Print Friendly and PDF

Aşk İçin Ölmeli


12





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün  





اِنَّ لِلّـرَحْمـنِ طَرْفًا قَدْرِ َانْفَاسِ الْوَرى                        
كُـــلُّ مَــرْءٍ سَالِــكٌ بَـهْجًا قَدِيمًا بِالْـهَـوٰى





مَنْ لَـهُ عَقْـلٌ سَلِيِمٌ يَقتَدِي بِالْمُـصْطَفىٰ                قَدْ َانَارَ الْعَشْقِ لِلْعُشَّاقِ مِنْحَاجِ الْـهُدى[1]





“Salik-i rah-ı hakikat âşka eyler iktida.”  [2]  





Cümle eşyaya birer hâlet konulmuştur müdâm,
Birbirinden bazı nakıs bazın isti’dadı tam. 
Meşreb-i alâ olan neş’e nedir hâsıl kelâm,
“Aşktır ol neş’e-i kâmil kim andandır müdâm. 





Meyde teşvir-i hararet neyde te’sir-i sada.”  [3]





Gülşen-i vahdet çü kalb-i emr-i râm-ı aşktır,
Lezzet-i vuslat heman ancak merâm-ı aşktır. 
Terk-i kevneyn eyleyen mest-i müdâm-ı aşktır,
“Vadi-i hayret hakikatta makam-ı aşktır. 





Çün müşahhas olmaz ol vadide sultandan geda.”  





Arifin âşk-ı ilâhîden yeğ olmaz hemdemi,
Nuş edip sahba-yı zatı can olur her bir demi. 
Mazhar ana ayn-i zâhir görünür gider gamı,
“Eylemez halvet sarayı sırr-ı vahdet mahremi. 





Aşıkı ma’şukdan,  ma’şuku aşıktan cüda.”  





Ehl-i Hakk olmak dilersen zerk-i taat terkin et,
İçini saf eyleyigör var kıyafet terkin et. 
Pend
-i guş eyle basiretle sefahet terkin et,
“Ey ki ehl-i âşka söylersen melâmet terkin et. 





Söyle kim mümkün müdür tağyir takdir-i Hüdâ.”  





Varlığın mahvetmek oldu ayin-i erkân sadıka,
Kalbini yakmak gerek anın demadem bârika. 
Âşık
 oldur gitmeye her dem başından saika,
“Âşk
 kilki çekti hat  levh vücud-i aşıka. 





Kim ola sabit Hakk isbatında nefyi mâada.”  





Ey Niyazi ibtidasız zevk buldun aşktan,
Yârin isbatında (La) sız zevk buldun aşktan. 
Daim-ü bâki fenasız zevk buldun aşktan,
“Ey Fuzuli
 intihâsız zevk buldun aşktan.  





Böyledir her iş ki Hakk adıyla ola ibtidâ.”    





اِنَّ لِلّـرَحْمـôنِ طَرْفًا قَدْرِ َانْفَاسِ الْوَرٰى





Rahman’a ulaştıran yollar nefesler sayısıncadır.





Allah Teâlâ’ya ulaştıran yollar nefesler sayısınca olduğu meşhur bir sözdür.





Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme daima, iman nedir? diye sorarlardı. O da soranın haline göre cevaplar verirdi ki ona layık bir cevap olsun. Bir defasında





“Müslüman, elinden ve dilinden, Müslümanın güvende olduğu kimsedir” buyururlar. Diğer bir defasında,





“Namazını kılan, zekâtını veren kimsedir”, cevabını verirlerdi. Biz de bir çare bulalım, çaresiz değiliz.





Âlemin çaresini biz bulalım. Bir Elifin ne olduğunu bilsen bütün Kur´ân-ı Kerim’i biliyorsun demektir. [4]





Bu durumun gerçek olduğu Psikiyatri açısından da geçerlidir. Onun için çok olan yolların mürşidlerinin bulunma gerekliliği kaçınılmazdır.





İrvin D. Yalom, psikiyatr olarak bütün hastalarına, hikâyeleri ortaya çıktıkça bir şaşkınlık duygusuyla yaklaştı. Her hastanın benzersiz bir hikâyesi olduğuna, bu yüzden hepsi için farklı bir tedavi uygulamak gerektiğine inandı. Bu tutumu, yıllar geçtikçe onu bugün ekonomik güç­ler tarafından farklı yönlere çekilen profesyonel psikiyatriden, semptomlara dayalı tanı ve herkes için tek tip, kısa süreli tedaviden uzaklaştırdı.[5]





Eğer ruhânî hayatın terbiyesi kitaplar sayesinde olabileceği muhakkak olsa idi Allah Teâlâ nebilerini göndermeyip kitaplar ile yetinirdi. Buradan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin hayatımızın her anında bize gerekli olduğu da açığa çıkmaktadır.





  كُـــلُّ مَــرْءٍ سَالِــكٌ بَـهْجًا قَدِيمًا بِالْـهَـوٰى





Bütün hakikat erenlerindeki kadim[6] güzellikleri hevaları[7] iledir.





Yaratılışın güzelliği nefse yardımcı olur. Bu yolda Allah Teâlâ’nın kulları için bu şekildeki muratlarını tayin etmek mümkün değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için





“Şüphesiz sen büyük bir ahlaka sahipsindir.” [8] buyurulması yaratılış yönünden mükemmelliğine işarettir. Burada şu soru akla gelirse





“Peki, niçin, Allah Teâlâ bu imkânı her kulu için murat etmedi?”





Allah Teâlâ mahlûkatı yaratırken olması gerekeni meşiyyet dairesinde en güzel şekilde ve noksansız yaratmıştır. Eğer bir noksanlık var gibi görünüyorsa o Allah Teâlâ’nın dilemesi yanında o mahlûk için olabilirliğin en yüksek seviyesidir. Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyuruyor ki:





Eğer sen kötülükler de ondandır dersen öyledir, ama bundan onun kemaline noksan mı gelir ki?





Bu kötülük ihsanı da onun kemalindendir. Dinle ulu kişi, sana bir misal getireyim:





Meselâ ressam iki türlü resim yapar:





Güzellerin resimleriyle, çirkin resimleri.





Yusuf’un, yaratılışı güzel hurinin resmini de yapar, ifritlerin, çirkin iblislerin resmini de.   İki türlü resim de onun üstatlığının eseridir.





Bu, ressamın çirkinliğine delil olamaz, bilâkis üstatlığına delildir.





Çirkini gayet çirkin olarak yapar, o derecede ki bütün çirkinlikler, onun etrafında döner, örülür.  Bu suretle de bilgisindeki kemal meydana gelir, üstatlığını inkâr eden rüsvay olur.  Eğer çirkinin resmini yapmayı bilmezse ressam, nâkıstır. İşte bu yüzden Tanrı hem kâfirin yaratıcısıdır, hem müminin. Bu yüzden küfür de Tanrı’lığına şahittir, iman da. İkisi de ona secde eder. Fakat bil ki müminin secdesi dileyerektir. Çünkü mümin, Tanrı rızasını arar, maksadı onun rızasını almaktır.





Kâfir de istemeyerek Tanrı’ya tapar, ama onun maksadı başkadır.
Padişahın kalesini yapar, ama beylik dâvasındadır.   Kale, onun malı olsun diye isyan eder, fakat nihayet kale, padişahın eline geçer. Müminse o kaleyi padişah için tamir eder, makam sahibi, mevki sahibi olmak için değil.   Çirkin, “ Ey çirkini de yaratan padişah, sen güzeli de yaratmaya kadirsin, çirkini de” der.





Güzel de “ Ey güzellik padişahı, beni bütün ayıplardan arıttın” der.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nasihat  etmesi ve hastaya dua öğretmesi. Rasûlüllah, o hastaya dedi ki:





“ Sen, şunu söyle; Tanrı, sen bize güçlükleri kolaylaştır.   Dünya yurdunda bize iyilik ver, ahiret yurdunda da. Yolumuzu gül bahçesi gibi lâtif bir hale getir, ey Yüce Tanrı, konağımız zaten sensin.” [9]





مَنْ لَـهُ عَقْـلٌ سَلِيِمٌ يَقتَدِي بِالْمُـصْطَفىٰ





Mustafa ile akl-ı selim tabii olur.





Akıl ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin beraber zikredilmesi şeriat makamının akıl ile sorumlu tutulmasındandır.





 “Akl” bağlamak kökünden gelen bir kelimedir. Anlamak ve idrak etmek, düşünme ve muhakeme etme ve doğruyu bularak onu sağlam bir yere bağlamak anlamına gelmektedir. Akıl eşyayı olduğu gibi anlama ve anlamlandırma, güzel ve çirkini ayrıt edebilme, doğruyu ve yanlışı kavrama kabiliyetidir.





Akl-ı selim, ise hüküm ve kararlarda iki hayırdan daha iyi olan hayrı, iki şerden ehven-i şerri bilebilme özelliğidir ve kâmil akla verilen isimdir. Buna “sağduyu” demek de mümkündür. Allah Teâlâ buyurdu ki;





 “Yüzünü Allah’ın fıtrat üzere yarattığı hak ve hanif dini olan tevhide ve İslam’a yönelt. Ki Allah insanı bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın kadim kanunu olan yaratılışında bir değişim söz konusu olamaz. Doğru, sabit ve hak din ve yol budur. Ama ne var ki insanların çoğu bunu bilemezler” [10]





Akl-ı selim, “yaratılışta Allah’ın insan kalbine koyduğu ilahî hakikatleri ve gerçeği kabul etmeye yatkın olan kabiliyet” anlamındadır.





قَدْ َانَارَ الْعَشْقِ لِلْعُشَّاقِ مِنْحَاجِ الْـهُدٰى





Hüdâ yolu âşk ateşini âşıklara yaktı.





Allah Teâlâ kendine kavuşma yolununun şevk ve iştiyakını âşıklarına tattırdı. Çünkü aşkın hallerinde şeriata muhalif hallerin bulunmaktadır. Bu haller âşık için hoş görülürken diğer insanlar bu hallerinden dolayı sorumlu olurlar.





“Salik-i rah-ı hakikat âşka eyler iktida.”  





“Hakikat yolunun saliki âşk yoluna uyar.”  





“Hakiki âşıkın âşk yurduna adım attığı ilk yer, zahitlerin ve âbitlerin gelebildikleri son yerdir.”  Denilmiştir. Hakikate ulaşmak isteyen âşk yoluna rağıp olmalıdır. Âşk, ebediyeti arayan ruhun, dünyevî aldanmalardan kurtularak derunî girdaba düşmesidir. Âşk yolu hakikate ulaşmada diğer yollardan kısadır.  Bunu kısalığını şu sebeple anlarız ki; âşık hakikat yolunda bir anda uzun mesafeleri aştığı hâlde dönüşünü murad edince aldığı mesafede aynı masal kahramanlarının da yıllarca süren yolculuklarının, bir arpa boyunu geçmemesi gibidir. Geçen zamanın uzunluğunun aksine, alınan yolun kısalığı hatta hiçliği, aşığın yolculuğunun zahire uygun olmamasındandır.





Niyâzî-i Mısrî hakikate ulaşmak isteyene âşk yolunu tarif etmesi bundandır.





Cümle eşyaya birer hâlet konulmuştur müdâm,
Bütün eşyaya birer değişmeyen bir hal konulmuştur,





Eşyanın aslı için dört unsur bahsedilir. Ateş su hava toprak. Bu unsurlardan biri eşyada baskın olursa o özellik kendini daha çok gösterir.





İnsan ruhu “Ben Adem'in yaratılışını tamamladığım zaman ona rûhumdan üfürdüm.” [11] ayet-i kerimesinin ifadesine göre ilahî menşelidir. İnsan ruhu ten kafesine girdikten sonra maddî ve zulmanî bir hicab ile perdelenmiştir. İnsanın hamurunda “anasır-ı erbaa” denilen toprak, su, hava ve ateşten oluşan dört unsur vardır. Bunlardan toprakla su, zulmanî özelliğe sahiptir. Et ve kemikten meydana gelen insan vücüdunun temel unsuru toprak ve sudur. Bu yüzden tasavvufta zulmanî hicab sayılan bedenin ve bedenî ihtiyaçların riyazat ve mücahede ile inceltilmesi gerekir.





Bu dört unsur ameller cihetinde de tecelli eder.





Şahs-ı ruhu teşkil eden dört unsur, ruhun tecell-i ef´ale nisbetle kalbden iktibâsı ettiği anâsırı maneviyedir. Yani toprak mukabilinde olan namaz yemek gibidir. Hava mukabilinde olan hac ile ateş mukabilinde olan zekât ile fi sebîlillah verilen bir malda bir kesme maneviye vardır. Su mukabilinde olan oruçtur.  Zira savmda bir nevi hayat vardır. İşte bu anasır-ı maneviye-i mesrûde ile ruh kendisine bir vücut-u mektebe-i maneviye yani vücud-u imâni teşkil eder. Nitekim Cenâb-ı Hakk İbrahim aleyhisselâma “öyle ise dört tane kuş yakala, onları yanına al. Sonra kesip parçala her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonrada onları kendine çağır koşarak sana gelirler Bil ki Allah azizdir, hâkimdir,[12] buyurdular. Yani Dört dağ, hakikatte olan kalp, ruh, sır, hafi üzerine dört unsur vaz olunarak mecmû-u ruhun tasarrufuna mutı´ve munkad olup da ruha muracaat ettikleri ve ruh vücud unsuru teşkil ettiği gibi kalpden iktibas ettiği anasır-ı erbaa-ı maneviye-i ilede vücud muktesibe-i maneviye-i tesis eder. Ve bu beyanda ruha ibrahimî itlâkiyet münâsib olur. [13]





Birbirinden bazı nakıs bazın isti’dadı tam. 
Birbirinden kimi noksan kimininin kaabiliyeti tam. 





Ey Hakk talipleri bilin ki, yukarıda anlatılan mürşid-i kâmillerin dışında kalan ve şeyh denilen kişiler, şer'-i şerifi öğreten, ilme'l-yakîn sahibi zühd ve takva şeyhleridir. Bunlar arasında da yalan söyleyip “biz falan sultânın ve filân efendinin tarîkatindeniz. Yetki ve seyr ü sülük bizdedir” diyerek, kendilerinin bu yolun ehli olduğunu söyleyenler, o göçmüş azizlere ve ilimlerine bühtan ederler. Kur an'da bu gibi yalancı şeyhler için “Yalanlayanların vay haline!” [14]denmektedir.





Bilinmelidir ki, insân-ı kâmiller, kendilerine uymayan kişileri, tarîkat sülûkundan, ayne'l yakîn ve hakke'l-yakîn bilgilerden mahrum bırakırlar. Sonra bu yoldan sapanlar, o hakîkat ehlinin seyr ü suluklarına, vahdetlerine, tecellîlerine, tesellilerine, mukâlemelerine, müşahedelerine inkâra düşerler. “Bu manâlar olsa, bizim şeyhimizde de olurdu.” derler. Kâmillerden duyulmuştur ki, yetmiş bin şeyh, müridiyle dergâha yüzü kara varıp mes'ûl ve muazzeb olup cehenneme gireceklerdir. Cenâb-ı Hak bizleri, mâyeli bir mürşid-i kâmile hizmet etmeyen o gibi kişilerden korusun.





Bu gibi sahte şeyhler, mücâhid olup sülük etmemiştir. Bütün gaye ve gayretleri, mâl ve mülk edinmek, nâm ve riyaset içindir. Vaizler gibi halka nasihat ederek mürşid-i kâmilim diye geçinirler. Mürşid-i kâmile ermeden, ayne'l-yakîn ile seyr ü sülük etmeden, yedi dâirede nefsin yedi başını mücâhede ve gaza ederek kesmeden, ayne'l-yakîn ile görülen terkiplerin enfüsî tabirlerini bilmeden hilâfete gelinmez. Ve yine, tarîkatin tekmilinde, beyne'n-nevm ve'l-yakaza yani, uyur uyanık bir hâlde iken, Hakk'ın emriyle, Habib-i Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem yüzünden tarîkatten irşâd seccadesi üzere hilâfet verilmeyen kişi “tarîkat ve seyr ü sülük ehliyim” diye dava kılarsa, hem zâll hem muzilldir. Bu kişilerden gafil olunmamalıdır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “amelsiz ilim vebaldir ve ilimsiz amel dalâldir.” demiştir. Her ilim ehlinden görülmek lazımdır ki, azmaya.





Buna göre şeyhlerde bir vebal vardır. Bunlardan, ehl-i insaf ve ehl-i takva olanlar, müridlerine, “kardeşler, biz sizi şer'-i şerif yüzünden, ilme'l-yakînden, amel, zühd ve takva ile buraya kadar sülük ettirdik. Ancak, bundan sonra ayne'l-yakînden seyr ü sülük ile hakikate yol isteyeniniz varsa, gidip bir mürşid-i hakikî bulsun, âlem boş değildir. Bizden yana kıskançlık söz konusu olamaz, Biz ömrümüzü ilme sarf etdik. Seyr ü sülûku ve bâtınî irşâd yolunu ehlinden görmedik.” demelidir. Bu gibi kişiler, ancak bu sözleri söylerlerse vebalden kurtulurlar.





Ey Hak talibi olan âşıklar, eğer hakîkate ulaşmak istiyorsanız, mutlaka bir mürşid-i kâmil bulmalı ve ona teslim olmalısınız. İnsanı ancak bir kâmil eren yedi deryadan geçirip darb-ı tevhîd ile yuyup arıtabilir. Zira darbî tevhîd, usûldendir. Kudret topudur. Nefs-i hannâs, nefs-i emmâre, her türlü kötü ahlâk, akl-ı maaşve nefs-i maaşın kuvveleri ve tahsilleri darbî tevhîdin ve esmanın ateşiyle yok olur. Nefs bu zikir lokmağıyla ıslah olur. Nefs-i hannâs tevhidi kabul edip mü'min olur. Akl-ı maaş, akl-ı maada; nefs-i maaş, nefs-i maada dönüşür. Darb-ı tevhîdin kemâli budur. Bu usûl nebilerden kalmıştır; san'at-ı nebevî ve san'at-ı evliyadır. Ne var ki, bazı noksan akıllılar, darb-ı tevhîde ve darbî Hû zikrine dahi edip karşı çıkarlar. Bu tür insanlar nefsî davranıp, “Allah sağır mıdır sessiz zikredince işitmez mi?” derler. O gibi inkârcılara cevap budur:





“Evet, Cenâb-ı Hak, semî'dir, Basîr'dir, Alîm'dir, Habîr'dir, Allame'l-guyûb pâdişah'dır. Zâtını zikretmeği gönlümüze gelmeksizin bilir. Ancak, bizim nefsimiz, hannâsımız, akl-ı maaşımız ve nefs-i maaşımız sağır, kör ve câhildir. Zikri, onlara işittirelim, onların gözünü açalım, onlara Hakkın emrini bildirelim diye, candan, yüksek sesle ve iki yana salınarak kalb üzere hareketle yaparız. Ayrıca, insanların kalbi dünya ve mâsivâ fikriyle kararmış ve pekişmiştir. Adeta, taşa veya demire dönmüştür. Darb-ı tevhîd, kalbin pasını siler. Taş ve demir gibi kalbleri yumuşatır. Zikri kabul eder.”[15]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Ümmetim hakkında saptırıcı önderlerden korkarım.”   [16]





“Âhir zamanda birtakım insanlar çıkacak, dini dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu derilerine bürünecekler. Onların dilleri sekerden tatlı kalpleri ise kurt gibidir.”





 Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:





“Onlar benim hilmime mi aldanıyorlar, yoksa bana karsı cüretkarlık mı ediyorlar. Kendi adıma yemin ediyorum ki; onlara kendilerinden öyle bir fitne göndereceğim ki içlerinden hâlim olanı bile hayrete düşürecektir.” [17]





Meşreb-i alâ olan neş’e nedir hâsıl kelâm,
Yüksek meşreb olan gönülde son söz nedir,





Niyâzî-i Mısrî en yüksek yaratılış nedir diye soruyor. Bunun cevabını gelen mısrada “âşk” olarak açıklıyor.





“Aşktır ol, neş’e-i kâmil kim andandır müdâm. 





“Âşk gönlün kâmil halidir, devamıda ondandır. 





Meyde teşvir-i[18] hararet ney’de te’sir-i sada. 





İçkide gizli bir ateş, ney’de etkili ses. 





Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz mesnevisinde.





"Âşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, âşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür." [19]





Rivayete göre Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ilâhi âşk sırrını Hz. Ali kerremallâhü vecheye söylemiş. Bu sırrın yükü altında ezilen Hz. Ali kerremallâhü veche gidip Medine dışında kör bir kuyuya bu sırrı anlatmış. Kör kuyu bu sırla köpürüp coşmuş ve taşmıştır. Su her yeri kaplayınca kenarlarında kamışlar yetişmiş.





Oralardaki bir çoban bu kamışlardan birini kesip muhtelif yerlerinden delerek üflemeye başlamış. Çıkan ses kalplere coşku ve heyecan verip İlahi sırrı anlatır olmuş. Her mecliste her cemiyette ağlayan, inleyen ney iyilerin de kötülerin de dostu olmuş. Herkes kendisinden bir şeyler bulmuş neyde.





Müzik[20]





Milleti meydana getiren kültür unsurlarını ifade ettik; ama kültürün üç çekirdeği diyebileceğimiz dil, din, müzik üze­rinde özel olarak durmak gerekir. Dil ve din fazlaca vurgulan­dığı için bunlar bilinen unsurlardır. Müzik de estetik değerlerin, kişi-toplum-tarih bütünleşme çizgisinde, çok önemli bir yere sahip, duyguyu en fazla şahsîleştiren ve şahsiyetleştiren, millî-leştiren bir karaktere sahip, kolay ifade edilen, dil ve din gibi her yerde beraberimizde taşınabilen bir kültür unsurudur. As­lında bütün kültür unsurları dilde toplanmışlardır. Dile yansı­mayan kültürün yaşaması mümkün değildir. Müzik de böyle­dir. Müziğin dili notalarla seslendirilir. Bu sesler ruha gıda ve­rir. Müzik insanın duygu ve düşüncelerinin, inançlarının ru­hunda seslendirilmiş halidir. Ruh bu sese kulak verir; coşar, üzülür, sevinir, duygulanır. Sokrates, hocasından öğrendiği şu bilgiyi bize aktarır: “Bir toplumu değiştirmek istiyorsanız, mü­ziğini değiştiriniz.” Gerçekten tarihî tecrübe de bunu göster­mektedir.[21]





Müzik, eski zamanlardan beri insanlar üzerinde önemli bir yer işgal etmiştir. İnsanlar üzüntülerini, sevinçlerini, kahramanlıklarını, heyecanlarını, sevgilerini, vb çoğunlukla müzik sanatını kullanarak ifade etmeye çalışmışlardır.





 Müzik insanları bir hipnoz hali oluşturarak etkilemiş ve kitlelere zaman zaman yön vermiştir. Özellikle müzik, duyguları yoğunlaştıran bir özelliğe sahip olduğundan, pek çok medeniyetlerde dini duyguların güçlenmesinde, hastalıkların tedavisinde oldukça yaygın bir yöntem olarak kullanılmıştır.





İslam Medeniyeti tarihinde özelikle tasavvuf ekolü mensupları(sufiler) müzikle uğraşmış, kullanmış ve savunmuşlardır. Sufiler, akli ve asabi hastalıkların müzik ile tedavi edildiğinden bahsetmişlerdir.





Bu dönemde yaşamış büyük Türk-İslam âlimleri ve hekimleri Zekeriya Er-Razi (854-932), Farabi (870-950) ve İbn Sina (980-1037) müzikle tedavinin bilhassa müziğin psişik hastalıkların tedavisinde ilmi esaslarını kurmuşlardır.





Farabi, “Musiki-ul-kebir” adlı eserinde müziğin fizik ve astronomi ile olan ilişkisini açıklamaya çalışmıştır.





Türk Müziği makamlarının ruha olan etkileri Farabi’ye göre şöyle sınıflandırılmıştır:





1. Rast makamı: İnsana sefa (neşe-huzur) verir.





2. Rehavi makamı: İnsana beka (sonsuzluk fikri) verir.





3. Kuçek makamı: İnsana hüzün ve elem verir.





4. Büzürk makamı: İnsana havf (korku) verir.





5. Isfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti, güven hissi verir.





6. Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir.





7. Uşşak makamı: İnsana gülme hissi verir.





8. Zirgüle makamı: İnsana uyku verir.





9. Saba makamı: İnsana cesaret, kuvvet verir.





10. Buselik makamı: İnsana kuvvet verir.





11. Hüseyni makamı: İnsana sükûnet, rahatlık verir.





12. Hicaz makamı: İnsana tevazu (alçak gönüllülük) verir.





Farabi Türk müziği makamlarının zamana göre psikolojik etkilerini de şu şekilde göstermiştir:





1. Rehavi makamı: yalancı sabah vaktinde etkili





2. Hüseyni makamı: sabahleyin etkili





3. Rast makamı: güneş iki mızrak boyu etkili





4. Buselik makamı: kuşluk vaktinde etkili





5. Zirgüle makamı: öğleye doğru etkili





6. Uşşak makamı: öğle vakti etkili





7. Hicaz makamı: ikindi vakti etkili





8. Irak makamı: akşamüstü etkili





9. Isfahan makamı: gün batarken etkili





10. Neva makamı: akşam vakti etkili





11. Büzürk makamı: yatsıdan sonra etkili





12. Zirefkend makamı: uyku zamanı etkilidir.





Büyük İslam bilgini ve filozoflarından İbn Sina (980-1037) Farabi’nin eserlerinden çok yararlandığını ve hatta musikiyi de ondan öğrenerek tıp mesleğinde uyguladığını ifade etmiş ve şöyle demiştir:





“Tedavinin en iyi yollarından, en etkililerinden biri hastanın aklî ve ruhî güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele etmek için cesaret vermek, hastanın çevresi sevimli, hoşa gider hale getirmek ona en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir.”





İbn Sina’ya göre “ses” varlığımız için zaruridir. Ahenkli bir düzen içersinde, belirli bir şekilde ayarlanmış olan sesler, insan ruhu üzerinde çok derin tesirler yapar. Sesin etkisi insan sanatı ile zenginleştirilir.





Yine İbn Sina’ya göre, ses tonu değişiklikleri insanın ruh hallerini belirtir. Müzik bestelerini bize hoş gösteren işitme gücümüz değil, o besteden çeşitli telkinler çıkaran idrak yeteneğimizdir. Bunun için seslerin düzenli olarak birbirine ahengi, besteleri, ahenkli vuruşların düzenli ve kaideye uygun oluşları, insanı derinden derine cezp eder.





 İbn Sina’nın meşhur eseri “El Kanun fi’t-tıbbi” adlı eserini tercüme eden Tokatlı Mustafa Efendinin talebesi Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi (18.yy) yazdığı eserinde İbn Sina’nın eserinden çok faydalandığını ifade etmiştir. Hekimbaşı, Gevrekzade Hasan Efendi “Emraz-ı Ruhaniyeyi Negama-ı Musikiye” adlı eserinde, çocuk hastalıklarına hangi makamın iyi geldiğini şöyle bahsetmiştir:





Irak Makamı: Çocuktaki menenjit hastalığına faydalıdır.





Isfahan Makamı: Zekâ, zihin açıklığı verir ve soğuk algınlığı ve ateşli hastalıklardan korur.





Zirefkend Makamı: Felç ve sırt ağrısına iyi gelir, kuvvet hissi verir.





Rehavi Makamı: Tüm baş ağrılarına, burun kanamasına, ağız çarpıklığına, felç ve balgam hastalıklarına iyi gelir.





Büzürk Makamı: Beyin, kulunç ağrılarına iyi gelir, kuvvetsizliği ortadan kaldırır.





Zirgüle Makamı: Kalp, beyin hastalığı, menenjit, mide harareti, karaciğer ateşine iyi gelir.





Hicaz Makamı: İdrar yolu hastalıklarına iyi gelir.





Buselik Makamı: Kalça, baş ağrısı ve göz hastalıklarına iyi gelir.





Uşşak Makamı: Ayak ağrıları ve uykusuzluğa iyi gelir.





Hüseyni Makamı: Karaciğer, kalp hastalıklarına, nöbet, gizli hummalara iyi gelir.





Neva Makamı: Bluğ çağına ulaşmış çocuğa, kalça ağrısına, gönül sevincine iyi gelir diye ifade etmiştir.





Enderun hastanesinde, çocuk yaştaki talebelerin müzikle tedavi edildiğini, 1675 de Baron Topkapı Sarayını tarif ettiği eserinde belirtmiştir. Musiki üstadı Safüyiddin günün belli vakitlerinde rastgele makamların icra edilmeyeceğini, bu vakitlerde belli makamların icra edilmesinin insan ruhunu dinlendireceğini, insanı huzura kavuşturacağını şöyle ifade etmiştir:





1. Rehavi makamı, fecirden önce





2. Hüseyni makamı, tan yerinin ağardığı zaman





3. Rast makamı, kuşluk vaktinde





4. Zirgüle makamı, öğle vaktinde





5. Hicaz makamı namaz arasında





6. Irak makamı ikindi vaktinde





7. Isfahan makamı, gün batarken





8. Neva makamı, akşam vaktinde





9. Büzürk makamı, yatsı





10. Zirefkend makamı, uyku vaktinde





Her nekadar günün belli vakitlerinden, belli makamlarından söz edilmişse de, ayrıca günün yirmi dört saatinin dörde bölerek, bu zamanlarda hangi makamların okunup, dinleneceği de araştırılmıştır. Ayrıca makamların hangi uluslara ne etkisi yaptığı, astrolojiyle bağlantısı da bazı hekimlerce araştırılmış ve incelenmiştir.





Makam ve fasılların çeşitli uluslar üzerindeki etkileri olduğunu kabul eden eski Türk hekimlerine göre:





1. Hüseyni makamı Araplara





2. Irak makamı Acemlere





3. Uşşak makamı Türklere





4. Buselik makamı Rumlara daha çok dinletilmiştir





Duygusal olarak makamların insan üzerindeki tesirleri hekimlerce şöyle açıklanır:





1. Irak makamı insana tat ve çeşni





2. Zirgüle makamı uyku





3. Rehavi makamı ağlama





4. Hüseyni makamı güzellik





5. Hicaz makamı alçak gönüllülük





6. Neva makamı yiğitlik





7. Uşşak makamı gülme hisleri verir.





Astrolojik olarak da yine her burcun bir makamı bulunmuştur. Eski Türk hekimlerinden Şuuri’nin “Tadil-i Emzice” adlı kitabında musikinin bütün hastalık ve ağrılara iyi geldiğini ilim ve fen adamlarının desteğini alarak beyan etmiştir.





Sonuç olarak, İslam medeniyeti döneminde, Er-Razi, Farabi, İbn Sina gibi Türk-İslam hekimleri, psikolojik hastalıkların tedavisinde; ilaç ve müzikle tedavi yöntemlerini kullanmışlar, bu yöntemler, gerek Selçuklu gerekse Osmanlı hekimleri tarafından tatbik edilerek 18 yüzyıla kadar geliştirilmiştir.





Müzik sadece bir takım hastalarda tedavi aracı olarak kullanılmakla kalmayıp, koruyucu olarak ta insanlara büyük faydalar sağlayabilir. Örneğin kent yaşantısındaki stresli insan tipi için, fabrikada işçilerin iş üretim miktarını artırabilmek için ve hatta hayvanların süt ve yumurta gibi üretimlerini artırabilmek için seçilecek uygun müzik türleri olumlu etkiler yaratabilir.[22]





İbadet İçinde Müzik





Topluca yapılan dinî ibadetler, genellikle müzik eşliğinde yapıldığı için ibadet ve müzik birbiriyle yakından ilişkili kavramlardır. Bu bağlamda müziğin, öteki dünya/other-worldly düşüncesine dalmayı simgelediği, dindeki ölüm ötesi inancı ifadelendirdiği, esrar veya sihrin deneyimini belirttiği söylenmektedir. Öte yandan âyinler esnasında müzik, dans ile birlikte icra edilmektedir. “Şarkı söyleme ve dans etme; grubun diğer gruplara yaklaşmasına, bireylerin duygularını kontrol etmesine ve onları ortak hareket etmek için hazırlamasına yardımcı olmaktadır” (E. O. Wilson, 1975; sh. 564). Bu sebeple ilkel insanlar için dans etme, kurban kesmekten çok daha önemli bir ritüeldir (ayinle ilgili) (Heiler, 1961).





Ayin esnasında kullanılan müziğin, bireyin duyguları üzerinde yaptığı etkiye ilişkin yapılan araştırmalarda; müziğin, âyinlere katılanları çok rahatlattığı ve onlar üzerinde güçlü bir psikolojik etki meydana getirdiği tespit edilmiştir. Daha sonra bireyler üzerinde etki uyandırmak için müzik, laboratuar ortamında çeşitli araştırmalarda uygulanmak üzere kullanılmıştır. Biz, bireyler üzerinde müziğin gücünü kullanarak, ses tonlarının farklı seviyeleriyle mutlu, üzgün vb. psikolojik durumlar meydana getirebiliriz. Üzgün birey, alçak sesle, daha düşük bir tonda ve yavaşça konuşur. Buna karşın mutlu birey ise, daha hızlı ve yüksek bir perdeden nazik bir tonda konuşur (Scherer & Oshinsky, 1977).





Öte yandan bireyler üzerinde meydana gelen dinî bir duygu, dinî müzik tarafından uyandırılmış olabilir. Bu bağlamda Goodwin Watson (1929), âyinin ergenler üzerindeki etkilerine ilişkin yaptığı bir çalışmasında; âyin esnasında yoğun ve acıklı bir tarzda icrâ edilen müziğin, ergenlerde oldukça yüksek düzeyde bir hûşû uyandırdığını tespit etmiştir. Öte yandan müzik, bundan daha iyi psikolojik faydalar sağlayabilir. Yani müzik, -evlenme ve cenaze törenleri, paskalyadan önce gelen büyük perhiz veya paskalya yortusu örneklerinde olduğu gibi- yerinde kullanıldığı zaman, psikolojik açıdan birey üzerinde olumlu farklı dinî duygular meydana getirebilmektedir. [23] 





Gülşen-i vahdet çü kalbi emr-i râm-ı aşktır,
Âşk vahdet bahçesindeki kalbin itaatidir,





Lezzet-i vuslat heman ancak merâm-ı aşktır. 
Aşkın isteği hemen ancak kavuşma lezzetidir. 





Terk-i kevneyn eyleyen mest-i müdâm-ı aşktır,
Daima sarhoş eden âşk iki dünyayı terk ettirendir,





“Vadi-i hayret hakikatta makam-ı aşktır. 





 “Hakikatta “Hayret vadisi” âşk makamıdır. 





Âşık sevgilisini kavrayamadığından dolayı hayrete düşer,  çünkü onun tecellîleri sonsuzdur.  Bu hayret ise hayret-i ilmiyye ve hayret-i şuhûdiyyedir (ilmi hayretler,  gördüklerinde hayrete duçâr oluşu). 





Sadreddin Konevî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, sûfînin hakikat karşısındaki tepkisinin bir çeşit “hayret” olduğunu belirtmektedir. Bu hayret, bilgisizlikten değil, hakîkatin çelişik ve paradoksal mâhiyetinden kaynaklanan bir hayrettir. Bu noktada İbnü’l-Arabî’nin görüşlerine başvurursak, hayretin iki şıkkının ayırt edildiğini görmekteyiz. Bunlardan birisi, cehalet ve bilgisizlikten doğan akılcı kimsenin hayretidir ki, bunu özellikle filozofun sülûkünü tasvir ederken ortaya koymuştur. İbnü’l-Arabî’ye göre bu hayretin sebebi, akılcının sülûke veya hakikate ulaşmaya başlarken umduğuyla tam anlamıyla çelişen bir şey elde etmiş olmasıdır. Bu durumda ise, tam bir hüsran ve şaşkınlık içinde kalmaktadır. İbnü’l-Arabî, bunu kötü bir durum olarak niteler. Bunun karşısında ise, İbnü’l-Arabî’nin “Muhammedî hayret” diye isimlendirdiği ikinci bir hayret vardır. Bu hayret, her şeyde Hakkı gören sûfî’nin hayretidir. Sûfî, biri çok, çoğu bir, evveli âhir, âhiri evvel, zahiri bâtın, bâtını zahir olarak görür. Bu gibi çelişkili durumları müşahede etmesiyle de hayrete düşer. Fakat bu hayret, şüphe ve anlamama hayreti değil, varlık alanında hareket etmeye çalışan nefsin kendi hâlindeki hayretidir. Bu nefis, dâirenin çevresinin hangi noktasından harekete başlasa, dâirenin merkezi olan Hakka ulaşır. Burada üzerinde durmamız gereken bir husus, İbnü’l-Arabî’nin bu hayreti “Muhammedi hayret” diye isimlendirmesidir. Bu isimlendirmenin iki sebebi vardır:





Birincisi, Allah Teâlâ’nın mutlak ve kâmil bilgisinin tarzını teşkil eden tenzîh ve teşbih arasındaki bilginin “Muhammedi” bir tavır olarak görülmesidir. İbnü’l-Arabî, Nuh Fassında bu meseleyi ayrıntılı ele alır ve buradan peygamber ve ümmetinin ayrı ayrı eksikliklerine işaret eder. İbnü’l-Arabî’ye göre, Allah Teâlâ hakkında akıl ve vehim güçlerinin gerektirdiği hükmü aynı anda verebilmek, Allah Teâlâ’nın bütün mütekâbil isimlerinin mazharı olan Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin istidadına mahsustur ve sâdece onun şerîatı bu hükmü getirebilir.





Bu hayretin “Muhammedi hayret” diye isimlendirilmesinin ikinci sebebi ise, sûfîlerin aktardıkları bir rivayettir. Bu rivayette Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “Rabbim, sana dâir hayretimi artır” demiştir. Böylece “hayret”, sâdece karşılaşılan bir durum veya mâruz kalınan bir şey değil, aksine talep edilen bir şey olmaktadır. Bu anlamda hayretin ideal bir mertebe olduğu da anlaşılmaktadır.[24]





Çün müşahhas olmaz ol vadide sultandan geda.”  





Zira o vadide sultan ve fakir gibi şahsiyet olmaz.





Arifin âşk-ı ilâhîden yeğ olmaz hemdemi,
Arifin ilâhî aşktan başka can ciğer arkadaşı olmaz,





Nuş edip sahba-yı zatı can olur her bir demi. 
Sahbayı zatı içen, her zamanı can olur.





 Mazhar ana ayn-i zâhir görünür gider gamı,
Kavuşunca asıl hakikati ona görünür ve gamı gider,





“Eylemez halvet sarayı sırr-ı vahdet mahremi. 





“Vahdet sırrının sarayından mahrem halvete giremez





Aşıkı ma’şukdan,  ma’şuku aşıktan cüda.”  





Aşıkı sevgiliden,  sevgili âşıktan ayrı.”





Ehl-i Hakk olmak dilersen zerk-i[25] taat terkin et,[26]
Hakk ehli olmak dilersen çirkin sözle taati silme,





Hz. Âdem aleyhisselâmdan itibaren enbiyaya üstün bir dil kabiliyeti verildiğini; Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ise muhatap olduğu toplumun özelliğinden dolayı mükemmel bir dil birikimi ile donatılmıştır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme





“güzellik nerededir”, diye sorulduğunda O’nun





“dildedir” şeklinde cevap vermesi, dili ne kadar önemsediğinin göstergesidir.[27]





“Beyanda büyüleyicilik vardır”[28]





“Beyanda büyüleyicilik, şiirde hikmet vardır.”  [29]





İçini saf eyleyigör var kıyafet terkin et. 
İçini saf eyleyi gör var kıyafet ile bozma. 





Zahir elbisenin güzelliği seni aldatmasın, demektir. Kişiye asalet veren kâmil tabiatıdır. Diğerleri ise ancak belli bir zaman insanı oyalar. Bakiyesi ise yel gibidir.





Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz “Enbiyânun ve evliyanun ekserisi ümmilerdür.” [30] buyurması anadan geldiği gibi saf olanların bu yolda başarılı olacağını beyan ederek, sonradan alınan kıyafetin bir değeri olmadığını açıklamaktadır.





Pend-i guş eyle basiretle sefahet terkin et,
Basiretle nasihata kulak ver eğlence ile silme,





“Ey[31] ki ehl-i âşka söylersen melâmet[32] terkin[33] et. 





 “Ey kişi; âşk ehline söylediğinde melâmet ile sözleş. 





Yani âşk ehlinin halinin söz ile ifade edilemediği için yapılan hareketlerin zahirine aldanma demektir.





Söyle kim mümkün müdür tağyir takdir-i Hüdâ.”  





Söyle Allah Teâlâ’nın takdirini değiştirmek mümkün müdür?” 





Varlığın mahvetmek oldu ayin-i erkân sadıka,
Sadıka varlığın mahvetmek asıl usul oldu,





Kalbini yakmak gerek anın demadem bârika. 
Onun kalbini sık sık şimşek parıltısı yakmak gerek. 





Aşkın deprasyonları ve stresi olmadan tazelenme ve olgunlaşma yoktur.





Âşık oldur gitmeye her dem başından saika,
Âşık her zaman başından yıldırım gitmeyendir,





“Âşk kilki çekti hat  levh vücud-i aşıka. 





“Âşk kalemi aşıkın vücuduna çizgi çekti. 





Kim ola sabit Hakk isbatında nefyi mâada.”  





Kim Hakk isbatında sabit olursa nefyi bıraka.” 





Âlemle meşgul olmayı bırakmazsan Hakkı isbat edemezsin. Cümle eşyada Hakkı gören nefyi terk etmiş demektir.





Ey Niyazi ibtidasız zevk buldun aşktan,
Ey Niyazi aşkta öncesi olmayan zevk buldun,





“Eğer bize:- Tasavvufun iptidası nedir?  Diye sorarlarsa,  şöyle deriz:





“İmanın altı erkânı vardır.   Bunlar sırası ile: Allah-ü Teala’nın varlığına ve birliğine,  meleklerine,  nebîlerine,  kıyamet gününe,  hayır ve şer Allah’ın takdiri ile olduğuna … Dil ile ikrar ve kalb ile tasdikdir.”  [34] 





Aşkta ise teklif hükümleri yoktur. İman konusunda âşıkların mezhebi yârin vechidir.





Yârin isbatında (La) sız zevk buldun aşktan.





Aşktan yârin isbatında (La) sız zevk buldun. 





Daim-ü bâki fenasız zevk buldun aşktan,  
Daima aşktan fenası olmayan zevk buldun,





“Ey Fuzuli intihâsız zevk buldun aşktan. 





“Ey Fuzuli aşktan sonsuz zevk buldun. 





“Şayet bize: - Tasavvufun intihası nedir?   Diye sorarlarsa şu cevabı veririz:





“Tasavvufun intihası; keza birinci sualde geçen altı erkânı,  dil ile ikrar,  kalb ile tasdiktir…-Nitekim Cüneyd-i Bağdadı kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz Hazretlerine bir gün:





“Tasavvufun intihası nedir?.  Diye sorduklarında,  şu cevabı verdi:





İptidasıdır.”  [35]





Böyledir her iş ki Hakk adıyla ola ibtidâ.”   





Her iş Hakk adıyla başlarsa böyledir.”   














[1]   İnne li’r- Rahman-i tarfen kadr-i enfas-il vera,
Küllü mer’in salik-ün behcen kadimen bil-heva. 
Men lehu aklün selîmün yektedi bi’l-Mustafa,
Kad enarel-aşk
-ı lil-uşşak-ı minhac-il Hüda.





[2] Fuzûlî kuddise sırruhu’l-azize ait gazelin tahmisi.





[3] Altı çizili beyitler Fuzûlî kuddise sırruhu’l-azize aittir.





[4] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.301-302), s. 390





[5] (YALOM, et al., 2000), s. 3





[6] Kadîm: Eski zaman.   Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan.   Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet





[7] Heva: İstek. Nefsin isteği. Düşkünlük. Gelip geçici olan heves. Nefsin zararlı ve günah olan arzuları.





[8] Nun, 4





[9] Mesnevi , c. II, b. 2535-2554





[10] Rum, 30





[11]Hicr, 29 





[12] Bakara :260





[13]Tezkire, v. 6a-6b; İsimli yazma bir eserden faydalanılmıştır





[14] Tur, 11





[15] (Eroğlu Nuri, 2007), s. 78





[16] Tirmîzî, 2230





[17] Tirmizî, 37/Zuhd, 59 ( IV, 522, h. no: 2404).





[18] Teşvir: İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme. Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme.





[19] Mesnevi, c. I, b: 10





[20] (SOMAKCI, 15-2003/2)





[21] (Heyet, 2008), s. 29





[22] (SOMAKCI, 15-2003/2)





[23] (ARGYLE, et al., 2000)





[24] (DEMİRLİ, 2003), s. 143





[25] Zerk: Çirkin söz söylemek.   Kuşun terslemesi.





[26] Terkin: Boyama, yazma.   Bozulma, bozma. Çizme, silme Belli bir saatte ve yerde buluşma için sözleşme.





[27] M. Akif ÖZDOĞAN, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 4; İbn Kuteybe, ‘Uyûnü’l-ahbâr, nşr. Muhammed ‘Abdulkâdir, el-Matba’atü’l-’asriyye, Beyrut, 1999, I, 184; el-Hafâcî, Sirru’l-fesâha, 61; İbn Reşîk, el-’Umde fî mehâsini’ş-şiir ve âdâbihî ve nakdihî, nşr. Muhyiddîn ‘Abdulhamîd, Dârü’l-cîl, Beyrut, 1972, I, 241.





[28]  M. Akif ÖZDOĞAN, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı:4; Câhiz, el-Beyân, I, 157.





[29]  M. Akif ÖZDOĞAN, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı:4;  Kudâme b. Ca’fer, Nakdü’n-nesr, neş. ‘Abdülhamîd el-’İbâdî, Dârü’l-kütübi’l-’ilmiyye, Beyrut, 1982,77. Naşir, bu eseri Kudame (337/948)’ye izafeten neşretmişsede Kudame’ye ait değildir.





[30] (MISRÎ, 1223),  v. 104b





Enbiyânın ve evliyanın çoğu ümmilerdir [30]





[31] Ey: (Arabçada) “Bak, dinle, dikkat et, yahut, demektir ki” mânalarına gelir. Bir ibareyi tefsir için kulanılır. Türkçede: Yakın nidâ içindir.





[32] Melâmet: Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık.





[33] Terkin: Belli bir saatte ve yerde buluşma için sözleşme.  Boyama, yazma.   Bozulma, bozma. Çizme, silme





[34] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, BİRİNCİ SUAL VE CEVABI





[35] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, İKİNCİ SUAL VE CEVABI


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar