarak bilmedikleri kesin olan Çinlilere, Japonlara, Hindulara, Mısırlılara, Afrikalılara, Mayalara, Azteklere ne demeli? Cumhu­riyetten İmparatorluğa geçerken Roma dini değişmemiştir. Bu du­rumda, Carcopino’nun ileri sürdüğü gibi halkın bu dinin değerini an­lamamasını nasıl açıklamalı? Bu koşullarda bu din, yaklaşık oniki yüzyıl nasıl sürebilmiştir?

Her durumda, Carcopino’nun tersini kanıtlamak için yaptığı acı söylev, paradoksal olarak, Roma dininde, eklenmek istenen bu esrarlı tanrılardan olmadığı gibi şeytanın da olmadığını çok iyi kanıtlamak­tadır. Aslında Roma dinine yöneltilen eleştiri hem Tanrı’nın hem de Şeytan’ın yokluğudur.

Ancak Romalıların dinsel pratikten vazgeçmiş olabilecekleri an­lamsızdır; paradoksal olarak, Carcopİno bile bunu kabul etmektedir: “... Kamu harcamaları tarafından karşılanan, tanrılar için yapılan şen­likleri halk coşkuyla karşılardı... Küçük insanların üşüştükleri eğlen­celer arasında, daha eğlenceli, daha gürültülü ve onlara daha fazla ait’ olduğu için daha çok hoşlarına gidenleri vardır,” diye yazar Marcus Aurelius’tan aktararak. Hıristiyan imparatorun küçümsemesi çok açıktır, fakat “küçük insanlar”ın -gülünçlüğe kadar varan küçümseyici terimsevinçlerinin meşruluğundan bir şey değişmez. Kamu mâliye­sinin dinsel kutlamalar için harcama yapmasına gelince, bundan daha normal ne olabilir? Çünkü görüldüğü gibi din, devletin güvencesiydi. Oysa Roma dini üzerine, çağdaş incelemelerin önemli bir bölümü bu Hıristiyanlaştırıcı önyargının kanıtıdır.

Bana öyle geliyor ki, Roma dininin boş bir iskelet olduğu, başlan­gıcından itibaren yozlaşmış bir kurgu olduğu şeklindeki inatçı söy­lemleri sonsuza kadar bir yana bırakmak gerekmektedir.

Doğruyu söylemek gerekirse, Roma dininde mistik bir damarın

261

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

öngörülemez olduğu kadar karanlık da olan işaretlerini çözmeye çaba­layan çağdaş tarihçiler çok eski örnekleri izlemekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Çünkü ne bu yeni bir şeydir, ne de aşırı bir kar1 1 çıtlık kaygısı duymadan, bir yandan Romalıların bastırılmış bir “din­sel duygulan” olduğunu ve diğer yandan bizzat kendilerinin de bastı­rıldıklarını kanıtlama çabası dün denenmektedir. “Tarif edilemez tan­rı” hikâyesi bunun kanıtıdır.

181 yılında, Janiculum Tepesi’nin yamacında bir mezar bulundu? ğunda, üzerindeki yazılar bu mezarın ikinci Roma kralı Numa’ya ait olduğunu belirtiyordu. Esrarlı yazıların da bulunduğu söylenir, şehir j yargıcı Quintus Petilius tarafından yönetilen Senato bunları aceleyle yaktırmış tır. Yazılar kimse okuyamadan yok edilmişlerse de, Flutar1 khos, Numa’nın hayatında bunlardan söz etmiştir.25 Elbette çağdaş hayal güçleri birden harekete geçerek yazıların, ataların dinine karşı çıktıkları için Senato tarafından yakıldıklarım ileri sürdüler.25 Çok daha sonraları bu kitapların Pythagorasçı yazılar oldukları söylendi, j çünkü Numa, Pythagoras’dan ilham almıştı.26 Daha ilerde görülecek­tir ki, aslında üst düzey entelektüel bir dolandırıcılık söz konusudur. J

Hipotez, kronolojik olarak bile saçmadır, çünkü Roma ÎÖ VIII. yüzyılın ortasına doğru kurulmuştur ve ilk kralı Romulus’tur. Ardılı ; Numa, VIII. yüzyılın sonundan ya da en geç VII. yüzyıl başından önce ; hüküm sürmüş olamaz. Hükümranlığının geleneksel olarak kabul j edilmiş tarihleri IÖ 715-672’dir. Oysa Pythagoras Güney İtalya’nın Dor kolonisi Crotone’da IÖ 530 a doğru ders verdi. Aradaki iki yüz­yıllık mesafe yorumu geçersizi eştirmektedir: Numa döneminde Py’ j thagorasçı hiç kimse yoktu. Ama, kesin biçimini almamış olsa da, \

HPlularkus, Vie des homines illustres, La Pleiade, Gallimard, 1955.          j

a Eludes sur la religjon romaîne adlı eserinin “Fulvius Noblior ve Tarif Edilemez ?

Tanrı” bölümünde Boyance’nin çok nesnel olarak sergilediği tez budur. 26A.g.e.

262                                             '

ROMA

büyük bir olasılıkla rasyonalist olan Senato’nun hasıraltı ettiği mistik bir ruhu.Roma dinine atfetmek gerekiyordu.

Bu yüzyılın bir tarihçisi olan Armand Delatte, bu konu üzerinde bilgece ve parlak bir araştırma yürüttü. Bu araştırmada, ünlü kayıp yazıların II. yüzyıldaki karanlık bir Romalı yazar olan Fulvius Nobi­lior’un ürünü olduğuna inanmak için yeterli nedenler gösterir.27 Bu yazar, Numa’nın yıldız bilgisi nedeniyle Pythagorasçı olduğuna ikna olmuş olmalıdır. Gerçekten de Numa yıldızlarla uğraşıyordu ve Ro­ma yılını on iki aya bölmüş olan odur. Fakat, Plutarkhos’a inanılırsa, Roma döneminden itibaren büyük bir astronom olarak kabul edilmi­yordu.28 Kısacası, Fulvius ve dostu Ennius, tasarladıkları teorinin merkezine kendilerinin tasarladıkları “tarif edilemez” bir tanrıyı, Herkül Musagetus’u, yani müzlerin koruyucusu Herkül’ü yerleştir­diler; Bu, en azından kuraldışı bir bileşimdir ve aralarında Ovidius’un Pythagoras’ınm da bulunduğu eski metinlerin hatalı bir yorumu temelindedir.29 Sanki Senato bir sahtekârlıklar yığınını yakmıştır. Pythagorasçı öğretinin birçok Roma düşünürü üzerindeki etkisi kuşku­suz derin oldu, fakat Numa’nın, Gnostiklerin Tanrı’sımn çok açık bir habercisi olan "tarif edilemez bir tanrf’ya inandığım ve Senato’nun ta­mamen Romalı bir tektanrıcılığm bu yenidendoğuşunu tohum halin­deyken bastırdığını ileri sürmek zırvalık olur.

Oysa Roma’da ve hatta imparatorluk Roma’sında hem dinsel pra­tik hem de din duygusu canlıydı. Bu, Roma’nın başlangıcından itiba-

27Armand Delatte, Les doctrines pythagoridennes des Livres de Numa, Bulletin de l’Acadâmie royale de Belgique, Brüksel, 1936.

28Gerçekten de, Plutarkhos, Numa hakkında şöyle söyler: “Gökyüzünün ince­lenmesine ne doğru ne de tamamen bilimden yoksun bir tarz uyguladı ve on aydan ibaret olan Romulus takviminin kaba yanılgılannı düzeltmekten baş­ka bir şey yapmadı.’’ “Numa’nın Yaşamı,” XV1I1, Vie des hommes illustres, a.g.e.

29Olay çok daha karmaşıktır, okuru Boyance’nin yukarda belirtilen eserine gönderiyorum. Boyancd, kinci bir açıklık ve bilgelikle sergiler ve çözümler.

263

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

ren bütün davranışlarına önderlik ediyordu: “Sözünü tutmamak Jüpi­ter’i kandırmak olarak kabul edilmelidir,” diye yazar örneğin Tacitus satış edimleri hakkında?0 Ve bu sözün önemi tanrıların kralı Jüpi­ter’den başka kimsenin koruması altında olmamasıdır. Asker olduğu kadar tüccar bir ulus olan ve dolayısıyla şeref ve verilen sözü çok ciddiye alan Roma, mitologlardan çok özellikle ahlakçıları tatmin et­meye uygun bir tanrıya tapıyordu: İyi Niyet tanrısı, Deus Fidius; el­bette ticaretin koruyucu tanrısıdır, fakat genel olarak ticaret ve özel olarak hırsızların tanrısı olan Mercıırius’tan farklıdır (farklılık ironi­sinin tadına varalım). “Yaşlı biri, İtalya’nın bütün kasabalarında ona saygı gösterildiğini söyler; her yerde, şehrin sokaklarında ve büyük yollar boyunca onun sunaklarına rastlanıyordu.”31 Bu, tıpkı Parislile­rin Noel yemeğine akınlarınm Katolikliğin geçerliliğini yansıtmaması gibi Romalıların şenliklere akınlarınm da dinlerini yansıtmadığını düşünen Carcopino’nun savını bir kenara koymamızı sağlar. Her du­rumda, ve bu düşünce derinleştirilirse, bütün şenlikler, yapılar ve tö­renler ortadan kalktığında kaç İnsanın dindar kalacağını insanın ken­dine sorması gerekir.

Bununla birlikle, Romalıların tanrılarına adadıkları çok güzel ve çok ma'sraflı tapınakları nedensiz yere inşa ettiğini hayal etmek için fazlasıyla aklı havada ya da kötü niyetli olmak gerekir. Sayısız şenlik düzenlemişlerdir: eski Carmentis tanrıçalarının anısına düzenlenen Carmentalia'lardan Vesta rahibelerinin şubat ayında kutladıkları Pa­ren talia’ la ra -ölüler bayramıRegifugium, Equirria, Fodicidia, Cerialia, Parilia, Vinalia, ölülerden korunmaya yönelik Lemuria, Vestalia, kadın­lar bayramı Matralia, Nones caprotines, Neptunalia, Furrinalia, Portuna­lia, Consualia, Fontunalia, Armilustrium, Saturnalia.,. Palatium Dağı et­rafında çıplak dans eden insanlar gören eski tarihçileri çok korkutan

30Aımaies, kitap 1., bölüm 73, La Pleiade, Gali ima rd.

31 Mommsen, Histoire romniııe, a.g.e.

264

ROMA

Lupercalia’lardan söz bile etmiyoruz. Oyunlardan söz' etmiyoruz. Arınma törenlerinden söz etmiyoruz. Yüksek papazlık, bilgiçlik, sena­to, papaz, papa, Vesta rahibeleri, kâhinlerle ilgili büyük düzenleme­lerden de söz etmiyoruz. Başka türlü düşünmek Romalıların en önem­li niteliklerinden biri olan iyi niyete aldırmamaktır. Ne de olsa din­sizlik ölümle cezalandırılan bir suçtu.

Romalıların kendi dinlerine inanmadıkları İddiasını, tektanrılı dinlerin daha sonra özümsedikleri, Cehennem gibi miller konusunda sonraki yazarların beslediği kuşkuya borçluyuz.

“... Bîr yerlerde kutsal ■ ruhların ve bir yeraltı krallığının ve Charon’un sırığının olduğuna ve Styx çukurunda kara kurbağaların bu­lunduğuna ve binlerce ölünün tek bir kayıkla taşındığına çocuklar bi­le inanmıyordu; tek istisnası henüz banyolara girişi ödeyecek yaşta olmayanlardır...” Juvenal böyle yazar. İmparatorluk döneminde Roma dinînin çöküşünü göstermek için Carcopino bunu aktarır. “Küçük in­sanlar” kaygısına son derece sadık olan Carcopino şunu ekler: “Juve~ nal’in kuşkuculuğu geneldi. Küçük insanları kazanmıştı, bunların iyi niyetlileri üzülerek, şimdi ‘tembel ve uyuşuk’ -pedes lanatosolan bu Roma tanrılarına karşı çok büyük bir ilgisizlik gösteriyorlardı. Juve­nal,. Jüpiter’e hiç aldırmayan’ soylu kadınlar -stolataetarafından utanmadan eğitilmişti,”32

Juvenal’in nasıl yorumlanacağı burada anahtarımızdır; bir başka deyişle cehenneme inanmayanın dindar olamayacağı ima edilir. Oysa bu -Jerome Carcopino’ya duyulan tüm saygı ya da saygısızlıkla bir­likteRoma dinini bilmemektir: Roma dininde dogma yoktur; ünlü tepe dışında Roma Vatikan’ı yoktur ve tanrısallığa yapılan referansla-

32Tembel ve uyuşuk’ anlamına gelen “ayaklanın sürümek” deyimi “eğlenceli” bir anakronizmdir, çünkü o dönemde ne nikel ne de “ayaklarını sürümek” [pieds nicketes] deyimi vardı ve Carcopino tarafından Arnout’ya atfedilmiş­im Son alıntı Petrone’nindir.

265

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

rın hiçbirinde Cehennem ya da Şeytan’ın sözü edilmemektedir. Cehen­nem şiirsel bir kavramdır ve kişi inanıp inanmamakta özgürdür. Roma’da Cehennem’in mucidi Vergilius’tur, o da kuşkusuz bir teolog de­ğildir. Bu şair, Campania’da, Cannes yakınlarındaki, bugün Fusaro denen Akhe.ron bataklığında Cehennemin girişlerinden birinin bulunduğunu belirttiğinde, Jerimadeth’i icat eden Hugo kadar inandı­rıcıdır ve Juvenal buna inanmadığı İçin dinsiz olmaz. Bölge iç bunal­tıcı olmalıdır ve bu nedenle, pis kokuyu ölümle birleştiren Vergilius, cehennem ırmağının ters aklığı yerlerden birini oraya yerleştirir.

“Aeneis mili önemli bir başarı kazanacaktır. Hem şiirsel hem de alegorik ve rasyonel olan mit entelektüel kuşakları baştan çıkaracak ve halk sanatı aracılığıyla halklar üzerinde gerçek bir büyülenme ya­ratacaktır.”11 Dolayısıyla, Cehennem inancının Roma dininin denekta­şı olduğu sonucunu çıkarmak yanlış olur; bu, edebi bir başarıdan başka bir şey değildir. Lucreti us’a göre, "Akheron korkusunu kovmak ve yenmek gerekir, bu korku insanın en derinlerine inerek hayatı bu­landırır, bütünüyle ölüm karasına boyar.’’14 “Cicero bir cehennemin varlığını asla düşünmez ve şairlerin tüm söylediklerinin masaldan başka bir şey olmadığına inanır. Seçim, tanrılarla mutluluk ile hiçlik arasındadır,” diye yazar Georges Minois tam bir doğrulukla.15 Çağdaş tarihçilerimizin karşılaştığı güçlük buradadır: Bütün diğer dinleri Hı­ristiyanlığa göre değerlendirdiklerinden onları kavramaktan ve korku ve titremenin bulunmadığı, sadece toplumsal bir çimento olan bir re­ligio hayal etmekten yoksundurlar.

Romanın, başka şeylerin yanı sıra, Cehennem konusunda da Yu­nan düşüncesinin etkisi alımda olduğu kesindir. Platon Cehennem’den üç kez söz eder: Phaidon'da, Gorgias’ta ve hatta Dev lef te. Devlet’te, Ce-

13Georges Minois, Histoire des Eııfets, Artheme Fayard, 1991.

34 De natura rerum, III, 35.

3>Minois, Histoire des Enfers, a.g.e.

266

ROMA

hennem’e inen ve sonra diriltilen Er, haklıyı haksızdan ayıran bir yargının varlığını ileri sürer. Bunun Hıristiyanlık-öncesi bir düşünce olduğu inkâr edilemez.36 Fakat Platon’un, bir kez daha belirtelim, Ro­ma düşüncesinde, ne Cumhuriyet koşullarında ne de İmparatorluk ko­şullarında teolog gücü yoktur. Dahası, Akademi’nin Hıristiyanlık-öncesi Gnostisizmine (bilinircilik). doğru Pythagorasçı ve Orphikçi (ya­ni İran tektânrıcılığına bağlı) eğilimlerinin çok açık şekilde türevi olan ve asla ortaya çıkmayan asıl dünya ile asla gerçek olmayan algılanabilir dünya arasındaki kısmen Manici ikiciliği ile Phaidon’da eksiksiz bir şekilde bulunan Platon’un düşüncesinin bize ulaştığı ha­liyle geçtiği yollar hâlâ tanımlanmayı beklemektedir.37 Nietzsche tara­fından ortaya çıkarılan bu açık gariplik genellikle yanlış yorumlanan bir bölümde (Wagner’in Yahudi düşmanlığından duyduğu tiksintiyi açıkça haykırmış olan Nietzsche’nin elbette hayali Yahudi düşmanlığı­nın “kanıtı” olarak) ifade edilir: “Bu Atmalının Mısırlıların -büyük olasılıkla Mısır Yahudilerininokuluna katılmış olması bize pahalıya mal olmuştur.”'38 Fakat sonuçta, Roma’nnr Platon’un öğretisine duyar­sız kalmasında hiçbir dinsizlik yoktur, 1992 yılında, Almanya’daki Hıristiyanların çoğu, çengelli canavarlarla dolu ve kaynayan bir ce­hennem karşısında aynı inançsızlığı ifade ediyorlardı.39

Roma elitlerinin ve entelektüel olarak nitelenebilecek olanların Yu­nan mitlerini kuşkuyla karşıladıkları kesindir: Olymposlular karşı­sında Helen ve dahası Helenistik saygısızlık onları şaşkınlığa düşü-

36Bkz. 8. bölüm.

378. bölümün 18. notuna ek olarak belki burada hatırlatmak uygun olur ki, Platon’un diyaloglannm tam metni ancak Hıristiyanlık döneminin başında Dercylides ve Mende’li Thrasyleus tarafından oluşturulmuştur ve bir Yahudi etkisini göz önüne almamak mümkün değildir.

^Friedrich Nietzsche, Fragınentsposdıunıes, 1888 başı Ocak 1989 başı, XIV, Gallimard, 1977, Ecce homo, 8, s. 365.

39“Das geht auf das Mark,” Der Spiegel, 26, 1992.

267

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

rür; keyfi karakterleri daha da fazla şaşırtır. Bu, cumhuriyet döne­minden itibaren görülen bir şeydir: “Romalıların ulusal teolojisi tan­rısallığın olaylarını ve niteliklerini hissedilir ve kavranır kılmak için her zaman çabalamıştır,” diye yazar Mommsen?0 Sağduyu ve mantık, başka halkların tanrısallıkla bağdaştırdıkları doğaüstüne yer bırak­maz. Bu, esas olarak, halkın ve geleneğin özündeki erdemlerin koru­yucusu olarak, yani bireysel başvurudan çok topluluğun koruyucu tanrısı olarak -ve kuşkusuz kişisel aşkınlığa yönelik bir kapı değildikendini dayatıyordu. Roma kültürünün mistisizmden tamamen muaf olması tartışmasız bir olgudur.

Bu seçkin ve entelektüellerin dinden uzak olmaları, fakat sadece bu terime verilen modern anlamda böyle olmaları, hatta dinsiz olmaları da kesindir. Roma religio’sunun, hatırlamak gerekir ki, bizim din dü­şüncemizle ortak hemen hemen hiçbir yönü yoktur -etimoloji hariç-: Religio, toplumu “birleştirmeye” yönelik ahlaki ilkeler toplamıdır, hem bir etik hem de toplumsa] bir bağdır. Dolayısıyla, “Yasaların Ruhıı”dur. Tanrısal aşkınlığı olduğu kadar içkini iği de içerir ve N Li­ma’nın Egerie perisinden öğüt almak için bir mağaraya gittiği söylen­se de kuşkusuz vahiy yoktur. Roma metinlerinde sık sık karşımıza çı­kan bir sözcük olan pietas'l bu bakış açısı içerisinde anlamak gerekir: Bu, bizim Hıristiyan dindarlığımız değil, Site tanrılarına saygıdır. “Bu sözcükten anladığımız şey, Hıristiyanın imandan anladığı şey de­ğildir... Daha çok, kişinin yüklendiği sorumluluklarıyla olan daimi bağını ifade eden bir davranış biçimidir.”41

Demek ki, pietas bir onur biçimidir; erdem anlamına değil, cesa-

^Momnfsen, Histaire roıunine, a.g.e.

41Pierre Boyance, “Fides halkı Romalılar,” Etudes surla religion roınaine, a.g.e. Boyance, pietas’ın laik bir tanımından sonra, bunun, “laik denebilecek" bir terim değil, dinsel birlerim olduğunu tuhaf bir şekilde ileri sürer; kuşkusuz doğru, fakat “dinsel” sözcüğünün Romalı anlamında.

268

ROMA

ret, yiğitlik anlamına gelen virtus’den ve Polybios’a göre, bir Roma­lının devlet gelirlerinden yararlanamaması zorunluluğunu ifade eden tokalaşmayla simgelenen, bizim “şeref sözü”müzün, güvene dayalı an­laşmanın dengi olan fides’ten ayrı değildir. Yani, güvendir.42 Pietas, virtus ve fides, Romalılara ait, insanın yazgısının efendisi olduğu duy­gusunu bütün anlamlan içerisinde özetleyen üç kavramdır. Bunlar in­san saygınlığının ve Özgürlüğünün ilanıdır. Modern tarihçileri fazla­sıyla şaşırtan Roma dininin görünürdeki bu sadeliği gerçekte toplum­sal bağın güvencesiydi.

İmparatorların fazlasıyla önem verdikleri “Augustus” sıfatı, “sözcüğün tam anlamıyla bir nugus’la, bir güç artışıyla donanmış ol­mak anlamına gelir.”43 Öncelikle, atalardan kalma ruhun simgesel yerleri olan tapınaklara uygulanmıştır; dolayısıyla, imparatorların ulusal gücün hem taşıyıcısı hem de koruyucusu oldukları anlamına gelir. Böylece, kendini tanrı sanan imparator Domitianus hükümran­lığında kabilesinin insanları olan Flaviııslar incelikli bir biçimde baş­tan .çıkartılacaklardır: Capitolium Tepesi’nin koruyucu tapınağını, fi­lozoflariçin Uranlığa direnişin simgesi olan Jüpiter Capitolium’unu onaracaklardır.

Romalı, esas olarak, filozoftur ve teolojisi temelde hukuksaldır. Numa’nın mezarının keşfinde Senato, Numa’mn olduğu sanılan ünlü kitapları yaktırdığında, bunun nedeni sadece bu kitaplardan kaynakla­nan Pythagorasçı mistisizmin güçlü izi değil, tanrısallaştırılmış in­sanlar olan tanrılar söz konusu olduğundandır. Sapkınlık! Çılgınlık! Senato böyle saçmalıklara izin veremez! Ve, böyle davranmakta sayı­sız nedeni vardır, çünkü imparatorlar tanrısallaşmaya ciddi olarak

42A.g.e. Burada da, Romalılann fides kavramlarını çok sayıda alıntı yardımıyla betimledikten sonra, Boyance bunun da laik değil dinsel bir kavram olduğu­nu ileri sürer. Din Romalı anlamda anlaşıldığında, bir kere daha doğnıdur bu.

43Pierre Boyance, “Roma Dininde Mana,” Etııdes sur la religion roıııcıme, a.g.e.

269

ŞEYTANIN GENEL TARIH!

çok eğilimlidirler. Olaylar arasındaki gizli uyumlara inanmaya eğilimli, gençliğinde Pythagorasçı olan Octavianus’un, Actium zaferi bir Apollon sunağı yakınlarında kazanıldığı için Apollon’u “kutsal ko­ruyucu” olarak seçmiş olmasından hangi aklıbaşmda kimse gizlice ya­ralanmaz?4'1 Fakat bu durumdan, Romalıların tanrılarına saygı duyma­dıkları sonucunu çıkarmak, varolmayan şeyi arayıp bulma arzusuna teslim olmaktan başka bir şey değildir kesinlikle.

Bazı tarihçiler, Tacitus gibi yazarlarda Yahudiliğe ve buradan kay­naklanarak Hıristiyanlığa yönelik gizli bir sempati gördüklerini san­mışlardır.4’ Bu tarihçilere göre Tacitus, Roma dininin reddini yansıtı­yordu. Ne kadar da kötü okumuşlar! Çünkü Tacitus, Yahudilikle Hı­ristiyanlığı kuşkusuz özdeşleştirerek, "Christ” [Mesih] adı altında Isa’yı zikrettiği tek yerde; tersine, şöyle yazar: "Bu gürültüyü bastır­mak için Neron [Tacitus’a göre, Roma yangınından sorumluydu] günah keçileri buldu ve halkın “Hıristiyan” diye adlandırdığı ve cani­ce geleneklerinden dolayı sevilmeyen İnsanları en büyük cezalara çarptırdı. Bu adın kaynağı olan kimse, Tiberius’un hükümranlığı al­tında vali Pontius Pilatus tarafından ölüme mahkûm edilmiş olan Christ’clir; anında bastırılan bu iğrenç batılinanç sadece bu belanın bulunduğu Yahudiye’de değil, iğrenç ve rezil olan her şeyin, her yer­de uç verdiği ve yayıldığı Roma’da da yeniden ortaya çıkıyordu... Önce itiraf edenler yakalandı, ardından onların itirafı üzerine geniş bir kalabalık yakalandı,-suçları yangın çıkarmak değil, insanlık so­yundan, nefret etmeleriydi.”40 “Canice gelenekler,” “iğrenç batılinanç,” “belâ,” “iğrenç ve rezil,” “insanlık soyundan nefret;” bunlarda Taci-

44Bu noktanın açıklandığı eser: jerphagnon, Vivre et philosopher sous les Cesars.

4>“Tacilus’la, sevilmeyen bir putperestin neden olduğu itiraf edilmeyen fakat kesin sempatiklen söz eden Carcopino da bundan söz eder. “Eğitim, kültür, inançlar,” Lo Vie tjuolidieıı d Roıne d Vapogee de l'Empire, a.g.e.                     i

Tacitus, Aııııcıles, XV, 49, a.g.e.                                              ]

270

ROMA

tus’un Yahudi-Hıristiyanlık için duyduğu “itiraf edilmemiş sempatisi”nin işaretlerini bulmak için çok şey gerekmektedir.

Din konusunda, pek hafif kaçsa da, alaya cesaret edebilmek İçin imparatorluğa ve en yüksek düzeye, imparatorluk düzeyine erişmek gerekir. Örneğin 79 yılında hastalıktan ölen İmparator Vespasianus Romalı alaycılığını kaybetmedi (çünkü, bu alanda, Yunanlılar ve Ro­malılar Ingilizlerden önce gelirler): “Tanrı haline gelmekte olduğumu fark ediyorum,” diye alay eder. “Tanrı’' lafı sessizce geçiştirilmez. Vespasianus filozofları sevmemekle suçlanmıştı; Neron döneminde, filozoflar devlete hiçbir yarar sağlamadan aşırı yayılmışlardı. Roma’da, imparatorun oğlu Titus’un bir Yahudi kızı olan Berenike’yle ilişkisinden endişe edildi; kız Titus’u yabancı bir dine mi sürükleye­cekti? Fakat, din konusunda imparatorluğa olan önlenemez bağlılığın kanıtı olarak Titus, sonunda, bu diğer Kleopatra’yı reddetti (ki, zaten o da, köküne ilişkin yarıda kalmış özlemlerle, erkek kardeşi II. Hero­des Agrippa’yla ensest ilişki şüphesi altındaydı).

Bu noktada, Roma dininden iki ders ortaya çıkmış gibidir. Birin­cisi, Şeytan olmadan çok iyi ve uzun süre yaşanabileceğidir. İkincisi, “ırksal” ya da etnik kaçınılmazlık olmadığıdır: kanlılar gibi emper­yalist ve Hint-Avrupah olan Romalılar, Etrüskler, katinler ve Şahin­ler gibi aşırı bir mit zevki miras almadıkları gibi, panteonlarını aşırı basitleştirme eğilimini de miras almamışlardır.

Bu açıdan, bir neden-spnuç ilişkisinin olup olmadığını, bölgelerin cinlerinin olup olmadığını ve sonuçta kendi dinlerini dayatıp dayat­madıklarını sormamız gerekir. Vergilius’un Aztek olduğu ya da Mu­sa’nın Venedikli ya da Napolili olduğu güçlükle hayal edilir. Apulia’dan Toscana’ya İtalya, Şeytan’ı barındıramayacak kadar sevimlidir; en azından Şeytan bu kadar rahat betimlenmiş o çirkin canavar oldu­ğu sürece. İran’ın sert yaylalarında doğan, Ölü Deniz’in sert sahille­rinde semiren zavallı şeytan, İtalya’nın güleç gökyüzü altında zayıfla-

271

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

dı. Kafasını cinsiyete takmış Hıristiyanlığın eninde sonunda bulduğu şey ona yarı-keçi, yarı-insan ve üstelik kafasını cinsellikle bozmuş tanrı Pan’ın özelliklerini vermek oldu, Ve Michelangelo’nun bütün de­hası, ona, Şistine şapelinin tavanında bir yardımcı komedyen rolü vermeye yaradı.

Fakat, manzaranın göksel güçlere ilişkin fikrimiz üzerindeki etkisi başka bir konudur.

272

10.

MISIR

YADA

AKLA GELMEYEN LANETLEME

“Tektanrılı dinlerin yaratıcısı” Akhenaton miti­nin edebi yaratılışı üzerine Farklı tanrıların Meçhul’ün ifadelerinden başka bir şey olmadık­ları Mısır dininde önceden alttan alta var olan tektanrıcıhk üzerine Mısır tanrılarının karşıt anlamlılığı üzerine Tanrıların, tapıldıktan ve beslendikleri koşulda ayakta kalmaları, yoksa ölmeleri olgusu üzerine Seth üzerine, onu Şey. tan’ın ve Şeytan’a karşı çıkanların habercisi ola­rak görmenin olası nedenleri üzerine Mutlak karşıtlıkların yokluğu üzerine Mısır dininde tanrısallığa tapmadaki serinkanlılığın sağladığı huzur üzerine.

Mısır dini, imgelemi’ ve ne yazık ki özellikle edebi imgelemi en fazla kışkırtmış olan dinlerden biridir. Anglosakson deyişiyle half-baked, yani tam olgunlaşmamış fikir yanlılarının gözde tezlerinden biri tektanrıcılığın, XVIII. hanedanın ünlü firavunu IV, Amenhotep ya da ilk hanedanlık adıyla IV, Amenofis, kendine verdiği adla Akhenaton XX, yüzyılın medyatik ve entelektüel ya da daha doğrusu, entelektüel olarak romanesk mitolojisinin gözde figürlerinden biridirdönemin­de doğmuş olduğudur. Olguları yerli yerine yerleştirirsek, XVIII, ha­nedan, I. Ahmosis’le başlayan Yeni İmparatorluğun en muzaffer hane­danıdır. En “mislik-medyatik” temsilcisi Akhenaton, IÖ 1375’ten yak­laşık 1352’ye kadar hüküm sürmüştür.

Bu modern mitolojiye göre, III. Amenofis’in oğlu IV, Amenofis iktidara geldiğinde, tüm Mısır panteonunun yerine bir tek tanrıyı, Güneş tanrısı Aton’u geçirten bir vahiy geldi, insanlığın başlangıçtan beri kaderi olan evrensel ve nihai teklanrıcılığın ilk habercisi, kadın gövdeli ve tilki kafalı bu ünlü -niçin “esrarengiz” olmasın?firavun, aynı ölçüde medyatik olan ve Berlin’deki Mısır Müzesi’nde hayranlık­la seyredilecek türden tuhaf bir şekilde ağlamaklı bir maskenin kesin biçimini almamış bir Greta Garbo karakteri verdiği solgun güzel Nelertiıi’nin eşidir, “Tuhaf bir şekilde” diye yazdım, çünkü diğer tüm firavunların ve aile üyelerinin portrelerinde, cisimleşmiş tanrısallığı ve tanrı soyundan gelmeyi temsil eden bir gülümseme yardır. Mısır gülümsemesi, mutlu huzuruyla, her şeyi düşünen fakat ilgisizliğinden üzüntü duymayan insanın serinkanlılığıyla Buda’nmkiyle kıyaslanabi­lir. Yani bilmediğimiz bir nedenden dolayı, Nefertiti’ninkiyle değil.

274

MISIR

Eşi Akhenaton, yaşamı ya da yaptığı önemli şeylerden çok meza­rıyla çok ünlü bahtsız delikanlı Tutankhamon ile birlikte, Batı’mn en [azla mürekkep akıttığı firavundur. Çeşitli yerlerde ona takılan mas­keler arasında en anakroniği barışçı bir mistiğin maskesidir. Mistik belki, ama ya barışçı; kavram, tamamen yanlış olmanın ötesinde çağı­mızdan ondört yüzyıl öncesi için şaşırtıcıdır. Tektanrıcı da dendi ona, hatta kısmen "Hıristiyan.” Bakın hele! Ender olarak teoriden yoksun olan Sigmund Freud, Mısır “prensi" Musa’ya tektanrıcılığın vahyinin geldiğini ve İbrani halkına bunu ilettiğini ileri sürdü. Görü­leceği gibi bu hipotez imgeleme çok. şey borçludur.

Peygamber gibi “tektanrıcı” yönelimi, eşinin güzelliği ve vahyinin Musa’ya aktarılmasıyla bu eşi benzeri olmayan firavunun birleşimi, hiç kuşkusuz ki bu Mısır’ın aydınlığında tasarlanmıştır, ki, atom bombasının ve uçan dairelerin keşfi de dahil çok şey bu aydınlıktan ödünç alınmıştır ve bazı zihinleri, en ciddiyetsizleri değil, düzmece bir teslis yaratmaya yöneltmiştir. Aton’un, kısa yoldan söylersek, Yehova’nın kavramsal babası olduğu söylentisini desteklemek için Akhenaton’un kendi yarattığı bu “yeni” tanrıya yönelttiği aşk ve ta­pınma şiirlerinden alıntılarlar:

“Senin ışıkların! Herkese değiyor... Aşkının İkiz Ülkesini dolduruyorsun, sen onlar için uyandığında insanlar yaşıyor... Gökyüzünde senin doğman için, kendi yaratılışını seyreylemek için gökyüzünü uzaklaştırdın, sen Tek’sin, fakat sende milyonlarca yaşam var...”

Güneş kursu Aton’a hitap eden ezgilerde bunlar okunuyor. Krali­yet sanatçıları tarafından temsil edilen ışınlarının uçlarında küçük elli insanlar vardır. Gerçekten de Akhenaton, Mısır panteonunun yerine Aton’u geçirdi,ve Akhenaton’un yaptığı devrim Mısır üzerine bu bölü­mün başında anılmaya değer, çünkü bir tek tanrının icat edilmesi mantıksal olarak tek bir gerçek karşıtı öngörür. Eğer durum buysa

275

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ÎÖ yaklaşık ondört yüzyıl, İran’daki resmi doğumundan da sekiz yüz; yıl önce Seylan'ımızla karşılaşmış oluyoruz!                                      ;

Hakikat oldukça farklıdır.                                                 ş

Tamamen modern ve Antik Mısır’da münasebetsiz kaçan bir kav; ram olan “barışçı” ününü hemen çözüme bağlayabiliriz: Akhenaton j otoriter bir hükümran idi ve askeri seferler onun döneminde de, önj çeki dönemlerde olduğu gibi devam etti. “Bir süre önce bulunan bir ] Karnak kabartması, yabancı bir düşmanı yere seren krala pala ve gürz uzatan kursun iyiliksever küçük ellerini gösterir,” diye yazar Trau] necker.1

Geriye, yukarda betimlenen genelleştirmelerden daha karmaşık ■ olan dinsel devrim kalır. Çünkü, Büyük III. Amenofis’in egemenliği i döneminde, öncelikle, Güneş-Tanrı Ra ya da Re kültünün yayılması fikri, sonra, bu panteonun birleştirici basitleştirilmesi zaten kendini dayatmıştı. Örneğin Erman ve Ranke, “Ufukta hüküm süren Tebli Amon, Horus, File Benzer Khnoum, Heliopolisli Attım Yeni İmpara\ torluk döneminde Ra ile özdeşleşmişlerdir,” diye yazarlar ve şöyle j devam ederler: “Nihai sonuçlarına vardırılan bu eğilim çoktanrıcılı■ ğın aşama aşama kaldırılmasına mantıksal olarak varmalıydı ve aslınh da da bu yönde girişimler oldu. Güneş ilahilerinde [Akhenaton’dan önce] çok değişik öğelerden oluşan kutsal varlık Amon-Ra-Horakhte< Atum’un tek tanrı olarak anıldığı da olur.”2 IV. Amenofis’in “peygamj berce sezisi”ni böylece bir kenara koyarız.                                                                                               î

Geriye, bizim çelişkili hükümdarımızdan önceki tektanrıcılık eği] limi kalır. Çok önce; çünkü yine Erman ve Ranke şöyle yazıyorlar:

1 Claude Traunecker, Les Dieux de l’Egypte, P.U.F., Que Sais-je? 1992. C.N.R.S.'deki bir araştırma görevlisine borçlu olunan ve “popüler" bir seride çıkmış olan bu incelemenin özlülügü, açıklığı ve nesnelliği bu kitabı bü ko­nudaki en eksiksiz ve tasviye edilir eser yapar.

2  A. Erman ve H. Ranke, La Cîvilisation tgyptienne, Payot, 1963.

276

MISIR

“Çok eski bir dönemde, Delta’daki (daha sonra Busiris, yani Osiris’in evi diye adlandırılır) Dedu şehrinde bulunan ilk Osiris küllü bütün Mısır’ı -fethedince Menfis’ten Ptah ve Sokar is ve Abidos’tan KhentiAmentiu gibi tamamen yabancı tanrıları Osiris haline getirdiler.”1 Oysa bu birleştirme eğilimi Mısır birliğinin inşası yoluyla açıklanır: “Bütün nomoslardan [illerden] Mısırlı köylüler homojen bir halka ait olduklarının farkına vardıkça ve uzunlamasına genişleyen bu ülkenin çeşitli bölümleri arasında ilişkiler geliştikçe tanrılara tapınma da bü­tünlük kazanacaktır.”4

Yani bu birlik (ve.ona eşlik eden din) ulusal bir bilinç üzerinde in­şa edilmiştir. Dahası, bu ulusal bilinç de politikaya tabidir. Panteonun birleşme eğilimi XVIII. hanedan koşullarında ortaya çıkı­yorsa bunun nedeni bu hanedanın Mısır’ın büyüklüğüne, özellikle kat­kıda bulunmuş olmasıdır. Kurucusu I. Ahmosis, Hiksosluları Delta’nın kuzeydoğusunda ilk ezen kimseydi, önce Avaris’teki güçlü böl­gelerini ele geçirmiş ardından Filistin’e kadar onları kovalamışım Filistin’de üç yıl süren kuşatmanın ardından Hiksosların güçlü kalesi Sharuhen’i ele geçirmişti. Aynı kral, daha sonra, Nübye’deki iktidarı­na karşı çıkan komploları boşa çıkardı. Eserleri Amenofis’lerin birin­cisi tarafından devam ettirildi. Bunlar, Libya’daki ve Nübye’deki sa­vaşlar sonunda Mısır sınırına kadar gerilediler, özellikle güneyde üçüncü büyük çağlayana kadar. Nübye ve Aşağı-Sudan bîr kral naibi­nin iktidarına tabi oldular, bu da dördüncü çağlayanın ötesine kadar uzanıyordu. Nil Vadisi, hemen hemen Nil’in kaynaklarına kadar denetim altına alındı. Dahası, ardılı I. Tutmosis imparatorluğunu Fı­rat’a kadar genişletti. Öldüğünde ülkesi için çok şeyler yapmıştı: Ün­lü Krallar Vadisi’ne ilk gömülen o oldu.

Mısır güçlü ve zengin bir ülke haline gelmiş, ama aynı zamanda

A.g.e.

4 A.g.e.

277

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

da merkezileşmişti: Böylece, XVIII. hanedanlık, çok sonraları bir Richelieu tarafından canlandırılacak olan ezeli bir senaryoyagöre Orta împaratorluk’ta refah içinde yaşayan yerel senyörlükleri yok etmişti. II. ve III. Tutmosis’in (Oronte üzerine bir seferden esir aldığı yedi kralla dönmüştür), II. Amenofis’in, IV. Tutmosis’in ve ardından III. Amenofis’in hükümranlıklarından sonra Mısır, antik dünyada kıyaslanamaz bir güçle parladı. Bilinen dünyanın her yerinden armağanlar yağdı, günümüzde de hayran olunan Luksor ve Teb tapınakları, Karnak’taki çok büyük düzenlemeler gibi önemli çalışmalar dolaylı ola­rak desteklendi.

Böylece, XVIII. hanedanlığın bütün firavunlarının, kendi tarzların­da, sadece tanrı-krallar değil -çünkü tanrısallık krallıkla iç içeydi— güneş-krallar oldukları da kabul edilebilir. Din, devlet dini, söyleme­ye gerek yok, bu bakış açısında, diğer tanrıların rekabetçi görkemini mümkün olduğunca azaltarak fakat kuşkusuz -göreceğimiz gibion­ları ortadan kaldırmayarak firavunların tanrısal statülerini yüceltecek­tir. Panteonun birleştirilmesi eğilimi öngörülen doğrultuda gitti: Di­ğer tanrılar egemen Ra’yla özdeşleştirildi.

IV. Amenofis, yani bizim Akhenaton’um uzun güzel bir. mirası var­dı. Belki fiziksel olarak değil; çünkü geniş hermafrodit kalçaları ve anormal şekilde gerilip uzamış yüzüyle portreleri bir kromozom bo­zukluğuna işaret eder. Bu fanatiğin5 Heliopolis’te6 Ra-Horakhte (Ufuk

Onu böyle niteleyen Encyclopaedia Britannica’dır (“Ikhnaton” maddesinde). Akhenaton’un, Amon’un hizmetkârı olan babasının sarayını, bu tanrıya iba­detin bütün izlerini silmek için yer yer yıktığı ve Amon rahiplerini tanı bir kı­yımdan geçirdiği bilindiğinden, bu adlandırma aşın değildir. Erman ve Ranke’nin düşünceleri de bu yöndedir. $öyle yazarlar: “Akhenaton’un, eski tan­rıları ve özellikle leb tanniarını ortadan kaldırışındaki öfkenin fanatizm tari­hinde eşi yoktur. Amon’un adı ve resmi rastlandıkları her yerde silindi, Akhenaton’un müritleri, lanetlenmiş bu tanrıya karşı kinlerini yatıştırmak için özel mezarların içine kadar giriyorlardı.”

6 A. Erman ve I I. Ranke, La CiviUsation egypticıme, a.g.e.

278

MISIR

Ra-Horus’u) olduğu varsayıldı.7 Dolayısıyla kendisini bu tanrının ge­leneksel tapınmasına değil, onun adının dile getirilişinin arkaik bir biçimine adadı: Tanrısallığın kendisini değil, güneş kursunu belirten ve Erman ile Ranke’nin ifadesiyle “dinsel dilde kullanıma asla girme­miş” terim olan Aton.

Yani, medyatik efsanenin tersine, Akhenaton, çağdaş dilde güneş tanrısı Ra’nın tözlük-ötesiliğiyle özdeşleşmeye asla girişmemiştir. Tersine, güneş kursunun putatapar tarzdaki bir gerilemesidir o. Ger­çekten de, Encyclopaedia Britannica’da “yeni hareketin eski güneş teo­lojisine sıkı sıkıya bağlı olduğu açıktır,” diye yazar. Akhenaton’un gerçekleştirdiği şey arkaik eşinil bir tepkiydi. Dayattığı şey, Mısır panteonunun aşkın tanrısallığının simgesi -Mısır dininin tektanrılı yönelimini o dönemde kullanmış olan simgedeğil, tersine, somut görünümünde güneşe tapınmaydı.

Bu tuhaflığın tektanrıcı yorumları Akhenaton’un bu güneş kursu­nu “bir tanrı ki dışında hiçbir şey yoktur,” olarak görmesine dayanır. Bu görünüşte kesinlikle tektanrıcı bir devrimdi, ancak bu durum za­ten kendini aşkın bir tek tanrıya tapınmaya vakfetmiş olmasına karşın çeşitli yorumları olan Mısır panteonunun tüm simgeselliğini yıkma özelliği taşıyordu; böylece bu simgeselliğin kökten yoksullaşmasına varılıyordu; çünkü Akhenaton güneş biçimini alan bir tanrıya değil, Güneş-Tanrı’ya, yalnızca ve yalnızca ona tapmayı emretmişti. Dünya­nın önceden içerdiği tanrısallık olan doğum, ölüm, tinsellik, cinsel­lik, bitkiler, gökyüzü, yıldızlar, ay sadece gündüz yıldızına indirgen­mişti. Başka deyişle, geleneksel dinin karşısına Akhenaton, sert bir şekilde bir tür indirgeyici putatapınmayı çıkardı.

Bu edimin garipliği, krallığın kendisinin aslında Mısır dininin gö­rünürdeki çoktanrıcılığına dayandığı göz önüne alındığında ortaya çı7 Encyclopaedia Britannica, “Egypı,” 5.

279

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

kar: Evrenin çokbiçimli doğası Mısırlılar için tek bir hakikatin mad­dileşmesinden başka bir şey değildi. Bundan çıkan sonuç, tanrısal gerçekliği yansıtan firavunun gücünün yaşamın her alanını kapsadığı­dır. Akhenaton’la birlikte firavun yalnızca Güneş-Tanrı olduğunda, bu sınırlama, firavunu, tanrısallığın tezahürlerinden ve yaşamın mucize­lerinden dışlıyordu. Bu nokta önemlidir, çünkü çeşitli Mısır tanrıları kavranamayan ve bilinemeyen tanrısallığın tezahürleri, hatta metaforlarıydı. Bu da tanrısallığın esrarlı bir şekilde her yerde hazır ve nazır olması demekti. Traunecker şöyle yazmaktadır:8 “Örneğin Osiris mi­ti, ölen ve İs is ile Nephtys’in ilgisi sayesinde yeniden doğan bu tanrı, bitkiler, Nil’in taşması ya da yaşam ve ölüm gibi bütün döngüsel olayları açıklamanın bir biçimidir.”

Bu, söz konusu çoktanrıcılığm yapay ve tesadüfi olduğu ve sonuç­la Akhenaton’un mitolojik ve litürjik bir maskaralığı kuşkusuz kaba­ca, fakat gerekli şekilde ortaya çıkarmaktan başka bir şey yapmadığı anlamına mı gelir? Tam tersine; bu.tür kötü niyetli basitleştirmeler Mısırlıların felsefi zekâsına hakaret etmek olur. Yine Traunecker’in deyişiyle: “Birçok nesne tek bir gücün ortaya çıkış noktaları olabi­lir.”9 Bütün tanrısallığı kavramanın olanaksızlığıyla buna saygı gös­termenin zounluhığu arasında yer alan Mısırlı, tanıyabileceği,, korka­bileceği ve aynı zamanda da sayabileceği bu tanrısallığın tezahürlerine ibadet etmiştir. Giden ve gelen olan ve ay tanrısı olan Khonsu’ya, yol açan izci köpek-tann Upuaut’a, aslan-tannçalar Pakhet ve Sekhmet’e, krallık tanrısı Atum’a, gizli Amon’a, uzak Horus’a, Horus’un meskeni Hathor’a, yazı ve bilgi tanrısı Thoth’a... da ibadet etmişlerdir.

Mısır Nil’den ve Nil de Afrika’dan doğmuştur. Mısır’ın uygarlığı gibi dininin de Afrika kökenli olduğu yadsınamaz. Afrika’nın geri ka­lanında olduğu gibi kutsallık duygusu doğaldır. Mısır’a göre tanrısal-

8 Claude Traunecker, Les Dieuxde PEgypte, a.g.e.

A.g.e.

280

MISIR

lık yaşama içkindir ve bütün biçimleriyle yaşam, tanrısallıktır. Mısır dilindeki neter sözcüğü hem “tanrı” hem de “canlanma” anlamına ge­lir.10 Tanrısallık hiç durmadan yenilenen bir şeydir; Antik Mısır’ı an­lamak isteyen biri için bu temel kavramdır ve din adamları ve halk için sunakların bakımının gerekliliği buradan kaynaklanır.

Fakat, belki, bu kavram eskinin Batılı Mısır uzmanları için kav­ranması güç bir kavramdı, bunlar vahiyli bir din olmasını da güçlük­le kavramışlardı, tanrılarının soy kütüğü uzun süre tartışma konusu olmuştu: Bunlar totemler, fetişler miydi yoksa zaten tamamlanmış tanrılar mıydı? Tartışma günümüzde aşılmıştır: Morenz’le birlikte,11 tanrılara ilişkin (tanımlanmayı bekleyen) asıl kavram, çevresinden farklılaşan çocuk gibi, birey de kendi kimliğinin bilincine vardığında ortaya çıkabilir; bana öyle geliyor ki, bu tartışmada, yazının önemi biraz ihmal edilmiştir: Adı yazılabilecek ve dolayısıyla belirlenen her kavram zaman içinde anlam ve güç bakımından zenginleşir. Mısırlıla­rın yazısı vardı; totemleri ya da fetişleri böylelikle tanrı haline getir­diler, tektanrılı dinlerden önce bunlardan bazılarını cin, daha sonra da Şeytan haline getirdiler; Mısır tanrılarının Tinit hanedanlığı döne­minde, IÖ 3150’ye doğru ortaya çıktıkları sanılmaktadır. Hayvan baş­lı tanrılar, Horus’un öncüsü olan şahin başlı, Hathor’u duyuran inek başlı tanrılar daha o dönemde görülmekteydi; fil başlılar da vardı, ama daha sonra Mısır panteonunda bunlar görülmeyecektir. Bu tanrı­lar, Levi-Strauss’un sözünü ettiği “doğadan kültüre geçiş”e tanıklık ederler.

Mısırlı, bu tanrılara genellikle bu hayvan başlarıyla nitelenen bi­reyselliklerini koruyarak bir değişim alanı yüklüyordu. Bu alan İçin­de aynı tanrı kimi zaman eril, kimi zaman dişil oluyor ve sık sık rol

10Daha 1899 yılında Sir E. A. Wallis Budge bunu açıklıyordu; Egyptian Religion: Egyptian Ideas of the Future Life, yeni baskı, Arkana, Londra, 1987.

11 S. Morenz, La Religion egyptienne, Payot, 1962.

281

..........  ....  ..............................  t"....................................

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

değiştiriyordu. Amon kimi zaman baba kimi zaman anne oluyordu ve ‘'dünyanın yaratıcısı tanrıça Neith, kadın gibi davranan bir erkek ve erkek gibi davranan bir kadındı.112 Çiftcinsiyellilik yaratılmamış olan erildişiniu ifadesiydi. Timsah-Tanrı ve su hayvanlarının tanrısı Sobek, örneğin Güneş diskinin sorumlusu olabiliyordu.

Bu anlamda, çoktanrıcılık insanın küçümsenişinin ifadesiydi: Yer­yüzü sakini için tanrısallığın temel doğasını tanımanın olanaksız­lığının -itirafı. Böylece, Akhenaton’un devrimi bir türevdi, çünkü bir kendini beğenmişlikle, sonuçta tanrısallığın doğasını açığa çıkardığı­nı ileri sürüyordu. Bu kendini beğenmişliğin sadece entelektüel olma­dığını, kişisel ve hanedanlıkla ilintili olduğunu da görmek gerekir, çünkü firavun tanrısal kökten geldiğinden Akhenaton, Güneş-Tanrı’yla özdeşleşiyordu.

Eliade’nin belirttiği gibi, Akhenaton’un, firavunun iki babalığı arasındaki gerilime de son verdiği varsayılabilir: Güneş teolojisine göre gerçekte o Ra’nın oğluydu, fakat Osiris’in temsil ettiği önceki ölmüş kralın yerine geçtiği için aynı zamanda Horus idi. Böylece Akhenaton Güneş’in tek cisimleşmesi olur. Bu kuşkuludur; çünkü bir yandan, kraliyet ideolojisinde, Eski ve Orta imparatorluğun güneş te­olojisi, Osiris soyundan gelindiği iddiasıyla, bir yana atılmadıysa da, adım adım egemenlik altına alındı; ve diğer yandan, Ra’nın oğlundan başka biri değildi, fakat bilinemez olan Ra’nın kendisi de hiç değildi. O halde, sapkınlık fikri Akhenaton’a nereden gelmiştir? Vernus ve Yo-

12 Claude Traunecker, Les Dienx de l’Egypte. Traunecker’in kitabının 14-15. sayfalannda, Mısır’da var olduğu ileri sürülen tektanrıcılık konusunda karşı görüşler savunan ekoller üzerine özlü ve kesin bir açıklama vardır. Drioton, Sainle-Fare Garnoi, Vandier, Desroches-Noblecourt ve’Daumas tarafından temsil edilen ve Mısır seçkinlerinin tektanrıcılığı tezini destekleyen Fransız ekolünün bir bölümü ve ‘Tenomenolojik” bir çoktanrıcılığı aşan bir tektanrıcıhğın bu bölümde sunulan sentezini destekleyen Sethe, Kees, Frankfort, Sauneron, Yoyoıte ve Flornung tarafından temsil edilen ekolü.

282

MISIR

yotte’nin belirttikleri gibi,13 “göksel soluklu kursu yaratıcının gerçek­liği olarak kabul eden” Heliopolisli düşünürlerden etkilenmişe ben­zer. Tektanrıcıhğın Musa tarafından ödünç alınmasına gelince, tehli­keli spekülasyonların zevkine cevap verir sadece.14 Yahudilerin başka esin kaynakları olmuştur: Özellikle On Emir’i ödünç aldıkları Mezo­potamya ve çok daha sonraları özellikle Şeytan fikrini ödünç aldıkları Mazdacı İran tektanrıcdığı.

Dolayısıyla, Akhenaton’u tektanrıcılığın “kurucusu” ve diğer iki tektanrıcıhğın doğmasına neden olmuş olan Yahudi tektanrıcılığının habercisi olarak görmekte ısrar etmek, terimin kötü, anlamıyla edebi

13Pascal Vernus ve Jean Yoyotte, Les Pharaons, M.A. Editions, 1988.

14Freud, teorisini Musa ya da Mose adının Mısır dilinden geldiği üzerine kurdu. Bu doğrudur, çünkü Ahmose ya da Ahmosis,.Tuthmose ya da Tutmosis gibi Çok sayıda adın sonekinde buna rastlanır ve Lexiko ıı der Agyptolo^e'nin (7 cilt, Otto Harassowitz, Wiesbaden, 1972-1991) onayladığı gibi “çocuk” an­lamına gelir. Yine de bu haliyle eksik olduğu ve kuşkusuz ondan önce bir başka adın geldiği, bunun da Amon ya da Ptah gibi bir Mısır tanrısı olduğu, çünkü böyle adlann meydana getirilmesinde, çocuğun doğumunu bahşet­miş olan göksel gücün adının öne konulduğu görülecektir. Önemli nokta, ne Freud’un, ne de tezini sürdürenlerin, baskıcı ve Çıkış’a yol açan firavu­nun IV. Amenofis olduğu konusunda ilginç ya da İnandırıcı en ufak bir iba­rede bulunmamış olmasıdır. İki olayı tarihsel olarak yerine yerleştirmeye çalı­şan bütün incelemeler, baskıcı firavunla Çıkış’a yol açan firavunun II. Ramses olduğu olasılığı üzerinde birleşirler (Vemus ve Yoyotte’a göre oğlu Merenptah senaryodan dışlanacaktır). Oysa bu, Akhenaton 1336’da öldüğün­den ve II. Ramses 1279’da iktidara geldiğinden elliyedi yılın olaylarını en as­gari düzeyde değiştirir. Baskı yıllan ile Çıkış’m II. Ramseş’in hükümranlığının ilk yıllannda meydana geldiği düşünülemez kuşkusuz. “Ramses dönemi” var­sayımı, îsrailoğullanmn tuğla imal etmeye zorlandıktan Kızıldeniz’e giden yol üzerindeki Pithom şehrinin Ramses döneminde kurulmuş olmasına dayanır (Vemus ve Yoyotte, a.g.e.). Oysa Ramses döneminde Akhenaton’un “tektanncılığı” tamamen unutulmuş, bütün kayıtlardan ve yazılardan silinmişti. Musa’nın bu tektanncılıktan haberdar olması Akhenaton döneminde doğmuş olması halinde olasıydı; bu da Çıkış tarihinde değil mucizelerini gerçekleştirmek, Vaadedilmiş Topraktan bile göremeyecek kadar yaşlı olduğu anlamına gelir. Gerçekten de Atoria tapınma, Akhenaton’un ölü­münden sonra Amon rahipleri tarafından son kalıntısına kadar silinmişti.

283

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

ve yanlış olur. Vernus ve Yoyoue’un yazdıkları gibi:15 “Bazı tarihleri onu, putperest bir karanlıkçılığa karşı savaşan bir kurtarıcı, Hıristi­yan anlamda evrensel hedefleri olan bir barışçı, Amon ve etrafı ndakilerin uyguladıkları baskıyla savaşan popülist bir din adamı-karşıtı ha­line getirmişlerdir. Bütün bu portreler başka kaynaklar tarafından yalanlanmıştır ya da tarihe aykırı olarak spekülatiftirler."16 Akhenaton

13

Ve m us ve Yoyoıte, Les Pharcums, a.g.e.

16Kadın kalçaları, çıkıntılı karnı, abaılılı bir şekilde uzun elleri ve kolları ve güçlü bir şekilde içe çekilmiş benzi ile -modern tıpta Künefe İter sendromuna denk düşen anonnalllikcanavara benzeyen dış görünüşünün güçlü bir şekilde ifade ettiği kromozomdan kaynaklanan anormalliğin de ötesinde Akhenaton’da çok gelişmiş başka özellikleri de görmek gerekir. Başka şeyle­rin yanı sıra, Berlin Müzesi’ndeki dikili taş da buna tanıktır. Uzun süre bo­yunca erotik niteliği nedeniyle dikili taşın firavunu ve eşi Nefertiti’yi temsil etliği sanıldı. Gerçekten de burada, Akhenaton masada görülür, çenesini sev­giyle okşadığı birinin omzuna bir kolunu atmıştır; oysa bu. genç bir erkektir: Semenkhkare. Akhenaton onu resmi olarak görevlendirmiştir ve çok kısa bir süre için tahta geçirmiştir ve ardından tahta Tutankamon çıkmıştır (büyük bir olasılıkla rahiplerin entrikalarının ardından). Vemus ve Yoyotte’in ileri sürdükleri gibi Semenkhkare’nin kim olduğu bilinmemektedir ve ender bu­lunan arkeolojik kalıntılar en aşın varsaymlara neden olmuştur (bir kadm olduğu bile ileri sürülmüştür, ki bu çok kuşkuludur, çünkü hem resmi görevli hem de firavun olmuştu). Mumyalanma koşulları da olayı karanlığa boğmaktan başka bir şey yapmamıştır, çünkü mumyası -erkekteorik ola­rak Akhenaton’a ayrılmış mezarda bulunmuştur. Kahire Üniversitesi’nde anatomi profesörü Dr. D.E. Derıy’nin kafatası incelemeleri bunun Tutanka­mon’un erkek kardeşi ya da üvey kardeşi olduğunu göstermiştir, fakat Ver­nus ve Yoyoııe’a göre, Tutankamon’un kimin oğlu olduğu bilinmediğinden, Semenkhkare’nin de kimin oğlu olduğunun ve de firavunla olan akrabalık bağlarının ne olduğunun bilinemez. Her durumda, kraliyet ailesinin bir pren­si olması gerekir ve adı olan Ankh-Khe peron-Ra, yani “Nefer-Kheperoura’nın sevgilisi,” yani Akhenaton’un sevgilisi, Berlin taşının anlamını güçlendi­rir. Bu iki unsur, Akhenaton’un genç bir sevgiliyi görevlendirdiğini ve böyle­likle yücelttiğini düşündürtür. Niyetim bir skandali ifade etmek değildir ve eşcinsellik dahil cinsel yasaklar, Eski Mısır’da var olmadığından hiç değildir, sadece Akhenaton’un (bir tür teşhirciliğe bağlı) bir özelliğini daha ortaya çı­karmaktır, çünkü Eski Mısır’da bir kralın eşcinsel ilişkisinin başka örneği yoktur. Başka firavunların da sevgilileri olmuştur kuşkusuz, fakat kimse on­ları resmi görevli yapmamıştır.

284

MISIR

Tanrı’yı yaratmadığı gibi bizim Şeytan’ımızı hiç yaratmamıştır.   |

Geriye, Şeytan’m Mısır dininde tümüyle ya da öncülleri itibariyle       I

var olup olmadığını bilmek kalıyor. Fakat, bu durumda, homojen ve kalıcı bir inançlar bütününü yanlış yere varsayan “Mısır dini” gibi                              j

belirsiz bir kavramı belirtme zorunluluğuna varılır. Çünkü, gerçek-          i

ten var olmuş bu dîn, en azından yaklaşık üç bin yıl sürmüştür ve  j

dogma içermeyip, bir yorum sistemi içerdiğinden birçok ■ dönüşüme       j

maruz kalmıştır.                                                                               .

Uzun süre Mısır’ın iki esas tanrısı olduğu öğretilmiştir: Biri, Yu-          I

karı-Mısır’m efendisi Horus, diğeri, Aşağı-Mısır’ın efendisi Seth. Her      |

ikisi de, Osiris’le İsis’in oğludur ve iktidar kavgasına t ut aşacaklardır.     1

Seth, Horus’un mirasına karşı çıkarak babası Osiris’i öldürdü. Horus,       ;

teke tek kavgada kardeşine meydan okudu, onu yendi ve nihayet bir­leşmiş îki Ülke’nin hükümdarı oldu. Kralık iktidarının meşru aktarı­mım açıkladığı kabul edilen bu mitte Horus iyi evlattı ve Seth ise kö­tü evlat. Aslında Seth, başka birçok mitte de kötü karakter olarak gö-                                                                                          i

rülür. Demek ki, Kötülük cininin habercisidir.                                J

ı

İşin aslı çok daha karmaşıktır. Sadece Horus mitinin çözümlenme­

si bile, önceki mitleri özetlemek için büyük bir eser gerektirir. Şu İki        ş

temel noktayı hatırlamak gerekir: öncelikle, gökyüzü tanrısı Horus           j

kültü tarihöncesinde Delta’da başladı ve tüm Mısır’a yayıldı. Böylece      |

yanlışlıkla, Horus kültünün Yukarı-Mısır tanrısına yönelik olduğu sa-      !

midi, çünkü orada gerçekten de Horus’a adanmış bir şehir bulunmuş-       |

tu. Antik Hİerakonpolİs, “şahin şehir” bugünkü Nekhen’dedir ve o           !

dönemde Yukarı-Mısır krallığının başkentidir. Seth ise Yukarı-Mısır’ın bîr tanrısıydı, Ombos şehrinde hüküm sürüyordu. O dönemde iki tanrı barış içinde yönetiyorlar, kralın koruyucusu olarak kabul ediliyorlardı. V. Hanedandan önce, onların birlikte varlığım doğrula-                                                                                            i

mak için, her birine Mısır’ın bir bölümü verildi ve kökenleri tersine         j

çevrilerek, Aşağı-Mısır Seth’e ve Yukarı-Mısır Horus’a verildi.    j

285

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Daha sonra, iki tanrı arasındaki karşıtlığın geç ortaya çıktığı söy­lenebilir, çünkü V. hanedanlığın sonuna doğru, yani ÎÖ 2245’e doğru ölmüş bir kral Osiris’in kişiliğinde ve ardılı olan yaşayan kral da Horus’un kişiliğinde temsil edildi. Ancak andan sonra Horus, Osiris ile İsis’in oğlu oldu. Böylelikle Setli, Horus’un rakibi ve düşmanı oldu, çünkü krallığı onunla paylaşamazdı.17 Osiris’in oğlu Seth tarafından öldürülmesi miti de o zaman üretildi.

Başka deyişle, görünürdeki İyi-Kötü, Horus-Seth çatışması hane­danlık sorunlarının dinsel bir bağlama aktarımıdır. Yine de Mısır di­ninde, Hıristiyan anlamda ne İyi ne de Kötü vardır: Onlara bu ad ge­nelleştirme yoluyla ve aslına sadık kalmadan verilebilir, çünkü zarar­lı olan “Kötülük,” bütün olarak “iyilik” olarak kabul edilen Yaratılış içinde başlangıçtaki Kaos’un ortaya çıkmasıyla üretilmiştir. V. Hane­danlıktan sonra din tarafından betimlendiği biçimiyle “kötülük,” poli­tik Kral'ın düşmanıydı; bu, bütün monarşik devlet dinlerinde görüle­cek olan bir şemadır. Yani, Yaratılış’ı yok etmekle tehdit eden başlan­gıçtaki Kaosun ifadesi olan “Kötülük”ün dolaylı bir politik işlevi var­dı.

Bununla birlikte, Mısır dini kozmos’un yorumuna dayanan bir sis­temdi ve insan eliyle yaratılmıştı; kuralları Yaratılış’ı korumayı he­defliyordu. Mısır tarihi boyunca, Roma istilasına kadar, mitler, gü­neyde ve kuzeyde sürekli olarak değişecektir ve Mısır tarihi yabancı panteonları zenginleştirirken onların desteğiyle de kendisi sık sık zenginleşecektir: Örneğin tanrı Seth Asurlular tarafından benimsene­cek ve Asurlular tanrı Baal’larında onunla büyük benzerlik bulacaklar­dır. Horus ve Osiris mitleri böyle değişimlerin canlı tanıklıklarıdır. Adları bile değişecektir ve Horus Yunan’da Harmachis ya da Mısır di­linde Har-em-akhet, Ufuk Horus’u olacaktır; Harpokrat ya da Harpe17 Uıcydopaedia Brilmmica, “Horus.”

286

MISIR

khrad, Çocuk Hor us; Haroeris ya da Har-wer, Yaşlı Hor us; Harsomtus ya da Har-sem-Tow, Ihı Ülkeyi Birleştiren Horus; Harendotes ya da Harend-yotef, Babasının Koruyucusu Horus. Metamorfozlarla dolu Yunan­lılar Horus’u Apollon’la özdeşleştirdiler ve timsah Seketh’i öldüren Mısırlı tanrı imgesi Hıristiyanlara esin kaynağı oldu. Onu canavarı öldüren Aziz Georgios haline getirdiler, daha sonra Vatikan bu efsa­neyi ortadan kaldırdı: Aziz Georgios diye biri asla var olmamıştı.

Sayısız mitin kahramanı olan Osiris’in durumu da aynıdır. Traunecker şöyle yazar: “Açıkçası yazılmış ve derlenmiş bir Osiris miti yoktur. İhtiyaçlara uygun olarak metinler, mit temalarına bağlı bir dizi bölümden kaynağını alırlar: Vahşice ölüm, yas, bedenin koruyu­culuğu, miras, diriliş, dava, intikam, vs.”

Bu çeşitlilik XX. yüzyılda Batı’da sanıldığı gibi bağmtısızlığın be­lirtisi değil, tanrısallığın hakikatine doğrudan yaklaşma olanaksız­lığına dair yukarda sözü edilen Mısır inancının yansısıdır. Aynı za­manda, dinin politik ve iktisadi yapısının yansısıdır: Tapınaklar, ge­nellikle büyük topraklara sahip iktisadi birimler oluşturuyorlardı; ra­hipler hiyerarşisine dahil edilmiş ve büyük toprak sahipleri yöneti­mince kullanılan nüfusun geniş kesimlerini çalıştırıyorlardı; bunlar, ulusal ekonominin önemli bir unsuruydu. Her bölge ve her büyük ra­hip herhangi bir tanrıdan yararlanma ve kutsal yazıları kendi tarzında yorumlama özgürlüğünü kullanıyordu. Mısır dininde, papa ya da imama benzer merkezi bir mevki yoktur.

Dahası, Kaos’un kabul edilmesi asla etik alanına erişmedi. Bu dün­yada iyilik ve Kötülük var olamazdı ve Kaos ya da “Kötülük” rastlan­tısaldı, çünkü denge onu kendi alanlarına itiyordu ve itaat edebilirdi, çünkü Yaratılış öncesi güçleri temsil ediyordu. Her durumda, Yeni imparatorluk dönemine kadar, Eski Mısır’da toplumu yöneten sistem­den başka etik sistem olmadı ve bu sistemin temel ilkesi uyumu sağ­lamak ve güce başvurmayı engellemekti. Sadece Yeni imparatorluk’ta

287

ŞEYTANÎN GENEL TARİHİ

din, ahlaki duygu de din arasında bir ilişki kurarak tanrılardan duyu­lan korkunun inançlı kişiyi erdemli kılacağını öne sürdü.18

İnsan varlığı, ancak yaratılanı ya da yaratılmayan! tecrübe edebi­lir; onların özüne nüfuz edemez. Dolayısıyla, onları adlandıramaz. Mısır panteonu, böylelikle, Roma işgaline kadar, çokanlamlılık diye adlandırılabilen şeyi, yani anlam çeşitliliğini koruyacaktır. Bu çeşitli­likte, tanrısallık belirtilerinin anlamını az çok kavramanın olanaksız­lığı şeklindeki egemen duyguyla, olayların ve eylemlerin göreceliliği duygusuyla karşılaşılır. Kargaşa yaratan ve saldırganlıkla özdeşleşen, krallığın düşmanı Seth böylece tanrı mertebesini ve olası yararlılığım koruyordu. Bunun kanıtı, başlangıçtaki düzensizliğin yemden ortaya çık­ması olan yılan Apopis, kötülüklerini, açlık, sel baskını, çekirge bulut-larını yayarken ve Ra’nın teknesi Yılan Apopis’in kum yığını üzerinde karaya otururken, canavarı esir alması ve dünyanın düzenini yeniden oluşturması için bizzat Ra, Seth’i görevlendirmişti. Demek ki “kötü” iyi oluyordu.

Şeytan’ı başka yerde aramayı deneyeceğiz. Örneğin şu yılan Apo­pis Şeytan olmasın? Gerçekten de, bir demiurgos olan Neİth’in tükü­rüğünden doğan Aposis, isyan eder. Şeytan’ınkine benzer bir yazgı.

18"Egypıian Religion,” Encyclopaedia Britannica, 1973, etik ile din arasındaki ilk bağın ilk ara dönem sırasında ele alındığını ileri sürer. Yaklaşık 2160’tan 2040’a uzanan bu dönemin bir paradoks tarafından belirlendiğini görmek ilginçtir: Yaşam orada daha katlanılır olmuştur, Eski İmparatorluğun son fi­ravunu 11. Pepi’nin ölümünden sonra bölgeler daha fazla özerklik kazanmış­lardır. Dönemin metinleri toplumsal adalet ve kişisel erdemlere daha güçlü vurgu yaparlar. Yine de bu iyileşme, firavunların kısmi-uranlığının kaybolma­sının neden olduğu karışıklığa son vermez. Dönemin metinlerinde ve sana­tında ülkenin ve kişisel bilinçlerin oldukça karanlık bir yansısı görülür. Eski Mısır tarihinde ilk kez birey, kendi yazgısına ilişkin melankolik bir bakış edi­nir; sanki yeryüzü mutluluğu perspektifi kendi sonunu aydınlatıyormuş gi­bidir. Birinci ara dönemden itibaren ölünün tanrıların krallığına doğrudan giremediğini ve oraya giriş hakkı ekle etmek için savunma yapması gerektiği­ni belirtmek de ilginçtir.

288

MISIR

Yine de Aposis Kötülüğü, imha edici güçleri temsil eden diğer tanrı­lardan daha fazla temsil etmiyordu. Çünkü, ilk kaostan ve metafizik bir kötülükten kaynaklanıyordu, dolayısıyla yaratılmamış olanla ya­ratılmış olan arasındaki bir çatışmanın tarifsiz ürünüdür. Yılan şek­lindeki biçimi çağdaşlarımızı yanılgıya sürüklememelidir: Mısırlılar­da, yılan her zaman topraktaki bir delikten çıkarken görüldüğünden, “yılan, büyümenin güçlerine ya da tanrısallıklarına eşlik eder.”19 İlkel yılan, yaratıcı tanrı Atum’un ilk ve son imgesidir.20 Ölüler Kitabında, babası Osiris’in intikamım alan Horus’la durum gereği özdeşleşen tanrı Men’in başında, iki tüy ya da iki yılanın, “tanrı Atum’un yüzün­deki iki büyük yılan”ın2t bulunduğu bir taç vardır.

İsyancı güçler ve Kaos’un olası habercisi olan yılanlar, demek kİ, o kadar da kötü yürekli değillerdir. Yaratılış’tan önce gelen ve yararlı olabildikleri için yok edilmemesi gereken güçleri temsil ederler. Ya­ratılmış dünyayı örten, tüm yaşamın kaynaklandığı, fakat örneğin sel yağmurları ve felaket baskınları sırasında yıkıcı şekilde de ortaya çı­kabilen.tehditkâr ve hareketsiz Nun’un durumu da budur..Örneğin in­sanların isyanı sırasında, Her Şeyin Efendisi “bu ülke Nun durumuna gelecek,” der.22 Yılan, canavar Apopis’e şeklini vermiş olsa da, Kötü-

19     ’ i

Traunecker, a,g.e.

20Serge Sauneron ve Jean Yoyotre, La Naisstmce âu monâe selon VEgypte ancienne, Doğu Kaynaklan, Le Seuil, 1958; J.P. Ailen, Genesis in Egypt, Yale Egyptological Studies 2, New Haven, 1988.

21 The Aııcient Egyptinıı Book of the Dead, Universi ty Texas, 1990.

22A.g.e., bölüm 17. Bu Yaratıcı diktası, Tufan’da insanlığı yok etmeye karar vermiş olan Tann’nın diktasını Özellikle anımsatır. Mısır’ı tehdit etmiş bir tu­fan hakkında bilgimiz yoktur, fakat on bin yıl önce, son buz çağının sonun­da Akdeniz’in yüzeyinin kayda değer oranda yükselmesinin Aşağı-Misi fin topraklarının büyük bölümünü su altında bıraktığı kesindir ve yerel toplu­lukların bunu hatırladığı varsayılabilir. Yine, daha yakın bir tarihte, Sahra’nın çölleşmesine yol açan iklim değişiklikleri sırasında Nil’in felaket bir biçimde taştığı da ileri sürülebilir.

289

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

lük amblemi değildir: Atmaca ve pislikböceği ile birlikte, Güneş-Tanrı Ra’nın üç kutsal hayvanından biridir. Daha anlamlısı, kobra Yukarı Mısır’ın beyaz tacının, merkezi süslemesidir. Ve Mısır panteonu, diğer tehlikeli hayvanlara karşı daha fazla kuşku duymaz: Örneğin Osiris’in. bedeninin koruyucusu olan tanrıça Selkis’in akrep kafası vardır; hem korku hem de bereket tanrısı olan Sobek’in timsah kafası vardır; ha­sat tanrıçası Ermutis’in de, İsis’in bir başka biçimi olan Meresger gi­bi bir yılan kafası vardır.

Bu, Mısırlılarda cin olmadığı anlamına mı gelir? Sürüyle cin var­dır: Pasifik dinlerinde ve birçok başka dinde olduğu gibi, bu ikincil cinler hastalıktan ve. felaketlerden sorumlu tutulurlar ve bunlar tektanrılı hayal gücünde olduğu kadar iğrenç ve dayanılmazdırlar: Örne­ğin itici yüzlü cin, kurtlarla yaşayan cin ya da kendi dışkılarını yiyen cin. “Bunlar, özellikle ölünün Duut’a ulaştığı beş günlük ara dönemlerde salgın hastalıklara yol açarlar.” Yedisi bir arada ya da yedinin katı gruplar halinde dolaşarak mevsimlik hastalıklar yayarlar; bu, sanıldı­ğından daha yaygın ve “modern” bir düşüncedir, çünkü, XIX. yüzyı­lın ortasında Paste ur’ün kanıtlamalarına kadar hastalıkların ve salgın­ların, bilimsel olarak kanıtlanması güç “miyasma”larla açıklandığı bir tıp ekolü vardı.

Cinlere Akhu denir ve çöl, karanlık, uzak yerler, sular gibi “dü­zenli dünyanın çevresini etkilerler.”23 Bu açıdan, bunlar inkâr edile­mez biçimde, aynı yöreleri etkileyen bizim Şeytan’ın atalarıdır. Büyük bir olasılıkla Yahudiliğin hayal gücünü etkilemişlerdir ve Ya­hudilik de onları sonra gelen iki büyük dine aktarmıştır. “Kaosun bu hizmetkârlarının yine .de sınırlı simgeleri vardır. Fakat tanrı ve tan­rıçalar kadar hizmetçileri de dahil, kırk tanrı, Sekhmet gibi aslan baş­lılar ve Sekhmet’le tanrı Ptah’ın oğlu Nefertum bunlar arasındadır.

23Traunecker, a.g.e.

290

MISIR

Mısır kozmogonisinde yaratılış, Kaos’un hassas bir anıdır ve ken­di içinde hiçbir İyi ya da Kötü ilke içermez. Etik, bir kez daha, insan toplumunun bir özelliğidir, yani dünyevidir. Mısır toplumunun te­mel yasakları, bizim anladığımız anlamda metafizik bir İyilik ilkesi dayatmaktan değil, yaşam kaynağı olan yaratılışın sürmesini güvence­ye almaktan ibarettir. İlk Günah’a Mısır’da rastlanmaz ve armdırıcı ibadetler cenaze törenlerine ve tanrı heykellerine yöneliktir.

Mısırlılara göre, tanrılar dahil tüm dünya geçicidir: “Tanrıların ölümü, hangi tanrı olursa olsun, dinsel metinlerde sık sık belirtil­miştir,” diye yazar Mısır uzmanı Moret bu yüzyılın başında. “Hndes’te Olup Bitenleri Öğrenme Kitabı canlıların tanrısı Ra’nın, Tumu’nun, Khopri’nin mezarlarını ve ölülerin tanrısı Osiris ya da Sokaris’inkini anlatır. Isis ve Osiris Hakkında adlı kitabın yazarı [Plutarkhos] da şu geleneği anlatır: ‘Mısır rahipleri sadece bu tanrının [Osiris] de­ğil, genel olarak tüm tanrılarının bedenlerinin, kefenlenmiş ve kut­sanmış olarak yeryüzünde bulunduklarını ve ruhlarının da gökyüzün­de, parlak yıldızlar arasında bulunduklarını söylerler.’ Tanrılar sa­dece ölümlülerin tapınmasıyla yaşarlar ve krallar ya da rahipler kut­sal hizmette hata yaparlarsa güçten düşerler, çökerler ve çürürler.2' Her biçimdeki tanrısallık Yaratılışın ve insan iradesinin ürünüymüş gibi görüldüğünden ne tanrısal ezelilik vardır, ne de mutlak İyilik ve Kötülük. Yeryüzündeki İyilik ve Kötülük Kaos ile yaratılış düzeni ara­sındaki mücadelenin yansılarıdır ve krallık iktidarı bu mücadelenin hakemidir. Dünyevi iktidar tarafından cezalandırılan insani ihlaller, Kaos’un içini dolduracağı bir boşluk yaratan ihlallerdir. Fakat Son’dan önce, Yaratılış art arda gelen başlangıçlardan başka bir şey değildir: Her akşam, gün batınımda gökkubbe tarafından batıda yutu-

24Alexandre Moret, Le Rituel du culte divin joumalier en Bgypte, 1902, Slatkine ^Reprints, Cenevre, 1988.

291

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

lan tanrıça Nut, ertesi gün, gökyüzünde yükselmek için kalçalarını ayırarak yeniden çıkar.

Mısırlıya göre dünya, yıldızları ve Yaratılış’ıyla birlikte kuşkusuz son bulacaktır ve burada, bir başka yanılsamayı ortaya çıkarmak ge­rekir, bu da, Mısırlıların bitmiş bir zamanın yabancıları oldukları, yani iki kere yabancı olduklarıdır. Yani, inançlarının bizim için sade­ce tarihsel bir önemi vardır. Bundan daha yanlış bir. şey yoktur, çün­kü Antik Mısır dini kendi eskatolojisini, yani sona ilişkin kendi bakış açısını içerir; hatta bunu başkalarından çok daha önce kapsamıştır, kuşkusuz eski İran diniyle ve Asya dinleriyle aynı zamanda. Bu kav­ram görece gizli olsa da var olmuştur. Yunanlılar, zamanın sona ere­ceği ve ardından bir Altın Çağ’m başlayacağı, bunun da yeni ve den­geli bir dünya olacağı fikrini Mısırlılardan almışlardır. Deniz Ka­zasından Kurtulan Adam ve Atum ile Oiris Arasında Söyleşi gibi metin­lerde bunun yansıları bulunur.26 Ve biz de bu fikri Yunanlılardan al­dık.

O dönemde, belki, Mısırlının inancı sayesinde neşe içinde, sayısız sevimli tanrı tarafından bilgelik ve ağırbaşlılıkla korunduğuna inanı­labilir. Bundan daha yanlış bir şey yoktur: Mısır mitolojisinde, kar­deşi Osiris, Seth’in tuzağına düşünce İsis’in döktüğü gözyaşları başta olmak üzere, bolca gözyaşı vardır. Çünkü, kardeşi Osiris’in başarıla­rını kıskanan Seth, bir şölen gecesinde Osiris’in sarayına göz kamaş­tırıcı bir şekilde süslenmiş bir tabut getirmiş ve bunu boyutları en uygun olan kimseye armağan edeceğine dair söz vermişti. Osiris bu meydan okumayı safça kabul edip anında tabuta yatınca, Seth’in yet­miş suçortağı kapağın üstüne atlarlar ve çivilerler. Sonra, kurşun eri­tip tabutu tıka basa doldururlar ve nehre atarlar, nehir de tabutu deni­ze doğru götürür. Bunun üzerine İs is iki gözü iki çeşme ağlar ve

26Sir E.A. Wallis Budge, Egyptian Rdigimı: Egyptian Ideas of the Futııre Life, a.g.e.

MISIR

üzüntü işareti olarak saçlarını keser, sonra da tabutu aramaya çıkar. Dalgalar tabutu Fenike’deki Byblos sahillerine taşımıştır. Orada, hari­kulade bir ağaç tabutu korumak için etrafında dal budak sardı ve İsis ağacı ve tabutu böylece buldu. Tabutu alıp bir kayığa yerleştirdi ve denize açıldı. Denizde tabutu açtı, yüzünü kardeşinin yüzüne dayadı, öptü ve ağladı?7

Ezeli gözyaşları; bunların yankısı, granit ve güneş Mısır’ının aynı zamanda üzüntüye, acıya, sıkıntıya da duyarlı olduğunu göstermek için titreşir. Burası, sadece sütunlu odaların, dev taşların ve sfenksle­rin ülkesi değildir. Heykellerin gülümsemeleri, papirüslerde daha iyi ortaya çıkan ölümlülerin ıstırabını unutturmamalıdır. Mısırlı da ölü­mü az çok kavrıyordu.

Fakat Mısırlının ölümü, ortaçağın bize miras bıraktığı Ligler Richier’nin korkunç heykelindeki gibi iblislerin kemirdiği ceset görüntü­leriyle ve kemirilmiş iskeletinin üzerindeki lime lime etleriyle Yargı günü dirilen bizim karanlık ve kirli ölümümüz değildir; tanrıların krallığına temkinli ve görkemli bir giriştir. Tenin çürümesi Mısır’da da bilinmektedir, fakat ilahi merhamet sayesinde bundan kurtulunabilir. ölüler Kitabı’nm, Yok Olmayan Beden Bölümü adı altında bilinen, “Osiris’e Övgü” bölümünde bunun çok sayıda kanıtına rastlanır:

“Ey benim ilahi babam Osiris, sana şükürler olsun! Bedenimin azalannı güzel kokularla ilaçlayabilmen için, evet, ilaçlayabilmen için geldim sana, çünkü yok olmak ve hiçliğe karışmak istemiyorum, kutsal babam Khepera gibi olmak istiyorum, onun kutsal kişiliği asla çürümemiştir. Gel,ve öyle davran ki, soluğuma hakim olayım, ey sen, rüzgârların efendisi, sana benzeyen kutsal varlıkları ululaştıran sen. Güç ver bana, güdü kıl beni. Ey, tabutun efendisi. Sonsuzluk ülkesine girmemi sağla, tıpkı sana sağlandığı gibi, sana ve baban Tenu’ya, Ey, bedeni çürüme nedir bilmeyen sen... Kurtlar beni gördüklerinde

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

benden korkup dehşete düşsünler ve benim ölümümden sonra bütün yaratık­lar, hayvanlar, huşlar, balıklar ya da kurtlar ya da sürüngenler için de aynı­sını yap. Ve öyle davran ki, yaşamdan ölüm doğsun.**28

Mısırlının sıkıntılara yabancı olmadığını, fakat tanrısallığa olan inancının onu umutlu kıldığını bir kez daha gösteren görkemli ve dokunaklı metin.

Ezeli bir Şeytan ve lanetlilerin beden ve ruhlarının Nihai Yargı’nın ardından sonsuza dek bu şeytanın işkencelerine maruz kalacağı kavra­mı bilinmediği gibi tasarlanamaz bir şeydir de. Ruhun kurtuluşu kav­ramı da, yok oluşu da bilinmemektedir. Her şeyin kaçınılmaz ölümü ve başlangıçtaki Kaos’a geri dönüş fikriyle biçimlenmiş Mısır uygar­lığı kendisini, din dahil,, insan toplumunun yansısı olarak kabul eder. Bu uygarlık, gökyüzü olan tanrıça Nut’un yay biçimli büyük gövdesi­ni açılmış kollarında tutan uzam demek olan tanrı Şu’yla karşılaştırı­labilir. Şu ölecektir ve gökkubbe de çökecektir. Dogması olmayan, mitlerden ve ibadet kurallarından oluşan bu din, insan davranışları üzerine, insan doğası ya da genel olarak Doğa üzerine olduğundan da­ha fazla elik yargıya sahip değildir. Tanrısallığa ve onun yeryüzündeki temsilcileri olan krallara saygı gösterilmesinden başka bir şey iste­mez. M-ısır dini, Yunan’Ia birlikte, insan varlığım ve Yaratıhş’ı karşıt güçlerle uyum içerisinde tutmayı hedefleyen son büyük dindir. Dola­yısıyla, Şeytan’ı tasarlayamazdı.

Tanrıların bile öldüğü bir uygarlıkta, sonsuz lanetlenme düşünü­lemezdi.

28 A.g.e.

294

AFRİKA

DİNSEL EKOLOJİNİN BEŞİĞİ

Afrika’nın adım adım yok oluşu üzerine Batılı canlıcılık kavramı ve bu kavramın yüzeyselliği üzerine Bütün Afrika dinlerinin yaşamı kutla­ması üzerine Tüm Afrika tanrılarının ikili ka­rakteri üzerine Siyah panteona bir Şeytan dahil etmenin olanaksızlığı üzerine Afrikalıyı yöne­ten Kozmos’ta kaynaşma duygusu üzerine.

Hâlâ Afrika’dan söz edebilir miyiz? Bütün yüzyılların en iğrenci olan bu yüzyılın sonunda, Güney Afrikâ’da gecikmiş ve hâlâ beyaz bir özgürlüğün sancılarıyla yırtılan, “Somalili yumurcakların ellerindeki otomatik silahların yoğun ateşiyle, Angola’da can çekişen ideolojile­rin geğirtisiyle, güçsüz Batılı güçlerin ve hem Şeytan’ı hem de Tanrı Baha’yı satan karanlık küçük şeytanların entrikalarının yerleştirdiği megaloman otokratların taşkınlıklarıyla yırtılan, herkesin ve özellikle kim olursa onun gizli servislerinin kurtları tarafından yaşlı bir ağaç gibi kemirilen, kabileleri arasındaki düşmanlıklarla parça parça ko­partılan, tarımı ve bilgi işlemi öğretme iddiasındaki uluslararası ör­gütlerin vahşi kaygısının belini büktüğü, kolalı yakalı zombilere bü­yük sıcakların ortasında kırmızı Burgonya şarabı satan klimalı resto­ranların, Amerikan sitcom’u satan televizyonların, açgözlü akbabaların indiğinin görüldüğü havaalanlarındaki Batılı taşkın gençler tarafından aptala çevrilen bu kıta hâlâ mevcut mudur? Hangi Afrika? Eğer biri­nin aklına Afrika’dan söz etme fikri gelirse, Andre Gide’in Kongo Yol­culusunun bir anlamda ikinci cildi olan Michel Leiris’in güzel ve hü­zünlü kitabı Hayalet Afrika’nın adını hatırlasın; Beyazların lokomotifi­ni taklit etmek için “çuf çuf’’ yaparak ve ak tolgalı kasklar takan Bri­tanya İmparator! uğu’nun saçma albaylarını temsil etmek için başların­da yumurta kırarak Beyazların dünyasını cinlerden kurtarmaya çalışan Afrikalıların görüldüğü Jean Rouch’un korkunç ve mükemmel filmi Çılgın Efendiler’i unutmasın.

Hangi Afrika? Pek az Afrikalı olan Magrep değil, geçmişte tek bir krallıkta birleşmiş olan Nil Vadisi'nin kesik çiçeği Mısır da değil, Is-

296

AFRİKA

panyol ve Fransız hayaletlerin gezindiği Sahra hiç değil. Gettolara başka bir ad vermek için Güney’in Beyazları tarafından kurulmuş ha­yali devlet Ciskei mi?

Şeytan’ı Afrika’da aramak mı? İnandırıcı bir şey mi bu! Çünkü bu kıtada ortalığı kırıp geçirmiş tek Şeytan beyaz adamdır: Kipling’in göklere çıkardığı imparatorlukların korkunç kurucusu ve genellikle canlı abanoz ya da cansız fildişi ticareti yapan, “dehşet, dehşet!” diye haykırarak yaşamı korku içinde son bulan Conrad’ın kahramanı, Ka­ranlığın Yüreği’nin Kurtz’unu alçaklıkta geri bırakmayan kardeşi, Avru­palI sömürgecidir o. Anavatanında İnsanlığın Kurtuluşu ve ruh üzeri­ne söylevler ve çığlıklar atarken, bir ruha sahip olduğunu kabul etmediği Siyah Adamı Atlantik-ötesinde satmak için iğrenç gemilere, yakacak kütük gibi yerleştiren sömürücüdür o.

XVI. yüzyılda Doğu Afrika’nın zengin metropolü Malindi’ye varan Vasco de Gama burada, Avrupa uygarlığıyla kıyaslanabilecek bir uy­garlık düzeyi bulunca şaşırmıştı. Sadece şunları hatırlayalım: “1500’e doğru, kitap ticareti Timbuktu’da ekonominin önemli bir kolu haline geldi,” ve “gezgin satıcılar o dönemde kırk bin kişiden oluşan şehrin bilginler ve bilgelerle dolu olduğunu anlatırlar.”1

Evet, hangi Afrika? Geriye ne kaldı? Kuzey’İn sanayi faaliyetleri­nin dünya ikliminde yol açtığı değişimin sonuçlarına ilk olarak ma­ruz kalan ve bir türlü tükenmeyen bir' dünya üzerine kitaplar. Afrika kültürlerinden geride kalan şeyde Şeytan’ı aradığım bu anda, yüz mil­yon Afrikalı kuraklık nedeniyle açlık tehlikesi altında! Kitaplar, di­yordum: Ne yazık ki çok az, çünkü yazı yakın döneme aittir ve keşfe­dildiğinde Afrikalılar bundan yararlanmadılar. Son buzul dönemini izleyen aşırı bol yağışların Sahra’yı yemyeşil ve av bakımından zen­gin, insanın var olduğu bir bölgeye çevirdiği ÎÖ X. bin yıldaki Afri-

1 Gert Chesi, Les Derniers Africains, Arthaud, 1978.

297

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ka’nın nasıl bir Afrika olduğunu asla bilmeyeceğiz; ya da pek az şey bileceğiz. Orada bir uygarlık vardı; belki birden çok, bunu hiç bilmi­yoruz, fakat Tassili kaya resimleri orada avcılar olduğunu ve bu avcı­ların bir mitolojisi bulunduğunu göstermektedir.

IÖ İkİbin beşyüz yıl önce, doğuda Mısır siyah firavunların II. ve esrarengiz hanedanlığına eriştiğinde ve kuzeyde Tuna’daki topluluklar Batı Avrupa’yı istila etmeye başladıklarında Sahra kuraklaşmaya başlı­yordu. Sahra’da yaşayan topluluklar güneye akın ettiler, Kalahari çö­lündeki Boşimanların bu göçün son kalıntıları olması olasıdır. Bu in­sanlar hangi tanrılara tapıyorlardı? Sır! Afrika’nın geçmişi hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Anıtları, eğer kalmışlarsa, mu­ammalıdır. Tıpkı 1928 yılında Leo Frobenius tarafından bugünkü Zimbabwe olan Rodezya’da keşfedilen, görece yakın tarihli tapınak gi­bi. Kime adanmış okluğu bilinmediği gibi tarihleme bile yapılama­mıştır, çünkü ona atfedilen yıl farkı, İS XII. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar beş yüzyılı kapsamaktadır.

Tarih dönemi Afrika bilgimiz kısmen daha belirgindir. 1177 yı­lında Papa III. Gregorius hayali “Rahip Jean”a bir mektup gönderdi­ğinde nereye göndereceğini bile bilmiyordu! Hıristiyanlığın dostu ka­bul edilen bu zorba hükümdarın süreğen efsanesi coğrafi olarak XV. yüzyıla bağlanır: Aksum hanedanının halefi Habeşistan kralı olduğu kabul edildi. Bu hükümdar gerçekten de o dönemde Hıristiyandı. Do­ğu Afrika, başta Frumentius -ilk abuna ya da Habeşistan piskoposu ve Kıpti kilisesinin (yani İskenderiye kilisesinin) kurucusuolmak üzere IV. yüzyıldan itibaren Suriyeli seyyah keşişlerce Hıristiyanlaştırılmaya başlanmıştı. Denizden yaklaşık 3 bin metre yükseklikte, bu­günkü Dicle’de bulunan başkenti Akstım’dan dolayı Aksum denilen krallık çok daha eskiydi: Aks um’un Habeş Kitabı krallığın binlerce yıl önce, yani Hıristiyanlıktan önce kurulmuş olduğunu ileri sürer.

Peki, kim kurmuştu? Krallığın eskiliği kuşkusuz yerel bir şişirme

298

AFRİKA

değildir: Homeros’un şiirlerinde bu bölgede oturan EtiyopyalIların izlerine rastlanır. Kimdir bunlar, nereden gelmişlerdir? Anıtların üze­rinde ortaya çıkarılan Saba dili, Yunanca ve Gez dilindeki bazı yazık lar, Habeş tarihinin kırıntılarını bulmayı sağlar. Aksumun IÖ II. bin yılda ve belki daha önce, Kızıldeniz’i aşarak Arabistan’dan gelen Samiler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmektedir.2 İlk yerleşenler onlar oldu, çünkü o. dönemde Kıısh ya da Punt krallığı denen bölge­nin İlk sakinleri olan EtiyopyalIlarla, yani “karanlık yüzlü insanlarda yapılan savaşlar sonucunda kendi iktidarlarını kurdular. Kayalarda yonttukları ve Baalbek’in çağdaşı olan olağanüstü yekpare taş anıtlar Güneş’e taptıklarım söylememizi sağlar.

İşte birçok soru: Sadece EtiyopyalIlardan söz edersek, Samilerin gelişinden önce EtiyopyalIların dini neydi? Ve onlar kendi Güneş kültlerini dayattıklarında dinleri, açıkça ithal edilen Hıristiyanlıkla nasıl karıştı? Gerçekten de Aksum krallığı gücü dolayısıyla yaklaşık VII. yüzyıla kadar refah içinde ilerledi. Antik Etiyopya’daki dinler ka­barışı -İlk Afrika dinleri, Sami dinleri, Hıristiyanlık; bugünkü Zula olan Adulis limanı Akdeniz’deki büyük bir alışveriş merkezi' oldu-

2 C.F. Rey, The Real Abyssinia, Londra ve Philadelphia, 1935. Doğu Afrika’da ve genel olarak Kızıldeniz’in iki yakasında Sami ve özellikle Yahudi varlığının süresi ve önemi genellikle bilinmemektedir. Bunlar, burada belirttiğim, bilim­sel olarak desteklenen orijinal bir varsayıma esin olmuşlardır. Bu varsayıma göre Incil’in önemli bir bölümü Filistin’de değil, Arabistan’da, Mekke’nin gü­neyinde yazılmıştır: Kamal Salibi, Beyrut eski Amerikan Ûniversitesi’nde ta­rihçi ve arkeolog, La Bible est nüe en Arabie, Grasset, 1985.

3 Akdeniz’le Kızıldeniz arasında deniz ticaretinin belirtilmiş olması şaşırtabilir. Gerçekten de, bugünkü Süveyş Kanah’ndan çok önce, günümüzdekiler gibi su içi derinliği düşük seviyeli teknelerin Akdeniz’den Kızıldeniz’e ve Kızıldeniz’den Akdeniz’e geçmelerini sağlayan yollar vardı. Yaklaşık olarak 1Ö iki bin yılında açılmış olan bu kanalların ilkinin iki parçası vardı; birincisi, Tumilat Vadisi ve Acı Göller yoluyla Nil’in Pelusim kolunu bağlıyordu; İkincisi Kızıldeniz’e kadar uzanıyordu. Bu kanallar sık sık kumla doluyordu ve fira­vunlar döneminde ticari ve politik istemler doğrultusunda temizlenmişlerdir.

10 510’a doğru.Büyük Darius kanallan onardı ve genişletti. Bu kanallar Plo-

299

ŞEYTANİN GENELTARIHI

ğundan Helenistik ve Roma dinleri, Mısır dininin kalıntıları, Yahudi­lik, diğer Asya dinlerihakkında son derece şematik bir fikre sahi­biz. Bu karmakarışık yumakta şu ya da bu inancın kökenleri nasıl ayırt edilebilir? Şu ya da bu halkın Kötülük fikrinden ilk olarak hangi biçimde kurtulduğunu nasıl bilebiliriz?

Afrika üzerinde Asya etkilerinin tarihini kabaca biliyoruz. Bu etki­ler, çömlekçilik ve tarımcılık konusundaki bilgilerini getirerek IS V. yüzyıla doğru Endonezya’dan gelen Malezya-Polinezyah gemicilerin girişimiyle Bantular üzerinde görülmüştür. Bantlıların, bilgilerini ka­bilelerinin dışına yayıp yaymadıkları bilinmemektedir, tıpkı Benin kültürünün Avrupa ortaçağında şaşırtıcı bir biçimde yayılmasının bi­linmemesi gibi.

Aynı şekilde, örneğin VI. yüzyılda Aksum kralı Kaleb’in ya da ElEsbaha’nın sefer düzenlediği Güney Arabistan’ın gizemli Yahudi dev­leti aracılığıyla Doğu Afrika üzerindeki Yahudi etkileri hakkında da hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir.

Çılgınca bir kibir içindeki Batı, Afrika’yı, açgözlülüğüne sunul­muş ölü bir toprak olarak kabul etti her zaman; oysa orada, VII. yüz­yılda İbrahim adlı bir Afrikalı dünyanın yazgısıyla oynadı ve Hıristi­yanlığın en büyük rakibinin yaratılmasına katkıda bulundu: O, Mu­hammet’e ve işkence altındaki yandaşlarına cömertçe kapılarını açan bir Aksum kralıydı. Misafirperverlik göstermemiş olsaydı Peygam­ber ve yandaşları kuşkusuz yok olurlardı, ilk olarak Ingiliz tarihçi Edward Gibbon’un gözlemlediği gibi, doğmakta olan İslam dininin güç kazanmasını ve günümüzde Cebeli Tarık’dan Endonezya’ya kadar uzanan bir imparatorluğu önce askeri sonra manevi olarak fethetmesi­ni sağlayan bu İbrahim olmuştur. Demek kİ Afrika, dünyanın

temaik ve ardından Roma dönemine kadar kullanıldılar. İpek Yolu, Asya ile ticareti tekelleştirdiğinde bu kanallar sonunda kumla dolup tıkandılar. (“Ka­nallar” ve “Süveyş Kanalı,” Encyclopaedia Britannica, 1962.)

300

AFRİKA

yazgısını birçok biçimde değiştirmiştir.

Afrika üzerindeki etkilerin listesi çıkarılırken özellikle Hıristiyan etkisi nasıl ihmal edilebilir? Çünkü genellikle XIX. yüzyılın büyük sömürge imparatorlukları olan Britanya, Fransız ve kimi zaman unu­tulan Alman İmparatorluklarıyla birlikte gelen misyonerlere kadar Afrika’nın Batı etkisinden uzak olduğuna inanılır. Bu yanlıştır. XV. yüzyılın ortasından itibaren Portekizliler, bugünkü Gana’daki Elmina’dan Kongo’ya kadar Batı Afrika’yı Hıristiyanlaştırmaya giriştiler ve manikongo denen krala ve uyruğundaki birçok kişiye din değiştirtme­yi başardılar. Bu Hıristiyanlaştırma bazı çalkantılara neden oldu, çün­kü hükümran Portekiz ile dostluğunu aniden bozdu ve misyonerlik faaliyetlerine, geçici olarak son verdi. Bununla birlikte, sonraki yüz­yıllar boyunca başka girişimler gerçekleşti ve bu girişimlerden çok karışık dinler doğdu. Afrika halklarının büyük kızmı göçmen ol­duğundan, dinlerinin kökenlerini olduğu kadar Hıristiyanlıkla ilişki­lerinden doğan bağdaşık dinlerini de hayal etmek olanaklı değildir. Çünkü,, kısmen sürekli kabile göçleri nedeniyle Afrika dinleri kronik değişkenlik durumundadırlar ve etkilere örneğin Asya dinlerinden çok daha açıktırlar.

Örneğin 1927’ye kadar, Gabon’daki Ekvator ormanlarının Bwiti’leri, bu çok karışık dinlerden birini uyguluyorlardı. Bu din, aslında bir başka kabile olan Mizogo’lar tarafından kurulmuştu ve paradoksal olarak bu karma din. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetine engel teşkil ediyor gibiydi. “Hıristiyan seremonileri, mumlar, mihraplar, haçlar ve sunaklarla Hıristiyan bir din uyguluyorlardı, hastalıkları cin çı­karma yöntemiyle iyileştiriyor ya da düşmanlarını kanlı törenlerle la­netliyorlardı.”4 Eskiden Hıristiyanlaştırılma yolunda olan Afrika şim­di İslâmlaştırılma yolundadır; en azından kıta savaşlarla bölünmediği

4 Chesi, Les Denıiers Afncaiııs, a.g.e.

301

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

zaman (Sahel’in açlıktan ölen insanlarının Tanrı’ya da Şeytan’a da ina­nacak. zamanlan yoktu.)

Daha kötüsü, Afrika dinlerinin imhası, ithal edilen iki dinin, Hı­ristiyanlıkla Islamın Kara Kıta’ya geçmişte bilinmeyen bir mezhepçi­lik sokmalarıyla hızlanmıştır. Örneğin Güney Kamerun Kirdiler! Müslüman Fulbe’lerin baskısı altına alınıp aşağılanmalardır, daha sonra dinsel ve kültürel bir gettoya atılmışlar, dağıtılmışlar ya da kö­le olarak satılmışlardır. “Fulbe’lerin kölelik uygulamasına son verme­yi başaran [XX. yüzyılın başında] Alman sömürge rejimi oldu.”5

Bundan çıkan sonuç, günümüzde, “katışıksız” bir Afrika dinini in­celemenin olanaksız olduğudur ve bir yandan Afrika dinleri arasında ve diğer yandan Afrika dinleriyle Hıristiyanlık ve İslam arasında ger­çekleştirilen karışımlar sonucu bütün Afrika inançları yaklaşık olarak aynı ortak temelden kaynaklanırlar.

Etnologların son tanıklıklarından, yaklaşık biçimde, bilindiği gi­bi, Afrika mitolojileri mitlerle ve efsanelerle doludur, ancak Afrika kıtası denen bu engin hintkirazınm bir ucundan diğerine gerçekte sa­dece iki kötülük vardır: Kuraklık ve ölüm. Aslında bunlar iç içe gi­rerler, çünkü kuraklık ölüm demektir. Savanalardan cangıllara, yayla­lardan dağlara ancak su varsa yaşam vardır. Afrika etnolojisinin en ünlü eserlerinden biri olan Su Tannsı’nda “Nommo [su] olmasaydı ... yeryüzü yaratılamazdı; yeryüzü yaratıldı ve yaşamı sudan aldı,” der, Dogonların belleği Ogotemmeli?

Kökenleri bilinmeyen Afrika dinleri dünyanın en eski dinleri ara­sında yer alırlar, çünkü Kara Kıta insan soyunun tohum verdiği iki kıtadan biridir, diğeri hakkında daha geniş bilgi sahibi olunan As­ya’dır. Antropoloji insan soyunun Lucy’den Doğu Rift bölgesinde keş-

3 .

A.g.e.

6  Marcel Griaule, Dieu d’eau, Fayard, 1966.

302

AFRİKA

fedilen ön-hominien’e, homo sapiens’e, oradan da bize, homo sapiens sa­piens’e art arda dönüşümlerle oluştuğunu düşünür.7 1980’li yıllardan beri insanın tek bir odakta ortaya çıktığı artık varsayılma maktadır ve insan soyunun gezegen üzerinde dağılımı üzerine bir varsayımda bu­lunmaya kimse girişmemektedir.8 Martin Bernal9 gibi, Afrikalıların, "yakın” bir dönemde, yani 1Ö XV. yüzyıla doğru Akdeniz’i aşarak tüm diğer kültürlere kaynaklık ettiğini ileri sürmek için çok cesur ol­mak gerekir; İleri sürülebilecek tek şey, Nübye kökenli siyah bir Af­rika kültürünün gerçekten de Mısır kültürünün doğmasına yol açtığı­dır. Ve varsayılabilecek tek şey, bulundukları yerde, belki de Afrika savanlarında farklılaştıktan sonra Afrika topluluklarının güneyden ku­zeye doğru çıktıkları ve önce Ortadoğu’ya, ardından da diğer kıtalara dağıldıklarıdır. Fakat bu varsayım çok temkinli ele alınmalıdır, çün­kü gerçekten de insanlığın atalarının, Neandertal insanın, sonra CroMagnon insanın Afrika’dan,, yalnızca Afrika’dan dağıldığını belirten bir şey yoktur.

Fakat, dinsel duygu insanda doğuştan var olduğundan Afrikalıla­rın tanrıları ilk hayal edenler arasında yer aldıkları söylenebilir. Bu tanrıları asla bilemeyeceğiz, çünkü Afrika dinlerinin tek aktarım biçi­mi sözlü gelenektir. Sadece bin yıl öncesinin Afrika dinlerinin ne ol­duğunu hayal etmek bile olanaksızdır. Afrika sanatının temel malze-

7 Donald Johanson ve Maitlahd Eley, Lucy, une jetine femine de trois çent aliqu­ante mille ans, Robert Laffont, 1983.

8 Yayılmacılık, yeryüzüne insanın bir ya da iki merkezden dağıldığını ileri süren teoridir. Hint-Avrupa merkezli bir varsayımdan yola çıkan bu görüş, Pasifik ve ardından Fırat-Dicle bölgesinde insan toplanmasına ilişkin yanılgılan ne­deniyle bir kenara atılmıştır.

9 Black Athena The Afroasiatic Roots of Classical Civilization, 2 cilt, Rutgers University Press, New Brunswick, Newjersey, 1991. Antik dünya üzerindeki Af­rika ve esas olarak Mısır etkilerinin arkeolojik ve dilbilimsel kanıtlan açısın­dan son derece zengin bu eser, yine de aşın bir sistemleştirmeye ve Mısır ve Sami etkileriyle özellikle Afrika etkilerinin karışımına yönelir.

303

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

mesi, saklanması güç bir madde olan odundur. Benin sanatının bronz eserleri hariç, en eski Afrika nesneleri genellikle iki yüzyıllık bile de­ğildir. Bir mitolojinin .diğeri üzerindeki etkilerini ya da bir dinin di­ğerinden nasıl türediğini ancak çok kısmi olarak tasarlayabiliriz.

Afrika dinlerinin tümünün belirgin özelliği, bilgi-işlemin ikili sistemini çağrıştıran iki kutup ya da değer arasında örgütlenmiş ol­masıdır: Yaşam ya da hiç, 1 ya da 0, daha aşağıda ayrıntılı verilen şu farkla ki, her iki değer arasında mantıksal karşıtlık yoktur. Yabancı kültürleri, özellikle -saf olduğu kadar ayrıksı da olan“ilkel” denen kültürleri kavramayı oldukça olanaksızlaştırmış olan ve bir “ilerleme”ye dayanan (tek bir Tanrı’ya inanç nasıl bir ilerlemedir?) Avrupamerkezcilikten uzak durmayı başarırsak ve sergileyenler İçin aşağıla­yıcı olduğu kadar hakaret edici de olan egzotizmin incik boncuğunu reddedersek şunun farkına varırız: Afrika dinlerinin güzelliği mitleri­nin çokluğunda değil, organik doğalarındadır. Ganalı ya da Sudanlı Afrikalı kendiliğinden dindardır, çünkü varoluşun bile büyülü olarak ortaya çıktığı bir dünyada yaşar. Din sadece doğum, ölüm, sünnet, evlilik ya da hasat törenleri gibi düzenli seremoniler vesilesiyle orta­ya çıkmaz, tüm bireysel ve toplumsal davranışlara sinmiştir. Afrikalı bir entelektüelin şaka yoluyla dediği gibi, “Kara Afrika çaresiz bir bi­çimde dindardır.”10

10Yine ele bu dinselliğin, kimi zaman aşırı bir biçimde kültürsüzleşerek ya da Batı’dan kopya edilen ve büyük masraflarla inşa edilen bazı binalann göster­diği gibibaşka kültürleri benimseyerek yok olmadan önce tamamen Afri­kalı, yani geleneksel dinlerle ilgili olarak bozularak gittiği konusunda kuşku duyulabilir. Afrika’nın büyüyen şehirleşmesi ve televizyon ağlarının girmesi, esas olarak, geneleksel kırsal yapılara dayanan dinlerin ayakta kalmasına pek katkıda bulunmazlar. Yine de, çok sayıda Afrika uzmanı, Hıristiyanlık ve İs­lam gibi yeni dinlerin, geleneksel dinlerin etkisini hissedilir biçimde değiştir­mediklerini ve sadece yerel mitolojileri zenginleştirdiği düşünürler. Gerçek­ten de, günümüze kadar Afrika’da, Hıristiyan ve Müslüman simgelerinin, ila­ve korumaların garantisi olarak yerel fetişlere eklendiği sıkça görülen bir du­rumdur. Bu “birleşme yoluyla bağdaştırmacılık” biçimi yine de ender bir du-

304

AFRİKA

Belirli zamanlarda bir ibadet yerine gidilerek, sonra katılman iba­det kurallarına en ufak bir göndermede bulunmadan geri kalan za­manda olağan ya da olağandışı faaliyetlerle uğraşılarak “görevlerin yerine getirildiği” diğer dinlerden farklı olarak, kimi zaman Avrupa­lInın gözünde görülmeyecek kadar zavallı olan, birkaç tohum, biber, otlar, cılız bir kümes hayvanı, kurutulmuş balık, meyveler ya da köklerden ibaret ürünlerini satmak için pazara giden -Kenyalı ya da Sudanlı tarımcı, refahını ya da yenilgisini belirten Kadir-i Mutlak bir güçle, anında, hiç çaba sarf etmeden İlişkiye girer. Fakat amacı yaşa­mın tüm görkemiyle kutlanmasıdır, burada Şeytan’ın yeri yoktur ve olamaz, çünkü yaşamın tek karşıtı ölüm olduğundan Şeytan var ola­maz. Gökyüzünden yağmurun düşüşünün, iyiliksever bir Kadir-i Mutlak gücün armağanı ve de öfkesinin işareti olarak kabul edildiği­ni, her durumda sıcak bir meteorolojik cephe ile soğuk bir cephenin karşılaşması olarak değil, kozmik bir hareketin ifadesi olarak kabul edildiğini anlamak için XX. yüzyılın göbeğinde bir Afrikalının uzun bir kuraklıktan sonra ilk yağmurları kabul etmek için dinsel vecd ifa­desi olarak kollarını kaldırışım görmek gerekir.

Canlıcılık kavramı, Afrika dinleri üzerine Batılı bakışı, önce bey­lik düşünceler, sonra da önyargılar haline getirerek uzun süre yıprat­mıştır. Arap ve Avrupalı sömürgeciler için, sonra da Hıristiyan ve İs­lam misyonerleri için Afrika mitlerinin ve efsanelerinin çeşitliliği ve panteonlarının zenginliği, Afrika dinlerinin, çocukça olmasa da ço­cuksu olduğu ve Afrikalıların hayalgüçlerini baobab, yılan ve ırmak ruhlarından evrenin yaratıcısı bîr Büyük Tanrı kavramına yükselte­

nim değildir: Şintoculuk, Budizmi benimsediğinde Eski Japonya’da bu du­nun görüldü. Bazı Müslüman Çerkez kabileleri, bu yüzyılın başına kadar Hı­ristiyan Paskalya’smı kutluyorlardı. Ve yazar, Yukan-Mısır’da, kendi evinde, inançlı Müslümanların bir hastalık ya da erkek çocuk doğurması istenen bir gebelik gibi durumlarda Aziz Georgios’a -“Mari Guirguisya da Aziz Antoine'a ‘Mari Antun"yakardıklarını görmüştür.

305

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

meyecek oldukları yanılsamasını yaratmıştır. Bu önyargıyı, bütün kültürlerin en korkuncu olabilecek “medyatik” kültür yaymıştır ve örneğin birçok yerde Afrikalıların fetişlere “taptıkları” ileri sürül­müştür. Tam bir cehalet; çünkü Afrikalılar fetişlere “tapmamışlardır,” tapınma (bu aslında aşırı bir ifadedir) fetişlerin temsil ettikleri ve etraflarında, tanrı rızası için yapılan kurban törenlerinin örgütlen• diği cinler ve ruhlar için geçerli bir ifadedir.

Ateizmle canlıcılığın denkleme sokulmasından daha yanlış bir şey yoktur: Canlıcılık ya da ruhlara tapınma, başlangıç olarak, tektanrıcılığın kavramlarına özdeş değilse de son derece yakın olan ruhun ölümsüzlüğü kavramından başka bir şeye dayanmaz; bunlarla arasın­daki temel farklılık ruh kavramım insandan başka varlıklara da yay­masıdır. Afrika kültürlerindeki her yerde mevcut dinsel duygu bura­dan kaynaklanır. Afrikalı için, Tanrı’nın yarattığı her şey Tanrı Nefesi’nin bir parçasını içerir" ve en keskin zekâ bile onun tüm sırlarına vakıf olamaz. Örneğin Sudan’daki Dinkalar ve Şilluklar evrensel den­genin bağlı olduğu tanrısallığın bir bölümünün her varlıkta var oldu­ğuna inanırlar. Bir insan yaşlandığında ya da ciddi olarak hasta oldu­ğunda tanrısallık yanının çöküşü genel bir felaket endişesi yaratır. Bu

"Canlıcılığın (Alman fizikçi ve kimyacı Georg Emst Stahl’ın, evrensel bir can teorisini belirtmek için XVIII. yüzyıl başında ortaya attığı terim) incelenmesi, bir yüzyıldan fazla bir süre boyunca, Sir Edward Burnett Tylor’un 1871’de yayımlanan Primitive Cıdture’den başlamak üzere, oldukça zengin bir külliya­ta yol açmıştır. Taylor’a göre canlıcılık, tannsal bir gücü tasarlayamayan can­sız İle canlı arasındaki farktan etkilenen aşağı bir kültürün ürünüdür; Tylor’a göre canlıcılık, ruhlardaki bir inanca indirgenmiş bir dindi ve dinler tarihinin, tektanrıcılıga geçmeden önce, çoktanrıcılığın başlangıcındaki ilkel, bir evresi­ni oluşturuyordu; tarihin anlamı şeklindeki Hegelci yanılsama, bu yorumda fark edilecektir. And re w Lang’a göre, 1898’de yayımlanan. The Making of Religioıı’da, canlıcılık, tersine, Helenik dinde olduğu gibi, mite dönüşmüş bir kahramanlar kültünden kaynaklanıyordu. Modem antropoloji, canlıcılığın katı yorumlarını tamamen terk etmiştir. Canlıcılıkta, modem ekoloji akımla­rıyla çarpıcı biçimde birleşen “kozmobiyolojik” bir din görürler.

306

AFRİKA

kabilelerde hastaların ve can çekişenlerin öldürülmelerinin (ya da geç­mişte böyle yapılmasının), nedeni budur. Neredeyse bütün Afrika din­leri bu kozmik yöne tanıklık ederler.

İkinci olarak, Afrika dinlerinin büyük bölümü, evrenin yaratıcısı İlahi bir Tanrı’nın varlığını ileri sürerler. Kısmen antropolojik tespit­lerden güç alan karşıt bir önyargıyı çürütmek için birçok çağdaş Afri­kalı yazar bunu zaten kanıtlamıştır.12 Batı, tektanrıcıhğı "keşfetmiş” olmakla, haksız olarak, uzun süre böbürlenmiştir ve tüm diğer dinle­ri “putperest” ya da "ilkel” olarak reddetmiştir; bu olsa olsa bir aldat­macadır, çünkü, bir yandan, tektarirıcılık IÖ VI. yüzyılda Zerdüşt ta­rafından -deyim yerindeysekeşfedildi ve diğer yandan eski Afrika dinleri hakkında bugün bilinen şey, çoktanrıcı dalları olsa da, uzun süre tektanrıcı olduklarıdır. Örneğin Dinkaların mitolojisi Samilerin Cennet mitinin öncüllerini bile içerir: Çok eski zamanlarda her insan varlığı Tanrı’ya özgürce ulaşabiliyor, ıstırap ve ölüm bilinmiyordu. İnsanda bulunan bu iki kötülüğün en açık belirtilerinden biri budur. “Acı çekmek ve ölmek için yaratılmış olamayız. Eskiden başka tür­lüydü, fakat bir kaza meydana geldi.” Yine de Cennet mitinin evrensel olması olanaklıdır, çünkü o sadece yitik çocukluğun nostaljik hikâye­sidir.

Doğaüstü vç bağımlı güçlerin atfedilmiş olması, bu Tanrı’nın gü­cünün azalmasını, değil, Yaratılış hikâyesinde Tanrı’nın ikincil teza­hürlerini temsil etme gerekliliğindendir. Çünkü bu, Tekvin’de olduğu gibi Afrika dinlerinde de bir hikâyedir. Aslan-insan ya da çakal-insan gibi güçlerin müdahalesi bu dinleri yaratan kültürlerin doğal yansısı­dır; tıpkı, Yahudi ve Hıristiyan tektanrıcılıklarmda Yaratıcı’nm beyaz sakallı, kıskanç ve kaprisli bir ihtiyar olarak temsil edilmesinin İbra­ni topluluğunu temsil eden ataerkilliğin yansısı olması gibi.

12Bolaji İdowu, Olodumare: Godin Yoruba Belief, Longman, Londra, 1962.

307

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Afrika kültürlerinde tanrının her yerde mevcut olması, Batılı için uzun süre anlaşılması güç bir şeydi, çünkü ona göre varoluş sorunu şu alternatifin iki ucu dışında çözümsüzdür: Ya Tanrı vardır ve esra­rengiz biçimde adaletsizdir ve İyiliğin tekelini ona atfedemeyiz ya da Tanrı yoktur ve dünya saçmadır. Afrikalıya göre ise, tersine, çelişki­ler görünüştedir ve insanın dünyayı bütünü içinde kavramasının ola­naksızlığından kaynaklanır. “Gündelik varoluşunun içinde zamanın bu yanlarının [tanrıların ezeliliğininl eşzamanlı varlığı içinde Yoruba inancı15 uzun süreden beri bilinmektedir, fakat hâlâ yanlış yorumlan­maktadır,” diye yazar Nijeryah Wole Soyinka.14 “Bu soyut bir fikir değildir. Yoruba, zamanın tamamen kavramsal yanlarıyla ilgilenen. Avrupalı gibi değildir; bunlar onun dünyasının metafizik düzenini açıklamaya yönelik törensel davranışlar olarak onun yaşamında, di­ninde ve duyarlılığında son derece somut olarak gerçekleşirler...” Fa­kat, açıkça ırkçı nitelikteki bazı Avrupalı yorumların tersine Yoruba “kendisi ile tanrısallıklar arasında, kendisiyle ataları arasında, gücül olanla gerçeklik arasında...” açıkça ayrım yapar. (Soyinka)

Ayrıca, Afrika dinlerinin kuşkusuz en modern dinler oldukları ve Kuzey Amerika yerlilerininki gibi kaybolma yolundaki başka dinlerle birlikte, ekolojide ifadesini bulan XX. yüzyıl sonunda ortaya çıkan gezegen bilincine doğrudan katıldıkları vurgulanmalıdır. Bunlar, ger­çekten de, doğayla birliğin dinleridir. Rene Bureau’5 bunu şöyle ifade eder: “Afrikalı insan doğanın mutlak efendisi değildir. Doğada bere-

15Yorubalar, Benin Halk Cumhuriyeti olan eski Dahomey’in doğusunda ve Ni­jerya’nın güneybatısında bulunan geniş bir kavimdir. Mısır törenlerinin, gele­nek ve maskelerinin inkâr edilemez unsurları eskiden Mısır’dan gelmiş ol­duklarım düşündürtür.

I4Wole Soyinka, Myth, Literatüre <md the Afriam World, Câmbridge University Jress, 1976.

l>Rene Bureau, “Les Religions: specificites, rivalites, analogies L’Afrique noire,” Atlas Uııiverstılis des religions, Encylopedia Universalis, Paris, 1968.

308

AFRİKA

ketin, sağlığın ve genel olarak doğal fenomenlerin kaynaklarını elinde bulunduran varlıklar vardır...” Tanrı, “ilahi ata, Tanrı’nın töz çeşidi, kimi zaman birçok ikizinin eşlik ettiği ve insanın göremediği varlık­lar çokluğudur... yaşam denen evrenin temel gerçekliğini yönetir ve hükmederler. Dünya, bu yaşamsal modelden ve onun tersi olan ölüm­den yola çıkarak kavranır. Bu anlamda, ‘kozmo-biyolojik’ dinden söz edilebilir. İnsan, bu kozmosun parçasıdır, ona dahildir; ona bağlıdır; onun kullanıcısıdır, sahibi değil." Afrika dinlerinin, beyaz adamın, kendini uzun süre sahibi sanarak, kozmosun havasını, suyunu ve top­raklarını yağmaladıktan sonra, günümüzde yeniden keşfettiği bu say­gının dinleri oldukları söylenebilir.

A. Ba Hampate ve Germaine Dieterlen bu saygının Afrika’da, “otu­rulan mekanın (köy düzenlemesinin), kişi ve çevresi arasındaki ilişki­nin temeli olan düzenlilik kaygısını genellikle kusursuz biçimde yansıttığf’m belirtirler.16 “Ayrıca," der Sow, “bazı yerleşimlerin mimari­sinin kozmosun yapısını yansıttığı bilinmektedir... Kozmosun en kü­çük bölümünü temsil eden [ev], hem insan varlığının örgütlenişine ve denetimine tamamen tabi bir altyapıdır hem de evren düşüncesini en yüksek düzeyde ifade eden bir üstyapıdır.”17

Doğal düzeni korumak olan temel ilke kavranmadığı takdirde Af­rika dinlerini (ve “ilkel” denilen dinleri) kavramaya çalışmak olanak­sız, hatta yararsızdır. Jean-Jacques Rousseau’da ve onun ünlü “iyi yü­rekli vahşi” mitinde de kısmen aynısı görüldüğünden, özellikle Afri­ka’ya ait olmaktan uzak olan bu dünya kavrayışı, dünyanın başlangıç­taki saflığı içinde nasıl devam edebileceğini belirlemek ve bu saflığa karşıt karışımları engellemek için dünyanın mevcut haliyle bir envan-

16A Ba Hampate ve Germaine Dieterlen, Koumeıı, texte initatlque des pasteurs peuls, Mouton, 1961.

171. Sow, Les Structures antropologiques de la folle en Afrique noire, Payot, 1978.

309

■■....... -. -......... -....... -----............... -   i............. - ............                                  

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

terini çıkarmaya da “doğal olarak” yöneltir.18 Bu kavrayış, insan ru­hunun tasarlayabileceği tüm tuhaflıklara yöneltilebilir; örneğin “Kikuyularda [Kenya] bir insan, deniz hayvanı olan kurbağanın ateşe atla­dığını gördüğünde iffetsiz olmakla suçlanır. Bu günahtır ve itiraf edilmesi gerekir."19 “Garip, alışılmamış şeylerin tonda (tabu sözcüğü­ne benzer bir anlamı vardır) diye adlandırıldığı Baha’larda, bir yerli, ülkeye ilk kez gelen muzları, tonda diyerek yemeyi reddeder.”20

Çin’de olduğu gibi birçok Afrika kabilesinde de (tamamen farklı nedenlerle) uygulanan atalar kültünün nedeni budur: Başlangıçtan beri aynı kalmış bir dünyanın yitik tanıkları olan ölüler ilahi bir tinsel otorite edinirler. Örneğin Kuzey Gana’daki Tallensilerde ve LoDagaalarda, yaşayanların ahlaki ve yasal kurallarını onlar belirlerler.21

Dünyanın, mevcut haliyle, doğasına dahil olduğundan ve kendi de “doğal” olduğundan bizim mitolojimizde çok büyük bir rol oynayan Şeytan’ın, Afrika dinlerinde kesinlikle yeri yoktur. Gerçekten de, Hı­ristiyan ve Müslüman etkilerine rağmen Şeytan Afrika dinlerinde ken­dine yer bulamamıştır. Onu Düşman olarak kabul etmek gerekseydi, aynı zamanda, iffetsizliğin de her zaman var olduğunu, başka deyişle

İ8Bu, Roger Calloİs’nın “Le pur et l’impur” de açıkça ifade ettiği saptamadır. Histoire gtntrale des religions, c. 1, Quillet, 1948: “İlkel denen toplumlardaki yasaklanıl çoğu, ilk bakışla kanşımı engelleme yasaklandır. Doğrudan ve do­laylı temasın, kapalı bir yerdeki eşzamanlı varlığın kanşımlar oluşturduğu ka­bul edilir.”

19 Jean Cazeneuve, Socioiogie du rite, Presses Universitaires de France, 1971.

20 Cazeneuve, aktaran P.W. Perryman, a.g.e. Batı toplumlanmızda yeni unsur­ların şeytanlaştırılmasının, bu loplumların tam da aşağı kabul ettikleri “İlkel” toplumlar gibi davrandıklarını büyük ölçüde kanıtladığı görülecektir. Fran­sa’da, vaizlerin rock and roll’u Şeytan hilesi olarak nitelediklerine birçok kez tanık olunmuştur. Irkçılığın “ilkel” bir düşüncenin ifadesi olduğu ve kendile­rine ırksal saflığın bekçiliği görevini vermiş olan sözümona Alilerin “aşağı ırk­lar” karşısında Baila’lann muzlar karşısındaki davranışı gibi davrandıkları ileri sürülebilir.

21 “Primitive Religion," Encyclopaedia Britannica, 1980.

310

AFRİKA

iffetsizliğin iffeti oluşturduğunu kabul etmek gerekirdi; bu da Afrika dinlerinin felsefesiyle bağdaşmaz, Afrika dinlerinde İlk Günah yok­tur, sadece Hata vardır. Dünyadaki Kötülük, insanların kozmik düze­ne dahil olma ya da ona saygı göstermedeki yetersizliğinden kaynak­lanır ve bu düzen, yaşamın sürdürülmesi gibi, kendi korunması için de gerekli özellikleri ve pratikleri gerektirir. Afrika toplumlarında tören kurallarının bolluğunun ya da aşırı bolluğunun nedeni budur. Bu aşırı bolluk, “laikliğe,” yani davranışlarının ve gündelik yaşamın­daki olayların anlamsızlığına'alışkın Batılı gözlemciyi her zaman etki­lemiştir.

Örneğin kaybolma yolundaki bir topluluk olan ve Sudan, Kenya ve Uganda arasında, Rudolf Gölü’nün güneybatısındaki dağlık bölge­de yaşayan Ik’lerde gökyüzü tanrısı Didigwari, insanlara mızrak ver­miş ve bunu birbirlerini öldürmede değil, avcılık ve toplayıcılıkta kullanmalarını emretmiştir. O zamana kadar insanlar bu tanrıya ser­bestçe ulaşabiliyorlardı, onunla konuşabilmek için sarmaşıklara tır­manmaları yetiyordu, Fakat, iyi avlanan erkekler paylarını kadınlara vermeyi ihmal edince hoşnutsuz olan Didigwari sarmaşıkları kesti ve erkekler onu görmek için yukarı çıkamadılar. Ders alınacak bu hikâ­ye, erdemlerin gerekliliğini sadakatle yansıtmaktadır; İyilik, cömert­lik, saygı, sevgi, namusluluk, misafirperverlik, merhamet, yardımse­verlik gibi erdemlerin yokluğunda Ik toplumu kendi kısır ortamında yaşayamazdı. Ik’lere göre, bu erdemleri gösteren bir kimsenin bekle­yeceği ödül yoktur, çünkü onları sergilemekten edindiği zevkle ödül­lendirilir.22 .

Demek ki, Şeytan, Afrikalılara göre kozmosa tamamen yabancı ol­makla kalmaz, dahası, onların dinlerinden de dışlanmıştır, çünkü Şeytan kavramı insanın özgür iradesini kabul eder, ama bu düşünce

22Colin M. Tumbull, The Mountain People, Simon Schuster, New York, 1972.

311

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Afrika dinlerinin felsefesiyle bağdaşmaz. Sonuna kadar yararlandığı­mız kötülük tercihinin bir Afrikalı için hiç anlamı yoktur; tabii bizim “Batılılaştırdığımız” Afrikalılar bir yana. Gerçekten de, bu dinleri meydana getiren mitolojilerin trajik görünüşüdür bu, çünkü, Victoria Nyanza bölgesindeki Basumbwa kabilesindeki Genç Adam ve Ölüm efsanesinin gösterdiği gibi, ölüm orada hüküm sürer: Genç bir adam, ölmüş babasını Ölüm’ün sürülerini yönetirken görür. Hayalet genç adamı bir kalabalığın toplandığı bir bölgeye doğru, toprağın içine da­lan bir 'ize sürükler ve orada baba oğlunu terk eder. Ölümün. Büyük Şefi ortaya çıkar, bedeninin bir bölümü mükemmeldir, fakat diğer yarısı çürümektedir ve kurtlar kaynamaktadır. İnananlar kurtları top­lar ve yarı-kadavra adamın yaralarını yıkarlar, yıkama işi bittiğinde Ölüm, o gün doğacak olanın ticaret yaparsa hırsızlığa uğrayacağını, o gün hamile kalan kadının doğumda öleceğini, tarlasında çalışanın ürününü kaybedeceğini ve ormanlarda dolaşanın aslana yem olacağını bildirir. Sonra, Ölüm yok olur, ertesi gün tekrar ortaya çıkar ve inanlar bedeninin mükemmel kısmım yıkar ve güzel kokular sürer­ler. İşlerini bitirdiklerinde, Ölüm o gün doğanın zengin olacağım, o gün hamile kalacak kadının uzun süre yaşayacak bir çocuk doğuraca­ğını, o gün doğacak çocuğun işlerinin yolunda gideceğini, o gün or­manda dolaşacak olanın birçok av hayvanı yakalayacağını ve hatta fil­ler bulacağını bildirir.

Ölü baba kötü günde gelen oğluna şöyle der: "Eğer bugün gelmiş ol­saydın, şansın açık olurdu, fakat senin payına düşen yoksulluktur, apaçık or­tada. 0 halde, yarın, çekip gitmelisin.

Deme}< ki yazgı önceden bellidir ve kaçınılmazdır, insanın, İlahi iradeye isyanı bile aklın alabileceği bir şey değildir. Bu isyan, koz­mik düzeni altüst ediyordu, en büyük suçtu, bunun yankısı Mısır di-

23Joseph Campbell, Primitive Mythology, Viking Penguin İne., Londra, 1969,

312

AFRİKA

ninde bulunuyordu: Öle dünyada ruhların tartısını denetleyen tanrı Maat, ölen kişinin dünyanın dengesini altüst edip etmediğine tanıklık etmek üzere hazır bulunur. Afrika dînlerini birbirinden ayıran farklı­lıklar ne olursa olsun tamamen tanrısallığı merkez alırlar ve karşıt bir Kötülük İmparatorluğu yoktur. Dogonlara göre her insanın do­ğuştan itibaren bir hayvan ruhuna sahip olduğunu ve sünnetinde de Güneş-Kertenkele’nin ruhuna sahip olduğunu Su Tannsfnda, Ogotemmeli aktarır. Bir Kötülük İmparatorluğuna doğru yönelme söz konu­su değildir: Yasaklar, kabileyi doğal yasalara bağlı kılar ve bunların ihlali hatadır, suç değil.24

Kozmik düzene karşı çıkan ve etkisiz hale getirilmeleri büyücüle­rin önemli görevi olan “kötü irade’hin ifadesi olan kötü ruhlar “ikin­cil şeytanlar” olarak değil, ölünün geçmiş hatalarının, kıskançlıkları­nın, hoşnutsuzluklarının belirmesi ya da ihlal edilmiş tabuların izleri olarak kabul edilmelidir. Afrikalının hedefi, yolundan sapanı düzen alanını geri getirmektir, onu dışlamak değil.

Bu dünya görüşünün en anlamlı ifadelerinden biri, Afrika’nın “de­liliğe” uyguladığı tedavidir.25 Batı’da XVIII. yüzyıla kadar bir lanet,

24Afrika dinlerinin hızlanan yok oluşu sadece kara kıtanın islamlaştmlmasından ve Hıristiyanlaştırılmasmdan değil, dahası ve özellikle, dünyanın düzeni­nin altüst olması gerektiğini ileri süren politik sistemlerin kıtaya girmesinden de kaynaklanır: Angola, Mozambik, Zimbabwe, Etiyopya’da Marksizm!, baş­ka yerlerde parlamenter ya da sözde parlamenter sistemleri XX. yüzyılın so­nunda Afrika kültürlerinin geri dönüşsüz yok edilişi izler.

25 Zihinsel sorunların epidemiolojisini ortaya koyan I. Sow, keskin psikozların büyük sıklığım ve nevrozların az rastlanıldığını ortaya koyar. Geleneksel or­tamda kendinden geçmenin garip, anlaşılmaz bir fenomen, olmadığını gözler; varoluşun parçasıdır ve bu sıfatla, her zaman bir açıklaması vardır. H. Gollomb’ım Boııffees delirantes en psychiatrie africaine incelemesinden alıntı yapan Sow, “ne reddetmeye ne de yabancılaşmaya yol açan bu tavrın yararlı sonuç­lan ortadadır. Kronikleşmeyen kendinden geçme deneyimlerinin hızlı çözü­mü genellikle kuraldır,” diye yazar. Bu tavır, “mantık Öncesi” düşünceye sözümona bağlaşık olan ve zihinsel hastalık “şeytanlaştınlmış” olduğundan ve XX. yüzyılda bile Şeytani Kötülük’ün değilse de herhangi bir kötülüğün teza-

313

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

hatta Şeytanın tezahürü olarak kabul edilen ve buna göre tedavi edi­len delilik Afrika’da topluluk tarafından kabul edilir; bu durum, çatışmaşız bir çözüm sağlar: Zihinsel hastaların %90’t hızla iyileşir.26 Dr. Knock’un ünlü paradoksunu tersine çeviren Afrikalı her hastalığın, bilmediği bir iyiliği getirdiğini kabul eder.

Şeytan olmadığından, mitik güçler arasında çatışmalar olsa da, dünyayı ikiye bölen, bir tanrının diğerine isyanı da yoktur. "Tanrı’nın hayal kırıklığına uğramış ve hayal kırıklığına uğratıcı evladı” Çakal, büyük örgütleyici Söz’e sahip olmak istediğinde, annesi olan Sözün giysilerinin üzerine elini koyar, yani ensestvari bir edim ger­çekleştirir. Söz direnir ve bir karınca yuvasında karınca haline gele­rek kaçar. “Fakat Çakal onu takip ediyordu; dünyada arzulanacak baş­ka kadın yoktu.” Sonunda Söz yakalanır ve “ensestin büyük sonuçları olur: Öncelikle Çakal konuşmaya başlar; bu, onun, sonsuza kadar, ge­lecekteki kâhinlere Tanrı’nın niyetlerini göstermesini sağlar.”27 Yani, yasak, düzene dahil edilir.

Ayrıca incelenmesi gereken bu duruma sık rastlanır, çünkü ensest birçok mitolojide önemli bir yer işgal eder. Grigorieff28 üç tür ensest tarif eder: Kendi kendine ensest ya da iç ensest, “Bir’in kendi eşitin­den ya da başkalığından çıkabilmesi için mantıksal olarak gereklidir;”

hürü olarak sunulduğundan hastanın, zihinsel sakatlığa yol açan psikotrop ve elektroşok dalgalarıyla tedavi edildiği Batı toplumlanyla karşılaştırılacaktır. Daha anlamlısı Afrika’daki ve Batıldaki büyük psikozların -intiharkarşılaş­tırmalı, geçiş evresidir: Dakar’da 1962 yılında 100 bin kişi için 0,78 idi, Nijer­ya’da 1961 yılında yine 100 bin kişi için l’den azdı; oysa ki Avrupa ve Ame­rika Birleşik Devletleri için ortalama oran, aynı dönemde, yine 100 bin kişi için 17’ydi; yani yirmi kere daha yüksek. 1. Sow, Les Struetur es anthropologiques de ki Jbîie en Ajric/ue noirc, a.g.e.

Tl. Collomb; aktaran Sow, Les Structures cnıthropologk/ues de lafolie en Afnque ııoire, a.g.e.

27       °

Griaule, Dieıı d’eau, a.g.e.

28Vladimir Grigorieff, Mythologies du monde entier, Marabout, 1986.

314

AFRİKA

Gaia, Toprak örneği Yunan mitolojisinde ünlüdür; Gaia, başlangıçtaki kaostan çıktıktan sonra, erkek müdahalesi olmadan oğlu Uranos’u do­ğurur. Bunun ardından ana oğul arasındaki esas ensest gelir: Gaia’nın durumunda olduğu gibi toprak-ana ile birleşen oğul. Gaia, oğlu Uranos ile birleşip Titanları ve Titanidesleri doğurmuştur. Son olarak da, kuşakların doğması için gerekli olan ikizler arası ensest. Bu, Mı­sır krallığında görülen durumdur; firavun eğer kız kardeşiyle evliyse meşruluğu kabul görür.

Fakat, düzensizliğin, yani Afrika dinlerine göre iffetsizliğin teorik taşıyıcısı olan ensest, çağdaş Batı’da bizim yüklediğimiz anlamlardan genellikle farklı nüanslar içerir. “Genellikle, yasaklanmış olan şeyin cinsel edim değil, sadece aynı kabileden insanlar ya da akrabalar ara­sındaki evlilik olması dikkate değerdir.”29 Cinselliğin ancak toplum­sal edim olarak değeri vardır, özel edim olarak anlamsızdır. Batı’nın özel cinselliğe yüklediği yasaklar sistemi yoktur. Batı’da mastürbas­yonların ve zinaların suçortağı Şeytan’m Afrika’da hiç anlamı yoktur. Turnbull, aynı kabiledeki oğlan çocukları arasındaki cinsel ilişkinin hiç sorun yaratmadığını gözlemlediğini aktarır.30 Başka gözlemciler de, ilk bakışta özellikle kozmik düzen için tehlikeli gözüken bir cin­sellik türü olan eşcinselliğin ritüelleşmesine uzun incelemeler ayır­mışlardır.31 Örneğin Gineli Bandalarda açıkça eşcinsel nitelikli davra­nışlar herkesin önünde cereyan eder.'32 Eşitlikçi gelenekli Doğu Afrika (Sudan, Kenya) topluluğu olan Masailerde birçok kadına sahip olmak aynı yaş düzeyindeki insanların, kafalarından bir yasak fikri geçme­den eşlerini birbirlerine vermelerini sağlar.

29

Cazeneuve, Sociologie du rite, a.g.e.

30Turnbull, The Mountain People, a.g.e.

3lJohn A. Bames, African Models in the Guinea Highlands, Man, LXI1, 2, 5-9.

32 Angelo ve Alfredo Castiglioni, Adanıs 5chwr<e Kinder, Schweizer Verlaghauss AG, Zürih, 1977.

315

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Böyle bir tavır elbette şaşırtır, çünkü Batılı normlara göre eşcin­sellik kozmik düzeni tehdit eden tipik davranışlardan biri olarak ka­bul edilmelidir. Oysa durum, iki nedenden dolayı böyle değildir. Ön­ce, Afrika mitolojileri iki farklı cinsiyetin tek bir kişide varlığını ka­bul ederler: Dogonların “tarihçisi” Ogotemmeli, “Nommo... her çocu­ğa İki farklı cinsiyetin ruhunu verir,” der. Sünnetin oğlan çocuğunü, “kertenkele”nirı (penis başım örten deri) alınmasıyla kadm ruhundan kurtarıp kurtarmadığı sorulduğunda şu cevabı verir: “Hayır, eksilmiş bir kadın ruhu olan gölgesini hâlâ korumaktadır."33

Dahası, Afrika kültürlerinin Batı kültürleriyle aynı “organik” ya da biyolojik cinsellik temsilleri yoktur: Örneğin Yukarı-Kongo’nun Azandeleri “ceninin elemanlarının bir kerede bırakılmadığına, yumur­talığın birkaç güne yayılan art arda döllenmesine'bağlı olduğuna” ina­nırlar. 4 Mısırlılara göre bir soyun kesinliği ancak annenin bilinmesi­ne bağlıdır, bu nedenle firavun ancak kız kardeşiyle simgesel olarak evlenirse meşru kabul edilir, çünkü kendi soyundan gelenlere bu meşruluğu aktaracak olan sadece kız kardeştir.

Demek ki, eşcinselliğin "doğa karşıtı cinsellik” olarak ya da zina­nın kutsal bir'yasanın ihlali olarak görülmesine Afrika dinlerinde yer yoktur; en azından Hıristiyanlığın ya da Islamın izini taşımayan ve bir Şeytanla bir arada olmayanlarda bu yoktur. Her iki davranışında ritüelleştirilmesi, bir çatışmayı, toplumsal ve kozmik düzeni tehdit eden bir çatışmayı ortadan kaldıracak ve sımnrlı, fakat gerçek (ve eş­cinsellik durumunda genel olarak yeniyetmelikle sınırlı)35 ya da top-

3iGriaule, Dieu d'eoıı, a.g.e.

MHarokl, Reynolds, Notes on the Azaııde Tnbe of the Congo’dan aktaran LevyBruhl, Lrı Meniohte primitive, Presses Universitaires de France, 1922.

55 İlkel denen toplum larda eşcinselliğin ritüelleştirilmesi ancak çok geç olarak özellikle yetmişli yıllardan itibaren--ve kısmen incelenmiştir. Benim bildiğim kadarıyla, kuşkusuz cinselliğin bir yanını genel olarak utanç verici gören ge­çen yüzyılın ve bu yüzyıl başının etnologlarının ünü nedeniyle özellikle Ma-

316

AFRİKA

lum için önemli olmayan bir cinsellik biçimini topluma dahil edecek biçimde tamamen Afrikalılara özgü bir iradeden kaynaklanır..

Bizim Batılı ve ikili kavramlardan oluşan -a’nın b olamayacağımantık sistemimiz Afrika’nın düşünce tarzını anlamamızı olanaksız kılar. Bu düşünce tarzına göre, a kuşkusuz b değildir, fakat eşzamanlı olarak ondan ayrılamaz, tıpkı nicemsel mekanikte ışığın hem cisim­ciklerden hem de dalgalardan oluşuyor olması gibi çatışkısal dü­şünce. Senegal ve Nijer ırmaklarının yukarı yakasında yaşayan ve su­yun yaşamlarında önemli bir yer işgal ettiği Bambaralarda da şu koz­mogoni anlatılır: Boşluğun sesinde olan Glan ya da sesin boşluğu, Dya’yı meydana getirmek için ikiye katlandıktan sonra, bunların bir­leşmeleri titreşimleri meydana getirdi; bu titreşimlerin içinde yaratıl­mamış şeylerin işaretleri yüzüyordu. Glan-Dya kendi iradesini ya da “düşünme-davranma”yı, Yo’yu o zaman yaydı. Yo, bütün yaratılışı dü­zenledi, “düşünen-davranan” insan henüz ayırt edilmiyordu, Eril bir tanrı olan Yeryüzü, Pemba gökyüzü Earo’dan canlandırıcı, bereketli suyu aldı36 (“doğal” ikicinsiye dil iğin diğer durumu).

Bu kozmogoninin çeşitlemelerinden birinde Pemba, “kadın-dişi-

lezya’cla incelenmiştir. Örneğin 1930’da, Trobriandlann eşcinselliği utanç ve­rici ve aptallara ait bir etkinlik gördükleri konusunda güvence verdikten sonra Malinowski, aşikâr bir kararsızlıkla olsa da, eşcinselliğe “geleneğin izin verdiği”ni ve “bu nedenle oldukça yaygın" olduğunu yazar. (La Vie sexuelle des sauvages du novd-ouest de la Melanesie, Petite Bibliotheque Payot, 1970.)

36 A.g.e. Sırası gelmişken belirtelim, Yo kavramı Soyinka ile birlikte, eski dinler konusunda, Cari Jung’da görüldüğü gibi, Avrupalının küçümseyici ve haka­ret edici bazı söylemlerinin saçmalığım göstermeye teşvik eder: “İlkel mantık bilincin genişlik ve yoğunluk olarak daha az gelişmesiyle uygar mantıktan ayrılır. Düşünme, isteme, vs. gibi işlevler henüz farklılaşmış değildir ve [ilkel insan] iradenin kronik düşkünlük durumu nedeniyle her türlü bilinçli irade çabasından uzaktır, bir şeyi sadece düşledi mi yoksa gerçekten denedi mi, bunu bilmek neredeyse olanaksızdır.” Jung ve Kerenyi, bıtroduction a la Scien­ce de îcı nıydıologie. Örneğin 111. Reich Almanya’sında düşünce ile istemenin ayrı olup olmadığım Jung’a sormak gerekirdi.

317

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

lik” Muso Koroni’yi tasarlar, onu eşi yapar ve bitkilerle hayvanlar doğar. Fakat, gücünü yaymak amacıyla Pemba, insanlığın bütün ka­dınlarıyla birleşmek ister ve kadınların salgısı yetmediğinden kadın­ların ve erkeklerin kanını da ister. Böylece insan yaratıklarını kötüye kullanır, karşılığında onlara ateşi verir. İnsanlar çökmeye başlarlar ve onları, "kanlı ve ikiz meyve” olan domatesi vererek kurtaran ise gökyüzü Faro olur, diye aktarır Grigorieff. Bunun üzerine Pemba ve Faro kavgaya tutuşurlar, Pemba yenilir ve insanlığa karşı kin duyar: insanlar ölümlü olur. Fakat Faro dünyada düzeni egemen kılar ve dü­zeni korumakla cinleri görevlendirir.

Bu çatışma uzlaşmaz İlkelerin, Yeryüzü ile Gökyüzünün çatışması­dır ve Pemba’nın cinsel ölçüsüzlüğü olmasaydı etik özellik taşımaya­caktı. Oysa ölçülülük teması birçok Afrika dininde egemendir: Yorubalardaki bir mit, yıldırım tanrısı, aynı zamanda da Oyo şehri tiranı Sango’nun, iktidarını kötüye kullandığı gerekçesiyle karşıtlarınca in­tihara mecbur bırakıldığım anlatır. Bu konuda, aşırılıkları cezalandır­makla görevli Yunan tanrıçası Nemesis nasıl hatırlanmaz?

Yine Grigorieff in aktardığı bu mitin başka bir çeşitlemesinde Osi­ris miti açıkça görülür. Gökyüzündeki iki yumurta önce iki ikiz çift getirdi, erkekler, sırasıyla Pemba ve Faro idi, yani Yeryüzü ve Gök­yüzü. Vaktinden önce doğan Pemba yaratılışa hakim olma projesi ta­sarladı ve ilk plasentanın bir bölümüne sahip oldu, bu da Yeryüzü ha­line geldi, fakat kuru ve kısırdı. Bunun üzerine Pemba gökyüzüne çık­mak ve plasentanın geri kalanını oradan almak, sonra ikiz kız karde­şiyle birleşmek istedi. Tanrı, İkiz kız kardeşi diğer çifte emanet ede­rek ve plasentanın geri kalanını güneş haline getirerek Pemba’nın ta­sarısını bozdu. Yine de Pemba, gökyüzünden sekiz erkek tohum çal­mayı başardı ve onları toprak-anaya ekti, yani ensesi bir ilişki söz konusuydu, çünkü bu toprak ana plasentasından çıkmıştı. Toprak kı­sır olmasına rağmen tohumlar yeşerdi ve çeşit çeşit darı meydana

318

AFRİKA

geldi. Bununla birlikte Faro iğdiş edildi ve onun organından ağaçlar doğdu. Fakat Tanrı, Faro’yu gökyüzünde insan biçiminde diriltti, sonra onu bir gemiyle yeryüzüne indirdi...

Bu ikinci çeşitleme de birincisi kadar çatışkılıdır, fakat Pemba-Faro karşıtlığının çözümünden yine de düzen doğar. Burada, evrensel bir dini kavram görülür. Bu, kurban yoluyla, söz konusu durumda Faro’nun kurban edilmesiyle düzenin yeniden oluşturulmasıdır. Pemba, Seth’i ve Faro da Osiris’i çağrıştırır; Osiris’in de kolları ve bacak­ları koparılmış ve gökyüzüne götürülmüştür. Fakat Pemba, Bambara mitolojisinde, Mısır mitolojisinde Seth’in tanımlandığından daha kö­tücül bir güç olarak, tanımlanmamıştır. Afrika dinlerinde Şeytan yok­sa, bunun nedeni çatışmaların denge içinde çözümlenmiş olmasıdır.

Ayrıca, hiçbir Afrika dini dünyanın esrarım birbiriyle bağdaşmaz iki varlığa bölmemiştir: Yorubalarda Obaluaiye de denen Shopona çi­çek hastalığının tanrısıdır ve nehir tanrıçaları Oshun ve Oya ve kâhinlik, tanrısı îfa’nın (Atlantik’in öte yakasında, Brezilya’nın vodu ayinlerinde de rastlanır) yanında yer alır. Boş imanların tanrısı, kadıntoprağı ve kocası erkek-gökyüzünü, ardından gözler olan yıldızları, kadm-ayı ve hayvanları yarattıktan sonra, bütün insanların atası 'olan erkek-aslanı yaratarak yaratılışı tamamladı; yaratılış tamamlandığın­dan Şeytan’m karşı-iktidarına gerek yoktu.

Kenya kabilesiolan37 Wahungwe Makoni’lerin bir yaratılış mitin­de Ay’ı temsil eden ilk insan Mwuetsi yaşadığı gölün dibinde sıkılır ve toprağın üzerinde yaşamak ister. Oraya gönderilir, yine sıkılır, fa­kat geri dönemez. Tanrı onu ölümlü olduğu konusunda uyarır ve bir eş verir: Sabah Yıldızı Massassi. Mwuetsi ve Massassi birleşirler ve otları, çalıları ve ağaçları meydana getirirler, mutlu yaşarlar. Fakat bu mutluluk Massassi’nin ölümüyle son bulur. Mwuetsi sıkıntısını

37beo Frobenius ve Douglas Fox, African Genesis, L’Univers fqntastiques des mythes, a.g.e.

319

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

yeniden Yaratıcı’ya haykırır. Her zaman ilgi gösteren Yaratıcı ona Ge­ce Yıldızı Morongo’yıı gönderir. Yeni çift birleşir ve ilk gece tavukla­rı, inekleri ve keçileri doğururlar; ikinci gece antiloplar! ve sürü hay­vanlarını doğururlar; üçüncü gece kız ve erkek çocukları doğururlar. Yaratılış tamamlanmıştır, fakat Mwuetsi böyle düşünmez ve tanrı ira­desine karşı çıkarak Morongo ile yeniden çiftleşir. Bu kez eşi leopar­ları, aslanları, yılanları ve akrepleri doğurur ve sonunda dev bir en­gerek olan Mamba doğar. Bundan ders almayan Mwuetsi, Morongo’yla yeniden çiftleşir. Bu kez Morongo’nun oğlu ve kocası, yılan ya­tağından çıkar ve Mwuetsi’yi kalçasından ısırır. Ciddi şekilde hasta düşen Mwuetsi, kendi kızlarıyla ensest yaparak doğurduğu halkının kralı olduğundan, topluluk tarafından ölüme mahkûm edilir. Burada yılan dengenin simgesel koruyucusundan başka bir şey değildir.

Afrika kültürlerinin isyanı kozmik düzene bir tehdit olarak kabul ettiklerini yukarda gördük. Bunu sezdikleri ya da denedikleri için de­ğil: Zambiya’nın Bant ularında, ilk erkeğin ilk kadından doğumu mi­tinde bu durum alaycı bir biçimde görülür: “Başlangıçta, Tanrı top­rakta iki delik açtı. Birinden erkek, diğerinden kadın çıktı. Tanrı on­lara bir yandan toprağı kazmalarını ve darı ekmelerini emreder, diğer yandan da darılarını pişirecekleri bir ev inşa etmelerini emreder. Fa­kat erkek ve kadın, Tanrı’nm emrine uymak yerine, elde ettikleri darıyı çiğ yerler ve ev inşa etmek yerine ormanda otururlar. Bunun üze­rine Tanrı maymunları çağırır ve onlara da aynı emri verir. May­munlar emre titizlikle uyarlar. Tanrı çok hoşnut kalır ve kuyrukları­nı keserek şöyle der: “İnsan haline gelin!” Sonra da, onlardan kestiği bu kuyruğu erkeğe ve kadına ekleyerek, “Maymun olun!" der.™

Nijerya’da yaşayan Nüp’lerdeki konuşan kafatası mitinin gösterdi­ği gibi Afrika mitolojilerinin mizahı gönüllü olarak uyguladıkları

™ Grigorieff, Mytlwlogies du nıoııde enlier, a.g.e.

320

AFRİKA

doğrudur: Yolu üzerinde bir insan kafatası bulan bîr avcı şaka olsun diye sorar: "Seni kim buraya getirdi?” Ve kafatası takırdayarak yanıtlar: “Söz1,”39 Çünkü, gerçekten de, söz dünyanın düzenini altüst edebilir.

Örneğin Zerdüştçülüğün Şeytan mitini'gerçekten yarattığı İran’da görüldüğü gibi Afrikalı politik iktidarların bu dinleri etik doktrinlere yöneltmek için niçin ve nasıl değiştirmediklerini öğrenmek kalıyor geriye. Çağdaş Afrika’da bu soru saçma değildir, çünkü Hıristiyan ve Müslüman din adamlarının politik roller üstlendikleri görülmüştür. Fakat eski Afrika’da birçok nedenden dolayı yanlış temellenmiş bir sorundur. İlk olarak, Afrika dinlerinin kendi kültürlerinin yansısı ol­dukları -çünkü bu kültürlere sıkı sıkıya bağlıdırlarkonusundaki görüşümüz kesinse, bu dinlerle onları yaratan ülkeler arasındaki bağ­lar hakkında son derece'ince bağlara sahip olunur. Gana, Songhai ya da Zlmbabwe’deki eski Afrika krallıklarının, belli bir mitleştirmeye yakın olan, yakın dönem tarihleşıirmeleri, İran’da ya da Mezopotam­ya’da olduğu gibi din adamları topluluğunun eskiden Afrika’da da oluşup oluşmadığını öğrenmemizi sağlamaz; Afrika’da ulus-devlet as! la olmadığından bu zaten kuşkulu bir varsayımdır. Sömürgeciliğin it1 hal ettiği, sömürgecilik sonrasında da varlığını sürdüren bu kavram ; belki, oluşmuş bir din adamları topluluğunun ortaya çıkmasını ger­çekten de desteklemiştir. Yine İran’da görüldüğü gibi, bu topluluk ik­tidarını sürdürmek ve güçlendirmek için belki de dinsel bir etik da­yatmıştır. Fakat Afrikalılar -sömürgecilik öncesi tarihleri hakkında bilinen pek az şey bunu rahat rahat kanıtlarbüyük göçmenlerdi ve göçler bir devlet kurmanın engelidir.

Ayrıca, ulus-devlet Afrika’nın ruhuna sadece yabancı değil, aynı zamanda karşıttır, çünkü sömürgecilik öncesi Afrika, kavimlerden

39Alexander Eliot, Mircea Eliade, Joseph Campbell, Detlef I. Lauf ve Emil Büh'■ rer, L'Universfantastique des mythes, Presses de la Connaissance, Paris, 1976.

321

......................  .................... ■■■■" r.............. ""        

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

oluşuyordu ve kavinden tanımlamayı sağlayan şey, farklı dinlerdi. Demek ki, baskın kavrayış, kavimsel-dinsel bir kavramlaştırmaydı. Modernlik-öncesi tarihlerinde olduğu gibi kavimler krallıklardı, kra­lın devlete ihtiyacı yoktu ve din adamlarının da devletin bir bölü­münde yer almaya ihtiyaçları yoktu. Kavimler kabilelerden, kâhinlerden, büyücülerden, medicine men’den oluşuyordu ve başka ra­hipler dinsel bir evrensel otoritenin oluşumu için kaçınılmaz alanı as­la bulamadılar.

Üçüncü ve son olarak, bizzat din adamları kavramı maddi ve ma­nevi olan arasındaki ayrımdan kaynaklanır; bu ayrımın Afrika’ya uy­gulanması olanaksızdır. Yunanların mirası olan bu kartezyen katego­riler Afrika’da geçerli değildir. Bütün dünya, mandanın boynuzundan karıncaya ve akasyadan demircinin çivisine kadar tanrısal güçlerle “dolu” olduğundan, elle tutulur nesneler de görülmez ruhlar kadar tinseldir.

“Varlıklardan çok Nesneleri dinle.

Ateşin sesi işitilir, Suyun sesini dinle, Dinle rüzgârda Hıçkıran çalılığı, Ataların soluğudur bu. Ölenler asla gitmediler, Aydınlanan gölgede onlar Ve yoğunlaşan gölgede,

Ölüler yerin altında değil, Titreyen ağaçla, İnildeyen odunda, Akan suda

Uyuklayan suda,

322

AFRİKA

Kulübede, kalabalık içinde onlar,

Ölüler ölü değil.”

Şair Birago Diop, kıtanın en güzel şiirlerinden birinde işte böyle yazar.40 Bu dizeler sık sık “fetişizm”le ve “mantık-öncesi çocuksu­lukla suçlanan bir kıtanın tinselliğini kanıtlar.

Böyle bir sistemde, kâhinin ve büyücünün işlevleri belirliyse (bü­yük kolektif ritüelleri duyurmak ve genellikle tedavi amaçlı küçük özel ritüelleri üstlenmek), önemli durumlarda kral da kâhine danışı­yorsa,. kâhin, ideolojik gücü olmayan bir aracıdan başka bir şey de­ğildir. Ne kâhin ne de büyücü bir kilise ya da bir dogma oluşturabi­lir. Onların “zorunlu aracılık rolü, kutsallık alanı zaten ortadan kaldı­rılamaz bir şekilde herkese açık olmasaydı, kendilerine korkunç bir güç sağlamış olurlardı.”

“Belirli bir coğrafi ya da toplumsal alanda, hiç kimse özel bir oto­riteden yararlanamaz ve hiçbir tin -sonuç olarak hiçbir rahipetki gücü tekelinin kendinde olduğunu ileri süremez; birinin yasakladığı bir şeyi bir diğeri her zaman bozabilir.’’41 Demek ki Afrika’da (Hıristiyanlaşmamış ve İslâmlaşmamış Afrika anlaşılmalıdır) gerektiğinde mutlak bir İyilik ve Kötülük ilan etmeyi sağlayacak hiçbir mutlak dinsel iktidar yoktur. Ayrıca Afrika dinlerinin tümü özellikle yaşa­mın kutlanması olgusuna dayanır; bu da boynuzlu ve kıllı bir Şey­tan’a yer bırakmaz.

Kozmosun parçası olan Afrika insanı, Bütün’ün olduğu kadar Bir’in de parçasıdır. Arada hiçbir kopukluk yoktur, hiçbir leke onu kirletmez. Tanrılarla ilişkilerinde ancak hata yapabilir, asla günah ilk ya da kişiselyoktur; bilmediği bir kavramdır bu. Elde edeceği

40Birago Diop, Soufjles, leurres et lueurs, Presence Africaİne, 1960.

41Emmanuel Terray, “Örgütlenme, kurallar ve güçler: Kara Afrika,” Atlas Uni­versalis des religions, a.g.e.

323

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

bir selamet yoktur, çünkü onun selameti dahil olduğu evrendeki tanrıların selametidir. Bu açıdan Afrikalı Yunanlının kardeşidir; ne me­lektir, ne şeytan. Ölümlü olarak, tanrısallığın bir parçasıdır. Tanrısal olarak, antilopların, aslanların ve yılanların kardeşidir. Son uykusu, toprağın gecesinde güzel kokularla, meyvelerle ve kaplan kükremeleriyle doludur.

324

12.

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

YADA

ANAVATAN

Nülk’ün örnek hikâyesi üzerine Kuzey Ameri­ka yerlilerinin çeşitliliği ve kültürleri üzerine Onları insanlık alanından çıkarmak için Avrupa­lIların, öncelikle bir ruhları olduğuna karşı çık­ma girişimleri üzerine İnsanlarla doğa arasın­da evrensel kardeşliğin yerlilere özgü kavramı üzerine Orenda ya da mistik güç üzerine Doğanın ve doğaötesinin karışık rezervi olarak dünya ve bu dünyaya gösterilmesi gereken saygı üzerine Yerli dinlerinde bir Şeytanın var ol­masının olanaksızlığı üzerine.

Başka şeylerin yanı sıra, aşağıdaki mit sayesinde Kuzey Amerika yerlilerinin zihniyetini doğrudan kavrayabiliriz. Bu, Nülk denen genç bir erkek çocuğun hikâyesidir. Nülk, kız kardeşi Manona ile birlikte göl kıyısına gezmeye gelir. Oyun olsun diye, gölün üstüne sarkan vahşi sarmaşığa asılır. “Muhteşem bir şey bu, gel sen de sallan,” diye haykırır. Manona da kardeşinin yaptığını yapar. Sarmaşık kopar ve suya düşer. Tam. düştüğü yerde, suların cini Göl İnsanı bulunmakta­dır, kızı yakalar ve bütün tanrılar gibi çok güzel olduğundan onu baş­tan çıkarır. Evlenirler. Fakat Nülk bir türlü teselli bulmaz. Her gün göl kıyısında ağlar. Kız kardeşi ortaya çıkar, ağlayıp sızlamamasını diler,, çünkü o artık Göl İnsanının eşidir ve yeryüzüne geri dönemez.

Genç oğlan teselli bulmaz. Oruç tutar ve kız kardeşinin serbest kalması için dua eder. Oruç onu öyle arındırmıştır ki, insanların ko­kusuna tahammül edemez. Bir akşam bir manitu1 belirir ve üzüntüsü­nün nedenini sorar; ve öğrenince, kız kardeşini kendisinin de kurtara­mayacağı söyler. Fakat Nülk oruç tutmaya ve dua etmeye devam eder. Onaltı günün sonunda düşünde bir savaşçı görür. O, gökgürültüsü tanrısıdır. Bu tanrı, yardıma hazır olduğunu söyler. Göl kıyısına git­mesini, güzel bir karaağaç kesmesini ve bundan bir kano yapmasını söyler. Bu kano onu, iki ağacın arasında kurulu yüksek bir çadırın bulunduğu yere götürecektir. Bu geyik-insanın çadırıdır, o genç çocu­ğu turna-insana gönderecek, o da kunduz-insana gönderecektir.

1 Düşte ortaya çıkan, evrensel büyülü ruhtan yayılan koruyucu doğaüstü güç. Aynı Manilu’ya sahip insanlar asla tartışmıyorlar, savaşmıyorlardı; aynı Manitu’ya sahip bir erkekle bir kadın evlenemiyordu.

326

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

Genç çocuk bu ruhlarla elbirliği eder, onlar da gökgürûltüsü-tanrının desteğiyle yardım etmeye karar verirler. Gökgürültüsü tanrısı şiddetli bir fırtına koparır, şimşekler suların dibindeki Göl İnsam’nı rahatsız eder. Göl de hareketlenir. Göl İnsanı karısından yardım et­mesini ister, o da yardım eder. Kadının yardımı olmadan başarılamayacağından büyülü girişim başarısız kalmıştır. Nülk gözyaşlarına bo­ğulur. Doğaüstü müttefikleri Manona’yı göl haline getirirler ve Nülk de bu gölün ortasında küçük bir ada olur, böylece bir daha birbir­lerinden ayrılmazlar.2

İnsan varlığının doğa ruhlarıyla, gökgürültüsüyle, geyikle, tur­nayla, kunduzla doğal ittifakı, zor durumdaki insan karşısında bu ruhların iyiliği, dilekleri ancak insanların çabalarıyla yerine getiren bu ruhların güçlerinin sınırları, kabul ritüelleri (ancak sıkı bir oruç­tan ve tekrarlanan arınma banyolarından sonra manituyla ilişki kuru­labilir), Kötülüğün sınırlı varlığı, aynı zamanda da sevgi ve sadakat; her şey vardır burda. Eğer istenirse Avrupalı, Kuzey Amerika yerlile­riyle kolaylıkla uyuşabilir. Mitlerdeki şiir bizim ortaçağımızın ve ro­mantizmimizin şiirinden aşağı.kalmaz. Fakat, gereğinden geniş top­raklar üzerinde uyum içinde yaşayan yarı çıplak bu insanlar, ilerleme adına topraklarını talep eden Batıklara can sıkıcı gelir.

Günümüzde, Kuzey Amerika yerlileri üzerine yazmayı hüzün veri­ci kılan budur. Takelma’lar, Coos’lar, Atsuwegiler, Mikasuki’ler, Histchiti’ler gibi birçok kabile geçen yüzyıldan bu yana kaybolmuş­tur. Chateaubriand’m pek sevdiği Natchezler, Tunikalar ya da Tonkawalar ise bir anıdan başka bir şey değildir. Wappolar, Chasta-Costalar, Mattoleler, Yukilerden birkaç yıl önce onlu sayılarla ifade edile­cek insan kalmıştı, eğer hâlâ varlarsa daha kalabalık değillerdir. Ko­ruma altındaki bölgeler genellikle hüzün vericidir. Kanada’daki kabi-

2 H.R. Rieder, “Manona et son petit fitre, mythe des İndiens Renards ou Mekwakihag du Wisconsin,” Le Folklor? des Pemoc-Rouges, Payot, 1976.

327

.ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

leler hâlâ kalabalık ve kültürleri ülkede hâlâ mevcut gözükse de (özel­likle Alberta’da ve İngiliz Kolombiyası’nda) başlangıçtaki Amerikan uygarlığı hızla yok olma yolundadır. Çevre ve de kültürel tecrit bu uygarlığı hızla aşındırmıştır. Bundan geriye kalan şey giderek daha fazla “müzelik” olmaktadır.

Yine de Batıklarca en fazla mitleştirilmiş topluluk Amerika yerli­leridir. 1970’e doğru, Ermenonville çölünde bir “yerli” köyünü ziya­ret ettiğimi hatırlıyorum. Tek bir İngilizce sözcük konuşamadıkları gibi, bir Çeroke ya da Komançe diyalekti de bilmeyen Parslilerden, Auvergnat’l dardan, Picard’ldardan oluşuyordu. Bunlar, “porug” giysi­si giymişlerdi, haftasonları, kenar mahalle aksanıyla “squaw”lar eşli­ğinde “wigwam”larda yaşıyorlardı, ayaklarında elde dikilmiş gerçek makosenler vardı ve oklarla, Tanrı bilir neyi, avlamayı deniyorlardı. Fakat, Versaİlles’ın ve Avrupa’daki diğer sarayların “Türk” ya da “Çin” işlemeleri bir yana, Kızılderililer Soluk Benizlilerin hayal gü­cünde kıyasla namaz bir İtibar görmüştür.

Öncelikle tamamen kuşku verici bir itibar: Buffon, asla görmemiş olmasına rağmen, Amerika’da “yozlaşmış bir soy”un bulunduğuna emindi. Thomas Jefferson kendini onların savunmasını yapmak zo­runda hissetse de, 1818 yılında şöyle yazıyordu:

“Atalarının sözümona yüce bilgeliğine ilişkin boş inançlara dayalı yüceltil­mesi ve güzel şeyleri bulmak için ileriye değil, geriye bakmaları gerektiği şeklin­deki saçma fikir değilse, onları bugünkü barbarlık ve sefalet durumuna bağ­layan nedir?”'

Gerçekten de, Amerika yerlileri Beyazları her zaman öfkelendir­miştir; Batı'yı oluşturan bütün değerlere, Hıristiyanlığa .ve yazıya

J Akı.: Native American Testimony. Peter Nabokov yönetiminde Viking Press, New York, 1992’de yayınlanan A Chronicle of hıdianAVhite Relations from Prophecy t o the Preseni ak başlıklı belge koleksiyonu.

328

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

(çünkü yerlilerde yazılı gelenek yoktur, günümüzde bulunan metinler etnograflarca derlenmiştir) meydan okuma olarak kabul etmişlerdir. Bunlar, Kötülük Ruhu’nu tanımadıklarına göre, kuşkusuz ahlaksız in­sanlardı. Hatta: 17. yüzyılda, R.P. Savinien, yerli kadınların çocukla­rına gösterdikleri şefkatin “uygar kadınlannkinden hiç de aşağı kal­madığını...” kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu kabulde şaşırtıcı bir kıyaslama vardır. Bu şefkat erkeklerde de görülür: “Siularm şefi Ehah-sa-pe (Kara Kaya), güzelliği ve mütevazı lığıyla herkesin hayranlığı­nı toplayan kızını kaybettiğinde bir türlü teselli bulmaz. Kızının fo­toğrafını bir beyaz adamda gördüğünde, karşılığında on atını verir.”’*

Batının değer yargısındaki bu özel yazgı, kuşkusuz, sinema tara­fından, özellikle Amerikan sineması tarafından güçlendirilmiştir. Bu sinema, yerli insanı kafa derisi yüzmekten başka bir şey düşünmeyen “vahşi” olarak göstererek yerli topraklarına Beyazların el koymasını haklı göstererek işe başlamış,5 sonra yakın zamanda onu, “atalardan kalma,” dokunaklı, ama işe yaramaz bir bilginin sahibi, arkaik biri olarak betimleyerek yerini belirsiz bir duygusallığa bırakmıştır. Yerli gerçeğinden kaçmanın sayısız yolu! Çünkü başlangıçta, Amerika “Yer­lileri,” ünlü Kızılderililer, ne kadar kabileye sahip olmuşlarsam kadar kültüre, yani kolektif kimliğe sahip olmuşlardır: Sadece Kuzey Ame­rika’da yüz kırkyedi! James Koyu Algonkinlerİni ve Saskatchewan Sekanilerini, California Yokııtlarım ve Oklahoma Pawneelerini aynı ke­feye koymak Peııl’ları Zulularla ya da Bretonları Osetlerle özdeşleştir­mek anlamına gelir. Aynı dili konuşmazlar!6 Aralarında savaşırlar! Örneğin geniş bir kabile olan Tilkiler Ayı Adımı kabilesi tarafından

4 Rene Thevenin ve Paul Coze, Mceurs et histoire des Itıdiens dAmerique du Nord, Payca, 1928.

Fakat, kafa derisi yüzmek Yerlilerin bir icadı değildir ve Yerliler Beyazladın gelişinden sonra kafa derisi yüzmeye başlamıştır

Gerçekten de, beş grup halinde (Eskimo ve Aleutiyen, Algonkin Wakashan, Naden, Penutiyen Ve Hokan Sinan) ellisekiz dilbilim ailesi sayılır.

329

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

neredeyse tamamen imha edilmiştir.

Amerika yerlilerinin -sadece Kuzey Amerika değilortak kökenle­ri elbette Asya’dır. Bu nedenle, etnik olarak “mongoloidler” terimiyle belirtilirler. Yine de buz tutmuş Be ring Boğazı’ndan yürüyerek geçe­rek Asya’dan Amerika’ya göç etmeleri yaklaşık otuzbeş bin yıl sür­müştür (1985’lere kadar öğretilmekte ısrar edildiği gibi oniki bin yıl değil7). Yani, birbirlerinden ayrışmak için yeterince zamanları olmuş­tur, çünkü antropolojik açıdan homojenlik göstermezler ve ilk göç dalgalarıyla gelen dolikosefal, yani uzun kafataslı oldukları, ardından gelenlerin brakisefal, yani yuvarlak kafataslı oldukları bilinmektedir? Demek ki, Amerika kıtasına ilk gelenlerin kendi mitlerini ve dinleri­ni oluşturacak zamanları olmuştu.

Tamamen farklılaşmış kültürler inşa etme zamanları da olmuştur: Ormanlardaki yerliler, diye yazar Rieder, Hollywood sinemacılarının pek sevdikleri, çayırlarda yaşayanlardan daha romantik ve daha barış­çıydılar (düşman üzerindeki zafer, yaralı bir dostu düşmandan kaçır­maktan ibaretli). Sanatları da tamamen farklıydı: Genel olarak, or­manda kilerin sanatı s (islemeliydi, çayırdakilerinki ise geometrikti.9

Başka kültürlerle ilişkileri olmadığından kapalı düşünce sistemleri kuracak zamanları da oldu. Bunları değiştirme ihtiyacı duymadılar, çünkü toprakları geçimlerini sağlayacak kadar genişti. Ülke büyük ve av bakımından zengindi ve kendileri görece olarak az sayıdaydı.

7 Brezilya’da, Piedra kurada kazı-kentinde, Fransız-Brezilyah bir arkeoloji he­yeti tarafından otuzüç bin yıl önce oturulan alanların keşfedilmesi, son buz­lanmadan, yani oniki bin yıldan önce yerleşim olmadığına dair klasik tezleri tamamen altüst etmiştir. Karbon 14 larihlemeleri, Amerikan arkeolojisinin bazı bölümlerinin haklı olarak düşmanlığını çekmiştir. Yine de “ göçmenlerin izledikleri yollan ve aşamaları daha kesinlikle belirtmeyi sağlayacak, başka es­ki alanlar bulmak gerekmektedir.

8  “North American İndian,” Encyclopaedia Britannica.

9  Rieder, Le Folklore des Peaux-Rouges, a.g.e.

330

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

Levy-Bruhl, ilkel Zihniyet’te, Kuzey Amerika’nın doğusundaki Yerlilerle rahiplerin ilk ilişkileri konusunda, XVII. yüzyılda çıkmış olan Clzyitlerin İlişkileri adlı eserden bu bölümü aktarır: “İrokuaların tek bir Tanrı’nın hakikatine ve imana inanan Çinliler ve uygarlaşmış diğer halk­lar gibi akıl yürütemediklerini kabul etmek gerekir... Irokua asla ak­lıyla davranmaz. Cisimlere ilişkin kavradığı ilk şey, onu aydınlatan meşaledir. Teolojinin, en güçlü ruhları ikna etmek için kullanma alış­kanlığında olduğu inandırıcılık motifleri burada hiç dinlenmez, en büyük hakikatlerimiz yalan olarak nitelenir. Genellikle sadece görü­len şeye inanılır.”10

Yerlilere ilişkin Batı’nm tüm tavrını açığa çıkaran, olağanüstü söy­lev! Gerçekten de, Yerlilerin sadece gördükleri şeye inandıklarını öne sürmek tamamen yanlıştır. Bu onları, olgunlaşmamış anlamıyla pozit iv is t yapar: “Kuzey Amerika’nın Hidatsa Yerlileri,” diye yazar daha sonra Frazer,’1 “her doğal cismin kendi ruhu ya da belki daha kesin olarak kendi gölgesi olduğuna inanırlar. Bu gölgelere saygı borçlu­durlar, fakat hepsine aynı derecede değil. Örneğin Yukarı Misso ur i vadisindeki en büyük ağaç olan kavak gölgesinin bir zekâya sahip ol­duğu kabul edilir. Bu zekâ, kurallar içinde incelendiğinde, yaptıkları bazı işlerde Yerlilere yardımcı olabilir; fakat çalılıkların ya da çayır­ların ruhu pek önemli değildir.”

Görüldüğü gibi -ve XVII. yüzyıl Cizvitlerinin ileri sürdüklerinin tersineYerliler görünür olmayan varlıklara inanmışlardır; var olan­lar belki hâlâ inanmaktadırlar. Fakat, hiç kuşkusuz bu misyonerler, (doğmamış olan) etnoloji bakımından donanımlı değillerdi ve Teslis’e inanan Hıristiyanlar yetiştirmeyi de pek beceremiyorlardı. Halkların

10Lucien Levy-Bruhl, Ltı Mentalite primitive, P.U.F., 1922.

11 Sir James George Frazer, The Golden Bough, MacMillan, Londra, 1922. Frazer’e göre Hidatsalar Yukan-Tennessee’dedirler; Encyclopaedia Britmmiaı’ya göre Kuzey Dakota eyaletinde yer alırlar.

331

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

entelektüel kapasitelerini değerlendirmede evrensel ölçüleri Katolik dininin dogmalarına inanmaktı. Yine de, Levy-BruhFün aktardığı gibi, misyonerler onları akıl yürütme yeteneği olmayanlar olarak yargıla­dıktan sonra, örneğin Grönlandlılar hakkında, “aptalca olmayan bir basitlik ve akıl yürütme sanatına sahip olmayan bir iyi niyet özellik olarak görülebilir,” demek zorunda kalmışlardır.12 Sırası gelmişken, akıl yürütme kapasitesi olmayan iyi niyetin ne olduğu sorulabilir, fa­kat bu tartışma bu sayfaların amacını çok aşar. Bu çözümsüz para­doksta işin özü, o dönemde -Yerliler, akıl yoluyla kavranması en ola­naksız kavram olan Tanrı kavramını kavrayamadıklarındanYerli­lerin akıl yürütme yeteneği olmadığını kanıtlamaktı.

Afrikalılar, Okyanusyalılar, Asyalılar, Kekler, Yunanlılar, Romalı­lar ve başka birçokları gibi Kuzey Amerika Yerlileri de ruhlardan ya da “gölgelef’den çok daha kesin “bir şeye” inanıyorlardı', yukarda adı geçen kavimlerinkine benzeyen, sözcüğün tam anlamıyla tanrılara. Misyonerlerin ortaya attıkları karmakarışık bir imalat olan ünlü “Bü­yük Ruh”a değil tabii. Arizona Hopilerinde Muyingwu filizlenme tanrısıydıpkız kardeşi Tupawong-Tumsi gerileten (yaprakları düşüren) bir tanrıçaydı; Masa’u sis, ateş ve ölüm tanrısıydı;13 Virginia Yerlile­ri’nin Ahone’si14 insanlara aldırış etmeyecek kadar yüce bir tanrıysa, Apaçilerin ve Navahoların Koyote’sinin kim olduğu çok bellidir; o, bugünkü dünya ortaya çıkabilsin diye deniz canavarı Tieholdtsodi’nin evlatlarından evreni kurtaran kahraman trichster’dir.15

12O dönemde “sağduyu" “doğru yargı yeteneği” (Robert Sözlüğü) anlamına ge­liyordu ve yine Roberı’e göre “yargılamak” daha 1538 yılında “aklın, bilincin yargısına tabi tutmak” anlamına geliyordu.

13Claude Lövi-Sirauss, Fransız Akademisi üyesi, “Üç Hopi Tanrısı,” Pcıroles donndes, Plon, 1984.

HManfred Lurker, Lexikon der Götler uııd Ddnıoııen, Alfred Krâmer Verlag, Stuttgart, 1984. Belki, Sauk and Foklar ya da Shawnee’ler.

ö A.g.e.

332

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

Söz edilen uygarlıklarda olduğu gibi, tanrıların iki görevi olabilir ve bu görevler bir kabileden diğerine değişebilir: Yukarda adı geçen ve kahraman olarak kabul edilen Koyote, Orta California’nın Mayd uları tarafından tanrıların karşıtı (düşmanı değil) olarak görülür. Yerlilerin birleşik bir dinleri olmasa da, başlangıçtaki Amerikan ulu­sunun çeşitliliğine bakıldığında bunun önemi yoktur, Paiute, Mono, Pima Yuma ve diğer New Mexico kabilelerinin Püsküllü Büyük Yılan’ı (Meksika’nın Tüylü Yılan’mın tek değişik hali) gibi bazı tanrılara ortak olarak inanıyorlardı: Cehennemde oturan, hayvanların, bitkile­rin ve genel olarak yeryüzünde yaşayan her şeyin efendisi olan Püs­küllü Büyük Yılan zengin kılabiliyordu, fakat dostluğu tehlikeliydi.lfl

Kuşkusuz, Yerlilerin dinlerinde, bütün dünya dinlerinde bolca rastlanan ve bazı kötülüklerden sorumlu olan bu tür kötü ruhlar var­dı: Yerliler esas olarak, ne kendi özgürlüklerine ne de tesadüfe inanı­yorlardı, açıklanamayan ya da açıklanamamış şeyin “hata”sını bir ib­lisin üzerine atıyorlardı; o, tek başına, ormanların yeşillikleri arasın­da ve ovaların sık çalıları arasında kaybolmuş oluyordu. Örneğin Sin mitolojisindeki canavar 1ya, insanları ve hayvanları yer ya da sakat bırakır kimi zaman bir kasırga biçimini alır ve çok pis kokulu nefesi hastalık yayar.17

FakaL bu tür iblis, Yerli buluşu değildir; başka uygarlıklardan bir­çok topluluk başka biçimler ve başka adlar altında onu tasarlamışlar­dır. Hint’teki Tamillerin yabanıl ve leş yiyen, geceleyin ölülerin kanı­nı emen Pey’lerinin dengidir; adından da anlaşılacağı gibi, hasat za­manı, öğleleri ortaya çıkan, insanları delirten, kafalarını ve kollarını bir budama bıçağıyla uçuran ya da hortum fırtınası biçiminde beliren Sırpların Psezpolnica’sının (“Öğle Kadını”) benzeridir; ateşten bir in­san biçiminde görülen Batı Slavlarmm Srat’ı; kötülüklerini saçmak

16 A.g.e.

17  ,    

333

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

için yılan, yılanbalığı ya da yabandomuzu biçiminde ortaya çıkan Ye­ni Britanya’daki Gazelle yarımadasındaki Kaia’lar benzeridir...

Çünkü, dünya başlangıçtan beri herkes için iyi ruhların olduğu kadar kötü ruhların da bulunduğu bir yerdir. Ancak iyiler kimi za­man kötü olabilir, kötüler de iyi; doğaüstü güçlerin sırrıdır bu. Hopiler büyük kuraklıklar sırasında yağmuru çağırdıklarında, korkunç çıngıraklı yılanları deliklerinden çıkaracaklar ve onları büyük bir toprak kavanozda toplayıp, önlerinde büyülü sözler edeceklerdir. Çünkü bu yılanlar yağmur yağdıran tanrıların habercileridir. Yağmur Dansı şarkılarla ve davullarla başlar ve dansçılar, vücutları simgesel resimlerle kaplı rahiplerin önderliğinde yılanların hareketlerini taklit eder. “Bunun üzerine büyücüler kutsal kavanoza yaklaşır, tamamen profesyonel bir maharetle yılanları tutarlar ve ısırılmadan onları diş­lerinin arasında taşırlar!”18

Batı uygarlıklarında Kötülüğün simgesi olan yılan, gerçekten de Yerlilerde, Yeryüzü Güçlerinin simgesidir ve Yunanlıların dediği gibi, insanın barış içinde'yaşayabileceği yeraltı güçlerinin simgesidir. Bir yılan-antilop seremonisinin anlatıldığı şu çarpıcı hikâye buna tanıklık eder:

“Topluluğun bütün üyeleri daire olup oturdular, diz dize bağdaş kurmuşlardı. İçlerinden biri küpleri açtı, yılanları kuma bıraktı, o sı­rada yumuşak ve ağır bir şarkı başladı. Her çeşit yılan vardı; çeşit çeşit çıngıraklı yılanlar, koşucu yılanlar, boa yılanları. İçlerinden alt­mışı toprağın üzerinde birbirine dolaştı. Şarkı onları hareketlendiri­yordu, önce bir yöne, sonra öbür yöne gidiyorlardı; hiç kımıldama­yan ve şarkı söylemeye devam eden insanlara bakıyorlardı... Sarı, bü­yük bir çıngıraklı yılan gözlerini kapamış şarkı söyleyen yaşlı bir adama doğru yöneldi, bacaklarına tırmandı ve uyumak için pantolo-

I8Thevenin ve Göze, Mceurs el histoire des Indiens d’Am£rique du Nord, a.g.e.

334

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

nunun önüne kıvrıldı...” Bu hikâyeyi aktaran Amerikalı, sanılanın ter­sine yılanların dişlerinin,sökülmediğini ve zehir keselerinin boşaltıl­madığını söyler... Yine de bir önlem alınmıştır. Yılan Kabilesi’nin bü­tün üyeleri çu’knga (yılana-karşı-önlem) denen bir karışım içerler. Bu karışım losyon olarak da işe yarar, yılan avına çıkmadan önce ellerini bununla ovuştururlar.'9

Çünkü Yerli, atalarının kutsal topraklarında, güven içinde, evren­sel kardeşliğin parçası olduğu duygusuyla, Yunanlılarla kıyaslanabile­cek bir adımla yürür. Bu kardeşlik büyülü bir biçim alabilir. Melanezya’da mana biçimi altında belirtilen ve İrokuaların orenda diye ad­landırdıkları' gibi. “Orenda,” diye yazar Mauss, “güçtür, mistik güç­tür. Doğada orenda’srz, daha doğrusu, orenda’sı olmayan hiçbir canlı varlık yoktur. Tanrılar, ruhlar, insanlar orenda’yla donanmışlardır. Fırtına gibi doğal olayları bu olayların orenda’sı meydana getirir.”20

19Frank Waters, Le Livre du Hopi Histoire, mythe et rites des Indiens Hopis, Payot, 1963.

2°Marcel Mauss, Sociologie et anthropologie, Quadrige/Presses Universitaires de France, 1950. Dar dilbilimsel bakış açısından, orendu’nın, tam anlamıyla, Mauss’un belirttiği gibi, “dua ve şarkı” anlamına geldiği ister, istemez görülür. Bu onu özel olarak Latince oratio’ya yaklaştınr. Oysa ki, Yerli dilleri Hint-Avrupa dil grubuna dahil değildir. Benim yararlandığım yeni baskının girişinde Claude Lövi-Strauss, “mcnıtı benzeri kavramları... bütün sonlu düşüncelerin köleliği olan (aynı zamanda da tüm sanatın, tüm şiirin, tüm mitik ve estetik buluşun hizmetinde olan), kararsız gösteren" olarak tanımlar. Bu “kararsız” karakter “Mauss’un gün ışığına çıkardığı ve etnologları şaşırtmış olan, bu kav­rama bağlı ve görünüşte çözülemez çatışkıları: güç ve eylem; nitelik ve du­rum; aynı anda ad, sıfat, fiil; soyut ve somut; her yerde mevcut ve yerel olanı” açıklar. Levi-Strauss’un “Mauss düşüncesine kesinlikle bağlı” olarak sunduğu bu özet, daha genel nitelikte iki gözlemi gerektirir: Birincisi, Yerlilerin bile, mistik deneyim hariç, bilinemez olarak tammladıklan mana kavramını Batı’nın bilimsel zihniyetinin ve özellikle Mauss’un pozitivizminin sıradan kate­gorilerine indirgenmesinin aşikâr olanaksızlığı, Levi-Strauss, Mauss’un formü­lünü aktarır: “Öncelikle, kategorilerin en mümkün katalogunu çıkarmak ge­rekir.” İkinci gözlem, mana'nm dinsel bir kavram olduğu ve Batı’nm baskın dini olan Hıristiyanlığın aynı tür çatışkılar içerdiğidir, çünkü Tann, Oğul ve

335

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Evrensel sevgi ruhunun temelidir o. “Ağustos böceğine rmsınn olgunlaştıncısı denir, çünkü sıcak günlerde şarkı söyler, sıcaklığı getiren, mısırın yetişmesini sağlayan odıır.”2J

Oysa bu kardeşlik ve yaydığı orenda hayvanlara yayılır ve Gros Ventre bir bizonu parçaladığında kemiklerini kırmamaya özen göste­rir, çünkü hayvanın dirilmesini sağlayacak olanın iskeleti olduğuna emindir: Bîr başka dünyada değil, ama bu dünyada. Amerikan çayırla­rında bu yüzyıl başında hâlâ görülebilen bizon kafataslarının titizlikle düzenlenmiş olmasının nedeni budur:22 Çiftçinin yediği meyvelerin çekirdeğini serpmesi gibi Yerli de sağlam kemikleri serper...

Ingiliz şair Longfellow’a ünlü şiiri “Hiawatha’nın Şarkısı"nı esin­leyecek olan, mısırın kökenine ilişkin Ojibway mitinin kanıtladığı gi­bi, bütün dünya, doğaüstü ile doğanın sıkı sıkıya dokunduğu bir ya­şam haznesidir. Bu mite göre, bir yeniyetme topluluğa kabul edilmesi için gereken ritüel orucunu tutar, bu oruç sırasında kendi manitu’sunu görmesi gerekmektedir, Bu oruç onu zayıflatır. Üçüncü gün, genç delikanlı uzanmışken, gökyüzünden yakışıklı bir genç adamın indiği­ni görür, üstünde yeşil ve sarı görkemli giysiler vardır. Bu göksel yaratık onu dövüşe davet eder ve delikanlı zayıf düşmüş olmasına rağmen meydan okumayı kabul eder. Yarışmadan çekileceğini ilan et­mek yerine ölmeye kararlıdır. Göksel yaratık ertesi gün tekrar gelir, yine meydan okur, bu böyle devam eder ve her seferinde delikanlı ka-

Kutsal Ruh’un aynı varlığın parçası olduklarını -ki bu, ilk olarak, Yaratıcı ile yaratısını özdeşleştirmek anlamına gelirileri sürer. Oysa şimdiye kadar kim­se Hıristiyanlığı büyülü bir düşünce olarak tanımlamamıştı. Bu arada belirte­lim kİ, çağdaş bilim de çatışkılardan muaf değildir, ve nicemsel mekanik de, tamamen farklı bir dile rağmen, “mantıksal” çelişkiler içerir; tıpkı bir kedinin (Schröndinger’in ünlü kedisinin) hem canh hem ölü olabileceği gibi, bir ta­neciğin de hem değirmi dalgalı hem de bir yere yerleşmiş cisimcik olabileceği gibi.         . .

^A.g.e.

Frazer, 'i iıc Golden Bougiı, a.g.e.

336

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

rarım. bildirir, sonunda doğaüstü haberci delikanlının cesareti saye­sinde ilahi güçlerin lütfuna layık görüldüğünü bildirir ve şöyle der: “Yarın seninle son kez dövüşmeye geleceğim. Kazanırsan beni soy, yere fırlat, toprağı çapala, yumuşat ve beni oraya göm. İşini bitirdi­ğinde, beni rahat bırak, ara sıra kötü otları temizlemek için mezarıma gel, ayda bir kere mezarıma taze toprak at.” Delikanlı söyleneni ya­par. Yaz sonu, bir gece, mezarın olduğu yerde, topraktan uzun ve se­vimli, altın saçlı ve bol yapraklı bir bitkinin bittiğini görür: Bu, in­sanlığın dostu mısırdır,23 doğaüstü öz bitki dünyasına geçmiştir. Gökten gelen yakışıklı genç adamın orenda’sıyla delikanlınınki karı­şınca mısır meydana gelmiştir.

Baştan çıkarmak, tehdit etmek, zincire bağlamak için kullanılabile­cek bir güç kavramı, ne İrok itaların ne de Yerlilerin tekelindedir: Si ular buna mahopa, Omaha’lar nııbe, Dakota’lar waban, Şoşon’lar pokımt derler. Biz burada orenda diyelim. Yerli Amerikan toplulukları­nın hepsi adsız bir ruhun sürekli varlığına inanırlar. Bu ruhun gücü­ne ve işlevine saygı göstermek zorunludur. Ingiliz James Lovelock’un “Gaia” hipotezinde XX. yüzyılın sonunda bilimsel zihniyetin ortaya çıkaracağı kavram da budun Bitki, insanın ölçüsüz faaliyetlerinin teh­dit! altındaki uyumlu bir sistem, bütün olarak canlı bir varlık olarak kabul edilmelidir.24

Evrensel kardeşliği dokuyan doğanın orendn’larıyla çevrili Yerli, dünyanın tek bir Tanrı ile tek bir Şeytan arasındaki uzlaşmazlığın he­defi olabileceğini ve anlaşmazlık konusunun sadece kendisi olabilece­ğini düşünemezdi ve zaten düşünmemiştir. Bu İnsan-merkezcilik, bü-

23Joseph Campbell’in Primitive Mythology The Moshs of God, Vikİng Penguin İne, New York, 1959, eserinde yeniden ele alman bu mit, 1820’li yıllarda Amerikan hükümetinin bir görevlisi olan Henry Rowe Schoolcraft tarafından derlenmiştir.

24James Lovelock, Gam, Fransızca çevirisi Röbert Laffont, 1991.

337

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

tün kabileler dahil olmak üzere, Kuzey Amerika yerlilerinin düşünce­sine tamamen yabancıdır. Yerli, insan olarak Tekilliğinin bilincinde olsa da kendini, bitkiler dahil tüm doğanın kardeşi olarak hisseder. Yahudilerde, Hıristiyanlarda ya da M üsl Umanlarda olduğu gibi Tanrı ile Şeytan arasındaki çatışma Yerli için söz konusu olsaydı kunduzla­rın, söğütlerin ve bulutların da işin İçinde olmaları gerekirdi.

Fakat genel yargılar üstün gelmiştir. Batılıya göre, Yerli “aşağı” bir varlıktır, çünkü ne bizim Tanrı’mıza ne de Şeytan’ımıza inanması için bir nedeni vardır. Yüzyıllar boyunca, sözümona bir etnoloji, olsa olsa kurtuluşları için -Hıristiyan olmaya layık “vahşi putperest” kav­ramını dayatmıştır. 1922’de Mauss şöyle yazıyordu: “Bu büyülü güçortam kavramının bilinen örneklerinin enderliği, bunun evrensel ol­duğundan kuşkulandırmamalıdır. Gerçekten de biz, bu tür olaylar hakkında pek bilgili değiliz; İrokuaları üç yüzyıldan beri tanıyoruz fakat sadece bir yıldır orenda’ya dikkat ediyoruz.”25 Yetmiş yıl sonra ne bizim genel kavrayışımız ne de Kuzey Amerika Yerlileri’nin yazgısı ciddi olarak değişti. Batılı için, Yerliler bir Büyük Ruh’a İnan­makta tamamen haklıdırlar; Büyük Ruh kavramı, dinlerin, yine tama­men uydurma bir kavram olan Tann-Şeytan ikilemine doğru doğal evriminin “ilkel” bir habercisiydi. Fakat, kararlaştırıldığı üzere, Yer­lilerin “canhcı” olması gerekti.

Tuhaf bir biçimde, Hıristiyan teoloji terimleriyle Tanrıcılığa çok benzeyen Kuzey Amerika Yerlileri’nin görünürdeki “canlıcılığı” Tektanrıcılığın hiç de düşmanı değildi. Bu onun en şaşırtıcı, aynı zaman­da da en az bilinen yanıydı: Kuzey Amerika Yerlileri tek bir Şeytan ta­sa duyamazlar, fakat tek bir Tanrı’yı mükemmel biçimde tasarlarlar. Örneğin Siulara göre, simgesi bizon olan Güneş-Tanrı Wi, yürekli ve dürüst insanların koruyucusu, her şeye kadir en üst tanrıydı. Çarpıcı

2jMauss, Saciûlogic el nnthropologie, a.g.e.

338

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

nokta, kızı Whope’nin Siulara barış çubuğu getirmek için bir gün yeryüzüne indiğidir. Bu tanrısallığın. başka yorumlarında Wi, daha üstteki bir tanrı olan, tanrıların tanrısı Wakan Tanka’nm dört tezahü­ründen biridir?6

Tektanncılığa bu eğilim, Güney Amerika Yerlileri için olduğu ka­dar Kuzey Amerika Yerlileri için de yumuşatılmalıdır. Gerçekten de, Kuzey Amerika Yerlilerinin Kolomb’tan çok önce Avrupah ziyaretçiler kabul edip etmediklerini sormak için ciddi nedenler olduğu gibi Vinland’a ayak basan Vikingler, örneğin bunun kanıtıdırbu beyaz zi­yaretçilerin Yerli inançlarıyla kaynaşan bir Hıristiyanlığın tohumları­nı da beraberlerinde getirip getirmediklerini de sormak gerekir.

Hopilerin kayıp beyaz kardeşi Pahana miti bunun kanıtıdır. Bu mit, Mayaların sakallı beyaz tanrısı Kukulcan’a ve Azteklerde ve Tolteklerdeki Kuetzalkoatl’a yakındır. Şubat 1540’ta, İspanyol sömürgeci Francisco Vasquez de Coronado’nun askerleri Hopi köylerine, yani Arizona’ya vardıklarında uzun süreden beri bekleniyorlardı, çünkü Pahana’nın dönüşü bekleniyordu. “Her yıl Oraibi’de, Soyal’m son gü­nü, Ayı kabilesi tarafından saklanan iki metre uzunluğundaki bir so­panın üstüne atılan çentikle dönüş anı belirleniyordu. Hopiler ona ne­rede rastlayacaklarını biliyorlardı: Eğer kararlaştırılan tarihte gele­cekse Üçüncü Yayla’mn eteğinde, Sikya’wa (Sarı Kaya) patikası boyun­da; beş, on, onbeş ya da yirmi yıl gecikirse Chokuwa (Sivri Kaya), Nahoyııngvasa (Kesişen Yollar) patikası boyunca. Sopa işaretlerle do­luydu, Pahana yirmi yıl gecikmişti.” Nihayet geldi; o, Perdo de Tovar adlı bir Ispanyoldu, Hopilerin gördükleri ilk beyaz.27

Fakat, bazı Yerli kültürlerinin tektanncılığa yer yer görülen eği­limleri ve ruhun dirilişine olan inançları, yabancı kökenli ve Yerli

26 A

A.g.e.

27Waters, Le Livre du Hopi, a.g.e. Kolomb-öncesi beyaz tanrı mitinin daha aynntılı bir çözümlemesi için 13. bölüme bakınız.

339

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

dinlerinde yeniden kaynaştırılmış olsa da, Hıristiyan bir tektanrıcılığın doğal bir hazırlığını oluşturdukları sonucunu çıkarmayı sağla­maz. Gerçekten de, bu tektanrıcılığm temel bir unsuru eksiktir; bu da Şeytan’a ilişkin Hıristiyan düşünüşün ayrılmaz parçası olan ilk günah kavramıdır. Yerli mitlerinin içerdikleri çekirdek halindeki kozmoloji­lerde, yeryüzünde yaşamın doğmasıyla sonuçlanan doğaüstü güçler arasındaki çatışmalar, hep masum olan insanı ilgilendiren sonuçlara varmaz, yani insana Kötülük getirmez. Örneğin dünyanın başlangıcın­da Kötülük güçleriyle dövüşmek için yeryüzünde ortaya çıkan ve sa­vaşçıların koruyucu tanrısı olan yarı-tanrı Kitschikawano asla İyiliğin cisimleşmesi değildir: cesaretin yüceltilmiş bir temsilidir, ancak Kitschikawano asla iyiliği temsil edenlere özgü sadeliğe sahip değil­dir. Kahkahalarla gülmesinden anlaşılan şey neşeli olduğudur.28

Başlangıçta, der dünyanın yaratılışına ilişkin Apaçi miti, bugün dünyanın bulunduğu yerde karanlıklardan, sudan ve siklondan başka bir şey yoktu. İnsan yoktu. Yalnızca maskeli tanrılar olan Hatcin’ler vardı. Yeryüzü bir çöldü; ne balık vardı ne de başka bir yaratık. Fakat Hatcin’ler her şeyin yapıldığı malzemeye sahiptiler. Önce dünyayı, cehennemleri, ardından gökyüzünü yarattılar. Yeryüzünü kadın biçi­minde yarattılar ve ona Ana dediler. Sonra gökyüzünü erkek biçimin­de yaptılar ve ona Baba dediler. Böylece o yeryüzüne doğru eğildi. Kara Hatcin kilden bir hayvan yaptı ve ona şöyle dedi: “Görelim ba­kalım dört ayağının üstünde nasıl yürüyeceksin.” Tüm diğer hayvan­lar ondan türediler. O dönemde bütün hayvanlar, Apaçi dil ailesine ait Jicarilla dilini konuşuyorlardı. Kara Hatcin elini uzattı, elinden yağmur düştü, yağmuru toprak ve çamurla karıştırdı, bir kuş yaptı ve kuşu soldan sağa döndürecek biçimde havaya fırlattı. Kuşun başı döndü ve kendini kaybetmiş dönerken gökyüzünde sayısız başka kuş,

28kurker, Lexikon der Götter und Dömonen, a.g.e.

340

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

kartallar, atmacalar, baykuşlar ve serçeler gördü. Kendine geldiğinde kuşlar gerçekten oradaydı.

Bunun üzerine hayvanlar sıkıldılar ve Kara Hatcin’den insan yarat­masını istediler ve insan yaratıldığında ona bir eş verilmesini istedi­ler ve böylece kadın yaratıldı.

Oysa bütün bunlar cehennemlerde olup bitiyordu ve o zaman ne Güneş vardı ne Ay. Kara Hatcin ve Beyaz Hatcin heybelerinden küçük bir Güneşle küçük bir Ay çıkardılar ve onları büyüttüler, sonra gök­yüzüne-fırlattılar, Bu yıldızların görüntüsü insanları büyüledi, bunlar arasında çok sayıda şaman vardı ve şamanlar, Güneş’i ve Ay’ı kendile­rinin yarattığını ileri sürdüler; hatta iki göksel cismi kimin yarat­tığını tartıştılar, bu, Hatcin’leri sinirlendirdi: Güneş ve Ay’ın kaybol­masını sağladılar. “Şimdi,” dediler şamanlara, “bakın bakalım Gü­neş’i ve Ay’ı geri getirebiliyor musunuz!”

Şamanlar tüm becerilerini gösterdiler; buhar oldular, kendi yerle­rinde sadece gözlerini bıraktılar, okları ve bütün ağaçları yuttular, fa­kat iki yıldızı bir türlü geri getiremediler. Birçok başka sınamadan sonra Hatcin’ler nihayet Güneş’i ve Ay’ı gökyüzüne geri getirmeyi ka­bul ettiler.29

Böyle bir kozmogonide elbette Kötülük Ruhu’nun izine rastlan­maz; şamanların böbürlenmeleri hariç. îlk Günah’tan da iz yoktur. Yerli mitolojilerinde Kötülük ruhları varsa eğer, bunlar parazitlerdir, yoksa evrenin temel unsurları değildirler. Kelt mitolojilerindeki Loki’nin akrabaları, daima zalimce oyunlar oynayan tricfester’lerdir.30

Büyük Tavşan, Üstat Adatavşanı, Mavi Alakarga, Yaşlı Adam, Kar­ga ve elbette Coyote; Avrupalı misyonerler ve etnologlar, bizim orta­çağdaki Tilki’mizin akrabası bu kurnaz kişiliklerde Şeytan’ın bir ha-

29Rieder, Le Folklore des Peaux-Rouges, a.g.e.

30 Bkz. s. 196.

341

ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ

bercisini görme eğilimine direnememişlerdir; Yerli bir Şeytan kuşku­suz, fakat yine de Şeytan; çünkü Şeytan olmadan nasıl yaşanır? Fakat, başlangıç olarak, o bir tanrı değildir: bir tür üstün-şamandır.‘ “Onu bir akşam bir dağın tepesinde dururken ve güneye doğru bakarken ... hayal edebiliriz,” diye yazar Campbell. “Ve durduğu yerden uzakta bir ışık gördüğünü sanır. Önce ne gördüğünü bilmeyerek, kâhinlik yoluyla, bunun ateş olduğunu anladı. Bunun üzerine, bu şaşılacak şeyi insanlığın iyiliği için edinmeye karar vererek, bir çete kurdu; Tilki, Kurt, Antilop, tüm hızlı koşucular onunla birlikte gelir. Uzağa, çok uzağa doğru yol aldıktan sonra Ateş İnsanları’nm evine vardılar, onla­ra şunu bildirdiler: ‘Sizi ziyaret etmeye, dans etmeye, oyun oynamaya ve bahis tutuşmaya geldik.’ Onurlarına danslı bir gece düzenlemek için hazırlıklar yapıldı.”

“Coyote kendisine, yere kadar inen sedir ağacının uzun saçaklarıy­la reçineli sarı çam ağacı yongalarından yapılmış bir başlık hazırladı. İlk önce Ateş İnsanları dans ettiler, ateş güçsüzdü. Sonra Coyote ve adamları ateşin etrafında dans etmeye başladılar ve ateşi görememek­ten yakındılar. Ateş İnsanları daha büyük bir ateş yaktılar ve Coyote dört kez daha şikâyet etti, sonunda Ateş İnsanları gökyüzüne çıkan bir ateş yaktılar. Coyote’un adamları bunun üzerine çok terlediklerini ba­hane edip hava almak için dışarı çıktılar ve kaçmaya hazırlandılar, ateşin yanında Coyote’den başka kimse kalmamıştı. Coyote başlığı ateş alıncaya kadar deli gibi sendeleyerek dans etti. Başlık ateş alınca korkmuş gibi yaparak Ateş İnsanlarından başlığını söndürmelerini istedi. Karşılık olarak, ateşin bu kadar yakınında dans etmemesini söylediler. Fakat bunun üzerine, çıkışa yaklaştığında tüm başlığına alev aldırttı ve koşarak uzaklaştı. Ateş İnsanları onu takip ettiler, bu­nun üzerine başlığını Antilop’a verdi, o da ileri atıldı ve başlığı bir

51 Campbell, Primitive Mythology The Masks of God, a.g.e.

342

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

diğer koşucuya verdi, böylece başlık elden ele geçti. Ateş İnsanları hayvanları bir bir öldürdüler, az kalsın Coyote’yi yakalıyorlardı ki, o bir ağacın arkasına saklanıp ağacı ateşe verdi. Böylece insanlık o za­mandan beri ağaçtan çubuklarla ateş yakar,”32

Aynı şema, diye belirtir Campbell, Britanya Kolombiyası’ndaki Thompson Nehri Yerlileri’nde, Georgie’deki Creeklerde, Chilkotinlerde, çok daha sonraları Thompson nehrinin kuzeyinde, Kaskalarda, Athabascalarm bir kabilesinde farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Creek­lerde Coyote’nin rolünü üstlenen Üstat Adatavşanı’dır, Kaska’larda bir Ateş Taşı’nı, yani bir sileks taşım kıskançça koruyan Ayı’dır ve so­nunda küçük bir kuş bu taşı çalar.33 Trickster Ateş’le tamamen özdeş­leşmiştir. Hıristiyan mitolojileri (başka türlü nasıl adlandırılabilir?) onu Şeytan’la eş tutarlar fakat o, Ateş Hırsızı’dır, uzun süre boyunca Hint-Avrupa mitolojilerine ait olduğu sanılan kişiliktir. Oysa o in­sanlığın iyiliği için çalışır. Eğer o Şeytan’sa, Şeytan kavramını tü­müyle gözden geçirmek gerekir. Ya da Prometheus’un Şeytan olduğu­na karar vermek gerekir. Ve her isyanın şeytansı olduğuna... Fransız Devrimi de zaten böyle nitelenmiştir.

İşte, Yerlilerin Şeytam’nda görülmek istenen kişi: Prometheus. Al­tı ya da sekiz bin kilometre mesafeden bizim Yerliler aynı miti üret­mişlerdir, fakat ne zaman belli değil. Belki Yunanlılardan önce, belki aynı zamanda, önemi yok. Fakat tek çakışma bu değildir. Amerika Yerlisi de Yunanlılar gibi, Kelt ve Okyanusyalı gibi özgürdür. O, bü­tün insanların en özgürüydü kesinlikle: Kanosu ve yayıyla, dostları ve şerefiyle yaşadı. Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde, yerli köyleri-vardı. Fakat, olağanüstü ve asla ortaya çıkmamış olgu, büyük Yerli sitelerinin asla olmadığıdır. Yerlilerin politik teorisi asla olma­dı, Yerli ulusunun merkezi iktidarı asla olmadı, Yerli imparatorluğu

343

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

asla olmadı ve şefler olduysa da tiranlar asla olmadı. İnsanlık tarihin­deki bu çılgın istisna dikkate değer.

Yerli’nin tanrıları ve mitleri -ki bunlar asla yeterince çok bulunmayabiliryaratıcılarının yansısıdır; Yerli’nin imgesinden baş­ka bir şey değildir ve bu imgeler özgürlüğün imgeleriydi. Yerli’nin, Günah köleliğini ya da bir Büyük Yalanct’yı, yani bir Büyük Düşmariı tasarlaması için hiçbir nedeni olamazdı. Aslında kaderin cilvesi, Bü­yük Yalancı, topraklarına ve ardından anlaşmalarına tecavüz eden Be­yaz Adam oldu. Bir Amerikalı, Helen Maria Hunt Jackson, 1881 yılın­da bunu bir kitapta söylemeye cesaret etti; kitabın adı yeterlidir: Bir Şerefsizlik Yüzyılı. Kini tersine çevirmek için çok geç.

XIX. yüzyılda Overland Mail’in sadece Pasifik yoluyla değil, aynı zamanda Colorado, Montana, Idaho, Nevada, Oregoridaki Yerli top­rakları boyunca da getirdiği göçmen dalgalarının Yerlilerin sevgisini kazanamayacağı kesindir: Genetikle serserilerden34 oluşan bu Avrupa­lIlar yerleşmek istiyorlardı ve he buhar makinesi ne de taş evin bulunduğu geniş toprakları Kızılderililere bırakmak onlar için söz konusu değildi. Yani, en iyi durumda, bu toprakları, geçerli olan Sainl-Simöncu ideolojiye uygun olarak ve birçok durumda da kazanç ve vurgun içgüdüsüne uygun olarak kötü bir şekilde kullanırlar.

Fakat bu korsan mantığı, Yerlilerin birçok kez maruz kaldıkları acımasız vahşiliği açıklayamaz. Batı savaşının sonunun ve Çeyenlerin şefi Dull Knife’ın son yenilgisinin, ardından da 1879 yılında, Apaçilere karşı savaşın tarihi okunduğunda insan şaşırtmadan edemez: Soy­kırım ve insanlığa karşı suç kavramları tarihte sistematik olarak, uy-

34Amerika kolonilerinde başlangıçtan itibaren Ingilizler yer almıştır; tıpkı Avusturalya’yı doldurmaları gibi. “Bunlar çürümeye ya da serseriliğe mahkûm er­kek ve kadın hırsızlar, ursuzlardır... Burada hissettikleri zorunlulukları orada hissetmeyen yasadışı insanlar çetesi eşkiyalığa başlarlar.” XVII. yüzyılda Ameri­ka’nın sömürgeleştirilmesi hakkında, Thevenin ve Coze, Mceurs et histoire âes Indiens d'Anı&ıque du Nord, a.g.e.

344 '

KUZEY AMERİKA YERLİLERİ

gulansaydı, sistematik olarak Yerlilerin büyük bölümüne soykırım uygulayan Amerikan ordusunun seçkin tabakasını alçaklıkla suçlamak gerekirdi. 1870’li yıllarda Arizona ve Yeni Meksiko’da yirmi bin ka­dar Apaçi vardı. “1875 yılında, en fazla yedi bindiler ve 1890 sayı­mında sadece birkaç yüz Apaçi bulunmuştur,” diye yazar Thevenin ve Coze?5 Beyaz kolonilerin Kızılderililere duyduğu kin kültürel olduğu kadar dinseldir. Beyaz Adam için Şeytan'ı olmayan bir insan Şeytan’ın kendisidir.

Ama bu durumda Şeytan’ın gerçekte kim olduğu şüphe götürmez.

35 a

A.g.e.

345

13.

KUETZALKOATL MUAMMASI,

TÜYLÜ YILAN VE AĞLAYAN TANRI

Amerika Yerlilerinin uygarlıkları hakkındaki ce­haletimiz üzerine Kökenlerinin çok eski olma­sı üzerine ve Fransız arkeologlarının keşiflerinin yol açtığı öfke üzerine Ölmekler üzerine, çift anlamlı tanrıları ve ölümü küçümsemeleri üzeri­ne Mayalar üzerine, bizim Şeytan’ımızın tasla­ğı, gerçekten kötücül bir tanrı fikri üzerine rTeokratik devletlerinin İran ve Mezopotamya’da­ki teokratik devletlerle benzerliği üzerine ve Ma­ya dininin bu dinlerle paylaştığı günah ve tövbe­nin anlamı üzerine Toltekler ve Aztekler İS VIII. yüzyılda denizler ötesinden gelen ve Gü­neş’e giden beyaz tanrı, Kukulkan ve Viracocha da denen Kuetzalkoatl üzerine Peru’da İnka ha­kimiyeti üzerine ve Peru’ya varan ilk İspanyol keşişlerini şaşırtan, İnka dini ile Hıristiyanlık arasındaki tuhaf benzerlikler üzerine Haç simgesi üzerine, İnkaların tuhaf Ağlayan Tanrı’sı üzerine ve Amerika’nın Kolomb-öncesi Hırİstiyanlaştırılma girişimi hipotezi üzerine.

1519 ilkbaharında, diye anlatır Fransisken keşiş Fray Bernardino de Sahagun, İspanyol paralı asker ve serüvenci Hernan Cortes, silahlı on ya da on iki gemilik bir filonun başında Yucatan Meksika yarıma­dasının kuzey sahiline ayak bastı. Kayıklara dolan Yerliler berrak su­lara inip, daha sonra Sahagun’a belirtecekleri gibi garip bir şekilde soluk bu insanüstü varlıklara kucak dolusu çiçekler, renkli tüylerle süslü kumaşlar ve mücevherler götürdüler. Yerliler tanrıları bekli­yorlardı, armağanlarını kendilerine Şeytan’ı getiren ve köleden ve al­tından başka bir şey aramayan barbarlara verdiklerini fark etmediler.

Kısa sürede kanlı bir hal alacakolan Cortes’in yolculuğu -çünkü uyduruk bîr bahaneyle Cholula’da üç bin yerliyi katletmiştiAztek İmparatorluğu’nun başkenti Tenochtitlan’a kadar sürdü. Katolik Majesteleri’nin temsilcisi orada İmparator Montezuma’yla karşılaştı. Ispanyollar görkeme ayak bastılar, ortasında Texoco Gölü’nün bulu­nduğu çiçekler içinde dev bir göl kenti, kanallarla bölünmüş, kıyılar­dan göle su üstündeki patika yollarla bağlanan, bizzat Cortes’in deyi­şiyle, tüm Avrupa şehirlerinden daha güzel bir şehir. Bir tek pazar meydanı tüm Salamanka şehrinden iki kez daha büyüktü. Bir su ke­meri tepelerdeki bir kaynaktan Tenochtitlan’ın ortasına dek su getiri­yordu. Bu batılı yerlilerin Venedik’inde yarı çıplak, mücevherler ve renkli peştemallarla süslü, yalınayak insanlar vardı. Bu, Sahagun’a göre, “büyülü bir görüntü gibi"ydi.

Başlarında Cortes olmak üzere Ispanyollar, çıplak ayak, başları parlak saçlarla süslü, temiz tenli Montezuma ve iki yüz senyörden ibaret erkanıyla orada karşılaştılar. Çünkü Ispanyollar, suyun bollu-

348

KUETZALKOATL MUAMMASI

ğuna rağmen, ne yıkanıyorlar ne de üstlerini değiştiriyorlardı, zırhla­rı ve silahlarıyla yatıyorlardı. Oysa ki Tenochtitlan sakinleri İmpara­torları gibi her akşam .yıkanıyordu.

Kıyamet günü karşılaşması: Bu cennetvari çiçekler ve lüks, uğur­suz bir yaratığın, katillerin getirdiği Şeytan’a, Hıristiyanların Hıristi­yan olduğunu sandıkları Şeytan’a vaat edilmişti.

1975 yılında, Meksika’ya yaptığım ikinci yolculuğumun başlangı­cında, o döneme kadar okuduklarıma dayanarak iki dünya arasındaki bu trajik karşılaşmayı zihnimde canlandırıyordum. Mexico City yakı­nındaki Xochimilco’ya gitmeye karar verdim, yeni açılan metroya bir göz atmak istiyordum. Lüks son istasyona vardığımda tramvaya binmek, yani yeryüzünün gerçeğine geri dönmek gerekiyordu. Tram­vay, bana bitmez tükenmez gelen bir süre boyunca art arda gecekon­duların önünden geçti; duraklarda binen yolcuların’çamur içindeki ayakları genellikle çıplaktı, neşenin izi olmayan yüzleri derin düşün­celer içindeydi, bu durum beni daha fazla bunaltıyordu.

Yolculuklarda sık sık başıma geldiği gibi, kendimi, kitaplarda derlenmiş resimlerden çok uzakta buldum. Şunu düşündüm: Sahagun’un hayal meyal gördüğü cennet gerçekten var mıydı? Çünkü Hıristiyanlığın şöyle bir yaldızladığı ve Latin gelenekleriyle örttüğü Meksika’nın antik dinleri karanlıklarda kalmıştı. Gerçekten de böyle olduklarını daha sonra keşfedecektim. Turist rehberlerinin ticari iyimserlikle, Meksika’daki Fransızların imparator Maximilien’in tra­jik serüveniyle son bulan kısa süreli varlığını anımsatan muriachi de­nen sokak orkestralarının neşeli uyumlarının sokaklarında kahkaha­larla çınladığı bahçe-şehir diye tarif ettikleri Xochimilco’ya vardığım­da, yılanyastığı demetleri önünde oturan ve çok az olan müşterilere kurt gibi gözlerle bakan çiçekçilere göz bile atamadım. Ateş gibi sı­cak havada sözümona evlilerin kaçak bir ezgisini arayacak cesaretim de yoktu ve taksiyle Mexico City’ye geri döndüm. Oldukça bunaldığı-

349

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

mı itiraf etmeliyim.

Asla bir turist olmadığımdan ya da sadece birkaç saatliğine turist­lik yaptığımdan pek fazla anım yok. Meksika’ya yolcu olarak gittim; bir yolcu Xochimilco’nun düş kırıklığına katlanmak zorunda değildir. Fakat ben katlandım ve bu, tam da Meksika’nın beni ilgilendirmeye başladığı an oldu. Baldırlarıma kadar iğrenç çamurlar içinde geçirdi­ğim bir geceye ve Palençue’de susuz bir hana katlandığım için ken­dimi yeterince çilekeş buldum; Campeche’in perişanlığına ve günlük yiyecek olarak bir torba fındıkla Puebla’da aç geçen bir başka geceye (çünkü akşam öyle geç gelmiştim ki restoranlar kapalıydı) katlandım ve turistlerin hiçbir zaman uğramadığı yollar ve köylerde karşılaştı­ğım MeksikalIlarda gördüğüm umutsuzluk havasımnın nedenini me­rak ettim. Bu tipler, Fransa’da dendiği gibi, Şeytan’ı genellikle yeryü­züne indirenlerdendir.

Uzun hikâye1. Orta ve Güney Amerika yerlilerinin, Avrupa-merkezcilerin “Kolomb-öncesi,” ardından da “Latin” dedikleri ve tarihçi­lerle etnologlar tarafından “Amerika yerlileri” (nitelik belirtici söz­cükleri karıştırdığım için özür dilerim) uygarlıkları olarak nitelenen, California’nm, Aj-izona’nın, New Mexico’nun ve Teksas’ın güney sı­nırlarında ve Ateş Ülkesi’nde başlayan uygarlıklar Batılılar için görü­nüşte bildik yerlerdir. Yolculuklar, sergiler ve medya sayesinde Ma­ya, Aztek, inka sanatlarıyla ilişkiler artmıştır. Yeniliklere en açık sa­natseverler, kimi zaman dokunaklı bir gerçekçiliğe, biçimlerdeki ye­niliğe ve özellikle egzotizme bağlı biçimlerin kesin dilbilgisini, bi­çimsel inceliği fazlasıyla tadarlar. Yine de, Büyük Yüzyıl Fransızlarının Doğu sanat yapıtlarına, ardından gelen hanedanın Çin sanatına gö­nüllerini kaptırmaları ve bu çılgınlığı miras alan îngilizlerin, örneğin Brighton’daki kraliyet pavyonundaki ilginç üsluplu bir yarasayı Çin yapımı sanmaları gibi, bu sanata da değer biçildi: Çünkü bu “fark­laydı, “egzotik”!!. Boucher’nin ve Brighton’un Çin hayranlarının

350

KUETZALKOATL MUAMMASI

Çin’le gerçek ilişkisi bizim yollardaki motellerimizin ortaçağ “Han’la­rıyla ilişkisi kadardı ancak. Hepsini sahte bir şekilde hayal gücümüz­de yeniden oluşturduk. Sahtekârlığa devam ediyoruz.

Gerçekten de birçok durumda, gördüğümüz nesnelerin ve anıtla­rın anlamım bilmiyoruz. Roma, Yunan, Mısır sanatlarına yüzyılar bo­yunca alışmış olduğumuzdan, pek fazla yanılgıya düşmeden, en azın­dan bir Horus’u bir Anubis’ten, bir Venüs’ü bir Minerva’dan ya da bir Hermes’i bir Zeus’tan ayırt edebiliriz. Tlaloc ya da Viracocha’ya ge­lince, bunu pek ayırt edemeyiz; sadece bir uzman bunu başarabilir. Birçok durumda, en. iyi uzmanlar, meçhul kalıntılar üzerinde ikonolojik spekülasyonlarla yetinmişlerdir. Ölmek kültürüyle Zapotek kül­türü arasında bir üsluba sahip Oaxaca anıt taşları üzerinde yüzlerini buruşturmuş, sakallı ve iğdiş edildikleri belli bu esrarengiz kişiler kimlerdir? Gerçekten de, Kolomb-öncesi sanatta sakallı kişiler istis­naidir. Oysa eski Güney Amerika sanatının ortaya attığı sayısız soru­dan biri budur. Diğerleri daha ilerde görülecektir.

Bu uygarlıkların kendilerine yaklaşılmasına pek izin vermediğini kabul etmek gerekir. Mexico City yakınlarındaki tapmaklar şehri Teotihuacan’a ya da yaklaşık beş bin metre yükseklikte, uçurum etekle­rindeki yorucu bir yolculuğun sonunda Machu Picchu harabelerine ulaşan yolcu şaşkınlığın ve ısmarlama "büyülenme”nin ötesinde özel­likle sıkıntı hisseder. Şunu itiraf etmeliyim ki, benim için, yetmişli yıllarda sık sık görülen Kolomb-öncesi sanat örneklerinin yoğunluğu ölçüsünde büyülenme genellikle güçtür: Mexico’daki şaşırtıcı antro­poloji müzesinden Palenque’e, Palenque’ten Uxmala, Uxmal’dan San Jose de Costa Rica’daki Altın Müzesi’ne, bu müzeden Bolivya’daki La Paz Müzesi’ne, sonra Tiahuanaco’ya kadar her yerde yüzünü buruştur­muş, acımasız, canavar yüzlü sayısız insan görülür. Yine de buralar­daki eserler simgecilikle en dolu, dolayısıyla en anlamlı eserler ara­sındadır. Batılı için en çekici parçalar, oldukça incelikli çocuk ya da

351

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

yetişkin yüzleri, gündelik yaşamdan insanlar, grotesk ya da fallik ça­nak çömlek, hayvanlar, kısacası, sanatçıların gözlem ya da ifade yete­neğini kanıtlayan şeyler, ne yazık ki, bunları üreten kültürler hakkın­da çok az şey söylerler. Acınacak egzotizm eğilimine ve Avrupalıya kesin olarak yabancı bir dünyanın reddine karşı durabilmek için kimi zaman insanın kendini zorlaması gerekir.

Genellikle iyi yürekli ve bilgili rehberlere ve yukarda söylediğim rahatsızlığa rağmen, yolcu, Teotihuacan’daki Güneş ve Ay tapmakları­nı (ünlü arkeolog Leopoldo Batres tarafından hayranlık verici tarzda onarılmışlardır), Machu Picchu’da, titanların inşa ettiği mozaik oldu­ğu söylenebilecek devasa kütlelerine rağmen çok iyi düzenlenmiş gra­nit bloklar yığınından oluşan, anlamı çözülemeyen Güzellik Duvarı’nm inşa edilmesindeki nedeni anlamakta güçlük çeker. Sıradan “gü­zellik” kavramları geçerli değildir; başka bir kültürel değiş tokuş de­ğeri edinmek gerekir. Fakat hangisi?

1980’11 on yılların sonuna doğru arkeologlarımız ve antropologla­rımız “Kolomb-öncesi” büyük uygarlıkların iç yüzünü keşfetmişler gibi gözüküyorlardı. Uzun bir çalışma sonucu görüşlerini zenginleş­tirmiş olan bazıları kestirip atmaya oldukça, yatkındılar. Çok daha es­ki bîr yerleşimin işaretlerine rağmen, onlara göre, Amerika kıtasında insan, 1Ö yaklaşık oniki bin yılında ortaya çıkmıştı ve uygarlıklarıyla dinleri üzerine resimli güzel kitaplar yazacak kadar yeterince şey bili­yorlardı. Bunların açıkça yalanlanması şok yarattı: Niede Guidon ve Georgette Delibrias’ın 1986 yılında Brezilya’da yaptığı keşifler Ame­rika kıtasında ilk insanın 1Ö otuzüç ya da otuzbeş bin yıl önce ortaya çıktığını kanıtladı. Amerikan arkeoloji okulu ve başkaları, bu "Fran­sız” keşiflerini küçümseyerek reddetmeye başladılar. Karbon 14 tarihlemeleri Fransızların keşiflerini doğrulamaktadır; günümüzde bunlar, belli bir şaşkınlık içerisinde, kabul görmektedir (özellikle Amerikalı­larca).

352

KUETZALKOATL MUAMMASI

Bu keşiflerin rahatsızlık yaratmasının nedeni, yaklaşık kırk bin yıl önce ortaya çıktığı sanılan Cro-Magnon insanının, esrarengiz Ceneviz Colomb’unun Çin olduğunu sandığı bu toprakları fethetmek için Bering Boğazı’nın donmuş alanlarını yalınayak geçtiğinde hâlâ görece yeniyetme olduğunu belirtmesidir. Dahası var! Henüz pek zayıf olan başka işaretler söz konusu yerleşimin çok daha eski tarihli olduğunu belirtmektedir: Yetmiş bin yıl önceki Wisconsin buzul dönemine ka­dar uzanmaktadır.1 Bu durumda, Amerika kıtasına ilk yerleşenler, he­nüz ortaya çıkmamış olan Cro-Magnon insan değil, Neandertal insan­dır. Sorunun özü yavaş yavaş eşelenmeye başlanmıştır.

Bir başka'muamma: Peki, Amerika kıtasına kimler geldi? Bu ko­nuda da görüş kesindi: Asyalılar. Amerika Yerlileri’nin Mongoloid ol­duğu ileri sürülüyordu. Kuşkusuz, büyük bölümü Mongoloid’dir. Far kat daha sonra, Güney Pasifik’in Amerika kıyılarına, farklı kaynaktan gelen Okyanusyahların çıkmış olabileceği varsayımını -varsayımdan başka bir şey değildirkabul etmek gerekti. Dahası, Meksika’nın Öl­mek döneminde, özellikle La Venta ve Tres Zapotes’deki bazı anıtsal başlar dikkate alındığında, bunların, basık burunları ve kalın dudak­larıyla tartışılmaz biçimde Afrikalı başlar oldukları fikrine karşı koy­mak güçtür. Demek ki, IX. yüzyılda Vikinglerin, Yeni Dünya yakınla­rında, Vinland, “bağ toprakları” denen topraklarda (Vikingler oradan frenküzümü getirmişlerdir) küçük koloniler kurmaya gitmelerinden çok önce, Amerika kıtası ve özellikle güneyi, dünyanın en azından iki bölümünden, Okyanusya ve Afrika’dan İnsanların ziyaretine büyük bir olasılıkla uğramış ve onların etkisi altında kalmıştır.

Ayrıca, 1976 yılında Venezuela’da yüzlerce Roma parasının bulun­duğu bir hazine keşfedilmiştir. Bu paraların en yakın tarihlisi İS IV.

1 C.A. Burland, Les Peuples âu Soleil, Tallandier, 1978. Guidon ve Delibrias’m Brezilya’daki keşiflerinden çok önce, Orta Amerika’da, Valsequillo ve Puebla’da yirmi bin yıldan eski insan yerleşim yeri kalıntıları bulunmuştur.

353

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

yüzyıla kadar geliyordu; Meksika’da, Veracruz eyaletindeki bir mezar­da, 1.967 yılında, Romalılara ait bir Venüs heykeli ve Ingiliz Kolombiyası’nda, IÖ XII. yüzyıla uzandığı sanılan bakırdan Çin paraları bu­lunmuştur; bu keşifler üzerinde elbette görüş birliği yoktur; yine de günümüzde en tartışmasız olanı, Meksika’da, XII. yüzyıldan kalma bir mezarda keşfedilmiş olan, İS III. yüzyıla ait bir Roma başıdır.2

Bunun anlamı, Akdeniz’den gelen denizcilerin Güney Amerika’nın doğu sahillerini biliyor olmalarıdır. Oraya, bilinmeyen bir Akdeniz kültürünün, belki Roma, belki de Doğu kültürünün unsurlarını getir­miş olduklarıdır. Günümüze kadar hiçbir çalışma Yunan dili ile Azteklerin konuştukları Nahuatl dili arasındaki çok özel ve çok sıkı eti­molojik akrabalığı tatmin edici biçimde açıklayamamıştır: Örneğin Nahualt dilinde tanrı anlamına gelen teo’yla (Teotihuacan, “tanrıların ortaya çıktıkları şehif’dir) aynı anlama gelen Yunanca theos;gökyüzü­nü taşıyan Yunan tanrısı Atlas’la, Aztek adının kökenini olduğuna inanılan ve “gökyüzü" anlamına gelen Azdan... Dolayısıyla, “Atlantis" adının kökeni araştırılabilir: Mitik bir ülke olan Aztlan’dan mı gel­mektedir, yoksa gerçekten de Atlantik’e kadar uzanan Atlas dağların­dan mı?...

Bu unsurlar ve bu sorular alışılmış bilgiyi pek değiştirmedi, Amerika’nın Colomb’dan önce Vikİngler tarafından, büyük bir olasılıkla. Irlandalı Brendan tarafından keşfedildiği kabul edilir, fakat hepsi bu. Bu tür alanlarda kesinlikler tehlikelidir. Yukarda sözü geçen ve önemli kalıntılarına sahip olduğumuz Orta Amerika uygarlık­larının ilkini oluşturan Ölmekler, Meksika’da, Veracruz bölgesinde, IÖ 1.250’ye doğru ortaya çıkmışlardır. Önemli astronomlardır, ilk

R. Heine-Geldern, “A Roman Fİnd from Pre-Columbian Mexico," Anthropology Journal of Canada, 5, 20-22. Çevrildiği kitap: Anzeiger des philosophische-historische Kkısse der Oesterreischischen Akademie der Wissenschciften, s. 98, 117-119, 1961.

354

KUETZALKOATL MUAMMASI

yazılı takvimi Amerika’ya onlar getirmiştir, son derece ilginç bir sa­natları vardır. ÎÖ 600 yılma doğru kaybolmuşlardır ve haklarında he­men hemen hiçbir şey bilmemektedir..

“Ölmekler nereden gelmektedir? Kanal sistemlerinin kökeni nere­sidir? Takvimlerinin oluşumu için kaç kuşak gerekmiştir?”' Sır!

En azından otuz beş bin yıl -ve belki de iki misliönce ilk insa­nın yerleştiği bir kıta hakkında ancak çağımızdan üç bin yıl öncesini bilmekteyiz. Yani, Orta ve Güney Amerika Yerlilerinin uygarlıkları üzerine XX. yüzyıl sonunda edinilmiş fikirler, gelecekteki arkeolojik keşifler sonucu birden bire değişebilir. Dahası, dinleri hakkında pek az şey bilmekteyiz. Ortadoğu, Akdeniz ya da Hıristiyan etkileri -altın­da oluştuklarım düşünmek ciddiyetten uzaktır. Şeytan’ın kökenlerini orada aramak, Şeytan olmanın ta kendisidir!

Sır Öyle şaşırtıcıdır ki, Orta ve Güney Amerika’ya, az da olsa, ku­zey yoluyla Asya’dan gelen Mongoloid göçmenler yerleşmiştir. Fakat Navahoları ya da Ojibwaylan çok küçük bir çabayla '‘anlayabildiği­miz" halde, Ölmekler, Toltekler, Aztekler ve Mayalar genellikle anla­şılmazdır. Tarihlerinin büyük parçası bilinmemektedir ya da gözden geçirilmemiştir, örneğin Meksika’nun kuzeybatısında tecrit oldukları düşünülen .Tolteklerin X. ve XI. yüzyıllarda Yucatan’ın neredeyse tü­münü fethettikleri -Amerikancıların 1970’te bile “abartılı” olarak ni­teledikleri önermeancak seksenli yıllarda anlaşılmıştır. Üç bin yıl

3 Burland, Les Peuples du Soleil, a.g.e, Onaltı yıl sonra, uzmaniann Ölmekler hakkmdaki görüşleri biraz gelişti. Research & Expio ration dergisinin 1992 ilk­bahar sayısında yayınlanan The Olmec Legacy başlıklı bir incelemede Urbana’daki Illinois Üniversitesi’nde antropoloji profesörü olan David C. Grove şöyle demektedir: “Orta Amerika’nın ilk anıtsal taş sanatının yaratıcısı Öl­mekler (1Ö 1150’den 500’e) uzmanlarca, çağdaşları toplamlardan daha ileri, fakat son-derece muammalı kabul edildiler.” Ancak, yazar, tarihlerinin ve kültürlerinin bazı yönlerini aydmlatsa da, bu önemli kültürün ortadan kay­bolma nedenleri ve kökenleri hakkında varsayımlardan öteye gidemediğimi­zi kabul eder.

355

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

önceki Mısır ve Mezopotamya üzerine bildiklerimiz bin yıl önceki La­tin denen Amerika hakkında bildiklerimizden çok daha fazladır.

Şaşkınlığımız sadece arkeolojik veri yetersizliğiyle değil, dahası, Orta ve Güney Amerika Yerlileri’nin, Kuzeydeki Yerlilerden kesin farklı olarak, kalıcı izler bırakmış olmalarıyla da açıklanır: tapmak­lar, piramitler, taş ve kil mimariler, alçak-kabartmalar, freskolar, ta­pınma ve gündelik yaşam nesneleri ve metinler... Oysa bir kültür bu üretim aşamasına ancak hem maddi zenginlikler hem de gündelik an­lamda bir tarih, yani kendinin bilincine ve yerleşikliğe bağlı bir bel­lek biriktirmişse erişir. Yani, karmaşık bir hale geldiğinde erişir. Ta­rihçi V.G. Childe’m gözleminin uzantısıdır bu. Childe’a göre, yazı, bir topluluğun hacmi ve zenginlikleri “ciddi bir kütle”ye eriştiğinde ortaya çıkar: Bu durumda, hesap yapmak ve bir numaralama sistemi keşfetmek gerekir. Rakamlardan sonra yazı ortaya çıkar. Yazı kullanı­lır hale geldiğinde düşünceler incelik kazanır. İşte Orta ve Güney Amerika Yerlileri’nin durumu bııdur.

Amerika kültürleri nasıl oluşmuştur? Önceki toplulukların etkisi ne olmuştur? Yine sır! Meksika’da yaşayanlar arasında tanıdığımız en eski topluluk olan Ölmeklerin ÎÖ II. bin yılın ortalarına doğru ortaya çıktıklarını,4 Maya uygarlığının IS III. yüzyıla doğru yayıldığını ve XVI. yüzyıl ortasından biraz sonra yok olduğunu ileri sürebiliriz. Diocletien zamanında başlayan Maya uygarlığı, Soustelle’in belirttiği gi­bi, II. Philippe’le son bulmuştur.

Kuzey Amerika’daki “akrabalarının çoğu ayı, bizon avlarken ve yarı-göçebe, çadır altında, ihtiyaçlarını gidermek için göç ederek ya­şarken, Güneydekiler taş yontuyorlardı; mimarlık ve tarımı, sulama­yı, astronomiyi öğrenmişlerdi; güneş tutulmasını doğrudan güneşe

4 Burland, Les Peuplesdu Soleil, a.g.e. Varsayım, Mexico’dan pek uzak olmayan Tlatîlco’daki, Ölmeklerin özelliği olan tarzın ayırt edici izlerini taşıdığı sanılan çömlek biçimlerinin evrimine dayanır.

356

KUETZALKOATL MUAMMASI

bakarak değil, parlatılmış obsidiyen aynalarla bakarak gözlemleyecek kadar teknik açıdan gelişmişlerdi. Politik bir sistemleri, babadan oğula geçen bir aristokrasileri, askeri bir kast ve bütün devletler gibi kendi topraklarına ilişkin emelleri vardı'. Dine yabancı olan kimse için Kuzey Amerika kabileleri sonuçta homojen bir mozaik oluşturur­ken, bu aynı kişi bilir ki, Ölmek Maya’dan farklıdır, Maya da Aztek’ten ve İnka’dan farklıdır. Çünkü Orta ve Güney Amerika kültürle­ri tamamen ayrıdır. Bugünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin güne­yinde farklı dinler vardı.

Tüm bunları biliyoruz, ancak inançlarının içeriğini bilmiyoruz ya da eksik olarak biliyoruz.

Görünüşte “ilkel” olan dinleri iki farklı bölgeden ibaret bir koz­molojiye dayanıyordu. Bu bölgelerden biri, Yeryüzü’nün yüzeyinin temsil ettiği insanların bölgesi, diğeri ise, bazıları gökyüzünde, bazı­ları da yeraltı dünyasında, yani -bunun uzantısı olarakcehennem de­diğimiz yerde bulunan doğaüstü güçlerin bölgesidir. İlk olarak, Mek­sikalIların en eskisi olan Ölmekleri ele alırsak, yeryüzü dünyası top­raktan ve sudan oluşmuştur ve bu temsili, en eski denizde yüzen de­ğişik türde timsahlarla simgeliyorlardı. Bu timsah, daha sonra, bere­ket tanrısı olacaktır. Su, bir balıkla, elbette köpekbalığıyla simgelenmişti ve arkeolojik kazılarda hakiki köpekbalığı dişlerinin bulunmuş olması, bu tanrının kurban törenlerinin bir parçası olduğunu gösteri­yor gibidir. Ölmeklerin kısıtlı ve hayvan-biçimli panteonunun üçün­cü kutsal hayvanı yılan, egemen sınıfların sembolüydü.

Dolayısıyla Ölmeklerin kanlı törenleri olduğu sanılmaktadır? Ya­şamın geçici doğası hakkında kaba 1?ir felsefeye sahip oldukları da ile­ri sürülebilir: Kralları öldüğünde, tebaları onların hükümranlığına

Grove, The Olmec Legacy, a.g.e.; R.A. Joyce, R. Edging, K. Lorenz ve S.D. Gillespie, Olınec Bloodletting: an Icoııographic Study, Sixth Palenque Round Table, University of Oklahoma Press, 1986.

357

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

bağlı olan heykelleri törensel olarak parçalıyorlar ve La Venta’da, San Lorenzo’da ve Tres Zapotes’de bulunan anıtsal başlarını yeniden yont­mak için gövdelerinin anıtsal heykellerini yeniden yapıyorlardı.6 Bun­ların olası iblisleri hakkında hiçbir şey bilinmemektedir; en fazla, kurban törenlerinin tanrıların öfkesini yatıştırmak amacına yönelik olduğu ve bu tanrıların hem İyiliğe hem de Kötülüğe yatkın iki yanlı tanrılar olduğunu düşünebiliriz.

Ölmeklerin nereden geldiklerini bilmediğimiz gibi nasıl yok ol­duklarını da bilmiyoruz. 1Ö IV. yüzyıla doğru aniden ortadan yok ol­muşlardır. Onların ardından, etkisi bütün Orta Amerika’ya uzanan, Veracruz’daki Totonaklar ve Oaxaca’daki Zapotek’ler gibi komşu hak­ları ele geçiren müthiş site-devlet olan Teotihuacan uygarlığı gelmiş­tir. Teotihuacan, Meksika kültürünün beşiğiydi. Ancak hakkında pek bir. şey bilinmemektedir, çünkü Teotihuacan yazısından örneğe sahip değiliz. Kesinlikle bir yazısı vardı, “fakat kullanılan kâğıt ya, da deri, resimli ya da diğer belgeler zaman içinde yok olmuştur.”7 Yine de sa­nat eserleri dünya görüşlerini ana batlarıyla belirtmektedir: Teotihuacan’ın Telitla bölgesinde bulunmuş olan “Yeryüzü Cenneti” adlı freskoda, ruhlara benzeyen yaratıklar kelebeklerle dans etmektedir: Bu kültürün insanlarım ölümün pek korkutmadığını gösteren, öte dünya­ya ilişkin düşsel güzellikte görüntü. Çıkan sonuç: İnsan yaşamını pek değerli görmüyorlardı; insan kurban etmeler Teotihuacan’da kuraldı; kurbanın bedeninden kalbi çıkarılıyor ve büyük bir olasılıkla bir be­reket, yağmur ya da benzer bir tanrıya sunuluyordu. Sabah yıldızıyla simgelenen ve Kuetzalkoatl’ın habercisi olan başka bir tanrı, kanlı kurbanları reddetmiş ve sadece çiçekler ve meyveler kabul etmiştir. Ama bu barışçı görüntü pek evrensel değildir, çünkü Guatemala Pi-

J.B. Porter, Olınec Colosscıl heads as recarved thrones, Anthropology and Aesthetic, s. 17-18, 23-29, 1989.

Burland, Les Peuples du Sakil, a.g.e.

358

KUETZALKOATL MUAMMASI

pillerinde ona insan kalbi kurban edilmektedir.

Teotihuacan dininin bir lyilik’le bir Kötülük arasında -iyilik ya­pan bir Tanrı’yla onun karşıtı bir Şeytanikiye bölündüğü düşünül­mek istenmiştir. Gerçekten de burada iktidar askeri bir teokrasinin yönetimindeydi. Bu yönetimin şemas’ı, Dumezil’in savaşçı-rahip-çiftçi üçlemesini bozar: “Teotihuacan tanrıları tarım tanrılarıydı, fakat silah taşıyorlardı ve kimi zaman savaşçı havaları vardı.... Din adamları hi­yerarşisi aslında askeri bir hiyerarşiydi.”8.Ne varki, bu hiyerarşi de, insanın ancak kurbanlar yardımıyla kendi yararına etkileyebileceği tanrıların ikili karakteri kavramına dayanıyor gibiydi. Diğer , birçok uygarlıkta, özellikle Hint’te, gördüğümüz gibi aynı tanrı, mutlu ya da mutsuz olmasına bağlı olarak iyi ya da kötü olabiliyordu.

Ölmek uygarlığı gibi Teotihuacan da İS VI. yüzyılda, nedeni tam olarak bilinmeden aniden yok oldu. Varsayımlardan biri, Teotihuacan’m, ticaret yollarını kesmiş olan köleleri Pipil ya da Totonak kabi­lelerinin isyanının ardından yok olduğudur. Fakat bu, tarihsel temeli olmayan bir varsayımdır. Günümüzde Colomb-öncesi uygarlıkların tarihi, dinleri hakkında bildiğimiz şeyler gibi eksiktir.

Maya uygarlığı da kendinden öncekiler gibi aniden ortaya çıktı. Bu uygarlığın klasik dönemi hakkında Soustelle, “öyle ani [gibidir ki] bir tür kendiliğinden kuşağa, ex nihilo yaratılışa inanası geliyor insa­nın,”9 diye yazar. Uzman, bunun bir görüş yanılgısı olduğunu belir­tir: Mayalar konusunda, gerçekten de, Ölmekler ve Teotihuacan konu­sunda sahip olduğumuzdan kesinlikle çok daha fazla bilgiye sahibizdir. Ölmeklerin bulunduğu bölgede Maya-öncesi bir topluluğun bu­lunduğunu, Ölmekler geldiğinde bunun iki gruba bölündüğünü, gruplardan birinin kuzeye, diğerinin güneye doğru gittiğini ve güne-

* A.g.e.

Jacques Soustelle, Les Mayus, Flammarion, 1982. Ünlü Meksika uzmanı.

359

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ye giden, grubun Mayaların kökenini oluşturduğunu bilmekteyiz. Ma­yalar gökten aniden düşmemişlerdir.

Mayaların dinlerini çözümlemek için, onlardan önceki uygarlıklar hakkında olduğumuzdan daha donanımlı olmamızı sağlayan Maya anıt, heykel, fresko, nesne ve elyazmaları vardır.10 Chumayel’li Chilam Balmn’ın ya da "Jaguar Peygamberin Kitabı, dört ağaç yardımıyla gök kubbeyi taşıdıkları düşünülen ikincil tanrılar olan Bacab’lann Dinsel Törenleri ve özellikle, Soustelle’in “dünya dinsel edebiyatının zi melerinden biri” olarak nitelediği Popol Vuh; İspanyolların fethin­den kısa süre sonra kaleme alman bu eserler bize oldukça bilgi sun­maktadır. Ancak, "daha donanımlı” olmamız, Maya dininin tutarlı bir tarihini çıkarabileceğimiz anlamına gelmez: Bunun nedeni, öncelikle, Mayaların çöküşüne tarihlenen eldeki belgelerin önceki yüzyıllar hak­kında bilgi vermemesidir. Diğer neden, Avrupa etkisinin bu yazdı metinleri -bunların Latince olduğunu unutmamak gerekirdeğiştirip değiştirmediği sorusudur. Bir diğer neden, kendileriyle birlikte Ma­yalara yabancı tanrılar getirmiş ya da Maya tanrılarının adlarını de­ğiştirmiş olan, özellikle Toltek MeksikalIlarının istilasına bağlı ola­rak Mayalar üzerindeki yabancı etkisinin açık işaretlerinin bulunması­dır. Örneğin yağmur tanrısı Chac'ın yerine tanrı Metzaboc geçmiştir. Maya dininin Toltekli işgalcilerin dininin etkisiyle derinlemesine de­ğip değişmediği bilinmemektedir. Aslında, Maya uygarlığında daha geç bir aşama olan Yucatan’daki Maya dinini bilmekteyiz.

Yine de Mayalar hakkında, uygarlıklarının Colomb-öncesi uygar­lıklar arasında en parlağı, en zengini olduğunu kavrayacak kadar bil­giye sahibiz. Encyclopaedia Universalis’deki “Maya” maddesinin giri­şinde, “modern bir antropoloji, uzmanının ‘yeni dünyanın Yunanları’ dediği Mayalar... çok önemli bir entelektüel ve sanatsal düzeye eriş-

10 A A.g.e.

360

KUETZALKOATL MUAMMASI

inişlerdir,” diye yazar. Ne yazık ki, bu gerçek, altın ve kibir sarhoşu Hıristiyan Avrupa, bu uygarlığı yağmaladıktan ve sanki şeytansı, “barbar’* olarak nitelenen anıt ve sanat eserlerini kapışmak için orman yasalarım uyguladıktan sonra, yani Amerika’nın Colomb tarafından keşfinden dört yüzyıl sonra anlaşılmıştır. Maya uygarlığı, XIX. yüz­yılda, Amerikalı diplomat John E. Stephens, Meksika ve Guatema­la’daki keşiflerinin açıklamalı hikâyesini yayımlayınca gerçekten keş­fedildi. Geniş bir dikme taş üzerinde hoş yüzlü bir delikanlının, tanrı Kuetzalkoatl’ın simgesi olan yaşam kuşunun üstüne konmuş haçı, içedoğuş gibi, sonsuza dek seyre daldığı Palenque mahzeninden, (So­pandaki taşkın ve barok, yontulmuş kütlelere varıncaya kadar, Avru­palIların gelişinden önceki Amerikan imgeleminin engin zenginliği karşısında büyülenilmişim Haç elbette düşler içinde bırakmıştır. Bu­nun ne olduğu İlerde görülecektir.

Fakat bu arada o kadar çok veri kaybolmuştur ki!

Ne var ki, geçmişin tarım uygarlıklarında olduğu gibi, panteonda egemen olan üç tanrının üçünün de görünümü bereket tanrısı gibidir: Bunlar, Güneş tanrısı Kinich Ahau (“Efendi Kinich”), yağmur tanrısı Chac mısırdır. Bunları, dokuz yeraltı ve karanlıklar tanrısı izler çünkü ölüler ülkesi vardırve onüç de gün tanrısı gelir -çünkü yer­yüzünün üstünde duran gökler vardır. İlk dokuz tanrıyı ölüm tanrısı Gizin yönetir. Gizin, bölgede sık görülen depremlerin ve salgın hasta­lıkların tanrısıdır. İkinci grup tanrıyı “İguana’nm Evi,” evrenin yara­tıcısı, “dişleri dökülmüş ve yüzü kırışmış,” Güneş’le özdeşleşen “bü­yük tanrı” Itzamma yönetir?1 Dokumacıların efendisi lx Chebel Yax’ın eşi olan bu îtzamma, öteki tanrılar olmasaydı tektanrıcıhğa doğru bir sapmayı belirtebilecek olan “Bir-Tanrı,” Hunab Ku biçimin-

11 A.g.e. Maya panteonu hakkmdaki bilgilerimiz Dresde Kodeksi’nden kaynak­lanır. Teolojiyi ele alan ve bilgi bakımından zengin olması gereken Paris’teki Peresianus Kodeksi, sonuçlar çıkarmaya elvenneyecek kadar eksiktir.

361

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

de Yucatan Mayalarında ortaya çıkacaktır. Bütün tanrılar hem tek hem de -dört yöne uygun olarakdört katlı gibidir, bunlar hem iyilik hem de kötülük yapan tanrılardır.12

Bu son nokta, esas olarak, Cizin’i Şeytan’ın habercisi olarak gören tüm yorumları ortadan kaldırır. Etleri dökülmüş, iskelet gibi bir kişi olarak temsil edilen Ölüm tanrısına, yine kötülük yapan bir türdeşi olan “Ölüm Efendi," Yum Çimil -Vodu mitolojisinde,13 can çekişen hasta peşinde köy köy dolaşan kötücül Baron Cumartesi’nin uzaktan habercisieşlik eder ya ela onunla özdeştir. Bu arada belirtelim ki, mit, Pasifik’teki Trobriand’Iarm mitiyle şaşırtıcı bir benzerlik göste­rir.H

Ancak Özellikle şunu unutmamak gerekir: Mayalara göre Kötülük, dünyanın başka birçok dininde, örneğin Vedacılıkta olduğu gibi sade­ce çift karakterli tanrıların öfkesinden değil, Yum Çimil gibi gerçek­len kötücül tanrılardan kaynaklanır. Kuşkusuz, Çizin bir tür şeytan değildir, çünkü tam bir tanrıdır. İnsanlara karşı kötü davrandığı kesindir, fakat yaratıcı Itzamma’nın karşıtı hiç değildir. Bizim Şeytan’ımızın Maya dinindeki taslağıdır: Hakiki bir tanrı olmasına rağ­men, Hıristiyan şeytanı gibi cehennemde, yani yeraltında kalır ve esas olarak kötüdür. Bizim Şeytanın gerçekten kardeşi olması için ek­sik olan şey, Şeytan’ı niteleyen isyankâr ruhun onda olmamasıdır. O aslında, Zerdüşt dinindeki Ahriman’m ve Mezopotamya cinlerinin ak-

l" “Mayan Religion,” Encyclopaedia Britannica, 1980.

13Bilindiği gibi Afrika kökenli olan birçok Vodu mitinin, İspanyol işgali sırasın­da, hâlâ mevcut olan Karaip milleriyle, Karaip’lerin kökü kazınırken, karışmış olması mümkündür. 1493 yılında Colomb’un “Hint topraklarına doğru yaptığı ikinci yolculuğa katılan keşiş Ramon Pane’nin “Yerlilerin Eski Tarihiy­le llişki’si bu duruma tanıklık eder. Eski Hispaniola, bugünkü Haiti üzerine olan bu rapor 1571 yılında Venedik’te yayınlanmıştır ve Fransızcası ilk kez Andre Ughetto’nun çevirisinde yer alır: Edition La Difference, Les Voies du Sud koleksiyonu, 1992.

HBkz. s. 34

362

KUETZALKOATL MUAMMASI

rabasıdır, fakat bunların gözü dönmüş statüsüne erişmemiştir. Her durumda, Yucatan’daki bu Maya krallığı diktatörlüğünden kovulmuş değildir. İki okyanus arasında tecrit olmuş olan, gerçek kültürel iliş­kileri olmayan Maya rahipleri Şeytan’ı kavramlaştırmamışlarsa da kavramlaştırmaya yakındılar

Çünkü Maya toplumunun yapısı, tıpkı eski İran ve Mezopotamya toplumu gibi aristokratiktir. Aynı zamanda teokratiktir, çünkü bu toplumu yönetenler rahipler ve rahip-krallardır ve bin yılına doğru, köylü isyanlarının ardından Maya toplumunun ilk çöküşüne yol açan bunlardır. Köhnemiş din adamları, Maya imparatorluğunu altüst eden bu “köylü isyanlarına direnecek durumda değillerdi; Maya uygar­lığının en parlak dönemi olan klasik denen dönem böylece son bulur; Uxmal ve Chichen-Itza gibi görkemli şehirler terk edilir. Yine de is­yancılar bağımsızlık kazanamadılar, çünkü yabancı bir kabile olan İtzalar Mayalara yeni bir askeri tiranlık ve insan kurban etme geleneği dayattılar.15

Colomb-öncesi Amerika’da askeri ve dinsel kastların yönetiminde­ki tiranların bu sürekliliği orta Amerika dinlerinin en korkunç yüzle­rinden birini açıklar: Sadece insan kurban etme değil, aynı zamanda Amerika yerlilerinin içinde yaşadıkları sonsuz ve boğucu suçluluk duygusu. Gerçekten de Mayalardaki kefaret törenlerinin önemi ve aşı­rılıkları insani etkiler. Soüstelle bir heykelde gördüğü sahneyi akta­rır: Bir kadın bir rahibin önünde diz çökmüştür, rahip tüylerden olu­şan bir bayrak sallar, kadının dilini dikenlerle dolu bir iple delmekte­dir. İnsanlar sadece dillerini değil, kulaklarım ve baldırlarını da kesi­yorlardı. “Cin” kovmanın hedeflendiği bu törenler Mezopotamya’daki dinin emrettiklerini hatırlatır. Bu da şaşırtıcı değildir, çünkü Meksika

15ltzalar da, kuşkusuz Orta Amerika’daki verimlilik kültlerinden kaynaklanan . fallik kültler ve erotik törenler getirmişlerdir. (“Mayan Religion,” Encyclopae­dia Britannica, a.g.e.)

363

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

tophımlan da birer viranlıktı.

Mayalarda insan kurban etmeler, örneğin Ölmeklerden daha az rastlanır gözükse de, hiç yok değildir. Jaguarlar Tapmağı’ndakiler ve. Savaşçılar Tapınağı’ndakiler gibi sayısız alçak-kabartma ve fresko, onların gelenekleri hakkında kuşku bırakmaz: Elleri .kolları görevli­ler tarafından tutulan, sunağa bağlı insanlar, öte yanda rahip elindeki bıçağı sallamaktadır, bu bıçakla göğüslerini açacak, kalplerini çıkara­caktır. Tüm bunlar, Mayaların bu tür katliamın büyük yandaşı Azteklere imrenecekleri bir şey olmadığını gösterir. Oysa herhangi bir kimse için kendini sakatlamaya ya da kurban etmeye itaat etmek mümkün değildi.

Domuzlar gibi parçalanmış, sakatlanmış kanlı bedenleri ve etleri sık aralıklarla seyreden toplulukların ruh halinin nasıl olduğunu in­san kendine sorabilir. XX. yüzyılın Batılı insanı olarak, onların mer­hamet yetenekleri hakkında kuşku duymaya hakkımız vardır. Fakat bu, Maya kültürünün yaşamı küçümsemesini küçümsemektir. Bu kül­tür, intihar edenlere mutlu bir sonsuzluk vaat eder ve hatta onlara, gözleri kapalı, asılmış biri olarak temsil edilen bir tanrıça adamıştır. Ölüm hiçbir şeydir, yaşam da. Burada, bizim “olağanüstü” XX. yüzyı­lımızın bazı politik rejimlerinin temel nihilizmini uğursuzca hatırla­tan bir'yazgıcılık vardır: Müteveffa Stalinci SSCB’nin onaltı milyon ölüsü, IH. Reich’ın altı milyon ölüsü, Kızıl Khmerlerin iki milyon, otomobilin keşfinden bu yana trafik kazalarının on milyon ölüsü.

Mezopotamya’da olduğu gibi, dinsel dehşetten kurtulmak pek mümkün değildi. Maya toplumu, gerçekten de, çok katı, tamamen hi­yerarşik biçimde yapılanmıştı ve orada yaşam, toplumsal merdivenin en tepesinden en altına kadar kesin kuralların buyruğu altındaydı, ör­neğin askeri operasyonlarla görevli başkomutan, der Soustelle, “tabu­lardan örülü bir ağla çevriliydi: Üç yıl için seçilen komutan, bu süre içerisinde bir kadınla birlikte olamaz, et yiyemez, sarhoş olamazdı.

364

KUETZALKOATL MUAMMASI

Mısır dışında, ancak balık ve iguana yiyebilirdi. Kullandığı kap kacak evdeki diğer eşyalardan ayrıydı...”10 Neredeyse bir rahip gibi! Tapı­nakların ve dinsel törenlerin sayısından tahmin edilebileceği gibi, çok kalabalık bir sınıfa dağılmış papazlık babadan oğula geçiyordu. Yani, Maya toplumu çok güçlü biçimde otoriterdi ve bütün otoriter ve da­hası askeri toplamlarda olduğu gibi Kötülük mitleri ve kötülüğü piş­manlık yoluyla yenme gerekliliği söz konusuydu.

Bu toplulukların Hıristiyanlığı görece kolay benimsemeleri daha iyi anlaşılır. Isa’yı Güneş-Tanrı Kuetzalkoatl ya da Kukulcan’la ve Ba­kire Meryem’i Ay’la özdeşleştirdiler ve Haç’ı da yararlı yağmurların simgesi yaptılar.17 Günahı biliyorlardı! Pişmanlığı da!

Dahası, Kuetzalkoatl vardı. Garip kişilik! Önce onu yerli yerine oturtalım.

Ispanyollar Colomb’un izinden gittiklerinde sadece Maya dinini keşfetmekle kalmadılar, sonraki uygarlıkların dinleriyle de karşılaştı­lar. Aynı Meksika tablosunda belirsiz bir dönemde, kökenleri yine bi­linmeyen, önemli kültürler meydana getirmiş iki topluluk ortaya çık­tı; Toltekler ve Aztekler. Toltekler VIII. yüzyıla doğru ortaya çıkmış olmalıdır; büyük bir olasılık; ya öncesi? Bilinmiyor. Tolteklerin din­lerinin kaynaklarını bilmiyoruz. Bir krallık kurmadan önce göçebe oldukları varsayılmıştır. Ancak bu açıklama orta Amerika uzmanları­nı bütünüyle tatmin etmez kuşkusuz.

Bununla birlikle bize bu VIII. yüzyıl tarihi kalmıştır. Bu tarihi ne­reden biliyoruz? Tarihin, bir mitin İronisinden, astronominin zaman içine yerleştirmeye olanak tanıdığı bir mitten. Bu, dünyanın yaratılışı epizodudur. Ölmeklerin “vejetaryen” tanrısı Kuetzalkoatl, yani ünlü Tüylü Yılan, Toltek krallarının hanedanını kurmak için yeryüzünde

Soustelle, Les Mayas, a.g.e.

17“Mayan Religion,” Encyclopaedia Britannica, a.g.e.

365

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ortaya çıkmıştır. Çünkü, krallar için, tanrısal bir köken bulmak tuhaf bir evrensel meraktı. Kuetzalkoatl yakışıklı bir delikanlıydı, Tollan kralıydı, insan kurban etmeyi yasaklayan iyiliksever bir tanrıydı. Devasa bir penisi olan Kuetzalkoatl, aynı zamanda tanrıça olan bir prensese âşıktı, bu prenses ona canlılık veriyordu; ve Kuetzalkoatl, belki “pülk” belki de “peyolt" gibi bir uyuşturucu kullandığından cin­sel organını ve prensesi kötüye kullanır. Aklı başına gelince,, yaptığı­nın farkına varır, pişman olur ve yılan derilerinden bir salla denize açılır. Güneş, salı yakar ve Kuetzalkoatl’m kalbi gökyüzüne çıkıp ora­da bizim Venüs diye adlandırdığımız gezegen halini alır. Mitin bir başka çeşitlemesinde, deniz kıyısına varan Kuetzalkoatl bir odun yığı­nının üstüne çıkar ve orada kendini yakar ve kalbi bu şekilde gökyü­züne yükselir. Bu olay, bir güneş tutulmasıyla aynı zamanda meydana gelir.18 Güneş tutulmaları, zamanı saptanabilecek olaylardandır.

Dahası, modern tarihçiler burada özellikle İlginç bir işaret görür­ler: Venüs’ün yükselişiyle güneş tutulmasının eşzamanlılığı. Bu olay çok enderdir. İngiliz gözlemci Hurstmonceux olayın 16 Temmuz 790’da meydana geldiğini ortaya çıkardı.19 Demek ki, Toltek hanedanı o gün kurulmuştu. Yaşam Soluğu da, Rüzgâr Tanrısı da denen Sabah Yıklızı’nm yeryüzünden görüldüğü gün o gündür.

48  Kuetzalkoatl mili ile Herakles miti arasındaki olağanüstü benzerlik üzerinde durmamak olmaz. Kuetzalkoatl da Herakles gibi cehenneme inmiştir, onun da yanında ikiz kardeşi XolotI vardır, gönüllü olarak odun yığınına çıkmış ve yine Herakles gibi gökyüzüne yükselmiş ve adını göksel bir cisme vermiştir: Kuetzalkoatl Venüs’e, Herakles kendi adını taşıyan takımyıldıza. Herakles adının etimolojisine göre bu adın “büyük penisi olan kimse” anlamına geldi­ği, Kııeizalkoad’ın durumunun da böyle olduğu görülecektir. Özel durum, Kuetzalkoatrın sakallı tasvir edilmiş olmasıdır. Bu durum, Toltek ve Aztek dininde tek olmasa da tamamen istisnaidir. Bilindiği gibi, Akdeniz’de Herakles’in bazı özellikleri ve maceraları, özellikle istisnai gücü ve cehenneme inişi, sayısız Hıristiyan merkezde İsa’ya atledilmiştir. Fakat Kuetzalkoatl kişiliğinin olası başka kökenleri daha ilerde (42. not) görülecektir.

Burland, Les Peuples du Soleil, a.g.e.

366

KUETZALKOATL MUAMMASI

Gördüğümüz gibi bu tanrı, soluksuz kalmış göğüslerden kanlar içindeki kalplerin sökülüp çıkarıldığını görmekten bıkmış etnolog ya da tarihçileri bilinçsizce harekete geçiren barış isteğini tatmin etmiş­tir. Çünkü Kuetzalkoatl, yukarda söylediğimiz gibi, bu korkunç şey­lerden tiksinir,20 İlginç olan şey, Tolteklerin Kuetzalkoatl kişiliğini Azteklere bırakmış olduğudur. Kuetzalkoatl’ın amansız bir düşmanı vardı: Tezkatlipoka.

Tezkatlipoka’nm hikâyesi Kuetzalkoatl’ınkiyle şaşırtıcı benzerlik­ler taşır: O da yakışıklı bir gençtir (şu farkla ki, tek ayağını bir tim­sah yemiş, yerine obsidiyen bir ayna konmuştu), Kuetzalkoatl gibi onun da güzel bir penisi vardı. Tollan pazarında çırılçıplak dolaşıyor­du (efsane ise, tuhaf biçimde, Huaxtek taciri kılığında, der) ve Toltek’in başkenti Tollan’m prensesi, penisini görünce aşık olur; hasta düşer ve bu yakışıklı gençle evlenmek için babasından izin alır. Bir başka çeşitlemede Tezkatlipoka, Tollan kralını pülk ile sarhoş eder ve kızım baştan çıkarır. Sonuçta, ondan bir oğlu olur. Çocuk, büyülü bir gün olan Dokuz Rüzgârlar günü doğar. Tezkatlipoka bir Tollan prensinin babası olduktan sonra Toltek krallığına nifak tohumları eker, öyle ki Kuetzalkoatl orada kalmayı reddeder ve Tollan’ı terk eder. Tezkatlipoka insan kurban etmeyi yeniden uygulatır. Tezkatlipoka’ya adanmış büyük bayram sırasında onun onuruna genç, yakı­şıklı bir delikanlı, kalbi sökülüp alınarak kurban edilir.

Gerçekten de, Tezkatlipoka, Kuetzalkoatl’ın olumsuz yansısıdır:

20Bu arada şunu belirtmek yerinde olur kİ, yanlış bilgilenmiş oldukları kadar yanlış da esinlenmiş ve İspanyol fethinin vahşiliklerini meşrulaştırmayı uman zihinlerin yaydığı efsaneyle bunu noktalamak yerinde olur. Bu efsaneye göre Aztekler düzenli olarak katliam yapıyorlardı ve yaklaşık yirmibin kişiyi -niçin her pazar olmasın?katletmişlerdi. Oysa bu dönemde tek bir katliam olmuş­tur, o da 1479 ya da 1480 yılında Aztek kralı Ahuitzotl’un tutsaklarının kat­ledilmesidir. Bu katliam Meksika topluluğunun dehşetine ve Tezcoco senyörü Nezahualpilli’nin protestolarına yol açtı. (Burland, Les Peuples du Soleil, s. 87)

367

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Her ikisi de, büyük penisleriyle, genç ve yakışıklıdır. Her ikisi de prensesleri baştan çıkarırlar. Biri insan kurban etmeye karşıdır, diğe­ri bundan yanadır. Biri iyilik yapar, diğeri kötülük. Tezkatlipoka, bir anlamda, tanrı Kuetzalkoatl’ın “Şeytansıdır.

Gerçekte, buradaki ikilik, İyilik ile Kötülük arasındaki dinsel kar­şıtlıktan çok başka bir simgesellisi temsil eder. Kuetzalkoatl, en azın­dan “vejetaryen” yorumunda, dinin tarımsal tanrılara dayandığı Teotihuacan uygarlığının tartışmasız tanrısıydı.21 Bu tanrılar da, Kuetzal­koatl gibi, insan kanı “istememiş” gözükür. Daha sonra, VIII. yüzyıl­da, Kuetzalkoatl’] n Toltek krallık hanedanını kurmasından kısa süre önce, Teotihuacan gücünü kaybetti. Dini de yok oldu, çünkü din yaşa­mında yabancı bir tanrı olan Xipe Totec’in ortaya çıktığı görüldü, ona insan kurban ediliyordu. Kuetzalkoatl panteondan yok olmadı; fakat, yeni bir rakibi ortaya çıktı. IX. yüzyılda, savaşçı bir halk olan Toltekler bölgeyi ele geçirdiler, yeni bir başkent olan Tollan’ı kurdular ve kendileriyle birlikte Yıldızlı Gece tanrısı Tezkatlipoka’yı getirdi­ler. Tüm bu yüzyıl boyunca, Toltek imparatorluğunun dini Kuetzal­koatl ile Tezkatlipoka arasındaki nüfuz savaşıyla bölündü. Kuetzalko­atl sonunda üstünlüğünü bu şekilde kaybetti ve Tollan’ı terk etti.22 Dinsel mit, gerçek tarihsel olayların sadık bir yansısıdır; bunun daha

21 Palenque gibi bazı Maya merkezlerinde de, başka tanırı tannlannm yanı sıra, mısır bitkisinin üsluplaştırılmasmdan türeyen yapraklı haç biçimindeki bir mısır tanrısına tapılıyordu. Yine de, Kuetzalkoatl’ın “vejetaryen” karakteri­nin, bu tanrıya lapınan bürün Amerika yerlilerinin merkezlerinde saygı gör­düğü ve dahası tarım tanrılanna tapınmanın insan kurban etmeyi yasakladığı sonucu çıkarmaktan sakınmak gerekir. Jensen, “kanlı kurban etmeler tarım­cı halkların özelliğidir,” der (XXX).

22“Aztec Religion,” Encyclopaedia Britannica, 1980. Tezkatlipoka’yı Hıristiyan Şeytan’ıyla özdeşleştirmeye yönelik Katolik misyonerlerin çabalarına rağmen, Yeni İspanya yerlilerinin bu “kaplama”yı reddettiklerini belirtmek gerekir. Bu nokta, aşağıdaki incelemede bol ayrıntıyla ele alınmıştır: Serge Gruzinski, Antoinette Molinie-Fioravzuti, Carmen Salazar ve Jean-Michel Sallman, Visions üıdıemıes, visions baroques, P.U.F., 1992.

368

KUETZALKOATL MUAMMASI

çarpıcı bir örneği bulunamaz. Mitin etik bir içeriği yoktur. Kuetzalkoatl İyilik değildir, Tezkatlipoka da Kötülük değildir. Bunlar, farklı kültürlerden doğmuş karşıt mitlerin simgeleridir. Bu durum nasıl an­laşılmalıdır?

Colomb-öncesi bütün toplumlar gibi, Toltekler ve ardından gelen Aztekler de savaşçıydılar. Savaş, hayatta kalmanın olmazsa olmaz ko­şuluydu ve askeri zaferi sağlayan tanrılar kurbanların kanım istiyor­lardı. Kuetzalkoatl’m zaferi önce Xipe Totec’in, sonra da Tezkatlipo­ka nın yenilgisi demekti. Oysa bu düşünülecek bir şey değildi. Sadece kanlı insan kurban etmeler rakip ya da komşu kabileleri korkutuyor­du. Sunakları insan kurban ederek besleyecek savaşlar olmadığında Toltekler bir “Çiçekler Savaşı”nı kutluyorlardı. Bu isim aldatıcıdır, çünkü yapılan turnuvalar sonunda yenilenler öldürülüyordu. 1440 yı­lında ünlü Aztek imparatoru Montezuma bu geleneği canlandırmıştır. Savaşlar için “esas” olarak kabul eden insan kurban etmeyi redden Kuetzalkoatl’m garipliği buradan kaynaklanır.

Toplumsal ve politik kısıtlamaların maskesi olan bu dinsel gele­nek Tezkatlipoka’nın zaferinde bir kez daha görülür. Daha güneyde de durum aynıdır. Peki ya Kuetzalkoatrın durumunda? Kuetzalkoatl’m sonuçta bir Avrupalı, hatta Hıristiyan bir Avrupah olup olmadığını insanın kendine sorması için yeterli nedenler olduğu ilerde görüle­cektir. Çünkü o, Amerika yerlilerinin tarihinin bizim için karanlık olan geri kalan kısmını örten sis perdelerinin ortasında yeniden kar­şımıza çıkacaktır.

Kuzey ve Güney Amerika’nın dev karınlarını birleştiren bir tür incebağırsak olan Orta Amerika uygarlıkları hakkında bildiklerimiz, Meksika hakkında bildiğimizden daha fazla değildir. Modern politika­nın bir dizi devlete böldüğü Guatemala, Honduras, Belize, Nikaragua, Costa.Rica ve Panama, Kuzeyli gringoların haksız müdahalelerine iç­ten içe başkaldıran, birbirlerinden yapay olarak ayrılmış bu Orta

369

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Amerika, sonuçta tanımlanamayacak kadar eski bir tarihe sahiptir. Bugün bildiğimiz kadarıyla, 1Ö birinci bin yıldan İtibaren, kimileri kuzeye kimileri güneye doğru giden, yolda birbirlerine rastlayan, kuşkusuz her buldukları fırsatta birbirlerini boğazlayan, sonra teca­vüzler ve barışçıl düğünlerle genlerini birleştiren, bir süre barış ya­pan, daha sonra tekrar savaşa tutuşan ve bunları AvrupalIlar gelinceye kadar aralıksız sürdüren toplulukların tarihidir bu. AvrupalI arkeolo­gun çözebildiği tek gündelik şey, mısır, altın ve özellikle bıktıracak kadar altındı. En fazla bilinen şey, örneğin Kolombiya’daki bir kabile olan Chibcha’lann, bir zamanlar, daha Kolombiya’ya Kolombiya den­mezken, bölgede belli bir hegemonya kurmayı denedikleridir. Bu he­gemonya kısa süreli olmuştur.

Sayısız zevkten, mütevazı başarılardan, safdil ya da çılgınca düş­lerden, gündelik yaşamlardan, katliamlardan bize pek bir şey kalma­mıştır.

Colomb’un yamndakilerin tanıklığına göre -bu, tabii ki gecikmiş, ancak kimi bilgiler sunan tek tanıklıktıbu insanların çıplak yaşadık­larım, kadınların büyük şenlikler sırasında pübislerinin üzerinde ye­şil bir taş taşıdıklarını, sonra birliklerini okşadıklarını bilmekteyiz.23 Bu halklara ve onların kültürlerini yeniden inşa etmeye çabalayan çağ­daş bilginlere borçlu olduğumuz derin saygıyla, bunlar sıradan egzo­tik, pitoresk olarak tanımlanabilir.

Güney Amerika’daki en büyük uygarlık olan tnka uygarlığının gö­rüldüğü Meksika’nın güneyindeki, özellikle Peru’daki, din hakkında sanatsal tasvirlerden başka bir şey bilmemekteyiz: Jaguar, timsah, maymun kafalı tanrılar. Elbette ilkel tanrılardır bunlar. Bunlara da insan kurban ediliyordu mutlaka; kimileri kanlı kimileri kansız. Chibcha’lar, kurbanlarını kanlı biçimde kurban etmediklerinde güne-

23Burland, Les Peuples dıı Soleil, a.g.e.

370

KUETZALKOATL MUAMMASI

şin akında, açlıktan, susuzluktan ölmeye bırakıyorlardı. Çünkü onla­rın tanrıları da çift karakterli gibiydi ve Ölmekler, Mayalar, Aztekler ve birçok uygarlık gibi İnkalar da bu tanrıları, memnun edildiklerinde iyilik yapabilen, aksi takdirde kötülük yapabilen tanrı­lar olarak tasvir ediyorlardı. Güneşin altında ölmeye terk edilen za­vallılar tanrıların köpekleriydi.24 Bu açıdan, 1200 yılına doğru Mochica’lara ve Chimu’lara boyun eğdiren Kuzey halkı İnkalar da farklı değillerdir.

Yüzyıllar boyunca tasvir ettiğimiz haliyle Şeytan, belirli bir tanrı­da temsil edilmeye ihtiyaç duymuyordu: Bütün tanrılarda mevcuttu, yani her yerdeydi. Bu tasım yoluyla, hiçbir yerde olduğunu söylemek değildir: Diğer birçok ilkel dinde olduğu gibi, Buda’ya ve Lao-tzu’ya kadar her yerde ortaya çıkabilirdi. Ünlü bir Aztek deyişi, “İnanmıyo­ruz, korkuyoruz!” diyordu. Kierkegaard’a da atfedilebilecek bu deyiş tüm Colomb-öncesi Amerika’ya atfedilebilir. Amerika yerlilerinin di­ğer uygarlıkları gibi İnka yerlileri de jaguar tanrıya kutsal -huacaolduğu için değil, ondan korktukları için saygı gösteriyorlardı.25 MeksikalIlarda olduğu gibi İnkalarda da korku ve titreme! Tıpkı Me~ zopotamyalılar gibi!

Yine de bu kapalı teolojik ve toplumsal sistemin parçalanışı, Pe­ru’daki İnka döneminde meydana gelecektir. Altın delisi ve gözü dön­müş bir İspanyol serüvencisi, günümüzde “paralı asker” denenlerden Francisco Pizarro’nun, korkularından donlarına işeyen yüzaltmış ma­ceraperestin başında, bir taşra şehri olan Cajamarca’nın meydanında, seksenbin kişilik ordusuyla Cuzco yolunda konaklamış İmparator

24Victor von Hagen, The Desert Kingdonıs of Peru, Weidenfeld&Nicolson, Londra, 1964. Fransızca çevirisinin adı, inhalardan Önce Peru’dur, Editions France-Empire, 1979. Bu Önemli incelemede Von Hagen, Yunan tanrılarıyla dostça geçinen yandaşlarını “dikey tannlar’la, yani proletaryanın doğal aşağı­lanma eğilimini kurban eden erişilmez taunlarla karşı karşıya getiriyordu.

23“lnca Religion," Encyclopaedia Britannica, 1980.

371

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Atahualpa’mn bulunduğu sayvana doğru ilerleyişi, Kasım 1532’de meydana gelen ve Inka din adamlarının öngördükleri Beşinci Felaketle son buldu. Dominiken rahibi Vicente de Valverde Inka’ya bir din kitabı uzattı; hıka kitabın dokusuna hayran kaldı, ama İnkalar okuma bilmiyorlardı (yazıları yoktu, onlar hakkında pek az şey bil­memizin nedeni ele budur).26 Atahualpa kitabı yere attı. Bunun üzerine Pizarro’nun suçortağı Dominiken rahibi uludu: “Haydi Hıristiyanlar! Tanrı’nın kitabını yere atan bu düşman köpeklere saldırın!” Bir top güllesi fırlatıldı ve Atahualpa’mn ordusu şaşkınlıktan dona kaldı. Kat­liam başladı. İki saat içinde altı yedi bin silahsız Inka öldürüldü ve Atahualpa esir alındı. Ertesi yılın 26 Temmuz’unda, o zamanlar Is­panya’da uygulanan garrote geleneğine uygun olarak iple boğuldu; bo­ğulmadan önce zorla Hıristiyan yapılmıştı. Pizarro, fidye verildikten sonra Atahualpa’mn serbest bırakılacağına dair ciddiyetle yemin et­mişti. Fidye verildi; fakat iyi bir Hıristiyan olan Pizarro kendini bir “imansız”a verilmiş sözü tutmaktan muaf görmüştü.

Dünyadaki tüm Kötülük’ün taşıyıcısı, ayrı bir kişilik olarak Şey­tan, saçma bir.şekilde boynuzlu olarak temsil edilen -oysa ki boynuz­lar, Batı’nın son derece aç olduğu gücün ve verimliliğin simgesiydibu kişilik, İran ve Mezopotamya müneccimlerinin zekâsının ürünü olarak yirmi iki yüzyıl önce kafadan uydurma yaratılmış bu canavar, Peru’ya tam da bu sırada tüm görkemiyle girdi. Inka dininde Viracocha denen, fakat Güneş’i temsil etmenin ötesinde, eskiden olduğu gibi dünyaların, ilk erkek ve kadının da yaratıcısı olarak kalan, Chimu’ların ve Mochica’larm büyük tanrısı Pachacamac, insanların belleğinden silindi. Inka İmparatorluğu çöktü ve altınını Beyazlar yediler.

26Tarihleri ve olayları saptamada İnkalann kullandıkları tek sistem uzamları sı­nırlı sicimler üzerinde bulunan düğümlerden oluşuyordu; bu simgesel bilgi­nin son sahipleri olan Kipu-kamayok’ların İspanyol fethinden sonra yok ol­masının ardından çözülmesi olanaksız olan bir sistemdi bu.

372

KUETZALKOATL MUAMMASI

inkalar Kötülük’ün çoğalmasından ve her yerde bulunmasından korkmuşlardı, çünkü her yerde, bu Kötülük’ün kaynağı olan tanrıla­rın gazabına uğruyorlardı. Tek fark, Hıristiyanların onu tek olarak tanımlamasıydı, fakat her yerde olmasından onlar da endişe ediyordu. Bu ortak yön özel bir dikkati hak eder, çünkü burada eşsiz Kuetzalkoatl’ın ayırıcı özelliği ortaya çıkar.

Fanatik din adamlarının sıkı fıkı oldukları İşpanyol zorba askerler çetesinin tamahkârlığı ve sadece fethetme isteğinin yok ettiği İnka di­ni günümüzde birkaç tarihçi, melankolik Güney Amerikalı aydınlar ve tanrı ile insanın karanlık ilişkilerini araştıranlar dışında bilinme­mektedir. Inka dini, işgalcileri (başka ne denebilir ki), ilgilendikleri kadarıyla, pek ürkütmemiştir ve Dominİken rahibi Valverde, Pizarro ve adamlarının bu kadar insanı Isa’nın yardımıyla katlettiğini hemen ilan edebilmiştir. Fethe gelenler, bu denli yabancı olan bu uygarlık karşısında birazcık olsun “Hıristiyan” iyilikseverliği ve açık fi­kirliliği göstermiş olsalardı, Inkaların, kendilerinden önceki Mochi­ca’lar ve Chimu’lar gibi, herkesin bir “koruyucu meleği,” bir Hoki’si, bir gölgesi, dostluk ve danışmanlık yapan bir “ruh”u olduğunu dü­şündüklerini görerek etkilenebilirlerdi.27 Fethedilen “vahşi”lerin de onlar gibi dünyaların ve insanların yaratıcısı yüce bir tanrıya inan­dıklarını görselerdi de, kuşkusuz, ilgilenirlerdi. Titicaca Gölü kıyıla­rındaki Mochica’ların kutsal şehri Tiahuanaco’nun kalıntılarında bu­güne dek ayakta duran Güneş Kapısı’m süsleyen korkunç ve gizemli yüksek-kabartmada28 bulunan bu tanrının, kendi tanrıları gibi, niçin

27 V. von Hagen, The Desert Kingdoms of Peni, a.g.e.

8Roberto Magni ve Enrico Guidoni, Inca (Femand Nathan, 1977) adlı eserde şöyle yazarlar: “And’lann en ünlü anıtı Güneş Kapısı dev bir kapı görünü­münde tek bir bloktan oluşur (yükseklik 2,73 m. genişlik 3, 84 m. derinlik 0.5 m.). Kapı Tiahuanaco’daki htılnsasaytı’nın içinde bulunur ve büyük bir olasılıkla tapınmayla ilgili bir işlevi vardı. Önyüzün yukan bölümü, baştaban dahil, dikdörtgen ayaklar üzerine sıkı sıkıya dayan bir alçak-kabartma tara-

373

. ---------------------------------- ı.........................

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

gözyaşı döken, bir figür olduğunu kendilerine sorarlardı. Çünkü gözü yaşlı bu tanrı şaşırtıcıdır. Amerika yerlilerinin panteonunda bunun başka bir örneği yoktur.

Bu arada belirtelim ki, bu benzerlikler Peru halklarının hakiki Hıristiyanlaştırılmasına zararlı olabilirdi: Günümüze kadar bunca yüz­yıldan, kilise, vaaz ve tehditten sonra, İnkaların soyundan gelen altı yedi milyon kişi Tanrı’nın Güneş olduğuna hâlâ inanmaktadır ve Ba­kire Meryem’e dua ettiklerinde, onu din değiştirmiş Mayalar gibi Ay’la değil, tanrıça Toprak’la özdeşleştirmektedirler. Aziz Jacques’ı, Santiago, gökgürüküşü ve yağmur tanrısı Apu lllapu olarak kabul et­mektedirler ve Hıristiyan bayramları İnka bayramları ile çakıştırıl­mışım tıpkı, başka yerlerde, genç bitki tanrılarının yeniden doğuşu­nun kutlandığı gün olan kış dönümünün İsa’nın doğum gününe dö­nüştürülmesi gibi. Bir zamanlar Ay Bakireleri, Hıristiyan rahibelerine gösterilen saygıyı görüyorlardı; Peder Calancha onlar hakkında şöyle yazıyordu: "Bizim rahibelerimiz gibiler."29 Bu, 1532 yılında, Pizarro’nıın teğmeni Plernando do Soto’nun içlerinden beş yüzüne tecavüz, etmesini engellemedi.30

Hıristiyanlıkla İnka dini arasındaki bunca benzerlik, Peru’nun ilk Avrupaiı işgalcilerinin kafasını oldukça karıştırmıştır. Bunların İnka kadınlarından doğan melezlerin de kafasını karıştırmıştır. İspanyol fethiyle birlikte gelmiş ya da sonrasında doğmuş Hırİstiyanlar, Ame­rika yerlilerinin dinleri hakkında fazla bilgileri olmasa da, ağlayan tanrı kültü onları bile etkilemeye yetmiştir. 1534 yılında doğan me­lez Felipe Guaman Poma de Ayala buna öyle önem verdi ki, İspanya

V. von Hagen, The Desen Ktngdoms of Peru, a.g.e.

wDiego Trujillo, aktaran V. von Hagen, The Desen Ktngdoms of Peru, a.g.e.

374'

KUETZALKOATL MUAMMASI

kralına bin iki yüz sayfadan uzun bir mektup gönderdi. Mektupta Poma’nın İnkaların uygarlığını ve inançlarını betimlemek için yaptığı dört yüz resim vardı.3' Bir başka ünlü melez, Garcilaso de La Vega 1609 yılında İnka bakış açısıyla anlatılan bir Peru tarihi kaleme al-' dı?2 Kuşkusuz ikisi de, o dönemde söylenen ve Peru’nun gerçek tari­hine benzemeyen şeyler dışında pek bir şey bilmiyorlardı. XVI. yüz­yılın bazı başka yazarları İnkaların Nuh’un kayıp torunları oldukları efsanesini doğrulamayı denediler. Gerçek böyle olsaydı Hıristiyanlar, bu sapkın Yahudileri dine döndürmekte kendi açılarından haklı ola­caklardı?3

Fakat o dönemin bir diğer İspanyol yazarı Pedro Cieza de Leon, öyle ilginç bir noktayı ortaya çıkardı ki bütün hesaplar altüst oldu: Ayacucho yakınlarındaki ^acayccasa Vadisi’ndeki Huaron şehrini ziya­ret ederken, şehrin adının, “Vinaque [olduğunu aktarır]. Büyük ve çok eski binalar vardır. Bunların çok uzun zamandan beri mevcut oldukla­rı viran hallerinden bellidir, Çevredeki yerlilere bu eski binayı kimin inşa ettiğini sorduğumda, bana verdikleri cevap, yine sakallı, başka beyazların İnkaların egemenliğinden çok önceleri gelmiş ve yerleşmiş olduklarıydı. Bu eski yapı ve krallıktaki diğer yapılar bana İnkaların inşa etmiş oldukları binalar gibi gelmedi. Bu bina kare şeklindedir, oysa ki İnkalarınki ince uzundur."31*

inkaların Peru’ya gelişleri İS 1200’lere doğrudur?3 Huaron’deki

3,Felipe Guaman Poma de Ayala, Nueva cronicay biten gobiemo, yayma hazırla­yan Alain Poznansky, New York, 1944.

32 Garcilaso de La Vega, El inca denir, Los commentarios reales âe los Incas, yayı­na hazırlayan Alain. Gheerbrant, 1961.

33A.g.e.

34Pedro Cieza de Leon, The Incas, çeviren Harriet de Onis, yayma hazırlayan Victor W. von Hagen, University of Oklahama Press, Oklahama, 1959.

3501up bitenlerin daha iyi anlaşılması için, kısaca, Peru’da birbirini izlemiş olan uygarlıkları sayalım:

375

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

merkezin-İnkalann araları tarafından inşa edilmiş olduğu ve dolayı­sıyla, Tiahuanaco dönemine denk düştüğü hemen varsayılabilir. Ger­çekten de, Inkalardan önce gelen iki halktan biri ÎÖ III. yüzyıl ile IS X. yüzyıl arasındaki Mochica’lar ile X. ve XV. yüzyıl arasında Chimu’lardır. Ama, ikisi de beyaz ve sakallı değillerdi; Amerika yerlileri sanatının insan tasvirlerinde sakal hiçbir yerde yoktur. Dahası, ne Mochica’lar ne Chimu’lar İnkalarla aynı bölgede hüküm sürmüşlerdir. Cieza’da yerlilerin gördüğü Beyazların Huaron’nin inşası sırasında, yani Tiahuanaco döneminde -1000 yılı ile înkaların ortaya çıkış dö-nemi olan XIII. yüzyıl başı dönem; ki, Inkalardan önce geldiklerini öne sürüyorlardıorada olamayacaklarının bir diğer kanıtıdır bu.

Peru’da Beyazların Colomb’dan yaklaşık üç yüzyıl önce, Andların yüksek platolarında varlığı fikri öyle çılgıncadır ki, efsanelerin imge­lemi ve folklorun sisleri belli olduğu anda hemen reddedilmelidir. Ama bu özelliğe bir başkası eklenir ve iki ortak özellik bir sorun ha­line gelirler; gerçekten de yine Cieza, Huari’den çok daha güneyde, Titicaca Gölü’nün güney sahilinden yirmi kilometre mesafede, La Paz’a yakın olan, yani Bolivya’daki Tiahuanaco’ya yaptığı ziyareti an­latırken şöyle der;

<!juan Varagas’ın encomiendn’sındaki yerlilere, Juan Varagas’ın hu­zurunda bu binaların İnkalar döneminde yapılıp yapılmadığım sor­dum. Gülmeye başladılar ve inşanın İnkalar döneminden çok önce ol­duğunu tekrarladılar, fakat kimin yaptırdığını söyleyemedi!er. Atala-

Chavin de Huantar. 1Ö 1200-400 (1Ö 700’den İS I. yüzyıla kadar Pa racas kıyı bölgesinde varlık sürdürdüler).

Nazca. Güney Peru’da İS I. yüzyıldan IX. yüzyıla kadar.

Mochica. 10 III. yüzyılda ya da IS 1. yüzyıldan X yüzyıla kıyı bölgelerinde ve Trujillo’nun kuzey ve güney vadisinde.

Chimu. XI. yüzyıldan XV. yüzyıla fi461) aynı bölgelerde.

Tiahuanaco. XI. yüzyıldan XIV. yüzyıl başına yüksek yaylalarda.

İnka. 1200’den itibaren, önce kuzey ve güneyde, Ispanyol fethine kadar. Kaynaklar: "Inca Religion,” Encyclopaedia Britannica, a.g.e.

376

kUBTZALKOATL MUAMMASI

nadan duydukları, oradaki her şeyin bir gecede yapıldığıydı. Titicaca Gölü üzerinde sakallı adamların görüldüğünü ve bu adamların Vinaque’daki binayı inşa ettiklerini de söylediklerinden, İnkalardan önce, nerden geldiği bilinmeyen bir halkın olabileceğini ve bunları yapmış olduklarım, fakat yerliler karşısında çok az sayıda olduklarından sa­vaşlarla yok olduklarını söyledim.’136

Tiahuanaco’daki yapıların anında inşa edildikleri hikâyesi dikkate alınmasa da, Vinaque denen Huaron’deki tapınağı inşa etmiş olan ve Cieza’nm varsayımı gibi, belirsiz bir tarihte Titicaca Gölü üzerinde de görülmüş olan Beyaz ve sakallı adamlar hikâyesindeki ısrar dikka­te değer. Yerlilerin Cieza’ya söyledikleri iki özellik bunların Avrupalı ya da Akdenizli olabileceklerini açıkça belirtmektedir. Soru ilginçtir, çünkü Eski Dünya’dan gelen yabancıların Tiahuanaco döneminde bi­naların esinine katkıda bulunduklarını, yani Yeni Dünya’ya Tiahuana­co uygarlığını niteleyen ve aynı zamanda onun dinamik öğesi olan ağ­layan tanrı kişiliğini dahil ettiklerini varsayar.37

Bunlar nereden gelmiş olabilirler? Batı kıyılarından Güney Ameri­ka’yı aştıkları düşünülebilecek olan bu denizciler, Atlantik’i, ardından Karaip Denizi’ni geçerek Orta Amerika kıyılarına, örneğin bugünkü Panama’ya gelmiş olabilirler;30 oradan Pasifik kıyısı boyunca yürüye­rek Peru’ya inmiş olabilirler; Atlantik’i geçip Güney Amerika’nın do­ğu kıyılarını izledikten sonra, kuzeye doğru çıkmak için Horn Bur-

^Cıeza deLeon, The Incas, a.g.e.

37Peru sanatının en iyi uzmanlarından biri olan Wendell C. Bennet’in İfadesiyle CAncieîtt Arts of the Andes, Museum of Modem Art, New York, 1954) ''Tiahua­naco’nun yayılmasındaki önemli etken örgütlü bir dindi.”

Ispanya’ya doğru inerken Kanarya akıntısı, ardından kuzeydoğu alizesi onlan sürüklemiş olabilir. Her ikisi de doğudan batıya doğru, oniarı Orta Ameri­ka’ya doğru yöneltmiş olan güney ekvator akıntısına doğru hareket ederler. Olası bir geri dönüş, örneğin keşiş Brendan’mki, Gulf Stream boyunca, ar­dından onları batıdan doğuya taşıyan Kuzey Atlantik sapmasıyla gerçekleş­miş olabilir.

377

ŞEYTANIN GENEL TARIHI

nu’nu aşıp, Pasifik kıyısı boyunca ilerleyip Şili’ye ve Peru’ya varmış olabilirler. Bu son deniz gezisi varsayımı hemen reddedilebilir; ger­çekten de, Akdeniz’den ya da Avrupa’dan gelen denizciler büyük bir olasılıkla Pasifik’teki sayısız takımadada durdurulmuşlardır. Horn Bogazı’nı geçiş bilindiği gibi tehlikelidir, ama birkaç drakkar’ın39 bu başarıyı göstermiş olması olanaksız değildir. Gerçeğe en uygun var­sayım, Orta Amerika’ya yapılmış bir çıkarma gibi gözükmektedir. Burada belirtmek gerekir ki, kırk yıl kadar önce pek hoş spekülas­yonlar olarak bir yana atılan Colomb’dan önce okyanus ötesi yolculuk varsayımları, özellikle Thor Heyerdahl’ın okyanus ötesi yolculukla­rından bu yana adım adım öne çıktı. Öyle ki, bütün ansiklopediler Kuzey Amerika’nın Vikinglerce keşfinden tarihsel bir olgu olarak söz etmekle kalmıyorlar, dahası, Atlantik’in Irlandalı keşiş Brendan (Bran­dan ya da Brendon da denir, aslında Brenaind’dir) tarafından VI. yüz­yılda aşılmasını da akla yatkın kabul ediyorlar. Fenikelilerin 1Ö onbeşinci yüzyılda Afrika turu yapmış olmaları da şaşırtıcı değildir.

Etimolojik benzerliklere ihtiyatla yaklaşmak gerekse de Kukulcan ile efsaneye göre yirmiyedi yaşında kalleşçe bir düelloda öldürülen yarı-Aşil, yarı-Herkül Irlandalı kahraman Cu Chulainn ya da Cuchulain (bu adın çeşitli yazılımları vardır) arasındaki belirgin yakınlığa na-

w Kıtalararası yolculuklar ve özellikle Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki iliş­kiler üzerine günümüze kadar yapılmış en kapsamlı inceleme: Man Across the Sen, Carroll L. RileyJ. Charles Kelley, Campbell W. Pennington ve Robert L. Rands yönetiminde yayınlanan ortak eser, University of Texas Press, Austin ör London, 1971. Bilimsel kesinliğine ve Colomb ve büyük gemiciler döne­minden çok önceki Allan tik-ötesi ve Pasifik-ötesi yolculuklar hakkı ndaki olağanüstü belge bolluğııha rağmen, Amerika’nın Colomb tarafından (sözümona resmi) “keşfi”nin beşyüzüncıı yıldönürrü münasebetiyle yayınlanan pek çok araştırmanın da kanıtladığı gibi bu eser sadece birkaç uzmanca bi­linmekledir. Ivan Serlima’nın Ilsy dtaient avaııt Colomb (Flammarion, 1981) adlı eserini de belirtelim. Kimi zaman atılgan spekülasyonlarına ve içindekiler listesinin ve endeksinin yokluğuna rağmen bu kitap pek blinmeyen belgeler, referanslar ve ilginç tezlerle doludur.

378

KUETZALKOATL MUAMMASI

sil şaşılmaz? Çünkü benzerlik sadece fonetik değildir, sadece işarette değil, belirttiği kişiliktedir de: Meksikalı Kukulcan-Kuetzalkoatl, Inkalı Viracocha haline gelmiştir ve Cuchulain gibi, yeryüzüne barış ge­tirmeyi denedikten sonra genç yaşta ölmüş bir kahramandır, Brendan ne anlatmış olabilir? Yerlileri baştan çıkarmak ve hayal güçlerini kamçılamak, için Cuchulain ile İsa’nın kişiliğini tek bir kişilikte mi birleştirmiştir? Kendisini de Cuchulain ile İsa’nın birleştiği bir kişi­lik olarak mı sunmuştur? Çünkü, Kukulcan’ın efsanesinde İsa’nın efsa­nesinden yadsınamaz izler vardır. Kukulcan cehenneme köpek başlı arkadaşı Xolotlla birlikte inmiş, oradan ölülerin kemiklerini toplayıp onları canlandırmak istemiştir...

AvrupalI “misyonerlerin” karaya ayak basması hangi dönemde gerçekleşmiş olabilir? Yerlilerin anlatılarına ve her durumda, Tiahuanaco dönemi tasvirlerinde ağlayan tanrı resimlerinin ortaya çıkış tari­hine göre, İS 600 ve 1200 arasındadır. Beyazların, büyük bir olasılıkla İrlandalIların karaya ayak basmasını, uygun bir tarih olan VIII. yüzyıl olarak belirlemek için birçok neden vardır, 600 ile 1200 arasında Hıristiyanlık tüm Avrupa’da egemendir.

Bu beyaz insanlar Huaron’deki tapmağın inşasına katılmışlar, mı­dır, Tiahuanaco’da ve başka birçok yerde tasvirine rastlanan ağlayan tanrı kültünü onlar mı getirmiştir? And arkeolojisinin bugünkü duru­munda Huaron’nin en eski yerleşim yeri olduğu varsayımının dayana­ğı yoktur: ilk olarak inşa edilen Tiahuanaco’dur; onun etkisi And sı­radağlarının tüm batı eteği boyunca, Bolivya’ya ve belki Şili’ye kadar uzanır ve Huaron bunun etkisini taşır.40 Beyaz ve sakallı da olsalar,

40Tiahuanaco’nun inşasının kesin tarihi bilinmemektedir. Gerçekten muamma dolu olan bu yerin incelenmesine hayatını adamış olan arkeolog Arthur Posnansky, bu bölge üzerine yazdığı anıtsal eserde Tiahuanaco’nun binlerce yıl önce inşa edilmiş olduğunu ileri sürdüğünde, kuşkusuz, mistik bir başdönmesi içindeydi. Kalasasaya tapınağının efrizleri üzerine bazı yorumlara daya­narak bunun IÖ XV. bin yıla kadar uzandığını bile ileri sürmüştür. Amerika

379

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Tiahuanaco uygarlığının önemli binalarının İster bir ister bin gecede yapılmasına esin olmuş ya da başında bulunmuş yabancı bir grup varsayımı katışıksız bir fantezi ürünü olarak görülmektedir.

Geriye, kesin olan üç olgu kalmaktadır: Ağlayan tanrı figürü yalnızca Tiahuanaco uygarlığında görülmektedir; bu uygarlığın yayıl­ması başlangıçta dinsel kökenlidir; ve Cieza’nın derlediği yerli anlatı­ları bu tanrıyı Tiahuanaco uygarlığına bağlamaktadır. Yerlilerin anısını kuşaktan kuşağa aktardıkları Batılılar Hıristiyanlardan başkası olamaz ve Tiahuanaco’nun yayılmasına neden olmuş ağlayan tanrı41 İsa’nın Amerika yerlilerince yapılmış bir çeşitlemesinden başka bir şey değildir. Ya bir Beyaz, Hıristiyan ve sakallı (ve büyük bir penisi olan) biri Kelt ya da Hıristiyan kahramanı olarak ortaya çıkmıştır ya da her ikisi birden.

Amerika kıtasının Colomb-öncesi kısmen ön-Hıristiyanlaştırdma-

kıtasmın 1Ö XII. bin yıldan çok önce işgal edilmiş olduğunu, yakın dönem­deki arkeolojik keşiflerden çok önce hissetme övüncü kuşkusuz Posnansky’ye aittir, fakat bir gerçekliği ihmal etmiş gibidir: XV. ya da X bin yılda insanlığın Amerika kıtasında dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan bir ge­lişme evresine ve mimari dehaya sahip olduğunu düşünmek için hiç neden yoktu. Tiahuanaco’nun son derece cesur birçok varsayıma yol açtığı doğru­dur. Bunlardan biri, bir başka arkeolog olan H.S. Bellamy’nin varsayımıdır. Buna göre, Güneş Kapısı bin yıllar önce var olmuş olan ikinci bir Ay’ın (bu, ayrıca, Alman Hoerbiger’in varsayımıdır) varlığına tanıklık etmektedir. Daniel Ruzo’nun varsayımına göre, Lima’nın doğusunda, yaklaşık dört bin metre yükseklikteki Marcahuasi yaylasındaki heykeller "aşın bir antik çağ”dır. Tia­huanaco hakkında ileri sürülen teorilerin bir panoraması Marjorie von Harten’in incelemesinde ele alınmıştır: “Religion and Culture in the. Ancient Americas,” “Systematics,” The Journal of the Institute for Comparative Stiıdy of History, Phİlosophy and Sciences, no 1, Idaziran 1963, Kingston-upon-Thames. Tiahuanaco’nun gerçek muammalanna rağmen, daha geniş bilgi edininceye kadar, inşaat tarihini Vll. ve XI. yüzyıllar arasına yerleştirmek temkinli bir ta­vır gözükür.

41 Victor .W. von Hagen, The Desert Kingdoms of Peru, a.g.e. (VI. The Coquests, presunıed road of the Tiahuanaco invasion of the Peruvian valleys); aynen bkz. Roberto Magni ve Enrico Guidoni, Inca, Femand Nathan, 1977, a.g.e.

380

KUETZALKOATL MUAMMASI

sı varsayımı, Tüylü Yılan Kuetzalkoatl’ın ve onunla özdeşleşen Mayalı Kukulcan’ın ve -bizi ilgilendiren budurInkalarm Viracocha’sının Hı­ristiyan bir din adamıyla özdeşleştirilmesi nedenleriyle güçlenmiştir. Bunun Meksika’da bilge, insan kurban etmeye düşman bir hükümdar olduğunu ve Tezcatlipoca’nın şiddetli saldırısına uğradığını, sonunda Tollan şehrini terk etmek zorunda kalıp denize açıldığını biliyoruz. Dahası, bazı eski elyazmaları onu tamamen Avrupalı özellikleri olan soluk tenli ve sakallı biri olarak, uzun bir giysiyle tasvir ederler; bu özellik, Amerika yerlilerinde tamamen istisnaidir ve önemli nokta, birçok kez haç simgesiyle birliktedir.42

Bu varsayım korunmak isteniyorsa unutulmaması gereken şey, bu Hıristiyanlaştırmanın ancak kısmi olduğu ve yüzyıllar sonra yeniden gündeme geleceği gibi And dinlerince ortadan kaldırıldığıdır. Tiahtıanaco mitolojisine ağlayan tanrının tuhaf imgesi dahil edilmiş olması­na rağmen, Kuetzalkoatl-Kukulcan-Viracocha-Isa bağdaştırmacılığı Güney Amerika’ya Şeytan’ı uydurmaya yetmez. Pişmanlık ruhu inha­larda varlığım sürdürdü; daha sonra bu tıpkı Mayalarda, ardından Azteklerde olduğu gibi, acı çeken tanrı tarafından güçlendirildi. Ancak, bilmediğimiz nedenlerle Şeytan fikri bir yana atıldı.

Belki, Ispanyol misyonerlerinden çok önce Amerika yerlilerine su­nulduğu gibi, görünür dilbilimsel engellerin üstünde, Hıristiyan dini Andİardaki krallara ve büyük rahiplere tehlikeli gelmiştir. Gerçekten de, Hıristiyanlığın ahirette kişisel kurtuluş ilkesi toplulukları onların etkisinden koparabilirdi. Dolayısıyla iktidarları tehlikedeydi. Ortado-

42B.C. Hedrick, Gainesville’deki Florida Üniversitesi’nden, “Quetzalcoatl, European or Indigene?” Man Across the Sea, a.g.e.

381

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

gu’da Şeytan’ı yaratmış olan bu politik iktidar burada, Hıristiyan Batfnın kitlesel olarak gelişine kadar buna şiddetle karşı çıkmıştır,

Şeytan’a çocukların kurban edilmesi bundan sonradır?3

Bkz, s, 305,

382

14.

İSRAİL

YADA

GÖKSEL HİZMETKÂR

CİNLERDEN MODERN ŞEYTANA

Yaratıhş’ta yılanın muğlak kişiliği üzerine Tanrı’nın kendi yarattığına duyduğu öfke üzeri­ne Yaratılırın Mezopotamya mitlerindeki yara­tıcıların mitleriyle sıkı benzerliği üzerine Ce­hennemde değil, meleklerle birlikte Göksel Konsey’de oturan Şeytan ile Tanrı arasında Meseller Kitabı’nda geçen dostça ve şaşırtıcı konuşma üzerine “Sessizlik ve unutuş toprağı” Şeol’un bulunduğu eski Yahudilikte Cehennem’in şaşırtı­cı yokluğu üzerine Essenlilerin katkıda bulun­dukları Eski Ahid’le Yeni Ahid arasındaki metin­lerde, özellikle Enoş Kitabı’nda Tanrı’nın düş­manı olarak Şeytan’ın gecikmiş ortaya çıkışı üzerine Essenliler üzerinde Mezopotamya din­lerinin etkisi ve 10 II. yüzyıldan itibaren kötü­cül Şeytan’ın artan varlığı üzerine.

Biz Batıkların, her türden Hıristiyanın, Yahudinin, kısacası Yahudi-Hıristiyanların resmî tarihi bir kayıpla başlar. Incil’in hayaline ve parlak tozlarına uzanan bir kayıp. Ya da en azından Yahudiler hakkmdaki anlatıya; çünkü bizim Kitaplarımızın İlki o dönemde İbrani de­nen Yahudilerce yazılmıştır. O dönemde yaklaşık on bin kişiye yöne­lik olan bu taşralı anlatı yirmibeş yüzyılda dünya turu yaptı. Yeryü­zünde ortaya çıkan yüzlerce uygarlık, önceki sayfalarda kısmen anımsatıldığı gibi, Yaratılış’ın birçok anlatısını üretmiştir. Gerçekten de insanın en derin kaygısı kendine kökenler yaratmaktır. Bu kökenleri bilmediği zaman da uydurmuştur, insanlık yüzyıllar boyu kendini olduğu gibi kabul etmeyi bilmedi. Böylece, Milton’un Kayıp Cennet’inde başlatılan bir tür kozmik romantizmden kaynaklanan tersine dönmüş bir züppelikle Darwin, primatlarda soylu kentler bulabilece­ğine inanmıştır.1 Konu dışına çıktığım için bağışlayın.

En diri inançlarımızdan birinin bu soykütük tarihinde, cılızı çıkmış ideoloji­lere uygun düşmeyen Darwin yanlısı ve karşıtı inatçı söylemler karşısında bü­yüyen bir bezginliği ifade etmek için koşullar ne elverişlidir, ne de elverişsiz­dir. Artık çok açıktır ki maymundan “inmiyoruz,” ancak maymun ve. biz, sapma aşamalarından geçerek, ortak bir kökten kaynaklanıyoruz. Gerçek­ten de, tüm çağdaş biyoloji, evrimin adım adım ve topyekün gerçekleştiğine tanıklık eden “eksik halkalar”!, örneğin sürüngenlerle kuşlar arasında bir ge­çişi temsil eden bir arkeopteriksi, sonsuza dek aramanın boşuna olduğunu kanıtlar. Böyle bir durumda; sürüngen özelliğine daha az, uçan hayvan özel­liğine. daha çok sahip arkeopteriksten gelen çok sayıda şey bulmamız gere­kirdi. Hiçbir paleontolog bunu, daha önce hayal etmişse bile artık etmemek­ledir. Bu yüzyıl sonunda türlerin genetik mütasyonla türedikleri kabul edilmiştir; bu mutasyonlar yukarıda belirtilen sapmalardır, yani tek bir özel­lik ya da sınırlı sayıda özellik -kuşkusuz bunlar genetik bir mutasyona an

384

İSRAİL

Demek ki, Saul’un Roma’ya gelişinden bu yana, Batı dünyasını yö­netmiş olan, Eski Ahid’e göre tarihimizdir. İnsanlığın tanıdığı tek gerçek imparatorluk olan -çünkü Iskender’inki ancak onun yaşam sü­resince sürmüştürRoma İmparatorluğu’nun çöküşünden, XX. yüzyıl başında modern tarih ve etnolojinin doğuşuna kadar dikkate değer bir başka tarihi olduğunu sanmıyorum.

Gerçekten de, kitaplar olmasa insan belleği zayıftır; bu nedenle İs­kenderiye Kütüphanesinin yakılmasından Katolik Engizisyonu’ na, Ka­tolik Engizisyonu’ndan Hitler’e kadar kitap yakılmıştır. Bu yüzyıldan önce doğmuş olası okurlar için, XX. yüzyılın ortasına kadar Brazza­ville’den Dublin’e, Brest’ten Brest-Litovsk’a, Goa’dan Los Angeles’e, Sidney’den Ateş Ülkesi’ne kadar, tiran II. Nabukodonosor’un soyun­dan gelen tiranın öfkesinden kaçan onbinlerce İbrani için yazılmış olan Tekvin’den başka Yaratılış hikâyesi yoktur.

Şeytan’m kurbanları olduğumuzu bu şekilde öğrendik, hayır, buna inandık.

Nasıl mı? ilkokuldan beri bize.anlatıldı ki, atalarımız olan Adem ile Havva sıradan zevklerin bulunduğu Yeryüzü Cenneti’nde oturuyor­lardı. Her türlü paradoksal gerçekliğin olduğu bir yer; hem Doğulu hem de Rousseau’cu; Yaşlı Bruegel’in hayranlık verici hayal gücüne göre, örneğin panterlerle kuzuların yan yana yaşadıkları bir yer; de­mek ki panterler etoburmuş, yani bunlar bizim tanıdığımız panterler değilmiş. Doğu bu tür hikâyelere her zaman bayılmıştır ve Cennet

dayanıksız olanlardıriçeren muıasyonlardır. örneğin kanıtlandığı gibi, insa­nın el ve ayaklan, talidomidin neden olduğu fetüs yapı bozukluktandır. Bir balık aniden insan haline gelemeyeceği gibi tersi de mümkün değildir: Bu, wevre”den geçmeden devamı gelen en yakın türdür. Bir deha habercisi olan Darvin’in basitleştirmeleri, yine de, Tanrı’nın yedinci gündeki dinlenmeden çok sonra Yaratılış’a devam etmekten bitkin düştüğünü ileri süren saptanımcılarm okuyup üflemelerinden hâlâ daha geçerlidir. Sonuç olarak, konu, sa­nıldığından daha elverişlidir, çünkü ileriki sayfalar, tam da, Tekvin’in tekvini­ni ele almaktadır.

385

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

(Aden) bir İbrani buluşu değildir: Aden sözcüğü Sümerlerden geliyor­du ve 1Ö UI.-1I. yüzyıllara uzanıyordu; Akad dilinde yine “cennet11 de­mek olan edenu’dan türemiştir.2 Bu yer, görüldüğü kadarıyla ne İbran ile re aittir ne de tüm. zamanlara, çünkü arkeologlar Tekvin’deki edenu’yu sulayan tek bir koldan kaynağını alan “dört ırmak”m, yani Pişon, Gihon, Hidekel ve Perat’ın Basra Körfezime döküldüğünü düşü­nürler? Bunlar bugünkü Dicle ve Fırat ile iki ana kolları olmalıdır. Kısacası, Cennet, eskiden Irak’ta olmalıydı. Bu fikir günümüzde şaşır­tıcı gelebilir, ancak bunun önemi yoktur; yukarda gördüğümüz gibi Irak XX. yüzyıl sonunda oynadığı rolü geçmişte de oynamıştır.

Adem ile Havva masumdu, daha sonra -çocukluğumun kutsal tari­hine göre$eytan Havva’yı baştan çıkardı, yenik düşen Havva daha sonra Adem’i de baştan çıkardı, Adem de (kuşkusuz can sıkıntısından) yenik düştü. Böylece, ünlü Yasak Meyveyi ısırmadan önce Kötülüğün ne olduğunu bilmeyen, dolayısıyla buna karşı koyamayacak kadar do­nanımsız insanların Günah’ının ağırlığını sonsuza dek taşırız. Bu, hu­kuksal olarak desteklenemeyecek bir Günah’tır elbette, çünkü bir-gü­nah ancak durumu iyice bilerek işlenebilir, diğeri bir hatadır. Bu aynı zamanda gizli haksızlıktır da; çünkü atalarımızın günahı bizi ne ilgi­lendirir?

Peki, Tekvin’de “çıplak yılan” biçiminde tasvir edilmiş olan bizim Şeytan’ımız mıdır? “Bahçenin ortasındaki ağaç’ün meyvesinden yerler­se ne Adem’in ne de kendisinin öleceğini ilk kadına söyleyen bu yılan Şeytan mıdır? Hikâye açık olduğu kadar esrarlıdır da, çünkü söz ko­nusu ağaç “İyiliğin ve Kötülüğün bilgisi” ağacıdır; dolayısıyla, İyiliği ve Kötülüğü bilmeyi yasaklayan tanrısal emrin haklılığı tartışılabilir. Tanrı’ya saygı, iyiliğin ve kötülüğün bilnmesini gerektirmez mi?

2  Gaalyah Cornfeld, Archcıdogy of the Bible: Booh by Book, Harper & Row, New York, Hagerstown, San Francisco, Londra, 1976.

3  A g <-

386

İSRAİL

Tanrı, iyiliğin ve Kötülüğün ne olduğunun bilinmesini yasaklamış olabilir mi? Dahası, bu yılan, o zaman ölümsüz olan Havva ve eşinin ünlü meyveyi yerlerse tanrılar gibi olacaklarını söyler. Bu ünlü “Et eritis sicut Dei”dir. Ancak, ölümü Cennet’ten çıkışta tanıdıklarından, önceden zaten ölümsüz olduklarından Tanrı gibi oldukları ve bunun yılan kadar uyanık bir hayvana yakışmayacak mantıksızlıkta br söy­lev olduğu düşünülebilir.

Hakikat çok daha basittir. Bütün çocuklar ilkokuldan itibaren bu­nu keşfetmişlerdir: Adem’le Havva sevişmişlerdir, Günah buradadır. Birbirini tanımayan iki organizma, yani kadın ve erkek, yaratıp bunları sıcak bir bahçede çırılçıplak bıraktıktan sonra, kaçınılmaz günahı işlemelerini bekleyip ardından da onları alevlerle tehdit etmek anlaşılır bir şey değildir. Densizliğim bağışlansın, ancak bu konuşan yılanın müdahalesinin gerekliliği beni her zaman şaşırtmıştır. Biyolo­jik tamamlayıcılığın ona hiç ihtiyacı yoktu.

Kısacası, İyilik ve Kötülük ağacı bir simgedir, tıpkı bütün simge­ler gibi anlamı muğlaktır, peki ama yılan da böyle midir? Bundan kuşku duyulabilir, çünkü Elohim, yani Tanrı, özellikle ona yılan ola­rak hitap ettir “Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin; karnın üzerinde yürüyeceksin ve öm­rünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin.”4 Ve şöyle devam etti: “ve seninle kadın arasına ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düş­manlık koyacağım.” Zaten başka türlü müydü? Aden bahçesinde bile yılanın zürriyeti ile insanınki arasında mesafe yok muydu? Aforoz şaşkınlık ve hatta kuşku içinde bırakır, tanrısal lanet Ortadoğu’da kı­sıtlı gibidir. Gerçekten de, başta Mısırlılar, sonra Hintliler, Meksika­lIlar ve daha başkaları yılanı kutsallaştırmıştır.

“Tekvin,” 14. La Bible, çeviren ve sunan Andre Chouraqui, Desclee de Brouwer, 1985. [Eski Ahit’ten yapılan alıntılar Kitabî Mukaddes adı altındaki Türk­çe baskısındandır, ç.n.l

387

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Dahası, yılan kılığına girmiş olan Şeytan ise, Cennet’te işi neydi? Bu, Tanrı’nın Kötülüğü de yarattığı ve Cennet’e sürdüğü anlamına mı gelir? Eğer böyleyse, Adem ile Havva’nın Cennet’te oturan birinin da­vetine uymuş olmaları nasıl eleştirilebilir?

Görüldüğü gibi mitlerin içinden çıkılması güçtür.

Incil’in bir çeşitlemesi -çünkü çok çeşitlemesi vardır“Ve Rab Allahın yarattığı bütün kır hayvanlarının en hilekârı olan yılandı” der? Fakat Tekvin, Yaratıcı’nın emrini ihlal etmeye Havva’yı ikna et­miş olan hilenin nasıl bir şey olduğunu bize söylemez. Bu yılanın ka­zancı neydi? Bu yılanın Rab’bın bir yaratığı olduğu, yani bizzat Tanrı’nın onu yarattığı kanıtlanmıştır. Bu durumda niçin yılanı cezalandırmamaktadır? Günümüz deyimiyle, bu nifak tohumunun başına ne gelmiştir? İncil bunu söylememektedir.

Cennet’ten kovulma, ilk çiftten gelen insanları pek etkilemişe ben­zememektedir. Fiziksel ve entelektüel sağlık işareti olan, uzun ömürle­ri olağanüstüdür: Adem dokuzyüz otuz yıl yaşadı, Şit beşyüz yıl, Enoş dokuzyüz beş, Kenan sekizyüz kırk, Mahalalel sekizynz kırk, Yared dokuz yüz altmışiki ve Metuşelah dokuzyüz altmışdokuz yaşında ölerek rekorları kırdı. Fakat daha şaşırtıcısı, Yaratıcı’nın insanların yeryüzünde yayılmasından hoşnutsuz olmasıdır: “Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi.” Yaratıcı’nın yarattıkları karşısındaki kötü yürekliliği konusunda eğer muğlaklık varsa bir sonraki dize bu muğlaklığı yok eder: “Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nadim ol­du."6 Ve şu kararı verir: “Yarattığım adamı... toprağın yüzü üzerin-

5 “The serpeni was mor e craftly than any wild creature that the Lor d God have ma­de,’’ Genesis, 3, The New English Bible, Oxford University Press, Cambridge University Press, 1970. Kuraki versiyonu yılanın “çıplak” olduğunu belirtir sadece; ne demek istediği anlaşılmamaktadır.

G Tekvin, VI; 6, La Bible, çeviren ve sunan Andre Chouraqui, a.g.e.

388

İSRAİL

den sileceğim.” Sadece “adamı” değil, yaratılışın geri kalanım da: “Yarattığım adamı ve hayvanları, sürünenleri ve .göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nadim ol­dum.”7 Demek kİ tanrısal hayal kırıklığının bedelini tüm yaratılış öder. Hayal kırıklığı mı küskünlük mü? Şurası kesin ki, Tekvin’e gö­re, İlk Günah’ın bedelini olduğu gibi bu küskünlüğün yükünü de yüz­yıllar boyunca tüm insanlık, sürü hayvanları, kuşlar, balıklar, boruçiçekleri, egreltiotları çekecektir. Ve Tufan olur.

Bu, yılanın dalaveresinin sonucu mudur? Yoksa kendinden daha fazla geçim maddesi biriktiren kardeşine öfkelenen Kabil’in cinayeti­nin sonucu mudur? Bu durumda, örneğin gökte uçan kuşun sorumlu­luğu nedir? Bu konuda kimse bir şey söylememektedir. Yaratıcı, kral­lığının durumundan hoşnutsuz, keyfi bir despot gibi davranır. De­mek ki, Kitapların Kitabı’nın birincisi Tanrı’yı öfkeli bir despot gibi göstermektedir, hatta öfkeli ve adaletsiz, bağışlama kavramına yaban­cı; ve hayal kırıklığına uğradığı için öfkelenerek tüm yaratılışı yok etmeye karar verir. Tufan! Sadece Nuh, Ezeli Tanrı’nın inayetine mazhar olur, ancak bu da tanrısal öfkeyi ödünlemeye yetmez. Çünkü “Ve Allahın önünde yeryüzü bozulmuştu ve yeryüzü zorbalıkla dolmuştu. Ve Allah yeryüzünü gördü ve işte, bozulmuştu; çünkü yeryüzünde bü­tün beşer yolunu bozmuştu.” Yaratıcı, mizacındaki eksiksiz kötülük hakkındaki tüm belirsizlikleri ortadan kaldırabilmek için bu yok et­meyi İster: “ve işte, ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim.”8

Demek ki Yahudiliğin başlangıcından itibaren Kötülüğün kaynak­ları belirsizdir. Bununla kast edilen yazılı Yahudiliktir; çünkü İncil, Mezopotamya arkeolojisi tarafından Habiru, İbraniler adı altında bili­nen halkın oluşumundan sonradır.9

7  A.g.e.,Vl;7.

8  A.g.e., VI; 13.

9  İbranilerin kökeni üzerine günümüze kadar tutarlı bir teori yoktur. Tutsak-

389

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Hatta İncil çok daha sonradır, çünkü XIX. yüzyılda Kari Graf ve Julius Wellhausen’in ünlü eleştirel çözümlemelerinden (daha sonra Graf-Wellhausen teorisi adı altında bir araya getirilmiştir) beri Tekvin’in Çıkış sonrası, yani Kudüs’ün 1Ö 587’de II. Nabukodonosor ta­rafından zaptedilmesi ve yok edilmesi, 1Ö 538’e dek Babil’de Yahu­dilerin esir edilmesi sonrası yazılmış, farklı öğelerden oluşan bir me­tin olduğu kabul edilir.10 Demek ki Tekvin Kudüs’e geri dönüşte, 1Ö V. yüzyıl başında yazılmış olmalıdır.

Dahası, Tekvin’e göre Yaratıcı’nın hayal kırıklığı ile kendi yarattı­ğı oğullarının gürültüsüne kızan Babil’in tez öfkelenen yaratıcısı Apsu arasındaki benzerlik insanı nasıl etkilemez? Ya da Tanrı Enki ve sar­hoş eşi Ninmah tarafından insanlığın eğri bacaklı ve başarısız olarak yaratıldığı yaratılış hikâyesine nasıl benzemez?11 Üç durumda da, baş­langıçta keyfi bir Yaratıcı’nın başarısız kalmış ilk Yaratış’ı vardır, bu tanrısal öfkeye neden olur ve -artık söyleyebilirizŞeytan’a gönderil­meye ramak kalmıştır.

Demek ki, Tekvin yazarları Yaratılış yorumlarını Mezopotam­ya’dan almışlardır. Bu sonuç, Mezopotamya’daki Yaratılış yorumuyla

lara ilişkin, II. Kenan seferi sırasında (ÎÖ 1443) XVIII. hanedanlıktan Firavun II. Anıenofis’in tuttuğu ikili listeye inanılacak olursa ve çeşitli eski metinler­deki Apiru’lann İbraniler olduğu varsayımına göre, bunlann bu ülke halklannın sınıflandırılmasında belirli bir statüleri yoktur; listedeki Şosu’lar göçebe­lerdir, Huru ya da Hurrit’ler yerli topluluktur, Nuhas’lar Kuzey Suriye köken­lidir, ancak İbraniler tanımlanmamışım Gaalyah Cornfeld’e göre (Archaelogy ofthe Bible: Book by Book, a.g.e.), kuşkusuz, belirli bir etnik grup oluşturma­maktadırlar ve tek bir coğrafi kökenleri yoktur. Yine de, firavun II. Ramses’in büyük işliklerinde çalıştırılan yabancılar arasında Apiru’lann adının geçmesi, Apiru’lann İbrim’lerle -Tekvindeki İbranİlerleaynı olabileceği var­sayımını güçlendirir.

l°Gra(-Wellhausen teorisine göre, Tekvin sürgün-sonrası kaynaklardan ve Sür­gün öncesi din-dışı gelenekten yola çıkarak sürgün-sonrası yazarlarca oluş­turulmuştur, Yaratılışa ve Tufan’a gelince bunlardaki hikâyeler, Eski Ahit’tekilerden yaklaşık bin yıl eskidir.

11 Bkz. 6. bölüm.

390

İSRAİL

Tekvin’in yorumu arasındaki sıkı benzerlikle güçlenir.12 Eski Ahİt'in önemli bir bölümü Mezopotamya egemenlerinin dinleriyle temas so­nucu oluşmuştur. Çünkü başka benzerlikler de vardır.

Gerçekten de, Nuh’un hikâyesi Tekvin’den çok daha eski bir Babil efsanesinde bulunur. 1965 yılında, British Museum depolarında bulu­nan iki tablet Tufan’a gönderme yapmaktadır ve bu tabletler Babil şehri Sipar’da, IÖ 1646-1626 arasında hüküm sürmüş olan kral Ammizaduga döneminde kazınmıştır. Burada, Yaratış’ından pişman ol­muş olan Yaratıcı’nın suda boğarak yok etmeye karar verdiği görülür. Ancak, suların tanrısı Enki -adı daha önce geçmiştirbu felaket pla­nını Ziusudra adlı bir rahip-krala bildirir. Ziusudra da bir gemi inşa eder ve hayatta kalır. Bu kişi gerçekten yaşamıştır; Güney Babil’deki

^Metinler arasındaki benzerliklerin ötesinde, Tekvin’in Babil dönemi Yaratıhş’ı ya da Enunıa Elis’teki Yaratılış evrelerine ilişkin kronolojinin tamamen aynısı­nı izlediğini ve hemen hemen aynı şemadan yola çıktığını Gaalyah Cornfeld belirtir (a.g.e.):

Enuma Elis

Tanrısal ruh ve kozmik madde birlikte vardır ve her ikisi de ezelidir.

Başlangıçtaki kaosta, mitolojik kişilik Tiamat karanlıklarla çevrilidir.

Işık taunlardan gelir.

Gökkubbe yaratılmıştır.

Suyun yüzüne çıkan topraklar yaratılır.

Yıldızlar yaratılır,

insan yaratılır.

Tannlar dinlenir ve Yaratıhş’ı kutlarlar.

Tekvin

Tanrısal ruh ve kozmik madde birlikte vardır ve her ikisi de ezelidir.

Yeryüzü, üçurumlann karanlıklarla kaplı olduğu ıssız bir uzamdır.

İşık yaratılır.

Gökkubbe yaratılır.

Suyun üstüne çıkan topraklar yaratılır.

Yıldızlar yaratılır.

İnsan yaratılır.

Tann dinlenir ve yedinci günü kutsar.

391

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

bir şehrin, Şuruppak’m, IÖ 2900 yılma doğru kralıdır.13 Kral Ziusudra Nuh’a çok benzer; tek fark, iki gemisinin olmasıdır...

Peki, Yahudiler kendi Şeytan yorumlarım nereden almışlardır? Çünkü Şeytan diye adlandırılmamış olsa dâ Cennet’teki yılan Şey­tan’ın bir taslağıdır. Babil destanı Gılgamış’ta, bir baştan çıkarma bö­lümü vardır ve buradaki terimler Tekvin’de Adem’in Havva tarafın­dan baştan çıkarılmasını özellikle hatırlatır: Tanrıça Iştar’m cazibesi­ne kapılan Enkidu kendini “bilgelik ve büyük bir bilgi”yle donanmış bulur. Iştar’ın sevgilisine yönelttiği sözler, yılanın, “Allah gibi ola­caksınız” cümlesiyle şaşırtıcı bir benzerlik içindedir. Iştar şöyle der: “Sen bilgesin, Enkidu, bir tanrı gibisin." Fakat Iştar, Babil dininde, özellikle bir Kötülük ruhuyla özdeşleştirilmiş olmaktan uzaktır; kuş­kusuz baştan çıkarıcı bir tanrıçadır, çılgın ve kimi zaman acımasız­dır, ancak Kötülüğü temsil etmez.

Tekvinin özgünlüğü Şeytan’ın habercisi olan bu yılanı keşfetmiş olmaktır. Peki Şeytan başlangıçtan itibaren var mıydı? İlk bakışta Tanrı’nın Kabil’i azarlamasının düşündürdüğü şey budur. Kabil ilk mahsulünden elde ettiklerini Tanrıya sunduğunda Tanrı, bilinmeyen bir nedenle, bağışı kabul etmez:

“Eğer iyi davranırsan o yükseltilmeyecek mi?

ve eğer iyi davramazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır;

ve onun istediği serisin.’’^

Fakat aslında dünyanın her yerinde, özellikle Ortadoğu’da bolca

BW.G. Umbert ve A.R. Millard, Atrahasis: The Babylonian Story of the Flood (Londra, 1970), E. Solberger, The Bobyloniaıı. Legend of the Flood (3. baskı, Londra, 1971); aktaran Paul Johnson, A History of the Jews, Harper & Row Publishers, 1988.

New English Bible'n göre (Tekvin IV; 7) yazann çevirisi. Kuraki versiyonu ol­dukça farklıdır: “Davranışım ya düzeltirsin ya da düzeltmezsim açıklıkta [kapı] günah pusuya yatmış; istediği setisin onuu. Sen yönet onu.”

392

İSRAİL

rastlanan kim olduğu belli olmayan basit bir cin söz konusudur; bu, bizim Şeytan’ımız değildir. Bunun kanıtı, Meseller Kitabı’nda bu Şey­tan hakkında söylenenlerden anlaşılmaktadır:

“Ve Allah oğullan Rabbin önünde kendilerim takdim etmeye geldikleri gün vaki oldu ki, onlann arasında Şeytan da geldi. Ve Rab Şeytana dedi: Ne­reden. geliyorsun? Ve Şeytan Rabbe cevap verip dedi: Dünyada dolaşmak­tan, ve orada gezinmekten. Ve Rab Şeytana dedi: Kulum Eyuba iyice baktın mı? Çünkü dünyada onun gibisi yok; kâmil ve doğru adam...”^

Göksel konseyde Şeytan’m varlığına şaşırmamak güç; Şeytan bu­rada açıkça yer alıyor, dahası Tanrı’nın yakını olarak. Bu, Şeytan’m aşağı bir tanrı olarak, fakat yine de tanrı olarak görülmesidir. Bura­da, Vedacıhktan türeyen dinleri ve örneğin tricker Loki’yi çağrıştı­rır:16 Tanrı’nın onayıyla Şeytan bu zavallı Eyüp’ü sınamak için kafası­nı karıştıracaktır, fakat sonuçta her şey yoluna girecektir. Nihayetin­de Şeytan tanrısal istençlerin aletidir. Bu istençler, paradoksal biçim­de, Eyüp’ün görüldüğü kadar erdemli olup olmadığım Öğrenmeyi he­deflemektedir.

Demek ki Şeytan gözden düşmüş melek, ağzı salyalı isyancı, Tanrı’nın yeminli düşmanı değildir. Bu, aynı zamanda, peygamber Mi­kaya’m n İsrail kralı Ahab’a anlattığı hikâyeden edinilen izlenimdir. Gerçekten de bu kral Atamanlara karşı savaşa girişir. “Yaklaşık dört yüz kişi” olan (çok fazla peygamber!) peygamberlerine danışır ve Mi­kaya ortaya çıkar. Mikaya savaşa ve Ahab’a şiddetle karşı çıkar, Ahab da peygambere kötü davranır. Fakat Mikaya ısrar eder; bir rüya gör­müştür:

“Rabbı tahtı üzerinde oturmakta, ve bütün gökler ordusunu onun yanın-

15 The New English Bible, a.g.e., The Book of fob, 1; 6-12. Bu versiyon da Kura ki versiyonundan farklıdır.

16Bkz. s.

393

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

da, sağında ve solunda durmakta iken gördüm. Ve Rab dedi: Ramot-gileada çıksın da düşsün diye Ahabı kim kandıracak? Kimi böyle kimi şöyle dedi. Ve bir ruh çıkıp Rabbın önünde durdu, ve dedi: Ben onu kandırırım. Ve Rab ona dedi: Ne ile? Ve dedi: Ben çıkarım, ve bütün peygamberlerinin ağzında ya­lancı bir ruh olurum.”'7

Eyüp’ün hikâyesindeki Kışkırtıcı’nınkine benzer bir konuşma. Mikaya’nın yürekliliği bir işe yaramaz: Peygamberlerin başı Sedecias (Sidkyahu Ben Kena’ana) onu tokatlar, ardından kral onu hapse atar. Demek ki Tanrı Ahab’ın yenilmesi niyetini gerçekleştirmiştir ve bunu da bu esrarengiz Yalan Ruhu sayesinde başarmıştır. Olağanüstü mace­ra! Çünkü, sayısız peygambere yalan söyletebilmek için dört yüz kez çoğalabilen bu Ruh, bizim tanıdığımız Şeytan’dan başkası değildir! Onu bir kez daha Göksel Konsey’de, Tanrı’nm niyetlerini yerine ge­tirmekle görevli olarak görmekteyiz! Onu tanıyoruz; sadece Babillilerin değil, Mısırlıların ruhlarının da kardeşidir o.

Gerçekten de, hemen hemen aynı hikâyeyi eski bir Mısır hkâyesinde görmekteyiz: Bir generali savaşa göndermek isteyen Osi­ris, ona ruhları gönderir:

"İki cin onun içine girdiler ve o anda kalbi şenliği unuttu. ‘Yaşam adına, kardeşlerim, savaşmak istiyorum!’”'8

Yahudi Tanrısı kuşkusuz Osiris’in kurnazlığından esinlenmiştir. Ancak, gördük ki, mitler gibi tanrısal kurnazlıklar da dinden dine geçmektedir, ne Yahudilik ne de Eski Ahit bu tür alıntılardan muaf değildir. Bu iblisvari Ruh’un Tanrı’nm müttefiki olduğunu Işaya Kitabı’nda da görmekteyiz. Mısır’la ilgili tanrısal lanetin taşıyıcısı kehanette Tanrı’nm kabile başkanlarına “kafalarını karıştıran bir ruh”

17 KrallarI, XXII; 21-22.

l8Brescani, Der Kmnpf um den Panzer tîes Inaros, aktaran Bemard Teyssedre, Naissance du Diable, Albin Michel, 1985.

394

İSRAİL

gönderdiği duyurulur. Bunun üzerine, Mısır, “kendi kusmuklarına basan bir sarhoş gibi” sendeleyecektir.19

ÎÖ VIII-VI. yüzyıllar arasında yazılmış olan İşaya Kitabı’nda Yahu­diliğin ne Şeytan’ı ne de cinleri Tanrı’nın düşmanları olarak değil, da­ha çok, onun hizmetkârları olarak temsil ettikleri bir kez daha kanıt­lanır. Durumu daha anlaşılır kılmak için bir örnek daha verelim:

“Ve Abimelek üç yıl Israile reis oldu. Ve Allah Abimelek’le Şekem erleri araşma kötü bir ruh gönderdi...”20

Şekemler, gerçekten de, yalancı ve namussuz insanlardır, Yerubabel’in yetmiş çocuğunu katletmişlerdir ve bir kölenin oğlu olan Abimelek’i kral seçmişlerdir. Tanrısal dalaverenin korkunç etkileri ol­muştur; Sadece Şekem, büyüden yararlanan, yıkıntıları verimsizleştirmek için onlara tuz serpen Abimelek tarafından ortadan kaldırıl­makla kalmamış, dahası prensin kendisi de bir kadının eliyle öldürül­müştür, tanrısal alçaklık!

Görüldüğü gibi, iblis görevlileri Yahova’mn intikamlarını kesin olarak yerine getirmektedirler. Kişisel amaçlı vasat ve sefih işlere kendilerini vermediklerinde iblisler göksel kâhyalardır. Yani, Şeytan Tanrı’nın hem müttefiki hem de hizmetkârıdır.

Fakat, I. Tarihler’de durum başka türlüdür: Şeytan yeniden ortaya çıkar, bu kez Davud’a bahtsız bir karar vahyeder, bir sayım yapmayı emreder; oysa bu sayım vebaya yol açacaktır. Şöyle denmiştir:

“Ve Şeytan İsraile karşı kalktı ve İsrail saymak için Davudu tahrik etti.”21

Tarihler, Helenistik dönemin başlangıcıdır, yani 1Ö III. yüzyıl. Demek ki Şeytan, yaklaşık iki yüzyıl içinde nitelik değiştirir; artık

19İşaya Kitabı, XIX; 14-15.

“Hakimler, IX; 22-57.

21 Tarihler I, XXI; 1. New Eııglish Bible ve Kuraki yorumlan aynıdır.

395

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Tann’yla işbirliği yapmamakta, kendi hesabına çalışmaktadır. Yakla­şık iki yüzyıl sonra Tanrı Konseyi’nin eski üyesi yine statü değiştir­miştir: Essenliler tarafından Kumran’da, IÖ II. yüzyılın ikinci yarısı civarında yazılmış iki Ahid arası metin olan Jübileler Kitabı’nın ileri sürdüğü gibi, yok olmaya mahkumdur: Zamanın Sonu’nda, yani kırkdokuz Jübile sonunda ne Şeytan olacaktı ne de herhangi bir kötülük ve İsrail ülkesi sonsuza dek temizlenmiş kalacaktı.22 O dönemde, Ferisiler dünyaya altıbin yıllık bir süre veriyorlardı; daha temkinli olan Kilise Babaları, süreyi bu dünyanın Yaratılışından itibaren yedi bin yıla çıkarmışlardı. Ne yazık ki, kozmoloji bu tarihleri değiştirmiştir, Şeytan benim yaşıtlarımın belleğinde daima yerini korumuştur.

İbranilerin Şeytan fikri, Tekvin’in yazılış tarihleri arasında, yani yaklaşık olarak 1Ö VI, yüzyılla İS I. yüzyıl arasında değişir. Bu olgu önceden ortaya çıkarılmıştır: Şeytanlar Yahudiliği IÖ 150 ile 300 ara­sında işgal etmişlerdir.23 Eski Ahit’te görece az sayıda şeytan vardır: Bunlar, ölüm cini Mevet, Çocuk hırsızı Lilith, veba cini Reshev, genel olarak hastalıkların cini Dever, cinlerin yardımcısı Belial, çöller cini ve Isa’yı baştan çıkarmış olan Azazel; gördüğümüz gibi rolü muğlak olsa da, dilerseniz Şeytan’ı da bunlara ekleyebiliriz. Yahudi halkının büyük bölümünün uzun süre kölelik altında yaşadığı Babil’e kıyasla bu zayıf bir dökümdür: Babil Pandemonion’u önemli ölçüde daha ge­lişkindir ve şeytanlara ilişkin daha ayrıntılı bir döküm içerir. Belki, topraklarına geri dönen Ibranileri şaşırtmıştır. Ya da en baştaki kötü­lük şeytanından, üremedeki düzensizlik şeytanına kadar tüm bu şey­tanların kimliklerini bilmeleri halinde kesinlikle aşırı bir önem ver­mekten çekinmişlerdir. Bu nedenle sadece birkaçını akıllarında tut-

22 Şenlikler, L; 5, La Bible, ecriis intertestinıantaires, Gallimard, La Pleiade kolek­siyonu, 1987.

J. Trachtenberg, The Devii and the Jews, Philadelphia, 1943; Paul Johnson, A History of the Jews, a.g.e.

396

İSRAİL

muşlardır.

Peki, Yahudilerde Cehennem yok mudur? Şaşırtıcı gerçek, olmadı­ğıdır: Ölülerin gittiği Şeol bizim Cehennemimizle kıyaslanacak bir Cehennem değildir: Burası, bir “sessizlik ve unutma toprağf’dır... ölen bütün insanlar oraya gitmektedir, “kıvamsızhktan ve boşluktan oluşur: karanlık ve toz onun özellikleridir.”25 Bu, “dönüşü olmayan ülke”dir. Bu terim de Mezopotamyahlardan ödünç alınmıştır; tıpkı bu yerin tanımının Asur-Babillilerin Arallu’sunda yazılı olması gibi. Bu, Eyüp Kitabı’na göre, iyi ya da kötü, kral ya da köle “bütün canlıların buluşmasıdır.25 Ne Cennet ne de Cehennem vardır; tıpkı Hıristiyan­lığın daha geç keşfi olan Araf gibi.

Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi bugünkü haliyle Eski Ahit’te yer almaz, yer alsa da formüle edilmemiştir. Çok daha sonra, 10 II. yüz­yılda, ölülerin dirilmesinden söz eden İbrani Incili’nde ortaya çıka­caktır.

Eski Ahit’in Şeytan karşısında Yahudi ilgisizliğini değilse de se­rinkanlılığım Eyüp , kitabı kadar ortaya koyan bir başka bölümü Sa~ ul’un Endor’daki cinci kadını„ziyareti bölümüdür. Bu ziyaret bölümü olağanüstü bir şiir ve simgecilik içerir (Samuel I, 28; 1-25). Filistin­lilerin İsrail üzerine bir saldırı için birliklerini Shunem’e, sınırlara, yığdıkları dönemde başlar. Saul kendi birliklerini Gilboa’ya yığar. Sıkıntılıdır: “Ve Saul Rabden sordu, fakat Rab kendisine ne rüyalarla, ne Urimle, ne de peygamberlerle cevap vermedi.” Ayrıca, öldürmek istediği Davud’la çalışması da canını sıkıyordu. Sahne Shakespearevari bir yoğunluktaydı ya da Shakespeare’in en güzel sahnelerinin Sa­muel Kitabı’ndaki hikâyeyi çağrıştıran yoğunlukta olduğunu söyle­mek belki daha doğrudur.

24Robert.Martİn-Achard, “İsrail’de Ölülerin Durumu,” Le Monde de la Bible, no 78.

23Eyûb Kitabı, XXX; 23, The New Engîish Bible, a.g.e.

397

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Samuel ölmüştür ve Saul, der hikâye, uyarı olarak, “cincileri ve bakıcıları memleketten kaldırmıştı. Bu bağlamda, sürgün cezası, Eski Ahil’in -hiçbir yerinde yer alpıayan ölüler yoluyla gelecekten haber veren falcılara ya da medyullara danışmanın yasaklanmasından değil, açıkça, Samuel’in hayaletinin dirildiğini gören Saul’un korkusundan kaynaklanmıştır. Bununla birlikte, hizmetkârlarına şöyle buyurur: “Benim için bir cinci kadın arayın, ve ona gidip ondan sorayım.” De­mek ki, “cincileri ve bakıcıları” sürgüne göndermeye bizzat kendi ka­rar vermiş olmasına rağmen, Tanrı’nın onun yararına olan niyetlerine ilişkin bilgi verebilecek bir cinci aramaktadır. Oysa sadece Samuel’in ruhu bu niyetleri bilebilir. Demek ki, tam da cincileri sürgüne gön­derecek kadar korktuğu kişinin ruhunu çağırması gerekir. Karmaşık ve sıkıntılı bir karakterin şaşırtıcı gerçeklikteki portresidir bu; Da­vud’a âşık olmasına rağmen mızrağıyla onu delik deşik etmeyi dene­yen ve en çok korktuğu şey olan Samuel’in hayaletiyle yüz yüze gel­meye kararlı adamın portresidir. Hizmetkârları Endor’da böyle bir kadın olduğu haberini getirirler. Bunun üzerine kral kılık değiştirir ve iki hizmetkârıyla birlikte onu görmeye gider.

Endor’a gece gider, cinci kadın onu kabul ettiğinde söyleyeceği in­sanın ruhunu çağırmasını ister. Kadm Saul’un cincileri ve bakıcıları sürgüne gönderdiğini söyler, çünkü karşısındakinin kim olduğunu bilmemektedir, fakat Saul ona Tanrı adına dokunulmazlık vaat eder. Cnci kadm ruh çağırır ve Samuel’in hayaleti ortaya çıkıp, Filistinlile­re karşı savaşını baştan kaybettiğini, üç oğlunu savaşta kaybedeceğini Saul’a bildirir. Saul yenilir ve hikâyenin devamı hayaletin kehanetle­rini doğrular.

Oysa ortaçağ Avrupa terminolojisine göre ruh-büyücü, yani Şey­tanda pazarlık yapan ve sonsuz lanete mahkûm kişinin medyumluk mesleği kesinlikle şeytansı bir meslek değildir. Tam tersine bu, do­laylı olarak Tanrı’nın sesidir. Tanrı, Samuel’in hayaleti aracılığıyla

398

İSRAİL

bile “büyücü” sesiyle dile gelir. Endor “medyum’’u pagan antikçagın kâhin kadınlarına benzer. Tanrı’nın aletidir.

Eski Ahit’in yansıttığı Yahudi tavrı konusunda kimi kuşkular var­sa da (karşıt bir ideoloji yansıtan sonraki kitaplardan farklı olarak burada “Eski’’-Eski Ahit demek gerekir) Samuel Kitabı’nın yukardaki ayetleri, bunları yok etmiş olmalıdır. Gerçekten de şunu okuruz ora­da: “Ve Rabbin ruhu Saul’dan ayrıldı ve Rab tarafından kötü bir ruh onu üzüyordu.” (16; 14) Hiçbir anlam belirsizliği yoktur, bu “Rab ta­rafından kötü bir ruh”tur. “Kötü ruh” ne demektir? Bu kesin olarak bir cindir. Demek ki cinler Tanrı’nın niyetlerinin parçasıdır; tıpkı Eyüp Kitabı’nda, tanrısal iradenin hizmetinde olan Şeytan gibi. Bu bir çeviriyazı hatası değildir, çünkü bu ifade aşağıdaki ayetlerde de iki kez tekrarlanır. Hizmetkârları Saul’a şöyle derler: “İşte şimdi, Allah tarafından kötü bir ruh seni üzüyor. Efendimiz karşısında olan kulla­rına emretsin, iyi çenk çalan bir adam arasınlar; ve vaki olacak ki, Allah tarafından senin üzerine kötü ruh geldiği zaman eliyle çalar ve sen İyi olursun." (16; 16-17) Bu çenkçi Davud olacaktır. O, Tanrı’nın kötü ruhu hükümranın başını derde soktuğunda Saul’u teselli eder.

Demek ki Tanrı, Eski Ahit’te, hem İyilik hem de Kötülük’tür. Şey­tan onun hizmetkârından başka biri değildir ve Yeni Ahit’te bu kadar güçlü bir şekilde yer alan çatışma Eski Ahit’te asla görülmez. Yeni Ahit’te Şeytan daima Tanrı’nın düşmanı olarak ortaya çıkar ve Gökle­rin Krah’mn karşıtı olarak “Bu Dünyanın Prensi”dir. Yüce iradeye tes­limiyetinde “Eski-Eski” Ahit teolojisi evrende tek bir kutup kabul eder ve Şeytan’m tek rolü Yaratıcı’mn iradeleriyle uyum içinde ol­maktır. Şeytan, Kötülük müdür? Hayır, Tanrı iradesinin gerektirdiği ıstıraptır o. Yeni Ahit’te olan cinlerle ilgili bölümler Eski Ahit’te asla görülmez.

Her durumda, Yunanların eşdeğer sözcük olan diabolos sözcüğüyle çevirdiği Har-Shatan, yanı Hasım adı -bizim Şeytan (Satan) hurdan

399

ŞEYTANIN GENEL TARIHl

gelmiştirhiçbir küçümseyici anlam içermez. Şeytan, Tanrı’nın has­ım olsa da, gördüğümüz gibi hizmetkarıdır da; tanrının kaybetmesini isteyemez, çünkü bu kayıp Yaratılış’ın ve kendisinin sonu olur. Bu. dünyanın da Tanrısı olan İyilik Tanrısı, dünyayı denge ilkesine göre kurmuştur ve Hasım dengenin iki teriminden biridir. Eski Yahudili­ğin kuşkusuz en derin derslerinden biri olan bu hayranlık verici bil­gelik dersinde Eski Ahit’in yazarları 1Ö VII. ya da VI. yüzyılda, dün­yanın efendisi olan ve Kötülüğe hoşgörü gösteren bir Tanrı kavramı­nın teolojik güçlüğünü çözmüşlerdir. Bu, daha sonra Gnostiklerin içi­ne düşecekleri güçlüktür. Gnostikler bu güçlükten yapay bir kavram­la çıkacaklardır: Biri yalnızca tinsel, diğeri yalnızca maddi olan İyilik ve Kötülük’ün üstünde yer alan gerçek Yaratıcı Demiurgos. Burada Tanrı Baba ancak Kötülükle ya da Şeytanla eşit, ikincil bir tanrı ola­caktır. Eski Ahit’te, her şeye muktedir Yaratıcı’mn iyiliği de tartışıl­mazdır: ikincil olan sadece Şeytan’dır.

Eski Ahit’te Tanrı ile Şeytan arasındaki ittifakın bir diğer önemli ibaresi, Musa’nın Üçüncü Kitabı olan Levililer’de görülür. Bu kitabın önemi, Incil’deki buyrukların neredeyse yarısını içermesinden kay­naklanır.

Bu kitapta görülür ki (16; 1-28); Musa’nın kardeşi olan ve Tan­rıya kurallara uygun olmayan bir kurban sunduğu için cezalandırılan Harun’un iki oğlunun ölümünden sonra Tanrı Musa’ya görünür ve şöyle der: Harun, Yahudiler için iki teke ve bir koç alacak ve tapınağa gidecektir, orada Tanrı kefaretgâhm üzerinde belirecektir, ancak Ha­run belirtilen saatte orada olmalıdır, yoksa ölüm cezasına çarptırıla­caktır. Tanrı’nın kurban olarak kabul ettiği tekeler ilahi bir işaretle belirtilecektir. Diğer teke Azazel’e -Şeytan’ın kendisi değilse de yar­dımcılarından biridirsunulacaktır.' Bir uçurumdan aşağı atılacaktır. Bu, ünlü günah keçisidir.

Genellikle karmaşık ve bulanık bir yorumla çevrili ya da gizlen-

İsrail

miş olan bu bölüm Levililer’de karşılıksız bir açıklıkla sunulmuştur yine de. Tanrı-, kendisine sunulan kurbanda Şeytan için de açık bir pay istemektedir.

Yeryüzü’nde var olan bazı şeytanlar, Göksel Konsey’in üyesi Şeytan’m hizmetkârlarıyla resmi olarak özdeşleştirilemez. Ayrıca, çok ileri bir tarihe kadar, Ortadoğu’dan gelen bu şeytanlar belirsizdir. Es­ki Ahit’in kabul görmeyen bir yorumuna göre, büyük bir olasılıkla 1Ö 111. ve II. yüzyıllar arasında kaleme alınmış olan Enoş Kitabı’na göre, cinler Tanrı’ya karşı isyan etmiş melekler değildir; bunlar, ölümlülere âşık olmuş ve onlarla birleşmek için yeryüzüne inmişler­dir.26 Bu, ölümlülerin meleklere âşık olduğu Sodom ve Gomora hikâ­yesinin tersidir; şu farkla ki, bu iki şehirde ölümlüler kendi cinsiyet­lerinden meleklere aşık olurlar. Her iki durumda da hikâyeler, me­leklerin cinsiyetsiz sayılmalarıyla şaşkınlık içinde bırakır. Bu melek­lerin adları Urakabarameel, Akibeel, Tamiel, Ramuel, Danel, Azkeel, vs.’dir; şeflerinin adı Samyaza’dır.

Şehvetperest meleklerle ölümlülerin birleşmesinden “üç yüz arş yükseklikte” devler ve iblisler doğmuştur. Babalarının meleklerden

20Enoş Kitabı, 1770 yılına kadar kayıptır. İngiliz seyyah James Bruce, Nil’in kaynaklarını araştırırken Etiyopya’daki Gondar’a vanr ve orada bir Etiyopya versiyonunu bulur, 1773 yılında yanında üç örnek götürür. Enoş Kitabı ilk kez 1838 yılında İngilizce versiyonuyla başpiskopos Lawrence tarafından yayımlanır. Rahip Migne Encydop&iie thtologique adlı eserinde bunu yeniden yayımlar. Yazarlara göre, Enoş Kitabı 1Ö III. ve II. yüzyıllar arasında hazırlan­mıştır, bazı bölümler 1Ö 40 yılına kadar uzanabilir. Önce Aramca yazılmış ol­malıdır. Ben, 1975 yılında Robert Laffont yayınlarından çıkan Migne versi­yonundan ve Andre Caquofnun açıklamalannın yer aldığı La Bible, icrits intertestamentaires, a.g.e. versiyonundan yararlandım. 1991 yılında Cerf yayın­larından çıkan Dictionnaire encyclopedique du christiunisme ancien’e göre, Enoş Kitabı, tamamen uydurma kabul edilse de, şu tarihsel önemi taşımaktadır: “Öncelikle Enoş Kitabı’nda sunulan Yahudi geleneğine göre ... uzun süre, meleklerin gökten düşüşü tensel bir günah olarak kabul edildi, devler ve ib­lisler de bunun meyvesiydi.”

401

ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ

gelmiş olması bu çocukların kötücül karakterini pek kolay açıklayan bir şey değildir; ancak hikâyenin vermek istediği ders, Kötülüğün cinsel iştahtan doğduğudur. Şurası kesin ki, iblislerden biri, Levililer’deki Azazel (ya da Azazyel, çünkü yazımlar faklıdır), “insanlara kı­lıç, bıçak, kalkan, zırh ve ayna yapmasını öğretti; bilezik ve süs eşya­sı yapmasını, resmetme sanatım, kaşları boyamayı, değerli taşlar kul­lanmayı, her türden boyamayı öğretti, öyle ki dünya kötü oldu... Barkayal yıldızları gözetleme sanatını öğretti. Akibeel işaretleri öğretti. Tamiel astronomiyi öğretti. Asaradel Ay’ın hareketlerini öğretti.”

Daha ilerde, Azazel’in kınanma nedeni keşfedilir: “Gökyüzünde olup biten her şeyi yeryüzünde açık etmiştir.” Bu gerçekten de bağış­lanmaz bir suçtur ve Tanrı, başmelek Rafael’i, Azazel’i sıkı sıkıya bağlamakla, taşa tutup öldürmekle, karanlıklara atmakla görevlendir­miştir ve orada ateşten kurtulmaya çalışacaktır. Yine de, belirsiz ne­denlerle Azazel yazgısına meydan okumuş gibidir.

En çarpıcı nokta Levililer’in ve Eski Ahit’in tümünün sözde-Enoş tarafından görmezden gelinmiş olmasıdır. Sözde-Enoş Levililer’i oku­yup okumadığı belli değildir, çünkü Tanrı’nın yok olmasını istediği bir figüre keçi sunmuş olması pek anlaşılır değildir. Eğer bu Enoş Kitabı daha önceyse -ki, öyle gözükmektedirAzazel’in Tanrı’nın yok edici iradesine direnmiş olması da pek anlaşılır değildir. Her durum­da, bu hikâye Şeytan’a yapılan bütün "Eski-Eski” Ahit referanslarla açıkça çelişmektedir. Burada, Eski Ahit teolojisi ile Enoş Kitabı’mn da aralarında yer aldığı Ahitler arası külliyat arasında kesin bir kopuş vardır.

Sözde-Enoş’un vardığı sonuçlar, kuşkusuz, bizim bugünkü sonuç­larımız değildir: Bu cinler aslında pek de kötülük yapacağa benzeme­mektedir, çünkü -bu kitabın yazarına göre, akıl almaz nedenlerle Kö­tülüğün tohumunu içerir gibi gelen ayna ve boyalar bir yanayazı ve astronomi hiç de şeytansı buluşlar değildir; yazı olmasaydı sözde-

402

İSRAİL

Enoş da kitabım yazamazdı. Dahası, eğer astronomi kötücülse, aynı kitabın 71. bölümünde koruyucu melek Uriel’in niçin astronomi der­si verdiği pek anlaşılamamaktadır.

Ahitler arası bütün yazılarda olduğu gibi, Enoş Kitabı’nda da ya­zarlara, hayali antik düzene yabancı gelen bütün unsurlara karşı şid­detli bir öfke görülür. Bunun, Eski Ahit’in kâhine iliğinin -pek ikna edici olmayanbir öykünmesi olmasının ötesinde genel esini eşine az rastlanır bir hoşgörüsüzlüktür, ki Eski Ahit’te bunun en ufak izine rastlanmaz. Bu, vahiy gelmiş bir peygamberin kitabı olmaktan çok aklı fikri ürkünç, hatta çılgınca masal ve anlatılarda olan, açıklama getirdiği insanlara endişe vermek isteyen bir fanatiğin kitabıdır. En ilginç nokta, Şeytan’ın günah keçisi yerine konmasıdır: Dolayısıyla, dünyada yolunda gitmeyen her şeyin yükünü o taşıyacaktır. Şeytan belki böylece o ünlü keçi haline gelmiştir.

İşin özü ortaya çıkar: 1Ö III. ya da II. yüzyıla kadar Tanrı’nın tes­cilli düşmanı olarak Şeytan imgesi Yahudilikte yoktur. Şeytan ve cin­ler -bunlar arasında hiçbir tabiyet ilişkisi olmadığı gibi Şeytan da di­ğerlerinin şefi olarak hiçbir yerde belirtilmemiştirhepsi Tanrı’nın hizmetkârlarıdır. Şaşırtıcı gelse de, metinler bunu kanıtlamaktadır.

Yine de, Şeytan Yahudi geleneğinde vardır ve Hıristiyanlık Şeytan’ı Yahudilikten almıştır. Tüm Yeni Ahit Şeytan’ın ve cinlerinin kö­tülükleriyle doludur. İsa’nın gerçekleştirdiği şeytan kovma bölümleri ve hemen hepsinde cinlenmenin açıkça hastalık nedeni olarak gösteril­mesinin üzerinde durmasak da, Saul’un hikâyesinde “kötü ruhlar "in Tanrı tarafından gönderildiğini gördük. İncil yazarları Eski Ahit’e ilişkin son derece vasat bir bilgiye sahiptirler. İçlerindeki her şeyde Essenlilerin etkisi görülür. Peki, Şeytan ne zaman, nasıl rol değiştir­miştir?

Bu değişimin habercisi akımlar Hıristiyanlıktan öncedir. Gerçek­ten de, cinlerin tamamen kötücül olarak, sadık dostu oldukları Tarc-

403

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

rı’nın ve insanlığın düşmanı olarak ortaya çıktıkları ilk metinlerden biri Enoş Kitabı’dır. Bu, gördüğümüz gibi, görece geç bir kitaptır, kimi zaman Essenlilere ait olduğu düşünülür, büyük bir olasılıkla kısmen onlara aittir, çünkü karma bir eserdir27 ve Gnostisizmin bir­çok izine rastlanır. Ne var ki, Şeytan’ın ortaya çıkışının politik bağla­mını burada anmak zorunludur; bu olmadan Isa’nın rolü ve süreci başta olmak üzere, hiçbir şeyi kavrayamayız.

Yahudi metinlerinin Şeytan karşısında kararlı bir şekilde düşman bir tavır takındıkları dönem tam olarak Helenistik Yahudilik dönemi­ne denk düşer. Daha ilerde göreceğimiz gibi Helenizm, Yahudiliği kısmen yutmak üzeredir. Peygamberlerin sonuncusu Malak! öleli uzun süre olmuştur. Mesih’in, yani İsrail’in şöhretini yeniden inşa edecek Davud’un bir ardılının ruhunun geleceğine dair umutlar yok olmuştur ve bu böyle kalmak zorunda gibidir. Umutsuzluk yerleş­miştir.

Yahudiler, Babil Imparatorluğu’nun tehditkâr karanlıklarından tam kurtulmuşlardı ki, ÎÖ 332’de İskender împaratorluğu’nun hakimiyeti altında girdiler. Ardından, kahraman tarihin kumları altına gömüldü­ğünde ve efsane olarak yeniden dirilmesi beklenirken, Filistin, Ptolemaioslar dönemi Mısır’ındaki Helenistik împaratorluğu’na, daha son­ra da Suriye’deki-Selefki krallarının imparatorluğuna dahil edilmiştir. Bağımsızlık, sonsuza kadar değilse de, uzun süre için kaybedilmiş gi­bidir. O dönemden itibaren ve 1949’da Filistin’de Yahudi Merkezi’nin kuruluşuna dek ve daha sonraki yıllarda, bu ülkenin Yahudiler! mey­dan okuyamayacakları kadar büyük güçlerin silahlı gücü altında yaşa­yacaklardır.

Ptolemaiosların, ardından da Selefkilerin tahakkümü kuşkusuz ha­fifti, çünkü Yahudiler Babil’e ilk sürgünlerinden beri görülmemiş bir

27Caquot, a.g.e.

404

İSRAİL

bağımsızlıktan yararlanırlar. Bu, imparatorlukların gölgesinde yaşa­manın avantajlarından biridir: Bir tiranın onları tutsak etmesini dü­şünmek artık olanaksız gözükmektedir. Yüzyıllardan beri ilk kez Ak­deniz meltemleri yumuşak esmektedir. Ancak Yahudilik krizdedir. Peygamberler sayesinde sürdürülen ve Musa’dan bu yana kesintiye uğramış olan Tann’yla diyalog sadece ezici bir sessizliğe yerini bı­rakmakla kalmamış, dahası esas olarak teokratik nitelikteki ulus yapı­lan da II. yüzyıldan itibaren çatlamıştır.

Bu çatırtılar 1Ö 175’ten itibaren sürmektedir, büyük rahip Jason Kudüs’ü tamamen Helenleştirmiştir; en iğrenci de, Kudüs’ün adı, Ku­düs’teki Antiokheia olarak değiştirilmiştir. Kurumlar Helenistiktir, Yahudiler, özellikle zengin olanları, son derece Helenleştirilmiştir. Yahudiliğin temel dinsel kurallarından biri olan sünnet artık uygulan­mamaktadır ve birçok kişiye artık eskimiş olarak gelmektedir.28 Ja­son, kendi yerine geçen Menelas adlı bir büyük rahibin kendisinden daha Helenci olduğu kanısındadır. Ardından şaşırtıcı saçmalıkta bir iç savaş, Menelas’ın aristokrat yandaşları ile Jason’un halktan gelen yan­daşları arasında patlak verir. Helenleştiricilerle “aşırı-Helenleştiriciler” arasındaki boş rekabet yüzünden dökülen kanlar, Filistin efendisi ve Suriye’nin Selefki kralı IV. Antiokhus Epiphanes’i haklı olarak kız­dırdı. Hükümdar kararnameyle Yahudi geleneklerini yasaklamaktan yana oldu. Bunu kesin olarak ve hatta vahşice uyguladı. Antik Yahudi­liğe sadık kalan yaşlı rahip Mattatias ve oğulları, vahşi bir şekilde is­yan ederler: Altı adam, pagan tanrılara kurban veren inançsız bir Yahudiyi herkesin gözü önünde öldürürler, ardından Antiokhus’un bir memurunu, Apelles adlı birini, sonra da ona eşlik eden askerleri öl-

28 Bunun kanıtı Asmonilerin ya da Makkabilerin girişimiyle verildi. Rahip Mattatias’ın beş oğlu, Kudüs’ün mahallelerine ve kırlara yayılıp, dinsel kurallara uygun olarak, Yahudi çocuklannı doğumlarından beş gün sonra zorla sün­net ettiler.

405

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

dürürler.29

Böylece, Yahudilerin pagan işgalcilere karşı gizli savaşı başlar. Sa­vaş, 70 yılında Titus’un Kudüs’ü yağmalamasıyla (ve bu, altmışbeş yıl sonra Hadrianus Kudüs’ü yok ettiğinde ve Yahudi ulusunu hemen hemen tümüyle “tasfiye ettiğinde” Yahudiliğin tamamen yok olması riskine yol açacaktır) son bulacaktır: Kesin biçimini almamış iki bu­çuk yüzyıllık “gerilla savaşı” ve en ünlü dönem, İsa’nın çarmıha ge­rilmesinin ardından gelen süreçtir. Bunlar din savaşları mıdır? Kuş­kusuz evet, ama aynı zamanda da politik savaş, çünkü teokrasilerde ve teokratik dinlerde her ikisi birbirinden ayrılmaz. Makkabiler Tora’yı canlandırmak için olduğu kadar kişisel ihtirasları için de savaşı­yorlardı.

Makkabılerin zaferleri gizli anlaşmalar içinde bocalayıp durur: Mirasçıları Yonatas Helenizmin cazibesine kapılacak ve İsparta ile dostluk anlaşması imzalayacaktır, ardılı Aristobulos kendi adını Philhellen, yani Helenizmin dostu olarak değiştirecektir, yine ardılı IV. Alexandros lannaios da Yahudi kralı olarak Yunan karakterlerinin ka­zılı olduğu para bastıracaktır -ey sapkın! Sondan bir önceki kral II. Yohannes Hyrkanos Helen-karşıtı Essenliler! halledecektir. Bunların tümü XX. yüzyılda yeniden yorumlanacaktır, çünkü içlerinden biri tüm hanedanlığın üzerine cehennemvari bir ün atmıştır: İsa’nın öncü­lü olan birini, Essenlilerin liderini, son derece ünlü olduğu kadar gi­zemli de olan, sadece Adalet Sahibi adıyla tanınan kişiliği, vajışi bir şekilde ve belki de çarmıha gererek (bu tartışmalıdır) öldürmüştür. Asmonilerin hangisi öldürmüştür? Bu yüzyılın sonunda bu hâlâ tartı­şılmaktadır?0

29Flavius Josephe, Aiitiquitts jtidaique, XII, s. 266 ve devamı. İngilizce versiyonu Loeb Classical Library Jewish Aııtic/uities, Harvard University Press, Cambridge, Mass. &r William Heinemann, Ûd., Londra, 1986.

3°Ölü Deniz ve Essen Elyazmaları’nm en iyi uzmanlarından biri olan Vaux rahi-

406

İSRAİL

Gerçekten de en önemli olay, Helenizmin kışkırtmalarına teslim olan Helen-karşıtı Makkabilerin kökeninde, kendilerine de kaynaklık eden isyan ruhunu yeniden canlandırdılar, Yahudiler artık kendilerini onlarla özdeşleştirmezler ve bu pagan işbirlikçilerini reddederler. Tepki ortaya çıkmakta gecikmez: 1Ö II, yüzyılın ortasına doğru gele­nekçi bir grup mümin, Tora’ya bağlı olmayan bir rejime karşı duy­dukları büyük öfkeyi dile getirerek çöle çekilirler; Essenliler bunlar­dır.31 Onları açıkça küçümserler; aforozlar birbirini izler, çatışma ka­

binin, Adalet Sahibi’ni ölüme mahkûm etmekten sorumlu “Kötü Rahip”in lyani “Kötü Büyük Rahip”] hangi Asmoni olduğunu resmi olarak saptamaya arkeolojinin olanak tanımadığını söylediği 1959’dan bu yana pek bir şey de­ğişmedi: ona tas (152-143), Simon (143-134), Yohannes Hyrkanos (134104) ya da IV. Alexandros lannaios (103-76), hatta 11. Yohannes Hyrkanos (76-40) (Archaeology and the Dead Sea Scrolls, Oxford University Press, 1973). Bildiğimiz gibi, sondan bir önceki Asmoni, büyük rahip II. Yohannes Hyrkanos Essenlileri kıyıma uğratmıştır; mallanna el koyma emrini de o ver­miştir (“Habakuk Yorumu”nun 11. notu, La Bible, £crits intertestamentaires, a.g.e.) ve o, Essenlilerin düşmanı “dinsiz rahip" tanımına uymaktadır (bkz. yukardaki 17. not). “Habacuc Yorumu’’nun tümü bu büyük rahibi, Adalet Sahibi’nin görünüşte vahşice öldürülmesinin sorumlusu olarak belirtilmekte­dir. Yine de, şunu da unutmamak gerekir: a) Yine Essenlilere göre, Adalet Sa­hibi, Kumran’daki Essen topluluğunun kurucusu değilse de, düzenleyicisidir ve bu, II. Yohannes Hyrkanos’ın egemenliğinden çok eskiye (yaklaşık bir yüzyıl) dayanır; b) Kum ran arkeolojisinin bu kez kesin bir şekilde tanıklık ettiği gibi Essenliler 1ÖJ1. yüzyılın ortasından itibaren topluluk halini almış­lardır; yani, Vaux rahibinin belirttiği gibi büyük rahip Yonatas’ın tahta çıkış tarihi olan 152 ile yeğeni Simon'un tahta çıkış tarihi olan 143 arasında Kumran’a yerleşmiş olmalıdırlar; c) başlarında bir şef olmadan buraya yerleşmiş olamazlar; bu da, iki uzmanın, G. Vermfes ilej.T, Milik’in belirttiği gibi Adalet' Sahibi’ni Simon’un ya da Yonatas’ın çağdaşı yapar. Dolayısıyla, Asmoniler ai­lesinin bir tür geleneğidir bu, onları hakaretlere boğan bu keşişlere kin güt­mektedirler.

31 Gerçekten de mezhebin oluşumu Makkabiler hanedanının tahta çıkışma bağlıdır, yani ÎÖ II. yüzyıl başıdır. Kahraman Yuda Makkabi’nin oğlu Yonatas’m büyük rahip tahtına çıkışı meşru Sadok soyunun ayağını kaydırıyordu. Bu meşru soyun son temsilcisi IV. Onias, Simon Makkabi döneminde Mısır’a sürgün edildi ve orada Leontopolis Tapinağı’m kurdu, Yahuda’da kalan Sa­dok yanlıları, yani “hükümdar soyunu savunanlar” Tesniye’nin bu ihlal edili-

407

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

çınılmazdır: Kudüs’ün büyük rahibi Essenlilerin en saygın kişisini, ilahi Gnostik abidelerin yorumcusu Adalet Sahibi’ni ölüme mahkûm etti. I. yüzyılın başından itibaren (6-7 yılı) Yahudi düşünceyle sınırlı kalmadı. Romalılara, Helenizmin temsilcileri olan bu pagan yabancı­lara saldırmak amacıyla Galile’de silahlı gruplar oluşturuldu.

Günümüzde “köktendincilik" olarak adlandırılan bu eğilimle kı­yaslanan dinsel sertliğin bu derinleşmiş koşullarında Eski Ahit’ten kopma meydana geldi ve Şeytan, Eyüb’ün Kitabı’nda gördüğümüz Göksel Meclis üyeliği statüsünü resmi olarak kaybetti. Yahudi inancı, Paul’ün getirdiği değişiklikte bile cehennemi bir hal almıştı. Pavlus, ilk havarilerin azgın muhalefetine rağmen, “îsacıhğı" Roma Hıristi­yanlığına dönüştürmek için Yahudi kökeninden kopardığında da bu cehennemvari halini koruyacaktır: Gerçekten de, ilk Hıristiyanlar İsa’nın dönüşünü, Bin yılı ve dünyanın sonunu öyle ateşli bir şekilde bekleyeceklerdir ki, korku dolu bir eylemsizliğe düşeceklerdir ve Pavlus kendini tepki göstermek zorunda hissedecektir.

Şeytan’m adı ya da eşanlamlısı Babil Baal’ı Belial’m32 adı ne Ölü Deniz Elyazmaları’nda ne de iki Ahit arası metinler külliyatında,33

şine kızdılar ve hoşnutsuzluklannı belirtmek için çöle göç ettiler. Kumran topluluğu böyle doğdu. Yine de Essenlilerin çöle göçten önce var olduklanm belirtmek gerekir.

32Şeytan’m diğer adı olan Belial, Babil tannsına açık bir göndermedir. Kuşku­suz bu ad, belgelerin yazıldığı geç dönemde kullanılmamıştır. Ancak, Eski Ahit yorumlarını özgünleştirmek amacıyla bu yoruma eski bir üslup vermeye çalışan yazarlann miras aldıkları eski üslupla açıklanır.

33 Ölü Deniz elyazmalan, yani Kumran yakmlânndaki mağaralarda bulunmuş olanlarla tam anlamıyla Essenlilere ait olanlar ve iki Ahit arası yazılar -bu ifa­de, yazarlannın Eski Ahit’e bağlamak istedikleri ancak kilise yasalanna uygun Incil’e at olmayan yazılan (eskiden kilise tarafından kabul görmediklerini belirtmek için günümüzde “psödepigrafik” denir) belirtmek için Anglo-Amerikan deyişiarasında genellikle aynm yapılır. İki Ahit arası bu metinler Essenlilerden kaynaklansa da yine de Essenlilerden önceki metinleri de kapsar ve Essenlilere ait olanlar, onların yeniden yazımlandın Bu konuda, La Bible, ecrits mtertestamentaires, a.g.e.’deki iki Ahit arası yazıların baskısına Marc Phi-

408

İSRAİL

tanrısallıkla uzlaşmayan bir Kötülük’le özdeşleştirilmeden bir kez bile ya da daha kesin olarak söylersek, bir kereden fazla geçmez. Tüm bu alıntıları toparlamak ayrı bir kitabı gerektirir?4 ilahiler Yazılarında, Kurallar Yazıları’nda, Damas Belgesi de denen Damas Ülkesi’ndeki Ye­ni ittifak Üzerine Belge’de, Savaş Yazıları’ndaKötülük Prensi’nin ta­nımları kesindir. Belial lanetlidir, Işık Prensi’nin yükselişi karşısında yok olmaya mahkûmdur; kimi zaman Aldatma Ruhu’yla ya da Karan­lıklar Meleği’yle özdeşleştirilir, Düşman olarak görülür ve Tanrı’dan tamamen ayrıdır. Sancak ve boru taşımayla ilgili yazılarda (çünkü Es­senliler savaşa iyi hazırlanıyorlardı) şöyle denmektedir: ‘‘Tanrı’nın öfkesi Belial’a ve onun nasibindeki istisnasız herkese karşı kudurmuş­tur.”

Karanlıklar Prensi’ne atfedilen diğer adları -dört kez geçen Baal ya da sekiz kez geçen Mastema gibisaymazsak, iki Ahit arası metinler­de Şeytan’a en az yirmialtı ve eşanlamlısı Belial ya da Beliar’a yetmiş gönderme vardır. Şeytan’ın aracısı kötülük meleklerinin sayısı hesap­ları altüst etmektedir. Burada da, adının geçtiği her yeri belirtmek ay­rı bir eseri gerektirir. Birkaç örnek yeterlidir. Yahuda kralı Hizkiya tek oğlu Manasse'yi kehanetlerini açıklamak ve bilgeliğini devretmek için çağırır, peygamber İşaya, kötü melek Samael aracılığıyla, hiçbir şey yapamayacağım ve Manasse’nin Kötülüğe yenik düşeceğini duyur­mak için müdahale eder. Bunun üzerine Hizkiya oğlunu öldürmeyi ta­sarlar, ancak işaya onu caydırır. Aslında, babasının ölümünden sonra Manasse Samael’e yenik düşer ve “babasının Tanrısına hizmet etme­ye” son vererek “Şeytan’a, meleklerine ve güçlerine” hizmet etmeye başlar. “Manaşse, Bellal’e hizmet etmesi için aklım çeler, çünkü bu

34Daha ayrıntılı bilgi için Bemard Teyssfedre’in Naissartce du Diabk, a.g.e., eseri­nin “Kumran: Üç yüzlü karanlık” adlı VII. bölümüne başvurulabilir.

409

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

dünyanın prensi olan günah meleği, Matanbukus denen Belial’dir,”j5 O dönemde Şeytan ile Belial arasında ortalığı kasıp kavuran karışıklı­ğı ya da bunların birbiriyle özdeşleşmesini yansıtan metindir bu. Bu özdeşleşme ayrıca üçüncü esrarengiz ad olan Matanbukus’u da içerir. Bu aynı zamanda, kötü meleklerden oluşan bir gruba sahip Şeytan’ın da ilk kez ortaya çıkmasıdır.

Bir Şeytan, mı vardır, birden fazla mı? Essenlilerde bu konuda bir dogma var gibi gözükmemektedir, çünkü gördüğü kehanetleri anlatan sözde-Enoş şöyle söyler: “Dördüncü sesi [Tanrı’ya övgüler yağdırdı­ğını işittiği esrarengiz kişiliklerin sesini] Şeytanları iterken ve onla­rın Ruhların Tanrısı’na yaklaşmalarını yasaklarken işittim...”36 Bir kez daha, Göksel Konsey’de yer alan Şeytan’ın uzağındayız.

Ancak, bu inanç değişikliği daha karmaşık bir şeydir. Şeytan’a her zaman emreden bir Tanrı ile Nuh’un soyundan gelenler arasında itti­fak oluşturmuş olan Eski Ahit metnini açıkça göz ardı eden Jübileler’in yazarı şöyle der: “Bu kutlamaların üçüncü haftasında erdemsiz cinler Nuh’un oğullarının çocuklarını baştan çıkarmaya, onları boz­maya ve yok etmeye giriştiler,” Bunun üzerine, söz konusu kurban­lar, kötü ruhların güçsüz kalmaları için büyükbabalarından Tanrı hu­zurunda aracılık etmesini istediler. Fakat burada, işin ilginci, “Mastema ruhlarının prensi,” yani Şeytan, çok adlı varlıkların en üstünü, Enoş’un “ruhlarının Efendisi” değildir; daha ilginci, bu Şeytan Tanrı’ya işbirliği önerir. Garipliğin doruk noktası olarak Tanrı bunu ka­bul eder. Şeytan’ın savunması hoşuna gider: “Yaratıcı Tanrı, [bu ruh­ların] bazılarım benim önümde bırak kİ sesimi İşitsinler ve söyledi­ğim her şeyi yapsınlar. Gerçekten de, eğer bana hiç kalmazsa, insan­lar üzerinde irademin gücünü uygula ya mam.”37 Günümüzde, Mutlak

35“lşaya’nın Öldürülmesi,” 11, La Bible, <*crits intertestaınentaires, a.g.e. ■

36I Enoch, XL, La Bible, &rits mtertestamentaires, a.g.e.

37 Şenlikler, X, Ln Bible, ecrits mtertestaınentaires, a.g.e.

410

İSRAİL

İyilik ile Mutlak Kötülük arasında bir anlaşma iyi karşılanmaz; yine de bu olmuştur. Bu, Tanrı ile Şeytan’ın her zaman iyi geçindikleri Es­ki Ahit’e kısmi bir geri dönüştür. Ancak, açıkça görülmektedir ki, Şeytan üzerine düşünceler ve Tanrı politikası, 1Ö II. yüzyıldan itiba­ren en azından değişkendir.

Gerçekten de, iki Ahit arası ünlü bir metin olan, “Damas Belgesi” de denen “Damas Elyazması,” Tanrı’nın, İttifaka girmiş olanları Şeytan’dan koruduğunu özellikle belirtiyordu: “Bunlar ilk Ziyaret sıra­sında kurtarıldılar, ancak geri çekilenler kılıca teslim edildiler. îttifak’a dahil edilip de buyruklarına uymayanların yazgısı, Belial aracılı­ğıyla kökünü kazıma amacıyla onları ziyaret ettiğinde böyle olacak­tır.”38 Oysa Şeytan’ı Nuh’un torunlarına karşı kışkırtmanın hiç nedeni yoktur. Bu yeni Şeytan bir kez daha kaprisli kötücül biri halini almış­tır.

İki Ahit arası metinlerin ve Kumran metinlerinin eskatolojide Şeytan’ın rolüne ilişkin tutarsızlığı ortadadır; tüm yazarlar artık onun Tanrı’nın düşmanı olduğu konusunda hemfikir olsalar da her yazar farklı bir yorum getirmektedir. Örneğin göğün yedi katım tanımla­yan bir başka Essen metni, “üçüncü katta, Kıyamet gününde yolunu şaşırmış ruhların ve Beliar’dan intikam almak için oluşturulmuş ordu birliklerinin bulunduğunu” belirtir.39 Kimi zaman Tanrı’nın niyetle­riyle işbirliği yapan, kimi zaman da göksel birliklerin öfkesine mu­hatap olan bu Beliar karşısında insan neredeyse merhamet duyar.

Tekvine kadar uzanan yeni ayrıntı kadının Şeytanın müttefiki ol­masıdır. Çünkü Essenlilerin temeldeki kadın düşmanlığı fırsat bul­dukça ortaya çıkar ve kadını.Şeytan’ın hizmetkârı olmakla suçlar:

"Kadınlar kötüdür, çocuklarım, erkek üzerinde otoriteleri ve güçleri ol-

^“Damas Yazısı,” VII; 21-VIII; 1-2, La Bible, öcrits intertestamenlaires, a.g.e.

39“Levi Vasiyeti,” III; 3, La Bible, fcrits intertestamentaires, a.g.e.

411

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

madığından onu kendilerine çekmek için yapmacıklıklara başvururlar... Ka­dın erkeği açık açık karşısına çıkarak yenemez, fahişe tavırlarıyla onu alda­tır,” der Tanrı’nın Meleği, iki Ahit arası bir başka metin olan “Ruben’in Vasiyetinde, “şehvetperestlik aklınızı çelmiyorsa, Beliar size boyun eğdiremez.”40 Bu sık rastlanır bir temadır. Bir başka “Ahit/Vasiyet”te, Simeon’unkinde de buna rastlanır: “Şehvetperestlikte.n uzak durun, çünkü şehvetperestlik bütün kötülüklerin anasıdır, Tanrı’dan uzaklaştırır, Beliar’a yaklaştırır.”41

Fakat Essenlilerin evliliğe düşman oldukları, dahası, ancak fizik­sel güzeliklerinden emin olduktan sonra adayların kabul edildiğini bi­liyoruz.42 İki Ahit arası yazılmış bir başka metin olan “Adem ile Hav­va’nın Yunan Yaşaminda, Havva’nın Cennet’e oğlu Şit eşliğinde geldi­ği anlatılır (Tekvin’in bu yorumunda Havva’nın otuz oğlu olmuştur). Şİt, orada bir hayvanın saldırısına uğrar. Havva hayvanı azarlar ve eziyet eder; hayvan şu karşılığı verir: “Nasıl oldu ağzın açıldı da Tan­rı’m n sana yemeği yasakladığı ağacın meyvesinden yiyebildin? İşte bu yüzden bizim de [hayvanlar] doğamız değişti.”43 Burada, Cennet’ten kovulma sonrası yaşamın tüm kötülüğü ilk kadının hesabına yazılır. Daha iyisi yapılamazdı!

Demekki, iki dönemin birleşme noktasında Yahudiliğin Büyük Krizi diye adlandırılan, Essen ideolojisinde tam olarak ifade edilen krizden yola çıkarak Şeytan, Tanrı’nın yeminli ve ezeli düşmanı ola­rak tanımlanmıştır. Sürgünden dönüşte her ikisi de aynı amaç için iş­birliği ederlerken, çağımıza yaklaştıkça birbirlerini sonsuza dek la-

40“Ruben Vasiyeti,” IV-V, La Bible, tcrits intertestaınentaires, a.g.e.

41“Simeon Vasiyeti,” V; 3, La Bible, ecrits intertestaınentaires, a.g.e.

42Bu ilginç ve pek bilinmeyen nokta sadece John Allegro tarafından belirtilmiş­tir: The Dead Sea Scrolls: A Reappraisal, ve benim tarafımdan Les Sources, dip­not 3 l’de yeniden ele alınmıştır.

“Adem ile Havva’nın Yunan Yaşamı," X-X1, La Bible, icrits inter testamentaires, a.g.e.

412

İSRAİL

netlemeye koyulurlar. Bu evrim, Essen Yahudiliğinin derinliklerinden dalga dalga yayılan -neredeyse bir kabarma denebilirmutlak ikicilik teolojisi olan Gnostisizm akımını doğrudan yansıtmaktadır. Maddi olan her şey kötüdür ve her türlü erdem tinseldir. Dünyanın Tanrı ile Şeytan arasında paylaşılması tamamlanmıştır.

Bu ikicilik bir Yahudi yaratısı mıdır? Yahudiler arasında ortaya çıkmış olsa da bir Yahudi keşfi değildir, çünkü ilk önce 1Ö VI. yüz­yılda Mazdacılık tarafından formüle edilmiştir: Zerdüşt sonrası kan­lılarda evren iki temel kutup etrafında örgütleniyordu. Tanrı-Ahura Mazda ve Ahriman-Şeytan; her ikisi de birbirlerinden aynı oranda tik­sinirler. Bu durumda, Yahudiliğin, sapa yollar aracılığıyla Mazdacıhğın etkisine maruz kaldığı vars ayılabil ir mi? Bu bir gerçektir ve ol­gular bunu kanıtlamaktadır: Tutsaklığın yakıcı aşağılamasına rağmen Yahudiler, Keyhüsrev’den itibaren kanlılardan bir “kutsal kişi” ya da “mesih”44 şeklinde lütufkâr bir anıyı korumuşlardır. Pers ve Med top­lulukları Babİl’i işgal ettiklerinde Yahudiler orada tutsaktılar ve onları Babil’deki çoktanrıcı paganların hükümranlığından kurtardılar. Tanrı Marduk’un altından heykelini döktüren, sonra Babil rahiplerini katle­den Darius daha iyisini yapmış oldu. Darius’un ardından gelen Artakserkses Yahudilere daha da iyi davrandı; örneğin Kudüs tapmağı ve duvarları onun döneminde, 1Ö 445’te yeniden inşa edildi ve Ezra yine onun sayesinde hem Kudüs hem de Yahuda’nın şefi ilan edildi. Yahudilere göre Persler kalıtımsal olarak iyilikseverdir.

Yahudilerin Perslere (ve müttefikleri Medlere) gösterdiği itibarın politik nedenleri de yardır: Babil’i bağımlılığa zorlayanlar Terslerdir. Keyhüsrev Yahudilerin Filistin’e dönmesine izin verdiğinde içlerinden çoğunun ve “belki çoğunluğunun Babil’de kalmayı tercih ettikleri”45 kimi zaman unutulmaktadır.

44 Roman Ghirshman, L’lran, des oriğiıves d l'islam, Pay ot, 1951.

413

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Demek ki Yahudilerin Mazdacılığı tanıyacak bol zamanları oldu46 ve örneğin başlangıçtaki Mazdacılığm ne olduğu üzerine aydınlatıcı bazı açıklamaları Babil Talmudu sayesinde ediniyoruz. Yahudiliğin Mazdacılığa borçlan birden çok yazar tarafından kabul edilmiştir: “Samilerin ölümden sonra yaşama olan eski inançları Persler tarafın­dan ölümsüzlüğe kadar vardırılmıştır; Yahudi doktrinlerine girmiştir ve bu basamaklardan geçerek Zerdüştçülük Hıristiyan teolojisine ka­dar erişmiştir.”47 Başka dinler gibi Yahudilik de çok daha eski olan, ancak Mazdacıhk biçimi altında Zerdüşt tarafından yenilenen Vedacılıktan kaynağını almıştır.

Dört yüzyıl sonra Yahudi-Pers bağları silinmemiştir. 1Ö 53 yılın­da Parthlar Romalılara yürekler acısı Carres yenilgisini yaşattıkların­da “Filistin Yahudileri, Şam Nabatinleri, çöl Arapları ve Palmyrahlar gibi Romalılara düşman Batılı Samİler umut dolu gözlerini Pers’e doğru çevirdiler...”48

Yahudilerin Persler karşısındaki bu sempatisi tamamen doğrulan­mıştır: İnançları Pers dini karşısında özel bir hoşgörüye yöneltiyordu onları, çünkü Zerdüşt reformundan bu yana özellikle tektanrıcı olan dünyadaki diğer tek din oydu. Bu nedenle onu özel bir dikkatle ince­lediler ve melek denen bu göksel yaratıklar fikrini onlardan aldılar.49

4>Paul Johnson, A History of the Jews, a.g.e., s. 85.

^Clarisse Herrenschmidt, “Mazdeizm." Le Grand Atlas des religions, Encyclopae­dia Universalis, 1988. Yazar bu metnin incelenmesinin hâlâ tamamlanmadığı­nı belirtir.

4?Romain Ghirshman, L’Irnn, des origines â l’islmn, a.g.e., s. 199.

48A.g.e., s. 244. Yaklaşık yirmi yüzyıl sonra, görünüşte çok farklı bir bağlamda, İsrail devletinin İran karşısındaki tavn geleneğe sadık kalmaktadır.

49 Bu varlıkların ilk tanımı Avesta’da yapılmış olan, İyilik Ruhlan’nın (daha doğ­rusu “koruyucu” ruhların) ya da Ahura Mazda’nın etrafında dönen -bkz. bölüm 6ve Enoş I, XX’de farklı değişkeler ve adlar alan bir hiyerarşi içinde örgütlenmiş Aıneşnspeııd’in tanımıdır. Doğu dinlerinin Yahudilik üzerindeki etkisi antropoloji tarafından açıklandığı gibi, tutucu eğilimli bir haham olan,

414

İSRAİL

“İsrail düşüncesiyle aynı sıfatla, reforma uğramış olan Mazdacılık ibadet ile bireysel ahlaki yaşam arasında sıkı bağlar oluşturma övün­cüne sahipti.”50

Ahura Mazda1 nın adının -“Hakikat-Adalet”tekrarı gibi gözüken Essen mezhebinin liderinin adını oluşturan terimler -“Adalet Sahi­bi1’kaynaklarına dönmeye çabalayan ve Helenleştirici, “işbirlikçi” din adamlarını dehşetle reddeden bir Yahudiliğin son atılımı olan Essencilikte, Mazdacılığın Yahudiliğe dönüşümünün işaretlerini görme girişimini güçlendirir.51. Yahudiler Mezopotamya’dan Tekvin şemasını almışlardır, Tanrı-Şeytan ikiciliğini de oradan ödünç almış olabilir­ler.

Bu hem meşru hem de tehlikeli bir girişimdir, çünkü Mazdacılık ile Essen Yahudiliği arasında temel bir farklılık vardır; ve bu da Ya­hudiliğin kıyamet gününe ilişkin düşünceleredir. Mazdacılara göre evren, içkin bir tanrısallık -kozmik Zaman ya da Zurvaniçinde ka­palıydı, bu tanrısallık Tanrı-Ahura Mazda ile Şeytan-Ahriman karşıt­lıklarını uzlaştırıyordu. Oysa Zurvan ezeli ve hareketsizdi. Tersine, Essenlilere göre Zaman’m sonu yakındı; 1Ö 31 yılında görüldüğü gi­bi. O yıl bir deprem Yahuda’yı sarstığında otuzbin kişi ölmüş, Kumran’daki binalar zarar görmüş ve yangın çıkmıştı: Essenliler çöle

kimi yankılar yaratan The Savage m Judaism (Indiana University Press, 1990) eserinin yazan, Stanford Üniversitesi antropoloji profesörü Howard EilbergSchwartz’m çalışmalanyla da açıklanmıştır. Eilberg-Schwartz’a göre, örneğin sünnetin kökeni Dogu’nun bereket törenlerine kadar uzanır ve geneleksel olarak buna verilen simgesel anlam “Tekviri’in.hatalı bir yorumundan kay­naklanır. Bu konu bu kitabın kapsamını aştığından, Eilberg-Schvzart’m eseri­ne başvurmaya yönelttiğim için okur beni bağışlasın.

50Maurice Meuleau ve Luce Pietri, “Dünya ve Tarihi,” c. 1, Le Monde antique e t les dtbuts du Moyen Age, Robert Laffont-Bouquins, s. 140.

31kumran yazılarında Mazdacı teolojinin bir yansısını görmenin nedenlerini parlak* bir şekilde açıklayan Naissance du Diable (a.g.e.) eserinde Bernard Teyssödre bu girişimi sürdürür

415

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

kaçtılar,52 Mahşer Gününün pek yakında olduğuna inanıyorlardı. Es­senliler dünyanın sonunu artan bir sıkıntı ve inançla beklediler. Persler bunu asla düşünmediler.

Tanrı’nın düşmanı Şeytan’ın Mazdacılıktan ödünç alındığı açıktır. Bu, yukarda verilen örneklerden anlaşılacağı gibi, başlangıçtaki Yahu­diliğe yabancı bir kavramdır. Ancak, Yahudi halkının kimliği tehlike­ye girdiği andan itibaren, önce askeri tahakkümlerle, ardından Roma işgalinden kaynaklanan Helenizm gibi kültürel sızmalarla birlikte ortaya çıkmıştır. Terk edilmişlik duygusunda yer ahr; Yahudiler ulus olarak özerkliklerini yeniden kazanmaktan umutlarını kesmişlerdir ve Essenliler kendilerini halklarının son namuslu kişileri ve Tora’nın ve Yahudi erdeminin tek mirasçıları olarak kabul etmektedirler. Şey­tanın bu ödünç alınması politik nedenlerle meydana gelmiştir.

Bu dönemde düşmanı açıkça belirlemek ve damgalamak gerekiyor­du. O, Yahudilerin, seçilmiş halkın ve dolayısıyla Tanrı’nın düşma­nıydı. Essenliler Mazdacıların Şeytan’ma bunun üzerine başvurdular, ama çelişik bir biçimde, onu Ahriman diye değil Mezopotamya’daki adıyla andılar: Ugaritik Bel ya da Baal’dan türeyen Belial. Ve kolaylık­la anlaşılır: Kudüs’te büyük tapmağı olan biridir bu; öyle büyük bir tapmak ki, Yehu, bu tanrıya inananları oraya çağırdığında, “gelmeyen tek bir kişi kalmadı.”51 Sıkıntının ağırlığı altında, Babillilerin eski Yaratıcısı, döllenme, bereket, yıldırım ve savaşçılar tanrısı, böylece, Kumran keşişlerinin bedduasına uğrar.

“Lanet olsun Belial’a

Düşmanlık planı için,

Utanılacak hizmeti için.

52 Yine de, Essenliler bir süre sonra Kumran’a dönmüşlerdir. Bkz. R. de Vaux, Archaelogy and the Dead Sea Scrolls, a.g.e.

33KralIar II, X; 21, The New English Bible, a.g.e.

416

İSRAİL

Namussuz planlan için etrafındaki bütün ruhlara lanet olsun,

Lekeli, alçakça hizmetleri için,

Çünkü onlar karanlığın hizmetindeler^

işte Şeytan’ın kökeni ve Pers! Keyhüsrev tarafından Babillilerden kurtarılan Yahudiler yine de nefret ettikleri düşmanlarının dinsel etki­sinden kurtulamadılar. Zemin hazır olmasaydı Zerdüşt İran’ının Şeytan’ı Ölü Deniz’e bu kadar kolay yerleşemezdi. Bu zemin genel olarak Mezopotamyalılar ve özel olarak Babilliler tarafından hazırlanmıştı. Yahudiler Mezopotamyalılardan yalnızca Tekvin ve On Emir’in şema­sını ödünç almamışlardır; pişmanlığın ayrılmaz parçası olan Günah kavramı ve -Mezopotamyalılarda ciddi bir şekilde var olanKadm’m Şeytan’la özdeşleştirilmesi de bu etkilenmenin sonuçlarıdır.

Hiçbir insan kendi alçaklığına asla inanmamıştır, bunu açıklamak için de başkalarını suçlar. Babil’de tutsak olan Yahudiler, aşağılık dü­zeyine indirilen kralın tebalarıyla aynı koşuldaydılar. Farklı inançlar­da da olsalar acı içindeki toplulukta kardeşlik bağları doğar. Mezopo­tamya’daki tebaların alçaklıkları Yaratılış’a kadar uzanıyordu. Yahudi­ler sürgün gibi bir dış nedene başvuruyorlardı, ama bu utancın asıl nedeni her ikisi için de Günah’tı. Yahudiler özgürlüklerini kaybetmiş­lerse, bunun nedeni, peygamberlerin ileri sürdükleri gibi Kadir-i Mutlak Tanrı’yı hayal kırıklığına uğrattıkları ve Ittifak’ı tek taraflı olarak bozdukları içindir. Onlar kurbandı. Şeytan’ın kurbanı değiller­se, kimin kurbanı olabilirlerdi? Iranhlar tarafından Bahirden kurtarıl­dıklarından İran tanrılarının kendi tanrılarıyla akraba ya da kendi tek tanrılarına uygun olduğunu düşündüler, çünkü Elohim dilbilimsel bir saçmalıktır: Eloha’nm55 çoğuludur, oysa ki Yahudiler tek bir Tanrı’nm

^"Savaş Yazılan,” 1Q M, XIII; 3-5. .

35Gün gibi ortada olduğu için herkesin gözünden kaçan bu dilbilimsel gerçek, Edgar Allan Poe’nun “Çalman Mektup”ta hayranlık verici bir biçimde açıkla­dığı bu paradoks, Andre Cherpillod’un bir metninden alınmıştır: Les Diettx

417

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

varlığını vaaz ediyorlardı.

Demek ki İran etkisi dostluğa bağlıydı. Bu insanlar tek Tanrı’nın, kendi Ahura Mazda’larımn oğluna, Mitra’ya -“sözleşme”Yahudi umutlarına çok yakın bir adı vermişler; Ittifak’ı Yahudilerden önce değilse bile, onlarla aynı zamanda tasarlamışlardır. “Sözleşme” denen bu tanrı gelecek yüzyıllarda barış vaat etmiştir. O, bir tür Mesih’tir, yeni Ittilak’ın habercisidir. Yahudiler İranlIlardan bütün kötülüklerin ortak paydası Kötülük’ü, Ahriman’ı nasıl almamış olabilirlerdi ki?

Mezopotamya etkisi ise nefretten kaynaklanıyordu. Bu nefret kadı­na atfedilen simgesel rollere kadar uzanır. Kadın, Mezopotamya mito­lojisinde büyüleyici Iştar adıyla donatılmış olsa da, tanrıça olarak bi­le bir cadalozdan başka bir şey değildir; en korkunç silah olan beyin­le gücü artmış bir vajinadır ve başta Gılgamış olmak üzere saf, soylu ve güzel erkekleri sürekli hırpalamaktadır. Eski Ahit’te ve özellikle Tutsaklık’tan sonra, paralel olarak, kadının gözden düştüğü ve iki Ahit arası yazılarda neredeyse tamamen yok olduğu görülür; bu me­tinlerde kadın neredeyse doğanın hatası düzeyine indirilmiştir.50 Mitracıhk, erkekler arasındaki kardeşliği ve sadakati övüp kadınları dış­ladığından Mezopotamya’daki kadın düşmanlığı kolaylıkla kabul gör­müştür. Geriye Tekvini yazmak ve bütün Günah’ı Havva’nın hesabına kaydetmek kalır.

d’lsraid, F-72570, Courgenard. Yazar burada, Sami dillerini bilen herkesin gördüğü gerçekliği kanıtlar. Elohim biçimi bir çoğuldur ve Tekvinin (I; 3) ayeti, "Woyyomer elohim ydu or waltyehi-or" şöyle okunmalıdır: “Taunlar ışık olsun dediler ve ışık oldu.” B. Lang’ın YahvĞ seul-Origine et figüre du monoth&sme biblique, Concilium, 197, 35-64, Yahudi tektanncılığının Çıkış­tan önce olduğunu düşündürtecek nedenler ileri sürer.

56Judilh’in ünlü kişiliği için, yine de bir istisna yapılmalıdır. O, Nabukodonosor döneminde yer alan yurtsever bir eser olan Judith Kitabı’nın “Eski-Eski” Ahit (Ahitler arası değil; dolayısıyla, Essen etkisine yabancı) yorumunda yer almaz. Judith Kitabı, Eski Ahit’in birçok kitabında görülen Yahudi kadın kahraman­lığının son yüceltilmesi olabilir.

418

İSRAİL

Günah, pişmanlık, kadın düşmanlığı, Şeytan; Yahudilik Doğu’dan çok şey almıştır. Essenlilerin öncelleri, sonra da İsa’nın müritleri Ya­hudiliği orada bulacaklardır. Şeytan’a uzun yaşamı konusunda güven­ce verilmiştir. Tabii ikibin yıl İnsanlık tarihinde uzun bir süre olarak görülürse...

419

15.

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

YADA

NEDEN-SONUÇ BELİRSİZLİĞİ

İsa’nın çölde baştan çıkarılması hikâyesindeki çelişkilere dair Eski Ahit’te olmayan “cinlen­me” durumlarının Yeni Ahit’teki şaşırtıcı artışı­na dair Farklı ve çelişkili Şeytan yorumlarına dair, kökenine ve Kilise Babaları’nca getirilen ni­hai amaçlarına dair İlk Hıristiyanlıkta bir me­leğin, Şeytan’m ortaya çıkışından önce Kötülüğe yenik düşme biçimlerine ilişkin hiçbir açıklama olmamasına dair Şeytan konusundaki çeşitli te­orilere, sapkınlara ve ilk Hıristiyanların tartış­malarına dair ve kilisenin ilk dört yüzyılında bunlara çare bulmaya çalışan konsillere ve güç ilişkilerine dair.

“O zaman İsa, İblis tarafından denenmek üzere, Ruh tarafından çöle sevkedildi,” der Matça (4; 1-10). “Ve kırk gün kırk gece oruç tuttuktan son­ra acıktı. Ve Ayartıcı gelip ona dedi: Eğersen Allahın Oğlu isen, söyle, bu taş­lar ekmek olsun. İsa da cevap verip dedi: ‘İnsan yalnız ekmekle yaşamaz, fa­kat Allahın ağzından çıkan her bir sözle yaşar,’ diye yazılmıştır. O zaman İb­lis onu mukaddes şehre götürdü, ve mabedin kulesi üzerine koyup kendisine dedi: Eğer sen Allahın Oğlu isen, kendini aşağı at; çünkü yazılmıştır: ‘Melekle­rine senin için emredecek;’ ve, ‘Ayağını bir taşa çarpmıyasın diye, Elleri üze­rinde seni taşıyacaklar.’

İsa ona dedi: ‘Sen Allahın Rabbi denemiyeceksin,’ diye de yazılmıştır, iblis Isayı çok yüksek bir dağa da götürdü ve ona dünyanın bütün ülkelerim ve on­ların izzetini gösterdi; ve İblis ona dedi: Eğer yere kapanıp bana tapınırsan, bütün bu şeyleri sana veririm. O zaman Isa ona dedi: Çekil, Şeytan, çünkü: 'Rab Allahına tapınacak, ve yalnız ona kulluk edeceksin,’ diye yazılmıştır.”

Nihayet tüm özellikleriyle ortada olan Şeytan’la, bizim şeytanı­mızla bu ünlü karşılaşma insanı birden kuşkuda bırakır. Karşılaşma, İsa’nın vaftizi olan tamamen çelişik bir törenin ardından gerçekleşir. Oysa Yahudiler, tamamen Essenlilere özgü bir kural olan vaftizi uy­gulamıyorlardı. Bu, İsa’yı daha başlangıçta bir Essenli olarak sunmak demektir, oysa ki Essenlilerin adı, bilindiği gibi, Yeni Ahit’te hiç geç­mez. Ayrıca Essen vaftizi ilk günahın kefaretine yönelikti ve en azın­dan modern teolojiye göre ilk günahtan muaf olarak kendi kendine gebe kalmış bir kadından Kutsal Ruh’un doğurttuğu İsa’ya uygulandıj ğında en iyi yorumla gereksiz, daha kötüsü hakarettir. |

Özetleyici İncillerde yer almayan, İsa’nın çölde bulunuş nedeni bii

422.

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

linmemektedir. Çünkü Matta’ya göre, Kışkırtı orucun ardından-gel­miştir; oysa ki, Markos’a ve Luka’ya göre, oruç sırasında gelmiştir. Yuhanna bundan hiç söz etmemektedir. Kısacası Yuhanna’da yer alma­yan bu üç bölümlü kışkırtıdan sadece Markos ve Luka söz etmektedir.

Bu hikâyede daha baştan üç sorun vardır. Birincisi, İsa’nın Ruh ta­rafından, elbette Kutsal Ruh tarafından sınanmasıdır. Gerçekten de bu Ruh, Markos’un kısa anlatısında (1; 1-12) İsa’nın vaftizi sırasında bir güvercin biçimini alır ve daha sonra İsa’yı çöle gönderir. Karşılaşma, özellikle Eyüp’ün sınanmasını anımsatır; görülen o ki Tanrı, Kutsal Ruh aracılığıyla, kendi Oğlu için bir sınama hazırlamıştır. Tanrısallı­ğı bu sınamaya maruz bırakmanın yasak olduğunu İsa’nın kendisi ha­tırlatır. Sanki Tanrı kendi Oğlunun tanrısallığından emin değilmiş ya da bu tanrısallığın onu kışkırtmadan koruyacağından kuşkudaymış gibi gerçekleşir her şey.

İkinci sorun Şeytan’m cahilliğidir. Şeytan’m söyledikleri onun İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu bildiğini gösterir. Ama Şeytan, İsa’nın da kendisini tanıdığını bildiği halde, budalaca davranarak onu ayartmaya çalışır. Düşman karşımıza, sözcüğün tam anlamıyla bir gerizekalı olarak çıkar.

Üçüncü sorun, Müritleri İsa’nın tanrısallığına gösterdiği mucize­ler sayesinde inanmışlardır. Şeytan da buna inanmıştır, ama Isa ken­disini ayartıcıdan ciddi olarak kurtaracak bir mucize göstermeyi red­deder. İsa daha sonra başka vesileler dolayısıyla aynı Şeytan’a karşı mucizevi güçlerine başvurmakta tereddüt etmeyeceğinden bu reddet­me anlaşılmazdır.

Bundan çıkan sonuç, çöldeki bu üç bölümlü anlatının acemice ve anlaşılmaz olduğudur; ve Şeytan’m kişiliğini Tanrı’nın düşmanı ola­rak yeni kimliği altında sunmaktan ibarettir.

Modern teologlar bu anlatıların özgünlüğünü reddetmektedir: Bultmann, “Isa ile Şeytan arasındaki diyalog haham tartışmalarını

423

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

yansıtır," değerlendirmesini yapmaktadır. “Her seferinde Kutsal Kitaplar’dan bir alıntıyla cevap verilen üç bölümlü bu tür bir tartışma," birçok haham metninde görülür. Örneğin bunlardan birinde bir ha­ham iblislerin prensiyle tartışmaktadır; bir diğerinde, “İbrahim’in ef­sanevi Yahudisinden,” diye devam eder Bultmann, “Nimrod’u alevler­den kurtarma karşılığında Şeytan kendisine tapınılmasını ister.” Bu anlatı başka ne kanıtlamak istemektedir? “Dünyevi İsa’nın, insan ol­masına rağmen Mesih olduğunu' mu? Ancak kışkırtıların özellikle Mesihvari olmaması bu fikrin aleyhindedir.”1 Sonuç olarak, Şeytan’la bu çatışma hikâyesinin, “Marduk’un Ejderha’yla mücadelesinin benzeri bir mit" olup olmadığını bilmek olanaksızdır, sonucunu çıkarır Bult­mann. Yani bir kez daha, Mezopotamya mitolojisinden yapılan bir alıntıyla karşı karşıyayız.

Demek ki, bu hikâye, yabancı bir mitten esinlenmiş gecikmiş bir tema üzerinde yapılmış bir uydurmacadır. Esin ürünü edebi bir yara­tı bile değildir. Ancak arka planda Essen etkisinin izini taşır.

Essenliler hakkmdaki bilgimizin özünü bize veren metinler olan ve zaten pek az sayıdaki Ölü Deniz Elyazmalan’nın yayımlanmaya başladığı XX. yüzyılın son otuz yılına kadar, Hıristiyanlığın İsa’yla birlikte doğduğuna inanılıyordu. Sonra, gizli bir Essen olan Vaftizci Yahya’nın rolünün doğruladığı İsa’nın öğretisi ile Essenlilerin öğreti­si arasındaki açık bağlar bu inancı adım adım değiştirdi. Vaftiz töreni gerçekliğin mührüydü.

Belirtmek gerekir ki İsa, Ölü Deniz üzerindeki büyük Essen mer­kezi Kumran’da çilecilerinin öğretisini izlemiştir, daha sonra bundan az çok kopmuştur. Oysa Essenliler, önceki bölümde görüldüğü gibi, geç Yahudilik üzerinde Mezopotamya mitlerinin etkisini maddileştirmişlerdir. Ayrıca Mezopotamya’da bir mezhepleri vardı: Elkasaitler;

1 Rudolf Bultmann, L'Histoire de la tradition synoptique, Le Seuil, 1973.

424

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

Aziz Vaftizci Yahya’nın Hıristiyanları da bunlardan türemiştir (bunları daha sonra ele alacağız). Dolayısıyla Hıristiyanlığa aktarılacak olan “Eski-Eski” Ahit Yahudiliğinki değil, Essenlilerin Şeytan’ıdır. İnciller -ve sadece dört kitap değil, istisnasız tümüEssenlilerin temel dü­şüncelerinden birini alacaktır. Bu düşünceye göre sonuçta Şeytan’la mücadele ederek Tanrı’nm krallığının yükselişi, yani Zamanın Sonu ya da Kıyamet hızlandırılacaktır.

Aslında İsa’nın tüm vekillik görevi boyunca yaptığı tek şey, adı ne olursa olsun, Şeytan, Baalzebub, Azaziel’in planlarını bozmaktır. İn­sanları -sürekli olarak Şeytan’ın hizmetkârı "cin”lerden2 kurtarır ve müritlerine öğreteceği uygulama da budur: “O günde birçokları bana: Ya Rab, ya Rab, biz senin isminle peygamberlik etmedik mi? ve senin isminle cinleri çıkarmadık mı?... diyecekler.”3 Bu cin çıkarma hikâyeleri İncilleri öylesine süslemektedir ki, sonunda, Filistin’de cin çarpmış bu kadar çok kişi olup olmadığını insan kendine sormak zo­runda kalır. “Ve akşamleyin, cine tutulmuş birçok adamı kendisine getirdiler. Ve o, bir sözle ruhları çıkardı ve hastaların hepsini iyi et­ti...”4

Eski Ahit’te bilinmeyen yeni bir gösteri biçimi ortaya çıkar: Şid­detli cin çarpmalar. Örneğin Kefernahum Cinlisindeki cin5 İsa’yı gör­düğünde haykırmaya başlar ve İsa’nın buyruğu üzerine cinliyi terk et­meden önce onu yere fırlatır. Filipili adamın oğlunun durumu da böyledir, o da çocukluğundan beri iffetsiz bir ruh tarafından rahatsız ediliyordu, ağzından salyalar akıyor ve yerlerde yuvarlanıyordu6

2 Matta’nın, Luka’nın ve Markosün birbirleriyle yanşırcasına aktardıktan bu cin çıkarmalardan Yuhanna’nın niçin hiç söz etmediği sürekli sorulacaktır.

3  Matta, 7; 22.

4  Matta, 8; 16. Luka, 4; 40-41.

5  Luka, 4; 31-37.

6  Markos, 9; 14-27.

425

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Markos Incilİ’nde hikâye süslenmiştir: Kefe mahuru cinlisi sık sık me­zarlıklara gider ve onu kimse zaptedememektedir. Zavallı adam kendi kendini taşlarla yaralar.7 İsa’yı gördüğünde ona doğru yönelir ve ulu­yarak ayaklarına kapanır: “Bizden sana ne, ey Nasıralı İsa?” Bu sözler, Markos’un. anlayışına göre, Şeytan’ın rahatsızlığını ifade ediyor gibi­dir, ama bu sözleri Şeytan’ın kişiliğiyle bağdaşmamaktadır. Bu, yüzde doksanı kadın olan onbinlerce insanın büyücülük suçlamasıyla yakıl­dığı yüzlerce yıldan sonra, X,IX. yüzyıl sonunda Clerambault ve Charcot tarafından kabul edilecek klinik histerinin başlangıcıdır.

Dahası, ilk kez, Şeytan hastalıkla özdeşleştirilmiştir; İnciller Şeytan’ı “ahlaksız ruh” olarak kabul ederler ve “o şehirlerden birindeki” cüzzamlı adam İsa’nın kendisini iyileştirmesini ister. “Ya Rab, eğer istersen beni temizleyebilirsin,”8 der. İman yoluyla iyileştirilen kör Bartimeus’un hikâyesi de aynıdır.9 Aynı şema felç ve eklem hastalıkla­rı gibi birçok hastalıkta da tekrarlanır. “Oğul, günahların bağışlan­dı,” der İsa felçli hastaya ve adam ayağa kalkar ve yürür. Omurilik sorunlarından dolayı kambur yürüyen Galile’deki romatizmalı ada­mın durumu da böyledir: “Onsekiz yıldan beri kendisinde hastalık ruhu olan bir kadın,” der Luka.11 Hastalık, buna neden olan cinin gö­rüntüsüdür; dilsiz bir cinin ele geçirdiği dilsiz insanın hikâyesi gi-

7 Markos, 5; 1-13. XIII. yüzyıldan itibaren, taşkın hareketler yapan deliler “cinli" kabul edilecek ve iğrenç koşullarda kapatılacaklardır.

8 Luka, 5; 12-13. Bir suçluluk duygusunun özelliği olan bu davranış cezalan­dırılmayı, Yargı’yı ve Kıyamet’i bekleyen tüm bir halkın kolektif nevrozunun, İsa’nın döneminde halkında hangi noktaya vardığını göstermektedir.

9  Markos, 10; 46-52.

t0Luka, 5; 21. Markos, 2; 4-5.

11 Luka, 13; 10-13. Yuhanna, Isanın gerçekleştirdiği mucizevi tedavileri anla­tırken, özetleyici İncillerin sanki “imzası” olan cin çıkarmaları bu tedavilere asla atfetmemektedir. Yuhanna, çöldeki kışkırtmalardan da söz etmemekte­dir. iblisin adı sadece bir kez geçmektedir, o da, İsa’nın geleceği bilerek hava­rilerinden birini adını vermeden suçladığı sahnedir: “İçinizden biri iblistir.”

426

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

bi.12 Bu da bir başlangıçtır, XX. yüzyılın başlangıcına kadar sürecek olan hastalık ile iğrençliğin özdeşleştirilmesidir. Bu yine, her hastalı­ğa özel bir iblisin neden olduğu Mezopotamya batılinançlarına bir ge­ri dönüştür.

Matta tarafından İsa’ya atfedilen sözlerde de Mezopotamya inançla­rına bu geri dönüş görülür: “Fakat murdar ruh insandan çıktığı za­man, rahat arayarak kurak yerlerden geçer, ama aradığı rahatı bulamaz. O zaman: Çıkmış olduğum evime döneyim, der; ve gelince, onu boş, süpürülmüş ve süslenmiş bulur. O zaman gider, kendisin­den daha kötü başka yedi ruhu yanma alır ve oraya girip otururlar, ve o adamın son hali ilkinden daha kötü olur.”13

Üçüncü yenilik olarak Şeytan’ın davranışları giderek anlamsızlaşmıştır. Böylece küçük bir kız çocuğunu, Suriyeli Fenikeli kızı ele ge­çireceği gibi,H Filipili adamın oğlunu ya da mezarlıklar delisini de görünür bir nedeni olmadan ele geçirecektir. Eski Ahit’te Şeytan’ın davranışlarının nedeni vardır,, ancak Yeni Ahit’te Şeytan, Okyanusya ve Avusturalya’daki cinler gibi davranır: Her şeyi yapar; Filistin’de I. yüzyıldaki cehennemvari sıkıntının yarattığı mantıksal gerilemenin açık işareti: Herkes, kudurmuş bir köpek kadar denetimsiz bir Şeytan’ın tehdidi altında olduğuna inanır.

Dördüncü yenilik, yine Eski Ahit’te bulunmayan düşsel şeytansılıktır. İsa, mezarlıklar delisinden bir dizi cin çıkardı. Bunlar, küçük tepeden geçen büyük bir domuz sürüsüne girmek istediklerini İsa’ya söylerler. Benzersiz bir ifade bu, çünkü Yahudiler domuz yetiştirmez; demek ki simgesel bir ibaredir. “Bizi domuzlara gönder, içlerine gi-

nLuka, 11: 14.

13Malta, 12; 43-45. İsa’nın diğer sözlerinden biçim ve içerik olarak farkına dikkat çeken Bultmann bu pasajı, “Hıristiyan özelliklerden tamamen yok­sun” bulur ve bir Yahudi geleneğine ait olduğunu düşünür.

14Markos, 7; 24-30.

427

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

relim,” diye ısrar ederler. Daha olağanüstü olanı İsa’nın cinlerin 'domuzların içine girmesine izin vermiş olmasıdır. Bunun üzerine, kuş­kusuz sayıklamalar içindeki zavallı hayvanlar tepenin yamacından inerler ve bir gölde boğulmaya giderler. Bu da saçma bir hikâyedir, çünkü bilge ve iyi İsa’nın, üstelik, gelecek yüzyıllardaki müritlerinin 'zevkle yiyecekleri Tanrı yaratığı hayvanlara böyle bir bela vermesi­nin hiçbir nedeni yoktur. Bu da tamamen Yahudilere özgü bir hikâyedir,15 çünkü o dönemde domuz etini sadece Yahudiler pis kabul ediyorlardı.

Kuşkusuz İsa’nın gerçek sözlerinin hangisi olduğu asla bilinmez; çünkü açıktır ki, ilk İsa cemaati bunları kendi istediği anlamda, yazı­cılar aracılığıyla aktarmıştır. Yine de, İsa’nın ele geçirilmesinden kısa süre önce, zeytin ağaçları bahçesinde, “murdar ruhlar”a ve diğer Me­zopotamya kalıntılarına referansları terk edip, söylemlerinde ilk kez Eski Ahit’teki Şeytan kavramına geri dönmesi şaşırtıcıdır.

“Simim, Simim, işte, buğday gibi kalburlamak için Şeytan [Satan] sizi is-

13Luka, 8; 26-33. Markos, 5; 1-13. Kilisenin kabul etmediği İncillerin düşman­lığına kısmen neden olmuş olan, ancak kilise yasalanna uygun İncillerde “tanrı kelâmı" olarak kabul edilen fabl tarzıdır. Bultmann, Markos’un anlatısı hakkında, “cinlerin domuzların içine girmesi popüler bir temaya denk dü­şer.” diye belirtir. “Kötülük, genellikle yer bulduklan varlıklara gönderilmiştir. Domuzlar, cinli hayvanlar olarak kabul edilir. Fransızcada damla hastalığına verilen emir buradan kaynaklanır: “Domuzlara git, acıtanından kurtar beni!” Bultmann, Luka’nın anlatısı hakkında şöyle yazar: “Burada, gülünç bir hikâyenin İsa’ya atfedildiğinden kuşku yoktur.” (UHistoire de la tradition synoptique, a.g.e.) Buhmann’ın andığı yorumculardan biri otan Bauerfeind, bu kıssadan hissenin anlatıcısı için iblisin Mesih’in düşmanı rolünü oynadığı­nı ve bu anlamda bu hikâyenin İsa’nın mesihliğini varsaydığım ortaya çıkarır. Bir başka yorumcu otan Haenchen, İsa’nın onun üzerinde etkide bulunmak için İblis’in adını anmasını “anlamsız” kabul eder. Yine de, bu safdil kıssadan hisse, sorgulamadan ve bol keseden yazan olumlu bîr yorumcuya esin kay­nağı olmuştur. Albert Schweitzer şöyle yazmıştır: “İsa’nın bilincinde, Cinlilerin iyileştirilmesi Tanrı Kralhğı’mn esrarına dahildir.” (Le Secret historique de la vie de Jtsus, Albin Michel, 1961.)

428

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

Bu, “birinci Eski Ahit” diye adlandırılan kitaptaki ve özellikle Eyüp Kitabı’ndaki Şeytan’a doğrudan bir göndermedir.17 Şeytan’a [Sa­tan] yapılan gönderme, onun görev değiştirmiş olmasını içerir; ve ta­bii, bu görev değişikliğinin nedeni Tanrı’dır. Şeytan artık, ordan ora­ya dolaşan köpekler gibi, murdar ve değişken ruhlar sürüsünün başı değildir; ■ bir kez daha, İlahi Bilge Tanrının insanları sınamakta kul­landığı bir yamak, tanrısal iradenin sadık bir uygulayıcısıdır. Bu, Essenlileri biçimsel olarak yalanlayan bir Şeytan görüntüsüdür, ama yi­ne de kilise yasalarına uygunİncillerde görülen tek örnektir. Bundan çıkarılması gereken sonuç, İsa’nın, Tanrı’nın ve insanlığın düşmanı Şeytan kavramından vazgeçmiş olduğu mudur? Yoksa, Eski Ahit’teki Şeytan ile Essenlilerin Şeytan’ı arasındaki farkları bilen, okumuş yaz­mış, zeki bir Yunanlı olan Luka, İsa’nın ağzından, onu Essenlilerin et­kisinden uzaklaştıracak sözler mi çıkarmıştır? Ben kendi adıma ikinci varsayımdan yanayım.

Isa’nın muammalı gidişinin ardından18 Şeytan, bir anlamda, bir vahdet devrine girer. Resullerin Işİeri’ndeki Hananya’nm mülkünün satılmasına ilişkin hayal ürünü bölümde, Petrus, Şeytan’ı Tanrı’yla hiçbir bağı olmayan, bir Kötülük Ruhu olarak anar. Gerçekten de, sa­tıştan elde ettiği paranın bir bölümünü saklamış olan Hananya’yı Pet­rus şöyle paylar: “Ey Hananya, niçin Şeytan senin yüreğini doldurdu

i6Luka, 22; 31. Şeytan’a yapılan bu gönderme, kilisenin kabul etmediği metin­lerdeki tek ibaredir. Yuhanna, tamamen Gnostik bir kavram olan “bu dün­yanın Prensi”ne bir kez göndermede bulunur: “Artık sizinle çok şeyler konu­şmayacağım; çünkü bu dünyanın reisi geliyor.” (14; 30.)

t7Bkz. Bölüm 14.

18Matta’ya göre Galile’de, Luka’ya göre'Beytanya’daki karşılaşmadan ve Yuhanna’ya göre Taberiye’deki yemekten sonra (Markos’tâki Uruç bölümü ge­cikmiş olduğu açıkça belli bir ektir) İsa, yeryüzündedir ama gerçekten de Incil'hikâyelerinden kaybolur, nereye gittiği bilinmez.

429

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

da Ruhülkudüse yalan söyleyip tarlanın değerinden bir kısmını kendi­ne ayırdın?”'9 Bunun üzerine Hananya öldü. Oysa Petrus’un suçlaması tamamen temelsizdir, çünkü Hananya kimseye yalan söylememişti, Ruhülkudüs cemaatin mallarının ortaklaşmasına asla müdahale etme­mişti ve Şeytan’ın bu işle hiçbir ilişkisi yoktu.

Ancak, İsa’nın adına Cinlileri kurtarmayı deneyen Yahudilerin cin çıkarma bölümlerinde, İncillerdeki "murdar ruhlaf’ın yeniden ortaya çıktığı görülür. Başkâhin Skeva’nm yedi oğlunun -tarihte bunlardan söz edilmez20hepsi de cin çıkarıcıydı, cin çarpmış birinde bulunan bu ruhlardan birini çıkarmak zorundaydılar,21 Şaşırtıcı biçimde ha­berli olan ruh, cevap verir: “Isayt tanırım, Pavlus’u da bilirim; ya siz kimlersiniz?”

Burada, "yenilik”lerden haberdar olan ve Pavlus’un varlığım bilen ve tıpkı bakterilerin vasat bir doktorla iyi bir doktoru ayırt edebil­mesi gibi, gerçek cin çıkarmaları sahtelerinden esrarengiz biçimde ayırt edebilen bu kurnaz kötü ruhlarla, cinbilimin kısmen parodik bir bölümü, İskenderiye batılinanCı bölümü başlamaktadır. Yedi cin çıka­rıcı bölümü tüm cinbilimi gülünç kılmaya yeter. Kuşkusuz, Doğu dinleri kanlılardan ödünç alman Ahriman’m büyük çöküşünü ve Sa­fa illilerden ödünç alman korkunç cinleri ele alırlar. Ancak, Pavlus’u bir sahtekâr ve sapkın olarak kabul eden Kudüs papalık konseyi ile Isa öğretisinin evrensel ve Romalı bir bakış açısı arasında bölünmüş

19Resullerin İşleri, 5; 3-12. Resullerin İşleri’nin yazarı Luka’nın anlatısında, kendi parasının "zimmete geçirilmesi”nde Hananya’nın suçortağı olan kansı da üç saat sonra Petrus tarafından azarlanır ve o da ölür.

2037 yılından, başkâhinlerin artık olmadığı 70 yılma kadar bu rahiplerin liste­sinde ne bu ad ne de buna yakın bir ad vardır (bkz. Joachim Jeremias, Jtrusalcnı au tenıps de Jcsus, Cerf, 1967). İnanılmayacak bir şey olduğu açıkça ortada olan bu başkâhin Skeva ve cin çıkarıcı yedi oğlu, Luka’nın başka bir uydurmacasıdır kesinlikle.

21Resullerin İşleri, 19; 13-17.

430

ilk kilisede şeytan

olan Luka’dan da Pavlus’tan da daha fazlası beklenemezdi. Bunların görevleri Şeytan’a yeni bir rol atfetmek değildir. Luka bir derleyicidir ve Pavlus’un asla parlak bir teolojik keşfi olmamıştır. Yeni bir kozmogoninin tehlikeli macerasına atılmadan, Eski Ahit’i uyarlamak ve İsa öğretisine ilişkin bildiği pek az şeyi Doğu Akdeniz’in Helenleştirilmiş halklarına, uyarlamak da onu yeterince meşgul etmiştir. Saul, Şeytan’ın adını pek az anacaktır; “ahlaksız”22 cinsel suçlar işleyen ada­mı ona havale ettiğinde ya da özel bir bayağılık krizinde bağışlamak konusunda şöyle demiştir: “Ta ki Şeytan tarafından mağdur edilmeye­lim.”23 Saul’un Şeytan’ının, insanları sınamakla görevli Tanrı’nm iş­birlikçisi mi, yoksa Tanrı’nm yeminli düşmanı mı olduğunu asla bi­lemeyiz.

Kilise Babaları’na kadar elbette bu bilinemedi. Yani, başta, Hıristi­yanlığı öğreten ilk müritler olmak üzere, piskoposlara ve IV. yüzyıl­dan itibaren İznik Konsili’nde bir araya gelen piskoposlara kadar...24

Kilise Babaları sorunu ele almak zorundaydılar, çünkü tek bir Kö­tülük olduğundan, bunun soy kütüğü nü bulmak gerekir. Şeytanın ka­ranlık güçlerin başı, “yaratıcısının elinden katışıksız çıkmış bir yara­tık, göksel hiyerarşinin en yüksek mertebelerinden birini işgal eden bir melek” olduğunu ileri sürmekle işe başladılar.2'’ Tamamen Doğu­lu ve hatta İran’a ait bir fikir olan bu düşünce Eyüp Kitabında sözü geçen “Göksel Konsey”e yansır ve bu Şeytan diğer üyeler arasında gö­rünüşte telaş yaratmadan yer alır. Bu melek, Kilise Babaları’na göre, Tanrı’lara karşı isyan edecek ve daha aşağı düzeydeki melekleri isyana teşvik edecektir.

22Korintpslulara Birinci Mektup, 5; 5.

23KonntosIulara İkinci Mektup, 2; 11.

24Dictionnaire encycloptdique du christianisme ancien, Cerf, 1990.

i5François Bonifas, Htstoire des dogmes de l’Eglise chrttienne, Fischbacher, 1886.

431

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Demek ki burada, olumsuz bir melekler hiyerarşisi vardır. Çün­kü, Kilise Babaları, açıkça, Pavlus’un hiyerarşisine gönderme yapmak­tadırlar. Bu hiyerarşi, yukardan aşağıya doğru üç mertebeyi içerir: Başmelekler, üç kanatlı yüksek, sınıftan melekler ve kerubiler. Bu hi­yerarşiyi yöneten en yüksek bir melek vardır; Clemens bunu sadece Melek, ayyeZoğ diye adlandırır. Tüm bunlar, görünmez Tanrı ile maddi varlık arasındaki aracıları çoğaltmanın yollarıdır.

O zamandan beri çözülmemiş olan ilk sorun şudur: Kötü melekle­rin düşmesinin nedeni nedir? Kötülük mü? Ama bu durumda Kötülük Şeytandan önce var olmuştur ve bu durumda sorumlu Şeytan olamaz. Korkunç ikilem, çünkü Şeytan Kötülüğün yaratıcısı değilse, kim ya­ratmıştır? Kilise Babalarından biri olan Tatien, kuşkusuz tuzağın far­kına vararak yandaşlarının düşüncesinden ayrılır ve Şeytan’ın gökten düşüşünü insanın düşüşünden sonraya yerleştirir. Böylece, sorunu çözmeden yerini değiştirmiş olur, “çünkü, Şeytan’ın kendisi ahlaki olarak düşmüş değilse insanı nasıl düşürebilir?”26 Bu durumda, nü­anslara saplanıp kalan, vicdani durumları inceleyen bir teolojiye jkazuistik] varılır. Gerçekten de, İrenaeus, Şeytan'ın düşüşünü insanın yaratılışı ile düşüşü arasındaki bir yere yerleştirir.27

Bu da sorunu çözmez, çünkü Şeytan’ı düşürmüş olan Kötülüğün kaynağı hâlâ belirsiz kalır. IV. yüzyılda, İmparator Constantinus’un danışmanı Lactantius, sorunun sınırlarım çizmeye çalışır ve Şeytan’ın düşüşüne insanı değil Oğul’u, Logos’u kıskanmasının neden olduğunu ileri sürer. Oğul, gerçekten de, ilk doğandı, Tanrı’dan sonra en güçlüydü: Şeytan, bu yaratıklar arasında ikinci sırada geliyordu. “Oğul’un üstünlüğünü kıskandı ve ondan kurtulmak için Tanrı’ya kar­şı isyan etti, bu yüzden de gökyüzünden kovuldu.”28 Lactantius, bura-

26A.g.e.

27.

432

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

da, dünyanın ışık ile karanlık arasında bölünmesi şeklindeki Gnostik tezinden çok uzakta değildir, çünkü “Tanrı’nın yaratıcı iradesi iki kar­şıt ruh istedi, biri iyilik ilkesi, diğeri kötülük ilkesi,” diye ileri sü­rer.29 Yani Tanrı artık yalnızca iyi Tanrı değildir, lyi’nin ve Kötü’nün ötesinde bir Demiurgos’la özdeşleştirilmiştir; bu da tamamen Gnos­tik bir kavramdır. Demek ki Lactantius sözde Barnabas’ıan, deyim ye­rindeyse, “daha öteye” gider. Barnabas, “iki yol”u birbirinden ayırır: yollardan birine bekçi olarak ışığın taşıyıcısı Tanrı melekleri dikil­miştir, diğerine Şeytan’m melekleri.”'10 Bu Barnabas’a göre, Tanrı ile Şeytan rekabet halindedir, ama Laçtantius’a göre her ikisi de bir Bü­yük Tanrı’ya bağlıdırlar.

Yine de bu sorun karanlıkta kalır, çünkü Şeytan bütün zamanlarda var olmuşsa ve dünyanın yaratılışıyla aynı yaştaysa Şeytan’m düşüşü varsayımını devreye sokmaya gerek yoktur. Bu durumda Eski Ahit’i reddetmeden Eyüp Kitabı’nın başlangıcını nasıl anlamak gerekir: Söz konusu konsey, İyiliğin temsilcilerini olduğu kadar Kötülüğün tem­silcilerini de mi içermiştir? Peki bu durumda, Şeytan’ı, son faaliyetle­ri hakkında sorguya çeken Tanrı hangisidir? lyi’nin ve Kötünün üs­tünde tahta kurulmuş'olan Demiurgos mudur, yoksa İyi Tanrı mıdır? Eyüp Kitabı bunun İyi Tanrı olduğunu açıkça belirtir; bu durumda, İyi Tanrı’nın Şeytanla anlaşma yaptığı nasıl hayal edilebilir? Yoksa, bundan çıkarılması gereken Tanrı ile Şeytan’m eşit oldukları mıdır?

Başka Kilise Babaları da başka çözümler ileri sürerler: Kötü me­lekler tensel açgözlülüğe teslim oldukları için düşmüşlerdir. Bu açık-

29“Lactantius,” Dictionnaire encyclopedique du christianisme ancien, a.g.e.

^Bamabas’ın Mektubu, XVII; 1, Les Ptmes apostoliques-Ecrits de la primitive Eglise, Le Seuil, 1980. 1859 yılında, Sinaitikus Kodeks’iyle birlikte, tam haliyle bulunan bu metin ilk kilisede çok rağbet gördü ve Origenes ve İskenderiyeli Clemens onu kilisenin kabul ettiği metinler arasında saydılar; ancak bu me­tin, kesinlikle Saul’un dostu olan Barnabas’a ait değildir, Hadrianusün tapı­nağı yeniden inşa ettirmesinden sonra yazılmış olması mümkündür.

433

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

lama da öncekiler gibi ikna edici olmaktan uzaktır, çünkü teolojiye göre sefahat, kıskançlık ve kibir Kötülük Ruhu’ndan kaynaklanır ve bir kez daha sorun, bu kötülüğün ne zaman ortaya çıktığıdır. Bazıları, iblislerin insan kadınlarını düşüşlerinden sonra arzuladıklarını ileri sürerken, başkaları ise tersine, arzulamanın düşüşten önce ve düşüşün nedeni olduğunu ileri sürerler.

Tartışma on yıllar boyunca pek ilerlememiştir ve sözde Enoş’un Essenci fikrine varılır:31 Her durumda cinler ölümlülerle yatmıştır ve onların birleşmelerinden devler doğmuştur.32 Bunlar mitleşirken Kili­se Babaları’mız da cinlerin tanımına girişirler: Bedenleri insanlarınkinden daha uçucu, meleklerinkinden daha kaba bir maddedendir. III. yüzyılda ilk kilisenin ünlü yorumcularından biri olan Origenes, bun­ların “karanlık ve gizemli” olduklarını ileri sürmüştür; bu doğaldır, çünkü ruhun melekler ve cinler tarafından karşılanması tasvirinde, bunların ışığı temsil ettiği pek düşünülemezdi.

Origenes cinlerin, insani olayları olduğu kadar yıldızlarla ilgili olayları da bildiğini yazmıştır. Bu, astrolojinin hem doğrulanması hem de mahkûm edilmesidir: Bu düşünce böyle bir ilişkinin var ol­duğunu içerdiğinden bir doğrulamadır; ve bu düşünce astrologların esin kaynağının cinler olduğunu söylediğinden aynı zamanda bir mahkûm etmedir de. Yine de Origenes mayınlı arazide dolaşmaktadır, çünkü mahşer gününde İblis’in ve lanetlilerin kurtulacağım" belirt­mektedir. Bu, korkunç bir tezdir, çünkü Şeytan’a karşı girişilen tüm mücadelelerin, boşuna olduğunu ileri sürer. İskenderiyeli Clemens’e, Justinve İrenaeus’a göre olduğu gibi Origenes’e göre de cinler mah­şer günü inanç değiştirecektir. “Karanlık’ın [Şeytan] yolu ... ezeli bir

ilBkz. 14. bölüm.

32Boniias, Histoire des dognıes de I’Eglise chrc'ticıuıe, a.g.e.

33 Dictioınınire encyclo^dique da christianisme aııcien, a.g.e.

434

ilk kilisede şeytan

ölümün ve cezanın yoludur,”34 diye yazan Barnabas’ın düşüncesiyle ta­mamen çelişik bir düşüncedir bu.

Papalık pederleri ilginç bir şekilde ilk üç yüzyıl boyunca cinler ile Şeytan arasında, Şeytan ile melekleri arasında ayrım yapmış gözükür­ler. “Cinlerin doğası üzerine hemen hemen hiçbir şey söylemezler,” Ignatius hariç, örneğin o cinleri “bedensiz” olarak kabul eder.33 Onla­ra farklı alanlar mı tahsis etmektedir? Kimse bunu bilmez, ancak Kili­se Babaları’mn düşüncelerinde görülen bulanıklık, “kötü cinlerin prensinin yılan olduğunu söyleyen Justin’de de görülür. Eğer iyi cinler varsa, onları belirtmemektedir.1

En şaşırtıcı düşünce, IV. yüzyılda, Büyük Basileios’un kardeşi, Aziz Gregorius da denen Nysse’li Gregorius’un fikridir. Buna göre, Tanrı, Şeytan konusunda bir kurnazlık yapmıştır. Şeytan, ilk gü­nahtan dolayı insanlar üzerinde haklar edinmiştir. Sonra, “bir tür an­laşma yapılmıştır, buna göre, Tanrı insanlara karşılık İsa’yı sunmuş­tur ve Şeytan hemen kabul etmiştir, çünkü İsa kadar saf, aziz bir var­lığa sahip olmanın tüm insanlara sahip olmaktan daha değerli olduğu­nu düşünür.”36 İnsan hayal gördüğünü sanır, ama Nysse’li Gregori­us’un dediği budun Tanrı, kurnazlık yaparak, İsa’yı Şeytan’a kurban etmiştir. Ama İsa’nın ölümü tanrısallığını kanıtlamış ve korkan Şey­tan geri çekilmiştir. Demek ki Şeytan ilahi bir tuzağın kurbanıdır.

Tanrı’nm bir kurnazlığı şeklindeki bu saçma varsayım o dönemde belli bir kabul görmüştür, çünkü Şeytan’ı oltaya tutulmuş bir balık olarak betimleyen Ambrosius, Büyük Leon ve Büyük Gregorius da bu varsayımı kullanmışlardır. Bu varsayım, Şeytan’ın, Tanrı’nm kendisi olan Tanrı’nm Oğlu’nu fidye olarak kabul etmesini anlaşılmaz bulan 34

Barnabas’ın Mektubu, a.g.e.

35,,Kilise Babalarına göre Cin,” Dictionnaire de theologie catholique, Letouzey Ane, 1924.

^Bonifas, Histoire des dogmes de l’Eglise chretieme, a.g.e.

435

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Gregorius Naziansos tarafından IV. yüzyılda reddedilecektir. Yine de, Gregorius Naziansos da öncelleri gibi, ne Şeytan’m kökeni hakkında ne de İsa’nın insanlığı kurtarması hakkında tek söz etmemiştir.

Görüldüğü gibi Kilise Babaları mantıksal bir ikilem içindedirler Şeytan Kötülüğün nedeni midir,, sonucu mudur? Geçen yüzyıllar tat­min edici çözümü getirmemiştir, doğrulanma olanağı olmayan bir kavram üzerinde,tartıştıklarından bu da sonuçta normaldir. IV. yüz­yıldan itibaren tartışma Şeytan’m kökeniyle değil, rolüyle ilgilidir ve buradan kaynaklanır. II. yüzyılda, Asur kökenli ve Yunan eğitimli Tatien’in, nedenini açıklamadan ve günahlarının doğasım belirtmeden bazı meleklerin kötü bir hal aldıklarını söylediğinden bu yana37 iler­leme kaydedilmemiştir. Aslında yüzyıllar boyunca, tartışma Tanrı’nın rolünü giderek daha fazla ortaya çıkarmak ve Şeytan’m ontolojisinin sınırlarını çizmeye yöneliktir.

Ancak bu yeni olgu ek bir sorun getirmektedir: Tanrı, insanlığı Şeytan’m yemi olmaya bırakacak mıdır, yoksa sonsuz iyiliğiyle in­sanlara acıyacak ve Yargı’sını ortadan kaldıracak mıdır? Bu sonuncu varsayım, IV. yüzyılda, İskenderiye okulundan Helenist olan Athanasious’un (Constantinus’la bozuşmuştur, öncelikle haksız yere, rahip Arsene’in öldürülmesinden sorumlu tutulmuştur, ikinci olarak da Roma’nın Mısır buğdayıyla beslenmesini kesintiye uğratmaya kalkış­makla suçlanmıştır38) savunduğu varsayımdır. Kuşkusuz,' Athanasious’un önermeleri, ilk kilisenin tarihinde ilk kez, Şeytan’ı ikinci planda silerken Tanrı’yı ve insanı yüz yüze bırakır. Şeytan’m hayali kişiliğinden oluşan bu cehennem makinesi, -artık böyle diyebiliriz— Essen doktrinlerinin doğuşundan itibaren kurulmuş olan ve insanla Yaratıcı’nın ilişkilerini alabildiğine karmaşıklaştıran bu makine niha­yet teolojiden izin istemiş gibidir. İnsan özgürlüğü kavramına bulan-

37“Oratio versus Graecos," not 7.

38l,Athanasious,” Dictionnnire encycloptdique du christianisme ancien, a.g.e.

436

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

mış olan tamamen Helenistik bir zihniyet içinde Athanasious Şeytan’ı işten atmışa benzemektedir.

Ancak bu tatilin kesin olduğuna inanmak, halk inançlarının ve düşman dinlerin dinamikleri olmadan ve daha da önemlisi, ilk kilise­nin bağrında gelişen karşıt akımlar olmadan hesap yapmak anlamına gelir. Çünkü henüz ne dogma vardır ne doktrin; sadece Pavlus öğreti­sinden türeyen bir inançlar çekirdeği, bir inançlar derlemesi vardır. Rahipler, piskoposlar ve elbette Kilise Babaları buna belli bir tutarlı­lık vermeye çalışmakta, her biri bir yana çekmektedir.

Dahası, dalkavukça kurnazlık değilse de çekince zorunludur.. Cıerçekten de, o dönem uygar Batı dünyasının büyük bölümünü kapsayan Roma imparatorluğu dönemidir. İmparatorluğun başına ilk kez bir Hıristiyanı 312 yılında yerleştiren Büyük Constantinus tarafından paganlığın terk edilmesine kadar İsa’nın müritleri diledikleri gibi davranamıyorlardı; sürekli zulme uğruyorlardı; hatta. Constantinus’un inanç değiştirmesinden sonra bile rakibi ve ortağı Sezar Licinius 321 yılında Hıristiyanlara karşı kıyımlara yeniden başlayacaktır?9 Pisko­poslar, başka dinler ve dinsel akımlar karşısında çok açık provokas­yonlara ya da başka dinlerin tanrılarına iblis muamelesi yapamazlar­dı; çünkü imparatorun dostlarına ya da İmparatorluk politikasına ya­rarlı cemaatlere saldırmış olurlardı. Hıristiyanlık devlet dini olarak.

^Constantinus’un İmparatorluk tahtına çıkmasına elbette bir dipnottan faz­lasını ayırmak gerekir, çünkü başından geçen karmaşık olaylartn, imparator­luğun paylaşılmasının karmaşık çalkantılannda payı vardır. Burada, şu olayla^ n hatırlamak yeterlidir. 1. Constantinus ile hancı bir kadının gayrimeşru oğlu olan Constantinus, 308 yılından itibaren “Augustus'un Oğlu” sıfatını, yani imparatorluk prensi sıfatını Maximianus Daia ile paylaştı; o sırada Licinius, Batı Eyaletlerinin Sezar’t sıfatını taşıyordu. Mazimianus’un ölümü üzerine Constantinus, Augustus sıfatını talep etti; orduları, asaleten imparator olan ancak 308 yılındaki Carnuntum kongresinden bu yana zımni olarak tahttan inmiş Maxentius’unkini bozguna uğrattığından bunu dayatacak güçteydi. 323 yılında, rakibi, imparator ortağı Licinius’u yendikten sonra Constan­tinus hem Roma hem de Bizans’taki iki mevkiye yerleşti.

437

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ilan edildiğinde imparator un resmi koruması piskoposların karşılaş­tığı güçlükleri ortadan kaldırmayacaktır, çünkü Constantinus teolojik tartışmalarda çözümleyici olma hakkını haksız yere gaspetmiş olup, örneğin yukarda adı geçen Athanasious’u sürgüne gönderecektir.

Hıristiyanlaşmamış cemaatler Hıristiyanlık düşünceleriyle yavaş yavaş tanıştıklarından ve Hıristiyan cemaatleri geliştiğinden, yeni Hı­ristiyan olanlarla Hıristiyan olmayanlar arasındaki gerilimler Pavlııs’un ilk vaazlarından itibaren az çok yumuşatılmış olsa da, inançsız­lar imana gelmek için kilise kapılarına yığılmamışlardır. Constantinus’un zaferine kadar Hıristİyanlar. İmparatorlukla yabancı olarak kalırlar. Vaizler, sık sık kalabalıklar tarafından sövülmüş, hırpalan­mış ve bazen de katledilmişlerdir.

Bu güç koşullarda, doğmakta olan Hıristiyanlığın ilk rakibi çok aktif olan Yahudiliktir. Roma kilisesinin kurucusu Pavlus bilinen düş­manlığını ifade etmiştir: Bir Yahudi kolonisi içeren "ne bir tek Yunan şehri vardır, ne de bir tek Barbar halkı” diye yazar Josephius. Bu Ak­denizli Yahudiliğine, esas olarak Doğulu olan Essencilik sızamamıştır ve bu Yahudilik Eski Ahit’in verilerine sadık kalmıştır. Bu Yahudilik için Şeytan çok belirgin bir kişilik değildir, bunun nedeni Yahudi­lerin İnsanlığın Kurtuluşu kavramım dikkate almamış olmalarıdır. Ancak Hıristiyanlık, İnsanlığın Kurtuluşu olmadan bir hiçtir; ve gör­düğümüz gibi bu kavram da Şeytanın rolünü büyük ölçüde değiştir­miştir. Dolayısıyla Kilise Babalan için, Şeytanı yeniden tanımlayarak da olsa, Yahudilikten kesin olarak ayrılmak zorunludur. Yahudilik inancı yayılmaya devam ettikçe ve Hıristiyanların yaptığı gibi Yaban­cıları kendi dinlerine döndürdükçe bu görev de acil bir görev haline gelir. Bazı aristokratlar, “tam inanç değiştirmeye kadar varırlar, sün­net olma bunun işaretidir.”40 Bunu da, sünneti suç sayan imparatorluk

40Maıcel Simon, M Civilisatioıı de PAiitiquite et le christianisme, Arthaud, 1972.

438

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

yasalarına rağmen yaparlar.

İkinci rakip, en azından Constantinus’un tahta çıkışına kadar dev­let dini olarak yüzyıllardır tüm Akdeniz halklarının yabancısı olma­yan Roma ve Helen dinidir. Hıristiyanlığın her iki rakibi de İnsanlı­ğın Kurtuluşu gibi kavramlara hiçbir gönderme yapmaz ve gördüğü­müz gibi Şeytan fikri onlara tamamen yabancıdır. Dahası, birbirleri­ne komşu olan iki din, inananlara Hıristiyanlığın rekabet edemeyece­ği ahlaki ve entelektüel bir rahatlık sunar: İlk Günah’m getirdiği insa­nın alçaltılmasını ve bundan kaynaklanan varoluş sıkıntısını da dayat­mazlar. Değer verdikleri erdemlerin günlük hayatta uygulaması yok­tur, yalnızca felsefi temelleri vardır.

Kilise Babaları ve örneğin doğuştan Atinalı ve geç Hıristiyanlardan İskenderiyeli Clemens tüm bu gerçeklerin bilincindeydi. “Şeytan­sı” Origenes’in haksız yere hocası kabul edilen II. yüzyılın bu Kilise Babası,41 bunun üzerine, olağanüstü bir retorik alıştırmasına atılır; bu çaba, Yunan felsefesini “İsa’ya götüren yol" olarak sunar. İster istemez Helenist olan Clemens’e göre, “günah, Tanrı Sözü nün ve Logos’un in­sana kattığı sağlıklı, düşünceye karşıt olan şeydir.”42 Mantık yoluyla Hıristiyan olunmasını isteyen ve inanca pek önem vermeyen şaşkınlık verici kaçamak söz! işte, günahın kökeni olan ve anlamsızlıkla iç içe giren Şeytan. Clemens’in buna çok kızdığı görülür. “Dayanak noktala­rının büyük bölümü Platon’dur, diğer yarısı İsa’nın sözlerine gönder­me yapar.”43 Saf ve neredeyse dokunaklı bir küstahlıkla Homeros’u sessizliğe mahkûm ettiğini varsayar. Şairin dizelerini aktarır:

"... Ares ile san bukleli Afrodit’in aşkından söz ederek,

41 İlk kilise onu çok değerli göreceğinden “ermiş” ve “aziz" sıfatlarını verecektir (XVIII. yüzyılda Papa XIV. Benedictus onu ermişler listesinden çıkaracaktır).

42Simon, La Civilisation de ÎAntiçuitfi et le christianisme, a.g.e.

43“Clement d’Alexandrie,” Dictionnaire eitcydoptdique du christianisme ancien, a.g.e.

439

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Hephaistos’un mağaralarında gizlice nasıl buluştuklarım anlatarak;

Ona verdiği armağanlar ve utançla kuşatılmış Hephaistos’un yatağı ve seviştikleri yer...”

“Kes sesini Homeros!” diye haykırır İskenderiyeli. “Güzellik yok­tur bu dizelerde; zinayı öğütlemektedir. Zinadan söz edildiğini duy­mak bile istemiyoruz.”‘H Putkıncılıkla ilk kez karşılaşmıyoruz, çünkü Tatien Yunan filozoflarını zaten saçmalamakla suçlamıştı ve Kartacalı Tertullianus felsefeden iğrenmeyi işitilmedik zirvelere taşıyacaktır; ama Clemens’in her zaman hoşgörülen Yunan felsefesinin H o meros ve diğer şairlerden vazgeçilebileceği şeklindeki fikrine ancak gülünebilir. Sonuçta, Yunanların onu dinlemeye devam ediyor olmasına da şa­şılabilir. Önemli değil; Clemens’te İlginç olan şey, diğer dinlerin tan­rılarım aforoz eden ilk Kilise Babası olmasıdır. Sibylla kehanetlerine imada bulunarak, “kehanet kelamı, milletlerin bütün tanrılarının ib­lislerin görüntüsü olduklarını söyler.”45 Bu, tanıdık terimlerle bir al­datmaca olarak adlandırılabilecek olan şeydir, çünkü Şeytan’ın ne ol­duğuna kendi aralarında karar veremeyen Kilise Babaları, başkaları için onun kimliğini değiştirmekle yetinirler: O, Zeus, Jüpiter,. Baal, Ahura Mazda’dır... İlk yüzyıllar boyunca Hıristiyanlar kendi hayal dünyalarında Isa’nın çeşitli Yunan-Roma tanrılarıyla, Apollon, Herakles, hatta Dionysos’Ia özdeşleşmelerine izin verdikleri ölçüde bu bece­ri daha da yanıltıcıdır. “Herkül figürü etrafında ... kurtarıcı tanrısal­lık olarak Christioloji ile belli benzerlikler gösteren hakiki bir Herakleiolojinin oluştuğu görülür."40

Dionysos da Hıristiyanların fetihçi retoriğine özel olarak katılır;

44“Exhonaıion to the Greeks," IV, demeni of Alexcmdria, The Loeb Classical Library, Harvard University Press, Cambridge, Mass&William Heinemann, Londra, 1.982. Yazarın Fransızcaya çevirisi.

45A.g.e.

Simon, La Çivilise tion de 1'Antiquite et le christianisme, a.g.e.

440

İLK KİLİSEDE şeytan

o da Herakles gibi gözden çıkarılmış bir yarı-tanrıdır, ama dahası bir yaşam simgesidir ve Mainadlar tarafından kol bacaklarının koparıl­ması ezeli bir yeniden doğuşun başlangıcıdır. Dionysos myslerionlannın ve Eleusis yaşamın ve doğayla mistik bir birleşmenin kutlan­ması olması ve ne Kötülüğe ne de Şeytan’a yer vermemeleri önemli değildir; bunlar kurtarıcı Isa’nın gelişini hazırlayan kavramlar haline getirilirler. Orpheııs’a gelince, gördüğümüz gibi o, cehennemleri da­ha önce ziyaret ettiği için Isa’nın otantik habercisi olur,47 Bunda şaşı­lacak bir şey yoktur, çünkü Orpheus, iki Yahudiliği de, "Eski-Eski” Ahit ve Essen Yahudiliğini ‘de çok etkileyen ve Isa mitinin yaratılışına katkıda bulunan aynı Asyalı kaynaklardan gelir. Hıristiyanlar, YunanRoma dinlerinde istisnai bir boşluk bulacaklardır ve bu dinler onlara bir anlamda izin-belgesi olarak hizmet edecektir.

Gerçekten de, II. yüzyılın başından itibaren Hıristiyanlığı yayma çabaları öyle başarılıydı ki, Hıristiyanlık düşmanlarının öfkesini art­tırdı ve kıyımlar yeniden başladı. Aslında Constantinus’un tahta çıkı­şına kadar dalga dalga devam eden bu kıyımlar asla tamamen yok ol­madı. imparatorluk içindeki din adamlarını yalnızca Romalı tanrılara kurban-vermeye zorlayan, yoksa sürgünle tehdit eden ve Hıristiyanlı­ğa tapınmayı ölüm cezasıyla cezalandıran 257 tarihli Roma fermanını izleyen kıyım gibi bazıları çok vahşiceydi.

İskenderiyeli Clemens’in yaptığı gibi, vaızları ve retorik alıştır­maları için Yunan-Roma dinsel temalarından yararlanan ilk Helen Hı­ristiyanlık yayıcıları eski bir geleneği sürdürmekten başka bir şey yapmamışlardır; bu gelenek interpretatio graeca’dır. Bu, yerli halka yeni tanrılar dayatmak yerine farklı adlar ve görünümler altında ken­di tanrılarına tapmasına izin veriyordu. Yunan ya da Yunan-Roma tan­rılarının başka tanrılara tapmış olan topluluklar tarafından benimsen-

47Bkz. 8. bölüm.

441

ŞETTAN1N GENEL TARİHİ

meşini açıklayan bu gelenek günümüzde şaşırtıcı gelir; örneğin bir yandan Jüpiter ile Zeus ve diğer yandan, Şam’daki fırtına ve yağmur tanrısı Baal Haclad arasındaki ya da Herakles ve Nergal, Hera ve As­tarte, Af rodit ve Al-Uzza, Dionysos ve Dusares arasındaki kaynaşma­lar gibi.'fB Yerel tanrıların Yunan ya da Roma adları almaları karşılı­ğında benimsenmiş ve uyarlanmış olan Yunan ve Roma tanrıları da yerel isim ve özellikler almışlardır.

Bu tanrı alışverişi ve Hıristiyanlıktan Önceki tanrıların kendi içle­rinde değiştirilebilir olması, Hıristiyanlığın imparatorluk eyaletlerin­deki başarısı anlaşılmak isteniyorsa önemlidir. Bu durum antik dinle­rin genellikle ihmal edilen bir özelliğidir: Gerçekten de, 1Ö ve İS’ki yüzyıllarda halklar tanrılarının evrensel olduğuna ve sadece adlarının ve ikincil özelliklerinin diğerlerinden farklı olduğuna inanıyorlardı. Örneğin Roma halkına hiç tartışmasız en yabancı tanrıça olan Mısır tanrıçası İsis’e tapınmayı Roma’nın kolaylıkla benimsemesi gibi bu tanrılara tapmayı benimsediler. Gerçekten de İsis, anne ve kadın ola­rak Demeter’le, Afrodit’le, Artemis’le, Persephone’yle, Atinalılar için Atena’yla, Frigy ahlar için Kybele’yle, Giritliler için Artemis Dyctinna’yla özdeşti.49 Benzer şekilde İsa da sadece Herakles’le değil, Apollon ve Dionysos’la da özdeşleştirildi. Bu bağdaştırmacılığın en ünlü örneklerinden biri, Vatikan Müze’sindeki 111. yüzyıl heykelidir. Bu heykelde İsa, omuzlarının üzerinde bir keçiyle Çoban Apollon’un ge­leneksel çizgileri altında toy bir delikanlı olarak tasvir edilir.

Interpretatio graeca örtüsünün altında kendini Yunan din ve felse­fesinin uzantısı ve tamamlanışı olarak sunan Hıristiyanlık tasvirleri, Helenistik kitle tarafından kolayca kabul görmüştür. Ancak Hıristi­yanlık yayıcılarının daha uzun süre başları derttedir, çünkü Helen dü­şüncesi vaaz vermeye gittikleri her yere, Herkül Sütunları’ndan

48Maurice Satire, L’Orient romain, Le Seuil, 1991.

49 A.g.e.

442

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

Pontus’a kadar yayılmıştı ve bilindiği gibi Helen düşüncesi Şeytan fikrine isyandır.

Yalnızca Şeytanla bağdaşacak bir teori düzenlemenin değil, dahası, herkes tarafından kabul görecek bir teori düzenlemenin güçlüğü de buradan kaynaklanır. Hıristiyan misyonerleri vaaz vermek için uzağa gittikçe bu güçlük de arttı. Gerçekten de, III. yüzyılın sonunda bütün Küçük Asya Hıristiyanlaştırılmıştı ve Ermenistan, Bithynia, Frigya, Pisidia gibi bazı bölgeler ve eski Kartaca toprakları büyük bölümüyle Hıristiyandı. Ancak tüm Yunan’da ve hemen hemen tüm İtalya’da da Hıristiyanlar vardı. Akitanya havzası Hıristiyanlaşma yolundaydı ve yalnızca Ispanya’nın küçük bir bölümü İncil yayıcıları tarafından ziya­ret edilmemişti. Nihayet, Belçika’da, Germanya’da ve İngiltere’nin ba­zı bölgelerinde de, Londra’da, Canterbury’de, York’da Hıristiyanlar vardı.

Yani misyonerler dinlerinde Şeytan olmayan Kelt topluluklarını eğitmek zorunda kaldılar.30 Isa’nın öğretisini yaymak söz konusu ol­duğunda, eser belki de güç ve genellikle de tehlikeli olmasına rağmen her zaman göz kamaştırıcıydı; çünkü Isa’nın öğretisinin dinamiği kar­şı konulmazdı, ancak Şeytan’a söz konusu olduğunda sorun başka açı­dan çetindi.

Dahası, özellikle Doğu’da, ÎÖ VI. yüzyıldan beri sıkı sıkıya nüfuz etmiş olan ve Hıristiyanlıkla benzerlikleri nedeniyle paradoksal bir güçlük gösteren Mitracılıkla çatışmak gerekiyordu. Tek bir Tanrı, bir Şeytan ve bizzat Tanrı’dan kaynaklanan bir kişilik olan Mitra; bunlar ön-Hıristiyanlığa şaşırtıcı ölçüde benziyorlardı. Burada tehlike, doğ­makta olan Hıristiyanlığın özüne yönelikti gerçekten de, çünkü Mitra cı ikicilik Yahudiler arasında, özellikle Essenlilerde son derece yer et­miş bir akım yaratmıştı. Bu akım zamanla Hıristiyanlıkta da görüle-

30Bkz. 7. bölüm.

443

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

çekti: Gnostisizm.

Demek ki en büyük tehlikeyi teşkil eden, en azından Yunan-Roma biçimindeki51 Mitracılık değildir; Doğu Roma’da buna ender olarak tapılıyordu, erkekler ve özellikle askerler tapıyordu, askerler impara­torluğun en ücra köşelerine kadar yayılmış olsalar da durum böyleydi. Bu, Hıristiyanlığa çok yakın olmasına rağmen ondan tamamen farklı olan Gnostisizm’di. Çok karmaşık bir doktrin olan Gnostisizme göre Kötülük, yaşamdaki her canlıda ve her maddi şeyde mev­cuttu?2 Kötülük ve Şeytan her dönemde var olmuşlardı: Başlangıçta, “ışık ve karanlıklar vardı ve ikisinin arasında da Ruh.”

Kötülüğün ve tek Şeytan’ın bu türden tanınması, birçok nedenden dolayı ortodoks Hıristiyanların işine asla yaramazdı. Birinci neden, elbette, İyiliğin Tanrısı’na, Tanrı Baha’ya ikincil bir rol vermesidir. İkinci neden, doğrudan birinci nedenden kaynaklanıyordu: Maddi dünyayı Şeytan’ın imparatorluğu olarak gösteren Gnostisizm, Tanrı’mn Oğlu’nun İsa biçicinde cisimleşmesinin önemini yadsıyordu.53

31 “Yunan-Roma Mitra’sının, kanlı atasıyla akrabalık bağı kesin olsa da oldukça uzak bir ilişkisi vardır,” diye yazar Sarire (L’Orient romain, a.g.e.), başka yazar­ların da adını anarak.

52,‘Gnose~gnosıicisme,” Dictioımdre encydoptdique du christianisme anelen, a.g.e.

53 Gnos ve Gnostisizm üzerine çok sayıda mükemmel eser vardır. Bunların en önemlileri H. Leiesegang’ın La Gnose (Petite Bibliotheque Payot, 1951), R.M. Grant’m La Gnose et les origines chrtRiennes, a.g.e., 1964 ve H. Ch. Puech, En r/ı^te de la gııose, 2 cilt, (Gallimard, 1978)’dir. Her biri, önemli bir olgu olan Gnosüsizme kişisel bir bakış getirir. Gnostisizm, öncelikle Kilise Babalan tara­fından, Helenizmin Hıristiyan düşüncesini kirletmesi olarak görüldü. Örne. gin Gram, Gnostisizm’de, 70-135 felaketlerinin (Kudüs’ün art arda imha edilmesinin) neden olduğu Yahudi sıkıntısının ifadesini görür. Bu yorumun kuşkusuz temelleri vardır, ancak Yahudilerin sıkıntısının Gnostik öğretileri yaratmaktan çok bunların daha fazla kabul görmesini sağladığım söyleyebili­riz, çünkü bu öğretilerin çok daha eskiye dayandıkları ortadadır. Diğer yan­dan Leisegang ise, Mısır, Yunan ve Ortadoğu (Küçük Asya) kaynaklarını gün ışığına çıkararak çözümlemeyi derinleştirir. Asya kaynakları olasılığından bile söz eder. Fakat, 11. yüzyılda Gnostisizmin çürütülmesine kaktıda bulunmuş

444

İLK KİLİSEDE ŞEYTAN

Isa, ya bizzat bu cisimleşme yoluyla Kötülüğün alanına giriyordu ya . da cisimleşme m iş olmalıydı. Daha kötüsü, Şeytan dünyanın sonuna kadar galip gelmiş oluyordu, çünkü hepimiz Kötülüğün yaratıklarıyız.                                                 i

Dahası, yukarda adı geçen, Tatien gibi bazı Hıristiyanlık savunu-         !

cusu Kilise Babaları Gnostisizmden etkilenmişlerdir,54 bu bireysel bir      ,

yanılgıydı. Ancak daha da kötüsü, Yuhanna İncili gibi bazı İnciller           i

(sayıları dörtten fazladır, Papa Gelas i us’un kararı henüz ilan edilme-      |

miştir) özellikle Gnostik bazı yan anlamlar içeriyorlardı. Örneğin j

İsa, bu Incil’de şöyle demektedir: “Artık sizinle çok şeyler konuşma­yacağım, çünkü bu dünyanın reisi geliyor.”55 Demek ki İsa Şeytan’ın bu dünyanın efendisi olduğunu kabul etmektedir ve demek ki Gnostiklerin dedikleri doğrudur! Bilindiği gibi, Yuhanna İncili, Papa Gelasius'un sansürünün satırından pek az kaçabilmiştir.

Aslında sapkın düşünürlerin en güçlüsü ve hiç kuşkusuz Gnostiklerin en ilginci olan Markion, II. yüzyılda, İsa’nın gerçek anlamda cisimleşmesinin meydana gelmediğini, yalnızca cisimleşme benzeri bir şeyin meydana geldiğini, yani çarmıha gerilmenin Tanrı’nm göv­desine erişmediğini, belirtir. Gnostisizm sistemleri çok karmaşık ve çeşitlidir ve Carpocrade, Basilieides, Valentinus gibi bu düşüncelerin

önemli yazarlardan biri olan İrenaeus’un bir tanımından etkilenmemek ol­

dukça güçtür. Gerçekten de, İrenaeus’a göre, Tanrı’nm doğrudan ve sezgisel    j

bilgisi olan, bir anlamda aydınlanma demek olan Gnos, “iç insanın kurtulu-     

şunu getirir” ve Marcel Simon’un (a.g.e.) deyişiyle, “insanı kendi gerçek          I

yazgısına teslim etmek için kendinden kurtarır, hissedilir olanın hapishane-      !

sinden kurtarır.” Oysa bunlar, Budizmin de hedefleridir ve bence, İsken-           i

der’in lö IV. yüzyılda Yunan’a dönüşüyle gelen Budist doktrinlerin etkisi         i

bugüne kadar ihmal edilmiş ya da her durumda önesenmemiştir. |

Şunu da belirtmek gerekir ki, Hint’in ilk Hıristiyanlık üzerindeki etkisini        I

belirtmiş ender yazarlar arasında Hippolyte vardır.

54“Tatien,” Dictionnaire encyclopediqtte du christianisme cinden, a.g.e.   :

55Yuhanna, 14; 30-31.

445

ŞEYTANIN GENEL TARIHI

yaratıcıları kendi içlerinde farklılık taşıdıkları için burada bir Gnosti­sizm sentezi sunmak olanaksızdır. Gnostik mezheplerin çokluğu dolayısıyla -Simoncular, Menandroscular, Satorniciler, Basilidliler, Nkok.idler, Strationikler ya da Fibionikler, Sekondiyenler, Sokratesçıler, Zaccheenler, Koddien Borboritler, Barbelitler, Karpokratlar, Serentyenler ya da Merentyenler, Nazarenler, Ebionitler, Valentienlerkeşiflerini, ayrıntılarını sıralamak oylumlu bir ansiklopedi ge­rektirir. Açık ve net olan bir durum vardır: Çok kısa süre içinde Gnostisizm, Pavlus müritlerine “ putperestlikken çok daha tehlikeli bir düşman olarak görüldü, çünkü Hıristiyanlıkla aynı yataktan doğu­yordu.

Roma kilisesinin kurucusu Pavlus Gnostiklerin saldırılarına çanak tuttuğundan tehlike daha da büyüktür. Tanrı’nın İsa’yı bize günahkâr doğamıza benzer bir biçimde gönderdiğini kabul etmiş olması en büyük “gaf” değil midir?’6 Yani, Isa’nın günahla lekeli olduğunu ka­bul etmiştir! Yani, İsa’nın Şeytan’m avı olduğunu kabul etmiştir! Kur­tar ıcf ya cinsel ilişki olmadan gebe kalındığı fikrini geçersiz kılmış­tır! Onun tanrısal doğasını ortadan kaldırmıştır! Bu fikri Basileides tekrar benimsediğinde İskenderiyeli Clemens’in kızgın bağırıp çağır­maları anlaşılır! Ancak Pavlus’un metinleri Gnostiklerin kurnazlıkla­rına başka açık kapılar bırakıyordu: Çünkü, “ne ten ne de kan Tanrı’mn krallığından miras alacaktır,”” diyerek teni ezeli lanetlemeye mahkûm etmiş olan da oydu.

V. yüzyıla doğru Gnostisizm, Kilise Babaları’na soğuk terler dök­türdü: Gnostisizm kabul edilmiş olsaydı eğer, onun Şeytan’ı tedavisi mümkün olmayan bir hastalık olacak ve günah ve kurtuluş kavramla­rı hiçbir işe yaramayacaktı. İsa’nın Samarya’da görmeye gittiği Büyü­cü Simon başta olmak üzere, Dositheos, Menandreos, Apollonius

Romalılara Mektup, 8; 3.

>7Korintosl ulara Birinci Mektup, 15; 50.

446

ilk kilisede şeytan

Tyanaeus; hepsi Gnostik olan mesihlerin o dönemdeki şaşırtıcı bollu­ğu karşısında ilk kilisenin önemli güçleri seferber oldu. Başlangıçta müttefik olarak görülenler -örneğin II. yüzyılda, Roma’nın ezeli düş­manı olan ve Hıristiyanlardan yana kabul edilen Bar Kohbakendile­rini gerçek Mesih olarak sunup daha acımasız bir kinle onların peşine düşünce bu seferberlik daha da arttı. Filistin’deki Hırİstiyanlar, İsa’yı reddedip lanetley inceye dek iğrenç işkencelere maruz kaldılar. Örne­ğin İsa’yı mesih ilan etmiş olan Vaftizci Yahya’nın müritleri olan Sa­biiler acımasız düşmanlar olarak görüldüler. Hem de kalıcı düşman­dılar! Simon’un müritleri III. yüzyılda hâlâ güçlüydüler ve Vaftizci Yahya’nın müritleri XX. yüzyılın başına kadar ayakta kalmışlardır.

Ateşli çürütmeler başarılı oldu ve o dönemin birçok ismi ve met­ni bize Irenaeus, Hippolyte, Epiphanios sayesinde ulaştı ve Hıristi­yanların onların öğretisine göz atmaları ya da kulak vermeleri yasak­landı. Laodikeia, İskenderiye, Efes, Dyrakkhion’da büyük bir öfkeyle kötü yazılar yazıldı, Gnostik vebayı yenilgiye uğratmak için retorik ve kazuistik hazineler harcandı. Yaklaşık beş yüzyıl süren bu ayıkla­ma etkili oldu, çünkü sonunda Gnostisizm can verdi. Sonsuza kadar unutulacaktı ki, 1945 yılında Mısır’da tesadüfen tüm Gnostik kütüp­hane bulundu, yani sansürden kurtulmuş olan ve Hıristiyanlığın kay­naklarının öğrenilmesinde Ölü Deniz Elyazmaları’yla aynı önem dü­zeyinde olan altmış kadar kitap.

“Gnostisizm üstün gelmiş olsaydı,’’ diye yazar Marcel Simon,58 “bağdaştı rmacılık içinde sulandırılmış olan Hıristiyanlığın orijinalli­ği sona ererdi.” Çünkü, ilk kiliseye göre, işin kötüsü, Gnostiklerin kendilerini gizlemiş olmalarıdır: Asla onlara eziyet edilmedi, çünkü imparatorluk dinlerine çok yakındılar. Bu sayede Hıristiyanlara gö­ğüs germe fırsatları oldu.

58

La Civilisatîon de l'Aniitjuİtö et le christianisme, a.g.e.

447

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Gnostik veba Kilise’nin tek sorunu değildi: Dinden ayrılanlar ve sapkınlar da yayıldılar. İlk önemli ayrılma, Antakya okulunda eğitim görmüş İskenderiyeli bir rahip olan Arius’tu. IV. yüzyıl başında, İsa’nın doğası üzerine piskoposuyla tartışmaya girdi. İskenderiye’den kovulunca tüm Doğu Akdeniz havzasında, kendini ortodoks olarak ta­nımlayan Hıristiyanlık hakkında korkunç düşünceler ileri sürdü. Arius’a göre, madem ki, Eski Ahit’te İsa’nın var olmadığı bir dönem var­dır, o halde Isa, Baha’dan sonradır. Baba da onu hiçlikten yola çıkarak yaratmıştır; eğer o Tann’ysa, ikincil nitelikli bir tanrıdır. Oğul, Ba­ha’nın tek yaratığıdır ve “yaratılışın tüm geri kalanı, Baha’nın irade­siyle Oğul’un doğrudan eseridir.”59 Bu bakış açısıyla heterodoks Hı­ristiyanlığın güçlükle inşa edilmiş tüm Hıristiyan teolojisini yeniden inşa etmek gerekir. Başka sonuçların yanı sıra Şeytan da kısmen orta­dan kaybolacaktır, çünkü o da gökyüzünün diğer yaratıkları gibi Isa’nın bir yaratısıdır.

. Heyecanın nedeni anlaşılır. Constantinus, 325 yılında İznik Konsili’ni toplantıya çağırarak tepkisini gösterdi (Bu Doğulu ve açıkçası Bi­zanslI tartışmalar Batılı Hıristiyanlara bıktırıcı geldiğinden pek ilgi göstermiyorlardı). Bizans’ı rahatsız eden şey, Şeytan’ın yeni kimliği kadar, Ari usa göre ikinci planda bir kişilik olan Isa’nın da yeni kim­liğiydi. Sonuçta, İsa’nın doğasının her tartışma konusu edilişinde Şeytan’ınki de gözden geçiriliyordu.

Isa’yı, yetenekleri dolayısıyla Tanrı’nm Oğlu olarak kabul edilmiş basit bir insanoğlu olarak gören ve Roma’da Bizanslı Theodotos'un ortaya attığı fikir olan Adopsiyanizm gibi başka sapkın akımlar da doğuyordu.60 Theodotos’a göre, İsa, bu şekilde kabul edildikten sonra

59“Arius, arianisme,” Dictionnaire encydoptdique du christianisme anelen, a.g.e.

60III. yüzyılda Adopsiyanizmden türeyen bir akım da evrenin düzenini tartış­ma konusu eder: Sabelliusçuluk. Eibyalı olduğu sanılan rahip Sabellius’tan yola çıkarak bu şekilde adlandınlan bu sözde kipsel Adopsiyanizm Orige-

448

ilk kilisede şeytan

mucizeler göstermeye başlamıştır. Incil’e yapılan göndermeler de bu teoriyi desteklemektedir. Özellikle Matta: “İnsan Oğlu’nu çekiştiren affedilecek, Kutsal Ruh’u çekiştiren affedilmeyecektir,” (XII; 32) ve Yuhanna: “Durum böyleyse, beni öldürmeye karar vermişsiniz, beni, hakikati söyleyen bir inşam.” (VIII; 40). Oysa bu sapkınlık uzun ömürlüydü. Bizanslı Theodotos’un bir öğrencisi olan, Bankacı denen diğer Bizanslı Theodotos’un devam ettirdiği bu sapkınlık IV. yüzyılın ortasına dek sürdü. Şeytanın statüsüyle ilgili sonuçlar ortadadır: in­sanın kurtuluşu teması en azından her zaman desteklenmiş olsa da ciddi ölçüde zayıflamıştır ve insanlık ilk günlerdeki gibi Şeytan’m nüfuzu altında bulunmaktadır.

Ebiyoncıı sapkınlığın durumu da böyledir.61 Adopsiyanizmle bir­çok ortak yönü vardır. Pavlus’un öğretisini kesinlikle reddeden Ebiyonculara göre İsa yalnızca bir insandı, insanlığın kurtuluşu üzerine

nes’in teorisine karşı çıkar. Bu teoriye göre üç töz vardı: Her üçü de tannsal olan Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. Gerçekten de, der Sabelliusçular, bu teoriye göre, işkenceye ve çarmıha gerilmenin utanç vericiliğine maruz kalmış olan İsa’nın tannsal özü olmalıdır; oysa bu kabul edilemez bir şeydir. Dolayısıyla, kimi zaman Oğul’da, kimi zaman Kutsal Ruh’ta beliren tek bir töz, Tann’nın tözü olmalıdır. Baba ve Oğul, tek bir Varlığın farklı kiplerinden başka bir şey değildir. Referans: Dictionncıire encycloptdique du christianisme cinden, ve Simon, LAntiquitf et le christianisme anden, a.g.e.

dlBazı iddiaların tersine bu sözcük, sapkın bir mezhep kurucusu kabul edilen ve Ebion denen birine ait hiç değildir, çünkü İbranicede “ruh yoksulu,” yani aptal anlamına gelen bir sözcükden türer. Salamine’li Epiphanios, Ebioncu sapkın mezhebinin doğuşunu, Parth bölgelerinde doğan Elkasait denen bir hareketin etkisine bağlar; bu açıklama günümüzde tartışmalıdır (başka me­tinlerin yanı sıra Dictionnaire encyclopedique du christianisme ancien’e göre). Bel­ki de ikinci kez incelemeye değer, çünkü Elkasait hareketi, Parth krallığın­dan değil, Parth nüfuzuna girmiş olan Babil’den kaynaklanan bir Essen hare­ketinden başka bir şey değildir. 220 yılında, Apameîa’lı Alkibiades Roma’ya Elkasaitlerin bildirgesi olan Hebcaİ Kitabı’nı getirdiğinde ortaya çıktı. Origenes de yirmi yıl sonra, başkanlanndan biri Caesarea'ya geldiğinde, Elkasaitlerden söz eder (Eusebius, Histoire eccksiastique, VI, 38, The Loeb Classical Library, a.g.e.).

449

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Pavluscu anlayışları hiç dikkate almıyordu.

Saldırılara ve aforozlara inatla karşı koyarak ayakta duran 1. yüz­yıldaki hareketlerden biri de İsa’nın mutlak rakibi olan Simon’un mü­ritleriydi. Essenli Dositheos’un öğrencisi Simon, “Tanrı’nın mutlak gücü”nün cisimleşmesi olarak kabul edildi. Öğrencileri İsa’nın çilesi­nin bir yanılsamadan ibaret olduğunu savundular. Simon’un gelişi peygamberlerin sözlerini geçersiz kılıyordu; çünkü bu peygamberle­re, Tanrı’nın gerçek niyetini bilmeyen ve insanlığı köleleştirmek iste­yen melekler vahiy getiriyordu/’2 Bu karmaşık doktrindeki eksiklik­ler nedeniyle şeytan kavramı belirsizleşir, çünkü yine İnsanlığın Kur­tuluşu yoktur ve Simon’un kişiliğinde zafer kazanan bir Tanrı’nın ni­yetlerini hiçbir Şeytan bozamaz.

Elkasaitlerden,63 yani bir Mandeizmden türeyen, yani yine Gnos­tik -Mandeizm sözcüğü Gnostik anlamına gelen mandaje’den gelir— Yan-Hıristiyan ve yine de Hıristiyanlık-karşıtı bir Babil mezhebi olan Sabiiler de belirtilebilir mi? Bu olağanüstü akım kaynağını Mezopo­tamya ve İran Huzistam’ndaki Sami dinlerinden alır. Çünkü Essencilik Mazdacı kaynaklarını buradan almıştır, Sabiiler ise ikici Essenlilerdir; vaftiz uygularlar ve dünyanın İyi ile Kötü arasında bölündüğü­ne sonuna kadar inanırlar: Işık dünyası tanrısal varlıklarla karanlıklar dünyası dişi kötülük ruhuyla doludur.

Başka güçlüklerle uğraşan ilk kilise için, Vaftizci Yahya Hıristiyanları da denen Sabiiler büyük bir sorun oluşturmayabilirdi. Ne var ki, Vaftizci Yahya İsa’yı vaftiz eden kişiydi; bu başkafir Isa’ya elçiler göndererek söyle demiştir: “Sen gerçekten bizim beklediğimiz kimse

62Büyücü Simon’un teolojisini iki kaynaktan, İrenaeus (“Adversus haereses,” 1, 16, 1) ve sadık bir Simoncu belge olan Apophasis megalarda, yani Büyük Bildi­ride büyük bir olasılıkla tümünü aktaran Hippolyte sayesinde bilmekteyiz. İrenaeus’un Simonculuk tanımı ikinci elden bir tanım gibi gözükmektedir ve sonraki kaynaklan yansıtır.

WBkz. 61, dipnot.

450

ilk kilisede şeytan

raisin, yoksa başkası mı var?” İsa’yı mesih olarak kabul etmeyen Sabiilere göre o Tanrı’nm Oğlu değildi ve Yahudilerin Tanrısı Adonai kötü yürekli bir Tanrı’ydı.64 İnciller bunu kanıtlamak için vardır! Adonai'nin kötü bir Tanrı olduğu kabul edilirse Sabiilerİn Şeytan’inin nasıl olacağı merak edilebilir. Ya Şeytanlarının dişi olmasını nasıl yorumlayacağız?

Doğu Hıristiyanlarının, bir Parth prensi ile bir Yahudi-Hırisiiya mn oğlu olan Mani’nin doktrini -bu doktrin de Mazdacılıktan kaynak­lanırManiciliğe duydukları hayranlığı da ekleyelim. Deyim yerin­deyse bu da bir bağdaştıimacıhktır. Maniciler Buda’yı, Zerdüşt’ü ve İsa’yı tek bir doktrinde birleştirmek istediklerinden Zerdüştçü Vedacılıkla Yahudi-Hıristiyanhk arasındaki bir bağdaştırmacıhktır. İlk ba­kışta, Manicilik, Zerdüşt’ün öğretisinde olduğu gibi dünyanın aydın­lıkla karanlık arasındaki eski bölünmesini yeni bir biçim altında sun­maktan başka bir şey yapmamıştır. Ne var ki burada, Mani, büyülü ve şiirsel bir destan eklemiştir; Aydınlığın Karanlık güçlerine karşı isyanım.

Yüz karası bir çarmıhta işkence görerek çırılçıplak ölüme mah­kûm edilmiş olanın Tanrı’nm Oğlu olduğunu kabul etmeyi reddeden herkes Maniciliğe dahil oldu. Bu belki de görkemli bir girişimdi. So­nunda üç büyük Doğu dinini birleştiriyordu. Eğer Manicilik zafer ka­zanmış olsaydı hem İsa’ya hem de Buda’ya tapılabilecekti kuşkusuz. Fakat şimdiden ufukta odun yığınları tutuşuyordu. Mani işkenceler içinde can verdi, onun uzaktan öğrencileri olan Albililer, Katharlar, Bogomiller ıstırap ve alevler içinde onun peşinden gideceklerdi. Çün­kü, her şeye rağmen İsa’nın da demiş olduğu ve Manicilerin de öğret­tiği gibi, Şeytanın bu dünyanın Prensi olmasına hoşgörü gösterile­mezdi.

& Encyclopaedia Britannica, 1960 ve “Mandesme, mandeen," Dictionnaire encycloptdique du christianisme ancien, a.g.e.

451

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Zaten, genç kiliseler paylaşımdan, korkarlar, Hıristiyanlık da bir istisna değildir. Markioncu sapkınlıktan beter olan Manicİlik kilise­nin tüm. gücünü seferber etti.

Konsiller, imparatorluk ve piskoposluk otoritesinin ağırlığıyla yanılgıları cezalandıracaktır. Romalıların arenalarında can verdikten sonra, Hıristiyanlar, Tanrı’ya ve Şeytan’a Kilise Babaları’nm tahsis et­tiği bölgelerden başka bölgeler atfettikleri için başka Hıristiyanların arenalarıyla tanışacaklardır.

Bu arada, bu Şeytan’m nereden geldiğini, neden mi sonuç mu ol­duğunu kimse söyleyememiştir. Bu, Kötü Ruh’un esinlediği yanlış bir soru değil midir? Çünkü bu soru mantığın ürünüdür ve Kilise Babaları’ndam özellikle de Tertullianus’tan bu yana herkes, felsefenin Şeytan işi olduğunu bilmektedir ya da bildiğini sanmaktadır.

Gece oluyordu.

452

16.

BATI’NIN BÜYÜK GECESİ:

ORTAÇAĞ’DAN FRANSIZ DEVRİMİNE

Yine Konsillere dair Şeytan’ın şeytansı bir fik­rini öğretmiş olduğundan kuşku duyulan Pris­cillianus adlı bir piskoposun öldürülmesi üzerine Dinsel kıyımlar ve özellikle ticari kay­nak olarak kabul edilen engizisyona dair Sap­kınların yakıldığı odun yığınlarına dair Aziz loannes Chrysostomos’un hoşnutsuzluğu üzerine Engizisyoncuların çılgınlıkları ve Kathar teh­didi üzerine Cinli olma ve şeytana tapma suç­laması üzerine girişilen sayısız katliama dair Yahudilerin Şeytan’ın destekçisi olarak adlandı-

1 rılması üzerine Şeytan ve sonuçları üzerine bütünlüklü bir doktrin yokluğuna dair Salem /büyücüleri üzerine Engizisyon’un Napolyon tarafından kaldırılması ve Bourbonlann Engizisyonü yeniden kurmak için sonuçsuz çabalarına dair.

Şeytan, Hıristiyanlığın ilk dörtyüz yılından özel bir statüyle çık­mıştı: Şeytan vardı, ama ne kim olduğu ne de niçin doğduğu gerçek­ten biliniyordu. Felsefi terimlerle, varoluşunun özünden önce geldiği söylenebilir. Birçok otoritenin Şeytan hakkında bir fikri vardı, ancak ortak bir düşünce, kısacası, bir Şeytan teorisi yoktu.

Konsiller bu eksikliği tamamlamayı deneyeceklerdir. İlk konsil olan İznik Konsili sorunu dolaylı olarak ele alır. Çünkü Şeytan’m kim olduğu bilinmiyorsa, bu durumda Şeytan’m kim olmadığı bilinmeye çalışılmalıdır. Özellikle Konsil’in örgütleyicisi Constantinus için önemli olan teorileri ayıklamak ve özellikle kendini imparatoru ilan ettiği Hıristiyanlığın her yöne dağılmamasıyla ve sonunda Musa dini­ne varmamasıyla ilgilenmektir. Bu özellikle disipliner bir toplantıy­dı. Temel hedef, sonuç olarak tehlikeli bir Şeytan kavramı dayatan Arianusçuluğu dışlamaktı. “Doğurulmuş, yapılmamış” terimleriyle özetlenen Baba ile Oğul’un eştözlülüğü düşüncesiyle tartışmaya son verildiğinde, tanıklara imzalatıldı. Arianusçuluğun babası Arius ve iki piskopos, İkinci Ptolemais ve Marmarisli Theonas tartışma nüsha­larını imzalamayı reddettiler.1 Bu kişiler aforoz edildi ve kapanış şö­lenine davet edilmediler. Genç kilise, Şeytan’m İsa yaratısı olmadığı­na karar vermişti. ■

Ancak, bu kötücül güç teması üzerine süslemeler yapmaya devam eden hayalgûçlerini durdurmak için çok daha fazlası gerekiyordu. So­nunda bu güce, iki yüzyıl sonra yeniden çare bulunması gereken bo-

“Arius-Arianisme,” Dictûmnaire encydoptdique du christianisme oncien, a.g.e.

454

BATININ BÜYÜK GECESİ

yutlar verildi. “Laik bir eğitim almış,”2 daha sonra piskopos olan Priscillianus, IV. yüzyılın son çeyreğinde, çok sofu, çok çileci bir doktrini vaaz etmeye başladı; bu öyle çileci bir doktrindi ki, yerel piskoposlar bundan hoşlanmadılar. Onların ileri sürdüğüne göre, Priscillianus çabasını çok ileri götürmüştü ve Şeytan’ın korkunç güç­lerini göstererek dinleyicilerini korkutuyordu. Şunu da söylemek ge­rekir ki-, bu da, Doğu kökenli bir sapkınlığın kusuruydu; Tüm insan­lığın lanetli olduğunu kabul eden ve evliliği, et ve şarap tüketilmesini reddeden Enkratizm. Dolayısıyla Priscillianus, Enkratist olmakla suç­landı ve 384 yılında Bordeaux Konsili’nden. sonra Priscillianus, gö­rüşlerini benimsemiş olan bir kadın, Euchrotia ve dört yol arkadaşı, kara büyü suçlamasıyla canlı canlı yakıldılar (kimi zaman ileri sürül­düğü gibi kafaları uçurulmadı). Bu vahşi infaza, imparator Magnus Maximus’a sözleri geçen piskoposlar Meridalı Hydatius ve Ossonubah İthacius’un kışkırtmasıyla karar verildi.3 Priscillianus’un astrolojiy­le uğraştığı doğrudur, fakat o dönemde buna kim aldırır! Ancak kili-

2 “Priscillien-Priscillianisme,” a.g.e. Bu eser ilginç bir şekilde ve '‘önemli bir de­ğer” yüklüyor olmakla birlikte, Priscillianus’un Aviİa piskoposu seçildiğinden söz etmemektedir.

3 Magnus Maximus’un tarihi, Aşağı-lmparatorluk’un çalkantıları açısından ti­piktir. O, Doğu'nun imparatorianndan biri olan 1. Theodosius’a birçok se­ferde eşlik etmiş olan bir İspanyol subayıydı. Birliklerin sıkıldıklan Bretagne’a atandığında bu birlikler tarafından Bretagne İmparatoru ilan edildi. Daha sonra .Galya’ya gitti, orada Theodosius’un taşra valisi düzeyine indirdiği eski Doğu İmparatoru Gratianus’u, tuhaflıktan ve gülünçlükleri nedeniyle devir­di. Theodosius ona Augustus imparatorluk sıfatını vererek ve Galya, İspanya

. ve Bretagne’m tek imparatoru yapmak zorunda kaldı'. Katolik din adamları­nın bazı eserleri onu Priscillianus’un öldürülmesinin tek sorumlusu olarak gösterirler ve dahası “ikiyüzlü” diye adlandırırlar. Ancak gerçek çok farklıdır; öncelikle Maximus tam yetkiye sahip bir imparatordu ve etrafından din adamlanndan oluşan danışmanlar ve piskoposlar vardı. Maximus’un, pisko­posların desteği olmadan Bordeaux Konsili’ni toplayamayacak olması bunun kanıtıdır. Daha sonra konsil, piskopos Cauchon’un kötü öncelleri olan Ossonubâh Ithacius ve Meridalı Hydatius’un girişimiyle toplandı. Dolayısıyla, Priscillianus’un öldürülmesinde başsorumluluk kilisenindir.

455

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

se şeytansı hayalleri beslemeye ve her yerde Kötülük görmeye özel­likle devam ediyordu. Sapkın varsayılan bu kişilerin ölüme mahkûm edilmesi ortaçağdaki ve engizisyonun ortadan kaldırılmasına kadar, sonraki yüzyıllardaki iğrenç büyücülük davalarının öncüllerini oluş­turdu.

Priscillianizmin kurucusuyla birlikte ölmesi gerekirdi. İşin tuhafı, “Priscillianizm" diye bir şey asla var olmadı, din şehidinin teolojisi tamamen ortodokstu: Bu iğrenç korkuluğu uydurmuş olan kilisenin kendisiydi? Priscillianus, ölümünden sonra, yandaşları tarafından ön-, ce şehitlik mertebesiyle şereflendirildi, daha sonra V. yüzyılda varlığını hâlâ sürdüren sözde-öğret is i (asla böyle bir şey vaaz etme­mişti) yayıldı.

400 yılında, Priscillianus’un öldürülmesinden onbeş yıl sonra Toledo Konsili bunu çürütmeyi denedi. Ancak ortada çürütülecek hiçbir şey yoktu; suçlama dosyasına konacak tek bir çeviri hatasına rastlan­dı. Priscillianus, Yunanca otyevvr|ToÇ, yani agenitos’u innascibilis? yani “doğumu olmamış olan”ı? “doğumsuz,” “doğumu olanaksız” olarak çevirmişti. Bunun sonucunda, kuşaklar boyunca yandaşları odun yı­ğınlarında öldüler! “Priscillianizm”den yine de varlığını sürdürdü. Aziz Jean de la Croix’nın ve Azize Avilah Theresa’mn kanıtladığı gibi, Priscillianus’un piskoposluk yaptığı İspanya, mistisizme, tenin ve sevginin reddine uygundu. 563 yılında Galiçya’da toplanan ikinci

4 Priscillianus’un olduğu varsayılan Enkratizm doktrini çeşidi konsillerin sür­dürdüğü bir masaldır ve günümüze kadar devam etmiştir. 1889 yılında G. Schepps, Priscillianus’un oniki yazısını keşfederek teolojisinin tümüyle Orto­doks olduğunu kanıtlamıştır. Priscillianus kilisenin ham hayallerinin kurba­nıydı. Bkz, E.C. Babut, Ppscillien et le priscillianisme, Paris, 1909.

5  “Priscillian,” Encydopaeâia Britannica, 1962.

fi A. Bailly’nin Yunanca-Fransızca sözlüğüne (Hachette) göre (bu dipnot, kötü niyetli cehaletleriyle büyük yanılgıya düşen bazı din adamlarının dikkatinedir.)

456

BATININ BÜYÜK GECESİ

konsil olan Braga Konsili’nde, iki piskoposun kötü niyetiyle dikilen bu korkuluğun boynunun vurulmasına kesin olarak karar verildi. 8. din kuralına göre, “İblis, yeryüzüne bazı şeyler getirdiğinden, Priscillianus’un öğrettiği gibi, gökgürültüsünü, şimşekleri, fırtınaları ve kuraklığı onun yaptığına kim inanırsa aforoz edilir.”

Priscillianus böyle bir şey öğütlememişti. Söz konusu olan, ger­çekte, inananları biraz fazla korkutmaya başlayan Şeytan imgesinin gücünü azaltmaktır. 12. din kuralının çürütmesi bunun kanıtıdır: “Her kim ki, Mani’nin ve Priscillianus’un ileri sürdüğü gibi, insan, bedeninin oluşumunun ve kadının bağrındaki gebeliğin iblis işi oldu­ğunu söyler ve bundan yola çıkarak, tenin yeniden dirilişine inanmaz, aforoz edilmelidir.” Mani böyle bir şey söylememiştir, önsel çürütmedir bu.

Uzun büyücü avı mevsimi açılmıştı. Melek Lucifer’in şeytanlaştırılmasınm nedenini henüz hiçbir teolog açıklamamıştı, ancak insan üzerine yasa koymaya devam ediliyordu. Origenes’i çürütmek için toplanan Konstantinopolis Konsili’nde7 piskoposlar cinbilime yeni bir açıklık getirdiler. Gerçekten de, 6. yasa şunu ileri sürüyordu: “Her kim ki, ‘iki tür cin vardır, biri insanların canlarını kapsar, diğeri son derece düşkün ruhları; ve akla uygun tüm varlıkların içinde, tanrısal aşkta ve tanrısal seyirde kesinlikle sarsılmaz olan tek bir ruh vardır. Bu ruh; bütün düşünen varlıkların kralı İsa olmuştur ve Gökyüzü’nde, Yeryüzü’nde, Gökyüzü ile Yeryüzü arasında var olan bütün ci­simleri yaratmıştır ve dünya, bu anlamıyla, kendinden daha yaşlı olan ve kendiliklerinden var olan elementlerden, yani ıslak ve kuru­dan, sıcak ve soğuktan... oluşmuştur,’ derse aforoz edilir.”8 Kısacası, cinlerin tek ve biricik türü vardır ve bu arada belirtilmelidir ki dün-

7  Bkz. bölüm 15.

8  C.J, Hefele, Histoire des conales, Letouzey & Ane, 1908, ikine bölüm, s. 1192-1193.

457

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

yayı yaratmış olan İsa değildir.

Yaklaşık yedi yüzyıl sonra da pek ileri gidilmemişti; on ikinci piskoposlar meclisinde, dördüncü Laterano Konsili’nde, 1215 yılında toplanan piskoposlar 1. yasa maddesi olarak şunu ilan ediyorlardı: “Şeytan ve cinler de Tanrı tarafından yaratılmıştır; ancak yaratılışları sırasında kötü değillerdi; kendi hataları yüzünden kötü olmuşlardır ve o zamandan bu yana insanları kışkırtmakla meşguldürler."9. Şeytan’ın ve cinlerin niçin kötü olduklarına dair tek sözcük yok. Tanrı’nın, kötü ruhları ya da Şeytan’ı kötü sıfatlı anmadığım kanıtlayan Eski Ahit’teki sayısız bölümün düşündürttüğü şey üzerine de tek sözcük yok. Ancak bu yine de kilisenin bu konu hakkmdaki ilk resmi tavır alışıdır.

Kuşkusuz, bu, Şeytan’a önemli bir güç atfetmeye devam eden ruh­ları teskin etmiyordu. Çünkü yalnızca meçhul hastalıklar ve cinlen­meler değil, doğalbilimler de Şeytan’a atfediliyordu. Mekanik saatin kaşifi, keşiş Gerberl d’Aurillac papalık tahtına çıktığında ve II. Sylvestre olduğunda bile, Kötücüllükle işbirliği içinde olduğu kulak­tan kulağa fısıldanmaya devam etti. Saati icat etmek, düşünülebilecek bir şey miydi? Zaten, engizisyon, onun ölümüne kadar, bilimlerden nefret ettiğini açıklamıştı; engizisyonun Galileo dışında Descartes ve Buffon’u da rahatsız ettiği genellikle unutulmaktadır.

Teologlar, örneğin Şeytan’ın kurtuluşu mümkün müdür gibi, sko­lastiğin incelikli noktalarını tartışırlarken, Batı dünyası Şeytan’ın Za­manı diye adlandırılabilecek yoğun ve iğrenç bir karanlığa giriyordu; büyücülerin gerçek anlamda vahşi bir sabbat, paradoksal olarak, mü­cadele etme iddiasında olanların sürdürdükleri, Şeytan’ın gerçekliğin­de kısmen hayvansı ve patalojik bir inançtı. Böylece, Tanrı adına işle­nen, yani mutlak küfür içinde ve papalığın kutsamasıyla işlenen, in-

9  A.g.e. s. 1.324.

458

BATININ BÜYÜK GECESİ

sanlık tarihinin tanıdığı en uzun cinayet dalgalarından biri işlemeye başlamaktadır. Bu, engizisyonun kaldırılmasına kadar sürecektir. Ya­ni, ateş püsküren aptallığın, fanatizmden ve kazancın çekiciliğinden esin alan rezillik dolu çılgınlığın onbeş yüzyılı, hayvansı kinlerin, ta­kınaklı öfkelerin onbeş yüzyılı sürecektir.

Her yerde Şeytan görülmektedir. Katedrallerin sundurmalarına ve kilise kürsülerinin eteğine yontulmuştur. Her zaman aynıdır; bir Pan vücudu-, keçi kıçı, insan gövdesi, sefih bir göz ve sürtük bir el. Gnostik mistisizm ile ahlaksızlıklar arasında parçalanmış bu dönemde açık bir cinsellik takıntısı. Elbette cehennemin kükürt kokusu üzerine sinmişti ve kuyruğu da ayakkabıları gibi çatallıydı (böylelikle Mu­sa’nın yasasına göre büyük ölçüde yenilebilir bir hayvan olarak sınıf­landırılır). VII. yüzyıldan bir kilise ve devlet adamı, düşünceleri ça­buk yayılan okumuş biri olan, bazıları tarafından “ortaçağın kurucu­su” olarak nitelenen -bu, iki açıdan şüpheli bir sıfattırSevillalı Isidoro, kadınlara aralıksız orgazm sağlayabilen "çok uçucu göksel ci­simlerden oluşan” şehvetperest düşmüş melekler ve zina işleyen, uy­kuda kadınların koynuna giren erkek şeytanlar halindeki cinlerin son derece çeşitli olduğuna inanıyordu. Bohemyalı Dusien’leri bu erkek şeytanlarla, hatta dişi şeytanlarla sürekli olarak şeytansı aşklar yaşa­makla suçluyordu.10

Sevillalı İsidoro’nun bu inancının Aziz Augustinus’u izlemekten başka bir şey olmadığı doğrudur. Augustinus, kendi itiraflarına göre, pişmanlık duymuş bir çapkındır; Augustinus, Tanrı Devleti’nde, ka­dınlarla sevişen erkek şeytanların varlığım onaylıyor ve bunları or­manda yetişen tanrısallıklar olarak görüyordu. Helenlerden kalan eski inancı sürdüren Augustinus, tanrı Pan’ı, orman perilerini ve diğer nemfaları, erkek ve dişi şeytanlar haline getirmişti. Burada Gnosti-

l0“Etymologies,” VIII; 2, Lindsay, Oxford, 1911.

459

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

sizmin kokusu vardır ve bazıları bunu sezmiştir, çünkü Augustinus doğayı Kötülükle özdeşleştirmektedir, ancak sonuçta, Augustinus’la’ tartışmaya girişilmemişim “Erkek ve dişi cinler o kadar çok şey yap­mışlardır ki, saygısız davranılmadan inkâr edilemezler,” der. Sevillah İsidoro kuşkusuz bu saygısızlığı göstermemiştir. Fakat onlarca yüzyıl sonra, daha özgür bir ortamda yaşayan Thomas Aquinas da bu cinsel cinlerin varlığını doğruladı.

İnsanlara önemli bir yasak getirildiğinde, bu ilişkinin engellediği­ne ikna olanlar da vardır. Ünlü cinlerle şehvet ilişkisine girmiş oldu­ğuna kendini ikna etmiş olan duyarlı ruhlar da eksik olmamıştır. Otuz yıl boyunca bir azize olarak kabul edilmiş olan Kordoba rahibe­si Madeleine de la Croix itirafında (kutsallaştırmanın sırrı böylelikle gerçekten ihlal edilmiş oldu), “oniki yaşından bu yana erkek şeytanlar Balban ve Patonio’yla birleştiğini ve hatta ‘keçi bacakları, insan göv­desi ve kır tanrısı yüzüyle’ gözüken korkunç bir iffetsizlik ciniyle de birleştiğini” söyledi.12 Yani rahibe, zayıf ruhlu ve bedenen erken ge­lişmiş ve ihtiraslı biriydi. Balban ve Patonio; doğaüstü âşıklarının ad­larını nasıl öğrenmişti peki?

En fantastik dedikodular Hıristiyan Avrupa’nın bir ucundan diğe­rine yayıldı. Genç kızların erkek şeytanların tecavüzüne uğraması hikâyeleri ve bu erkek şeytanların bedenlerinin abartılı tanımları en gözde olanlarıydı: Kimilerine göre, sırtları yoktu, kimilerine göre de, canavar doğuruyorlardı. Ama her zaman değil: “Kabil’in, Büyük İskender’in, Platon’un, bir peri olan Melüzin’in, Luther’in ve tüm Hun milletinin”13 erkek ya da dişi şeytanların çocukları oldukları kabul ediliyordu. Bu çılgınca, öfkeli saçmalık yüzyıllar boyu sürdü. Papa­lar, kardinaller, teologlar, keşişler, müminler ve köylüler, herkes bu

11 Augustin, La Citta di Dio, XV; 23, Nuova Biblioteca Agostiniana, Roma, 1965. I2Roland Villeneuve, Dictionntıire du Ditıble, Pierre Bordas & Fils, 1989.

13 z

A.g.e.

460

BATİNIN BÜYÜK GECESİ

saçmalıklara katıldı. Robinson Crusoe'nin babası Daniel Defoe’nin ken­di ismini koymaya cesaret edemediği nefis bir eser olan Şeytan’ın Ta­rihi’ nde XVIII. yüzyılın ortasında geçen bir fabl anlatılır. Bu fabla gö­re, Cromwell, Koruyucu adını verdiği Şeytanla bir anlaşma İmzala­mıştır, ancak Şeytan kralla anlaşmayı reddettiğinde bu durum Cromwell’i öyle öfkelendirir ki, “dalak kangreninden ölür."14

Dışkıların ve çöplüklerin pis kokusundan başka, hiçbir büyük Av­rupa şehrinde lağım olmadığından, Batı hayali kükürt miyasmaları içinde yaşadı. Ne yazık ki, benzer saçmalıklar insanı odun yığınları üzerinde yanmaya götürebilirdi. .

Batıl inancın dokunaçlarını Fransız Devrimi kesmeye başlayıncaya kadar ortalığı kırıp geçiren şeytansı deliliğin en ünlü ve gizemli kur­banlarından biri Jean d’Arc oldu. Kızoğlankız denen Jean d’Arc’ı yargı­layan korkunç komedideki mahkemenin başyargıcı ve kilisenin tem­silcisi Beauvais piskoposu Pierre Cauchon onu büyüyle suçladı:

"Kızoğlankız denen, yalancı, zararlı, halkı kışkırtan, kâhin, batılinançlı, Tanrıya küfreden, kibirli, Isa’nın inancına uymayan, tafracı, putperest, vahşi, sefih, şeytanların himayesindeki, dönek, dinden ayrılmış ve sapkın Je­an. ”

“Şeytanların himayesindeki;” işte, Ingilizlerin ve kilisenin uşaklı­ğım ^apan mahkemenin, tıpkı Priscillianus’u mahkûm etmiş olan mahkeme gibi, Jeah’ı odun yığınlarında yanmaya mahkûm edeceği uydurma şikâyet. “Adamotuyla ne yaptın?” diye sorar bir yargıç. Adamotu şeytansı olduğu söylenen bir köktür, darağacmın dibinde, asılanlar boşalırken bittiğine inanılır. Oysa Jean’da adamotu yoktu, hiç olmamıştı ve ne olduğunu bilmiyordu. Fakat, bu mahkemeye

14

Daniel Defoe, Histoire du Diable, c. 11, iki cilt halinde, İngilizceden çeviri, Amsterdam, şirket yaranna, 1730. Dönemin şeytansı inançlarının zeki bir alayı söz konusudur. İşin ilginç yanı bu eserin yeni baskısı hiç yapılmamıştır.

461

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

uşaklık eden “sorgucu”lardan biri Jeaıı’m “göğüslerinin arasında bir adamotu” taşıdığını ileri sürecektir.15

Bu suçlama, modern zamanların en büyük kusurunu oluşturacak şeyin bariz işaretlerinden biri düzeyine çıkarılabilir; Farklılığın Şeytan’la özdeşleştirilmesi. Normal olanı aşan her şey -Jean bunu aşıyor muydu Tanrı bilir şeytansıdır. Bu, phtonos’un -Yunanlılarda arzudeğişik'bir biçimidir; “çok” olan her şey, çok güzel, çok iyi, çok ze­ki, çok cesur, çok masum olan her şey özünde şeytansıdır, böyle ol­malıdır. Sıradan insan kendi sahip olduğundan daha’güzel, daha bü­yük, daha donanımlı bir ineğe, bir domuza, bir elma ağacına ya da bir çocuğa sahip olunabileceğini düşünemez; eğer varsa, bu ancak şeytanla anlaşma sayesindedir. Demokrasinin en kötü temellerinden biri belki buradadır: Kimsenin komşusundan daha iyi bir şeye sahip olma hakkı yoktur. Bu demektir ki, Şeytan özünde son derece top­lumsaldır ve köken olarak plebtir. Bu, komşunun tenceresinin kendininkinden daha dolu olmasını aklı almayan ezeli fakirlerin fantazmıdır. Bu durumda, batıl inancın her zaman popüler ve ayak takımına özgü olmasına ve kurallarının her zaman kaba saba ve en yoksul olan­lar arasında başarı sağladığına niçin şaşırılır?

Ancak takıntının kökleri politikanın derinliklerindedir ve sadece Jean d’Arc örneğiyle sınırlı değildir: Örneğin Güzel Philippe, Templier tarikatinin hâzinesine sahip olmak için, ustaları Jacques Molay’ı büyücülükle suçlattı ve Molay yedi yıl süren duruşmanın sonunda 18 Mart 1314’te yakıldı. Templier’lerde hiç “şeytana tapma” görülme­mişti elbette, ancak suçlama çok uygundu; 1318-1326 arasında, bu

t5Jean d’Arc davasının hukuki anlamdaki aşın tuhaflıklarının bir dökümünü yapan Pierre de Sermoise Jeanne d’Arc et la mcmdragore adlı eserinde (Nouveau regard de l’histoire, Editions du Rocher, 1982) sonuçta Jean’m yakılmak­tan kurtulmuş olmasının ve onun yerine bir başkasının, “hakiki biç büyücü”nün yakılmış olmasının olası olduğu kanısındadır. Kanıtlar akla yatkındır, ancak büyücülük suçlaması kızoğlankızı yakmak için haydi haydi yeterlidir.

462

BATİNIN BÜYÜK GECESİ

tür davaları doğrulamak için XXII. Jean’ın “şeytana tapma”ya karşı en az üç mühürlü emri vardı. Bu papaya KutsaLRuh’un kesinlikle uğra­madığını hatırlamak gerekir: “Avignon Bankacısı’" denen odur, Güzel Philippe 1302 yılında Anagni’de selefi VIII, Bonafatius’u kaçırttığın­dan beri kraliyet gücünün tehdidi karşısında titreyen bir yiyici ve öd­lek. tsa ve havarilerinin yoksul olduklarını ve para kazanmanın onun öğretisine aykırı olduğunu öne süren küçük keşişleri mahkûm, eden papa odur. Hıristiyanlığın başının ve müritlerinin İsa öğretisinin en seçkin'düşmanları oldukları, Hıristiyanlık tarihinin o olağanüstü dö­nemindeyiz.

XXII. Jean’ın mührünü taşıyan emirler, şair Petrarca’mn deyişiyle “Batı’nın Babili” olan Avignon sarayının şaşkınlık verici yozlaşmasını sürdürmek ve himayesi konusunda güvence vermek için Güzel Philippe’e verdiği teminatlardan başka bir şey değildi. Çünkü Avignon’daki papalık erkanı, başta para olmak üzere, her türden yozlaşmanın sergi­lendiği bir yerdi. “Din adamlarının odalarına girdiğimde, önlerinde yığın yığın biriken paraları tartmak ve saymakla meşgul sarraf ve yüksek rütbeli papazlarla karşılaşıyordum,” diye yazar papalığın ateş­li savunucusu ve mühürdar Alvaro Prelayo.1* Prelayo, Fransız yüksek rütbeli papazlarından birinin Petrarca’ya bildirdiği şeyi doğrulamak­tadır: "Bizim iki Clemens’imiz sizin yedi Gregorius’unuzun onaramayacağı kadar kilisemizi yok etmişlerdir.”17 İki Clemens sıfat olarak beşinci ve akıncıydılar; iğrenç XXII. Jean’ın önceli olan birincisi, pa­palığı Avignon’a taşımaya katkısı olmuş bir kukladır.

Kraliyet iktidarı, düşmanlarını korkutmak ve haksızlıklarını doğ­rulatmak için Şeytan’a ihtiyaç duyuyordu ve papa bu iktidarı tatmin

16Alvaro Prelayo, De planctu ecclesia;, aktaran Ludwig Pastor, The History of the Popesfrom the Close ofMiddleAges, 6 cilt, F.l. Antrobus, Londra, 1891-1898.

17François Pötrarque, Lettres scms titre, çev. V. Dövelay, Paris, 1885; aktaran E.R. Chambertin, The Bad Popes, Dorset Press, New York, 1969.

463

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

etmek için kendi emirlerini sunar. Kararların alındığı yüksek düzeyde Şeytan, prenslerin karanlık ya da açık şehvet emellerini aklamaya ya­rayan bir propaganda kurgusuydu. Dönemin kral ya da papası Şey­tan’a gerçekten hiç inanmamış olsa da, başlangıçta kendi alçaklığından korkmuştur. Şeytan plebin kullanımındaki bir korkuluktu ve acı pa­radoks, bu Dünyanın Prensi kurgusu gerçekten de dünyayı fethetmeye yarıyordu. Mezopotamya’da ve İran’da olduğu gibi din politik iktida­rın bir aracıydı. Papalığın da o dönemde dünyevi bir iktidar olduğu­nu hatırlamak gerekir.

Halk ne kadar cehalet içinde, yani batılinançlar ve akıldışıhk için­de tutulursa bu iktidar da o kadar kolay uygulanır. İlk yüzyıllardan itibaren, iktidarın hizmetkârı din adamlarının kehanette bulunmasına ve iktidara yakın olmak isteyen peygamberlerin saçma sapan konuş­malarına izin verilmiştir. İnancın, yani Hıristiyan inancının özünün politikleştirilmesi, Reims piskoposu, Frankların savunucusu, Therouanne, Arras ve Laon piskoposluklarının kurucusu, 496 yılında Clovis’i vaftiz etmiş olan ve “bizim”Aziz Remy’miz olan Remy’nin kara bildirgesinden daha açık hiçbir yerde görülmez:

“Takdir ediniz ki, oğlum, Fransa krallığı Tanrı tarafından, İsa’nın tek ki­lisesi olan Roma kilisesinin savunması için önceden seçilmişti. Bir gün, bu kral­lık tüm diğer krallıklar arasında büyüyecektin Roma imparatorluğunun tüm sınırlarını kapsayacak ve dünyadaki tüm diğer krallıklarına boyun eğdirecektir; sonsuza kadar var olacaktır.”1*

Clovis’in hırslarını kışkırtma ve krallığı kilisenin emellerine bo­yun eğdirme arzusunun açıkça görüldüğü ihtiras dolu temkinsiz söz­ler. Ne yazık ki ya da ne iyi ki, bu dünyanın bütün krallıklarına asla boyun eğdirmedik, 1993 yılında Fransa dünya nüfusunun % 1.20’sini

18Aktaran Pierre Carnae, ProphĞties et prophetes de tous les temps, Pygmalion, Gerard Watelet (editör), 1991.

464

BATININ GÖYÜK GECESİ

oluşturmaktaydı. Yüksek rütbeli başka rahipler de az ya da çok esinli bu ortak uydurmalara katıldılar ve iki buçuk yüzyıl sonra Mayence başpiskoposu ve Fulda manastırının kurucusu Rabanus Maurus (780856) Remy’den daha ileri giderek şöyle der:

“Zamanların sonuna doğru [elbette Kutsal korkulan taşıyan bir tema] Frank krallarının soyundan gelen biri Rama imparatorluğu olmuş olan her yerde kendi krallığını kuracaktır. Bu insan, Fransa krallannın en büyüğü ve kendi soyunun sonuncusu olacaktır. Şerefli bir hükümranlıktan sonra, tacını ve kılıcını Zeytinlik tepesine bırakmak için Kudüs'e gidecektir. Kutsal Roma ve Hıristiyan imparatorluğu bu şekilde son bulacaktır.”19

İşe Bakini Kutsal Roma İmparatorluğu son bulduğundan bu yana kaç ay doğup battı, ama zaman devam ediyor, Ne önemi var, saçmalayanların bolca yeri vardı, ta ki, ilk olarak Fransız Devrimi, binlerce masumla birlikte bu zırvalayanların da boynunu ııçuruncaya kadar oradan da günümüze kadar... Şaşılacak şeyler söyleyenlerin izinden giden ve ortaçağın tüm karanlık yüzyılları boyunca cinlerin, kötülük­lerinin ve onlarla birlikte işlenebilecek suçların -cinler kadar hayali suçlarındökümünü yapan yasa koyucular saymakla bitmez.

Örneğin XIV. yüzyılda Katalonya, Aragon, Valencia ve Mayorka genel engizisyoncusu olan Nicolaus Eymericus adlı bîr Dominiken, Directorium Inquisitorum ya da Engizisyonculann Elkitabı adlı bir eser ya­yımladı. Torquemada’nın önceli Eymericus’un, cehennem makinesi olan engizisyon mahkemesinin ürettiği en korkunç canavarlardan biri olduğunu belirtmek gerekir: Engizisyoncu olarak acımasızlığı öyle bir şikâyete yol açtı ki şefleri tarafından reddedildi ve elyazmaları ge­ri gönderildi. Elkitabının birinci bölümünde Eymericus, Şeytan’a iba­detin üç türünü tanımlar. Tapma, Şeytan’ı günlük yakarak yüceltmek ve onun huzurunda kendini kamçılatmaktan ibarettir. Ululama, cinle-

l9A.g.e.

465

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

rin adlarım ermişler kikiyle birlikte anmaktan ibaret tuhaf bir uygula­madır ve “çember kullanımı, aşk iksirleri, tılsımlar, muskalar ve bü­yülü yüzüklere başvurmak gibi ilginç uygulamalar,” seksenli yıllar Fransız hukuk tartışmalarının konusu olmuştur.20

En Üzücüsü, o dönemde benzer türden saçma sapan sözlerin yasa gücünde olmasıdır; herhangi bir ululama, tapma ya da garip gelenek ihbarı bir yaşamı yok edebilir ve odun yığınlarına götürebilirdi. Çünkü, en azından IV. yüzyıldan bu yana uygulamada olan engizis­yon, resmi olarak, Papa III. Lucius ile imparator Kızılsakal Friedrich arasındaki gizli anlaşma sayesinde 1184 yılında kurulmuştu.21 Engi­zisyon mahkemesinin hizmetindeki laik kol bundan böyle sistematik olarak sapkınların ve bölücülerin üzerine çullanıyordu ve onları sür­gün, mallarına el koyma, evlerinin yıkılması, aşağılanma, yurttaşlık haklarının alınması ve 1197 yılından itibaren, Aragonlu II. Pierre ka­rarnamesi ve Papa III. Innocenti us’un sert hükümleri sayesinde “cid­di” durumlarda ölümle cezalandırıyordu. Mallara el koyma hakkından sonuna kadar yararlanıldı.

Gerçekten de, 1054 yılından itibaren Doğu kiliselerinden resmi olarak ayrılmış olan Katolik Roma, evrensel yasaların koruyucusu ve yasaların ruhunun kurucusu pagan Roma’nın mirasçısı kabul edilmek

20Villeneuve, Dicliomidire du Diable, a.g.e. Büyülü yüzükler olayı, hatırlanacağı üzere, bunu öven bir televizyon sunucusunun yargı önüne çıkarılmasına ve mahkûm edilmesine yol açtı. Olayın önemi, dolaylı olarak, mahkemenin ilk kez ve ağır biçimde yalana dayalı reklamın ötesinde aptallık suçunu da cezalandıımasıdır.

Eııcydoyaedicı BritaHiıica'nın 1960 baskısının “engizisyon” maddesi, engizisyo­nun XIII. yüzyılda ortaya çıktığını söylemenin doğru olmadığını belirtir; engi­zisyonun kurumlan, yukarda bahsi geçen ve çok sayıda kilise adamının kına­masına yol açmış olan Priscillianus’un öldürülmesinin de kanıtladığı gibi, en azından IV. yüzyıldan itibaren adım adım oluşmuştur. “X. yüzyılın sonundan XII. yüzyılın başına kadar Fransa’da, İtalya’da, İmparatorlukla ve İngilte­re’de yakılarak ya da gırtlaklanarak çok sayıda sapkın öldürülmüştür.”

466

BATININ BÜYÜK GECESİ

ister. Bu nedenle, politik iktidara ve paranın iktidarına ihtiyacı vardı.

Engizisyonun resmen kurulmasına ve ölüm cezasının dahil edil­mesine götüren adım adım sertleşmenin nedeni açıktır: Tüm Avru­pa’da, tanrısal hak ve dinsel kutsallık ayini üzerinde kurulmuş kilise ve tacın ittifakı, birinin düşmanının kaçınılmaz olarak diğerinin de düşmanı olacağı şekildeydi. Tüm bölünmeler ve sapkınlıklar papalık iktidarını tehdit ettiğinden, aynı zamanda Hıristiyan kral ve prensle­rin tacını da tehdit ediyordu. Böylece, X. yüzyıldan XII. yüzyıla, engi­zisyonun gayretleriyle “büyücülerin mahkûm ve infaz edilmeleri sa­dece din adamlarının ..ihbarlarının sonucu, değildir, genellikle din adamlarının arzularının önüne geçen prenslerin ihbarları da vardır. Bu kararlarda ne iman ne de merhamet ağır basıyordu, çünkü şunu belirtmek gerekir ki, erkek ve kadın “büyücülerin, dinsel bölücü ve sapkınların cezalandırılmasına ölüm.cezasının dahil edilişi, “bir sap­kını öldürmek, yeryüzünde kefareti olmayan bir suç işlemek olur,”22 diye bildirmiş olan Aziz loannes Chrysostomos’un fikrine kökten kar­şı çıkmaktı.

Fakat o zaman bir Altın Ağız’ın (Chrysostomos) fikrine kulak asıl­mıyordu. Ufukta ciddi bir tehlike görülüyordu ve bu, prenslerin ve yüksek rütbeli rahiplerin kalbine korku saldı. Engizisyon, bu tehlike­ye karşı kurulmuş iktidarları uyarmanın tek aracı oldu. Bu tehlike Katharlardı.

Kathar (Yunanca KaÖctpoÇ, katharos, katışıksız; gerçekten de Katharlar kendilerini katışıksız kabul ederler), kilisenin ilk beş yüz yıl boyunca kurtulmaya çalıştığı eski kâbus olan Gnostisizmin kısmen değişikliğe uğramış hortlamasıydı. Katharlara göre, gerçekten de, Şeytan hem bir tanrıydı hem.de (İsa’nın da önceden adlandırmış oldu­ğu gibi) bu dünyanın prensi. Arzudan ölüme kadar tüm dünyevi şey-

22, A.g.e.

467

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ler onun hükümranlığına tabidir ve Dünya, İnsanın Isa’nın krallığına -burası da (yine Isa’nın demiş olduğu gibi) bu dünyada değildirgi­rinceye kadar günahlarının kefaretini ödediği gerçek Araftır. Ancak insan buraya eğer, ölümünden önce, “yeni Adem” olarak -Isa böyleydi (Isa’nın sık sık dediği gibi, insan Oğlu)yeniden yaratılmamışsa giremez. Eğer insan bu şekilde yeniden yaratılmamışsa, yeni bir reenkarnasyondan ve yeni bir yaşam döngüsünden geçmek zorundadır. İsa, yaşamın soluğuydu ve Kathadarın kendilerine dedikleri gibi, İyi İnsanlar kendilerini onun elçisi olarak tanımlıyorlardı.

Burada, tüm bu temaları çok iyi bilen ve uzun süreden beri hilele­rin dökümünü yapmış olan kiliseyi çok kızdıran şeyler vardı: Teolo­jide bu, Tanrı’nm insanda cisimleşmesini reddetmek anlamına geli­yordu, yani kurumlaşmış Hıristiyanlığa meydan okuyordu. Gerçek­ten de Katharlar, kilisenin gözünde ilk günahı Isa adına satın aldığı düşünülen vaftizi reddediyorlardı ve ruh vaftizini ya da consolamen. tum’u, yalnızca Isa’nın gerçekleştirebileceğini ileri sürdükleri ölü vaf­tizini kabul ediyorlardı. Daha kötüsü, Katharlar paralel kilise olarak örgütlenmişlerdi, çünkü gruplarının seçkinlerinin temsil ettiği Mü­kemmeller, onlar için dua etmelerini istediklerinde önlerinde diz çök­meleri emredilen înananlar’ı denetleyen gayet düzenli rahiplerdi. Ger; çekten de, Kutsal Ruh’u kabul etmiş olduklarından ve Tanrı’nm lütfü tarafından belirtilmiş olduklarından sadece mükemmeller Tanrı’yı ta' nıyorlardı ve bu nedenle O’na dua etme izinleri vardı.

Demek ki Katharlar piskoposluk iktidarım tehlikeye düşürüyor­lardı. Olay teoloji tartışmalarıyla başlıyordu, önce politik düşüncele­re ve bir süre sonra da mali düşüncelere varıyordu.

Vaftiz olmayı reddetmekle yetinmeyen Katharlar, mayasız ekmek takdisi sırasında ekmekle şarabın İsa’nın kanına ve ıetine dönüşmesi dogmasını da reddediyorlardı: Kutsal ekmeği paylaşıyorlardı, ama 1 simgese] olarak, çünkü Isa’nın bedeninin orada mevcut olduğuna '

468

BATİNIN BÜYÜK GECESİ

İnanmıyorlardı. Ve en yüksek provokasyon: Katolik vaftiz duasının çok uzaktan dengi olan Feragat töreni sırasında inanan sadece Şeytan’ı ve cinler kortejini değil, “zalimlerin fahişesi kilise”yi de reddetmeliy­di,25 Az farkla sokak kızı muamelesi yapılan kilise öfkeyle karşı çıktı. Fakat'rövanşı almadan önce uzun süre sabretmesi gerekti, çünkü “İyi İnsanların kötü olduğuna bütün Hıristiyanlar ikna olmamıştı.

Katharcılık nereden kaynaklanıyordu? Hemen hemen kesin olarak Trakya’daki Bogomillerden, yani Bulgaristan’dan kaynaklanıyordu. Katharlarm, eşcinsel bir yananlamla “bulgarlar” diye adlandırılması­nın nedeni budur, hakkım fazlasıyla vermek için, doğaya karşı suç işlemekle de suçlanıyorlardı. Fakat, Bosna’da ve Balkanların diğer bölgelerinde de onlara rastlanıyordu ve hareketleri, Bogomile adlı bir Rus papazının kışkırtmasıyla, X. yüzyılın ikinci yarısında başlamıştı. Gerçekten de, bu papaza göre ne kilise kurumu ne de öğretisi halkın ihtiyacına cevap veriyordu. Neydi bu ihtiyaçlar? Eski ve içinden çı­kılması güç soru, çünkü o zamandan beri görülmüştür ki, çok sayıda insan kendi kişisel amaçları için halka sığınmaktadır. Kuşkusuz Bogo­mile hırslı biriydi. Ancak, altınlarına ve saray törenlerine gömülmüş olan Bizans kilisesi de şatafatı, kibiri ve incelikli üslubuyla Bulgarları sinirlendiriyordu.

Özellikle Bulgarlar BizanslIlardan tiksiniyorlardı; Bizans impara­toru, “Bulgar katili” II. Basileios, 1018 yılında Bulgarların ilk krallık­larını vahşice köle etmişti. Bogomile isyanı aslında politik bir isya­nın ifadesiydi, çünkü Bizans ruhani iktidarı olduğu kadar cismani İk­tidarı da temsil ediyordu. Bogomile Katharcılığınm ortaya çıkışı he­men hemen Bulgar krallığının düşüşüyle aynı zamana denk gelir. Bir kez daha, Şeytanın politik bir rol edindiği görülecektir, çünkü Bi­zans’ın düşmanı olan Bulgarlar otomatik olarak papanın, ardından da

UBorislav Primov, Les Bougres Histoire du pope Bogomik et de ses adeptes, Payot, 1975.

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Tanrı’nın düşmanı oluyorlardı!

Gnostisizmin Balkanlardaki gürültü patırtısına Batı kilisesi pek al­dırmıyordu; tehdit altında değildi ve bu hamleyi karşılayanlar Bizans kilisesinin vekilleri oldu. Karşılıkları tahmin edilebilirdi: Bogomiller incelikten yoksun bir şekilde, Şeytan’ın destekçileri olmakla suçlandı­lar.

Bogomillere horgörüyle fundagiagit, yani heybe taşıyıcısı ya da heybeci, torbacık başka deyişle geçim sıkıntısı çeken kimse muame­lesi yapan keşiş Euthymios Zigabenos, XI. yüzyılda, Bogomile sap­kınlığının ortasında, Konstantinopolis’ten şöyle yazar: “Hıristiyanla­rın ruhlarını yanıltmak, onları Tanrı’nın ellerinden koparıp almak ve kendi babaları olan Şeytan’ın ellerine teslim etmek amacıyla tüm Bi­zans devletini arşınlıyorlar ve güneşin altındaki bütün Hıristiyanlarla ilişkiye giriyorlar.” Ayrıca: “Fundagiagit’ler, Şeytan’a gizlice hizmet eden hakiki imansızlardır.” Euthymios, “Tanrı’ya iftirada ve ihanette her şeyi geride bırakan bulaşıcı sapkınlığı” şiddetle ifşa etmektedir. Bir başka Bizanslı yazar olan Rahip Cosmas25 da lanetlemelere katılır: “Dış görünüş itibarıyla sapkınlar koyuna benzerler: Yumuşak, müte­vazı, sessiz. İkiyüzlü bir oruçtan dolayı benizleri atmıştır. Tek bir söz etmezler, seslerini yükseltmeye cesaret edemezler, dikkat çekmez­ler ve yabancıların bakışından sakınırlar ... ama içlerinde kurtturlar, vahşi hayvandırlar.”26 Sahici oruç tutanlarla sahte oruç tutanlar nasıl ayırt edilir; Cosmas bunu söylememektedir.

Bununla birlikte Bogomillerin sayısı imparatorluk içinde her yer­de artıyordu ve imparator Aleksios Komnesos sert davranmaya karar verdi; 111.1 yılında, Bogomillerin başı olan Basileios adlı keşişi, “Şeytan’ın başsatrabı”m masasına davet etti; şölen salonuyla diğer oda

A.g.e.

J Yaklaşık beş yüzyıl önceki Keşiş Cosmas’la kanştırmayın.

26 Aktaran Primov,

470

BATININ BÜYÜK GECESİ

arasında bir perde vardı. İflah olmaz bir geveze olan Basileios, impa­ratorluk masasında vaaz vermekten geri kakmadı. Vaazını bitirdiğinde perde açıldı ve “tüm kilise kurulu, tüm askeri şefler ve tüm senato” ortaya çıktı.27 Sapkın anında yargılandı, sonra da yakılmaya mahkûm edildi. Fakat odun alevleri sapkınlığı söndürmedi.

Gerçekten de Bogomiller Balkanların geri kalanında, Hırvatis­tan’da, Dalmaçya’da, Bosna’da, Batı Avrupa’da, nihayet Kiev Krallı­ğında yayılmaya başladıklarında Bizanshlar sıkıntı içindeydiler. Bir kez daha, “$eytan”m fetihlerini destekleyen şey politik nedenler oldu. Gerçekten de, Kiril ve Methodius tarafından getirilmiş olan Slav di­lindeki dinsel eğitime saygı gösterildiği XI. yüzyıla kadar bölgede görece bir barış hüküm sürüyordu. Sonra, 923-926 yıllarında papa X. Jean kilisenin eski düşünü gerçekleştirmeye karar verdi: Ayinin Latin­ce ya da Yunanca yapılmasının zorunlu kılınması. Diline bağlı halk isyan etti, ancak kilise otoritesini arttırdı: 1061 yılında, Hırvatis­tan’da Split Konsili’nde, yalnızca ayinlerin özellikle bu iki dilde kut­lanmasına karar verilmekle kalınmadı, dahası, hiçbir Slav, din adamı olarak görevlendirilmedi. Slav kökenli din adamlarının görev yaptığı kiliseler kapatıldı, artık bunlar ayin yönetmiyordu. Bu durum büyük üzüntü yarattı.

Böylece Batı’da, Roma’nın otoriter soluğu hem odun yığınlarını hem de Bogomil sapkınlarını canlandırdı. Yani, Şeytan yok edilmek istendikçe güçlendiriliyordu.

Bu arada Bogomiller Fransa’ya varmışlardı. Orada onlara Katharlar dendiği gibi, Albililer de deniyordu, çünkü esas olarak Albi civa­rında yoğunlaşmışlardı. Hareketleri uluslararasılaşmıştı ve giderek daha yoğun ilişki ağları oluşturuyorlardı. 1167 yılında, Toulouse ya­kınlarında Saint-Felix-de-Caraman “Konsilf’ni topladılar. Toulou-

27Anne Komnesos’un anlatısı, a.g.e.

471

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

se’daki Kathar kilisesi Koııstantinopolis’ten gelen “papa” Nikita’yı da­vet etmişti. Fransa kilisesi “piskoposu” Robert de Spernone, Lombardia “piskoposu” Marco, Albi “piskoposu” Sicard Tselareri, Carcasso­ne “piskoposu” Gerard Mertserille, Ararens “piskoposu” Raymond de Casalis yanlarında heyetleriyle oradaydı.28

1054 yılından beri Doğu kiliselerinden ayrı olan Roma kilisesi için bu olay çok ciddiydi. Çünkü bu “konsil,” Dragovista’da, Melnikva’da, Dalmaçya’da, Bosna’da, Hersek’te, Lombardia’da ve Fransa'da Roma kiliseleri olarak örgütlenmiş olan çeşitli Kathar kiliselerinin güçlerini arttırıyordu. Yani, Katharlar, biri Roma’da diğeri (daha doğ­rusu diğerleri) Doğu’da olan iki kilise arasında dünyanın paylaşılması şemasından tamamen farklı bir model getiriyorlardı. Kartları karıştı­rıyor, politik ve mali ilişkileri altüst ediyorlardı. Roma’yı zayıflat­makla tehdit ediyorlardı.29 Tehlike, zaman içinde artıyordu. “Şey­tan” m gölgesi, papalığa tabi gözüken bu topraklarda büyüyordu. Roma’nın mirasçısı Roma sertleşiyordu.

1012 ile 1020 yılları arasında Katharlar Limousin’de ortaya çıktık­larında piskoposlar, sapkınlığa karşı mücadelelerinde politik iktida­rın işbirliğini elde etmeye çalışmışlardı. Fakat, boşuna: Katharlar sa­dece Akitanya dükü olan IX. Guillaume’un kişisel korumasından de-

28Primov, Les Bougres, a.g.e. Bazı “piskoposlara “papa” Nikita’nın consolflinentımı’uyla resmi nitelik verilirken diğerlerine papazlık verildi. Tırnaklan ben koydum; alay olsun diye değil, ancak Roma kilisesinin papa ve piskoposlanyla kanştınlmasınlar diye.

29“Papa” Nikita’nın yönettiği saf Bogomil akımı ile çok daha kesin bir ikicilik fikrini yayan ve bir başka “papa”nın, Petrak ya da Petar’ın yönetiminde olan Paulcü “sapkın" akım -Lombardia’da bulunan bu hareketin Garatus adlı bir “piskoposu" ya da “karşı-piskoposu” vardıarasındaki gizli çatışma nedeniy­le Kathar hareketi de bölünmelerin tehdidi altındaydı. “Ortodoks” hareke­tin, sonunda, Barthelemios adlı bir “karşı-papa”sı oldu. Primov, Les Bougres, a.g.e. Katharcılığın, Rorga’nm tepkisi olmasaydı da ikiye, hatta üçe bölünebileceği düşünülebilir.

472

BATININ BÜYÜK GECESİ

ğil, güneydeki,soyluların desteğinden de yararlanıyorlardı. Dahası, “iyi Insanlar”a halk çok değer veriyordu. Halk onları koruyor ve meşru din adamlarının eleştirilerine ve şeytanlıkla suçlamalarına ku­laklarını tıkıyordu. Bir yüzyıl sonra, 1119’da, Touloüse Konsili, Katharcılığa karşı mücadelesinde Katolik iktidara yardım etmesi için din dışı iktidara resmen emir verdi. Bu çaba da boşunaydı.

Provence’ın Romalı Katolik piskoposları, usülsüz güçlerine karşı çıktıkları papa III. Innocentius’un vekillerinin emirlerine uymayı red­dettiklerinde Roma’nın tepkisi onlara da yöneldi. Papanın elçisi bile öldürüldü. Nihayet 1209 yılında Roma, Katharcılığa karşı haçlı sefe­rinde Cisterciumlann itaat etmesini sağlayabildi. Tehdit altındaki Hı­ristiyanlığın şeflerinin içleri rahattı: Papanın resmi elçisi olan Kuzey birliklerinin başına atanmış olan Citeaux rahibi Arnaüd-Amaury 1209 yılında Bezlers’yi ele geçirdiğinde Katolikleri sapkınlardan ayırt et­mek için ne yapacağı kendisine soruldu; yanıtı şu oldu: “Hepsini öl­dürün, Tanrı kendininkileri tanıyacaktır."30 Şeytan’a karşı savaşta ka­tiller böyle doğdu.

Arnaud-Amaury çok iyi koku almakla övünmüyordu. Ama, piş­manlık duymuş bir Kathar olan, Dominiken ve Fransa’nın ilk engizis­yoncusu, “sapkınların balyozu” lakaplı Hödük Robert bununla övünü­yordu. Bu adam gerçekten de sapkınları konuşma tarzlarından ve jest­lerinden tanımakla övünüyordu.31 Hödük Robert bugün unutulmuş olsa da 1239 yılında Champagne’da, Mont-Aime Manastırı’nı yakmış­tır. Yangında, “başpiskoposlarının consoîamentum’unu aldıktan sonra canlı canlı yanan yüzseksen Kathar can vermiştir. Bu marifeti önem­senmemiş olmalı ki, kariyerini, tarikatının Paris’teki manastırında bahçıvan olarak tamamladı.

MJeffrey Richards, Sex, Dissidence and Damnation Minority Groııps in the Middle Ages, Routledge, Londra ve New York, 1991.

31A.g.e.

473

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Başlayan savaş şiddetliydi. Fransa’nın Katolik kuzeyi Albilili güne­ye karşı savaşıyordu. İki aristokrasi arasındaki bir tür anlaşma baş­langıcı olan 1229 yılındaki Paris Anlaşması’na rağmen, engizisyonun işlediği cinayetlere ve krallık görevlilerinin yardımıyla 1245 yılında hazırlanan Montsegur kalesindeki odun yığınlarına rağmen (iki yüz Kathar canlı canlı yakıldı), 1235 yılındaki Narbonne Konsili’ne rağ­men ve işkenceyi hakikati elde etmenin resmi yolu olarak kurumlaştı­ran ve sadece Kalharlara sempatilerinden kuşku duyulduğu için insan­ları aforoz eden IV. Innocentius’un Ad extirpanda papalık fermanına (IV. Alexandre tarafından yenilenmiştir) rağmen, Bulgaristan’dan ge­len “Şeytan”ın derisi sağlamdı. Katharcıhk, Fransa’da ancak XIV. yüz­yılda, son Kathar piskoposu 1326 yılında Carcassonne’da canlı canlı yakıldığında gücünü kaybetti; Son İtalyan meslektaşı da beş yıl sonra odun yığınlarında onun peşinden gitti. Ancak Katharcılığm sonu, ken­disiyle birlikte taşra kültürünü de sona erdiriyordu. Gaddar bedel, ama sonuncusu değil: Güney Amerika’nın yerli dinleri iki yüzyıldan daha az bir süre sonra aynı yazgıya mahkûm olacaklardı.

Şeytanın politik bir kişilik olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Gerçekten de Katharlarm savundukları şeyler arasında, uzlaştırıcılık rolü olduğu sanılan konsilde tartışılmayacak hiçbir şey yoktu. Temel düşünceleri olan, Şeytan’m bu dünyanın prensi olduğu fikri bizzat İsa’nın sözleriyle kanıtlanmıştı. Kilise iktidarlarının kolaylıkla Şey­tanla özdeşleştirdiği Katharlarm ortaya çıkışları bile yalnızca politik nedenlerle -Bizans ile Bulgaristan arasındaki savaş ve BizanslIların politik olarak lanetlenmesikışkırtılmıştı ve Latince ile Yunancanm kilisenin tek dili olarak dayatılmasıyla güçlendirilmişti; bu konuma' II. Vatikan Konsili XX. yüzyılda tekrar gelecektir.

Böyle mutlu bir son, engizisyonu Şeytan’a karşı mücadelesinde se­batlı olmaya teşvik etmekten başka sonuç veremezdi. Ve bu sonuçtan da yoksun kalmadı. Gerçekten de, Kathar tehdidi bunu canlı bir şekil-

474

BATININ BÜYÜK GECESİ

de göstermişti: Roma Katolik öğretisinin her türden tartışılması kili­senin dünyevi gücünü ve dayanaklarım, yani Avrupa krallıklarını teh­likeye atıyordu. “Aslan” VIII. Louis, Albilililere karşı savaş sürdür­müş, Avignon, Arles ve Tarascon’u ele geçirmiş ve isyan etmiş şehir­lerin bağlılığını kabul etmek üzere Languedoc’a gelmiş olan bu kral, üstüne üstlük hapishanelerin bakımı görevini de üstlenmiş olan (an­cak bu mali sorumluluğu 1229 yılında Toulouse Konsili’ne yıkmayı deneyecek olan) engizisyonculara para yardımı yapacaktır. Avrupa, yüzyıllar boyunca kısmi bir teokrasiye gömüldü, kilise iktidarları ile krallık iktidarları sıkı sıkıya iç içe girmişlerdi.

Engizisyondan daha fazla yüreklendirmiş olan şey, yukarda belir­tildiği gibi işkencelerden elde edilen mali kârdı: Bir suçlu Katharcılığa ve daha sonra büyücülüğe inandığında, ölüme mahkûm edilsin edilmesin mallarına kilise el koyuluyordu. Albililere uygulanan iş­kenceler böylece bir altın madeni gibi görüldüler. Ancak kimi zaman engizisyoncuların açgözlülüğü öyle çılgınca oluyordu ki ulusal eko­nomiyi tehdit ediyordu; Ispanya’da, örneğin Mağribilere, Yahudilere, vodulara, Menandrosçulara, oğlancılara, Basileidesçilere, zina yapan­lara, Carpocradeçılara, simyacılara, Ademcilere, Tanrı’ya küfredenle­re, kadın tavlayanlara ve diğer büyücülere karşı işkenceler dolayısıyla el konulan mallar yerel ekonomileri yıkıma sürükledi: Bir günden di­ğerine tüm bir aile dilencilik yapmak zorunda kalabiliyordu*ve el ko­nulan ticari faaliyet “aforoz nedeniyle” yeniden başlayamıyordu. Bu kötüye kullanmalar öyle bir noktaya geldi ki, Charles Quint’in danış­manları ve Cortes’ler isyan ettiler: Engizisyoncuların sabit biçimde ücretlendir ilmeler ini birçok kez talep ettiler. Ancak bu, “lanetliler’in sırtından arpalık elde etmeyi tercih eden kilisenin işine hiç gelmiyordu?2 Çünkü Şeytan, verimli bir ticari fondu ve böylece engi-

32“Inquisition,” Encyclopaedia Britannica, 1960.

475

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

zisyon mahkemesi tarihin, en geniş rüşvet alma operasyonlarından bi­rini sürdürmüş oluyordu.

Her’çeşit totalitaristin ve karanlıkçının hâlâ düşünü gördüğü bu “güzel" ortaçağda adaletsizlik süreklilik kazanmıştı. Büyücülükle suç­lananların sivil avukatları, kendilerine kalmış olan Roma hukuku il­kelerine dayanarak, dünyevi otoritelerin dosyalara ulaşma hakkının olmasına itiraz ettiklerinde devre dışı bırakıldılar. Teorik olarak Is­panya’da, örneğin yüksek mahkeme, yani Suprema, suçlunun, engizis­yon mahkemesi üyeleri arasından birini ya da bu mahkemenin tanıdı­ğı birini avukat olarak seçmesine izin veriyordu; gerçekte, suçlunun hiç tercih hakkı yoktu, avukatı mahkeme atıyordu. Suçlunun hiçbir tanık çağırma hakkı da yoktu ve avukatla görüşmesi engizisyoncunun ve bir sekreterin nezaretinde olmak zorundaydı. Ancak, tüm Avru­pa’da, engizisyon davalarında, papanın tek başına seçtiği engizisyoncuların gücü keyfiydi ve piskoposlar bile bir şey yapamazdı?3 Tarihte ilk kez, papalar bile işkenceye ve adaletsiz infaza izin verdiğinden engizisyoncular her şeyi yapabilirdi. Hitler ve Stalin yargılamalarını la­netleyen günümüz söylemleri engizisyonun bunun mükemmel bir ör­neğini verdiğini unutmaktadırlar. Ne Gestapo, ne Gepeu-NKVD-KGB yeni bir şey icat etmiş değillerdir.

Engzisyoncularm sıklıkla öldürülmüş olmasına şaşırmamalı.

Bu arada, skolastikler Şeytan ve cinler hakkında birbirleriyle yarı­şırcasına tartışıyor, tahminlerde bulunuyor, varsayımlar ileri sürü­yor ve spekülasyonlarda bulunuyorlardı. Yves de Chartres cinlerin kuşlardan çok daha hızlı olduklarını ileri sürüyordu ve Hildebert du Mans Tractatus theologicus'unda, Chartreux mezhebinin kurucusu Aziz Bruno’nun öğrettiği gibi, Şeytan’ın gökyüzünde ya da yeryüzünde de-

33"Skolastiklere ve Sonradan Gelen Teologlara Göre İblis,” Dictioııncıire de the'ologie catholiqtie, A Vacant ve E. Mangenot yönetiminde başlandı ve E. Ammann yönetiminde devam edildi, Letouzey & Ane, 1924.

476

BATININ BÜYÜK GECESİ

ğil, havada olduğunu34 doğruluyordu! Tuhaf bir düşünce, çünkü Kö­tülüğü o zaman bilinen dört unsur olan su, hava, toprak ve ateşten bi­rine dahil ediyordu; ama tek tuhaf düşünce bu değildir. Örneğin Autunlu Honore Liber duodecim quaestionibus’^ Şeytan’ın peşinden gitmiş meleklerin sayısına ilişkin şaşırtıcı bir değerlendirmede bulunur. Meleklerin yarısı mı? Üçte biri mi? Onda biri mi? Yalnızca dokuz melek sınıfı kabul ettiğinden her sınıftan yalnızca birkaçının düşmüş olduğu sonucu çıkarır.35 “Kötü meleklerin düşüşünden önce, melekle­rin sayısı tam değildi,” değerlendirmesini yapan Aziz Anselmus bu fikri yeniden ele alacaktır. Henüz mevcut olmayan istatistikten görü­nüşte habersiz olan Autunlu Honore yeryüzündeki demografik dağı­lım sorusunu sormuyordu: Gerçekten de, yeryüzü nüfusu geometrik olarak arttığından, eğer her zaman aynı sayıda cin varsa, bunların da­ha çok işi olur ve dolayısıyla insanlar daha az kışkırtılır... Tabii, cin­lerin kendi aralarında çiftleşme yetenekleri yoksa! Ama bu durumda, doğum oranı neydi?

Deutz rahibi Rupert ilginç bir fikir öne sürdü: Tanrı, başka me­leklere örnek olsun diye Şeytan’a pişman olması için zaman vermişti, ama Şeytan bunu dikkate almamıştı. Rupert, Şeytan’ın, “cehenneme değil, aşağı gökyüzü olan havaya” düşmüş olduğu şeklindeki tuhaf düşünceyi yeniden ele aldı.30 Abaelardus daha cesur davrandı: Merha­meti Şeytan’a atfetti, ki bu en azından şaşırtıcıydı ve “1141 yılında mahkûm edilen yazılarından onaltıcısında iblisin doğrudan müdahale­sini yadsıyordu ve işlevini doğa güçlerinin, elementlerin ve bitkilerin kullanımıyla sınırlıyordu.”'37 Lahanalardaki ve bitki özlerindeki Şey­tan fikrinin sansürcüleri rahatsız ettiği anlaşılmaktadır.

*A.g.e.

35A.g.e.

36 A.g.e.

37A.g.e.

477

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Kendisinden önce gelenlerin yargısını yeniden ele alan Pierre de Poitiers, Şeytan’m Son Yargı’mn ardından cehenneme gideceğini, şim­dilik havada olduğunu yeniden söyleyecektir. Konu hakkındaki dü­şünceleri çeşitlendiren Paris piskoposu Auvergneli Guillaume, cinle­rin, sözün kısası, aptal olduklarını (“cinlerin başının kendini beğen­mişliğini, zekânın bulanıklığıyla açıklamaktadır”38), çok acı çektikle­rini ve kendi aralarında sürekli dalaştıklarını söyler. Aziz Bonaventura, Lucifer’in düşüşünü güzelliğinin farkına varmasıyla açıklar. Bu düşünce, önceki bütün tanımları yalanlamaktadır; onlara göre Lucifer çirkin, kıllı, boynuzlu ve pis kokulu bir hayvandı.

Ünlü Dominiken Magnus Albertus’a göre, cinler havada uçmakta­dırlar ve insanları baştan çıkaran erkek ve dişi şeytanlar bir gerçek­liktir. Öğrencisi’iu Thomas Aquinas’m görüşü de, Somme theologi­que^ e böyleydi: Cinler Cehennem’de oturuyor olabilirler, ancak Son Yargı Günü’ne kadar, kimi zaman erkek kimi zaman da dişi şeytan bi­çiminde havada gezineceklerdir. Onların kendini göstereceklerini an­lamak mı gerekir? Ancak, erkek ve dişi şeytanlar noktasında Thomas Aquinas birçok skolastikten ve teologtan farkıydı: Erkek ve dişi şey­tanlar üreyemezlerdi. Genel olarak cinler hakkında kişisel bir bakış açısı öğretiyordu ve Abaelardus’un cinlere gösterdiği merhamete düş-

38Şeytan dogması yoktur, ama Konsil çözümlerinden çıkarılan ve hepsi de sap­kın doktrinlerin çürütülmesinden oluşan ya da Origenes ve Origenesçiîerden itibaren -ruhgöçü ya da reenkarnasyon teorisi de dahil; tıpkı Tanrı’nın müs­takbel krallığında Şeytan’m ve kötü ruhların nihai kurtuluşu gibisapkınlık­tan çıkarılabilecek noktalar vardır. Şeytan’m mevcut haliyle, yani kötü ola­rak yaratıldığını savunan -bu fikir Kötülüğü Tanrı’nın yarattığı anlamına ge­lirManici ve Priscilliancı denen doktrinler de mahkûm edilmiştir. IV. Latran Konsili Albi versiyonundaki Manici doktrinlerin dönüşünü de mahkûm et­miştir. 1869’da toplanan Vatikan konsili Şeytan ve cinlerin tinselliği üzerine hiçbir fikir getirmediği gibi, düşüşlerinin tarihi hakkında da hiçbir şey ileri sürmemiştir. Önceki yüzyılların iğrenç aşınlıklanndan sonra çağdaş kilise Athanasious’un öğretisine geri dönmüş gibidir; bu öğretiye göre önemli olan şey, insanın Şeytanla değil, Tanriyla ilişkisidir.

478

BATININ BÜYÜK GECESİ

meşe de pek uzak değildi: Birçok cin yapabileceği her kötülüğü yap­mıyordu; ama, kötülük içinde piştiklerinden hiçbir iyilik de yapmı­yorlardı. Öncekiler gibi, Thomas Aquinas da kurgularım, tehlikeli olsa bile en ince ayrıntılarına kadar sürdürüyordu: Dişi bir cin bir erkeğin spermini aldığından bir şey doğuracaksa eğer bu bir dev ola­caktır. Ayrıca Thomas Aquinas, Şeytan’ı ve cinleri tinsel varlıklar olarak temsil etme eğilimindeydi, ancak bu kişisel bir bakış açısıydı, çünkü ondan, sonra kardinal Cajetanus fazla başarı göstere meşe de, cinlerin cismani varlıklar olduklarım söyledi.

Aslında ve ilk yüzyıllardan beri, Şeytan ve cinler üzerine bütün­lüklü bir doktrin oluşturmak olanaksızdı. Şeytan’ı Gökten düşürmüş olan günahın, arzunun, tensel isteklerin ya da kibrin doğası bilinmi­yordu; dış görünüşünün güzel mi çirkin mi olduğu bilinmiyordu; Şeytan’m düştüğü Yaratılış anının güneşin ve insanların yaratılışından önce mi sonra mı olduğu bilinmiyordu; Şeytan tamamen tinsel miydi yoksa incelikli bir şekilde maddi, hatta tamamen cismani miydi bilin­miyordu. Nerede oturduğu bilinmiyordu; özünde kötü mü yoksa merhametli mi olduğu bilinmiyordu; -bazılarının dediği gibison derece zeki biri mi, vasat bir zekâda ya da aptal mı olduğu bilinmi­yordu; kıyamet gününde tanrısal bağışlanmaya uğramaya layık olup olmadığı bilinmiyordu. Temel bir sorun olan bu son nokta çok tartı­şılmıştır. Aziz Jerome gibi kimileri Şeytan ve cinlerin ıslah edilebilir olduğunu ileri sürerken, Autunlu Honore gibi diğerleri onların bağışlanamaz olduğunu düşünüyorlardı. Kurtuluşları ancak Kelam’m kavranılmaz ölümüyle olabilirdi. Şeytan’m boyun eğdiği Kötülük’ün önceden varlığı sorunu ise çözümsüzlüğünü koruyordu.

İmgelemin ve ince fikirlerin bu bolluğu günümüzde bize şaşırtıcı gelebilir; ama o dönemin takıntısı dindi ve ortalıkta yığınla tarikat müridi vardı. Yalnızca Katharlar yoktu; kadınlarıyla birlikte çıplak yaşayan Ademcilerden, Tanrı erdeminin cisimleşmesi olan ilk pey-

479

ŞEYTANİN GENEL. TARİHİ

gamber Melkisedek’in göklere çıkardığı Melkisedekçilere ve ondördüncü Ay’da Paskalya’yı kutlamak gerektiğini ileri süren Tessaradeskaditlere kadar sayısız türden takipçileri de vardı. Kilise adamları el­bette bunlara bir şey borçlu değillerdi.

Şeytan üzerine düşüncelerin tek bağlantı noktaları, Roma kilisesi­nin savaş halinde olduğu sapkınlıklar ve bölünmelerden sağlanmıştı. Böylece, bütün bilginler İsa’nın Cisimleşmesi ve günahkârların Kurtu­luşu İle çatışan iki temel düşünceyi reddettiler: Maddî dünya Şeytan’ın tekelinde değildi ve onu İsa yaratmamıştı. Ama paradoksal ola­rak, kilise Şeytan üzerinde konumunu belirlemek üzere asla müdahale etmedi; sorumluluğu din bilginlerine bıraktı?9

Akılcılaştırıcı yapılarına rağmen bu zihinsel kuruntular Dogonlarınkinden, Yoruba ya da Inuitlerinkinden farklı değildi: Mantıksal saçmalıklar yapıyorlardı, çünkü hiçbir papaz ya da teolog erkek ya da dişi bîr şeytan görmemişti. Bunlar da etnolojiden derlenen her şey kadar şiirseldi. Şaşırtıcı doğaları mantıksızlıklarından değil, sonuçla-

39Gerçekten de bu şeytan çılgınlığı-esas olarak Roma kilisesine bağlı ülkelerin durumudur. Dogmaları olmayan ancak sadece ilkeler dayatan Doğu kilisele­ri, başlangıçtan itibaren Şeytan karşısında çok daha sakımmh bir tutum be­nimsemişlerdir. IV. yüzyıl yazarı olan İskenderiyeli Kör Didymus’un düşünce­leri tekrar benimsenmiştir. Bu fikre göre, “kötü olan şey arzu değil, belli bir arzudur” (Fragmento in proverbia, 11; 7). Ortodoksluğa göre çöller, Lukâ’mn öğretisine bağlı olarak (11; 24 ve 7; 23) cinlerin özel alanları olmasına rağ­men, keşişlerin prestiji topluluk halinde yaşayan rahiplerinkinden her zaman daha fazlaydı, çünkü “çilecilik atleti” olan keşişler, “dayanılmaz bir koku” çı­kardıklarına emin oldukları Şeytanla ve cinlerle daha sık olarak boy ölçüşür­ler. Doğu monarşisinin Batı kadar düşünceye dayalı mistisizme bulaşmadığını belirtmek gerekir, çünkü “Doğu mistiği, sanrılar görmeye karşıdır ve her türlü düşünceye dalmanın hayali bir şey olduğunu ... iblisin tuzağı olduğunu ileri sürer," zihinsel olan şey, “tanrısallığı figürler ve biçimler içinde sınırlandırma” yanılsaması içinde bozulur (Paul Evdokimov, L’orthoâoxie, Delachaux & Niestle, Ncuchâtel, 1955). Fransa’daki ortodoks Yunan kilisesinden, metro­polit Meletios’un onayladığı Ortodoks Bir Grup Hıristiyanm Hoçırlodığı Aileler için Din Kitabı (Cerf, 1979) her iki Ahit’te görülen kavramlardan pek farklı değildir ve yeni bir yorum gedmezler.

.480

BATININ BÜYÜK GECESİ

rından kaynaklanmaktadır.

Gerçekten de, yüzyıllar boyunca, Batı düşüncesi40 Kötülüğün ya­yılmasından değil, şeytansı batıl inançlar m yaydığı kanlı dumanlardan dolayı pis kokuyordu. Ortaçağda engizisyonun yol açtığı şeytan ta­kıntısı, patoloji ve zekâ geriliğinin işitilmemiş doruğuna erişti. Bü­yücüler envanterini hazırlayan Le Cabinet du Roy de France, 72 cin prensinin ve onlara bağlı 7.405.920 cinin varlığını saptamıştır: 6 ta­ne cin tümeni vardı; bunların her biri 666 bölükten oluşan 66 birlik içeriyordu; bir bölükte 6.666 cin vardı, yani toplam olarak 1.758.064.176 cin.41 Demek ki çok sayıda düşmüş melek varmış! Gü­nümüzde bile Amerikan polisi Şeytan’dan gerçek bir varlık olarak söz etmeye devam etmektedir!

Ortaçağdan itibaren, Şeytan üzerine tüm zırvalara inanıldı ve bu zırvahklar ne kadar çılgıncaysa o kadar çok dinleyici buldular. Böyle­likle bir büyücünün bir balta sapından süt sağabileceğine, büyücüle­rin İsa gibi su üzerinde yürüyebildiklerine, görünmez olabildiklerine, gizlice evlere girebildiklerine inanıldı; bunları yaparken şu şeytansı duayı okuyorlardı:

“Athal, Bathel, Nothe, Jhoram, Asey, Cleyungit,' Gabellin, Semeney, Mencheno, Bal, Labenenten, Nero, Meclap, Helateroy, Palcin, Timgimiel, Piegns, Peneme, Fnıora, Hean, Ha, Arama, Avira, Ayla, Şeye, Peremies, Seney, Levesso, Huay, Baruchalu, Acuth, Tura!, Buchard, Caratim, per miseri­cordiam abibit ego mortale perficiat qua hoc opus invisibiliter ire possim.

Her yerde büyücüler vardı; özellikle çirkin kadınlar büyücüydü. Entrikaları, Şeytan başkanlığında yaptıkları toplantılar ve elbette sefa-

4°Grillot de Givry, Witchcraft, Magc & Alchemy, Dover Publications, ine. New York, 1971.

-»i A

A.g.e.

Mcırtenu des sorciâres, a.g.e.

481

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

hat âlemleri -çünkü zevk alarak sevişmek kuşkusuz Kötülüğün müm­kün olduğunu gösteriyordutanımlanıyordu. Dönemin en karanlık düşünürlerinden ve her ikisi de Dominiken olan, Institoris43 denen Henry Kraenıer ve Jacques Sprenger bu konuda dönemin çok satan ki­tabını yayınladılar (I486’dan 1669 yılına kadar Strasburg, Spire, Nuremberg, Cologne, Paris, Lyon, Venedik, Frankfurt, Friburg-um-Brisgau’da otuz dört baskı yaptı ve kitap hâlâ dolaşımdadır!), ünlü Malle­us Maleficorum ya da Büyücülerin Çekici. Bu, kuşkusuz engizsyoncularm ilk elkitabı değildi, çünkü daha önce gördüğümüz gibi Eymericus bir tane yazmıştı. Ancak örneklerinin bolluğu ve anlamsızlığa uygu­lanmış olan görünürdeki sağduyusu nedeniyle bu, en yaygını olmuş­tur. Bu kitaptan öğreniyoruz ki, “cin bedeni ele geçirebilir, ama ruhu değil,” çünkü cinin meleksi özü insan özüne karışamaz44 vs.

Şaşırtıcı çelişki: Baştan çıkarıcıların prensi her zaman korkunç olarak betimlenmiştir; erkek ve özellikle dişi hizmetkârları itici çir­kinlikledir. Daniel Defoe, bu konuyla alay etmektedir:                                                             Belki de

büyücüler, Efendileri’nin korkunç yüzünden korkmamak için son de­rece çirkin olmak ihtiyacı içindedirler... Ünlü Ingiliz büyücü ve ka­dın peygamberimiz Shipton Ananın görünümü hayal edilebilecek en çirkin yüz değilse eğer, portresinde kendi dezavantajına iyi resmedil­miştir..”45

Cin takıntısı, Batı zihniyetini kuşkusuz en zehirli biçimde karanlı-

43 İkisinden birincisi, karanlık bir nezaketsizlik nedeniyle meslek yaşamına son vermiş olmalıdır: Dul bir kadından para ve mücevher “ödünç almış” oldu­ğundan 1482 yılında engizisyonun genel başkanı ona ödemesini buyurdu. Ustaca bir şaşırtmayla Institoris, Basel Konsili’nin yeniden toplanmasını isteyen bir başka Dominiken ile tanışmaya gitmiş olan Papa IV. Sixtus’un sa­vunmasına koşar. Engizisyoncu bu şekilde aklandı (Amand Danet, Murteau des sorci£res’in “Giriş”!, Plon, 1973.)

44 Defoe, Hisloire dtı Diabte, a.g.e., c. II.

4j Grillot de Givry, Witchraji, Mugic & Alchemy, a.g.e.

482

BATININ BÜYÜK GECESİ

ğa boğmuştur ve ressamların, müzisyenlerin, yazarların bu ortamda ayakta kalmak için akıllarım yeterince başlarında tutabilmiş olmaları bir mucizedir. Ancak daha kötüsü, Albililerin katledilmesinden çok sonra dünyayı kana boyamış olmasıdır.

işte binlerce örnek arasından bazıları. 1582 yılında Coulommiers’de, Abel de La Rue idam edildi, çünkü Spanyel köpeği kılığına girmiş Şeytanla anlaşma yapmış ve komşularını güçsüz düşürmüştü. 1591 yılında Leonarde Chastenet, seksen yaşında canlı canlı yakıldı, çünkü büyü yapmış, şeytanın toplantılarına katılmış ve onunla çiftleş­mişti. Dahası 1611 yılında, Magdaleine de Mandols adlı bir rahibeyi büyülemekle suçlanan rahip Gaufridy, bir şeytan toplantısına katıldı­ğını “itiraf etti” ve ceza olarak canlı canlı yakıldı. İtalya’da, bir başka rahip Benedetto Benda da seksen yaşında canlı canlı yakıldı, çünkü evinde Hermeline adlı dişi bir cini barındırdığını ve onu kendisiyle birlikte her yere götürdüğünü itiraf etmişti. Hermeline kuşkusuz dişi bir şeytandı, çünkü Bizans’tan beri herkes bilmekteydi ki meleklerin cinsiyetleri yoktu. Çocukları yakmaktan da .geri kalınmadı; onbir ya­şında ölüme mahkûm edilen Catherine Naguille bunun örneğidir.46

19 Ağustos 1692 yılında Massachusetts’te, Martha Carrier adlı bir kadının asıldığı iç karartıcı “Salem büyücüleri” olayı bilinmektedir. Kadının büyücü olduğuna dair “kanıt,” Phoebe Chandler adh komşu; şunun, Martha Carrier’le kavgasından sonra hayvanlarının “garip bir hastalıksan acı çektiklerini söylemesi oldu. Martha Carrier kendi öz kızı tarafından da suçlandı; kız mahkemede annesinin bir kara kedi : olduğunu ileri sürdü! Martha Carrier Şeytan takıntısının neden oldu;■ ğu canice işkence vakalarından biridir: Gerçekten de Hazıran-Eylül k 1692 yılları arasında ondört kadın ve beş erkek Salem’de büyücü oldukları gerekçesiyle asıldılar, biri de öldürülünçeye'kadar işkence

^Villeneuve, Dictioıınaire du Diable, a.g.e.

L                                        483

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

gördü. 1669 yılında, İsveç’teki Mora’da seksenbeş kişi canlı canlı ya­kıldı, çünkü üç yüz çocuğu “baştan çıkarmışlar" ve şeytan ayini yap­tıkları söylenen Blokula Dağı’na çıkarmışlardır. IX. Charles’ın bir so­ruşturma komisyonunun topladığı “tanıklıkların hukuksal değeri üzerinde kuşku duyulabilir: Birçok “büyücü," “cinlere çocuk sunduk­larını, cin eşliğinde çiftleştiklerini, her tür büyü yaptıklarını ve son yargı günü kendilerini korumak üzere taştan bir ev inşa etmeyi dene­diklerini itiraf ettiler. “Ardından, onbeş yeniyetme yakıldı ;..’’47

İşkencecilerin sözümona Tanrı aşkı kısa sürede kendini ele vere­cektir, çünkü bu canice şeytanlık olaylarında Şeytan’ın ele geçirdikleri kilise engizisyoncularından başkaları değildir. Gerçekten de böyleydi; sadece sapkınlara değil, Katolik olmayan dünyanın geri kalanına ve özellikle Yahudilere karşı kinleri vardı. Daha XII. yüzyılda Oxford başdiyakosu VValter Map, Katharlarm Şeytan’ı nasıl çağırdıklarını an­latıyordu, çünkü Katoliklere göre onların Şeytan çağırdıkları kesindi.

“Gecenin ilk nöbetine doğru... her aile kendi sinagogunda sessizce bekler; ■ o sırada, ortalarından sarkan bir sicimden şaşırtıcı boyutlarda bir kara kedi iner. Onu görünce ışıklan yakarlar ve ilahileri belirgin bir biçimde değil, dişle­ri kenetli olarak sessizce mırıldanırlar ve efendilerini gördükleri yere yaldai şırlar, ona dokunmaya çalışırlar, onu bulduklannda kucaklarlar.”™ v

İşte işin iç yüzü: Katharlar Yahudiydiler, çünkü sinagoglarda top: tanıyorlardı (tersi de doğrudur), incelikli yön değiştirme. Lekeleme ; genellikle bir dedikoduyla başlıyordu: 1480 yılında, Avila yakınında) ki köy otan Guardia’da “Yahudiler üç ya da dört yaşlarında bir çocuğu kaçırmışlar, onu tokatlayarak, kırbaçlayarak ve dikenlerden yapılma <

47 Walter Map, De Nugis Curialium, 1181-1192, aktaran Richards Sex, Dissidente and Damnation, a.g.e.

48Richard Lebeau, 'T492: Hoşgörüsüzlüğün Altın Çağı," İmpact-medecin, 10 Ni­san 1992.

484

BATININ BÜYÜK GECESİ

bir taç takarak çarmıha gerilmiş İsa’ya benzetmişlerdir."49 Daha son­ra, kalbini çıkararak kurban etmişlerdir. Engizisyon yeni bir alan bulmuştur: Yahudilerin faaliyetleri. 1485’ten 1501’e kadar Toledo’da ikiyüz elli Yahudi yakıldı; 1490’a kadar, Amerika’nın keşfinden iki yıl önce, iki bini yakıldı ve onbeş bini din değiştirmeye zorlandı.50 Yahudiler, eşcinseller, Katharlar Şeytan’ın hizmetinde olan büyücülerdi!

Engizisyon davaları sırasında elde edilmiş tüm İtiraflar şaşırtabi­lir. Bazıları -kilise kullanımına izin verdiğindenkesin olarak işken­ceyle elde edilmiştir. Günümüzde, bizim mütevazı polis karakolları­mızda engizisyoncularm eskiden kullandıkları işkence araçlarıyla metal tıkaç, su işkencesi, ayaklık51 ve başka canavarlıklar-' elde edi­lenden çok daha fazlası elde edilir. Yine de başka itiraflar kendiliğin­den gibidir, işe yarıyorlar mıydı? Şeytanla çiftleşmiş insanlar var mıydı? Bu yüzyılın başına kadar bazı Katolik otoriteler “şeytansıla­rın, yani Cinlilerin tartışılmaz bir gerçek olduğuna inanıyorlardı52 ve zımnen, onların itiraflarından hiç kuşku duymuyorlardı. Oysa kilise-

49Brigiıte Leroy, Pau Üniversitesinde profesör, aktaran Lebeau.

»A

A,g.e.

51 Metal tıkaç, armut şeklinde metalden bir aletti. Zorla ağza sokuluyordu; ge­nellikle dişler kınlıyordu. Bir vida aracılığıyla aletin kenarlan açılıyordu. Böylece çene kemikleri, konuşmaya hazır olduğunu başıyla, ya da elleriyle işaret edinceye kadar aynhyordu. Su işkencesinde zanlı sımsıkı bağlanır ve bir huni yardımıyla sindirim borusuna zorla su dökülür. Ayaklığa gelince, bu, zanlının kol ve bacaklarından' birinin kapatıldığı bir mengeneydi ve kan damadan çatlayıncaya kadar sıkıştırılıyordu; ancak kemikler de kırılıyordu. Bu incelik­ler engizisyonun “merhametli” emirleriyle saptanmıştı: Zanlıya işkence edile­bilirdi, ancak ölüme yol açmamalıydı.

511924 yılında yazılan Dictionııaire de theologie catholique, a.g.e. şöyle belirtir: “Günümüzde, tıp biliminin ve bağlı bilimlerin ilerlemesi adına ruhlarına cin girmiş insanların varlığı reddedilmeye çalışılmaktadır. Bu insanların tuhaf du­rundan özel anormal etkilerle, özel olarak sinir hastalıklanyla görülmek is­tenmiştir... Cisimsek organlan ve bir insan varlığının tinsel yeteneklerini elde etmek için Tanrı’nın cine verdiği izin kimi zaman, cin çarpmışlann işledikler bazı ciddi günahların, özellikle tensel günahların cezalandırılmasıdır."

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

nin açıklamaları, kişisel olduğu kadar kolektif de olan bir tavsiye nitel iğinde ki doğrulanmış psikolojik bir olguyu pek dikkate alıyorgözükmüyordu. Tüm tarih boyunca ve yakın dönemde, otomobil ve te? levizyon çağında Fransa’da bu durum görüldü: Kolektif histeri duj; rumları, şeytansı tehlike ve işkence fantazmlarıyla birlikte güpegün.:i düz, en ufak bir şeytansı belirti olmadan, dinsel teşvik olmadan, ■ j Orleans ya da Calais gibi şehirlerde meydana gelebilir.53 Gerçek ya da hayali bir tehlike karşısında, bir gerilim döneminde, insanlar varolmayan bir hastalığa tutulduklarına inanabilirler ya da defalarca önejj rilmiş korkunç bir edimi gerçekleştirdiklerine inanabilirler; özellikle ç herhangi bir nedenle bir suçluluk duygusu taşıyorlarsa...                     j

Bu tür psikozlar için genellikle bir çıkış noktası vardır. “Salem | büyücüleri" olayında, trajediden üç yüzyıl sonra yapılan tarihsel bir 4 araştırma açıklayıcı birçok durumu gün ışığına çıkarmıştır. 16911692 kışı boyunca, Salem’de, birçok genç kız rahip Parris’in mutfaJ ğında sık sık bir araya geliyorlardı. Orada, Antiller’den gelen bir kö£ lenin, Tituba’nın anlattığı Vodu hikâyeleri dinliyorlardı; bu bile kenJ di gözlerinde bir suçtu. Geleceği görmeye çalışıyorlardı, örneğin koçalarının kim olacağını öğrenmek için soğuk suya fırlatılan bir yu-, i murtanın beyazının aldığı biçimi inceliyorlardı. Ailevi ve dinsel | emirlere bu tür karşı çıkmaların ardından bu kızlarda aşırı bir sinir j

Yetmişli yıllarda ortalığı kınp geçiren “Orleans dedikodusu” denen ünlü olayda, şehirdeki Yahudi bir çizmecinin kadın müşterilerine en baştan çıkancı l çizmeleri denettiği ileri sürülmektedir. Bu çizmelerin tabanında güçlü bir uyku ilacına bulanmış sivri bir uç varmış. Böylece uyuyan kadın müşteri beyaz ■1 kadın ticareti yapılan bir merkeze götürülüyormuş. Gaston Lerouxya yakışır j bu Rocambolvari uydurmacada en ufak bir gerçeklik izi bulunmamıştır. Ekim ).992’de güçlü bir biçimde ortaya çıkan “Calais dedikodusunun ko=• nusu, bir, ardından da iki genç çocuğun canice karınlarının deşilmesidir. Po; j lis seferber olmuş ve söz konusu lisede alışılmamış önlemler almak zorunda .4 kalmıştır. Herkesi ayağa kaldıran bu yutturmacada da hakikat izine rastlan.-1 atamıştır.                                                                     J

486

BATİNIN BÜYÜK GECESİ

gerginliği oluyor, bazıları sinir krizleri geçiriyor, hatta kasılıp kalı­yordu. Bu durum, dört ayak üstünde yürüyerek havlayan kız gibi, ki­mi zaman deli saçmalığına dönüşüyordu. Aileler bu durumdan korku­yordu. “Cin çarpmış” olan kızlara onları kimin çarptığı sorulduğunda üç isim veriyorlardı: Başta, Antilli Tituba’nın ismi, Sarah Good adlı küfür edip duran dilenci bir kadının ismi ve ikinci kocasıyla düğün­den önce birlikte yaşamak gibi affedilmez bir günah işlemiş olan bir kadının ismi. Üç bahtsız kadın hapsedildi, şeytanın ruhlarını ele ge­çirmiş olduğu ileri sürüldü ve cehennem makinesi çalıştırıldı.54

Kilise ve engizisyon Şeytan ın varlığını ve bütün inananlar için ki­lisenin buyruklarına kesin olarak uyma gerekliliğini kanıtlamak için bu histeri belirtilerini sömürdü. Engizisyonun sonundan çok sonra da böyle oldu.

Fransa’da 1789 Devrimi’yle büyük ölçüde hırpalanan engizisyon Avrupa’nın geri kalanında yıllarca varlığını sürdürdü. Fakat nihai darbe, 1808 yılında Madrid’e girdikten sonra engizisyonu feshetme kararı alan Joseph Bonaparte tarafından indirildi. 1813 yılında Cortes’ler engizisyonun İspanyol Anayasasıyla bağdaşmadığını ilan eden olağanüstü bir meclis topladılar. Roma bunu derhal protesto etti ve 1814 yılında sürgünden dönen VII. Ferdinand’a engizisyonu yeni­den kurdumu. Ancak, haklı olarak mülklerinden yoksun bırakılmış olan İspanyol engizisyonu -insanları canlı canlı yakmaya en eğilimli­si olduğundan en korkunç engizisyonlardan biri olanıçok zayıf düş­müştü. Papa 1816 yılında, entelektüel seçkinlerin ve eğitimli burjuva^ ların mahkûm ettiği en sevdiği aygıtı kaybetmemek için işkenceyi kaldırdı; ancak çok geçti. Ispanya’da 1820 liberal devriminin ardın­dan engizisyon yeniden ortadan kaldırıldı, sonra Fransız askeri seferi sırasında (Botırbonlar engizisyonun her zaman ateşli savunucularıydı)

MLaura Shapiro, “The Eesson of Salem,” Newsweek, 7 Eylül 1992.

487

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Angouleme Dükü yeniden uygulamaya koydu ve nihayet 1820 yılında Kraliçe Christine tarafından kesin olarak ortadan kaldırıldı. En ünlü engizisyon başının adı Tomas de Torquemada’ydı (1420-1498); tari­hin en kötü yürekli katillerinden biri;'modern Heydrich ve Himmler’lerin öncüsü olan Torquemada’nın adı haksızlığın eşanlamlısı ola­caktır. O, aynı zamanda ülkenin de bir düşmanıydı, çünkü, onun sul­tası nedeniyle tüm halk kaçmıştı. Engizisyon tamamen gözden düş­müştü.

Alçaklığın tarihinin en karanlık bölümlerinden biri kapanıyordu. Ancak Şeytan yine de yenilmemişti.

488

17.

İSLAM

VE

DEVLET GÖREVLİSİ ŞEYTAN

Günümüzde İslam ve çeşitliliğine dair İslam öncesi Arabistan’a dair Muhammed’e yönelik cin çarpmışlık suçlamalarına dair Peygambe­rin Kuran’da Şeytan’dan yaptığı alıntılara dair Müslüman olmayan herkese yönelik iblislik suç­lamasına dair “İslam” anlamına gelen “teslimi­yet” sözcüğüne ve “bireyselliğin” savunusu ola­rak iblisliğe dair Eski Ahit’in İslam üzerindeki etkilerine dair Islamın politik özelliklerine, ağır başlı etiğine, dayanışma ve cömertlik övgü­süne dair Muhammed’in projesinde kesin ve basit bir etiğin gerekliliğine dair İslam ümme­tinin doğumundan sonra devletler yaratan Islamın politik rolü ve peygamberin federasyon kuru­cu dehasına dair, >

Bütün ansiklopediler İslaman Arabistan’da, yani Arap Yarımadası’nda doğduğunu yazar. Coğrafya dikkate alınırsa bu doğrudur, tarihdikkate, alınırsa belirsizdir. Çünkü tarihsel olarak Arabistan, özellikle W VII. yüzyılda Islamın doğuşu sırasında, hem kültürler açısından hem . O de dinler açısından homojen bir varlık olmaktan uzak olduğu gibi daha önceki yüzyıllarda da hiç değildi. Islâm, kendinden Önceki dünyalardan etkilenmekten geri kalmamıştır. Hâlâ da etkilenmektedir. 'W

Ben, o dönemde tek İslam! üniversiteye sahip olan Müslüman bir ® ülkede, Mısır’da doğdum ve gençliğimi geçirdim. Bu üniversite, El . Ezher Üniversitesi’ydi. Arapça bildiğimden, ileri geri sallanarak ca® minin uzayıp giden kırmızı halıları üzerinde bağdaş kurmuş öğrencilere Kuran öğreten şeyhleri dinledim. Islamın iki temel kolu olan ' Sünni -Yolile Şii -Ali’nin mezhebiarasındaki farkı bana hemen öğO: reltiler. Müslümanlarla sık sık görüşmelerim, Kuran’ı yorumlayan dört sünni okulunu -Hanefi, Maliki, Şafi, Hanbelianlamam için baw. na temel bilgileri sağladı. Sonra, yolculuklar ve okumalar beni İslam' ın iki büyük akımının çeşitli dallarına yöneltti, “Assassin” [Fransız® cada “katil”] sözcüğünü bize miras bıraktıktan sonra günümüzde kay® bolmuş olan renkli “haşhaşenler” ya da haşhaş içicileri, Dürziler, İsW; maililer, Oniki İmamcılar ya da Etnaşariyyeler, Zeydiler, Karmatiler, Fatimiler; bunların hepsi Şiilikten türemiştir. Dahası, her inananın S; halife seçilebileceğini savunan “hariciler;” insan edimlerini yargılamayı Tanrı’nın ayrıcalığı olarak gören Mürciler; İnsanın özgürlüğüne vurgu yapan ve Tanrı’ya herhangi bir özellik atfetmeyi reddeden, ne-O; redeyse yok olmuş olan Kadiriyyeciler, Mutezileler; kutsal bir savaşta T®'

490

İSLAM

ya da cihatta ölmenin cennete gitmenin garantisi olduğuna inanan “Vahabiler,” İrfaniye mistikleri olan sufileri, ünlü dönen dervişleri de bağırlarında taşıyan Celaleddin Rumi’nin, yani Mevlana’nın öğrencisi olan Bektaşiler; Filistin’de Carmel Dagı’nda gömülü olan Bahaullah’ın öğrencileri Behailer ya da Bahailer, ki bunların, temsilcilerine Yeni Ze­landa’da, Auckland’da bile rastladım; Srinagar’daki İsa’nın mezarının bekçileri olan, Pencaph Ahmediyeler...

Cuma namazına çağıran müezzin’lerin çağrılarım yıllarca işittim. Günümüzde hoparlörlerden yaydan bu dinsel ezgileri işiten uzman Müslümanlar müezzinin yeteneğini cümlelerinin eksiksiz dokusun­dan, gazel yeteneğinden, sesinin katışıksızlığından, uzun bir alıştır­manın meyvesi olan diksiyon düzgünlüğünden ölçüyorlardı. Bu mü­ezzinlere, belli bir heyecanla, Java’daki ilk cuma günüm sırasında, korkunç bir volkan olan Krakatoa volkanının kalıntılarını ziyaret et­mek için güney sahilindeki bir plajın üstünden şafak vaktinde uçarken rastladım; tıpkı İstanbul’da ve Beyrut’ta olduğu gibi. Vurgu her yerde aynıydı. Ama insanların davranışları farklıydı; Dinler yolculuk eder; kültürler, her zaman değil.

Geleneğe göre, Peygamber Islamın yetmişüç mezhep kapsadığını ve sonunda sadece bir tane kalacağını ileri sürmüştür. Yalnızca benim bildiklerim bile beni şaşırtmaya yeter; kimi zaman, İslam üzerine ba­zı Batılı söylevler karşısında sinirlenir ya da bıkkınlık gösteririm. Yekpare bir bütün olarak sunulan İslam, yaşanış biçimiyle, Ceza­yir’den Kuala Lumpur’a, Tahran’dan Akra’ya kadar sonsuz değişiklik gösterir. Değişmeyen tek şey İslam karşısındaki cahilliktir.

Dünyanın geri kalanının, Avrupa, Hint ve Çin’in tarihi yüzyıllar­dan beri bilinmekteyken, Arabistan’ın tarihi, petrol araştırmalarına paralel olarak otuzlu yıllarda girişilen arkeolojik kazı kampanyaları vesilesiyle -örneğin bir Wendell Philipsbelli bir netlikle ortaya çık­maya başlamıştır. Suriye çölü Hama’dan başlayan ve Kızıldeniz ile

491

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Basra Körfezi arasında ilerleyip Hint Okyanusu’na kadar uzanan bu küçük kıtanın, Dahna, “Issız Bölge” adına fazlasıyla layık olan RubülHali geniş alanları ya da Necd’in büyük bölümleri hâlâ yeterince bi­linmemektedir. 1992 yılında arkeologlar Umman’da efsanevi bir kent olan ve buhur ticaretinin büyük merkezlerinden biri olan Ubar’m ka­lıntılarını bulmuşlardır.                                               ;

Mısırlılar, Romalılar, Yunanlılar, EtiyopyalIlar, Fenikeliler, Yahu­diler bliradan geçmişler ve her biri kendi izlerini bırakarak kimi za­man oraya nüfuz etmişlerdir. Asyalılar da gelmişlerdir, çünkü Akde­niz dünyasıyla Asya, ardından da Yarımada ile Asya arasındaki mü­cevher, mercan, inci, baharat, ıtırlı bitki, ipek, cam eşya, hayvan tica­reti nedeniyle, en azından ÎÖ birinci bin yıldan bu yana bu bölgede yollar yapılmıştı, ikinci bin yılın başından beri bu ticaretlerin tanığı olan Mezopotamya kralları deniz yoluyla Hint’ten filler ve maymun­lar getirtiyorlardı.1 Doğu, kolaylıkla hayal edildiği gibi asla bir çöl olmamıştı. Hatta bölge tanrılarla, krallarla, iblislerle doluydu. Şey­tan’ın soy kütüğü Arabistan’da parça parçadır,

. Arabistan’da birçok kültür var olmuştur ve bunların neredeyse tü­mü ortalama AvrupalInın bilgisinin tamamen dışındadır:2 Kökenleri

H.W.F. Saggs, Civilizatkm Before Greece and Rome, Yale University Press, New Haven ve Londra, 1989.

Vahab İbn Munnabih ve El-Hassan İbn Ahmed ve Hamdani gibi tarihçiler Güney Arabistan’ın tarihini ancak XX, yüzyılda incelemeye başladılar. Bu bil­giyi hatırlatan Ne il Asher Silbermann’dır: Between Past and Presem Archaelogy, IdeoJogy and Nationahsm in the Modem Middle-East, Henry Holt & Co., New York, 1989. Aramco petrol araştırmalannm ve arkeolojik olarak el değ­memiş topraklara erişme olanaklarının teşvik ettiği, T.E. Lawrence’m macera­sının Batı’da neden olduğu Arap dünyasına ilginin yeniden canlanması saye­sinde az sayıda uzmanın bildiği bu tarih bundan böyle çok yavaş ortaya çı­kacaktır. Milliyetçi gurur seksenli yıllara kadar bu araştırmaları engelleyecek­tir. Ünlü Saba Melikesi “Belkıs Tapınağında, Marib’te sürdürülen American Foundation for the Study of Manin 1951-1952 kazı kampanyası Kuzey Yemen’deki devrim tarafından, hem itiraf edilmiş politik nedenlerle (yeni re-

492

İSLAM

' 1Ö II. bin yıla kadar uzanan Mineen krallığı? Süleyman’ın ünü dillere destan gözdesi, IÖ 950’ye doğru kralı ziyaret etmiş olan Saba Melike­sinin hüküm sürdüğü Sabiiler, 10 115’e doğru Sabiilerin yerine geç­miş olan Himyeriler ve Gassan ve Kinda krallığından Hiritler. Dilleri Sami dili olduğundan? yarımadada oturanların Sami soyundan gel­dikleri, dinlerinin de Sami olduğu sonucu çıkarılır. Bu nokta daha az kesindir.

Mineenlerin panteonunda yüz kadar tanrı vardır; bunlar hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmemekteyiz. Babil Şamaş’ından doğrudan kaynaklanan Güneş, Sams -Arapçadaki shamsbir tanrıçadır ve Venüs yıldızının tanrısı Attar erkektir; dişi olan Babil Iştar’ının ve eşi benze­ri görülmemiş değişimlere uğrayacak olan Babil Astaroth’unun Mine­en çeşitlemesidir. Gerçekten de, bir yandan, Yunan’da aşk tanrıçası Astarte olacaktır ve tarih-öncesi dönemlerin büyük bereket tanrıçası­nın soyuna layık olarak, tapınaklarda yapılan kutsal fahişeliklere baş­kanlık edecektir. Diğer yandan, ortaçağın Hıristiyan geleneği onda Şeytan’m ortaya çıktığına inanmaktadır, çünkü birçok cinbilim kitap­larının ona verdiği isim budur.

Astaroth bir pagan tanrı da olsa, yaşlı Kral Süleyman yine ona la­yık olduğu yeri verir, çünkü “babası Davud’un yüreği Allahı Rab ile bütün olduğu gibi onun [Süleymanl yüreği bütün değildi,” ve “Saydaliların ilahesi Astarti’nin ardınca gider”5 (aslında Astaroth, As-

jim Marksistti) hem de itiraf edilmemiş dinsel nedenlerle sert bir biçimde en­gellenmiştir. Dahası, Muhammed’den önce yarımadada yaşayan toplulukla­rın ne hepsinin “Arap” -oldukça muğlak bir terimdir bune de tektanrıcı ol­duğunu belirtmek dürüstlük olur. Dinler .tarihini işleyen birçok yazarın Do­ğu’nun eski tarihini hiç bilmediklerini saptamak şaşırtıcı değildir.

Bu ad Yunan kökenlidir. Mineen Krallığı Ma’in ya da Ma’an adları altında da tanınır.

“Semitic Languages,” Encydopaedia Britannica, 1960.

5  Krallarl, 16; 5.

493

■*^l

Y

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ                /

tarti’nin çoğuludur, çünkü bu tanrıça çokbiçimli olabilir). Bir .başka         ’ {

İsrail kralı, Yoşiya, onun için Zeytinlikler Dağı’nda bir tapmak inşa ; ettirecektir; Moabların tanrısı Kemoş’a ve “Ammonitlerin mekruh. J şeyi’’6 Milkom’a inşa ettirmiş olduğu gibi. Oysa ki kendisi kısmen • Yehova’ya sadık kalır. Göründüğü kadarıyla, İsrail’in bu iki kralı, aşk ve bereket tanrıçasını herhangi bir Şeytan’la özdeşleştirmekte kimi ’J güçlükler çekiyorlardı.                                                1

Habeşistan’a ithal edilen Attar, göklerin tanrısı Astarti olacaktır.7 O bir aşk ve bereket tanrıçası değil midir? Bu kesinliği ayrıntılı ola­rak belirtmek gerekir, çünkü Bybloslu Philon, onun krallığına tanıkj hk etmek için, başında boğa boynuzlarıyla temsil edildiğini söyler.                                                                                      ?

Fakat o bir Sami midir? Eski dinler tarihinin bir belirsizliği daha,  =

çünkü başındaki boynuzlarla Mısırlı Hathor’u doğrudan doğruya çaği rıştırır; Hathor da boğa boynuzlarıyla temsil edilen bereket tanrıçasıdır ve boynuzların arasında Ay bulunmaktadır, Oysa Hathor, Sabiiferden (1Ö 715) söz eden en eski yazılardan en azından bin yıl kadar önce var olmuştur. Dolayısıyla, Islamdan önce yarımadadaki tanrılaı rın bazılarının Mısırlı olduğu fikri ihmal edilemez. Gerçekten de ya-

.9 rımada-çok fazla etkiyi içine almıştır; bu durum, bir kavşak için nor7 maldir. Örneğin bu etkiyle Büyük Tanrı’sma Rahman, bağışlayıcı, sı-            ;

fatını vermiştir; bu sıfat, Yahudi etkisini güçlü biçimde çağrıştırır.8          1

Gerçeklen de, gördüğümüz gibi,9 'İS VI. yüzyılda Kızıldeniz üzerinde bir Yahudi sitesi vardı. Yahudilik, her durumda, yarımadada varlığını güçlü biçimde hissettiren bir dindi; Medine’de, Yemen’de, Suriye’de i önemli Yahudi cemaatlerinin hahamları ve okullarıyla birlikte var olJ

r                                                                                               $

Krallar II,                                                               XXIII; 13.        7

7  Manfred Lurker, Lexikon der Götler wıd Dânıonen, Alfred Kramer Verlag,       4

Stuttgart,                                                                        1984.        ■$.

8  "Sabaeaııs,” Eııcydopaedia Britannica, 1960.

9  Bkz. 11. bölüm.                                                              ,

494                                                 |

İSLAM

duğunu biliyoruz. Yahudi etkisinin Saba Krallığı’na bile eriştiğine Kuran’ın 2. suresinin 62. ayeti tanıklık eder:

“Şüphesiz, iman edenlerde) Yahudiler, Hıristiyanlar [Nasıriler] ve Sabiiler...”

Nasıriler, Hıristiyanlık yanlısı bir mezhep olan Mandeciler ya da başka bir deyişle “Aziz Vaftizci Yahya Hıristiyanları” olabilir. Fakat, daha ilerde göreceğimiz nedenlerle bunlar, aynı zamanda, yarımadada adlandırıldıktan gibi, İsa’nın öğrencileriydi. Mekke ile Yemen arasın­daki Najran vahasında da, örneğin özellikle mevcuttular. 524-525 yıl­larında çok sayıda Hıristiyan burada şehit edilmiştir. Aynı ayette Nasırileriri ardından Sabiilerİn adının anılması büyük bir olasılıkla rastlantı değildir; Saba Kralhğı’mn sakinleri onlar değil midir? Adaş­lıkları böyle düşünmeye yol açmaktadır, ancak Saba sakinleri birçok dine tapıyorlardı, dolayısıyla Peygamber’İn hangisini ima ettiği anla­şılmamaktadır. imalarında her zaman kesin otan Muhammed aynı mezhebi iki farklı adla anmadığından bunlar, yukarda belirtilen ve Subba ya da tam olarak Sabiiler de denen Mandeciler ya da Vaftizci Yahya Hıristiyanları olabilirler.11 Isa’yı Hermes-Merkür’ün değişmiş

10Burada yararlandığım Kuran yorumu Ândrâ Chouraqui’ninkidir (Robert Laffont, 1990), Regis Blanchfere’in yorumuyla birlikte, orijinal meme en ya­kın otan bu iki yorumdur. Bu ayete ilişkin notta Chouraqui bu ayetin “gü­nümüzde bulunmayan Sabiilerİn dini de dahil olmak üzere dört tektanrıcı dinin de selamete götürdüğünü [yazar], Allah’a ve. onun vahiy yoluyla gelen Kelam’ına katılanlar esinliler vatanım oluşturur.” Yine Chouraqui şöyle yazar: Sabitlerin kimliği “yorumcular tarafından tartışma konusudur. Bu dini, Musul . ve Huran bölgesinde, yıldızlara tapan ve Yahudilik ile Mazdacıhktan türemiş bir din olarak görürler.”

11 Vaftizdi Yahya adlandırması aldatıcıdır, çünkü Mandeciler Hıristiyanlık karşı­tıdır; özellikle İznik Konsili sonrasında böyle olmuşlardır ve “Bizanslı” diye adlandırdıktan ve sahte-Mesih olarak kabul ettikleri Mesih İsa’yı, Fslıu nısiha kabul etmezler. Hakiki İsa’nın adı Anush’tur ve o da diğeri gibi “Pilatus za­manında” dünyaya gelmiştir. Hakiki İsa’nın yerine mumyasının çarmıha gerildiği şeklindeki Müslüman temasının Mandeci düşünceye yabancı olmadığı

495

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

bir hali ve yedi aldatıcı gezegenden birinin cisimleşmesi olarak kabul eden, yarımada çöllerinde yolunu şaşırmış sapkınlar... Yarımada, bir din ihtiyacının musallat olduğu, ancak kendilerine uygun, yani düşle­rine uygun bir din peşindeki, farkında olmadan bölücü, sapkın ve marjinallerle dolup taşar.

Ancak İslamiyet! yayanlar, Zerdüşt’e tapanların, Mazdacılann ve kuşkusuz başka dinlere inananların da Mekke’de yaşama hakkı oldu­ğunu kabul ederler. Nesturi Hıristiyanların varlığı da dışlanamaz. Mekke ve her durumda yarımadanın bütünü, bütün büyük ticari kav­şaklar gibi, antik ve yakın dönem dinlerinin bir sahnesi gibiydi; se­raplar ülkesinde, Doğu ve Batı tanrılarının korkunç bir araya gelişi olarak her türden mezhep ve bölünme de vardı,

Çünkü nerede kilise varsa orada bölünme de vardır ve VI. yüzyıl­da, Hıristiyanlığın yayılmasıyla her yana kiliseler serpilmişti: Libya □aramalılarında olduğu gibi Pontus Hyrcanİenlerinde, Kuzey’in Gotlarında, Aksum’lu Habeşlerde, Yukarı Nil’in Nübyelilerinde ve As­ya’nın Hunlarmda. Dolayısıyla, İncillerin Pers, Bulgar, Fenike, Hint ve diğer dillere çevirileri vardı. Her Hıristiyan merkez, yerel inançla­rı özümsemişti; Roma ve Bizans’tan ne kadar uzaksa bunları o kadar daha faşla özümsüyordu, kimi zaman Kartaca’dan Sebastopolİs’e, yet­miş başpiskoposluğun öğretisinden ayrılıyorlar, sapkınlığa kadar va­rıyorlardı.

En erken 567’de, en geç 579’de, kimilerine göre 571’de, Mekke’de Muhammed12 doğdu; Abdullah ile Amina’nın oğluydu. Bunlar, Mek-

varsayılabilir. Gnostik, üstatları Vaftize! Yahya’ya sadık olan ve onun anısına düzenli olarak ve törensel biçimde, Vaftize! Yahya’nın Ürdün’de yapmış ol­duğu gibi akar suyla abdest alan Maddecilerin Essenlilerle yakınlıklan vardır. Yine de genellikle pek kültürlü olmayan insanlar söz konusudur. Çünkü ör­neğin Yahudilerle Hıristiyanlar arasında kendilerini açıkça belli etmezler.

"Cezayir’den Cakarta’ya kadar bütün Arapların adlandırdığı gibi bu adla ça­ğırmayı tercih ettim. “Mahomet” adı biraz fazla Türk kökenli gibi gelmekte-

496

İSLAM

ke’de iktidarı paylaşan birçok kabileden oluşan Kureyş aşiretindendiler. Muhammed, karısı hamileyken ölmüş olan babasını tanımayacak­tır. Annesini de uzun süre tanımayacaktır, çünkü o da Muhammed altı yaşındayken ölür. Tek oğul olmanın güçlüğüne öksüz olmak da ekle­nir. Geleneğe göre, çocuk çölün temiz havasından güç bulsun diye, göçebe bir kabileden bir sütanneye emanet edilir. Sütannenin koruma­sında uzun süre kalmaz, çünkü büyük babası Abdülmuttalip onu evlat edinir. Onu da uzun süre görmeyecektir, çünkü büyük baba sekseniki yaşındadır ve Muhammed’i evlat edindikten iki yıl sonra, Muhammed sekiz yaşındayken ölür.

Muhammed bir kez daha evlat edinilir; bu kez amcası olan zengin ve çok yolculuk yapan Ebu Talip tarafından. Ebu Talip kimi zaman Suriye’ye gitmektedir ve zaman zaman Muhammed’i de beraberinde götürür. Genç çocuğun gördüğü ilk yabancı şehir Bosra’dır. Burasının büyük bir ticaret merkezi olması pek mümkün olmayan, Kızıldeniz’in güneydoğusundaki mütevazı El-Busayra köyü değil, daha çok -Roma adlandırmasına göreBostra ya da -Arapça adlandırmaya göreBozrah, Eski Ahit’te13 adı geçen Botsiaya olması olasıdır; 106 yılında Trajanus burayı yeniden inşa ettirmiş, 222 yılında Alexandros Severus döneminde zengin Roma kolonisi, ardından Arap kökenli II. Philippe döneminde metropol, sonra da Constantinus döneminde bir piskoposluğun ikametgâhı olmuştur. Müstakbel peygamber bu şehri

dir. Şunu da belirtmeliyim kî, 1974 yılında Mahomet, le createur de Viskin adlı kısa bir incelemeyi yazar adı belirtmeden yayımladım (“Genie du monde" di­zisi, Tallandier). Bu eserde, dizinin yöneticisi jacques Kohlmann’ın ısrarlan üzerine Avrupa’da genel olarak kullanılan yazılışı benimsedim, çünkü Muhammed adı Peygamberin ismini kendiliğinden çağnştırmaz. İncelikli bir İs­lam uzmanı olan Maxime Rodinson’un tavn da kısmen böyledir. İncelemesi­ne Mahomet adını vermiş fakat metninde, fonetik yazılıma da uygun biçim olan Muhammed Peygamber’i kullanmıştır,

B1 Makkabiler, 5; 26. Moab’a karşı beddualarında Yeremya tarafından aforoz edilmiş şehirdir (48; 24),

497

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

keşfettiğinde orada bir bazilika dikiliydi. Fakat yalnızca bazilikayı görmekle kalmadı, gördüğü tek şey bolluk da değildi: Erken, gelişmiş bir yeniyetmenin duyarlılığıyla, bir dünya temsil sistemine -Bizans iktidarımnkinebağlı iktidarın olağanüstü çekiciliklerini hissetti. Çünkü o dönemde Bizans inancın beşiğiydi ve inanç Bizans gücünün garantisidir. Çocuk nasıl olur da hayran kalmazdı? Kuşkusuz o da bolluk içinde bir şehirden geliyordu, ancak büyük bir Bizans ticaret merkeziyle karşılaştırıldığında onun geldiği yer basit bir küçük kasa­baydı. Çünkü Kureyşliler Romalılardan olağanüstü tapınaklar inşa et­me sanatını miras almamışlardı, dünya sistemleri yoktu, uyumsuz inançlardan başka bir şeyleri yoktu. İnanç dünyayı yeniden oluştura­bilirdi. Dinledi ve baktı, kuşkusuz gücün sırrının peşindeydi.

XI.-X. yüzyıl Iraklı tarihçi ve teolog El Tabarri, Ebu Talip ile Mu­hammed’in ücra bir yerde kaldıklarını anlatır (burası elbette bir mün­zevi barınağıdır, kısmen ormanın içindeki bir sığmaktır). Orada bir keşiş yaşıyordu, kuşkusuz Bağdaştırmam biriydi Bahira. Bir ağacın dallarının delikanlıya gölge yapmak için eğildiklerini belirten Bahira, onu Tanrı’nın Elçisi, Resulullah olarak belirten ilk kişi oldu. Delikan­lıyı inceleyip, omuzları arasında "peygamberlik mührü”nü bulmuş olan da odur; bu belki sinirsel bir tümördür, büyük bir olasılıkla da zararsız bir yağ bezesidir. Bu anektod, kuşkusuz hakikat payım ve süsleme özelliğini içermektedir.

Muhammed hangi Şeytan’ı bilebilirdi ki? Tanıdığı bir Şeytan var mıydı? Eğitimi ve gelişimi hakkında hiçbir şey bilmemekteyiz, ancak kendi kabilesinin eğitiminden başka bir şey olamaz; Perslilerin Ahriman’ını işitti mi bilmiyoruz ya da kötülük ruhlarına ilişkin bilgisi Babil dinlerinden gelme cinlerle mi -çöl rüzgârında kötülüklerini üf­leyen ifritlerlesınırlıydı yoksa Yahudi Şeytanı’ndan bağdaştırmacılık yoluyla türemiş ve "Eski-Eski” Ahit’teki saygın Rakip rolünde kalan bir biçimle mi sınırlıydı... bunu bilemeyiz. Ancak kendisine anlatı■

498

İSLAM

laniari fazlasıyla dinlediği kesindir.

. “Andolsun ki biz, onların: ‘Bunu [vahiy ürünü öğreti] kendisine ancak bir beşer öğretmektedir’ dediklerini biliyoruz. ”

der Kuran’ın XVI. suresinin 103. ayeti, rakiplerinin eleştirilerini yan­sıtarak,

“Ve dediler ki: ‘Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır."

der, daha ciddi başka eleştirileri yansıtan14 XXV. surenin 5. ayeti. Bu eleştiriler, Muhammed’in vahyini Hıristiyanlardan ya da Yahudilerden, “başka bir halkın insanlarından edindiklerini öne sürerler. Bazı­ları ise Kuran’ı yarattığını tartışmaya kadar ileri gidecek, kitabın bir Hıristiyan tarafından, Aish adlı bir keşiş ya da bir haham tarafından yazılmış olduğunu ileri süreceklerdir.15 Muhammed çok dinlemiştir ve ona çok itiraz edilmiştir, itirazlar arasında, XXV. sure, 8. ayetin onaya koyduğu gibi, “büyülenmiş" olduğu suçlaması görülür. Bu iti­razda ısrar edilmiş olmalıdır, çünkü daha iler iki bir surede de (XVII, 47) görülür: “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz." Gerçekten de, Muhammed öğretisini yaymaya başladığında alaylarla karşılaşmıştı, tik düşmanları olan Mahzum ve Ebu Cehille birlik olan Kureyş kabileleri onun hakkında “halüsinasyon görüyor, belki de kâhinler, büyücüler, şairler gibi, aşağı düzeyden bir cin ruhuna girmiş,”lf> diyorlardı. Gerçekten de, ataların inancından caydıran bir öğretiye güçlü bir direniş vardı.

Bu ayetler temelinde, çok sayıda yazar Muhammed’in Yahudi-Hıristiyan, bir öğretinin etkisinde kaldığım ileri sürdüler; durum böy-

HChouraki’nin belirttiğine göre.

1510. ayet; 38’e Chouraqui’nin yorumu: “O mu uydurdu?” 16Maxime Rodinson, Mahomet, Le Seuil, 1961.

499

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

leyse, bu akla yatkın fakat en geniş araştırmayla bile doğrulanamaz bir şeydir ve Islami Şeytan kavramını etkilemiş olsa bile bu öğreti kesinlikle Yeni Ahitsel bir öğretidir, çünkü Incil-i Şerif gibi Kuran da Eski Ahit’in tersine, Şeytan’ı Yaratıcı’nın hizmetkârı olarak değil, ye­minli düşmanı olarak tanımlar:

"Öyleyse Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”17

Muhammed’in, Yahudilerden adını almış olduğu Şeytan, “kovul­muş” olmuştur. Şaşırtıcı imge: Kötü Şeytan, gerçekten de, melekler tarafından bir akanyıldızlar yağmuruyla sürekli olarak kovulur! Bü­tün Kuranda bir kez farklı bir adı vardır: Malik.18 Bu ad Kenanların Molek’ine bir göndermedir. Muhammed’in, dinleyicilerinden “Şeytan­ların destekçileri’ne'9 direnmelerini istediği surede olduğu gibi, ki­mi zaman tektir kimi zaman birden çok. VII. surenin 30. ayetinden esinlenen Müslüman bir akım, Mutezileler, Şeytan’ı tüm bozulmaların babası olarak görecektir.20

Kuran, kozmoloji önermez. On kez göndermede bulunulan Cennât-ı Adn, Eden Bahçesi gibi, esas olarak Yahudilikten alınmış olan önceden bilinen mitler temeli üzerinde, kendini doğrudan bir va­hiy olarak sunar.21 Bahçe, basitçe, Cehennem’in karşıtıdır. Tufan da Tekvin’dekine benzer biçimde belirtilmiştir. Şu farkla ki, Nuh’un ge­misi bir filikadır ve karaya oturduğu dağ Diyarbakır’da, Yukarı Ciz­re’de bulunmaktadır. Sodom ve Gomörra hikâyesi aynı şekilde akta­rılmıştır. Eski Ahit’te geçen isimlere Kuranda sıkça rastlanır: Noe,

17 Kuran, XVI; 98. [Kuran’dan alıntılar Türkçe’deki Ali Bulaç yorumundandır. -ç.n.]

18 Kuran, XL111; 77. Bu ad aynca Kral’ı da belirtir.

1PKuran, VI; 121. Chouraqufye göre, cinlerin bu destekçileri Mekke’de faali­yette bulunan Zerdûştçüler olmalıdır.

2°Kuran,Vll; 30.

21 Özellikle 45, 46 ve 62. sureler.

500

İSLAM

Abraham, Moiz, Isaak, Jacob Arapçalaştırılarak Nuh, İbrahim, Musa, tshak, Yakup olurlar. Eden Bahçesi’ndeki kışkırtma Tekvin’dekine uy­gundur; tek farkı Havva’nın bulunmamasıdır. Şeytan doğrudan Adem’e hitap eder:

"[Ey AdemjSana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?”22

III. surede Muhammed Tevrat’ı zımni olarak kabul eder ve Tanrı Yasası olarak görür. Tek Tann’dan söz eden, karşılığında da tek Şey­tandan söz eder. Muhammed Zerdüşt’ün yolunu tam olarak izler. Zerdüşt, yaptığı reformda, Ahura Mazda’yla eş tutulan tanrıları ani­den kötülük cini düzeyine indirdi: Muhammed’in Şeytan’ı kabilesinin eski tanrılarıyla, putperestlerin tanrılarıyla özdeşleştirilecektir.

Kuran’da, Şeytan ve kötülük cinleri hakkında, örneğin Ahitler-arası edebiyatta bolca bulunan bu hikâyelerden hiçbiri yoktur. Ne ölüm­lülerle sevişmişlerdir, ne de devler, canavarlar, ünlü insanlar doğur­muşlardır. Muhammed onlara hiyerarşi, dil ya da niyet biçmez. On­lar betimlenmemiştir, ne güzeldirler ne çirkin, ne hayvandırlar ne bitki, cehennemden başka.yerleri yoktur. En fazla, Tanrı’nın kötülük cinlerini de yarattığını söyleyen Hıristiyan sapkınlığından yapılmış bir alıntı vardır.23 Şeytan ve olası birlikleri Allah’ın ve meleklerinin düşmanıdır. Zaten bunların varlıkları Kuran’da görece olarak gizlidir.

• Dünyanın olumsuz görünümünü çağrıştırırken genellikle Cehen­nemin adı geçer; ama bu ad kuşkusuz “Bahçe”den, yani Cennet’ten da­ha az geçer. Eski Ahit’teki Eden’in dört ırmakla sulanması gibi Bahçe İ de saf su, süt, şarap (bu, Kuran’ın alkollü içecekler karşısındaki hoş­görüsünü de bu arada doğrular) ve bal ırmaklarıyla sulanır. Bize çocuksu gelecek bir biçimde, yeryüzü nimetleriyle, hurilerle ve “ka-

“kuran, XX; 120.

“Kuran, XXXVII; 158

501

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

dehler, ibrikler ve oluk oluk taşan kupalar” taşıyan “ölümsüz güzel delikanlılar”la doludur...

Cehennem Kuranda, Yeni Ahit tasvirlerine uygun olarak görülür: Ruhların, korkunç işkencelere maruz kalmasalar da acı çektikleri yer, Eski Ahideki yer değil, deyim yerindeyse modern Cehennem’dir, çünkü Mazdacılıktan kaynaklanır. Burada, “Allah’ın azabı” diye adlan­dırılır.24 Kuran’m yirmi yedi bölümünde Cehennem ateşinin ezeli ol­duğu belirtilmiştir. Burası, Yeni Ahit’te olduğu gibi, Allah iyilerle kötüler arasında ayrım yaptıktan sonra lanetlilerin gidecekleri yerdir; iyiler “Bahçe”ye, kötüler “aptalların korkunç ikametgâhına” gidecek­tir.2,5

Bu sonuncu ibare, Şeytan’ın düşüşüne ilişkin ahitler arası yorum­ları yakından çağrıştırır: Şeytan kendi kibri yüzünden düşmüştür. “Aptallar” tam olarak kibirlilerdir, yani Muhammed ve öncellerinin aktardığı biçimiyle Allah kelamına direnenlerdir. Hıristiyanlığın da benimsemiş olduğu, ahitler arası bir kavram olan, Kötülüğün temel nedenini Muhammed de olduğu gibi almıştır: Bu, bireyin bireylik öz­lemidir. Hatta Muhammed bunu Islamm gizli temeli yapmıştır. Va­rolma arzusu esas olarak şeytansıdır.

Önemli nokta burasıdır: Dinlerin uzun tarihinin başka hiçbir dö­neminde bu tarihin temel anahtarı bu kadar, açık ortaya çıkmamıştır; Şeytan’ın varlığına inanç bireyin yadsınmasından kaynaklanır. Bu, Helenist Pavlus’un mirasçısı Hıristiyanların asla açıkça ifade etmedik­leri şeydir; bunun nedeni, böyle bir şeyin büyük olasılıkla Helenistik dünyayı dehşete düşüreceği gerçeğidir. Allah’ın çıkarı için kendinden feragat etmeyen kimse bir “aptaP’dır ve Şeytan’ın kölesidir.

Bu Şeytan yorumu İslâmî, Katolik Hıristiyanlığın kardeşi bir din

24Kuran, VI; 40.

25Kuran, 39; 72 ve 40; 27.

502

İSLAM

haline getirir: Her ikisi de, günümüze kadar, yapay farklılıklarla, Fransız Devrimi’nden miras alman ve romantizmde zirveye ulaşan bi­reyciliği aynı kesinlikle mahkûm ederler. İslam ve Hıristiyan filozof­larının ortak temeli, kadir-i mutlak tanrı karşısında bireyin indirgen­mesi, hatta yok sayılmasıdır. Bu temel, başka olguların yanı sıra, Tanrı’ya katlanılmaz meydan okuma olan bilim karşısında Hıristiyan­lığın eski tiksintisini ye Islamm da bîr o kadar eski ilgisizliğini açık­lar. Daha IÖ II. yüzyılda göksel cisimlerin hareketlerini çözdüklerini iddia edenler karşısında Enoş Kitabı’nın kınamaları bunun habercisiy­di. .

Bilinen dünyanın bir haritası üzerinde, ortaçağdan XVIII,. yüzyıl sonuna kadar büyük bilimsel keşiflerin yapıldığı noktalar coğrafi ola­rak bölüştürülürse, bunların çoğunun Protestan ülkelerde yapılmış olduğu ortaya çıkar. Kutsal Metinler'in yorumunda ve Yaratıcı ile ya­ratılan üzerine akıl sır ermez diyalogda Tanrı karşısında bireyi tecrit eden Protestanlık bireyi yüceltti. Ona özgürlük duygusunu da verdi. Katolik dünyasında, saati icat ettiği için, II. Sylvain gibi bir papanın bile Şeytanla işbirliği yapmış olmasından kuşkulanılırken, Protestan dünyasında bilimsel icatlar, Tanrı’nın mucitleri karşısındaki lütfü olarak görülüyordu: Dünyanın Efendisi, evrenin sırlarından çok kü­çük bir bölümü pay ederek bazı insanları tercih ettiğini belirtiyordu. Stockholm’da Descartes laik bir azizdi, Paris’te engizisyon onunla bi­raz fazla ilgilenmeye başlıyordu (İsveç’e sürgününün nedeni bu oldu), Roma’da ise tehlikeli bir laikti. Engizisyon’un bir Galileo karşısında­ki öfkesi ve Galileo’nun işin içinden sıyrılmak için giriştiği hileler böylelikle anlaşılır. Bağların ve zeytinliklerin engellerinden başka, Roma’nm Yahudi ve Mason yaratısı olmakla suçladığı Gotik üslup en­gelinden başka keşiflerin engeli de böylece yaratılmış oldu. İslam da, Katolik dünyası gibi, bilimler tarihine pek az katılabildi.

Muhammed’in öğretisi sadeliğiyle dikkat çeker: Yarımada kabilele-

503.   '

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

rinin -tek Tanrı’ya gönderme yapmadan™ geleneğine son derece yakın bir etik olarak kendini gösterir. Sadaka zorunluluğu ile birlikte cö­mertlik erdemlerin başında yer alır ve Tanrı’ya kurban sunmanın ye­ni bir biçimini temsil eder26 ve Hıristiyan yardımseverliğine son de­rece benzer. Çölün pintiliğine bağlı göçebeler olan yarımada halkla­rında bu erdemin çok eski olduğu kesindir, fakat Muhammed döne­minde büyük tüccarların zenginleşmesinin bu pintiliği unutturması olasıdır; Muhammed’in çağrısının aciliyeti buradan kaynaklanır. Dü­rüstlük, ılımlılık, utanç ve insana saygı tüm Kuran’da bolca övülen başka erdemlerdir. VII. yüzyıl Arap yarımadasında karmaşık Şey­tanlara kuşkusuz ihtiyaç yoktu. Bizans siteleri haline gelmiş büyük Roma sitelerinde bolca bulunan eğilimler orada bilinmiyordu. Kuran’ın çağrısı özünde son derece hümanisttir. Muhammed’in talebi, “putperest Arabın alışkın olduğu fiziksel ve askeri eğitimin ötesidir. Müslüman dünyaya dahil olmak bilgi gerektiriyordu; Vahyin, Yasa is­temlerinin ve bazı derecelerden, Kuran’dan ve kutsal bir modelden izin verilmiş kararlar çıkarmayı sağlamış yöntemin istemlerinin bi­linmesi.’’27 Bu yöntem görünüşte basittir (ama bu basitliğin yine de karmaşık.sonuçlara yol açtığı ilerde görülecektir): Her şeyin üstünde Allah’ın gücü, görkemi ve sonsuz iyiliği hüküm sürer, bunu reddet­mek ya da bilmezden gelmek Cehennem’e ve Şeytan’a teslim olmaktır.

Muhammed’in tektanncıhğı gibi, tek bir Şeytan’ın söz konusu ol­ması da özellikle Yahudi-Hıristiyan eskilidir. Tek Şeytan mitinin -bu mitin kurucusu olan Mazdacılık hariçyarımadanın halk ve cemaatle­rinin uyguladığı başka hiçbir dinde ortaya çıkmadığını araştırmalar göstermektedir. Eğer Muhammed bunu uygulamışsa, bunun nedeni, merkezi bir iktidarın oluşması için Şeytan’ın esas olduğunun açıkça bilincinde olmasıdır. Muhammed’in hedefi zaten merkezi iktidardı:

26Rodinson, Mahomet, a.g.e.

G.E. von Grunebaum, L’ldentitt culturelle de l’islam, Gallimard, 1973.

504

İSLAM

Ölümünden çok önce, Sassani ve Bizans hegemonyasının dışında olan bütün hakların büyük birleştirmişiydi ve çok sonraları Afrikalılar, Filistinler, Yemen Yahudileri ve din değiştirmiş Hıristiyanlar ya da “Gürcüler,” Kabilliler, Trakyalılar, MakedonyalIlar, Kürtler ve diğer Pont uslular, Gürcüler, Çerkezler, hatta Asyalılar bile îslammana va­tanına gönderme yaparak ve uygun olmayarak “Arap” diye anılacak­tır.

Dolayısıyla, Muhammed, Musa statüsünde bir peygamber olarak kendini sunar. Eski Ahit’le paralellikleri kişiliğine kadar uzanır: Ken­dini zımni olarak Musa’nın ardılı olarak gösterir: Sina Dağı’nın tepe­sinde Allah’ı görmüştür; bu dağ Musa’nın Yaratıcı’nın görkemiyle yüz yüze geldiği dağdır.28 Onun sopası Musa’nın asasıdır.29 O da Musa gi­bi, hemen hemen bütün surelerde putperestleri eleştirir. Asıl peygam­ber olarak kabul ettiği Musa’yla paralellik özellikle “Mensup” suresin­de öne çıkar, ismen peygamber olarak kabul edilen İsa’yla paralellik de “Süslemeler” suresinde geliştirilmiştir.

Muhammed’in İsa karşısındaki tavrı Batı’da özellikle yanlış bilin­mektedir. Yahya’nın doğumunun, Müjde’nin ve ardından da Isa’nın doğumunun Incil var i tüm çeşitlemesi III. sureden sonra sözcüğü söz­cüğüne aktarılmıştır. Meryem Ananın günahsız gebeliği dogmasını yaratacak olan Meryem’in potansiyel ilk günah sorununa keşiş Duns Scotus’un bulduğu çözümden yaklaşık yedi yüzyıl önce Muhammed, Meryem’in annesi Maria’ya, hamileyken şöyle dedirtir:

“Rabbim, hamımda olanı,..., Sana adadım.”™

Dolayısıyla, Tanrı’ya adanan Meryem Şeytan’ın kurbanı olamaz ve

^Chouraqui, XIX, 52 ve XX, 79. Kuran, VII; 128. Musa’nın tanınması, putpe­restleri Musa’nın düşmanı olarak belirten 132. ayet tarafından doğrulanır.

29Kuran, XX; 18; II; 60; VII; 12-107; XXVI; 32-45; XXVII; 28 ve 31.

“Kuran, III; 35.

505

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

dolayısıyla ilk günahtan kurtulmuştur.

Vaftizci Yahya’nın annesi, Zekeriya’mn eşinin mucizevi hamileliği de böyle kabul edilmiştir. Gerçekten de Zekeriya, melekler baba ola­cağını söylediklerinde şöyle haykırır:

“Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?”3

Meryem’e Mesih doğuracağını haber verenler de meleklerdir:

“...Hani Melekler, dediler ki: 'Meryem, doğrusu Allah kendinden bir sözcüğü sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlw îsa Mesih’tir. O, dünyada ve ahirette ‘seçkin, onurlu, saygındır’ ve (Allah’a) yakın kılınanlar­dandır. ”

“Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O sahillerden­dir

“Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir?” de­di. (Fakat) Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir.,.”32

Özel olarak “Mesih” diye adlandırdığı Isa’ya tanıdığı ahnyazısını Muhammed kendine atfetmez. Kendini ne büyük yazgıların insanı ola­rak ne de doğaüstü bir varlık olarak tanımlar ve Şeytan’m avı olmaya yatkın olduğunu İtiraf eder. Ünlü “Şeytan Ayetleri” buna tanıklık et­mektedir?3 Sonuç olarak, Muhammed Roma Hıristiyanlığından iki

31 Kuran, 111; 40.

32Kuran, 111; 45-47.

33İslam öncesi Arabistan’daki tanrıçalan, heykel biçiminde, birincisi bir kadın heykeli, İkincisi bir ağaç heykeli ve üçüncü bir taş heykeli (büyük bir olasılıkla bir havaıaşı) biçiminde temsil edilen al-Lât, al-’Uzza ve Manât’ı göz­ler önüne sermek isteyerek Şeytan’m etkisi altında bunun övgüsünü yapar. Şöyle başlar:

“Al-Lût’ı ve Al-’Uzza’yı gördünüz nıü

Ve Manât’yı, üçüncüsünü, diğerini?”

506

İSLAM

noktada ayrılır: Isa’nın insan olarak meydana çıkması ve gerçekten çarmıha gerilmesi. Yukarda gördüğümüz gibi bazı Hıristiyanlar bu noktaya varıp dayanmışlar ve sapkın akımlar arasında yer almışlar­dır.

Bu durumda, Muhammed’in özgün katkısının ne olduğu ve başlan­gıçta karşılaştığı vahşi düşmanlığın ve daha sonra, öğretisinin çarpıcı başarısının nedenleri nedir diye sorulabilir. Çünkü, Napolyon’un göz­ler önüne serdiği gibi, “Muhammed’de sıra dışı olan şey, on yıl için­de gezegenin yarısını fethetmiş olmasıdır; oysa ki, Hıristiyanlığın yerleşmesi için üç yüz yıl .gerekmişti,”34 Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa son derece yakın vahiy kaynaklı bir öğretiyi vaaz ederken her ikisini de reddetmiştir. Elbette bu iki dinin Muhammed üzerinde büyük etkisi vardı ve ona hayli, destek olmuşlardı. Bu ikili red hakkında Muhammed’in öne sürdükleri bilinmektedir: Her iki din de, peygam­berlerinin erdemine rağmen, kendilerine gelen vahyi yanlış yaymış­lardır.

O dönemde dünyanın nasıl olduğunu burada belirtmekte yarar var. Yakın ve Ortadoğu’da, Akdeniz’de iki büyük din egemendi: Biri, Fırat’tan Indus’a kadar uzanan Sassanilerin Pers İmparatorluğu’nun di­ni olan Modacılıktır. Diğeri, Ispanya’nın güney ucundan Ermenis-

Şeytansı esinle şöyle yazar:

“Bunlar Yüce Kuşlardır

Ve kuşkusuz onlar için şefaat dileni niştir,”

Tabarri’nin aktardığına göre, Kureyşliler bu ayetleri işittiklerinde çok sevin­diler ve Müslüman olan olmayan, hepsi, secdeye vardı. Ama daha sonra başmelek Muhammed’e Şeytan tarafından aldatıldığım bildirdi. Bunun üzerine Muhammed son iki dizeyi düzeltti ve onlann yerine şunlan koydu:

“Erkek (evlat) sizin, dişi O’nun mu?

Eğer böyleyse, bu, çarpık bir paylaşma." (L11I; 20-21)

Burada söz konusu olmayan Şeytan Ayetleri adlı eserin konusu -aşın ve saygısız genellemelerlebu yanılgıdan kaynaklanmıştır.

^General Göurgaud, Journal II,

507

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

tan’a, Büyük Suriye’ye ve Mısır’a uzanan, Karadeniz’in doğu kıyısında küçük bir iç toprak olan Lazistan’la birlikte Bizans imparatorluğunun dinidir. İki imparatorluk bitişiktir: Bizans'ın kontrolü altındaki sınır­ların hemen ötesinde Sassanilerden başka Persarmeniyenlerin, Lahmiilerin ve Gassanilerin krallıkları başlar. Büyük ticari merkezler açı­sından zengin olan Arap yarımadası bu iki imparatorluk tarafından el­bette ihmal edilmemiştir. Örneğin Pers imparatorluğu Güney Arabis­tan’ı, Yemen’i, Hadramut’u kendi iktidarı altında tutuyordu ve gücünü Doğu Arabistan’a kadar yayıyordu; Bizans kuzeyi, Sina’yı, Filistin’i, Ürdün, Suriye ve Lübnan’a denk düşen toprakları elinde bulunduru­yordu. Fakat, sonuçta, bu dış topraklardaki yaşam biçimleri impara­torlukların sınırları içindeki yaşam biçimleriyle aynı değildir. Bunun nedeni coğrafya ve esas olarak kabilelere dayalı yapılardır. Bizans’ta ve Pers’te şehirleşme uzun süreden beri kabileleri büyülemiş ve emmişti. Yarımadada bu kadar çok dinin dirsek teması içinde olmasının nedenlerinden biri de budur; oysa ki özellikle Bizans’ta Hıristiyanlık Constantinus döneminden beri devlet dinidir ve yabancı dinler iyi karşılanmaz.

Muhammed’in bakış açısıyla en çarpıcı olgu, hiç kuşkusuz, iki im­paratorluktaki dinlerin tektanrılı olmasıdır. Dünya artık tektanrıcılığa aittir ve o dönemde harekete geçirdiği askeri ve ticari güçler hâlâ varlığını sürdüren çoktanrılı birkaç dinin sahip olduğu güçlere göre çok daha büyüktür. Muhammed’in, deve sırtındaki yolculuklarındaki saatler süren düşünmeleri sırasında uygarlıkların tektanrıcılığa doğru yöneldiğini anladığını ileri sürmek, dehasına saldırıldığı anlamına gelmez. Islami gelenekte adı geçen esrarengiz tektanrıcı keşişler olan hanifler’le karşılaşmaları sayesinde kuşkusuz bunu anlamıştır.

Bunlar genellikle daldıkları tefekkürde kendilerini kaybetmiş ke­şişler olarak hayal edilir; belirsiz'bir Kelam peşlerini bırakmaz, çoğu zaman meczupturlar. Muhammed’i Tanrı’nın elçisi olarak gören keşiş

508

İSLAM

Bahira bunlardan biridir. Mitra, Isa, Musa ve kuşkusuz Buda hakkında ayrım yapmadan söz edişleriyle tanıyabiliriz onları. Özümsemiş ol­dukları tektanrıh dinler olan Mazdacılık, Yahudilik gibi çevrelerinde­ki dinlerden etkilenmiş ya da onlarla dolup taşmıştır. Fakat, Gnostik, Nesturi, Kantheen efsaneleri, gelenekleri, sapmaları da kendi içlerinde taşırlar; tüm bunlara Isa’yı Mitra’yla ya da Herakles’le özdeşleştiren kendi yorumları eklenmiştir ve farklı renklerden küçük kareler yardı­mıyla Pantocrator’un resmini birleştiren Ravenna sanatçıları gibi, ordan burdan topladıkları parçalardan birleştirdikleri tek Tanrı için dua ederler. Hurma ve balla beslenen, en ufak mumu bile bir mucize için elinde tutan, kimi zaman kısmen okuması yazması olan bu Islamın ulaklarıdır; Yüksek bir tinsellik ihtiyacı duyarlar.

Bir an önce söylemeliyim ki bu, elbette bir spekülasyondur, fakat bana öyle geliyor ki, dünyanın Allah’ın işaretleriyle dolu olduğunu söyleyen Kuranın birçok yerinde bunun doğrulandığı görülebilir. Dünya gerçekten de bu işaretlerle doluydu.

Tanrı’nın bu yeni adının kaynağı nedir, bilinmemektedir. Mandecilerin, yukarda görüldüğü gibi Muhammed’in mahkûm ettiği bu Sa­bahların ya da Sabiilerİn yabancıların “sahte tanrf’sını Alaha diye ça­ğırmaları -kendi hakiki Tanrıları “Büyük Mana”dırçarpıcıdır?5 Al Aha, Aıamcada yalnızca “Tanrı” anlamına gelir. Al Aha’nm reddi, kuşkusuz sözcüğün etimolojisiyle açıklanamaz; Al Alaha’nın bir başka mezhebin tanrısı olmasıyla açıklanması gerekir; fakat bu mezhebin hangisi olduğu bilinmemektedir. Muhammed’in “Tanrı” adının basit­liğinden etkilenmiş olduğu söylenebilir. Yani, bir kez daha, tek bir Tanrı.

Muhammed’in öğretisine gösterilen direniş kolaylıkla anlaşılır:

35N. Siouffi, Etudes sur İn religion des Soubbas ou SabĞens, leurs dogmes, kurs nıours, Paris, 1880. Siouffi Bağdat’da Fransa konsolosuydu ve Mandeciler üzerine bilgilerin büyük bölümü bize ondan ulaşmıştır.

509

ŞEYTANÎN GENEL TARÎKİ

Geleneklerin düzenini altüst etmektedir: “Pagan Arap toplumsal bir kurala uymalıdır. Bu kural, başka şeylerin yanı sıra, onun bir dizi tanrısallıkla ilişkisini düzenliyordu, fakat dinsel törenlerden, dinsel kurallardan kaynaklanan sorunların pek önemi yoktur,” diye yazar Von Grunebaum?6 Muhammed yüksek bir tinsellik düzeyi ve yenf etik gereklilikler getiriyordu, bunlar alışılmış dinsel hoşgörüyü ra­hatsız ediyordu. Bir bilinçlenme, yeni dogmaların bilinmesini de da­yatıyordu.

Peki, o halde, İslam, Napolyon’un gözlemlediği gibi, nasıl oldu da zafer kazandı, hem de çok çabuk zafer kazandı? Çünkü, Muhammed’in 11 Ocak 629 yılında, yani Hicret’in 8. yılının Ramazan ayının 20’si, perşembe günü Mekke’yi askeri olarak ele geçirmesi ile ikinci askeri zafer olan Halife Ömer’in Şam’a girişi arasında uzun bir zaferler dizi­sinin başlangıcı, 637 yılında Ktesifon’da Perslerin yenilgiye uğratıl­ması, 639’da Musul’un fethi, aynı yıl Amr ibnül As tarafından Mı­sır’ın zaptı, BizanslIların İskenderiye’yi boşaltması, Kabil, Buhara ve Semerkant’ın 661-675 arasında fethi, 713 yılında Rodrigo’nun Vizigot krallığının düşüşü; bir yüzyıldan kısa süre geçti. O dönemin dünyası­nın iki büyük imparatorluğundan biri olan Pers Imparato rluğu’nun dinden dönenlerin saldırılarıyla çökmesi için bir yüzyıldan kısa süre gerekti; bu dönmeler birkaç on yıl önce, kavurucu çöllerden kervan­larını geçirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı. İslam kuru, kıraç bir toprağı harap eden bir alev gibi Doğu’yu ardından da Batı’yı kor gibi kavurdu.

Çünkü, yine kısa sürede diğer büyük imparatorluk olan ve olağa­nüstü bir isim olan Doğu Roma İmparatorluğu ismini hep taşıyan Bi­zans İmparatorluğu da zarar görür; bu arada, barbarların saldırılarıy­la zaten zarar görmüş olan Batı İmparatorluğu da İspanya gibi geniş

36Grunebaum, L’Ideııtitıî cullurelle de l'isltnn, a.g.e.

510

ISLÂM

topraklarını Müslümanlara kaptırır. 732 yılında, Muhammed’in ölü­münden tam bir yüzyıl sonra, Poitier’de, Charles Martel adh bir sa­ray başhademesi Islami emperyalizmi durduracak darbeyi vurur: De­ğerli komutan Abdurrahman komutasındaki Arap birliklerini yenilgi­ye uğratır, O zamana kadar, zaferlerin altın dalgası Araplardı. Ancak Islami destan çoktan doruk noktasına erişmişti; düşüşe geçmeden ön­ce yedi yüzyıl daha dorukta kalacaktır.

O zamana kadar şaşırtıcı bir atılım göstermişti. Bu nedenlerin bi­rincisi, VII. yüzyılın ilk ve önemli on yıllarında, Arabistan yarımada­sı halklarının mali olarak zenginleşmesidir. Mitracılığın, Yahudiliğin yaşama hakkına sahip oldukları İmparatorluk Roma’sı örneğinde gör­düğümüz gibi, yaşam düzeyinin yükselmesinin ardından entelektüel emellerde artış görülür. Uyuşuk paganlıklar ve doğası bozulmuş sap­kınlıklar yerel ritüellerden bıkmış, refah içindeki tüccarlar sınıfına yetmiyordu. Zamanla iyice bunalan bu sınıflar komşu dinler olan Bi­zans ve Sassani imparatorluğunun dinlerinin görkemli örneğinden de acı çekiyorlardı. Bu açıdan Kureyşlilerin Muhammed’in son öğrencile­rine karşı savaşı artçı bir savaştı.

Kuşkusuz ilk Müslümanlar iki büyük imparatorluğun gücünü ve zayıflıklarını ölçmüşlerdir. Islamın BizanslIlara yönelttiği hayranlık ve küçümseme karışımı, IX. yüzyıl Arap yazarı Cahiz’in şu satırların­da canlı biçimde yansır:. ■

‘Şanslılarla [Rumj ilgilendiğimizde Onların doktor, filozof ve astronom olduklarını gördük. Müziğin ilkelerine aşinaydılar, [Roma] ölçülerini hazırla­yabiliyorlar, kitap dünyasını biliyorlar. Mükemmel ressamlar onlar... Başkalannınkinden farklı bir mimarileri var. Başka hiç kimsenin yapamadığı ka­dar güzel heykel ve yapı yapabiliyorlar... Güzelliğe [duyusuna] sahip oldukla­rına kuşku yok, aritmetiği, astrolojiyi, kaligrafiyi biliyorlar, cesurlar ve çok çe­şitli alanlarda büyük yeteneklere sahipler. Zenciler ve benzeri halklar pek ze-

511

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ki değildir, çünkü bu yetenekler onlardan uzaktır.”1"7

İslam, oluştuktan sonra bile Müslümanlar Bizans’a hayran olmaya devam ettiler. Peki, en yakın din olmasına karşın niçin Bizans’ın dini­ni benimsemediler? Cahiz, daha sonra bunun bir açıklamasını ver­mektedir.

“Tüm bunlara rağmen, tıpkı bir lambanın yağa, fitile ve yağdanlığa ihti­yacı olması gibi, ikisi gizli, biri görünür olmak üzere üç tanrının var olduğuna inanırlar. [Onların bakış açısında] tanrıların tözü de böyledir. Yaratılmış bi­rinin yaratıcı olduğunu, bir kölenin efendi olduğunu, yeni yaratılmış bir varlı­ğın başlangıçtan itibaren yaratılmamış bir varlık haline geldiğini ileri sürer­ler... Başlarına gelen şeyin önemli olmadığını düşünürler ve ancak Tann’lan açısıdan değer taşıyan eylemleriyle övünmezler. Özürleri kabahatlerinden büyüktür.1

Tektanrıcılıklarına en çok saldıran, demek kİ, Teslis ve Tanrının İsa’da cisimlenmesi dogmalarıydı. Yine de, Bizans onları büyülemeye devam ediyordu. İslam atılımmın ilk yüzyıllarında çok sayıda Hıristiyana ve Yahudiye din değiştirttiğinden ikinci dereceden yurttaş ola­rak kabul edilen, aralarında sapkın ve dışlanmış Hıristiyanların ve Yahudilerin yer aldığı uyuşuk kimseler bile bu büyülenmeyi paylaşı­yorlardı. Bizans’ın görkem ve gücünden dışlanmış olarak, karşılarına çıkan baştan çıkarmaya nasıl duyarlı olmazlardı? Islamla birlikte Bi­zans’a rakip bir gücün yaratılmasına katkıda bulunabileceklerdi. Ya­nılmıyorlardı.

Düşmanın bu baştan çıkarması garip gelebilir. Havarilik günü-

37El Cahiz, “Kitab al Akhbar" (Yenilikler Kitabı), Franz Rosenthal, The Classical Heritage 111 İslam, Routledge & Kegan Paul Ltd., Londra, 1975. El-Cahiz de­nen Ebu Osman Amr Bin Bahr el-Cahiz ilk Arap denemecisidir ve klasik Arap edebiyatının en ünlü yazarlarından biridir. Mutezil, yani Havariclerin mezhep grubunun üyesidir, kendi mezhebini kurmuştur.

512

İSLAM

müzde anlaşılmaz gelmektedir. Ancak, sanayi çağının bolluğuna erişe­li birkaç on yıl olan ve başka yerlerin başdöndürücülüğüne yakalan­mış, XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başı Avrupa burjuvazilerinin eg­zotizm zevkine yaklaşılırsa bu durum daha iyi anlaşılacaktır. Goncourt Kardeşler’in ortaya attığı Japonculuğun yerini “ilkel” kültürlerden hoşlanma aldı. Fransa’da, sömürge sergileri Afrika ve Okyanusya mo­dalarını getirdi. Almanya’da, eski Bismarck takımadaları olan PapuaYeni Gine sanatının keşfi bir şok dalgasına yol açtı ve Brücke’nin, ar­dından da Blaue Reiter’in Alman dışavurumculuğuna neden oldu. Sergey Diaghilev’in Rus baletlerinin, ardından Afrika sanatının ve cazın, daha sonra da Uzakdoğu mistisizminin (başkalarının yanı sıra, misti­sizm uzmanı Gurdjieff tarafından fanteziyle yorumlandı) Paris’teki ünü, bu yüzyılın ilk yarısında, Bovary’ciliğin ifadesinden başka bir şey değildir. Ulusal değerlere, yani kriz yıllarının ulusalcılığına geri dönüşten sonra, İkinci Dünya Savaşı’nm ardından, refah geri geldi­ğinde, yabancı dinlere, özellikle California yoluyla geri dönmüş olan Budizm, Hinduizm, Çin ve Japon dinlerine duyulan iştahta bir canlan­ma görüldü.

Islamm ilk yüzyıllarının havarileri başka türlü değillerdi. Yeni bir dinin altın kum ve gençliğiyle dolu olan fatihlerin dinlerini benimsi­yorlardı.

Ulusların devletlere evrimi dinlerin tek bir Tanrı etrafında kaçı­nılmaz olarak merkezileşmesine yol açtı. On iki yüzyıl sonra, gele­neksel olarak ilahi yasanın hiç sevilmeyen krallığıyla özdeşleşen Hı­ristiyanlık karşısındaki derin tiksintilerine rağmen 1789 devrimcile­ri, Tanrı adının yerine “en yüce varhk”ı koyan -ki, tamamen aynı an­lama gelirbasit bir dilbilimsel işlemle, aynı yolu izlediler. Etik ve kamusal ahlakı aşan, içkin bir tanrısallık ilkesinden vazgeçmek bizzat devletin temelini tehlikeye atmaktı; Felsefeyi bilmezlikten gelecek ka­dar üstünkörü bilen Fransız Devrimi’nin önderleri kendilerini riske

513

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

atmadılar. Kuşkusuz onlara da bir Şeytan gerekiyordu ve bu da o gü­ne kadarkiler oldu.

Muhammed’in politik yönüne saygı göstermek ona hakaret etmek değildir: Zaferlerinin tarihi bunu genişçe kanıtlamaktadır. Tarihçi için vahiy buradadır; ikili bir karakter taşır; hem mistik esini içerir hem de politik bilinçlenmeyi. Sezgi, Muhammed’e göre, büyük bir olasılıkla akıldan önce gelir. Mistik ve şehit, aziz Müslüman Hallacı Mansur’un heyecan verici dizelerini hatırlatır. VII. kaside olan “Ru­hun Yükselişi” şöyle başlar:

“Bakışım, bilimin gözüyle birlikte, düşünüşümün katışıksız sırrını ortaya çıkardı; bilincimden bir Işık fışkırdı, aklın alabileceği her düşünceden daha in­ce, ve düşünce denizimin dalgalan altına daldım, tıpkı bir ok gibi aralanndan kayarak.”™

Muhammed’in bir dinle birlikte bir ulus da yarattığı ve bu ulusun da devletlere yol açtığı en çok tekrarlanan gerçekliktir. İslam olma­saydı bu olamazdı.

Totaliter teokrasilerin ilki olan Zerdüşt dininde olduğu gibi, Şey­tan devlet memuru oluyordu. O da, Islami Yasa’nm güvencesiydi. Her kim ki Islamın dışında kendine yol ararsa Şeytan’ın pençelerine dü­şer.

Bundan böyle, din savaşları kaçınılmazdı. Bu savaşlar önlenemedi. Başlangıçta bunlara Haçlı Seferleri dendi.

38

Hallaç Mansur, Divan, çeviren ve sunan Louis Massignon, Cahier du Sud, 1955. [Bu notun devamı Hallaç adının yazımıyla ilgili Batı dillerindeki fone­tik tartışmalara yönelik olduğundan alınmamıştır, -ç.n.]

514

18.

MODERN ZAMANLAR

VE TEMBELLİĞİN,

NEFRETİN VE NİHİLİZMİN TANRISI

Şeytan adına işlenen hakiki ve sahte suçlara dair

-    Amerikan polisinin alarmına dair ~ Satanizmin kültürü istilası ve politik anlamına dair Şeytan’m temsil ettiği nihilizme dair Şeytan’m kışkırttığı nefrete ve kökenlerine dair

-    Şeytan’m Batı’nm üzerindeki gölgesine dair.

XX. yüzyılın fırtınalarıyla, insanı maddi doğanın göbeğine dahil eden atom çekirdeğinin parçalanmasının titreşimleriyle, ardından nükleer kaynaşmayla, başlangıçtaki iki temel hücreden itibaren canlı­ya müdahaleyi sağlayan genetik ilerlemelerle, temel günahların en baş döndürücüsünü un ufak eden cinsel devrimle, aralıksız olarak kamp değiştirten devrim ve karşı-devrimlerle sarsılan, hertz dalgalarının aralıksız olarak havaya sinmesiyle, radyo, televizyon, kablosuz tele­fonla sağır olan ve yönelimini yitiren, giderek yaygınlaşan elektro­manyetik alanlarla hırpalanan Şeytan -ki, ortaçağın ve sonraki yüzyıl­ların Hıristiyan yazarları göklerde yaşadığım söylüyorlardıcan ver­mek zorunda kaldı.

Bazılarına ve şeytan avcılarının en beklenmedikleri olan Amerikan polislerine göre ise hâlâ yaşamaktadır. 1989 yıhpda, Idaho eyaletin­deki bir polis görevlisi olan Lary Jones, düzenli olarak yazdığı File 18 Newslettefda şöyle diyordu:

“Doğaüstü tarafından, kötücül varlıklar, felsefeler ya da ilkeler ta­rafından yönetilen ya da denetlenen suçlularla karşı karşıya gelen po­lisin geleneksel aygıtları etkili değildir. Bir polis karanlıklar prensiy­le ya da ekibiyle karşılaştığında yanında bir ‘Şeytan sopası’ ve de kul­lanabileceği tüm zırh ve tinsel yardım malzemeleri olmalıdır... Hıris­tiyan polis memurları şeytansı suçlara karşı mücadelenin vurucu gü­cü olmak için yeterince donanımlıdırlar.”’

Robert D. Hicks, In Pursuitof Satan-The Poliçe and the Occult, Prometheus Books, Buffalo, New York, 1991.

MODERN ZAMANLAR

Amerikan polisinin bir bölümü için “Satanistler,” yani Şeytan’a ta­panlar, kuşaklardan beri ibadetlerini gizlice sürdüren, bakımevlerinden çocuk çalan, -katleden, kaçıran ve tecavüz eden aile üyelerinden oluşur. Satanist ibadetin “uzmanlarına göre, yasadışı, uluslararası, ciddi-biçimde örgütlü, hiyerarşik olarak oluşmuş bu şebeke yılda elli bin kişinin katledilmesinden sorumludurlar. Çok sayıda bebek ritüel cinayetler için Satanist aileler tarafından özel olarak yetiştirilmiştir. Uzman polislere göre, cinayetler cinayet işleyenlerin enerjisini “zen­ginleştiren” temel güçleri serbest bırakıyordu.

Çehov’un dediği gibi, “hiçbir şey değişmemiştir.” Özellikle, Sa­lem büyücüleri ve engizisyon davalarının karanlık günlerinden bu ya­na. Fakat yine de Şeytan, inananların ruhunda fazlasıyla değişmiştir ve hatta inanmayanlarınkinden daha fazla. Böylece, Amerikan polisini endişelendiren bir alt düzey Satanizmin ortaya çıktığı görülmektedir.

Örneğin çocuk pornografisi, yukarda belirtilen Amerikan polisle­rine göre, Satanizmin bir biçimidir. Bu amaçla, çocuklar bazı bakımevlerine teslim edildiklerinde Satanistler onları özel uçaklara bindi­rip ibaçjet alanlarına götürüyorlardı. Orada çocuklar zorla tabutlara yatırılıyor, tabutlar da çukurlara indiriliyordu. Daha sonra, hazır bu­lunanlar tabutların üzerlerine toprak atıyordu, ardından şeytan sere­monilerinin başrahibi onları mezarlarından çıkarıyor ve onlara teca­vüz ediyordu. Daha sonra çocuklar tekrar bakım evlerine götürülü­yorlardı.

Bu akıl almaz ve.iğrenç zırvalıklar sakat beyinlerin ürünü olmalı­dır. Hiç de değil; bunlar Amerikan polisi tarafından, örneğin Virginiaeyaletinde, Petersburg’da, 13 Eylül 1988’de düzenlenen ritüel suçlar üzerine seminerde söylenmektedir. Dolayısıyla bunların bir başka sa­kat beyin tarafından üretildiğine inanılabilir; bu da değil, bunları tec­rübeli bir Amerikan polis görevlisinin, Robert D. Hicks’in bazı mes­lektaşlarının kaygısı üzerine yazdığı Şeytan’ın Peşinde adlı ince eserin-

517

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

den aldım. Eserin yayıncısı Prometheus Books, her türden karanlıkçılığa karşı mücadeleyi amaç edinmiş, rasyonalist bir Amerikan-örgü­tüne dahil. Bu kuruluş The Skeptical Enquirer adlı aylık bir dergi ya­yımlıyor ve dergi, her çeşit karanlık yanlısının ve zayıf kişiliklerin savundukları ateşli aptallıkları sistematik ve bilimsel olarak ifşa edi­yor. Science&Vie’nin yardımcı editörü olarak birçok kez Skeptical Enquirer’in editörleriyle işbirliği olanağım oldu. Özellikle; Turin Kefeni konusunda Paul Kurtz’la ve bilimsel Satanizmin beklenmedik biçimi olan “suyun belleği" konusunda James Randı ile...

Şeytan’m var olduğuna inanmak için bir neden varsa bu, hepsi po­lis görevlisi olsa da, “şeytan ibadetleri uzmanları”nın hikâyeleri ola­caktır (fakat polislerin uygar olan ya da olmayan insanlar arasından seçildiği ve yurttaşlarla aynı kusurları paylaştıkları doğrudur). Ger­çekten de bu hikâyeler tamamen sapkın cinsel takıntıları yansıtır. Çünkü çocukların tecavüz edilmek, hatta öldürülmek için şeytana ta­pılan yerlere düzenli olarak taşındıklarını, bu korkunç seremoniler­den sağ kalanların zamanında bakımevlerine geri götürüldüklerini ve bir şey demediklerini ileri sürmek için gerçeklik duygusunu gerçek­ten kaybetmiş olmak gerekir. Çocuğunu vaktinden önce almaya giden ve onu bulamayınca telaşa düşen tek bir anne bile olmamış mıdır? Çocuğunu toprağa bulanmış ve korkudan benzi atmış' bulunca şaşıran hiçbir anne de mi olmamıştır? Kendisine kötü davranıldığı için ve ba-7 kımevi yöneticileri bir tabutta yatmaya zorladığı ve oradan yalnızca tecavüz edilmek için çıkarıldığı için şikâyette bulunan ve bakımevine dönmek istemeyen hiçbir çocuk olmamış mıdır? Çocuğu kaybolduğu için şikâyette bulunan hiçbir anne yok mudur? Art arda on çocuğa te­cavüz edebilen bu “başrahip” kimdir? Amerika, Gilles de Rais’nin kö­tü kopyalarıyla mı doludur?

Bundan çıkacak sonuç bazı Amerikan polis şeflerinin zihinsel ola­rak rahatsız oldukları ve onları psikiyatrik bir tedaviye tabi kılmak

518

MODERN ZAMANLAR

ya da erken emekli etmek olabilir. Dosya böylelikle kapanır. Ama olay bu kadar basit değildir: Yukarda yansısını gördüğümüz çılgınca sistematizasyona rağmen bu Satanizm ve çocuk tecavüzü olaylarında bir hakikat temeli vardır. Eleştirilmesi gereken şey polisin ifade ediş biçimidir, çünkü bu, Satanistlerin inancını güçlendirmekten başka bir işe yaramayan Şeytan’ın varlığı gerçeğini onaylamaya yöneliktir. Fa­kat, Amerikan polisi de başkalarından daha rahatsız değildir: Yeni Meksiko’daki Albuquerque’li emekli bir polis çavuşu olan Paul Jasler, “Cinli” adlı bir rock and roll şarkısından etkilenen onüç yaşındaki bir erkek çocuğun kendisinin şeytanın müridi olduğuna inandığım akta­rır. Daha sonra, Şeytan’ın kendisine vahiyde bulunduğuna inanır: Ço­cuğun annesinin sevgilisi öldürülmelidir, onu öldürecek olan da kü­çük çocuktur. Ve yumurcak, cinayet işlemeden duyduğu tiksintiyle, elbette uydurma olan şeytanın emri arasında ikiye bölünmüştür. “İs­ter inanın ister inanmayın, durum böyle,”2 der Jasler. Bu vakalar öyle yaygınlaşmıştır ki üç Amerikalı sosyolog bu konuyla ilgili bir araş­tırma yapmışlardır.3 Sorunun öneminden dolayı başka bilimsel araş­tırmalar da bu konuya adanmıştır.

U.S. Department of Health and Human Services (Sağlık ve Yardım 1 İşleri Servisi) 1988 yılında bin erkek çocuktan 1,1’inin ve bin kız ço! cuktan 3,9’unun, yani toplam olarak 155 300 çocuğun -önemli bir raj kamdırgerçekten de cinsel tacize maruz kaldığını belirtmektedir. Daha da endişe verici olan bu vakaların sayısının 1986’da 1980’deki rakamın üç katı olduğudur. Şuna üzülmek gerekir ki, bu rakamlar büyük bir olasılıkla yalnızca ABD’ye özgü değildir. Çocuklara tecavüz dünyada pek bilinmemektedir; Fransa, Almanya, İngiltere ve diğer Avrupa devletlerindeki çocuk tecavüz oranlarını bilmiyoruz. Zaman

2  “Satan,” Life, Haziran 1989.

3  David Finkelhor, Linda M. Willams ve Nanci Bums, Nursery Crimes: Sexual Abuse in Day Care, Sage, Beverly Hills, Ca., 1988.

519

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

zaman, son derece iğrenç böyle bir olay vesilesiyle, bu suçlar üzerin­deki perde aniden ve kısa süre için kalkmakta, tahmini rakamlar ileri sürülmekte, ardından tiksinilen konu genel teselliye yerini bırakmak­tadır. Oğlancı yayınlar ağının varlığı bilinmektedir, çocuklar üzerin­de bu tür şeyler yapan dengesiz kişilerin varlığı da bilinmektedir. Yi­ne de Şeytan m burada hiç yeri yoktur.

Ancak Amerika Birleşik Devletleri’ne özgü olan şey pedofili ve pederastinin4 şeytan ibadetleriyle sürdürüldüğünün kabul edilmesidir. Bu ibadetlerden sağ kurtulan biri olan Marti Johnston, on yıl boyunca törensel olarak cinsel tacize maruz kaldığını, sonunda ibadette bulu­nanların ilgisini çekecek yaşı geçince, iki Satanist toplulukta rahibe mertebesine, ardından da başrahibe mertebesine çıkarıldığını kamuo­yu önünde açıklamıştır. Sözcüğü sözcüğüne şöyle demiştir:

“Teksas’la, Harris Country bölgesinden kaçırılmış sekiz yaşındaki küçük bir kız çocuğunun kurban edilmesine tanık oldum."

Marti johnston cinayeti ayrıntılarıyla anlatmış, küçük kıza uyuştu­rucu verildiğini, gözleri dehşetten açılmış olarak, başka çocukların gözü önünde katledildiğini açıklamıştır,5 Marti Johnston’un anlattığı şeyi gerçekten görüp görmediğini söylemek çok güçtür. Altıbin ikiyüz yirmibeş kişinin yaşadığı küçük bir Teksas şehri olan Tomball civarındaki yaklaşık beş yüz kilometre içinde yüz kadar Satanist grup olduğunu ileri sürmesi daha da şaşırtıcıdır. Soğukkanlılıkla işlenen bir cinayetin tanığı olarak polis tarafından, aranınca, Satanistlerin de

4 Burada bu terimleri aşağıdaki anlamlarıyla kullanıyorum: “Pedofili” çok kü­çük çocuklarla cinsel ilişki yan anlamını İçerdiğinden özellikle suç teşkil eder. “Pederasti” etimolojik ve geleneksel olarak her iki cinsiyetten, cinsel olgunlu­ğa erişmiş olmasına karşın medeni olarak erişkin sayılmayan küçüklerle cinsel ilişkiyi içerir.

3 Bili Disessa, “Tale of Child’s Ritual Slaying, Vexes Lawmen,” Houston Chronicle, 6 Man 1989, aktaran Hicks, a.g.e.

520

MODERN ZAMANLAR

peşinde olduklarını, daha fazla şey söylerse susturacaklarını ileri sü­rerek ortadan kaybolmuştur. Bu kişinin, hoşlanılmayan sefahat âlem­lerini çok abartmış yalancılık hastası olması olasıdır.

Aynı türden başka tanıklar ortaya çıkmıştır. Örneğin bir Joan Christianson da aynı türden başka olaylar aktarmıştır, anlatımları öy-. le vahşicedir ki meraklılarının Hicks’in kitabına bakmalarını tavsiye ederim. Christianson, görmüş olduklarını kamuya açıkladıktan sonra on bin yedi yüz altmış telefon tehdidi aldığını belirtir; bu rakam, Satanistlerin gerçekliğinin ve sayısının varsayımsal kanıtıdır. Tele­fonların sayısındaki kesinlik biraz kuşkuda bırakmaktadır. Dört ya da beş çocuğa hamile bırakıldığını ve daha sonra bunların kalplerinin yendiğini ileri süren kadının anlatılarına ne kadar değer vereceğini insan bilememektedir. 1988 yılında Geraldo Rivera’nın yayınıyla or­taya çıkan "Gloria" ve “Chery” olayları vardır. Chery’ye, daha sonra bir Satanist olan kendi babası tarafından kurban edilecek bir bebek doğurması için, bir kadın doğumcu huzurunda on iki yaşında tecavüz edilmiştir.

Burada canavarlığın ya da saflığın ya da her ikisinin birden sınır­larına erişilir ve ABD’nin ne tıp bilincinin olduğu ne de yüzlerce, hat­ta binleme Satanist insanın bilinç aydınlığına erişme olasılığının ol­duğu çılgınlığa kapılmış bir ülke olduğu sonucu çıkar. Çünkü sonuç­ta burası yaşamak için çalışan, her gün komşularıyla, işverenleri, iş­çileri ve müşterileriyle yan yana yaşayan ve annelerin çocuklarını devrilmiş haçlara gömmek yerine onlara süt emzirdikleri ve kız ve erkek çocukların iğrenç ve ölümcül seremonilerde tecavüze uğramak yerine üstüne titrendiği normal bir yaşamın sürdüğü bir ülkedir.

Psikiyatrinin ve psikolojinin en yüzeysel bilgisi, bu alçaklıkları işleyen kafadan sakatların ya da en azından birkaçının zaman zaman yaptıklarına ve gördüklerine isyan edeceğini düşündürtür.\ Bu işlere bulaşmış yüzlerce belki de binlerce kişinin içinde suç ortaklarını iti-

521

1 ■i

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ                 .     ;

'i raf eden ya da sözümona Satanist ağlarım parçalayan birkaç kişinin j bile olmamasına inanmak son derece, güçtür. Yine bu psikiyatri ve J psikoloji kavramları, Charcot’.un isteriklerini anımsatan bu psikotik, ■ sapık kadınların aktardıkları delilik hikâyeleri üzerine en ciddi kuşj kulan yöneltmekten geri kalmaz. Çünkü bu kadınlardan bazıları bir j sinir krizinden ötekine düşmüşlerdir ve kara ayinlere ve ölüsevicilik 5 ve yamyamlık seremonilerine sözümona katıldıktan sonra bugün “yej niden Hıristiyan” (Christ reborn) olarak kendilerini takdim etmekte-                                                                                  j

dirler. Bu “Hıristiyan kadınlar” kendilerine bir efendi bulmak için J

Şeytan’dan İsa’ya geçmişlerdir. Psikiyatride yoksun olduğu kadar kafası da karışık kişilik temeli üzerinde yükselen büyük duygusal istikj rarsızlıklardan (değişkenlikler) söz edilir.                                                                                                1

Başka deyişle, Satanİstlerin dinsel inançları, inanç değiştirmiş ol-         |

salar da şüphelidir ve anlattıkları hikâyelerin çoğu inanılır gibi değil| dir. 1

Burada çok yeni olan pek bir şey yoktur: Fransa, önceki yüzyıllar-      1

da, çocukların kurban edilmeleri mitlerinin yol açtığı toplumsal pat-         I

lamalara tanık olmuştur. 1750 yılında Paris, polisin düzenlediği ço| cuk kaçırmalar üzerine tanıklıklar nedeniyle isyanlara sahne olur. 1 Bastille ile Tuileries arasındaki en yoksul mahallelerde kanlı bir şid-                                           1

detle ortalık kasıp kavrulur ve delice bir vahşilikle Labbe adlı masum      j

bir assubayı öldürürler ve cesedini tümgeneral ya da polis şefi Nico-        1

las-Rene Berryer’in konutunun önüne atarlar. Hakikat şuydu ki, “küs-      j

tah, sert ve kaba” bir kişilik olan Berryer, gerçekte, polisi sokakları          3

serserilerden, dilencilerden ve özellikle yoksul çocuklardan "temizle-       J

mek”le görevlendirmişti ve bunlar aylar, kimi zaman da yıllar bo- y

yunca yoksullar evine kapatılmışlardı. Ancak tutuklanmalar halk ara-       1

sında XV. Louis’ye atfediliyordu ve mit bu noktada ortaya çıkıyordu:      î

Kral ya da yakınlarından biri ciddi bir hastalıktan kurtulmak için ço-        i

cuk kanıyla banyo yapmak zorunda olduğundan çocukların kurban

522                                                l

%

MODERN ZAMANLAR

edildiklerine inanıldı.6 Yine kanın kurtarıcılığı miti!

Kör despotların emriyle çocuk kurban etme mitleri özellikle top­lumsal kriz dönemlerinde ortaya çıkıyor gözükmektedir. Çok daha ünlü bir mit olan, sözümona Büyük Herodes tarafından düzenlenen Filistin’deki yeni doğan çocukların katliamı mitinin Hıristiyanların tam bir uydurması olduğunu daha önce gördük. Şeytana tapmayla il­gili Amerikan mitolojilerinin ortaya çıkardığı şey, kesin olarak ko­lektif zihniyet krizidir.

Yine de, 1750 isyanlarında şeytana tapmadan söz edilmemiştir. Bunun nedeni Fransız kolektif zihniyetinin buna ilgisiz olması değil­dir: Yaklaşık üç çeyrek yüzyıl önce ilgisiz olmadığını göstermiştir. Gerçekten de, XIV. Louis’nin cinsel taciz, şeytana tapma, zehirleme suçlamalarını soruşturmak üzere 1679 yılında oluşturduğu ve mevki sahibi kişilere, din adamlarına yönelik gizli komisyon şeytan takma­ğının eski ve köklü olduğunu gösterir. Bulaşıcı takmağın ulaştığı bo­yutları belirten bir ayrıntı: Kralın atadığı mahkemenin bulunduğu ve ateşte yakılma cezasının verildiği, Kötü Huylular Mahkemesi de de­nen yargı yeri, kara ayin yapılan yerler gibi siyahla kaplıydı, işkence görenin işkenceci tarafından, sanığın savcı tarafından ezeli taklidi: Şeytan’a kim inanırsa inansın aynıdır. Brinvilliers, Voisin, Vigoureux, Rahip Guibourg gibi yüksek mevkiden birkaç cadaloz ve sapık, şeytana tapan, bozguncu, komplocu, iktidar, para, cinsellik ve miras tutkununun yanı sıra, Fransız soyluluğunun büyük bir bölümü de bu uğursuz yere sürüklenmiştir. Bunlar mahkûm edilmişlerdir.

Ancak Poisons Olayı öyle tuhaftır ki, 1682’den sonra, öğrendikle­ri şeylerden kuşkusuz korkuya kapılmış olan XIV. Louis, arşivlerin

6 Adette Farge ve Jacques Revel, The VanishingChildren of Paris: Rumor and Politics Before the Frendi Revohıtion, Harvard University Press, 1992. Bu kitabın, okumuş olduğum Amerikan baskısından alıntı yaptığım için okurun bağışla­masını diliyorum.

523

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ve dava belgelerinin büyük bölümünü yaktırmışım Adalete uygun olarak yargılamak gerekseydi kara ya da kızıl soyluların büyük bölü­münü cellat kütüğüne ya da darağacma yollamak gerekirdi. Bunun üzerice XIV. Louis bilgece “bir örnek vermek”le yetindi ve suçluların görünürde en aptal ve en sapkın olanlarını cellada gönderdi. Geri ka­lanı, krallık iradesiyle “dedikodu” olarak duyuruldu. Kuşkusuz rapor­ların çoğu dedikoduydu. Bir insanın komşusuna yapabileceği alçaklık­ların sınırı yoktur, İsa bunun ilk tanığı kuşkusuz değildi. Dosyası polis müdürlüğünün “kara kaplı defter”ine girmiş olan, XX. yüzyılın hiçbir şanlı kişisi, olağanüstü saygısızlıkla bir o kadar olağanüstü an­lamda düşmanca buluşların incelikli karışımıyla polis katiplerinin ka­yıt tutmaları karşısında şaşkınlığa düşmemezlik edemez.

Aslında yukarda belirtilen iğrençliklerin meydana geldiği varsayı­lan çağdaş Amerikan eyaletlerinin polisleri, çocuk kayıpları hakkında bilgileri olmadıklarını bildirdiler. Her yıl kaybolan elli bin çocuk dikkati çekmeliydi. Yine, Amerikan soruşturma gazeteciliğinin onuru­nu oluşturan sıkı soruşturmalar, Satanistlerin dehşetlerinin sözümona tanıklarının bazı ilişkilerine yöneliktir.7 Sonuç kesindi: Bunlar, şeyta­na tapma törenlerine inanmaya fazlasıyla hazır olan kamuoyunu aldat­maya yönelik uydurmalardır. 1987’de, otuzaltı bakımevinde yürütü­len polis soruşturmalarındaki bir hazırlık raporu, doksanbir kişiyi suçluyordu; yirmibir kişi suç oluşturan davranış nedeniyle gerçekten mahkûm edildi, ancak ne Şeytana ne de şeytana tapmaya hiçbir gön­derme yoktu?

Lauren Wilson, Lauren Stratford takma adıyla Satan’s Undergroıınd adlı bir kitap yayınladı. Bu kitapta burada belirtilenler kadar iğrenç hikâyeler anlatı­yordu ve Gretchen ve Bob Passatino ve Jon Trott tarafından uydurmacılık ve Hıristiyan derneklerinin saflığını kötüye kullanmakla suçlandı. Aynı tür­den iğrençliklerin sözümona tanığı olan, Michelle Remembers’ın yazan Michelle Smith’in durumu da böyledir. Bu durumu aktaran Hicks’tir.

8 Hicks, Zn Pursuit of Satan, a.g.e.

524

MODERN ZAMANLAR

Başka deyişle, etrafında gürültü ve zırvalık koparılan küçük bir gerçek suçlular halkası vardı. Şeytan buna ancak bahane olur.

Yine de bir gerçek vardır: Burada, Kötülüğün gerçek uygulamasına yöneltebilecek fantazmlara yol açan kötülüğün keşfinin sapkın alanına girilmiştir. Öykünmeli patoloji psikolojinin bir olgusudur ve bir davranış şemasının sunumu zayıf ruhlara kendini dayatır; ve davranış ne kadar kınanırsa o kadar güçlü olarak kendini dayatır; örneğin ka­dın ya da erkek kahramanın intihar ettiği televizyon dizilerinin ardın­dan gelen ihtihar salgınları buradan kaynaklanır?

Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en korkunç canisi, gerçek adı David Berkowitz olan “Son of Sam” Queens semtindeki bir dizi kadın katlinin sorumlusudur ve cinayetler bu semtte korku salar ve aylarca dillerden düşmez.. Berkowitz New York polisine yazdığı bir mektupta şöyle der: “Ben Beelzebub canavarıyım,'koca Behemouth’um [sic].” Elbette tam anlamıyla kafadan sakat olan bu kişi “Beelzebub,” Behemoth ya da Şeytan’ın diğer ünlü adlarını bilmeseydi bu cinayet­leri işlemeyecek miydi diye sorulabilir; ancak Şeytana ilişkin marazi saplantısının canice davranışını temellendirdiği de düşünülebilir. Bu iğrenç sapkın Satan-Beelzebub-Behemoth diye birinin var olduğunu te­sadüfen okumuş ve bu isimlerin ne anlama geldiğini bilmediğinden, bu karşı-iktidarları temsil ettiği sanısına kapılmış. Aşağılanan ve ha-

Patomimi bu patolojinin biçimlerinden biridir: Bu, “bir hastalığın, bir sakatlı­ğın ya da bir arazın mitomanyak yeniden üretimidir.” Bu terim, Fransız dok­tor Georges Dieulafoy tarafından 1908 tarihinde önerilmiş ve doktorun iste­ği üzerine yazar Paul Bourget tarafından kullanılmıştır. Bazı uzmanlar çarmı­ha gerilmiş İsa’nın beş yarasının benzeri yara izlerinde bir tür patomimi gö­rürler. Gizlice kışkırtılan hastalığın amacı çevredeki insanlann dikkatini çek­mek, tepkilerini yönlendirmek ve çabalarım başansızlığa uğratmaktır. Dolayı­sıyla bu bir tür paranoyak ve histerik.narsisizm biçimidir. Norbert Sillamy, Dtctonnmre de psychologie, 2 cilt, Bordas, 1987. Benim tezim, tamamen pato­lojik eserler olan Roseınary’nin Bebeği gibi başanh filmlerin Satanizmi taklit dalgalan başlattığıdır.

525

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

karete. uğrayanların yazgısını belirleyen bu olmuştur: Yukarda belirt­tiğimiz, Jean Rouch’un hayranlık uyandırıcı etnografik filmi Çılgın Efendiler'de yüzyıllar süren İngiliz sömürgeciliğine ve küstahlığına öfkelenen Ganalılar büyülü seremonilerde özellikle “şeytana tapma” edimine karar verirler: Kurban edilmiş bir köpeği yerler, köpek îngilizlerin.“kutsal hayvanadır, Tropiklerde soluksuz kalan şişman ka­dınların kıvır kıvır tüylü süs köpeğidir, Siyahların kokusundan hay­vanca nefret duygusuyla yetiştirilmiş bir kaniştir. Çünkü, ben bizzat yaşadım, köpeklerin “Araplar” için Beyaz düşmanlığının izini taşıdığı Mısır’da hayvan ırkçılığı Batılı geleneğiydi.

Bu noktada şeytana tapma kriminolojinin alanını aşarak sosyoloji­nin alanına girer, ikinci düzeyine de bu noktada erişir.

Gerçekten de Şeytan yenilmişlerin kahramanıdır. Yönetmen Ro­man Polansky’nin eşi, aktrfst Sharon Tate ve cinayet gecesi onunla birlikte Los Angeles’teki Cielo Dr ive villasında bulunanların tarifsiz iğrençlikteki katlinin açıkladığı şey yenilenlerin yenenlere duydukları kindir, Yunanlıların çok korktukları phtonos’un dirilişidir. Sharon Ta­te genç, güzel, ünlü, her yerde kabul gören, başarılı bir yönetmenle evli biridir: Charles Manşon adlı bir kaçık, gurusu olduğu bir avuç öfkeli insanla birlikte villaya baskın yapar ve hiçbir neden olmadan oradaki herkesi katlederler, daha sonra kurbanların kanına buladıkları parmaklarıyla duvarlara nefret dolu sözler yazarlar. Manşon müebbet hapis yattığı cezaevinde "şeytana tapma” komedisini sürdürür.

Bu bölüme ayrılmış alanın aktaramayacağı kadar çok sayıda olan bu olaylarda Şeytan miti yalnızca pornografiye, doğrudan psikiyatrik kapatılmaya.mahkûm edilebilecek birey ya da gruplar için her türden sapkınlık ve sadizm edimlerine bahanedir. Gerçekten de, şeytana tap­ma, yalana dayalı fantazmlarm dayanağından başka bir şey değildir. Örneğin kilise mensuplarından birine cinsel tacizde bulunmakla suç­lanan Virginialı bir papaz Şeytan’ın etkisini öne sürer. Kilise mensu-

526

MODERN ZAMANLAR

bu kadın, bir çocuğun kurban edilmesine ve yamyamlar gibi yenme­sine tanıklık ettiğini anlatır; bu son derece klasik bir fantazmdır. Ol­dukça ileri götürülen polis soruşturması hiçbir kurban etmenin olma­dığını ve kadının papaz, nezdinde değer görmek için zırvalıklar uy­durduğunu ortaya çıkarır; papaz daha sonra onun cinsel itkilerine saf­ça boyun eğmiştir. Kısacası Satanizm, sevişme arzusuyla dolu iki ya­lancılık hastasına davranışları için bir taslak sunmuştur.

Ancak bunlar önemsiz olaylardır: Son of Sam vakasında gördüğü­müz gibi Şeytan özellikle yenilmiş olanın korkusunun ifadesidir.

Aslında egemenliği çok daha geniş olan ve en azından ilk bakışta sapkın cinsel takmaklara değil, bir tür “ters din”e, hakiki bir Şeytan ibadetine. bağlı gözüken bir şeytana tapma vardır. Bu ibadet, daha doğrusu ibadetler -çünkü birden çok vardırhiyerarşileri, ayin ra­hipleri, kiliseleri, sunakları, mumları (siyah, elbette), amblemleri ve her şeyleriyle bir din görünüm ündedirler. Bunlar sözde-felsefi uslam­lamalara dayanırlar ve eski dinsel usûllere yapılan, belirsiz ve genel­likle açıkça yanlış referanslarla doludurlar. Beelzebuth, Astaroth ya da Lucifer’e eski dirilerde Kötülük tanrısı olarak değil, sadece tanrı ola­rak tapıldığmı bu ibadetlerin yandaşlarının bilmedikleri açıkça orta­dadır. California’da bu mezheplerden birinin yandaşlarıyla tartışma fırsatım oldu, fakat, Einstein’ın dediği gibi bir önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha güçtür.

Batı’nın ve elbette dünyanın en ünlü Satanistlerinden biri bir Ame­rikalıdır; adı Anton La Vey’dir. Üzün boylu, zayıf, kırkını geçmiş, si­yahlar içinde ve üst dudağı ince bir bıyıkla süslü La Vey, Gounod’un Faust temsilindeki geleneksel. Mephistopheles’in kişiliğini şaşılacak ölçüde çağrıştırır. 1966 yılında “Şeytan Kilisesi”ni kurmuştur. Kita­bı, Şeytan Incil’i,10 ciddi bir yayıncılık başarısıdır. Kitapta, “Şeytana

10The Satanic Bible, Avon Books, New York, 1969.

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

tapma, tamamen öz-merkezli ve kendini ödüllendirici dinden bir sap­madır,” der. Bu tanımı anlamamış olsam da, kitabın bilgiç üslubunda cinselliğin taşkın uygulanışının doğrulanmasının kokusunu alıyorum. La Vey’in bulanık düzyazısı, “devrimci” ve yüce ideoloji haline getiri­len bir genelev ve âlem zihniyeti yansıtıyor gibi gelmektedir bana.

La Vey, Büyücünün Elkitabı'm ve Şeytana Tapmanın Ritüelleri’ni11 de yayımlamıştır; bunlar da belli bir başarı kazanmışlardır. Her şeytana tapma olayı ortaya çıktığında medya tarafından sorgulanan La Vey, şaşırtıcı sözler söyleyebilir: “Kitaplarımın ve genel olarak Satanizmin rağbet görmesi,” diye açıklamıştır, “Amerika’nın kesin bir değişim gerekliliğinin sonucudur. Zeitgeist [Amerikan dilinde eski Almanca, “zamanın ruhu” anlamına gelir] bu ülkede, televizyonun gerçekten, ye­ni din olduğu yeni bir toplum yaratmak üzeredir. Televizyonun yapa­bileceklerine rağmen, eksik bir şeyler vardır. Satanizm de bu boşluğu. doldurmaktadır. Dolayısıyla, ister olumlu olsun ister olumsuz, bir toplumsal değişimde bana güvenilmelidir. Geçmişte Katolikler ProtestanlaY tarafından şeytan olarak kabul edildiler. Protestanlar, Kato­likler için şeytandılar. Yahudiler, her ikisi açısından da şeytandılar. Beyaz insan Çinlinin gözünde şeytandı. Peki ama aslında kimin kötü olduğunu kim söyleyebilir?"12

La Vey’in açıklamalarının içeriği felsefi olarak boştur, sosyolojik olarak yoksuldur ve tarihsel olarak bahtsız talidomid çocuklar kadar miyoptur: Bayağılık rüzgârlarının şişirdiği biçimsiz bir balonu anım­satır. La Vey, içi boş açıklamalarında Şeytan’ın kökeni sorununu bir kez olsun ele almamaktadır. Ancak o bir habercidir: Öncelikle, uzun süre boyunca “geleceğin laboratuvarı” olarak kabul edilen ülke üze­rinde ve şimdi de, bilimsel dünyanın bazı sektörleri de dahil olmak üzere Batı dünyasının tümü üzerinde dalga dalga yayılan çılgın

11 The Satanic Rituds, Avon Books, New York, 1972.

U “Satan,” Life, Haziran 1989.

528

, MODERN ZAMANLAR

uschşılık dalgasının habercisidir. İkinci olarak, bu yüzyılın başından itibaren, sanattan epistemolojiye kadar tüm alanları kırıp geçiren sıfır altı derecedeki nihilizmin habercisidir?3 Bu sonuç olarak, La Vey’in kitaplarının başarısının da doğruladığı gibi, kamuoyunun şeytana tap­ma gereksinimini açıkça ifade etmektedir. Marksizm, sonuçta, yoğun­laşmayı başaramayan zihinler için can sıkıcıdır ve inanç yayma çabası disiplin gerektirir, ancak şeytana tapma, La Vey’in dediği gibi, en azından “ödüllendiricidir” ve herkes istediği gibi uygulayabilir.

Başta Şeytan olmak üzere, şeytana tapmanın ilk günahın ortadan kaldırılmasını talep etmeye varması olağanüstü ve hatta “inanılmaz” paradoks ve kuşkulu kavramların kullanılmasındaki kaçınılmaz kafa karışıklığının işaretidir, ilk günahın sorumlusu sadece emekçilerin kurtarıcısı olarak değil, cinselliğin kurtarıcısı olarak da sunulmuştur! Marcuse, Orphikçi Eros’un ilk günahın izlerini azalttığını yazıyordu!14 Bu arada, tamamen anti-erotik bir kahraman olduğu için

13 Belli başlı ilgililerin çıkardıktan rezalet karşılığında, bu moda sisteminin satraplannı, sanattaki bu nihilizmin belirtilerini La Messe de saiııt Picasso (Robert Laffont, 1990) adlı eserde sergiledim. Eser dolayısıyla, Picasso “müzesi” karşı­sında çılgınca el kol hareketlerine maruz kaldım, bildiriler dağıtıldı, Fransız düşüncesinin “organlan”ndaki tüccarlann satılık kaiemşörlerinin sarf ettikleri küfürlerin lafını bilç etmiyorum. “Modem” (ve hatta, ey sözün mucizesi!, “postmodern”) sanatın günümüzdeki iflası ve betimleyici addaki -F.I.A.C.örgütün düzenli olarak salgıladığı irinler benim beddualarımın temelsiz ol­madığının kanıtıdır. Epistemoloji alanında, Science&Vie dergisinde, kendini haklı olarak, ama kuşkusûz tesadüfen “epistemolojinin dadaisti” olarak ta­nımlayan Paul Feyerabend adlı birinin Akla Veda kitabına yönelik eleştirim yine hak ettiğim küfür ve entrika payımı almama neden olmuştur. Feyera­bend. mantığın gereksiz olduğunu, aslında bilimin var olmadığını ve “dünyayı fazlasıyla zehirlediğini” düşünmektedir. Picasso’nun, soytarı Daniel-Henry Kahnweiler’den ardıllarına ve dalkavuklarına kadar adlan sayılamayacak ka­dar çok kişinin, tüccarlann ve kamuoyunun “şeytansı" halüsinasyonlannın değişik bir. biçimi olduğunu düşünmekten pek uzak değilim. Feyerabend’e gelince, onu bir gün örneğin bir Amerikan-Kore ya da Iran-Sırp Satanistler mezhebinde görürsem şaşırmam.

HHerbert Marcuse, Eros et civilisation, Edition de Minuit, 1963. Altmışlı yıllarda

529

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

ortaçağ Hıristiyanlığı tarafından benimsenen Orpheus mitinin gerçeği hakkındaki cehaleti de belirtmiş olalım!

Şeytan kilisesi türünün tek örneği değildir elbette; Set Tapmağı’nı da belirtmek gerekir. Bunun da kuruluş ilkesi Şeytan kilisesininki ka­dar yanlıştır, çünkü bu Mısır tanrısı Seth’tır ve Seth’in Yahudİ-Hıristiyan. Şeytanıyla hiçbir zaman özdeşleştirilemeyeceğini görmüştük. Yetmişli yıllarda California’ya yaptığım yolculuklar sırasında birçok Satanist mezhep tanıdım ve zorlama gülünçlüğü ve ezoterik iddialı anlaşılmaz dili, Kabala’ya referansları, uydurma olduğunu herkesin bildiği Necronomicon adlı kitaba ve ünlü soytarı gurdjiefPe bağlılıkla­rı ne yazık ki bana tiksinti verdi. Onlar hakkında belgeler topladım; ortaya çıkan anlamsız, ahlaksız ve saf aptallık bana bu karmakarışık şeyler yığınım çöpe attırdı. O dönemde olası antropolojik ilgiyi bil­miyordum. Bu yüzyıl başının cinli bir kişisi olan, tanınmış Satanist, “büyücü" Aleister Crowley’e yapılan bolca gönderme nedeniyle bu ka­ranlık saçmalıklara özellikle “ilgisiz” kaldım.1"5

Marcuse’ün adının, en yüksek fantezinin fizyolojisti, delilerden daha deli psi­kanalist ve kendi keşfi olan “orgon akümülatörleri” -orgon, havada dolaşan bir tür cinsel enerjidir (skolastik teolojideki cinler gibi)adlı aygıtlar aracılı­ğıyla cinsel devrimin üstü kapalı teorisyeni Wilhelm Reich adıyla birlikte anıl­dığını unutmamak gerekir. Görülmememiş türden bir Marksist olan Reich _orgon enerjisi yoluyla kitleleri kurtarmayı düşünüyordu!

1JI875’de İngiltere’de, Leamington’da doğan Edward Alexander Crowiey 1947’de oburluktan öldü. Macera ve skandal dolu yaşamı sırasında Yeats ve Somerset Maugham gibi ünlü kişilerin yakınında yer aldı. Maugham The Ma­giam adlı romanına model olarak onu seçmişti. Winston Churchill’le de ya­kındı (Alman işgalini büyü yoluyla ortadan kaldıracak “kesin” bir çözüm önermişti; Aslan’ın tepkisi tahmin edilebilir!) 1953’de uzun uzun söyleştiğim Maugham onu “eğlendirici bir kaçık ve önemli bir bilge” olarak niteliyordu (“entertaining and most erudite queen”). Byronü ve özellikle travestiliğe ve gü­zel oğlanlara duyduğu ilgiye kendini yakın hissettiği XVIII. yy yazan V7illiam Beckfordü örnek alan bir estet olan Crowiey “toplu aşk” deneyimleri, yani büyük ölçüde Hermetik-Mısır iddialarına dayanan eşcinsel âlemler düzenledi ve fantezi başrahibi giysileri içinde Satanist törenlere başkanlık etti. Eserinin, karanlıkçılık meraklıları üzerinde belli bir etkisi olmuştur.

530

MODERN ZAMANLAR

ABD’de, Kanada’da, İngiltere’de bazı "büyücülük” dernekleri var­dır. Bunların bazıları “beyaz”dır ve Şeytan’a tapmama garantisi verir­ler, sadece “Avrupa’nın Kelt halkları”nda görüldüğü gibi doğa güçle­rine taparlar. Öteki “siyah” dernekler, ulusal polisin şimşeklerinden korunabilmek üzere titizlikle. ayıklanmış olan, elbette yanlış yorum­lanmış betimlemeler üzerinden kopya edilen Şeytan başkanlığındaki toplantılar sırasında şeytana tapıyorlardı. Bu demeklerin faaliyetleri-. nin ve ideolojilerinin dökümü tüm bir kitabı işgal eder; okuru thr kez daha bana bu konuda en eksiksiz -doğruyu söylemek gerçkirse, tatsızeser olarak gelen Hicks’in eserine gönderiyorum.

Gerçekten de, Rusya ve Sibirya’dan İtalya’ya, tüm Hıristiyan dün­yada karanlıkçılık artmaktadır (Müslüman dünyayı iyi tanıyan biri olarak orada benzer biçimde şeytana tapma ayinlerine rastlamadım). Bû açıdan başka ülkelere özeneceğimiz pek bir şey yok: 1980 yılında, Antenne 2, “Lucifer Şahitlerİ”ndi düzenlenen bir kara ayini yayınladı, Castellane’jda oturan Georges Bourdin adlı biri, kendine Hamsah Manarah dedirtiyordu ve “Mandorom Dinleri -Tapınağı”nda bir araya gelen bir mezhebi yönetiyordu. Sonunda, 27 Nisan 1991’de, başkalarının yanı sıra Figaro’nun da dikkatini çekti; Bourdin varlıklı biriydi: Cas-. tillon gölüne bakan otuz üç metrelik beton bir heykel diktirmişti. “Şeytanı ve Lucifer’i kendine bağımlı kddığı”m iddia ediyordu ki bu. sansasyonel bir haberdi, çünkü ikisi arasında ayrım yapıyordu, “ve beş yüz elli iki milyon cinin ruhunu bozmuş [sic]”tu.

Tüm dünyada yayılan bütün mezheplerin abuk sabuk laflarının dö­kümünü burada yapmak niyetinde değilim; bu, bir gün, kamusal zih­niyetin sağlığım korumak isteyen bir örgütlenmenin görevi olur; be­nim niyetim sadece, ÎÖ VI. yüzyılda Zerdüştçüler tarafından imal edi­len ve öncelikle ÎÖ 111. yüzyılın Yahudi isyancıları tarafından, ardın­dan da Hıristiyanlar tarafından ele alman bu mükemmel kurgunun dünyanın sözümona en gelişmiş ülkelerinde her zaman mükemmel bi-

531

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

çimde yaşadığını kanıtlamaktır. Bunlar bir kez daha, astroloji karşı­sında yapıldığı gibi, küçümsemeyle ele alınabilir, fakat can sıkıcı yan şu ki, bu mantıkdışı inançların kanlı sonuçları var. Çünkü patolojik bir durum olan Şeytan takıntısının neden olduğu kanlı olayların hesa­bı artık tutulmamaktadır. Bu, karakteristik psikiyatrik sorunlara sabit fikir olarak hizmet etmekte ve hastaları, son okudukları kitaba göre “şeytan çıkarmaksan ya da “cinlenmeksen söz ettiklerinde affedile­ceklerini sandıkları şiddetli davranışlara yöneltmektedir.

Bu kanlı sonuçların binlercesi arasından iki örnek. Rio de Janeiro’da, 1992 yılında, Marcelo Costa de Andrade adlı biri, altı ile onüç yaş arasındaki ondört çocuğu tecavüz ettikten sonra vahşice öldür­mekten tutuklandı. “Tanrı Krallığının evrensel kilisesinden. bir pa­pazın vaazıyla kafası karışmıştı. Papazın kafası da görünüşte psikopat katilinki kadar karışıktı, çünkü her türlü fiziksel eksikliği iman ye­tersizliğine bağlıyordu ve Andrade, kurbanlarını Şeytan’m elinden kurtarmak amacıyla “göğe göndermeyi” düşünmüştü. Bu arada belir­telim ki, “Tanrı Krallığı’nın evrensel kilisesi” Rio eyaletinde ruhların selameti için faaliyet gösteren yaklaşık beş yüz “rahip”ten oluşan “Pantkotİst” bir mezhepti.

1989’da, yine Amerika Birleşik Devletleri Mekşika sınırına yakın Matamoros şehrinde işlenen bir dizi ritüel cinayetle derinden sarsıldı. Uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgili sıradan bir soruşturma sırasında Meksika polisi onüç cesedi gün ışığına çıkardı; bunlar, Şeytan’a Hıristiyanca inancın zehirlediği kişilerin kalıntılarıydı. Bu cinayetleri işleyen kişi şeytana tapan bir mezhebin üyesiydi ve taş devrine bile yakışmayan bu kurban etmelerle Şeytan’m lütfunu sağlayabileceğine inanıyordu. Texas eyaleti savcısı Jim Mattox, “cinayetlerin dünyaya karşı bir kalkan olduğuna inanıyorlardı. Bu, dinsel bir çılgınlıktı,”15

16"Satan,” Life, a.g.e.

532

MODERN ZAMANLAR

diyecekti. Katliam yerlerinde insan cesetleriyle birlikte bulunan hay­van cesetleri bunun kanıtıdır. Kısa süre önce» çocuklar üzerinde uygu­lanan gerçek cinsel taciz vakalarından ve ardından genç bir oğlanın Missouri’de, Joplin yakınlarında katlinden daha fazla kamuoyunu sarstı.

Önemli ayrıntı: Matamoros cinayetine katılanlardan bazıları tutuk­lanmalarından sonra, 1987 yılında gösterilen The Believers (Müminler) filmindeki ritüel bir cinayet sahnesinden etkilenmiş olduklarını açık­ladılar. Fakat, Rosemary’nin Bebeği’nden The Exorcist’e kadar, Suspiria gibi değersiz yapıtlar ya da Alien dizisi gibi sözde-fütürist kurgular da dahil, -Batman ya da Terminator gibi şiddetli aptallıklardan hiç söz etmesek deŞeytanı, cinlenmeyi, şeytanatapmayı ve diğer saçma­lıkları işleyen sinema yapıtlarının listesi uzundur. Amerikalı eleştir­men Robert Hughes, Deccal kişiliğinin çizgi romanlara ve ardından sinemaya Batman, Şu perman, Captain Marvel olarak hizmet ettiğini düşünmektedir. Amerikan alt-kültürü bu tür başka şeyler de üretmiş­tir, bizzat Mani’yi titretecek bir Manicilikteki, Spiderman (ve Spiderwoman), Catwoman ve antropoidler gibi beş para etmez maceralar tüm dünyada milyonlarca insan tarafından iştahla tüketilmiştir.

Kurgusal eserlerin cinayetleri teşvik ettiği, buna karşılık cinayet­lerin de başka kurgusal eserlere esin kaynağı olduğunun ek kanıtla­rıdır bunlar. Böylece yeni bir ortaçağın karanlıklarına giriyoruz; söz1 de-Şeytan Rüşdi’nin ölüme mahkûm edilmesi yalnızca bir giriştir. Çünkü bundan böyle, tanrılarının gerçekliklerini tartışma konusu edenlere karşı koyacak olanlar, şeytanatapanlar hep olacaktır.

Olay yalnızca dinsel midir? Buna inanmak son derece güçtür. 1991 yılında Gallup Organization’un U.S.&World Report adlı Ameri­kan haftalık dergisi için yaptığı bir araştırma,17 cennete ve cehenneme

17'lHeU’s sober comeback", U.S. New&World Report, 25 Mart 1991.

533

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

inananların sayısının 1952’den 1990’a kadar artmaya devam ettiğini gösteriyordu: Cennete inananların sayısı % 72’den % 78’e, cehenneme inananların sayısı % 58’den % 60’a çıkmıştır. Çok iyi. Ama aynı araş­tırma, düzenli olarak ayine giden Amerikalıların %83’ünün üzerinden yalnızca % 3’ünün cehenneme gitme riskine inandıklarını gösteriyor­du (ibadet yapmayanların % 7’$ine karşılık; bu paradoks daha ilerde ele alınacaktır). Cehenneme gitme riskleri olduğuna en fazla inananlar % 5’le erkeklerdir; kadınlarda aynı oran % 3’tür. Cehenneme gitme riskleri olduğuna inanmaya en eğilimliler % 5’le Kareliklerdir, en az eğilimliler % 3’le Evangelistlerdir.

Bunun anlamı, “cehennem başkaları içindir.” Ya da Şeytan, başka­sıdır. Sartre’ın Gizli Oturum’undaki ünlü deyişi aktarabiliriz: “Cehen­nem, başkalarıdır.” İnananların büyük kısmının kendilerine dair mü­kemmel bir yargıları vardır: Cehenneme gitme riskleri çok azdır.

İlginç paradoks: Amerikan ateistlerinin % 46’sı cennete, ■% 36’sı cehenneme inanıyordu. Bu durum, ateistlerin ateizmi hakkında yete­rince şey söylemektedir. Daha da ilginci, ateistlerin % 61’i cennete gitme olasılığına inanmaktadır ve % 9’u cehenneme gidebilecekleri olasılığı üzerinde durmaktadır. Oysa bu oran inananların iki misli­dir. Yani ateistler kendilerini, inananlardan iki misli suçlu hissetmek­ledir. Ya da daha kesin bir deyişle, Kıyamet günü Bireysel Yargıda suçlu ruhları ele geçirecek Şeytan’a inanç teorik olarak en katı ruhlara bile nüfuz etmiştir.

Hiroşima’nın ve Alman kamplarının çöp yakma makinelerinin du­manları cehenneminkileri sönük bırakmışken bu rakamlar daha da şa­şırtıcıdır. Chicago Üniversitesi, Divinity profesör olan Martin Marty’nin inandığı gibi, “cehennem ortadan kayboldu ama kimse far­kında değil.”18 Anlaşılacağı gibi, yanılgı ciddidir.

i8 a A.g.e.

534

MODERN ZAMANLAR

Gerçekten de tamamen teolojik açıdan görüşler, Roma kilisesin­den Anglikan kilisesine, Evangelist’ten Ortodoks’a, vaftizci’ye, Melkit’e, Maronit’e, Ortodoks Kıpti’ye, Katolik Kıpti’ye, Katolik Ermeni’ye, Ortodoks Ermeni’ye kadar değişse de, cuma günü et yiyen işçi ile tecavüz ettikten sonra çocuğu öldüren katil aynı kazada öldüklerin­de yazgılarının ortak olacağına hâlâ inanan pek az insan ols^ da, Ro­ma Katolik Ortodoksluğuna göre Şeytan takıntısı bilinçlerde yer etme­ye devam etmektedir.

Öyle gözüküyor ki, Sataniştler ve Şeytan inancını' yaymaya devam eden otoriteler, bir Kötülük tanrısı felsefi olarak sadece yıkımı temsil edebileceğinden, tanım olarak, hem yıkıcı hem de öz-kıyımcı bir ta­pınmanın saçmalığını algılamamaktadırlar; dahası, Şeytan inancım yaymanın sosyo-politik kökenlerini de anlayamamaktadırlar. Yalnızca inananları, zenginleri, Beyazları, güçlüleri koruyan bir tanrının zafe­rinin intikamım sonuçta alacak olan bir karşı-tannya, dar kafaları ve icatlarıyla, halktan gelen geniş .bir talep sağlamaktadırlar.

Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin1 Ruhu kitabındaki, zengin insanlar Tanrı’dan yararlanmış olanlardır şeklindeki saptaması Amerika sınırlarını aşmıştır: Batı’nın tümüne uzanmaktadır. 1920’den itibaren Weber, Protestan dünyanın içine kapandığı seçeneği açıkça ta­nımlamaktadır: “Ahiret kurtuluşu arayışı,” diye yazmaktadır, “Kato­liklikte olduğu gibi, iyi ürünleri adım adım ambarlamakla oluşmaz, Tanrı’nın seçilmiş kulu olmakla lanetli biri olmak seçeneği karşısında her an, bulunan bir bilincin sistematik . sınavıyla (Selbskontrolle) olur.”19 Dayanılmaz gerilim: Sonuçta, inançlı kişi isyan eder, tıpkı Şeytan gibi ve onun kollarına atılır! Kapitalizm düşmanlarının dolaylı yanıtı bilinmektedir: “Ayağa kalkın, yeryüzünün lanetlileri!" Şeytan, Kari Marx’ın dengi olan ve Şeytan’ın ezeli gençliğiyle karşılaştırıldı-

19Max Weber, L’Ethigue protestante et Pesprit dıı capitalisme, Plon, 1964.

535

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ğında kesinlikle arkaik kaçan yeni Spartaküs olmuştur, Herbert Marcuse un dediği gibi, “hayal.gücü türle ve ‘arkaik’ geçmişle birlik için­deki tümlüklü bireyin talebini savunur."20

Aslında günümüzün şeytan takıntısı yalnızca karanhkçıhğın, batılİnancın ve sıradan aptallığın yansısı değil, adaletsizliği sürdüren bir düzene ve çalışmaya karşı bir isyanın da yansısıdır. Çağdaş İtalyan fi­lozof Giovanni Papini’nin21 dediği gibi, Şeytan tersiz ekmeği temsil eder ve çölde İsa’yı kışkırtmak isterken taşları ekmeğe dönüştürmesi rastlantı değildir. Şeytan spekülasyon, uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, fahişelik ve basit hırsızlık yoluyla kolay kazancın Tanrısı’dır. Dolayı­sıyla, bazı çağdaş tavırlarda görüleceği gibi, en alt ‘düzeyde, tembelli­ğin, sahtenin, baştan savmanın, kültürsüzlüğün ve provokatörün tan­rısıdır. Yarın ne yapacaklarını ve müşterek bahislerde kazanmanın sırrım öğrenmek için astrologlarına danışan bakanların ve başkanların gizli tanrısıdır O. Haksız kâr elde etmek için yasadışı yollara baş­vuran işadamlarının tanrısıdır O.

Weber de bunu öngörmüştü: “... Bir iş dolayısıyla ‘ödev’ini yerine getirme fikri artık yaşamımızı yönetmektedir... Mesleki [ödevin] ‘ye­rine gelmesi’ en yüksek manevi ve kültürel değerlere bağlanmadığın­da... birey, genellikle, onu doğrulamayı reddeder.122

Bu akım içinde, Şeytan, da en yüksek düzeyde sistematik yapısökümünün, alayın, “Hiçlik”in esinleyicisi olmuştur, akim ortadan kalktı­ğını ilan eden filozoflar ve yeteneğin yetenek yokluğundan aşağı oldu­ğunu ilan eden estetler sadece bir provokasyon yarattıklarını ileri sü­rerek, bu yüz buruşturma altında kendi hakikatlerini gözler Önüne se­rerek bir bisiklet tekerleğinin Atika sanatının bir başyapıtına eşdeğer

2°Marcuse, Eros et civilisotion, a.g.e.

21 Giovanni. Papini, “II diavolo e il pane senza sudore,” II Diavölo, yeni baskı Ar­no 1 do Mondadori Editore, Milano, 1985.

22Weber, a.g.e.

536

MODERN ZAMANLAR

olduğunu, kaydedilen kapı gıcırtılarının Beethoven’in bir kuatoruna eş olduğunu söylerler. Hatta boş bir tuval bir Veronez kadar güzeldir. Dolayısıyla Şeytan nihilizmin tanrısıdır, umutsuzluğun tanrısı­dır.

Satanizmin kültürü ele geçirmeye başlaması yeni değildir. Ünlü kişilerin elleriyle şehirlerimize de girmiştir. Şiirin en ünlü dehaların­dan biri olan Charles Baudelaire bunlardan ilkini, “Şeytan Dualarf’nı yazmıştır:

Sen, ey en âlimi ve en güzeli meleklerin,

Övülmekten mahrum tanrı, hıyanet ettiği kaderin,

Ey Şeytan, acı benim uzun sefaletime

Ey kendine haksızlık edilen sürgün Devletli,

Yenildikçe her zaman doğrulursun daha kuvvetli,

Babalığı o insanların ki kara öfke anında

Dünya cennetinden kovdu Allah Baba,

Ey Şeytan, acı benim uzun sefaletime!23

Baudelaire’in, isyan ederken bile Tanrı’yı kayınpederi Albay Aupick’le ya da dönemin bir burjuvasıyla karıştırdığı düşünülemeyece­ğine göre bunun bir gösteri olduğu söylenebilir. Şeytan hakkında en sık tekrarlanan kurnazlığı borçlu olduğumuz şefkatli Baudelaire. Çün­kü, Paris Sıkıntısında, “Şeytan’ın en büyük kurnazlığı var olmadığına inandırmasıdır” safsatasını üçüncü bir kişiden aktardığını ileri sürer. Fakat bu ona aittir! İkiyüzlü okur, benzeri, kardeşi onun maskesi düşmüştür! Ancak gösteri onun için yeterince aşırı olmadığından da­ha da ileri gider:

23Elem Çiçekleri, Charles Büudelaire, çev. Vasfı Mahir Kocatürk, Buluş Yayınlan, Ankara, 1957.

537

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

“Saygı ve övgü sana, Şeytan, yükseklerinde göğün

Hakimiyet sürdün ve derinliklerinde cehennemin

Mağlup olmuş, sessizce dalıyorsun hülyaya!”

O dönemde bu, kuşkusuz, yeryüzünün en aptal burjuvazisine sal­dırmaktan, enayileri coşturmaktan ve başkalarını gülümsetmekten başka işe yaramazdı. Bu dönem, başta Emma Bovary olmak üzere has■ sas ruhların boğuldukları dönemdi. Arthur Rimbaud yaklaşık otuz yıl sonra “Cehennemde Bir Mevsim” geçirmeye gidecek ve Mallarme şöy­le haykıracaktır:

“Gökyüzü ölü. Sana doğru koşuyorum! Ey madde,

Mutlu insanlar sürüsünün yattığı

Yatağı paylaşmış olan, acılar içindeki bu adama

Acımasız tdeal’in ve Günah’ın Unutkanlığım ihsan et.”

Mallarme’nin, Zola’yı kuşkusuz öfke içinde bırakan bir kurgu olan “insanların mutlu sürü hayvam”nı tanıdığından kuşku duyulabilir. Fakat sonuçta şair “cafcaflı boşluğun işe yaramaz biblosu,” değildir ve ses tonu bellidir. Diğer yandan Maldoror Şarkılan’nda, Sado-Şeytansı vah­şiliklerle donanmış küfürler eden Lautreamont’un sahte kontu Ducasse’ı Huysmans şey tanıştırıyordu:

“Karayel köknarlar arasında eserken Yaratıcı karanlıklar içindeki kapı­sını açtı ve bir oğlancı girdi içeri.”

Etkili sonuç. Söylemek gerekir ki, moda, filozofların en sıkıcısı­nın yerini alan bir pornografla başlamıştı: Donatien de Sade; safahat âlemleriyle örülü yaşamının, yazılarına bir hakikat kokusu verdiği düşkün aristokrat. Gerçeküstücülüğün “papalarının ya da moda “ra­hiple ri”nin şu tür tanımlarda değerli ne bulabileceklerini İnsan kendi­ne sormaktadır: “Haçları, Kutsal Bakire’nin ve Ezeli Baha’nın resimle-

538

MODERN ZAMANLAR

rini parçaladı, kutsal emanetlere işedi ve hepsini yaktı.”24 Homeros’a, Aiskhylos’a, Shakespeare’e buraya varmak için mi sahip olundu? “Kö­tülüğün büyüleyiciliği” gibi basit nedenler öne sürülse de, Sade düşü­nürlerimizi karanlık nedenlerle meşgul etti ve etmeye devam ediyor.

Kötülüğün Napolili olması gibi, hastalığın da Fransız olmasının pek önemi yok! Fransızlar kadar canları sıkılan Ingilizler de “gotik” romanı icat ettiler. İblislerin cirit attığı şatolar, kayıp, ruhların inilti­lerinin işitildigi zindanlar, şehvet düşkünü keşişler, dolunayda ulu­yan âşıklara teslim edilmiş klorozlu genç kızlar; tüm XIX. yüzyıl İn­giltere’sine Şeytan takınak olmuştur: Mary Shelley’in Frarikensteinh 1818’de yayınlandığında kamuoyu dehşete doymamıştı, Bram Stoker’in Dracula'sı 1897 yılında yayınlandı; her ikisi de bilinen kalıcı başarıya erişti. Almanya da “Faust”uyla geri kalmaz. Rusya, arsenik­ten ve Prens Yusupov’un tabanca kurşunundan etkilenmeyen Gregor Efimovitch Rasputin’le “gerçek” Şeytan’ma sahip olacaktır. Ardından, başta Lenin denen kurtarıcı Ulyanov, Çeka’nın kurucusu dört dörtlük polis Jerzinski, Stalin denen papaz eskisi Vissarionoviç olmak üzere başkaları geldi. Şeytan’ın tam bir meslektaşı! Amerika Birleşik Devletleri’nde Poe, Şeytan’ın sırasıyla “Kızıl Ölüm,” “Tuhaflık Meleği” ve nihayet “Sessizlik”te (“Dinle, der Şeytan, elini başıma koyarak, sözü­nü ettiğim ülke Libya’nın tehlikeli bir bölgesidir, Zaire Irmağı kıyıla­rı üzerindedir...”) kendi maskesini taktığı alkolik bir hayal gücünün cehennemlerini yapmacıklı bir tarzda keşfeder. Melville, efsanevi kap­tanı Ahab’ı, Kötülüğü, Moby Dick adlı efsanevi beyaz balinayı arama­ya yollar. Ve Conrad’ın tüm eseri Düşüş üzerine bitmez tükenmez bir soruşturmanın hikâyesi olacaktır; Karanlığın Yüreğin denin kaçakçı Kurz’un, ölüm döşeğinde, “Dehşet! Dehşet!” diye hırladığı ünlü bölü­münde bile bu soruşturma son bulmaz.

241991 yılında hazırlanan bir dizinin İncil kâğıtlarına basmayı uygun gördüğü ifrazatlardan yalnızca bir bölümü!

539

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Herkes en aşırı poz kesişiyle, grotesk el kol hareketleriyle, boğuk bir ses tonundan destek alan edepsiz ve kötücül sözlerle, çatık kaşlar­la, beddualar ve gürültü patırtılarla bu yolda ilerledi, herkes kendi şeytanını ortaya attı, ta ki “reklam” tarafından ele geçirilinceye kadar; ve, (baştan çıkaran) "Fausta” çikolatası ve bir şeytanın bile yüreğini ısıtan' "Termojen” astarları satmak için gazetelerde ve şehirlerin du­varlarında şeytanların ve şeytanlıkların çoğaldığı görüldü. Petrolle çalışan ocakların adı bile “şeytan”dı! Hatta refakatçi gemilerinin adı da “şeytan”dı! “Cinselliğin işaretleriyle bedenden cin çıkarma strateji­si” dediği “cinsel devrim”in ikiyüzlülüğünü açığa çıkardıktan sonra Baudrillard’ın haklı olarak dediği gibi “herkes kendi görüntüsünü arı­yor.”25 Breton’un gülünç diktasının uzak yankısı: "Güzellik ya çırpın­tılı olacaktır ya da güzellik olmayacaktır.” Bu durumda, Charcot’nun bütün isterikleri güzel miydi? Fakat bir “yeni filozof’ (eskilere ne ol­du peki?) daha kesin konuşur: “iyilik için reklam yalancı değildir: O, yalan için yapılan bir * reklamdır.’’26 Başka deyişle, samimiyet ancak Şeytan içindir.

Avrupa’nın tüm edebi, sanatsal ve müzikal üretimi kendisini öz­gürleştiren bir Şeytan takıntısıyla hareketlenmişti. Neden özgürleşti­riyordu? Dar kafalı bir dinden, cansız ve despotik politik iktidarlar­dan, sıkıntıdan, kuşkusuz, ama özellikle gündelik sıkıntıdan. Günde­lik sıkıntı, Tanrı’nın akıl almaz acımasızlığıyla insanların başına mu­sallat ettiği en iğrenç felakettir! Kuşkusuz sahte ama daha zehirleyici cinlenme sürüyordu: “Sympathy for the Devif’i söyleyen Rolling Stones değilse, yeryüzünün bir lanetlisine, “Opera’daki Hayalef’e yardım elini uzatan Elton John oluyordu. Paris, Londra ya da New York’ta şeytansı “tags”lara rastlamadan iki adım atılmıyordu: “Satan f... yat

25Jean Baudrillard, La Transparence du Mal-Essai sur les phtnomtnes extrSmes, Galilee, 1990.

26 Andre Glucksmann, LeXIe Conuncındenıent, Flammarion, 1991.

540

MODERN ZAMANLAR

each night” ya da “Nique ta mere;” Fransa’da bir Kültür Bakanı’nın şahsında Fransa hükümetinin yasakladığı ensest önerisi.

Demek ki Şeytan, sanayi çağının bütün Faust’larının, en yoksulla­rından en zenginlerine kadar, suçortağıdır. Papini’nin alaycı bir dille yazdığı gibi, “tamamen yeni bir ışık altında ortaya çıkar: İnsanın... kurtarıcısı olarak. Tanrısal yasalara karşı çıkmanın ötesinde, insanoğ­lunu Günah’m sonuçlarından en azından birinden kurtarmak ister. Şeytan, tinsel kurtarıcının yanı sıra, maddi kurtarıcı olarak, insanın dostu olarak ortaya çıkar.” Gerçek şeytanataparlık buradadır: California’daki mezheplerin maskaralıkları değil, seçkinlerinkidir.

1905 yılında Paul Lafargue’ın Tembellik Hakkı yorumcularından bi­ri tarafından şöyle özetleniyordu: “... Adem’de kişileşen insan Cen­netken kovulduğunda Tanrı tarafından lanetlenip ekmeğini alnının te­riyle kazanmaya mahkûm edilmemiş miydi? Demek ki çalışma bir la­nettir ve cennet mutluluğunda hakim olan şey tembelliktir...”27

Rollerin eşi bulunmaz bir ters yüz edilmesi: Şeytan, Zerdüştçü ra­hiplerin düşlediği mutlak iktidarın savunucusu olarak doğduktan son­ra mükemmel bir toplum-karşıtı fail, çalışmayı lanetleyen biri halini almıştır. Hıristiyan teolojilerinin temel dayanağıyken varlığıyla de­mokrasilerin mezar kazıcısı haline gelmiştir ve Cicero’nun iki bin yıl önce (batılinanç konusunda) yazdığı gibi, totalitarizmlerin öncüsüdür. Bu nedenle bu kadar çok dostu vardır.

Şeytan’ın varlığına inancı tektanrıcı dinlerin getirdiğini düşünür-

27 Maurice Dommanget, Giriş, Le Droit d la paresse, FM/Petite Collection Maspero, 1972. Kari Marx’ın damadı Lafargue ünlü yergisine şöyle başlar: “Bay Thiers, 1849 tarihli ilköğretim komisyonunda şöyle diyordu: ‘Din adamları­nın mutlak etkisini belirtmek istiyorum, çünkü insana bu dünyada, bir baş­ka felsefenin söylediği gibi “zevk almak” için değil, acı çekmek için var oldu­ğunu öğreten doğru felsefeyi yaymak için onlara güveniyorum.’ Bay Thiers, burjuva sınıfının ahlakım vahşi bencillik ve dar kafalılıkla simgeliyordu," O dönemde işçi sınıfının kökleştirilmesinde din adamlarının oynadığı rolü La­fargue iyi belirtmiştir.

541

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

sek bu inancın onların kontrolünde olduğu sanılabilir. Fakat, popüler düzeyde oluşmakta olan Şeytan mitolojisi her türden örgütlü dinin kontrolün dışındadır. Halk imgelemi, hangisi olursa olsun her türlü kiliseden daha güçlüdür. Şeytan’ın kişiliğini yaratmış olan ve bu mi­tolojide çağdaş filozoflara nöbeti devretmiş olan dinler çırak duru­mundadırlar. Antimateryalist ve tinselci olduklarından anti-Marksist olan dinler, geçmişte totalitarizmin aracı günümüzde de devrimin ha­bercisi olan, esas olarak nihilist, en temelde pagan mitin sürdürücüsüdürler.

Demek istediğim, Şeytan mitini geliştiren dinler üstünde durduk­ları kurt yeniği dalı, toplumsal düzenin dahnı kesmek üzeredirler.

Şeytan’ın, cin çarpmışların gerçekliğine, her türden şeytanatapan, şeytançıkaran ve doğa-ötesine inanan kişi tarafından bolca -ve sevgiy­leanlatılan normal-ötesi olgulara inanmamak mıyız? Oysa şunu söylemek gerekir ki, Şeytana inanmanın temel nedeni cin çarpma olaylarından ibarettir ve bu vakalar histeri durumlarına çok benze­mektedir; bunun açıklaması, eğer bunlara değer vermek mümkünse, Charcot'nun başarısıydı. Her şey buradadır: Davranış bozukluklarının habercileri, bilinç kaybı, “soytarılık” adı altında canlı biçimde betim­lenen (sinematografik tavırlara pek uygun) yüz buruşturmalar, “hasta­nın hoş ya da güç, erotik ya da şiddetli sahneleri taklit ettiği” tutkulu tavırlar, donuk duruşlar.28 En iyi psikiyatrlarla birlikte tekrar etmek gerekir ki, “şeytan çarpmalar” histeri krizlerinin ifadesinden başka bir şey değildir. İlave kanıt: Eğitimsiz kişilerde, çocuklarda ve yeniyetmelerde meydana gelir. Şeytan çarpmanın en ufak bir gerçekliği varsa niçin devlet görevlilerine, ünlü yazarlara, televizyon sunucula­rına olmadığını, yalnızca vasat bir entelektüel ve psikolojik düzeyde­ki insanların başına geldiğini sormak gerekir. Belki de Şeytan yalnız-

28Sillamy, Dictloimoire de psychologie, a.g.e.

542

MODERN ZAMANLAR.

ca geri zekâlılara saldıran gülünç bir düşmandır.

Kuşkusuz, Luther Şeytan’ı gördüğünü sanmıştır ve suratına bir mürekkep hokkası fırlatmıştır. Fakat bu elbette bir şeytan çarpma va­kası değildir; ■ daha çok bir halüsinasyona benzemektedir. Çünkü, zekâsını, engin teolojik ve felsefi eserini asla tartışma konusu etme­den, Luther’in heyecanlı ve düş gören, genellikle çok gergin bîr kişi­lik olduğu bellidir. Bazı takmakların hülasinasyon yarattığı psikiyat­rinin kabul ettiği bir durumdur. Bu halüsinasyonlar bireysel olabildi­ği gibi toplu da olabilirler.

Geriye, doğaüstü kalmaktadır. Maddi olmayan güçler belirebilir mi? Eğer belirebilirlerse bunlar kötü güçler midir? Bu konu çok sayı­da eserde' ele alınmıştır. Bunlardan hiçbiri maddi olmayan güçlerin gerçekliğini kesin olarak belirtmeyi sağlayamaz. Tarihte iyilik ya da kötülük güçlerinin müdahalesinin tek bir somut kanıtı bugüne kadar olmamıştır. Tarihin en büyük deneyleri doğaüstüne başvurmadan açıklanır. Gizemli olguların gerçekliğine ilişkin tanıklıkların hemen hemen tamamının tek tek bireyleri ya da az sayıda kişiyi ilgilendiri­yor olması bir olgudur.

Bu sayfaların başında söylediğim gibi, bazı iyi niyetli kişiler, Al­man kamplarının Şeytan işi olduğunu ortaya çıkardıklarını sandılar. Karanlık ve büyük bir olasılıkla utanç verici bir akıl yürütmeyle Hı­ristiyan’lar, Tanrı’nın günahkâr uluslara ve özellikle Yahudilere sırt çevirdiğini ve onları Şeytan’a teslim ettiğini düşündüler. 1941 yılın­da, III. Reich Almanyası’ndaki, Yahudileri olduğu kadar Hıristiyanları da etkileyen kıyımlardan Amerika Birleşik Devletleri geniş ölçüde ha­berdarken, Henry Ford, Charles Lindbergh, açıkça Yahudi-karşıtı olan Christian Front ya da Hıristiyan Cephe’nin esinleyicisi P. Coughlin, New York’taki Calvaire Vaftizci kilisesi rahibi William Ward Ayer ve başkaları Nazilerin Yahudi-karşıtı politikalarını açıkça kutluyorlardı. Öyle ki, The Churchman dergisinin bir başyazısı onları şahsen ihbar

543

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

ediyordu. “Lİndbefgh’in Yahudi-karşıtı kabalığına” üzülüyor ve bir­çok Hıristiyanın*Yahudi-karşıthğını ortaya sererek “Hıristiyanlar adı­na hakkı" onlardan geri alıyordu.29

Çünkü Batı, Incilci Matta’nın, İsa’nın mahkûmiyetinin öcünü Pilatus’tan almak için Yahudilerin ağzına yerleştirdiği, “Kam bizim ve ço­cuklarımızın üzerine dökülsün,” şeklindeki aslen şeytansı, nefret taşı­yan ve alçakça uydurulmuş sözleri belleğinden atmayı başaramamaktadır. Politik tutsakların, eşcinsellerin, çingenelerin yok edildiği ölüm kamplarının Tanrı’nm intikamım temsil ettiğine inanmak, XX. yüzyıl belleğinin hatırlayabileceği en hayvanca, en küstah kinin ifade­sidir. Bu, Yahudi olmayan Gulag ölülerine, Afrika’daki Ibolar ve Ik ölülerine, zihinsel özürlü bir ideoloji adına ve bugün Birleşmiş Mil­letler tarafından koruyan bir caninin, Pol Pot’un katlettirdiği Kamboç­yalılara en büyük hakarettir. Şeytan’ın tüm bunlarla ilişkisi yoktur, Tanrı’nm da: Bu, bir gerçeği yakaladığına İnanan insanın aptallığıdır. Belki hepimiz Budist olsaydık tüm bu katliamlar işlenmezdi.

Ben bu satırları bitirirken Şeytan’ın gölgesi Avrupa’nın üzerinde yeniden ortaya çıkmaktadır. 1992 sonuna ait bir kamuoyu yoklaması, üç Alman’dan birinin Nazizim’de "‘iyi bir yan” bulduğunu, Almanların % Tünün Yahudilerin başına gelenin kendi hataları olduğuna, inandı­ğını, bir başka kamuoyu araştırması İtalyanların yaklaşık % 10’unun Shoah’m bir uydurma olduğuna inandıklarım ve içlerinden yaklaşık üçte birinin İtalyan Yahudilerinin İtalyan olmadıklarına inandıklarını ortaya koyuyordu.30 Hiçbir şey öğrenmemiş miyiz? Bu şekilde düşün­ce belirtenler, ekolojist, sosyalist, komünist, kapitalist, eşcinsel ya da liberal oldukları için yarın kendilerinin de kıyıma uğrayabileceğinden

29Aktaran Robert W. Ross, So it Was Tnıe The American Protestaııt Press and the Nazi Perseaıtions of the Jews, Universiıy of Minnesota Press, 1980.

30“Ami-Semitism in Italy Rings True to Echoes in Europe 1 in 3 Germans See a Nazi Good Side,” International Herald Tribune, 7-8 Kasım 1992.

MODERN ZAMANLAR

kuşku duymuyorlar mı? Her insanın düşmanı tarafından anında şey­tan muamelesi görebileceğinden kuşku duymuyorlar mı?

İnsan varlığı kendi tarihinden sorumludur ve tarih boyunca dîn adamının haksız yere karıştığı her olay, Haçlı Seferlerinden bu yana, istisnasız felaketle sonuçlanmıştır. ‘‘İnsan ancak kendi kendini aldata­bilir," diye yazıyordu Emerson. Tanrı’nın zor yoluyla savunulabilece­ğine inanan insan seller gibi kan akıttı, yani Şeytan görevi gördü ve bağışlayıcılık ve yaşam tanrısına derinlemesine saldırdı. Benim en de­rin inancım bütün din savaşlarının son derece şeytansı olduğudur; bütün tekelciliklerin şeytansı olduğudur. İnancım, Şeytan’a inanmanın son derece şeytansı olduğudur.

Yirmialtı yüzyıl önce, iktidara susamış Iranlı rahipler tarafından oluşturulmuş varolmayan bir tanrısallık koşullarında yaşıyoruz. Şey­tan ortamında yaşıyoruz. Yazgımız bu mu? Hayali canavarın bizi cid­di olarak yutmasına izin verecek miyiz?

545

19.

SONUÇ

YERİNE BİRKAÇ DÜŞÜNCE

Tarih, kişisel duygulan yasaklamaz. Bu yolun, sonunda kişisel dü­şüncemi özetlememe izin verilmesini istiyorum.

1Ö VI. yüzyılda, kaba ve çoktanrıcı bir aristokrasiye karşı ayakla­nan kanlı bir rahip olan Zerdüşt’ün uydurduğu, iktidara susamış baş­ka rahiplerin benimsedikleri ve dünyanın diğer yarısında asla olma­yan bir üstünlüğe terfi etmiş olan Şeytan, ardından ortadan kaybola­bilirdi. Çok büyük kötülük de olmazdı: Batı’mn, felsefesinin tohumla­rını ödünç aldığı Yunan, yasaların ruhunu esinleyen Roma ve özgür­lük ve fetih zevkini miras aldığı Kekler; hiçbir uygarlık' Şeytan ı bil­miyordu. Yine de bu uygarlıklar bizim ideallerimizde panldamaya devam ediyorlardı.

Mısırlılar, Hindular, Caynacılar, Budistler’ Şintocular, Orta Ame­rika halkları, Okyanusyalılar; hiçbiri Tanrı’nın düşmanı olan bu an­lamsız kurguyu, Tanrı’ya küfür olarak kabul ettiğim bu kurguyu asla bilmiyorlardı.

Savunucuları bende her zaman belli bir başkaldırı şüphesi uyan­dırmış olan belirsiz bir kavramolan “Yahudi-Hıristiyan mirası,” Şeytan’ın bize Yahuclilerden miras kaldığını ileri sürmektedir. Yani, Ya­hudi İsa’dan miras kaldığını söylemektedirler. Bu iddiaların yanlışlı­ğını kanıtladığımı umuyorum: Yahudiliğin kuşkusuz kaynağı olan Es­ki Ahit hiçbir zaman Şeytan’a Hıristiyanlığın atfettiği yeri vermemiş­tir: Eyüp Kitabı’ndan beri biliyoruz ki, Şeytan, Düşüş’ten itibaren, Tanrı’nın hizmetkârıdır. Gökyüzünde, melekler meclisinde yer alır ve bu konuda, metinlerin hiçbir ısrarı, hiçbir belirsizlik gölgesi yoktur. Şeytan’ın Tanrı’nın Düşmanı olarak yeni rolünü dayatması için tÖ III. yüzyılın sonuna doğru Ortadoğu’nun hareketlilik ve etkisinin bazı Ya­hudi mezheplerine -kuşkusuz Yahudi halkının tümüne değilaniden

548

SONUÇ

nüfuz etmesi gerekti. Bu yeni rol dağılımının ilk ortaya çıktığı yer “Enoş Kitabf’dır. Bu, Eski Ahit’e dahil olmayan bir kitaptır ve en azından kısmen Essenliler tarafından yazıldığı bilinmektedir. Oysa İsa Essendir. Böylece, Iranlı Şeytan Essenliler tarafından, ardından Hıristiyanlık tarafından Akdeniz kıyılarına ulaştı. Yüzyıllar onun ya­rarına geçti; batılinançlılar için vazgeçilmez oldu.

Önceki sayfalarda gözden geçirilen bütün dinlerden beşi çağdaş dünyaya egemendir: Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam, Hinduizm ve Bu­dizm. Nüfus itibarıyla baskın olan üç din Hristiyanlık, İslam ve Hin­duizmdir; yani ikisi tektanrılı, biri çoktanrılı din. Batı dünyasının tür mü Hıristiyandır ya da daha doğrusu, ekonomizm takınağı içinde olan ve başka insanla duygudaşlık, herkesin içinde bulunan Tanrı’ya1 saygı gibi dinin evrensel büyük değerlerini artık hatırlamayan bir uy­garlıkla ilişki içinde özü ve dili yıllar içinde aşınmış Hıristiyanlıkla­ra bağlıdır.

Oysa ortaçağdan bu yana, yani iki büyük tektanrılı dinin zaferin­den bu yana Batı dünyası, Yunanlılar, Romalılar, Mısırlılar dönemin­de asla karşılaşmadıkları kadar çok katliama tanık oldu. Ağaç meyve­leriyle ölçülür, diyordu İsa. Wassy’nin ve Saint-Barthelemios’un, Yer­lilerin katledilmesinin ve bitip tükenmek bilmeyen Yahudi kıyımları­nın, engizisyonun sayısız odun yığınlarının ve ölüm kamplarının ver­diği meyveler hakkında ne düşünebiliriz? Çünkü bu kamplar doğru­dan doğruya, yüzyıllardan beri Şeytan’la özdeşleştirilen Yahudi nefre­tinden kaynaklanırlar.

1945’teki kanlı barış bir yanılsamaydı: İdeolojik bir savaş orta­mındayız, egemen olan iki tektanrılı din tehdit altındaymış gibi dav­ranıyor ve bir başka çağın yasaklarını çoğaltıyorlar. Yani, vaazlarına harfi harfine uymayan her şeyi Şeytan’a bağlıyorlar. Bu yasakların bir çoğunun gülünçlüğünü ve hatalarını boş yere göstermeye çalıştım: Örneğin Muhammed, Tanrı’mn sevgili kullarının cennette içeceklerini

549

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

söylemesine rağmen Islarmn alkol içmeyi yasaklaması; Yeni Din Dersi Kitabı’nm tütün içmeyi kötülemeye kalkışması, oysa ki bu ne.eskatolojiden ne de Yaratıcı’nın kendi yaratısına verdiği bağımsızlık ilkesin­den kaynaklanır. Tanrı’nın niyetlerinden söz ederken, diğer yandan da astrolojiyi mahkûm eden bir elkitabıyla alay etmek çok. kolaydır! Ama, her iki tektanrıcılı dinin kadını, Yaratılış’ın işe yaramaz bir ürünü olarak göstermesinden rahatsızlık duyulabilir. Kadınlara papaz­lık verilmesine izin veren İngiltere kilisesinin din İşleri kurulunun kararının yol açtığı gürültü patırtı sırasında buna tanık olduk ve ka­dınların araba kullanmasına bile izin olmayan Suudi Arabistan gibi tslami ülkelerin en çatık kaşlılarında her gün görüyoruz. Muhammed araba kullanmayı nerede yasaklamıştır? Çamaşır makinesi kullanmak niçin yasak değildir?

Böyîece İslam ortaçağ tavırlarından destek aldı; bu durum, îslamm modern uygarlığa kaçınılmaz eklemlenişinİ daha sert kılacaktır. Aynı şekilde, Katolik kilisenin yandaşları her on yıldan on yıla gide­rek azalmaktadır; öyle ki, örneğin Fransa’da vaftiz edilen nüfusun % 10’undan azma kadar varır (oranlar Avrupa’nın geri kalanında daha iyi değildir).

Oysa bunlar, Şeytan’ın varlığını öğreten iki temel dindir. Anlaşı­lacağı gibi bunlar Mutlak Kötülük’e inançlarıyla kendilerini zehirli­yorlardı. İslam, çağdaş dünyadan kendini ayırıyor, özellikle Mutlak Kötülük’ün sürekli olarak bulunduğuna inandığı ve yalnızca teknoloji ve ürünler ithal ettiği Batı’dan kendini ayırıyor. Hıristiyanlık, her türden doğum kontrolünü yasakladığı Güney Amerika’daki Hıristiyan topluluklara hayali bir umut bağlayarak can çekişiyor; böylece Roma kaybettiği yandaşları Atlantik-ötesinden kazanır! Acımasız hayal! Yir­mi yıldan beri Güney Amerika’da saldırgan ve asi bir din adamları sı­nıfı oluştu ve iktisadi ve demografik gerçekler üzerinde aforozların etkisi, yağmur yağdırmak için geçmişte yapılan Kızılderili danslann-

550

SONUÇ

dan daha fazla değildir.

Dinin etkisini yitirmesinin kötü bir şey olmadığını, çünkü Şeytan fikrinin de etkisini yitirmesini beraberinde getirdiğini düşünen kim­seye gerçeğin çok başka olduğunu söylemek gerekir: Bu düşüş, Hıris­tiyanlık yanlısı mezheplerin yayılmasını .başlattı, bunların yaydıkları vahşi fikirler kurbanlar bulmaya, yani hakikati buldukları yanılsama­sıyla kandırılmış yoldan çıkmış kişiler bulmaya devam ediyor. Başka deyişle, fiili fanatikler buluyorlar.

Son derece daha ciddi olan şey, dine daha bağlı, daha fazla ibadet ediyor olsak da, eskiden Hıristiyan olan Batı’daki, kilisenin kültürel nüfuzunu ve Maniciliğin her şeyi niteleme kaçıklığım koruduk. Geç­miş yüzyıllardan tek farklılık olan Şeytan fantazmına bu kölece bağlı­lık, fantazmın yaratıcılarının öngördüklerinden başka politik amaçla­ra hizmet eder. Fakat, şeytansı hayvan her zaman ve hiç olmadığı ka­dar politiktir. Çağdaş Almanya’da Yahudiler, Türkler, Çingeneler kar­şısındaki Nazi aptallığının ve hayvanca vahşetin dirilmesi, III. Reich nostaljisi içindeki hödüklerinin dirilttikleri din savaşlarının eski ve bulaşıcı alışkanlığından başka bir şeye varmaz. İç karartıcı 1992 yılı boyunca, Yugoslavya ateşi içinde Hıristiyanların Müslümanları katlet­mesi de böyledir. Geçmiş yüzyıllardaki Protestanların Papa’ya inanan­lara karşı kininin kalıntısı olan Britanya’nın Kuzey İrlanda’da kalma inadı da böyledir. Ermeni ve Azeri katliamları da böyledir, Yukarı Karabağ’daki Hıristiyan bölgeleriyle ilgili diğer din savaşları da böy­ledir. İsrail ile diğer Arap ülkeleri arasındaki bitmez tükenmez düş­manlık da böyledir. Başka topraklarda, esas olarak Budist olan SriLanka’da tutunabilmek İçin Hindu ve Müslüman Tamulların öfkeli ka■ rarlılığı, bağımsız kabul ettikleri topraklarda kendi dinlerini dayatma istekleri de böyledir. Bütün çatışma odaklarında bu Şeytan’ın gölgesi­nin ışıldadığı görülür; oysa ki bu Şeytan ikibin altıyüz yıl önce kanlı rahiplerin hayal gücünde varolmuştu yalnızca! ■

' 551

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Yaratıcı’mn değil de Düşmanının daha belirgin bir tanımını yapan ve Boynuzlu’ya siyah mumlar yakmayı asla ihmal etmeyen, fakat Tan­rı ve İsa adına bağış toplama fikri asla akıllarına gelmeyen, kendileri­ni “inanan” olarak niteleyen, ama ibadet de yapmayan yukarda anlatı­lan Satanist kaçıklar gibi, eğer gerçekten Tanrı’ya inanılmıyorsa, her zaman Şeytan’a inanılıyordun Kendinin uygar olduğuna inanan Batı’nın her gün hakiki, gerçek bir Satanizmi tartışması, açgözlülükleri, küçük tavırları içinde kurban ettiğini göstermek için gündelik yaşa­mın tüm bir psikopatolojisi gerekir. Aynı psikopatoloji belki bizde Kötülük takıntısı olarak ortaya çıkar ve paranoya olarak adlandırılan bazı zihinsel bulanıklıklar geliştirir.

Çocukluktan ve yüzyıllardan beri .bilinçaltına yerleşmiş batılinançlı bu altyapılarda hangi politika ve altyapı haklı olabilir? Ve hangi eğitim? 1908 ve 1909’da Fransa’da, piskoposlar laik okulu “şeytansı” olarak nitelediler ve papazlar laik ders kitaplarını yakmak için aileleri dolaştılar (aktaran Jacques Ozotıf, Biz, Öğretmenler). 1929 yılında, Di­vini illius magistri papalık genelgesinde Papa XI. Pius Katolik çocukların laik okula gitmesini yasakladı. Ve özel okula ilişkin yakın dönemdeki gürültü patırtılar kafaların yarım yüzyılda değişmediğini gösteriyor.1 Yeni Din Dersi Kitabı’uda vahiy biçiminde şöyle deniyordu: “Dinsel öz­gürlük hakkı kendinde ne sınırsız olabilir ne de pozitivist ya da natüralist biçimde düşünülmüş bir ‘kamu düzeni’ adına sınırlandırılabi­lir.” Ve ekliyorlar: “ ‘Uygun sınırlar’ her toplumsal durum için poli­tik ihtiyatla belirlenmelidir.”2 Demek ki, bazıları için, Şeytanın var-

1 Dahası var! 1880 yılında, genç kızlara ortaöğrenimin hakkı veren Camille j

See yasasının oylanması sırasında, Hıristiyan sağının yayın organı Le Gtıulois, J

bu tür öğrenimden geçmiş zavallı genç kızlar için intihar yâ da fahişelikten       J

başka gelecek görmüyordu! (Aktaran Mona Ozouf, l'Ecole de la France, esscıi

sur la R^volution, l’utopie et l’enseignement, Gallimard, 1984).  J

2  Yeni Din Dersi Ki tabı ’mn 2357, maddesi eşcinselliği “doğa yasasına aykın” olaJ

rak niteliyordu.                                                                     1

552

SONUÇ

lığını öğretmek eskiden olduğu gibi zorunludur.

Sonuçta, kötücül olduğu kadar gülünç de olan bir kurguyu savun­mada bu kadar ısrar niçin? Hiçbir işe yaramadığını herkesin bildiği, Şeytan’a ya da cinlere, büyüye ya da büyücülüğe başvurmayı Yeni Din Dersi Kitah’nın yasaklamaktaki ısrarı (2113 ve 2116. maddeler) niçin? Şeytan’ı ve yandaşlarını harekete geçirme olanağına ruhuyla ve bilin­ciyle inanan bir kilise mensubu var mıdır? Bir başka dönemin bu buyruklarını yönlendiren şey Kötülük takıntısı mıdır? Tam tersine. Tektanrılı üç din, ceza ve medeni yasalar karşısında toplumsal işlev­lerini bırakmışlardır: Cinayet, hırsızlık ve hatta zina günümüzde yasa tarafından çok net biçimde cezalandırılmaktadır. Bizim “ileri” demok­rasilerimizde bile zina hukuksal bir ceza olarak ciddi mali ve dahası ahlaki sonuçlara’ yol açar. Yalan yere yemin, yanlışlıkla bile, Batı’da pek tutulmamaktadır ve arzuyu, Şeytan korkusuyla önlenmeye çalışı­lan günah kabul etmek, günümüzde muhataba saldırı olarak kabul edilmektedir. Tanrıtanımazlığın ve çoktanrıcıhğın mahkûm edilmesi­ne (2110. ve 2112,. maddeler) gelince, bu, Hıristiyanlığı savunma ba­hanesiyle, örneğin Hindu olma özgürlüğüne temel bir saldırı oluştu­rur.

Geriye farklılıktan duyulan nefret ve cinsellik kalır. Bu,, tektanrılı dinler tarafından Şeytan’a atfedilen gerçek alandır. Birincisi, dünyanın tarihi kadar eskidir: Sonuç itibarıyla Adem kadından tiksinmiştir, çünkü kadın farklıydı ve o dönemden bu yana insanlık yabancıdan nefret etmeye devam etmektedir, hem de ilk bakışta nedensiz yere, yalnızca yabancı olduğu için. Fakat açıktır ki, bireyi bu kine karşı ko­rumaktan uzak olan tektanrılı dinler görüldüğü gibi bu kini koru­makta ve güçlendirmektedir. Merhamet görevi yabancıdan nefrete dö­nüşmüştür. Oysa aynı kafada olmayan herkes yabancıdır.

Bu açıdan, Şeytan’ın savunması uzun sürmüş, gerekçe kabul edil­memiştir. Tektanrılı dinler bizi Şeytan’ın kinine karşı korumamakta-

553

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

dır. Cinselliğin yasaklanması, daha çok Şeytan’ın sistemine bağlıdır.

Çünkü tektanrılı üç din de özünde aynıdır: Yeryüzü bir. gözyaşı vadisidir ve bu dünyadaki tek amacımız sadece ahiret mutluluğumuzu hazırlarnakla sınırlıdır. Gördüğümüz gibi, Günah’ı bulanlar, Mezopotamyalılar ömür boyu tövbe ile ahlaki olarak kendini cezalandırmayı birbirine karıştırıyorlardı (gerçekte Şiiler her yıl Aşure ayında acıma­sız bir bayram kutlamaktadırlar. En ateşli inananlar bedenleri çıplak bir halde kendilerini kırbaçlamaktadırlar, fiziksel olarak ve kanlı bir şekilde, bunu da bizim ortaçağ işkence aletlerimizin bir türü olan uç­ları çengelli, üç düğümlü kırbaçlar yardımıyla yapmaktadırlar). Cen­netin bu dünyada başlayabileceğim ileri sürdüğünden, bütün zevk al­ma uygulamaları bastırılmalıdır. Böyle bir uygulama öte dünyaya kü­fürdür.

Ama hangi zevk? Güzel yemek zevki artık geçerli değildir, çağı­mız diet tutkunudur ve günlük beslenme zaten günah yerine geçmek­tedir (Batı’daki şehir nüfusunun hemen hemen tümü fırsat buldukça sandviçe yönelir). Eğlenceye yani! Görsel din büyük bayram seyirle­rinin yerine geçmiştir ve Abu Dabi hariç, bir televizyon dizisi seyre­diliyor diye Cehennem’e gidileceğine pek inanılmamaktadır. Geriye cinsellik kalıyor! Cinsellik, işte Şeytan’ın varlığının nihai ve hakiki nesnesi!

Hıristiyanlarda, kendi deyişiyle eciş bücüş biri olan Pavlus’dan beri bilinmektedir ki, cinsel organların kullanımına ancak evlilik çer­çevesinde izin verilmiştir ve dahası zevk almamak koşuluyla. Sonuçta bunun bilinmesi gerekmektedir, kiliselerin en büyük kaygısı cinsel edimi denetlemek ve meşru biçimlere kadar sınıflandırmaktı. Geç­mişte denetlemek çok zahmetli değildi; bir yandan, bugünkü büyük metropollerin anonimliği yoktu, diğer yandan doğa açık saçıklıklara, yani hamileliğe uzun vadede bir yaptırım öngörmüştü. Evlilik dışı hamilelik geçmişte karanlık bir maceraydı ve paraya mal oluyordu.

554

SONUÇ

Dolayısıyla genç kızlar engellenebiliyordu; mastürbasyon yapan er­kek çocuklara gelince, mastürbasyonun deli ve sağır ettiğini, ve erken ölüm getirdiğini söylemek yetiyordu. Aslında, deniyordu, mastürbas­yon yapan kimse dişi bir şeytanla çiftleşmiş olur ve çok tehlikeli bir hastalığa tutulur! 1930’lu yıllara doğru, “zenciler”le ve “îlkeller”le alay edilirken, gençliğin zihni bilgiççe bir tonla vaaz edilen bu türden zırvalarla bulandırıldı. Gençliğimde, nesnel bilgi örtüsü altında, mas­türbasyonun ciğer ve kalp hastalıklarına neden olduğunu ve güçsüzlü­ğe yol açtığını yeterince İşittim! Şeytan zevkti elbette, çünkü bu dün­yanın prensiydi ve yeryüzünde orgazmı teşvik ediyordu.

Doğum kontrol haplarının ortaya çıkışı olayların akışım kesinlik­le değiştirdi ve bundan böyle (incelenmeye değer bir konudur) hapla­rın yaygınlaşması kiliselere gitme sıklığında azalmayla çakıştı. 28 Aralık 1968’de, Neuwirth yasasıyla, Şeytan, adı artık kaygı verici bir şekilde Corydon ve “Ahlaksızlık Ruhu”ydu, yeni bir ad edindi ve 19nor-progesterone dendi. Hâlâ aynı yerdeyiz ve gezgin papalarımız, tehdit edici bir demografik patlamaya yakalanmış topluluklara, tıpkı mastürbasyon ve eşcinsellik gibi, hapın da bir günah olduğunu (kür­tajdan söz bile etmeyelim) hatırlatıp duruyorlar. Yakın dönemde ahla­ki ve dinsel otoritelerimizin prezervatife karşı yürüttükleri inatçı kampanyayı gördük. Bu tür söylemlerin dünya nüfusunun artış oran­ları 'karşısında bir anlamları olup olmadığını sormak insanın hakkı­dır. Bugünkü tempoyla, açlığın birçok yerde salgın boyutlarında kı­rıp geçirdiği bir gezegenin üzerinde oniki milyar insan olacağız. Ta­bii eğer, nüfusun büyük çoğunluğu Şeytan’ı Şeytan’a havale ettiğinden, hap evrensel yerleşme hakkı edinmezse (1990 yılında tüm dünyada yüz onüç milyon kadın hap alıyordu)!

İşte bu nedenle Şeytan hayatta kalmaktadır; tıpkı, birkaç on yıl önce diktatörlerin güçlükle yaşayan kadavralarının hayatta kalması gi­bi: Bu, cinselliği gemlemeye yarayan bostan korkuluğudur. Tanrı

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Düşmanı’nın olağanüstü yozlaşması! Doğulu kökenlerinde, masal ürünü bu canavar, epik kavgalar içinde evrendeki önceliği Yaratıcı ile tartışmaya cesaret etmişti; ama artık yaşlı, küçük bir şehvetperestten başka bir şey değildir. Genelevlere karşı savaşan Marthe Richard gi­bi, rahiplerden, hahamlardan ve mollalardan oluşan geniş gövde Şey­tan mitinin zincirlerinden çılgınca boşanmasını engellemeye girişmiş­lerdir! Bu mücadelelerin yararı ölçülebilir: Bunlar, bütün Avrupa şe­hirlerinde, fahişeliğe ayrılmış geniş mahallelerdir, hem de ne fahişe­lik! Lautrec ve Zola’nın pek sevdiği genelevlerin yanında pansiyon kalırlar! Mağaza zincirleri her yerde kötülüğe karşı kolaylıkla reçete olarak hizmet eden videolar önermektedirler. Ama bu arada, Yeni Din Dersi Kituh’nm uyarılarında özellikle eksik olan uyuşturucu ve şiddet, metropollerimizi küçük Beyrut’larla kuşatmaktadır. Asıl Şeytan'buradır, ama aldıran kim!

Kötülük kavramı olmadan mı yaşamak gerekir? Yunanlılar ve Budistler bunun bir ütopya olmadığının tanığıdır. Tanrı, Şeytan’dan çe­kinmeden, bize paylaştırdığı saygınlık içinde sevilebilir.. Şeytan’ın sürdürdüğü savaş kan dökmekten başka bir işe yaramamış, en hayva­ni eğilimlerimizi coşturmuştur. Jean d’Arc’ı yaktırmıştır, filozofları yaktırmıştır, “büyücüler”! yaktırmıştır, Protestanları yaktırmıştır, Yerlileri yaktırmıştır, Yahudileri yaktırmıştır. Kolaylıkla ölçülebilir: Hayvan’a teslim olmuş saldırıların açık ve sürekli yenilgisi toplamla­rımızı, filozoflardan sokak serserilerine kadar kemiren bu müstehcen fantazmm tehlikelerini hiç değiştirmez. Antik Yunan’da yaşasaydı Hitler’in bir fesatçı olacağından kim kuşku duyabilir?

Fakat bu, Nietzsche’nİn dediği gibi, öyle bir dönemdi ki, "hiçbir tanrı bir diğerinin inkârı olmadığı gibi, bir diğerine küfür de etmez!”

556

A

ABAELARDUS Petrus, 477,478 Abdera (Trakya), 235 ABDURRAHMAN, 511 ABDÛLMUTTALİP (Muhammed'in babası), 497

Abidos (Mısır), 277

ABİMELEK, Şekem kralı, 395

Actium, savaş, 2/0

AÇTAR (Arap Tanrısı), 163 .

Ad extirpanda, IV. Innocentius mührü, 474

ADEM (ilk insan), 141,166,385,386, 387,388,392,412, 468, 479, 501,

■ 541,553

Adem İle Havva'nın Yunan Yaşamı,

İki ahit arası metin, 412 Ademciler, mezhep, 475,479 ADONAI (Tanrı adı), 451 ADRASTOS, mistik Argos kralı, 224 Adulis, Zula (Habeşistan), 299 AENEAS (Troyali kahraman), 249, 250,252

Aeneis, Vergilius, 248,266 AESHMA (Mazda cini), 140 AFACAN TILL, 200, 205 Afganistan, 129,242

AFRODİT (Yunan aşk tanrıçası), 151, ■163,219,228,439,442

AGAMEMNON, efsanevi Argos kralı, 221

AGHORA (Hindu tanrısı), 89

AGNİ (Veda ateş tanrısı), 71,86,198, 201

AHAB, İsrail kralı, 393,394 ■ AHMOSİSI, firavun, 274,277

AHONE (Virginia yerlilerinin tanrısı), 332

AHRİMAN (Veda, ardından da Mazda kötülük tanrısı), 131,140,141, 142,143,147,173,199,205,257, 362,413,415,416,418,430,498

AHU RA MAZDA (İran Veda tanrısı), 130,131,133,135,138,139,140, 142,147,150,151,413,414,415, 418,440,501 -

AISH (keşiş), 499

AlSKHYLOS, 218,223,238,539

AKAMANIŞ (Pers hanedanı), 129, 133,146,148,151

Akhaia (Yunan), 236

AKHENATON (AMENHOTEP IV), firavun, 273,274,275,276, 278, 279,280,282,283, 284

AKİBEEL (melek), 401,402

AKOMAN (Mazda tanrısı), 140

AKSOBHYA (Buda’nın adı), 80 Aksum (Habeşistan), 298,299, 300, 496

ALAMANLAR, halk, 209

Alberta (Kanada), 328

ALBERTUS MAGNUS (Dominiken), 478

ALBİLİLER, bkz. Katharlar, 451

ALEKSİOS l. KOMNESOS, 470

ALEXANDRE IV, papa, 474

ALEXANDROS IV İANNAİOS, Kudüs başrahibi, 406

ALEXANDROS SEVERUS (Roma imparatoru), 497

ALGONKİNLER, halk (Kanada), 329

Ali Kuş (İran), 125

557

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Ailen, film, 533

ALKMENE, Mykenelilerin efsanevi prensesi, 219

Altın Dal, Sir James Frazer, 53,179

Altın Post, 123

AMAR-UTUK (Sümer tanrısı), 161

AMATERASU-O-Mİ-KAMİ (Şintolann güneş tanrıçası), 82,116,117

AMBROSIUS (Kilise Babası), 435 AMENOFİS I., firavun, 277 AMENOFİS II., firavun, 278, 390 AMENOFİS III., firavun, 274, 276, 278 AMENOFİS IV., firavun, 274, 276, 278, 283

Ameşaspend (Mazdacıların ölümsüz ruhları), 414

AMİNE (Muhammed'in annesi), 496 AMİTABHA (Buda'nın adı), 80,112 AMMİZADUGA, Sipar Kralı, 391 AMMONİTLER, Sami halkı, 494 AMOGASİDDHİ (Buda'nın adı),'80 AMON (Mısır tanrısı), 276,278,280, 282, 283, 284

AMPHITRYON, efsanevi Tiryns kralı, 220

Anabâsis, Ksenophon'un eseri, 17, 138

Anadolu, 122,126,178,217,218, 252

Anagni (İtalya), 463

ANAHİTA (Veda tanrısı), 147 ANGAMİ, Naga kabilesi, 58 ANGILLAR, halk, 208, 209 ANGLOSAKSONLAR, 184, 209, 210, 274

ANNUNAKİ'LER (Mezopotamya aşağı panteonu), 164

ANSELMUS aziz, 477 Antiokheia, 152,405

ANT1OKHUS IV EPIPHANES, Selefki

Kralı, 405

ANTIOPE, 219

ANTOlNEAziz, 92

ANTOINE PADOVALI Aziz, 50

ANU (Babil gökyüzü tanrısı), 160,161, 164,165,173

ANUBİS (Mısır tanrısı), 227,351

ANULALAR, halk (Avusturalya), 48

APAÇİLER, halk (New Mexico), 332, 340,344,345

APOLLON (Yunan ışık tanrısı), 150, 151,194,195, 218, 219, 224,228, 236,239,254, 270, 287,440, 442

APOLLONIUS TYANAEUS, 234,447 APOPİS (Mısır yılanı), 288, 289 APSU (Babil su tanrısı), 162,167, 176,178, 390

APU İLLAPU(İnka tanrısı), 374

Apulia, 209, 249,250, 271

Arabistan, yarımada, 157,163,299, 300,489,490, 491,492, 506,508, 511

Arallu (Mezopotamya cehennemi), 397

Aramca (dil), 129,401,509

Ardenne, 187

ARENDT Hannah, 15

ARES (Yunan savaş tanrısı), 194, 200,219,439

ARGON AUTLAR, 123

ARIANE, 253

Arık Ülke Budizmi, 112

ARİLER, halk, 68,69,71,74, 75,99, 128,132,189,221,310

ARİSTOBULOS PHİLHELLEN, Kudüs başrahibi, 406

ARİSTOTELES, 223, 232, 233

ARİUS, 448,454

Arles, 475

 

558

DİZİN

Arlesii Tarasque (canavar), 19,213 ARNAUD-AMÂURY, Citeaux rahibi, 473

Arslan-Taş (Mezopotamya), 177

ARTASERKSESII, Pers kralı, 147, 150,413

ARTEMİS (Yunan tanrıçası), 225,228, 442

ARTEMİS DYCTİNNA (Girit tanrıçası), 442

AS Amr ibnül, 510

ASARADEL (melek), 402

ASARHADDON, Mezopotamya kralı, 178

Asgard'(Kuzey Olympos'u), 199

ASMODAİOS (cin), 140

Assam (Hindistan), 23, 53,57 ASTAROTH (Babil tanrısı), 493,527 ASTARTİ (Babil panteonundan), 493, 494

asû, Babil rahipleri, 174 asura’lar (Veda karşı tanrıları), 69 ASURBANİPAL, Asur kralı, 155,167, 178,179

AŞOKA (Hint imparatoru), 111

AŞ İL (Homeros’un kahramanı), 220, 378

aşipı/lar (Mezopotamya büyücü rahipleri), 174

Aşure (Şii bayramı), 554

ATAHUALPA, İnka imparatoru, 372

Ateş Hırsızı, 343

Ateş İnsanları (Apaçilerin mitik figürleri), 342,343

ATHANASIOUS (İskenderiyeli Helenist), 436,437,438,478

ATHENA (Yunan tanrıçası), 215,219, 220, 221,228,303

Atina, 123,131,215, 217,219,222,

224,235,236,238,253,267,439, 442

Atlantik, okyanus, 297, 319,354, 377, 378,550

Atlantis, 354

ATLAS (dev), 354

Atlas, dağ, 354

ATSUVVEGİLER, halk (Kuzey

Amerika), 327

ATTAR (Mineen tanrısı), 493,494 ■ Attika, 177,214,217,231,236 ATUA-METUA (Paskalya tanrısı), 40 ATUM (Mısır tanrısı), 276,280,289,

- 292

Atum ile Oiris’Arasında Söyleşi, Mısır metni, 292

AUGUSTINUS Aziz, 459, 460

Auschwitz, 15

AUTUNLU HONORE, 477,479

Auvergne, 187

AUVERGNELİ GUILLAUME, Paris piskoposu, 478

AVALOKİTESVARA (Buda’nın biçimlerinden), 112 .

Avesta, İran derlemesi, 124,133,134, 135,138,140,141,147, 414

Avignon, 463,475

AVİ LALI’TER EZA,, azize, 33,105

Avusturalya yerlileri, 32,46, 49

Ayasofya, bazilika (İstanbul), 212

AYER William Ward, 543

AYI ADIMI, halk (Kuzey Amerika), 329

Aynaroz Dağı (Yunanistan), 105 AYNULAR, halk (Japonya), 118 AZANDELER, halk (Yukarı Kongo),

316

AZAZEL (Mazdacılıkta, daha sonra daincil'de cin), 141,396,400,402

AZKEEL (melek), 401

 

559

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

AZTEKLER, halk (Meksika), 11,261, 339, 347, 354, 355, 364, 365, 367, 369,371,381

Aztlan (Aztek gökyüzü), 354

B

BAAL (Asur tanrısı), 286,408, 409,.

416,     440, 442

Baalbek (Lübnan), 299

BAALZEBUB, 10,13, 50, 425

Babil, 127,129,137,138,147,150,

151,154,155,156,159,160,161,

162,163,164,167,172,173,174, 175,179,237,390,391,392, 394, 396,397,404,408,413,414,416,

417,     430,449,450,463,493,498

Babil Talmudu, 414

Bacab’lann Dinsel Törenleri (Maya), 360 ■

BACCHUS (Roma tanrısı), 251,254

BAHAULLAH; 491

BAHN Paul, 38, 39

BAİLLY Anatoîe, 225,456

BAİLA'LAR, halk (Afrika), 310 BAHİRA, keşiş, 498, 509 Bakkhalar, Aiskhylos, 238

Baktriane, 129,135,175

BALDER (Kelt tanrısı), 197,199

BAMBARALAR, halk (Senegal ve

Nijerya), 317,319

BANDALAR, halk (Gine), 315 BANDVA (Zerdüşt'ün düşmanı), 136 Banju Wangi (Java), 65

.BANTULAR, halk (Zambiya), 300,320 Bar Kohba, 447 .

BARDİYA (GAUMATA denen Persli sahtekâr), 146

BARDİYA (Kambyses’in kardeşi), 146 BARKAYAL (melek), 402

BARON CUMARTESİ (Vodu tanrısı), 362

BARTIMEUS (kör), 426

BASEDOW HERBERT, 47

BASILEIOS (Bogomil keşiş), 470,471 BASILEIOS BÜYÜK (Kilise Babası), 435

BASILEIOS İL, Bizans imparatoru, 469

BASILIEIDES (gnostik), 445

Basra Körfezi, 122,129,154,175, 178, 386,492

BASUMBWA, halk (Afrika), 312 BATAKLAR, halk (Sumatra), 32 Batı Pasifik Argonotları, B.

Malinowski, 41

Batman, film, 533

BATRES Leopoldoi 352

BAUDELAIRE Charles, 22, 24, 537

BAUDRILLARD Jean, 540

Bavyera, 30,64

BEETHOVEN Ludwig van -, 537 Bektaşiler, 491

BELİAL (Şeytanin adlarından), 396, 408,409,410,411,416

Belize, 369

BERENİKE, 271

Bergama büyük sunağı, 212 Bering Boğazı, 65,184,330,353 BERKOWITZ David, 525

BERNAL Martin, 303

BERNAND Andre, 225,226,232 BEYAZ TARA (Tibet ana tanrıça), 112 BHAGA (İran Veda tanrısı), 132 Bhradaranyaka (Upanişad), 87 Bingo-fudoki, Şinto metni, 117 Birmanya, 14,53,58,111 Biz, Öğretmenler, Jacques Ozouf, 552

 

560

DİZİN

BİZANSLI HERAKÜTLER, 215

Blaue Reiter, hareket, 513

BOGOMİLE, Ortodoks papazı, 469

Bogomiller, 451,469,470,471 boğa kültü, 126

Bolivya, 351,376,379

BONAFATIUS VIII., papa, 463

BONAVENTURA aziz, 478

Bordeaux Konsili, 455

Bosna, 469,471,472

BOŞİMANLAR, halk (Kalahari), 298, 319

BOTHA (Fransız arkeolog), 177

BOTTERO JEAN, 156,158,160,170, 171

BOUGAINVILLE Louis Antoine de, 24 BOURBONLAR, hanedan, 453,487 BOURDIN Georges, 531 BOURGET Paul, 76, 525

Bourgogne, 187

BOYANCE Pierre, 247, 250,251,253, 260, 262, 263,268,269

BOYER Regis, 208,210

Bozrah,497

Braga Konsili (563), 457

Brahmancılık, 84,85,86,87,136

BRECHT Bertolt, 169

BRENDAN (İrlandalI gemici), 354, 377, 378,379

Bretagne, 187,455

BRETON Andre, 540

BRİCRİU (efsanevi Kelt şefi), 203, 204,205

BRİHASPATİ (Veda tanrısı), 71

British Museum (Londra), 166,216, 391

BRUEGEL Yaşlı, 385

BRUNO aziz, 476

Brücke, Alman dışavurumcu hareketi,

513

BUDA, 63,74,75,76,78, 79, 80, 81, 82, 83,84,96,97,107,108,112, 114,120,149,194,195,248,274, 371,451,509

Budizm, Budist, 63,64, 81,82,83,84, 93, 98,107,112,113,114,445, ,544,548’551,556

Buhara, 510

BULTMANN Rudolf, 423,424,427, 428

BUSH George, 14

Büyücü/erin Çekici, H. Kraemer ve J.

Sprenger, 482

Büyücünün Elkiîabı, fi,. La Vey, 528

BÜYÜK İSKENDER, Makedonya

Kralı, 129,159,175,178,189,

216,223,385

Byblos (Fenike), 293

BYBLOSLU PHILON, 494

C

CACUS (Roma cini), 257

CAHİZ EL, 511,512

Cajamarca (Peru), 371

CAJETANUS kardinal Tommaso de

VIO, 479

California, 113, 329, 333, 350, 513, 527,530, 541

CAMPBELL Joseph, 66, 69, 85,169, 312,321,337,342,343,378

Campeche (Meksika), 350

Capitolium (Roma), 257,269

Carcassone, 472

CARCOPİNO Jerome, 258,260,261,

264,265, 270

Carmanie, 129

CARMENTIS (Roma tanrıçası), 264

CARPOCRADE (gnostik), 445

 

561

ŞEYTANIN GENEL TARIHI

CASALIS Raymond de, Ararens kathar "piskoposu”, 472

CATO yaşlı, 253

CAURİ (Tibet cini), 96

Caynacılık, 67, 76, 77, 78,84,93, 548 Cehennemde Bir Mevsim, Arthur

Rimbaud, 538

CERES (Latin tanrısı), 251,253

CERNUNNOS (Kelt tanrısı), 194,195 Cezayir, 491,496

Cezayir İslami Selamet Cephesi, 8 CHAC (Maya yağmur tanrısı), 360 CHARCOT Jean Martin, 426,522, 540,542

CHARLES MARTEL, 511

CHASTA-COSTALAR, halk (Kuzey

Amerika), 327

CHATEAUBRIAND François Rerö, vikont, 327

CHILDE V.G.,356

CHIRAC Jacques, 14

CHİBCA'LAR, halk (Kolombiya), 370

Chilam Balam (Maya), 360

CHİLKOTİNLER, halk (Kanada), 343 CHİMU'LAR, halk (Peru), 371,372, 373,376

Choiseul, ada (Pasifik), 45 CHRISTIANSON Joan, 521

Christian FrontlfiBty, 543 CHRISTINE, İspanya kraliçesi, 488 Churchman, The, dergi (ABD), 543 CICERO, 247, 258, 266,541 Cistercium, tarikat, 473

ÇİZİN (Maya ölüm tanrısı), 361,362

Cizvitlenn İlişkileri, (Kuzey Amerika üzerine, 18. yy), 331

CLAUDIUS, Roma imparatoru, 258

CLEMENS V., papa, 463

CLEMENS VI., papa, 463

CLEMENS İSKENDERİYELİ (Kilise babası), 434,439,440,441,446

CONRAD Joseph, 297, 539 ■

CONSTANTINUS, Roma imparatoru, 148, 432, 436,437,438,439,441, 448,454,497, 508

COOK Kaptan James, 39,61

Cook'un Seyahatine Ek, Diderot, 25

CORONADO Francisco Vasquez de, 339

CORTES Hernan, 348

Cortes, İspanyol parlementosu, 475, 487

COSMAS RAHİP (BizanslI yazar), 470

Costa Rica, 351,369

COYOTE. Bkz. Koyote

COZE Paul, 329, 334, 344, 345

CREEKLER, halk (Georgia, ABD), 343

CROM CRUACH (Kelt tanrısı), 195, 196

Cro-Magnon insanı, 28,35,303,353

CROMWELL Olivier, 461

Crotone (İtalya), 262

CUCHULAINN (Kelt kahramanı), 191, 192,205

CUPİD (Roma tanrısı), 90

Ç

Çatalhöyük (Türkiye), 30,126,193

ÇEÇENLER, halk (Kafkasya), 204

ÇEHOV Anton, 517

ÇERKEZLER, halk (Kafkasya), 204, 305,505

ÇEYENLER, halk (Kuzey Amerika), 344

Çılgın Efendiler, Jean Rouch’un filmi, 296,526

Çou, Çin hanedanı, 100

 

562

DİZİN

ÇUKÇELER, halk (Sibirya), 119 .

Çukur Mezarlar kültürü (İtalya), 249

D

DAÇYALILAR, halk, 175, 218 daeva'lar (Veda tanrıları), 69,130,140, 142,147

daimonlar (Yunan), 18,225,231,232, 233

DAMKİNA (Babil tanrıçası), 160,164

DANEL (melek), 401

Danimarka, 198,209

DANU (büyük Kelt tanrıçası), 193

DARİUS i„ Pers kralı, 121,128,137, 142,146,147,149,150,151,207, 299,413

DARWIN Charles, 384,385

DAVIS Edward, 37

DAVUD, İsrail kralı, 395,397,398, 399,404,493

DAYAKLAR, halk (Borneo), 49

De defectu oraculorum, Plutarkhos, 232

De superstitio, Seneca, 256

DEFOE Daniel, 21,461,482

DEİOKES (Med kralı), 129 Delphoi, 217, 223,236.

DEMETER (Yunan tanrıçası), 236, 238,239, 442

DEMETRIOS (Yunan kiniği), 223

Demiurgos (Gnostik kavram), 131, 167,234,400,433

DEMONAKS (Yunan kiniği), 223

DEMOSTHENES, 238

Deniz Kazasından Kurtulan Adam,

Mısır metni, 292

DESCARTES Rene, 458, 503

Deus Fidius (Roma), 264

Devlet, Platon, 223, 229, 231,266

dharma (Brahman dinsel yasası), 87, 96,111,114

DIDEROT Denis, 25

DION CHRYSOSTOMOS, 133.

DlOP BIRAGO, 323

Dicle, ırmak, 129,154,157,298,303, 386

DİDİGWARİ (İk tanrısı), 311

DİDO, Kartaca kraliçesi, 250

Diesirae, 170

Dinsel İnançlar ve Fikirler Tarihi, Mircea Eliade, 30

Dinsel Yaşamın Temel Biçimleri, Emile Durkheim, 35

Divini illius magistri, Pius Xl’in papalık genelgesi, 552

DİMME (Sümer tanrıçası), 172,173 DİNKALAR, halk (Sudan), 306,307 DİODOROS SİCİLYALI, 186, 205, 239,241

DÎOGENES, 223, 224

DIOMEDES, Argos kralı, 18,220 DİONYSOS (Yunan tanrısı), 90,91, 228, 230, 236,237,238,239,240, 241,242, 254,440,441,442

DOGONLAR, halk (Mali), 44,302, 313,316, 480

DOMITIANUS, Roma imparatoru, 269 DORLAR,.halk (Yunan), 218 DOSITHEOS, 446, 450 •

Dracula, B. Stoker, 539

Dragovista, 472

DRAUGR (Kelt ruhu), 194 DRAVİDLER, halk (Hint), 68,69 DULL KNİFE, Çeyen şef, 344 DUMEZIL Georges, 36, 71,128,132, 133,139,144,145,152,179,196, 197,198, 200,201,203, 204,207, 242,250, 251,253,254,260, 359

 

563

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

DUMUZİ (Babil tanrısı), 237

DUNS SCOTUS ÎONNES, 505 Dur Şarrukin (Mezopotamya), 177 DURKHEIM Emile, 35,60

Düzyazı Edda’Iar, 191

Dyrakkhion, 447

E

EA (Babil su tanrısı), 160,164,165

Ebu Cehil, 499

Ebu Dabi, 554

EBU TALİP (Muhammed'İn amcası), 497,498

Edimlerimiz Peşimizden Gelir, Paul Bourget, 76

Efes, 447

EH-AH-SA-PE, Siu şefi, 329

EINSTEIN Albert, 527

Ekbatana, 137

ELIADE Mircea, 30, 31,74,98,99, 101,126,135,136,138,144,167, 169,199,201,202,203, 207, 237, 239,241,282, 321

Elkasaİt, Mezopotamya Essen mezhebi, 424,449,450

EMERSON Ralph Waldo, 545

Emilia, 250

Encyclopaedia Britannica, 37,39,58, 77, 82,85,102,103,104,105, 111,112,131,135,143,150,156, 157,166,170,171,172,187,217, 240, 253,278, 279,286, 288, 300, 310, 330, 331,362, 363,365,368, 371,376,451,456,466,475,493, 494

Encyclopaedia Universalis, 77,127,

144, 215, 240, 255,360,414

Engizisyon, 385, 453, 465, 466, 467, 475,482,485,487,488,503

ENKİ (Sümer su tanrısı),' 155,160, 163,168,169,390,391,392

ENKİDU (Sümer kahramanı), 155,392

ENLİL (Babil yeryüzü tanrısı), 160, 164,165,170,173

ENNIUS (Romalı yazar), 263

ENOŞ (İncirdeki ilk peygamberlerden), 388

Enoş Kitabı, 251,383,401,402,403, 404, 503,549

Enuma Eliş (Babil Yaratılış şiiri), 162 Eolie, adalar. Bkz. Lipari, adalar

EOLİSLER, halk (Yunan), 218

EPIMETHEUS (Pandora'nın kocası), 220

EPİPHANİOS aziz, 447

ERATOSTHENES, 35

Ereç (Mezopotamya), 157,161,164

EREŞKİGAL (Babil cehennem tanrıçası), 164,165,166,173

Eridu (Mezopotamya), 164

Ermenonville, çöl, 328

EROS (Yunan tanrısı), 241,529 ershemma’lar (Sümer dinsel şarkıları), 170

Eski Ahit, 161,387, 390, 391,394, 396, 397, 398,399,400,401,402, 403,408,410,411,418,421,425, 427,428,429,431,433,438,448, 458,489,497, 500, 501,502, 505, 548, 549

Eski-Eski Ahit, 162, 399,402,418, 425,441,498

Essenliler, mezhep, 213,383,396, 403,404, 406,407,408,409,410, 411,412,415,416,419,422,424, 425,429,443,450,496,549

eşcinsellik, 52, 284, 315, 316, 317, 469,485, 530, 544,552,555

 

564

DİZİN

Etiyopya. Bkz Habeşistan

Etolya, 217

ETRÜSKLER, halk, 185,193,252, 253,271

Euboia, ada (Yunanistan), 217

EUROPA, 219

EURYDIKE, 240

EURİPİDES, 218,220, 222,224

EUTHYMİOS ZİGABENOS (BizanslI keşiş), 470

Eutyphron, Platon, 230

EYMERiCUS NICOLAUS, 465,482

Eyüp Kitabi, 397,399,429,431,433, 548

F

Faust, Ch. Gounod'un operası, 527

Faust, Goethe, 539

FENİKELİLER, halk, 155,216,378, 492

FENRİR (Kelt kurdu), 196,197,198, 199

FERİSİLER, 396

Feroe adaları, 198

Feroe Sağası, Kelt hikâyeleri, 208

Fırat, ırmak, 129,154,157,158,164, 277, 303, 386, 507

/rates (Roma kavramı), 269

Fiji adaları, 26,45

FİLİPUS (havari), 152

Filistinliler, 397, 398

Finlandiya, 122

FİNTAN (Kelt kahramanı), 188

FLAVIUS JOSEPHUS, 17,.406

FLENLEYJohn, 38, 39

FORD Henry, 543

Frankenstein, M. Shelley, 539

FRANKLAR, halk, 209,464

FRAZER Sir James, 50,53,179,180,

181,235,331,336

FREUD Sigmund, 168, 275, 283

FRİGG (Kelt tanrıçası), 199

Frigya, 218,237,238, 242,252,442, 443

FROBENIUS Leo, 298,319

FULVIA (Antonius'un karısı), 258

FULVIUS NOBILIOR (Romalı yazar), 263

Fusaro, göl (İtalya), 266

G

GAİA (Yunan yeryüzü), 315

Galatia, 190

GAMA Vasco de, 297

GANDİ Mahatma, 85

GANYMEDES, Troya prensesi, 219 Gassan ve Kında, krallık (Arabistan), 493

GATHALAR, Zerdüştçü ilahiler, 121, 134, 136,137,138,139,140,143, 144

GAURİ (Tibet cini), 96

GEORGE Stefan, 216

GEORGIOS aziz, 33, 80,287, 305

GETLER, Trakya halkı, 175

GHASMARİ (Tibet cini), 97

GİBBON Edward, 300

GİDE Andre, 296

GILGAMIŞ (Sümer kahramanı), 155, 156,161,165,392,418

Gılgamış Destanı, 155,156,165 Girit, 90, 216, 218, 236,237,442 Gizli Oturum, J.-P. Sartre, 534 Gnostikler, 88, 263,400, 445, 446, 447

GNOSTİSİZM, 124, 142, 231,232, 233,234,267,404,413,444,445, 446,447,460,467, 470

 

565

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

Gobi Çölü, 64,98

GOETHE, 216

GOLYAT (dev), 19

GONCOURT Edmond ve Jules de -, 513

GOOD Sarah, 487

Gorbaçov Mikhail, 16

Gorgias, Platon, 266

GORGO, 18

Göl İnsanı (Amerika yerlilerinin cini),

326

GRAF Kari, 390

Graf-Wellhausen teorisi, 390

GREGORIUS BÜYÜK, papa, 435

GREGORIUSIII., papa, 298

GREGORIUS NAZİANSOS (Kilise babası), 436

GRETA GARBO, 274

GRIAULE Marcel, 302,314,316

Grönland, 332

Guatemala, 358,361,369

Guernesey, ada, 190

GUIBOURG rahip, 523

GUILLAUME IX., Akitanya dükü, 472

Guran(İran), 125

GURDJIEFF Georges, 513

Güneş Kapısı (Tiahuanaco), 373, 380

Güzellik Duvarı (Machu Pichu), 352

H

Habeş Kitabı, 298

Habeşistan, 298,494

Habeşler, 496.

Habiru. Bkz. İbrani

Hacılar (Türkiye), 30

HADES (Yunan tanrısı), 226, 239

Hadramut (Yemen), 508

HADRIANUS, Roma imparatoru, 406,

433

HALİKARNASSOSLU DIONYSIOS, 252, 253, 254

HALLACI MANSUR, 514

HAMMURABİ Yasaları, 159,162

HAMMURABİ, Babil kralı, 159 HANANYA, 429

Harappa (İndus uygarlığı), 67,69,85 HARMACHİS (Yunan Horus'u), 286 HARUN (Musa'nın kardeşi), 400 HATCİN (Apaçilerin maskeli tanrıları), 340,341

HATHOR (Mısır bereket tanrısı), 126, 280,281,494

HAVVA (ilk kadın), 166,184,198, 385, 386,387, 388, 392,412,418, 501

Hayalet Afrika, M. Leiris, 296 HEIDEGGER Martin, 15,72,73,84 HEKATE (Yunan tanrıçası), 225,228 HEL (Kelt tanrıçası), 196 HELIOS (Yunan tannsı), 194 Heliopolis, 276,278, 283 HEPHAİSTOS (Yunan tanrısı), 200, 219,440

HERA (Yunan tanrıçası), 219,236, 237

HERAKLES (Yunan kahramanı), 18, 203, 218,220,223, 366,440,441, 442, 509

HERAKLES, Euripides, 220 HERAKLEİOS (Yunan kiniği), 223 HERAKLEİTOS, 234

HERBERT Jean, 115,118 HERİMDALL (Kelt tanrısı), 199 Herkül. Bkz. Herakies

HERMES (Yunan tanrısı), 151,194, 197, 203, 205, 219, 225, 226,351, 495

HERODES AGRİPPAII, Khalkis kralı,

 

566

dizin

17,271

HERODES ANTİPAS, Galile valisi, 190

HERODES BÜYÜK, Yahudilerin kralı, 523

HERODOTOS, 129,138,151,159, 216,238,250,252

HERON İSKENDERİYELİ, 31,35

Hersek, 472

HESİODOS, 219, 241

Hesychastes (Aynaroz Dağı’nda), 105

HEYDRİCH Reinhardt, 488

HEYERDAHL Thor, 38, 39, 378 HICKS Robert D„ 516,517, 520,521, 524,531

HILDEBERTDU MANS, 476

HIMMLER Heinrich, 488

Hi Brazil, efsanevi Kelt adası, 190

HİDATSALAR, halk (Missouri), 331

Hierakonpolis (Mısır), 285

HİKSOSLULAR, halk (Mısır), 277

HİMYERİLER, halk (Arabistan), 493 HİRANYAGARBA (Veda tanrısı), 71 . HİRİTLER, halk (Arabistan), 493 Hiroşima, 21,534

HİSTCHİTİ, halk (Kuzey Amerika), 327

HİTLER Adolf, 15,16, 21,246, 385, 476,556

HİZKİYA (Yahuda kralı), 409 HMONLAR, halk (Güneydoğu Asya), 111           1

Hoki (İnka koruyucu meleği), 373

Hokkaido (Japonya), 118 HOMEROS, 22,156, 215,216, 299, 439,440,539

homo sapiens, 303 homo sapiens sapiens, 37,99,303 Honduras, 369

HongKong, 65,120

Honolulu, 24

HOPİLER, halk (Arizona), 332,334, 339

Horn Burnu, 378

HORIIS (Mısır tanrısı), 276,279,280, 281,282, 285,286, 287, 289, 351

HÖLDERLİN, 216

Huaron (Peru), 375,376,377,379

HUBERT Aziz, 50,195

HUGHES Robert, 533

HUGO Victor, 266

HUMEYNİ Ayetullah, 8,12,13

HUNAB KU (Maya tanrısı), 361

HUXLEY Aidous, 10

HUYSMANS J. K., 538

HYDATİUS, Merida piskoposu, 455

Hymettos, dağ (Yunanistan), 242

I

INNOCENTIUS III., papa, 466,473

INNOCENTIUS IV., papa, 474

Irak. Bkz. Mezopotamya

Irala Adası (Pasifik), 23,53, 54,57

Isis ve Osiris Hakkında,. Plutarkhos, 232, 291

ITHACIUS, Osşonuba piskoposu, 455

İ

İBOLAR, halk (Nijerya), 544

İBRAHİM, Aksum kralı, 300

İBRANİLER, halk, 150,157,161,226, 386,389,390,396

İBİŞİN, Ur kralı, 176

İGİGİ’LER (Mezopotamya üst panteonu), 164

İlk Günah, 113,166,173,181,240, 291,311,341,389,439

İlkel Zihniyet, Levy-Bruhl, 32,331

 

567

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

İLLYRİANLAR, halk (Balkanlar), 218 İlyada, Homeros, 201,220,221 İMPORCİTOR (Roma tanrısı), 249 İNDRA (Veda tanrısı), 69,72,124, 132,139,140,144

İNDRA-VAYOU (Mazda cini), 140 İndus. Bkz. Harappa

İNGUŞLAR, halk (Kafkasya), 204 İNKALAR, halk (Peru), 347, 371,372, 373, 374, 375, 376, 377,381

İNNİNA (Babil tanrıçası), 160,161, 164

İNSİTOR (Roma tanrısı), 249 İNUİTLER (Eskimolar), 480 İOANNES CHRYSOSTOMOS aziz, 453,467

İONİALILAR, halk (Yunan), 218 İRENAEUS (Kilise Babası), 432,434, 445,447,450

İROKUALAR, halk (Kanada), 331, 335, 337, 338

İSA, HAZRETİ, 9,16,17, 51,66,78, 111,131,134,138, 151,161,212, 248, 270,365,366, 373, 374,379, 380, 381,396,403, 404,406,408, 419, 421,422, 423, 424,425,426, 427,428,429, 430, 431,435,436, 437,439,440, 441,442,443,444, 445, 446,447,448,449,450,451, 454, 457,458,461,463,464,467, 468, 474,480,481,485,491,495, 501,505,506,507, 509, 512, 522, 524, 525, 536,544, 548, 549, 552

İsin (Mezopotamya), 170

İSİS (Mısır tanrıçası), 280, 285, 286, 290, 292,293, 442

İskandinavya, 122,198 İSKANDİNAVLAR (Keltler), 187 İskenderiye, 152, 206, 215, 430, 447,

448,510

İskenderiye kilisesi, 298

İskenderiye Kütüphanesi, 385

İSKİTLER, halk, 129,130,175,201

İsrail, 283,393,395,396, 397,404,

414,415,494,551

İstanbul, 212,491

İsveç, 33,198, 209, 484, 503

İsviçre, 187

İŞAYA (peygamber), 409

İŞTAR, Sabah Yıldızı.(Sümer tanrıçası), 163,165,392,418,493

işaya Kitabı, 394, 395

İTZALAR, halk (Meksika), 363

ITZAMMA (Maya büyük tanrısı), 361, 362

IXCHEBELYAX (Maya tanrıçası), 361

İYA (Siu mitolojisinde bîr canavar), 333 .

İZANAGİ (Şintocu cin), 116

İZANAMİ (Şintocu cin), 116

İzlanda, 191,198

İznik Konsili (325), 31,431,448,454, 495

J

Jaconde, L. de Vİnci'nin tablosu, 212

Janseniusçuluk, 88

JANUS (Roma tanrısı), 254

JASLER Paul, 519 .

JASON, Kudüs başrahibi, 405

Java, 65,111,491 ■

JEAN D'ARC, 14,461,462,556

JEAN DE LA CROIX aziz, 456

JEAN X., papa, 471

JEAN XXII., papa, 463

JEH (Mazda cini), 140

JULIANUS APOSTATA, Roma

 

568

dizin

imparatoru, 224

JUNON (Roma tanrıçası), 251,257 JUVENAL, 259,265, 266 JUVENTUS (Roma tanrısı), 254 Jübileler Kitabı, 396,410

JÜPİTER (Roma tanrısı), 251,253, 257, 260,264,265,269,440,442

JÜPİTER (yıldız), 161

JÜTLER, Germen halkı, 208,209

K

KABİL, 27

Kalahari, çöl, 298 .

KALİ (Hindu tanrıça), 89,90

Kalkedon (Kadıköy) Konsili (451), 111 KAMA (Hindu tanrı), 90

Kamboçya, 17,21,111,544 KAMBYSES, Pers kralı, 145,146,150 karni (Şintocu cinler), 116

KANT IMMANUEL, 78

KARAGÖZ, mitik Türk figürü, 205

Karamsarın Diyalogu, Asur metni, 169 Karanlığın Yüreği, J. Conrad, 297, 539 Karnak (Mısır), 177, 276,278 KASKALAR, halk (Kuzey Amerika),

343

' Kassit, krallık (günümüzde Irak), 129 Katharlar, 451,467,468,469,471, 472,474, 479,484,485

Kayıp Cennet, John Milton, 384 Kefalonya (Yunanistan), 217 Kefernahum, 425,426

KELTLER, 74,125,151,169,181, 183,185,186,187,188,189,190, 191,192,193,194,195, 200, 201, 203,205,207, 208,. 209,210,332, 548

KEMOŞ(Moab tanrısı), 494 KENAN, 388

KENANLAR, halk, 500

KERBEROS, 18

KEYHÜSREV ll„ Büyük Pers imparatoru, 128,145,147,148, 150,413,417

Khaironeia (Yunanistan), 234 KHONSU (Mısır tanrısı), 280 KHOPRİ (Mısır tanrısı), 291 KIERKEGAARD Soren/371

KIPLİNG Rudyard, 297

Kızıl Khmerler, 17,364

Kiev, imparatorluk,.210,471

KİKUYULAR, halk (Kenya), 310 KİLİBOB (Yeni Gine ruhu), 45 Kilise Babaları, 143, 396,421,431, 432,433,434,435,436,437,438, 439,440,444, 445,446,452

KİNGU (Mezopotamya başcini), 166,

. 167

KİRDİLER, halk (Kamerun), 302

KİRİL, filozof, aziz, 471

KİRİRİŞNA (Elam tanrıçası), 126,127 kishub’\ar (Sümer dinsel şarkıları), 170

Kiş (Mezopotamya), 157,164 KLYTEMNESTRA, 220 KNİDOSLULAR, halk (Küçük Asya), 218

Kojiki, Şintocu metin, 117

Kolkhis (Girit), 123

Konfüçyüsçülük, 95,107,108,109, 110,111,112,113,120

Kongo Yolculuğu, A. Gide, 296 Konstantinopolis, 470,472 Konstantinopolis Konsili (543), 457 Korinthos, 215,217,236 KORYAKLAR, halk (Sibirya), 103,119 KOYOTE (Amerika yerlilerinin mitik kişisi), 332, 333

 

569

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Krallar Vadisi (Mısır), 277 KRAVÇENKO Victor, 15 KSENOKRATES (Yunan filozof), 232 KSENOPHON, 17,18,138 KSERKSES, Pers kralı, 147 Ktesifon Savaşı (637), 510

Kudüs, 141,150,152,159, 390,405, 406,408,413,416,430,444,465

KUETZALKOATL (Meksika tanrısı), 339, 347, 358, 361,365,366,367, 368,369,373,379,381

KUKULKAN (Maya tanrısı), 339,347, 365,379, 381

KUMALAR, halk (Yeni Gine), 45 KUMARA (Hindu tanrısı), 90 Kumran, Essen cemaati, 396, 407, 408, 409,411,415,416,424

kuppuru (Babil cin çıkarması), 174 KUREYŞLİLER (Arap kabilesi), 497, 498, 499, 507, 511

Kurgan insanları, 122,123 KUROSAWA Akira, 100 KYAKSARES, Med kralı, 137 KYBELE (tanrıça), 199, 217,442 Kyklades, ada (Yunanistan), 217

L

La Paz (Bolivya), 351,376 LA VEY Anton, 527, 528, 529 LACTANTIUS, 432, 433 LAFARGUE Paul, 541

LAMAŞTU (Asur'un dişi şeytanı), 172 LANG Andrew, 46, 306

Languedoc, 475

Laodikeia (Frigya), 447 Laokoon ve Oğulları, heykel grubu, 212

LAO-TZU, 102,105,106,107,108, 112, 371

Larsa (Mezopotamya), 161,170 Laterano Konsili, 50,458 LATİNLER, halk, 250,253, 271 LAUTREAMONT (Isidore DUCASSE), 538

LAVERNA (Roma tanrıçası), 254

LAVINIA (Aeneas'ın eşi), 250

LE PEN Jean-Marie, 14 LEDA, 219

LEIRIS Michelle, 20,296

Leinster Kitabı, anonim (XI. yy), 196 LENGUALAR, halk (Gran Chaco), 33 LEON l. BÜYÜK, papa, 435

Lespugue Venüs'ü, 30

LEVIATHEN (Mazdacı cin), 141

LEVI-STRAUSS Claude, 32, 34,60, 181,281,332,335

LEVY-BRUHL Lucien, 32, 33, 34,60, 316, 331,332

LIBERA, 253

LILITH, 141,166,396

LINDBERGH Charles, 543,544

Liber duodecim quaestionibus, Autunlu Honore, 477

Libya, 129, 277,448,496, 539

Lidya (Anadolu), 252

Liguria, 250

Limousin, 472

Lipari, adalar, 218

LODAGAALAR, halk (Gana), 310 lokayata (Vedacı materyalizm), 76 LOKİ (Kelt Tanrısı), 183,196,197, 198,199,200, 201,202,203,204, 205,341,393

Lombardia, 250,472

LON NOL Mareşal, 17

Londra, 180,443,540

LONGFELLOW Henry Wadsworth, 336

 

570

DİZİN

Los Angeles, 24, 25,123,180, 385, 526

Loudun Şeytanları, Aldous Huxley, 1C,70,139

LOUIS VIII Aslan, Fransa kralı, 475 LOUISXIV. Fransa kralı, 214,246, 523, 524

LOUISXV Fransa kralı, 522

LOVELOGK James, 337 LUCRETIUS, 266

LUCIFER, 10,13, 71,236,457,478, 527,531

Lucifer Şahitleri, Fransız mezhebi, 531

LUCY (ön-hominien), 302

LUG (Kelt tanrısı), 193

LUKA (havari), 423,425,426,427, 428,429,430,431,480

Luksor (Mısır), 278

LURKER Manfred, 160,166,172,194, 196.197,198,199,251,332, 340, 494

LUTHER MARTINUS, 10,460,543 Lyon, 180,193

Lyonesse, efsanevi Kelt adası, 190

M

MAAT (Mısır tanrıçası), 313 Macaristan, 210

MACHIAVELLI, 181

MADELEINE DE LA CROIX Kordoba rahibesi, 460

MAFİT (Yeni Gine ruhu), 45 Mahabharata, Hint şiiri, 201 MAHALALEL, 388

maitri (Budist duygudaşlık), 83 MAKEMAKE (Paskalya tanrısı), 40 Makkabiler, 405,406,407,497 Maklu'lar, Akad metinleri, 173

MALAKI (peygamber), 404

Maldoror Şarkıları, Lautreamont, 538 MALINOWSKi Bronislaw, 20, 23,24, 40,41,42,43,44,45, 51,168, 180,317

MALİK (İslami şeytan), 490, 500

Malindi (Doğu Afrika), 297

MALLARME Stephane, 538

MALLOWAN (Amerikalı arkeolog), 177

MALRAUX Andre, 16

MANASSE (Hizkiya'nın oğlu), 409

Mandorom Dinleri Tapınağı, Fransız mezhebi, 531

MANİ, 121,142,451,457,533

Mariiciiik, 14,131,259, 267,451,452, 478,533,551

MANŞON Charles, 526

MANUP (Yeni Gine ruhu), 45

MAO ZEDUNG, 17

MAGRİLER, halk (Yeni Zelanda), 27, 32,34

MARAya da PAPİMANT (Budist "kötülük ruhu"), 63,78,79,80,81

MARALAR, halk (Avusturalya), 48 MARCHAIS Georges, 14

MARCO, Lombardiya kathar “piskoposu”, 472

MARCUSE Herbert, 529, 530,536

MARDUK (Babil'in koruyucu tanrısı), 161,163,166,167,168,413,424

MARDUK-ŞUMU-USUR, 178 MARKİON (gnostik), 445

MARKOS (havari), 423,425,426, 427. 428,429

MARS (Roma tanrısı), 218,235,251

MARSYAS (satir), 218 MARTY Martin, 534 MARX Kari, 144,535,541

 

571

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

MASAILER, halk (Sudan, Kenya), 315 MASSAGETLER, İskit halkı, 175 ' MASSASSİ (Wahungwe Makonilerin tanrısı), 319

MÂSTEMA (Şeytan'ın adlarından), 409,41'0

MATANBUKUS (Şeytan'ın adlarından), 410

MATTA (havari), 405, 422,423, 425, 427, 429,449,544

M ATTATİ AS (Makkabilerin rahibi), 405

MATTİVAZA (Mitanni kralı), 124

MATTOLELER, halk (Kuzey Amerika), 327

MAUGHAM Somerset, 24,530 MAUSS Marcel, 60,335,338 MAXIMUS MAGNUS, Roma imparatoru, 455

MAYALAR, halk (Meksika), 39,261, 339, 347,355,359,360, 362, 363, 364, 371,374, 381

MAYDULAR, halk (Calİfornia), 333

MEAD Margaret, 24

Medine, 494

MEDLER, halk (İran), 127,128,129, 159,413

Mejbrat, halk (Yeni Gine), 45

Mekke, 299, 495,496, 497, 500,510

MELKİSEDEK (Incil'deki ilk peygamberlerden), 480

MELKİSEDEKÇİLER, mezhep, 480 Melnİkva, 472

MELVILLE Herman, 539 MENANDREOS, 446

MENELAS, Kudüs başrahibi, 405 Menfis (Mısır), 177,277

MERESGER (Mısır tanrıçası), 290 MERTSERILLE Gerald, Carcassone

kathar “piskoposu”, 472.

MERYEM (Bakire), 111,365,374, 505,506

Messenia (Yunanistan), 217

METHODIUS aziz, 471

METRAUX Alfred, 38,40,181

METUŞELAH (Incil'deki ilk peygamberlerden), 388

METZABOC (Maya tanrısı), 360 MEVET (Incil'de bircin), 396 MEVLANA (Ceialeddin Rumi), 491 Mezopotamya, 153,154,156,157, 158,160,161,162,163,164,166, 167,169,172,173,174,175,176, 177,178,179,181,283,321,347, 356, 362, 363, 364,371,372, 383, 389,390,391,397,415,416,417, 418, 424,427,428, 450,464,492, 554

MICHELANGELO, 272

MINOIS Georges, 266

Mısır Ölüler Kitabı, 289,293

MİÇİZANE Suguwara, 117,118

MİDGARD (Kelt yılanı), 196,198 MİKAYA (Peygamber), 393,394 MİLKOM (Ammonit tanrısı), 494 MİLTON John, 384 ■

Mİneen Krallığı (Arabistan), 493

MİNERVA (Roma tanrıçası), 251,257, 351

Minotauros, 214

MİNUNGARA (Avusturalya ruhları), 48 MİTRA (Veda tanrısı), 69,124,130,

131,132,139,140,141,143,144, 147, 251,418,443,444, 509

Mitracılık, 418,443,444,511 MOABLAR, halk, 494, 497 ■ MOCHİCA'LAR, halk (Peru), 371,372, 373, 376

 

572

dizin

MOLAY Jacques, 462

MOLE M., 144

MOLEK, 500

MOLIERE, 169

MOMMSEN Theodor, 192/254,259, 260, 264,268

MONO, halk (New Mexico), 333 MONTEZUMA, Aztek İmparatoru, 348,369

MORET ALEXANDRE, 291

MORONGO (Wahungwe Makoni tanrısı), 320

MOZART Wolfgang Amadeus, 11 MUHAMMED HAZRETİ, 489,493, 495,496,497,498,499, 500,501, 502,503,504,505,506, 507,508, 509,510, 511,514,549, 550

MUHTEŞEM TARQUINIUS, Roma kralı, 259

mulukwausi (Trobriand büyücüleri), 42,43,44

MUMPANİ (Avusturalya ruhu), 48

Munhata (Filistin), 30

Muralug Adası (Torres Boğazı), 53 MUSA, 159,178,263,271,275, 283, 400,405,454,459, 501,505, 509

MUSPELL (Kelt tanrısı), 197

MUSSOLİNİ Benito, 246

MUSSUSSU (Babil canavar yılanı), 161

Musul’un fethi (639), 510

Mutluluk Adası, efsanevi Kelt adası, 156

MUYINGWU (Hopi tanrısı), 332

MVVUETSİ (Wahungwe Makonilerin ilk insanı), 319,320

Mykene, 215,216, 217, 218, 237 mysterionlar (Yunan), 71,236,238,

239,441

N

NABU (Borsippa ateş tanrısı), 163 NABUKADNEZAR II., Pers imparatoru, 137

NABUKODOhlOSOR II, Babil kralı, 159,385,390,418

NAGALAR, halk (Assam, Hint), 23, 53, 57,58, 59

Nahualt (Aztek dili), 354

NAMTAR (Babil cini), 165,173 NANNA (Kelt tanrıçası), 199 NAPOLYON I, imparator, 246,453, 507, 510

NARAYANA (Hinndu tanrısı), 86 Narbonne Konsili, 474

Nart Uıyzmaeg ve Uaerp ve Aeldar, Nart hikâyesi, 204

NARTLAR, halk, 204,205

NASATYA, ikizler (Veda tanrıları), 69, 132,139,140,144

NASREDDİN HOCA, 205 NATCHEZLER, halk (Kuzey

Amerika), 327 NAVAHOLAR, halk (Arizona), 332, 355

Neandertal insan, 28,35,303,353 Necronomicon, 530

NEFERTİTİ, Mısır kraliçesi, 274, 284 NEFERTUM (Mısır tanrısı), 290 NEİTH (Mısır demiurgosu), 282,288 NEMESİS (Yunan tanrıçası), 318 Nemrud (Mezopotamya), 177 NEPHTYS (Mısır tanrıçası), 280 NERGAL (Babil tanrısı), 164,165,

166,173,442

Nergal ve Ereşkigal, Babil şiiri, 165 NERON (Roma imparatoru), 247,248, 270,271

 

573

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

Nesturiler, 111,496,509

NICOLAUS GUŞAN US, 105 NIETZSCHE Friedrich, 267, 556 NİÇİREN (Japon keşişi), 115 Nikaragua, 369

NİMROD (İncil kişisi), 424 NİNLİL (Babil tanrıçası), 160,164 Nİnova, 155,156,157,176,177,178, 179

NİNTUD (Babil ana tanrıçası), 160, . 161,164

NİNURTA (Mezopotamya tanrısı), 163 Nippur (Mezopotamya), 161,164 nirvana, 78

Normandiya, 187,209 Northumberland, 209 NUH (Incil'deki ilk peygamberlerden), 71,188, 375, 389, 390, 391,392, 410, 411,500, 501

NUSKU (Mezopotamya tanrısı), 163 NUT (Mısır tanrıçası), 292,294 Nübye, 145, 277,303

NYSSE'Lİ GREGORIUS (Kilise

Babası), 435

O

OATES (Amerikalı arkeolog), 177 OBALUAİYE. Bkz. Shopona OBARATOR (Roma tanrısı), 249 OCCATOR (Roma tanrısı), 249 OCTAVIANUS (Actium savaşı), 270 ODİN (Kelt tanrısı), 197,198,199, 200 Odysseia, Homeros, 201 OENOMAOS (Yunan trajiği), 224 OFFENBACH Jacques, 219 OİDİPUS, 168, 223

OJIBWAYLAR, halk (Kuzey Amerika), 336,355

Okyanusya, 23, 36, 37, 44,45,49, 50,

51,53,55,57, 59,60,61,67,126, 163,174,184, 332, 343, 353,427, 513,548

ÖLMEKLER, halk (Meksika), 347, 354, 355,356,357, 358, 359,364, 365, 371

Olympos, 192,199, 200, 211,213, 219,232, 237,242,260,267

On Emir, 159,162,283,417

Onbinler, Ksenophon, 17

ONESIKRITOS (Yunan kiniği), 223

Oniki Sez ar m Yaşamı, Suetone, 60

OPS(Roma tanrısı), 254

orenda (İrokua mistik gücü), 325,335, 336,337,338

ORESTES, 220

ORMAZD (Mazda tanrısı), 131,141 ORPHEUS, 236,237, 239,240,241, 242, 441,530

Orphikçilik, 124, 211,231,240,241, 242,267,529

OSETLER, halk (Kafkasya), 130,201, 204,329

OSHUN (Yoruba tanrıçası), 319

OSİRİS (Mısır tanrısı), 237,277,280, 282,285, 286, 287,289,290, 291, 292,293,318, 319, 394

OSTROGOTLAR, halk, 209

Otuzlar Konsili, 50

OVİDİUS, 263

OYA (Yoruba tanrıçası), 319

OZOUF Jacques, 552

Ö

Ölü Deniz Elyazmaları, 408,424,447

Ölü Yakma kültürü, 249

Ölüler Okyanusu, 156

ÖMER, halife, 510

 

574

dizin

p

PACHACAMAC (Peru tanrısı), 372 PAİUTE, halk (New Mexico), 333 PAKHET (Mısır'ın aslan tanrıçalarından), 280

Palenque (New Mexico), 20,350,351, 357, 361,368

PAN (tanrı), 11,40,42,46, 55,56,69, 99,111,160, 195,201,220,272, 277, 278,362, 369, 377, 394,396, 459,509,532

Panama, 369,377 PANDORA, 42, 220 Pandora’nın kutusu, 2.20

Papua-Yeni Gine, 26,45,52,53,513

PARRIS rahip, 486

PARTHLAR, halk (İran), 129,414

. Pasifik, okyanus, 24,25,26,27,39, 41,48, 50,290, 303,344,353, 362, 377,378

Paskalya Adası, 23, 37, 38, 39, 41, 81 PASTEUR Louis, 21,290

PAWNEELER, halk (Oklahoma), 329

PAZUZU (Asur cini), 172

Peloponez, 217

Peloponez Savaşı, Thucydides, 215

PEMBA (Bambara “Yeryüzü”), 317, 318,319

PERİKLES, 214

PERSEPHONE, 225, 442

Persepolis, 137.

PERSEUS, 18,80

PERSLER, halk, 127, 218, 41.3, 414, 416,510

Peru, 37,38, 347, 370, 371,372, 373, 374,375,376,377,378,380

PETRARCA, 463

PETRONE, 259, 265

PETRUS (havari), 152,429,430

Pettavathu (hortlak hikâyeleri), Budist metin, 82

PHAENOS, 219

Phaidon, Platon, 229,231,266,267

PHIDIAS, 223

phtonos (haset, Yunanca), 227,232, 462, 526

PICASSO Pablo, 16,30, 529

PIERRE DE POITIERS, 478

PJERRE İL, Aragon kralı, 466

PINOCHET Augusto, 14

PIUS XL, papa, 552

PIZARRO Francisco, 371, 372, 373, 374

PİCTLER, halk (İskoçya), 192

Piedra Furada (Brezilya), 184,330

Piemonte, 250

pietas (Roma kavramı), 268,269

PİMA YUMA, halk (New Mexico), 333

PİNDUPİ, halk (Avusturalya), 49 PİPİLLER, halk (Guatemala), 359 PÎTJENTARA, halk (Avusturalya), 49 PLATON, 78,133, 211,223, 225, 229, 230,231,232, 233,241,266, 267, 439,460

PLINIUS Genç, 133.

PLINIUS Yaşlı, 205

PLOTİNUS, 105

PLUTARKHOS, 133, 232,233,234, 235,262, 263, 291

PLUTON (Yunan tanrısı), 225,226, 228,238, 239

PLUTOS (Plüton'un oğlu), 239

Po Ovası, 187, 250

POE Edgar Allan, 417,539

Poisons Olayı (Fransa), 523

Poitier savaşı, 511

POL POT, 14, 21,544

 

575

ŞEYTANIN GENEL TARİHÎ

POLANSKİ Roman, 526

POLICHINELLE, 183,200,205

Polonya, 210

POLYBIOS, 269

POLYPHEMOS (dev), 204

PONTIUS PILATUS, 270,495, 544

Popol Vuh, Maya kutsal kitabı, 360

Port Moresby (Papua-Yeni Gine), 20, 26,27,45

POSEIDON (Yunan tanrısı), 219,235, 236

POUSSIN Nicolas, 216

PRACAPATİ (Veda tanrısı), 71,86

PRAMOHA (Tibet cini), 97

PRASUPATİ (Hindu tanrısı), 89

PRELAYO Alvaro, 463

PRİSCİLLİANUS, 453,455,456, 457, 461,466

PROMETHEUS, 123,219,220,343, 516,518

PROSERPINA (Roma tanrıçası), 195

Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin

Ruhu, Max Weber, 535

PROTO-KELTLER, halk, 187,188, 190,191,192, 218

■ PSEZPOLNİCA ("Öğle Kadını"), Sırp cini, 333

PTAH (Mısır tanrısı), 277,283,290

PTOLEMAIOSLAR, Mısır hanedanı, 404 •

PUKKASİ (Tibet cini), 97

PURUŞA (Hindu tanrısı), 86

PURUSASPA (Zerdüşt'ün babası), 135

PYTHAGORAS, 262

Pythagoras, Ovidius, 263

Pylhagorasçı, 230, 231, 241,262, 263, 267, 269,270

Q

Qin krallığı (Çin IV-lll.yy), 106 QİNG, Çin hanedanı, 54 QUINTUS PETİLİUS, 262 QUIRINUS (Roma tanrısı), 251

R

RA (Mısır güneş tanrısı), 166,276, 278,279,282,288,290,29!

RABANUS MAURUS Mayence başpiskoposu, 465

Racasthan (Hindistan), 75 RACINE Jean, 216 RADHVA, 86

RAFAEL (başmelek), 402 Ragnarök, Germen mitolojisinde kıyamet, 197,202

RAHAB (Mazda cini), 141 RAIS Gİlîes de, 518 RAMA, prens, 65

RAMAKRİŞNA (Hindu teolog), 90 .RAMANUCA (Hindu düşünür), 86,87, 88

RAMUEL (melek), 401

Rapa Nui, 38

RASPUTİN Gregor Efimovitch, 539 RATNASAMBHAVA (Buda'nın adı), 80 Ravenna, 509

REMUS (Latin kahramanı), 252 REMY, Reİms piskoposu, 464, 465 REPARATOR (Roma tanrısı), 249 RESHEV (Incil’deki cin), 396 RICHARD Marthe, 556 RICHELIEU Armand Jean du '

PLESSIS, kardinal dük, 278 RICHIER Ligier, 293 RIEDER H.R., 327,330,341 RIMBAUD Arthur, 538 RIVERA Geraldo, 521

 

576

DİZİN

Rigveda, İran Vedacılığıntn kutsa! kitapları, 69,128,130

ROBIGO (Roma cini), 257

Robinson Crusoe, Daniel Defoe, 21, 461

ROCARD Michel, 14

Rodezya, 298

RODINSON Maxime, 497,499,504

RODRİGÖ, Vizigot kralı, 510

ROGGEVEEN Jacob, 37 ROHEIM Geza, 46,47,48,49 ROLLING STONES, rock grubu, 540 ROMILLY Jacqueline de, 231 ROMULUS (Roma kralı), 247,251, 252,262,263

RONGO (Paskalya tanrısı), 40 Roqueperteuse Tapınağı, 191 Rosemary’nin Bebeği, film, 533 ROUCH Jean, 296,526

ROUSSEAU Jean-Jacques, 25,309, 385

ROUXGeorges, 157,160,177, 218

Rönesans, 212, 214, 246

RUANUKU (Paskalya tanrısı), 40 Ruben’in Vasiyeti, iki ahit arası metin, 412

Rubül-Halİ (Arabistan), 492

RUDRA (Veda tanrısı), 89 Rumi, 491

RUPERT, Deutz rahibi, 477

Rusya, 122,126,189,190, 531,539

RÜŞDİ Salman, 533

S

Saba Krallığı, 495

SABA MELİKESİ, 493

SABALILAR ya da SABİİLER, 493,. 494,495

SABALILAR ya da SABİİLER (Vaftizci

Yahya’nın öğrencileri), 450,451, 495,509

SABAZIOS, 237

SABİNLER, halk (İtalya), 250,251, 271

SADE Donatien Alphonse Françoİs, marki, 538

SAHAGUN Bernardîno de, 348,349 Sahra, çöl, 289,297,298

Saint-Barthelemios katliamı (1572), 549

Saint-Clair-sur-Epte Anlaşması (911), 209

Saİnt-Felix-de-Caraman, Kathar “Konsili” (1167), 471

SAKSONLAR, halk, 208,209

SAKTİ (Hindu tanrıçası), 91

Sakticilik, 85,91, 92

Sakya Krallığı (Hint), 78

SAMAEL, 409

Samhain, Kelt bayramı, 194

SAMİLER, halk, 118,157,162, i72, 176,299,307,414

Samkhya (Hindu felsefe okulu), 90 SAMNİTLER, halk (İtalya), 250 SAMUEL (Peygamber), 397,398,399 Samuel Kitabı, 397

SAMYAZA (melek), 401

SANGO (Yoruba tanrısı), 318 Sanskritçe, 83,123,128,134,201 . Sarasvati, efsanevi bölge (Hint), 75 Saraybosna, 21

SARGON, Asur kralı, 177,178 Sarmata, adalar (Pasifik), 53 SARMATLAR, halk (İran), 129,175 SARTRE Jean-Paul, 15,16,444, 534 ■ SASSANİLER, Pers hanedanı, 505, 507,508, 511

satori (Japon Zen'İnde aydınlanma),

 

577

ŞEYTANIN GENEL TARİHİ

114

SATURNUS (Roma tanrısı), 254 SAURVA (Mazda cini), 140 SAVINIEN R.P.,329 Savoie, 187

SAVONAROLE Jerome, 253

SCHOPENHAUER Arthur, 78 SEDEKİAS (peygamber), 159, 394 SEE Camille, 552

SEKANİLER, halk (Saskatchewan), 329

SEKETH (Mısır timsahı), 287 SEKHMET (Mısır'ın aslan tanrıçalarından), 280,290

SELEFKİLER- Suriye hanedanı, 151, 175,404,405

SELKİS (Mısır tanrıçası), 290 SEMELE, 236, 253

Semerkant, 510

SENECA, 248,256,258 SENNAKHERİB, Asur kralı, 155,176, 177

Sepik kültü (Yeni Gine), 45

Set Tapınağı, Amerikan mezhebi, 530 SETH (Mısır tanrısı), 78,166,273, 282, 285, 286, 288, 292,319, 530

Seylan, 64, 65, 80,81,93,111 SEZAR Julius, 195, 206 SHAKESPEARE William, 397, 539 Sharuhen (Filistin), 277

SHAW George Bemard, 119, 332

SHELLEY Mary, 539

Shetland adaları, 209

SHOPONA (Yoruba tanrısı), 319 SIMON Marcel, 438,445,447 Sibirya, 64,66,98,99,103,531 Sicilya, 209, 226,239, 250 SİDURİ SABİTU (Sümer tanrısı), 156 SİF (Kelt tanrıçası), 199,200

Simeon’un Vasiyeti, iki ahit arası metin, 412

SİMON BÜYÜCÜ, 446,450

SİMO-RAPAO (Yami tanrısı), 55

Sina Çölü, 508

Sina Dağı, 505

SİNHAMUKA (Tibet cini), 97

SİRGALAMUKHA (Tibet cini), 97

SİULAR, halk (Kuzey Amerika), 329, 337,338,339

SİWA (Yeni Gine'de ruh), 45

Siyam, 111

SKEVA, Kudüs başkâhini (efsanevi), 430

SLEİPNİR (Canavar Kelt atı), 196,199

SMASANİ (Tibet cini), 97

SOBEK (Mısır tanrısı), 282,290 Sodom ve Gomorra, 213,500

Sogdiane (İran), 129

SOKARİS (Mısır tanrısı), 277,291 SOKRATES, 18, 91,223, 225, 229, 230, 446

Solomon adaları, 45

soma (bir Kızılderili bitikisi), 70, 71,

138,141

Somme theoiogique, Thomas Aquinas, 478

SOPHOKLES, 218,223,225, 239

SOTO Hernando de, 374

SOUSTELLE Jacques, 356, 359, 360, 363,364, 365

SOW I., 309

SOYINKAWole, 308,317

SpendNask, Avestalardan, 134

SPERNONE Robertde, 472

SPİTAMA, İran kabilesi, 135

Split Konsili, 471

Sporades, ada (Yunanistan), 217 SPRENGER Jacques, 482

 

578

DİZİN

SRAOSA (“İran ülkesi kralı”), 132,133 SRAT(Slav cini), 333

Srinagar (Hint), 491

STALİN, 15,16,144,364,476, 539

STATULINUS (Roma tanrısı), 254 STEPHENS John Lloyd, 361 STEVENSON, Robert Louis, 26 STOKER Bram, 539

STRABON, 186,194.

STRAUSS Richard, 165

STREHLOW Cari, 49

STURLUSON Snorri, 191

Stymphale, göl kuşu, 18 Su Tanrısı, M. Griaule, 302, 3.13 Sudan, 277,304,305,306,311,315 SUETONE, 60,247

SUJİN, Japon imparatoru, 118 Sumatra, 32,80,111 superstitio (Roma), 245,255 SURTUR (Kelt tanrısı), 197,198 SURYA (Veda tanrısı), 71 SUSANO-WO (Şintocu tanrı), 116, 117

Suspiria, film, 533

Sutta Pitaka, Budist metin, 82

Suudi Arabistan, 550

SÜLEYMAN, İsrail kralı, 493 Sümerler, 157,158,160,162,163, 172,386

Svetasvarate, Upanişad, 90 SYRDON (Efsanevi Narte), 183,204, 205

ş

ŞAMAŞ (Sami güneş tanrısı), 163, 493

Şampiyonun Payı, Kelt hikâyesi, 203 ŞANKARA (Hindu teolog), 85,87 Şeol (Yahudi cehennemi), 383,397

Şeytan Kilisesi, 527

Şeytan Incil'i, A. La Vey, 527

Şeytan'ın Tarihi, Daniel Defoe, 21, 461

Şeytana Tapmanın Riîüeileri, A. La Vey, 528

ŞİLLUKLAR, halk (Sudan), 306

ŞİT (Adem ile Havva'nın oğlu), 388, 412.

ŞİVA (Hindu yıkım tanrısı), 63,87,89, 90,91

Şivacıhk, 85,89, 91

ŞOŞONLAR, halk (Kuzey Amerika), 337

ŞOMU, Japon imparatoru, 82

Şölen, Platon, 231

ŞUPPİLULİUMA, Hitit kralı, 124 Şurpu, Akad metni, 173

Şuruppak (Mezopotamya), 157,392

T

TABARRİ EL (Arap tarihçi), 498 tabu, 173

TACİTUS, 192,247, 264,270,271 TAKELMA, halk (Kuzey Amerika), 327

TALLENSİLER, halk (Gana),.310 TAMİEL (melek), 401,402 TAMİLLER, haik (Hint), 333 T’ANG, Çin hanedanı, 113

Tanrı Devleti, Aziz Augustinus, 459

Tantracılık, 85,92

Taoculuk, 67, 95,102,103,104?-105, 106,107,108,111,112,113,120

TAO-SHENG (Budist keşiş), 114

TARAKA (Hindu cini), 90 Tarascon, 475

Tassüi kaya resimleri (Sahra Çölü), 298

 

579

ŞEYTANİN GENEL TARİHİ

TATARLAR, halk, 204

TATE Sharon, 526

TATIEN (Kilise Babası), 432,436, 440,445

TAURU (Mazda tanrısı), 140,178 tauva'u (Trobriand cinleri), 42,43 Teb (Mısır), 177,178, 276,278 Tekvin, 51,307, 385, 386, 387, 388, 389,390, 391,392,396,411,412, 415,417,418, 500, 501

Teli Halaf, 30

Tembellik Hakkı, P. Lafargue, 541

Templier tarikat!, 462

Tenochtitlan (Meksika), 348,349 Teotihuacan (Meksika), 351, 352, 354, 358, 359, 368

TERMINUS (Roma tanrısı), 254

Terminator, film, 533

TERTULLİANUS, 440,452

Teselya, 190,216,217 teslis, 87,124,139,147, 275 Tesniye, 88,407

Tessaradeskaditler, Hıristiyan mezhebi, 480

TEYYSSEDRE Bernard, 162, 394, 409,415

TEZKATLİPOKA (Meksika tanrısı), 367, 368, 369

THATCHER Margaret, 14

Thebai (Yunanistan), 217, 222,223, 236

Theogonia, Hesiodos, 241

Theravada (Budist ekol), 81 THESEUS, 214, 220, 222,224 THEVENIN Rene, 329,334, 344, 345 THOMAS AQUINAS, 460,478,479 THOR (Kelt tanrısı), 38, 39,197,198, 199, 200, 203, 378

THOTH (Mısır tanrısı), 226, 227,280

THUCYDIDES, 215

TIBERIUS, Roma imparatoru, 270.

TIEHOLDTSODI (Apaçi ve Navaho canavarı), 332

TIRESIAS (kâhin), 223

Tİ ya da ŞANG Tİ (Çin tanrısı), 99

Tiahuanaco (Peru), 38,39,351,373, 374,376, 377, 379,380,381

TİAMAT (Babil tanrıçası), 162,167, 391'

Tibet, 57, 58, 64, 81,82, 95, 96, 97, 112,158

Tibet Ölüler Kitabı, 96, 97

TİEN (Çin tanrısı), 100

T’ien-tai (Çin Budist mezhebi), 113

Til-Barslip (Mezopotamya), 177

TİLKİLER, halk (Kuzey Amerika), 329 Timaios, Platon, 230

Timbuktu, 297

Titan idesler, 315

Titanlar, 18,236,237,240,315

Titicaca Gölü (Peru), 373,376,377

TİTUBA (Salem kölesi), 486

TİTUS (Roma imparatoru), 251,271, 406

TLALOC (Meksika tanrısı), 35'1 TNEONAS, Marmara piskoposu, 454 tokway (Trobriand cinleri), 42

Toledo Konsili, 456

TOLTEKLER, halk (Meksika), 339, 347, 355, 365,367,368, 369

TONKAWALAR, halk (Kuzey Amerika), 327

Tora, 406, *07,416

TORQUEMADA Thomas de, 465,488

TOTONAKLAR, halk (Meksika), 358 Toulouse Konsili, 473, 475

TOULOUSE-LAUTREC Henri de, 556 TOVAR Pedro de, 339

 

580

DİZİN

Tractatus theologicus, Hild ebert du Mans, 476

TRAJANUS (Roma İmparatoru), 497 Trakya, 90,190,218,235,236,237, 238, 242,469,505

TRAKYA-FRİGYALILAR, halk, 218 TRAUNECKER Claude, 276, 280, 282, 287,289,290

Trİmurtİ (Hindu teslisi), 87,90 TSELARERI Sicard, Albi kathar “piskoposu”, 472

Tukultininurta (Mezopotamya), 177 TUMU (Mısır tanrısı), 291

TUN İKALAR, halk (Kuzey Amerika), 327

TUPAWONG-TUMSI (Hopi tanrıçası), 332

TURNBULLColin M., 311,315

TUTANKHAMON, firavun, 275

TUTMOSİS l„ firavun, 277

TUTMOSİS İL, firavun, 278

TUTMOSİS III., firavun, 278

TUTMOSİS IV., firavun, 278

Türkiye, 190, 252

Türkmenistan, 129

Tüylü Yılan. Bkz.'Kuetzalkoatl TYR (Kelt tanrı), 199

U

Upanişadlar, 72,73,76,79,85,87

Uppsala, 209

UPUAUT (Mısır tanrısı), 280

UPU-LERA (Okyanusya tanrısı), 53 Ur, 157,158,159,170,175 URAKABARAMEEL (melek), 401

ÜRANOS (Yunan gökyüzü), 315 URİEL (melek), 403

UTANAPİŞTİM (Sümer tanrısı), 156 UTU (Sümer tanrısı), 163

UTUKKU LİMNU (Sümer cini), 173 Uxmal (Meksika), 351,363 UZZA (Arap tanrısı), 442

Ü

ÜSTAT ECKHART, 105

V

VAFTİZCİ YAHYA aziz, 424, 425, 447,450,495,496, 506

VAİROKANA (Buda'nm adı), 80

Val Canonica, 195

VALENTINUS (gnostik), 445 VALVERDE VINCENTE DE, 372,373 VANDALLAR, Germen halkı, 209 VARAGAS Juan, 376 VARDHAMANNA (Vedacılığın reformcusu), 75, 76

VAREGLER, halk (İsveç), 209 VARUNA (Veda tanrısı), 69,86,124, 132,139,144,251

Vatikan, 265, 287, 442,474, 478

Vatikan II, Konsili, 474

Vedalar, Hint kutsal kitapları, 63, 67, 68, 70,72, 74,124,130,144

VEJOVIS (Roma tanrısı), 257 Vendidad, Avesta kitabı, 134,135 Venedik, 271,348, 362, 482 VENÜS (Roma tanrıçası), 30,251, 253,351,354

Venüs, gezegen, 71,163,366,493 Veracruz (Meksika), 354, 358 VERCINGETORIX, 189 VERGILIUS, 247,248,266,271 VERNUS Pascal, 282, 283, 284 VERONEZ Paolo, 537 Versailles, 246, 328

VERVACTOR (Roma tanrısı), 249 VESPASIANUS, Roma imparatoru,

 

581

şeytanin genel tarihi

256,271

VETALİ (Tibet tanrısı), 97

VİDAR (Kelt tanrısı), 198

Videha (Hindistan), 75

Videvdad, Avesta’lardan, 147 Vinaque. Bkz. Huaron virtus (Roma kavramı), 269 VİKİNGLER, halk, 189,190, 208, 209, 210, 339, 353, 354, 378

VİRACOCHA (İnka tanrısı), 347,351, 372,379,381

VİRAJ (Hindu tanrısı), 86

VİRTRA (Veda karşı tanrısı), 69

VİŞNU-VİTHOBA (Hindu tanrısı), 87 VİZİGOTLAR, halk, 209, 510

Vodu,362

VOISIN (Catherine DESHAYES), 523

Vosges, 187

VREGILLE peder (cizvit), 10 VYAGRİMUKHA (Tibet cini), 97

W

WAGNER Richard, 166,267

WAHUMGWE MAKONİ'LER, halk (Kenya), 319

WAKAN TANKA (Siularda tanrıların tanrısı), 339

WAPPOLAR, halk (Kuzey Amerika), 327

Washington, 57,246

Wassy katliamı, 14, 549 WEBER Max, 535, 536 WELLHAUSEN Julius, 390 WHOPE (Siu tanrıçası), 339 WINCKELMANN Johann Joachim,

t 216

Wİ (Siu tanrısı), 338

Wisconsin buzul dönemi, 353 WOU-WANG (Çou hanedanının

kurucusu), 100

wu (Çin Zen’inde aydınlanma), 114 wu wei (Taocu müdahelesizlik), 104 Württemberg, 30

X

XIPE TOTEC (Meksika tanrısı), 368, 369

Xochimilco (Meksika), 349,350

XOLOTL (Meksika tanrısı), 366,379

Y

Yaban Düşünce, C. Levi-Strauss, 32

Yahudi Savaşı Üstüne, F. Josephus, 17

Yahudilerin İlkçağı, F. Josephus, 17

YAKUP KÜÇÜK (havari), 152

YAKUTLAR, halk (Sibirya), 63, 66, 67

YAMİLER, halk (İrala), 23,53,54,55, 56,57,59

Yang (eril ilke), 104

YANOMAMİ, halk (Brezilya), 180

YAO, efsanevi Çin İmparatoru, 101

YARED, 388

Yasalar, Platon, 223

Yasht, Avestalardan, 134,135

Yasna, Avesta kitabı, 134,135

YEKO YAKIM (Yahuda kralı), 159

Yeni Ahit, 151,190, 399, 403,42-1,

422,427,500,502

Yeni Din Dersi Kitabı, 550

Yeni Zelanda, 27,32,491

Yin (dişi ilke), 104

YMİR (Kelt devi), 197

YNGLİNGLER, Viking hanedanı, 209

YO (Bambara “düşünme-davranma"sı).

317

YOHANNES HYRKANOS (Kudüs başrahibi), 406

 

582

dizin

YOKUTLAR, halk (California), 329 YONATAS, Kudüs başrahibi, 406,

407

YORUBALAR, halk (California), 197, 203,307, 308,318,319,480

YOŞİYA, İsrail kralı, 494

YOYOTTE Jean, 282, 283,284, 289 yoyova (Trobriand büyücüleri), 43 • Yu Tao. Bkz. Irala

YU, efsanevi Çin imparatoru, 101 Yucatan (Meksika), 348,355,360,

362,363

YUHANNA (havari), 152,159,423, 425,426,429, 445,449

YUKİLER, halk (Kuzey Amerika), 327 YUM ÇİMİL (Maya tanrısı), 362 YUMU, halk (Avusturalya), 49 YUSUPOV prens, 539

YVES DE CHARTRES, 476

Z

Zagros Dağları (İran), 125,147

ZAİRİ (Veda tanrısı, daha sonra

Mazda cini), 141

Zambiya, 320

ZAPOTEKLER, halk (Meksika), 351,

358

Zawi Semi Chanidar (İran), 125 ZEKERİYA (Peygamber), 506 ZENON ELEALI, 234

ZERDÜŞT, 75,77, 81,93,121,129,

130,131,132,133,134,135,136, 137,138,139,142,143,144,145, 146,147,148,149,150,151,152, 174,189, 231,253, 307, 321,362, 413,414,417,451,496,500, 501, 514,531,541,548

Zerdüştçülük. Bkz. Mazdacilık ZEUS (Yunan tanrısı), 18,151,157, 194, 213, 215, 217,219, 220, 221, 228, 236,237, 241,253,351,440, 442

Zeytinlikler Dağı, 494

Zimbabwe, 298,313,321

ZİUSUDRA, Şuruppak rahip-kralı, .391, 392

ZOLA Emile, 538, 556

ZURVAN (Mezopotamya tanrısı), 130, 131,415

Zurvani, Med mezhebi, 130,131

 

583

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar