Print Friendly and PDF

Âdem bir nokta imiş ancak


103





Vezin: Mef’ûlü Mefâ’îlün Mef’ûlü Mefâ’îlün





Hakk ilmine bu âlem bir nüsha imiş ancak,
Ol nüshada bu Âdem bir nokta imiş ancak.





Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ,
Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak.





Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem,
Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.





Bu zevki yeler herkes bulmaz veli her nâkes
Eren anâ Âdemde bir fırka imiş ancak.





Kim ol deme buldu yol vasl oldu Niyâzî ol,
Nâcî denilen fırka bu zümre imiş ancak.





Mef’ûlü Mefâ’îlün Mef’ûlü Mefâ’îlün,





Âdemde olan esrâr bu demde imiş ancak.






Hakk ilmine bu âlem bir nüsha imiş ancak,
Ol nüshada bu Âdem bir nokta imiş ancak.





Hakk ilmine bu âlem bir sayfa imiş ancak,
Ol nüshada bu Âdem bir nokta imiş ancak.





“Âdem” den murad Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. "Nokta"dan murâd Hakikat-ı Muhammediye'dir. Hakikat-ı Mu-hammediye, zât-ı ilâhiye ayna olduğu gibi, Hakk’a ulaşmağa da vesiledir. Bu nokta, kâinatın her bir cüz'ünde seyran eder. Yine bu nokta, kâinatın her bir cüz'ünün varlık sebebidir. Allah Teâlâ'yı zikrederek bu nok­taya yani Hakikat-ı Muhammediye'ye vâsıl olan kim­se, Allah Teâlâ'ya vâsıl olmuş demektir. Ona itaat eden Allah Teâlâ'ya itaat etmiş olur. Şânı yüce olan Allah Teâlâ şöyle buyurur:





“O'na yedi gök ve yer ve onlarda olanlar tesbihte bulunurlar ve hiçbir şey yoktur ki, illâ O'na hamd ile tesbihte bulunur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. Şüphe yok ki, O halîmdir, gafûrdur. Anlayamazsınız.” [1]





“Her kim Rasûle itaat ederse muhakkak Allah Teâlâ'ya itaat etmiş olur. Ve her kim yüz çevirirse (aldırma), çünkü seni onların üzerine muhafız göndermedik.” [2]





Basiret sahiplerinin beyânlarına göre, bu nokta, gerek ulvî ve gerekse süflî bütün âlemleri doldur­muştur. Evvel, ahîr, zahîr ve bâtın ondan ibarettir. Vakıa zuhurda ve hecâ harflerinde nokta üçtür. Fakat bu, onun vahdet-i hakikiyyesine de Abdü'l-Ehad Nuri kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz noktalarını dört nev'i olarak açıklamıştır. Bunlar;





  1. Harfânî nokta,
  2. Zulmânî nokta,
  3. Nûrânî nokta,
  4. Rahmânî nokta.




Harfânî noktanın aslı Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu da Besmele'nin "Bâ" sından ibarettir. Bu noktanın zahirde sey­rinden, kelimelerin harfleri, âyetler ve sûreler mey­dana gelmiş, bunların tertibi neticesinde de Kur’ân-ı Kerim zahîr olmuştur.





Basiret ehli, noktada Kur’ân-ı Kerim’i ve Kur’ân-ı Kerim’de noktayı müşahede ederler. Zira onlar için, ne harfle­rin çokluğu noktasının vahdetine ve ne de noktasının vahdeti harflerin çokluğuna perde teşkil eder. İşte bu harfânî noktanın icmal ve tafsili esrârnâme-i ilâhinin birincisidir ki ona Kur’ân-ı Kerim denir.





Zulmânî nokta,   arzın karanlık merkezinden ibarettir. Filozoflar buna ateş küresi derler. Gökler ve yer bu noktadan yayılmıştır. Maddî-zahîrî varlık­ların dayandığı nokta burasıdır. Bu nokta bütün maddî varlıkların aslıdır. Zira zahiren bu noktanın seyri ile maddî mevcudat hâsıl olmuş, mertebelerde-ki tecellîsi neticesinde âfak meydana gelmiştir. Basi­ret ehli, bu noktada âfâkı ve âfâkta da bu noktayı müşahede eder. Onlar için, ne zahîrî mevcudatın çokluğu noktasının aslının tek oluşuna ve ne de nok­tasının aslının tek oluşu zahîri varlıkların çokluğuna perde teşkil eder. İşte bu zulmânî noktanın icmal ve tafsili esrârname-i ilâhinin ikincisidir ki buna nüsha-i âfâk derler.





Nûrânî nokta, insan vücûdunun aslı ve ilâhî te­cellîlerin zuhur mahalli olan kalbden ibarettir. Bu noktanın zahirde seyri ile insan vücudunun uzuvları ve onlarda tecellisinden de nefsler zahîr olmuştur. Basiret ehli bu noktada bütün âzâyı ve bütün âzâda da noktayı müşahede ederler. Onlar için, ne noktanın aslının bir oluşu âzânın çok oluşuna ve ne de âzânın çok oluşu noktanın aslının tek oluşuna perde teşkil eder. İşte bu noktanın icmal ve tafsili esrârname-i ilâhinin üçüncüsüdür ki ona nüsha-i enfüs derler.





Rahmani nokta, ehadiyet (birlik, tek oluşluk) mer­tebesinde zatî noktadır. Buna teayyün-ü evvel, hüviyyet-i sâriye ve hakikat-ı Muhammediye derler. Her mevcutta asıl olan varlık nuru işte budur.





"Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinatı yarat­mazdım."





"Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."





Mealindeki hükümler onun şanına vâriddir. İlâhî esrârnâmenin dörde münhasır olmasının dört büyük kitaba işareti vardır. Şeyh Hasan Sezâî Hazretleri'nin;





Evvel ve ahîri bir noktada cem' etmiş idi





dediği işte bu noktadır.





Abdü'l-ehad Nuri kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin bahsettiği nûrânî noktada budur. Bu nokta, diğer üç noktanın esasıdır. Diğer üç nokta da bunun ferileridir. Bu üç noktada zuhur eden seyr ve tecellîler aslında hep bu noktanın sey­riyle mertebeler meydana gelmiş; evvelde, ahirde, zahirde ve bâtında tecellîsinden de evvel, ahîr, zahîr ve bâtın bilinmiş, bulunmuş ve zahîr olmuştur. Basi­ret ehli, bu noktada, var olan bilcümle varlıkları ve bilcümle varlıklarda da bu noktayı müşahede eder­ler. Onlar için, ne var olan vehmî çokluk, noktanın zatî vahdetine ve ne de noktanın zatî vahdeti var olan vehmî çokluğa perde teşkil eder. İşte bu nokta­nın icmal ve tafsili, esrârnâme-i ilâhinin, seyr-i urûcî itibariyle dördüncüsü, seyr-i nüzulî itibariyle de bi­rincisidir. Buna, Rahmânî hakikatler nüshası denir. Mevlâna Cami, aşağıdaki beyitlerinde bu hususa işa­ret ederler:





Kâinat bizim yaratanımızın güzelliğinin aynasıdır





Bak da her zerrede onun cemâlini müşahede eyle





“Yakında onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde olan âyetlerimizi göstereceğiz, tâ ki, onlar için onun hak olduğu tezahür etsin. Kifâyet etmiyor mu ki, Rabbin, şüphe yok ki O, her şey üzerine şâhittir.” [3]





“ Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini sizin için, tarafından musahhar kıldı. Şüphe yok ki, bunda düşünecekler olan bir kavim için elbette alâmetler vardır.”[4]





"Bu kendisinden şek-şüphe olmayan kitap (Kur'an) dır."[5]





Bu âyetlerde, gerek insanların kendi vücutları ile diğer varlıkların, gerekse yeryüzünün ve gerekse Kur’ân-ı Kerim’in birer âyât-ı ilâhiyye ve esrârnâme-i Rahmâniyye olduklarına işaret vardır. Arif olana ise işa­ret kâfidir.[6]





Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ,
Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak.





Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ,
Bu âlem o deryâdan bir damla imiş ancak.





ŞERH-İ BEYAN-I (ENE NOKTAİ TAHTE'L-BA)





İMAM ALİ KERREMALLÂHÜ VECHE  [7]





اَنا نُقْطَةٌ تَحْتَ اْلبَاء





Marifet babının ilerisini heves





Ve bâdesinin remzi daim sana pes





Hz. Ali kerremallâhü veche buyurdu ki:





"Bil ki tüm semavi kitapların esrarı Kur´ân-ı Kerim'de toplanmıştır, Kur´ân-ı Kerim'in tüm esrarı Fatiha'dadır, Fatiha'nın tüm esrarı Besmelededir, Besmelenin tüm esrarı 'B-ب' harfindedir, ' ب  ' harfinin tüm esrarı da onun altındaki noktadadır."





Daha sonra şöyle buyurdu : " 'B- ب  ' harfinin altındaki nokta benim. " [8] yani bu nokta remz tarikı ile irad etmekten muradı budur ki;





Cümle eşyanın hakîkati bir cevherden olmuştur. O cevher benim demektir. Kur´ân-ı Kerim yirmi sekiz harfdir. Hepsinin aslı bir eliftir. Elifin aslı noktadır. O nokta bu kesret yok iken var idi. İmdi vücudun olmadan, kaşın ve gözün ve cümle azan yok iken bir nokta idin. O nokta misali olan nokta zahir olmak istedi. Şehvet olup ana rahmine düştü. Gelip zahir oldu. Kadd’in elif gibi müstakim olup, elif oldun. Başın o nokta-i hakîkat oldu. Vücudun 'B- ب  ' oldu. Diğer azalar baştanbaşa bir harf oldu. Şimdi baştan ayağa Allah Teâlâ kelâmına sen agâh ol ki, besmelenin sırrı senin vücudunda oldu. Yani sen seni bilmek, sana yeter demek olur.





Bütün eşyanın evveli insandır.





Vücudu harf mesabesindedir.





Harflerin evveli ise eliftir.





Elifin evveli noktadır.





O nokta Kur´ân-ı Kerim’in başındaki besmelenin altında bulunur. Hz. Ali kerremallâhü veche “O nokta benim” der. Yani eşyanın aslı benim demek olur. Eğer Seni dahi bildin ve bilirsen, hakikatten agâh[9] olursun.





Zât diye Hazret-i Hakk’ın varlığına derler. Yani vücuduna derler. Bütün âlem onun zatından ibarettir. O zât-tan zuhûra gelmiş ve O’na dönecektir.





 اِنَّا ِللهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ   [10] buna işarettir. Yani cümle âlem bendendir, yine bana dönecektir. Bu gelmekliğin gitmekliğin itibarı halka tefhim[11] içindir. Yoksa kâmil katında varmak gelmek yoktur.





Nazm:





Varmak gelmek hiç yoktur ey talip heman





Geç enâniyet tarîkından bu remze var gör





Senin vücudunu sen bilme





Ve hiç Seni sanma senin nesnen yoktur.





Nazm:





Bu sende ben diyen bil sen değilsin





Sen olüsün can değilsin ten değilsin





sana bu senlik adını sen taktın





cahîmi [12] kendin özellikle yaktın





Gören o dur görünen cümle o dur





heman bu göz irade Hakk’a yoldur.





Hazreti Hakk’ın senin sıfatı vardır





O sıfatların ulusu ismi alimdir





Biri dahi kadirdir vahid dir  ve mürid dir





Ve Semi’dir basirdir mütekemmildir





İsmi Hüve dir





Eğer bu sıfatlar sende olmasa meyyit (ölü) olursun.





Bu sıfatlarla muttasıf olduğundan âgah oldun. İdrak mertebesine yetişip şüphesiz hakîkatine yetişirsin.





اللهم يسـرلنا هذا الزوق باســـم سبـحـانه و تـعـالى





Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem,
Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.





Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem,
Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.





Dervişin biri demişki,  ben Şeyhimle yüzbin âlem gezdim,  herbiri bu âlem kadar büyüktü.  Doğru demiştir, zirâ Âdemliğini herkim bildi ise işte Âdem odur. Yoksa Âdem sûretinde olupta içi hayvan olursa o insan bir gölge gibidir. Aynı bir adam güneşe karşı durursa gölgesi yere düşer ve nasıl bir insan olduğu gölgesinden belli olur, tanınır.





Bu zevki yeler herkes bulmaz veli her nâkes
Eren anâ Âdemde bir fırka imiş ancak.





Veli! Her alçak bu zevki istesede bulmaz
Eren anâ Âdemde bir fırka imiş ancak.





Kim ol deme buldu yol vasl oldu Niyâzî ol,
Nâcî denilen fırka bu zümre imiş ancak.





Niyâzî kim onu buldu deme vaslat yol oldu,
Nâcî denilen fırka bu cemaat imiş ancak.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz





“Bu durumda bize:- Tahkiki iman nedir?   Diye sorulursa; şöyle anlatırız:





“Tahkiki iman; yukarıda geçen,  altı erkânın her birini esastan kavrayıp,  aslına vasıl olmaktır.  Tahkik Tahkiki imana götüren yola tarikat denir.   Burada tarikat; bir şehirle köy arasındaki yoldur. 





Taklidi köye benzetirsek; şehri de,  tahkike benzetebiliriz.  Çokları bu yolu,  çok uzun senelerde kat edebildi. 





Kimi on,  kimi yirmi,  kimi otuz,  kimi de kırk yılda kat etti. Niceleri de o yoldan saptı; her biri bir semte gitti.  Kimi cebri,  kimi kaderi,  kimi mutezile,  kimi de tenasühçü oldu.  Hâsılı kelam bu yola yetmiş üç fırka girdi; ama hepsi azdı,  esas yoldan çıktı.  





Dolayısıyla tahkiki iman şehrine vasıl olamadılar.  Ancak,  bunlardan yetmiş üçüncü fıkra ki buna,  FIRKA-İ NACİYE tabir ediliyor; doğru yolda gitti ve vasıl oldu.  Bunlar; her işte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize tam bir şekilde ittiba ettiler.   Vasıl olmalarına bu ittibaları sebep oldu.  Haliyle bunlar; buldukları cevherin kadrini bilmişlerdir.   İmanları ayan beyan olmuştur.  - Elde mum,  giderken,  güneşe ermişlerdir.  Taklidde giderken tahkike ermişlerdir.  Bunlar,  imanlarını tahkik mertebesine eriştirdikten sonra,  taklidi imanlarına dönüp baktılar; asla birini diğerine uymaz bulmadılar. Yani; hakikatı şeriata,  şeriatı da hakikata tatbik ettiler.   Birbirine muvafık buldular.   Tıpkı ruh ile beden gibi…





Beden hakkında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuştur:





(Bir uzvu eksik olanın bir hissi eksik olur.) Bundan anlaşılıyor ki; şeriatı nakıs olanın hakikatı dahi nakıs olur. [13]





Bu duruma göre; tekrar bize:





“Bu sofiler amelde ve itikatta hangi mezhebe tabidirler?   Şeklinde bir sual tevcih edilirse; cevabımız şu olur:”





“Tasavvuf ehlinin pek çoğu akaidde; islami esaslara dayanır ki buna; ehl-i sünnet vel-cemaat tabir edilir.





Şeyh-ül İslam vel Müslim’in (İslam âleminin ve müslümanların büyük önderi manasına alınabilir. ) Şeyh Ebu Mansur Matüridi- Hakkın rahmeti onun üzerine olsun-mezhebine tabidirler.  İslam âleminin ve müslümanların büyük önderi manasına alınabilir.  





Arap Mütasavvıflarının pek çoğu da; Şeyh Hasan-ı Eş’ari mezhebine bağlıdır.  İslam âleminin ve müslümanların büyük önderi manasına alınabilir.  Adı geçen her iki imamda,  tamamen ehl-i sünnet vel-cemaat (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve ashabın takip ettiği yola tabi olanlar,  manasına alınacaktır.) mezhebi üzerinedir; başka değildir.  





Bu zatların amelde mezheplerine gelince; dört hak mezhepten biri olmaktadır.  Şu var ki,  bu dört mezhebin her biri bir ülkede diğerinden daha fazla rağbet görmektedir. 





Mesela; Rum illeri,  esasta bir olmakla beraber,  teferruatta İmam-ı Azam’a tabi olmuştur.   Onu:- Büyük himmet sahibi önder,  milletin ve dinin aydın imamı,  ehl-i sünnetin baş tacı Küfeli Ebu Hanife… Künyesi ile tanırız.   Allah Teâlâ ondan razı olsun ve rahmetine nail eylesin.   Adı geçen illerdeki tasavvuf ehli; İmam-ı Azam Hazretlerinin,  Kur’an-ı Kerim’den ve Hadis-i Şeriflerden içtihad edip çıkardığı meseleleri candan kabul eder,  mezhebine uyarlar.  





Arabistan’da yetişen tasavvuf ehlinin çoğu; yani Mısır,  Halep vs. illerin ekserisi,  Şafii mezhebine tabidir.   Bu zatın künyesi şöyledir: Muazzam imam,  saygı değer önder,  Muhammed b.   İdris-i Şafii …Cenab-ı Hak yüce sırrını nurlandırsın ve ondan razı olsun. 





Tunus ve bilcümle Mağrib halkı,  umumiyetle Endülüs ve Arabistanın bazı illeri Maliki mezhebine uymaktadır.   Bu büyük insanın künyesi şöyledir: - İmamların büyüğü,  ehl-i sünnet’in önderi,  İmam-ı Malik b. Enes … Allah-ü Teâlâ’nın rahmeti ve rızası onun üzerine olsun. 





Bağdat ehlinin çoğu ve bilcümle Irak diyarı,  Arabistan’ın özellikle Mekke ve Medine de yaşayanlarının bir kısmı,  Hambeli mezhebine uymuşlardır.   Bu mezhebin kurucusu: - Fetva ve takvada,  ilim ve vera’da imam-ı ekmel… Ahmed b.   Hanbel…Şeklindedir.   Allah’tan onun için rıza ve rahmet dileriz…





Bu dört imamın kurmuş olduğu mezheplerin dördü de ehl-i sünnet esasına dayanır.   Esasta,  hiç bir ihtilafları yoktur.   Teferruatın da pek çoğunda ittifak halindedirler; ancak pek azında ayrı ayrı görüşleri vardır.  İtikatta; dördü de tek yol takip eder   O da; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin:





“Fırka-i Naciye” diyerek tarif ettiği yoldur. 





İşte tasavvuf ehlinin; müptedilerinin ve mün tehilerinin, mezhepleri bu ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir; başkası olamaz.  Bu tasavvuf ehlinin; inançları şudur ki:- Bir kimse ehlullah olsa,  pek çok keramete de sahip olsa; yine sayılan dört mezhep imamım mertebesini bulamaz.  Bu,  duruma göre ashabın radiyallâhü anhüm ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mertebesini bulmalarını var hesap eyle.  Yine bu tasavvuf ehlinin inancı şudur ki:





“Hiç bir veli; ismi geçen bu dört imamdan müstağni kalacağı bir makama varamaz. Yani bunları taklidden kurtulamaz. Onlara muhtaç olmadan edemez.”   [14]





Bir gün; Bayezid-i Bistami kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze şöyle sordular:





“Hangi mezheptensin ?.”     O da şu cevabı verdi:





“Allah mezhebindenim” 





“Bu ne demektir?”  Diye sorulacak olursa,  şu cevabı veririz:





“Yukarıda adı geçen mezheblerin her biri Allah Teâlâ’ya gider.  İmam-ı Azam mezhebi.   İmam-ı Şafii mezhebi demek mecazdır; hakikatta bu yollar Allah Teâlâ’ya giden yollardır.  Dolayısıyla Bayezid-i Bistami kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz hakikat söylemiştir.  Yoksa; o sözün manası:





“Ben,  mezheplerin dışındayım. Demek değildir” [15]





Mef’ûlü Mefâ’îlün Mef’ûlü Mefâ’îlün,





Âdemde olan esrâr bu demde[16] imiş ancak.
Mef’ûlü Mefâ’îlün Mef’ûlü Mefâ’îlün,





Âdemde olan esrâr bu demde imiş ancak.






Mef’ûlü Mefâ’îlün Mef’ûlü Mefâ’îlün bahri Hezec adı ile geçer. Hezec Gök gürültüsü, güzel sesle şarkı söylemek manalarına gelmektedir. Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz buradan “Kün” (ol) işaret edilmiştir.














[1]İsra, 44





[2] Nisâ, 80





[3] Fussilet, 53





[4] Casiye 13





[5] Secde, 2





[6] (Şeyh Şuayb Şerafeddin Gülşeni, 2001), s. 68-71





[7] (Niyazi-i Mısri, H. 1184); Tercüme-i risale-i noktat el-beyan  Atatürk Kitaplığı OE_Yz_000125/04, İstanbul





[8] El-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül Mevedde", Kemaled-din el-Halebi eş-Şafii'nin "ed-Darr'ül Manzum"





[9]  Agâh: (Ageh) f. Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf. Bilen.





[10] "Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,"  Bakara, 156





[11] Anlatmak. Bildirmek.





[12] Cahîm: Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş. * Cehennem'in bir tabakası.





[13] BEŞİNCİ SUAL VE CEVABI





[14] Niyâzî-i Mısrî,  Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, ALTINCI SUAL VE CEVABI





[15] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, YEDİNCİ SUAL VE CEVABI





[16] Dem: f. Nefes. Soluk. * Ağız. * Nazar. * An, vakit, saat. * Koku. * Kibir, gurur. * Âli, yüksek. * Körük


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar